Kur’an-ı Kerim Hakkında Ayet-i Celîleler:
(Ey Rasûlüm!) İşte (sana indirilmekte olan) o (Elif, Lâm, Mîm; senin kalbine koyacağımızı va’d ettiğimiz o ağır ve muazzam kelâm; önceki kitaplarda göndereceğimizi bildirdiğimiz, yaş ve kuru her şeyden haber veren o Kur’an), Kâmil bir Kitap’tır. Bunda aslâ şüphe yoktur. (Bu Kitap) Müttikîlere (büyük ve küçük günahlardan sakınanlara delil ve) yol göstericidir. (S. Bakara 2)
Bu (Kur’an’ın âyetleri, kalbinize) Rabb’i-nizden açılan gözlerdir. İman eden millet için hidâyet ve rahmettir. (S.Âraf 203)
Bu Kur’an boş söz değil, ancak kendinden evvel inen kitapların tasdiki, (dine âit) her şeyin açıklaması, İman eden millete yol gösterici ve rahmettir. (S. Yusuf 111)
Muhakkak o, çok şerefli bir Kur'an’dır. (S. Vâkıa 77)
Hakikat Kur'an hiç şüphesiz bir nasihattir. Dileyen Kur'an okuyarak öğüt alır. (S. Müddessir 54,55)
Muhakkak Allah’ın kitabını okumaya devam edenler. Namazı doğru kılanlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden gizli ve âşikâr infak edenler, asla son bulmayan bir kazanç beklesinler. (S. Fâtır 29)
Kur'an, dileyenin öğüt alacağı bir öğüttür. O, Allah indinde kadri yüce, temiz sahifelerdir ve takvâ sâhibi katiplerin elleriyle yazılmıştır. (S. Abese 11 – 17)
(Kâfirlerin yalanladıkları) o (kitap) şerefli bir Kur'an, Korunmuş bir levhadadır (S. Bürûc 21,22)
(O, her türlü değişmeden berîdir. 1400 küsur seneden beri bir harfi dahî değiştirilememiştir.)
* * *
Kur’an-ı Kerim’in Fazîleti Hakkında Hadis-i Şerifler:
H.Ş.: Kur'an’ı mushafsız (ezbere) okumak, bin derece, mushaftan (yüzünden) okumak, iki bin dereceden fazla (sevap)tır. (Ramuz 334/6)
H.Ş.: Kur'an-ı Kerim’i yüzünden okumak ile ezbere okumak arasındaki fark, nâfile ile farz arasındaki fark gibidir. (Ramuz 323/6)
Kur'an-ı Kerim’in her harfi için, namazda okuyana bin hasene, abdestli okuyana yüz hasene, abdestsiz okuyana on hasene verilir. (Mev’ıza-i Hasene S. 56)
Bir kimse Mushaf’a bakarak Kur'an-ı Kerim okusa, Allahü Teâlâ kâfir de olsa ana babasından azabı hafifletir. (.....................)
H.Ş.: Bir kimse her gün yüzünden ikiyüz âyet okusa, kabri etrâfından yedi kabirdekilere şefâatçi olur; müşrik bile olsalar, Allah, ana babasından azabı hafifletir. (Ramuz 438/3)
H.Ş.: Kur'an’ı hâmil olan (mânâsını anlayıp hükmüyle amel eden) kişinin duâsı makbuldür. (Râmuz 3403)
Evvel ve âhir ilmine mâlik olmak isteyen Kur'an okusun.
Kur'an’ı tecvidle okuyan kişi için şehit sevabı vardır.
Allah ve Resûlünün muhabbeti kimi sevindirirse, Kur'an okusun.
Bulunduğunuz mahalleri namaz kılarak ve Kur'an okuyarak nurlandırınız.
Kitabullah’a bakmak ibâdettir.
Ey Kur'an’ı hâmil olanlar! Kur'an’la ikram edin. Çünkü o şifâ verir.
Kur'an’ı Kerim Allahü Teâlâ’ya semâvât ve arzdan (bütün mevcûdâttan) sevimlidir. (Künüzüd-dekâik)
Kur'an’dan daha büyük şifa yoktur. (Künüzüd-dekâik)
Şifanın hayırlısı Kur'an’dır. (Künüzüd-dekâik)
Kim Kur'an’dan şifa dilemezse, Allah ona şifa vermesin. (Künüzüd-dekâik)
Allahü Teâlâ Kur'an’la amel eden kavimleri yükseltir. Ona arka çevirenleri alçaltır. (Künüzüd-dekâik)
Kur'an okuyun. Zira Kur'an kıyâmet günü (kendisini) okuyanlara şefâat eder. (Künüzüd-dekâik)
Kalbinde âyet bulunmayan kimse, harap hâne gibidir. (....)
H.Ş.: Allah kelâmı (Kur'an)’ın diğer kelâmlara üstünlüğü, Allahü Teâlâ’nın yarattıkları üzerine üstünlüğü gibidir. (Ramuz 516/5)
Fitneler zuhur edecek; kurtuluş Allah’ın kitabıyladır. Onda sizden öncekilerle sonrakilerin haberleri, ve aranızdaki meseleler hakkında hükümler vardır. O, hidâyetle sapıklığı ayıran hikmettir. Şakası yok; tam ciddiyettir. Azgınlığı sebebiyle onu bırakanı Allah helâk eder. Ondan gayriden hayır bekleyeni Allah saptırır. O, Allah’ın kopmayan ipi, hikmetli zikri, doğru yoludur. Ona uyan Hakk’tan ayrılmaz. Ona bâtıl karışmaz. Onun akıllara hayret veren sırlarına nihâyet yoktur. Cinler onu işitince: “Muhakkak biz hidâyet eden bir Kur'an işittik” dediler.
Kim onunla amel ederse, karşılık görür, mükâfât bulur. Kim onunla hükmederse, adâlet etmiştir. Kim ona çağırırsa doğru yola çağırmıştır. (..?..)
Kur'an kendisine şefaat etme izni verilen şefâatçidir. O doğruyu bildirir, tasdik olunmuştur. Rehber edineni Cennet’e götürür, terk edeni Cehenneme sürükler. (Kenzul- Ummal C. 2 S. 292)
Ümmetimden en çok sevdiklerim, benden sonra gelip beni görmedikleri halde Allah'’n kitabındaki hükümlerle amel edenlerdir. (......)
Kur’an hoşlanmayana güçtür. Ona uyanlara da pek kolaydır. (Ramuz 1733)
Kur’an öyle zenginlik ki, ondan sonra fakirlik ve onun ötesinde zenginlik yoktur. (Ramuz 2794)
Kur’an bir milyon yirmi bin harftir. Onu kim ecrini Allah’tan umarak okursa, her harfi karşılığında hurilerden bir zevce alır. (Ramuz 2795)
Kur'an rûhî hastalıklara, kötü îtikat ve ahlâka karşı tam şifâdır. (Râmuz 2796)
Kur'an Allahü Teâlâ’nın kelâmıdır. Kur'an’a gönül veren, Rabb’inin haram kıldığı şeylerden sakınsın ve bu hususta Allah’tan korksun. (Râmuz 1798)
Kur'an’a kendinizi iyice alıştırın. Allah’a yemin ederim ki, o, devenin yularından boşanmasından daha çabuk insanların kalbinden gider. (Râmuz 3117)
Seslerinizi Kur'an okumakla süsleyin. (Râmuz 3660)
Allahü Teâlâ gazap etmez; bir de gazap etti mi, melekler O’nun gazabından dolayı (korkarak) tesbih getirmeye başlar. Ancak yeryüzünde çocuklar Kur'an okudukları zaman gazabı durur ve rızâsı yer yüzünü doldurur. (Râmuz 1261)
* * *
KUR'AN OKUMANIN KERÂMETİ
Hadis-İ Şerifler:
Kur'an okuyan kendisinin ulaştığı şeyden daha üstün bir şeye kavuşacağını sanırsa (yanılır, Çünkü) Allah indinde Kur'an’dan üstün şefâatçı yoktur; ne peygamber, ne melek, ne de başkaları...
Ümmetimin en efdal ibâdeti, Kur'an okumaktır.
Hayırlınız Kur'an’ı öğrenip, öğretendir.
Kıyâmet günü hesap, kitap ve mahşer korkusu olmayan; yalnız Allah rızası için Kur'an okuyan ve cemâati kendinden memnun olan imamdır...
Kur'an’a sahip olanlar, Allah’ın has kullarıdır.
Demir paslandığı gibi kalpler de paslanır. Onun cilası, Kur'an okumak ve ölümü anmaktır.
İki kimse gıbta edilmeğe değer: Biri Kur'an öğrenip hükmüyle amel eden, diğeri de servetinden Hak yolunda harcayandır.
Bir kimse temiz olarak Allah’ın kitabından bir harf dinlese, kendisine on sevap yazılır, on günâhı silinir, on derece terfi ettirilir.
Bir kimse namazda oturarak Allah’ın kitabından bir harf okursa, ona yüz sevap yazılır, ondan yüz günâh silinir ve yüz derece yükseltilir.
Bir kimse Kur'an okur hatmederse, ona Allah yanında makbul olan bir duâ verilir, bu ister dünya ister âhiretlik olsun. (Râmuz 403/9)
Kur'an’dan bir harf okuyana bir hasene verilir. Bir hasene de on misli sevap vardır. Her sevap Uhud dağı gibidir.
Kur'an oku da yüksel! Okuduğun nisbette Cennet basamaklarından çık!
Kur'an okuyanlar cennet ehlinin ârifleridir. (Râmuz 227/14)
Allahü Teâlâ buyurur: Kimi, Kur'an’la beni zikretmesi ve benden bir şey istemesi meşgul ettiyse, ben o kimseye, isteyenlere verdiğimin en âlâsını veririm. (Râmuz 516/14)
Hâmil-i Kur'an vefat ettiği zaman Allahü Teâlâ yere, “onun etini yeme” diye emreder. Yer de: “İlâhî, senin kelâmını kalbinde taşıyan kişinin etini ben nasıl yerim” der. (Râmuz 869)
Bir cemâat Allah’ın evlerinden birinde toplanıp Allah’ın kitabını okuyarak aralarında müzâkere ederlerse, onlara mutlaka huzur iner, baştan başa rahmet sarar. Melekler onları ziyâret eder ve Allahü Teâlâ onları, katındaki meleklere karşı över. (Râmuz 4557)
Bir kimse evlâdına Kur'an öğretirse, mutlaka kıyâmette anne-babasına hükümdar tacı gibi bir taç ile, insanların hiç görmedikleri iki elbise giydirilir. (Râmuz 4730)
Bir kimse Kur'an’ı ezberleyip, helâlini helâl, haramını haram bilirse, Allah onu cennete koyar. Ev halkından cehennemi hak etmiş olan on kişiye de onu şefâatçı kılar. (Râmuz 5457)
Cennet ehli cennete girdiği zaman ona: “Oku da yüksel” denilecek. Okuyacak ve her âyette bir derece yükselecek. Hafızasında bulunanların hepsini okuyuncaya kadar devam edecek. (Râmuz 6347)
Allah Kur'an okuyanı dinler.
Ey Kur'an hâmilleri (hâfızlar)! Bütün semâda bulunanlar Allahü Teâlâ’ya sizin iyiliğinizi anıyorlar. Allah’ın kitabına vakarlı davranarak kendinizi Allah’a sevdirmeğe çalışınız ki, Allahü Teâlâ da sizi sevsin ve sizi kullarına sevdirsin.
Ey Kur'an Hâmilleri! Sizler Allahü Teâlâ’nın husûsî rahmetini kazanan, Allah’ın kitabını öğreten ve Allah’a en yakın olan kişiler(den)siniz. Kim sizleri sever ve dost edinirse Allahü Teâlâ da onların dostu olur. Kim sizlere düşman olursa, Allahü Teâlâ da onlara düşman olur.
Kur'an öğrenmek, onu çok okumak ve ondaki ince sırlara ermekle meşgul olun. Çünkü onunla cennette derecelere ulaşırsınız. (Râmuz 319/1)
İçinde Kur'an okunan ev, gök ehline, yerden yıldızların göründüğü gibi görünür. (Râmuz 196/6)
Kur'an okuyanların dünya belâları, Kur'an dinleyenlerden âhiret belâları def edilir. (Kenzü’l-Ummal2/291)
Cennet derecelerinin adedi, Kur'an âyetleri sayısıncadır. Kur'an okuyan bir kimse cennete girdiğinde ondan üstün hiç bir kimse olmayacaktır. (Feyzülkadir 2/458)
Kur'an taşıyan, İslâm bayrağını taşıyan gibidir. Kim ona ikram ederse, Allah’a ikram etmiş olur. Kim de ona ihânet ederse Aziz ve Celîl olan Allah’ın lâneti üzerine olsun. (Râmuz 272/10)
Hâmil-i Kur'an için, onu her hatmettiğinde kabul olunmuş bir duâ ve cennette bir ağaç vardır. (Râmuz 272/9)
Kul Kur'an’ı hatmettiğinde altmış bin melek onun için istiğfar eder.
Size tuttuğunuzda aslâ dalâlete düşmeyeceğiniz iki şey bıraktım; Allah’ın kitabı Kur'an ve ehl-i Beyt’im. (Râmuz 250/8)
Kur'an’ı âşikâre okuyan, açıktan sadaka veren gibidir. (Râmuz 199/13)
Bir evde Kur'an okunduğunda melekler hazır olur, şeytanlar çekilir, ev halkına genişlik gelir ve hayır çoğalır, şer azalır. Kur'an okunmayan evde ise şeytanlar hazır olur, melekler bulunmaz, ev halkına darlık gelir ve hayır azalıp şer çoğalır. (Râmuz 196/2)
* * *
Büyüklerin Sözleri
Kur'an-ı Kerîm’i hıfzederken âyetlerin tekrarlanması tilâvete dâhildir.
Kur'an Hak Teâlâ’nın hakîki sıfatıdır; insana nasıl lezzet vermez? Gayıp âleminden zuhur eder. Kavuşmanın müjdesini verir.
“Rabb’iyle konuşmak isteyen Kur'an-ı Kerîm okusun. Ve Kim Rabb’ine âşık ise Kelâmullah’ı dinlesin” hadis-i şerifleri müjdedir. Sıfattan sıfatın sâhibine, Kur'an-ı Kerîm’den Allahü Teâlâ’ya ulaştırır. Kelâmdan o kelâmın sâhibine bağlar. (M.İ.M. C.2 M.67)
Mâlum olsun ki, Kur'an-ı Mecid sâyesinde görülen terakki diğer şeylerde çok azdır. Husûsiyle uzun okuyarak kılınan namazda terakki daha çoktur.
Kur'an, Cenâb-ı Kibriyâ’nın kendisinden hiç ayrılmayan hakîkî sıfatıdır. Bu îtibarla kâmil sûrette Hakk’a yaklaşmağa sebeptir.
“Kur'an ehli, ehlullahtır. Hadis-i şerifindeki Ehlullah’tan murat, fenâ ve bekâ derecelerine mazhar olanlar olsa gerektir...
Allah için Kur'an okuyanın alnından melek öper. (Süfyan-ı Sevrî Hz.)
Üç şey zekâyı artırır ve balgamı söker: Misvak kullanmak, oruç tutmak ve Kur'an okumak. (Hz. Ali R.A.)
Sabah namazından sonra yüzünden yüz âyet okuyana yer yüzündeki insanların sevabı kadar sevap yazılır. (Amr ibni Meymun Hz.)
Bir âbid: “Burada yalnız ne yapıyorsun?” diyen kimseye Kur'an’ı gösterip:
-Bundan üstün arkadaş olur mu?” demiştir.
* * *
KUR’AN OKUMA USÜLÜ
Hadis-İ Şerifler:
Kur'an’ı Arap usûlü ve sesleriyle okuyun. Kitap ehlinin ve fasıkların şîveleriyle okumayın! Benden sonra bir takım insanlar gelecek; Kur'an’ı şarkıyla ve ruhbanların ilâhilerine benzer ve ölülerin başında yakınıp ağlayanların nağmelerini andıran bir şekilde okuyacaklar. Okudukları Kur'an hançerelerinden kalplerine inmeyecek, fitne onların ve onları sevenlerin kalplerini sarmış bulunacak. (Râmuz 1086)
Kur'an okuyun ve ağlayın! Ağlayamazsanız da ağlamaklı olun. Kur'an’ı usûlüne uygun olarak okumayan bizden değildir. (Râmuz 78/16)
Kur'an okuyun ve onunla amel edin. Onu okumaktan uzaklaşmayın. Onda da aşırı gitmeyin. Onu geçim vâsıtası yapmayın. Onunla mal ve servet çokluğu istemeyin! (Râmuz 1088)
Ümmetimin camiden süpürüp çıkardığı tozlara varıncaya kadar bütün günah ve sevapları bana sunuldu. Kur'an’dan bir sûre veya bir âyet ezberleyip de sonra onu unutmasından daha büyük bir günâha rastlamadım. (Râmuz 3909)
Kur'an’ı hüzünle okuyun. Nâzil olurken de böyle oldu. (Râmuz 78/13)
Kur'an’ı otuz, yirmi beş, on beş on yedi, günde hatmet! Üç günden aşağı okuyan anlamaz, (Râmuz 78/11)
Kalplerinizi toplayabildiğiniz kadar Kur'an okuyun; dağıldı mı bırakın. (Râmuz 78/14)
Kur'an’ı öğrenin. O (güzel) Kur'an’ı iyi okuyun, takdim edin; ona sahip olun. (Râmuz 253/11)
Büyüklerden:
Asıl garip, zâlimin ezberinde bulunan Kur'an’dır. (Meysere Hz.)
Zebânîler, putperestlerden evvel, Allah’a isyan eden hafızlara azap eder. (Ebû Süleyman Dârânî Hz.)
Bazı büyükler “Kur'an okurken söz karıştıran kişiye Mevlâ darılır «Benim kelâmıma neden lüzumsuz şeyleri karıştırırsın?» buyurur.
Tevrat’tan: Ey kulum! :Benden utanmıyor musun? Dostundan mektup alsan hemen okur, maksadı nedir diye dikkat edersin. Ben sana kitap gönderdim, emirler verdim. Sen ise gaflet eder, aldırmazsın. Benim kitabıma arkadaşının mektubu kadar ehemmiyet vermezsin. Arkadaşının sözüne dikkat edersin; benim kelâmıma dikkat etmezsin. Bu küstahlık değil mi?...
* * *
KURAN’I KERİM OKURKEN DİKKAT EDİLECEK HUSUSLAR
1. Abdestli olmak,
2. Kıbleye karşı diz çöküp oturmak,
3. Okumaya Eûzü-Besmele ile başlamak,
4. Tecvid kâidelerine uymak,
5. Hüzünlü bir sesle okumak,
6. Ezberlemek,
7. Ağlamak. (Mümkün olmuyorsa, ağlar gibi okumak).
8. (Okurken) mânâsını düşünüp ağlamaya çalışmak.
* * *
KURAN’IN MÂNÂSINI ANLAMAYA MÂNÎ DÖRT PERDE
1. Bütün gayretini mehâric-i hurufa sarf etmek (sırf bu işle vazifeli hâfızlara musallat bir şeytan vardır.
2. Bir mezhebe bağlanmadan, duyduğu ile kanâat etmek.
3. Günâha devam etmek ve kibirli olmak.
4. Zâhirî tefsir kitaplarını okuyup İbn-i Mes’ud ve Mücâhid gibi büyüklerin eserlerinden gaflet edip habersiz kalmak.
İbn-i Mes’ud R.A. “Kur'an-ı Kerîm hükmüyle amel edilmek için nâzil olmuşken, onlar yalnız okumayı amel olarak kabul etmişler” buyurdu...
SÛRELERİN FAZİLETi
Hadis-İ Şerifler:
* Levh-i Mahfuz’a ilk yazılan, Bismil-lahirrahmânirrahim’dir.
* Fatiha Sûresi, Kur'an’ın üçte birine bedel ve Kur'an’ın anasıdır.
Fatiha, her derde devâ, zehire şifâdır. (Râmuz 321/11)
Allahü Teâlâ bir millete azap göndermeyi hükmetti. Onların çocuklarından biri Fâtihâ-i Şerife’yi öğrenip okuyunca, üzerlerinden azabı kırk yıl kaldırdı. (Beyzâvî 1 / 4)
Allah’a yemin ederim ki, ne Zebur’da, ne İncil’de ne Tevrat’ta ve ne de Kur'an’da Fâtiha sûresinin bir misli nâzil olmamıştır. (Tergib 3/183)
Bakara sûresi, Kur'an’ın evi ve perdesidir. Onu öğreniniz. Çünkü onu öğrenmek bereket, terk etmekse hasrettir. Bu sûreye sihirbazlar güç yetiremezler. (Beyzavî 2/274)
Kur'an okumayı terk edip de evlerinizi kabirlere benzetmeyin. Bakara sûresinin okunduğu evden şeytan mutlaka kaçar. (Tergib 195)
Her şeyin bir senâmı (âlâsı – zirvesi) var: Kur'an’ın senâmı da Bakara sûresidir. Kim gece evinde bu sûreyi okursa şeytan oraya üç gece uğramaz. Kim gündüz okursa, o eve şeytan üç gün yaklaşamaz. (Râmuz 128/8)
Kur'an-ı Kerîm’de en azîm âyet, Âyet’ül- Kürsî’dir.
Bakara sûresinde bir âyet var ki, Kur'an âyetlerinin efendisidir. O âyet bir yerde okunursa oradan şeytan mutlaka kaçar. Bu, Âyet’ül-Kürsî’dir.
Kim, Âyet’ül-Kürsî’yi okursa, ona Kürsü büyüklüğünde ecir verilir ve melekler o kimse için istiğfar ederler.
Yatarken Âyet’ül-Kürsî okuyan kişinin, kendisini ve etrâfında bulunan bütün komşularını Allahü Teâlâ emniyet altına alır. (Beyzavî 2/259)
Kim gece Bakara sûresinin sonundaki iki âyeti, Amenerrâsûlü’yü okursa o, ona yeter. (Beyzavî 2/274)
Hazreti Ömer R.A. “Akşam Amenerrâsû-lü’yü okumadan yatan kişiyi biz akıllı saymazdık, demiştir (Hak Dîni Kur'an Dili)
Âli İmran sûresini Cuma günü okuyana Allahü Teâlâ rahmet eder, melekler de güneş batıncaya kadar salât ü selâm ederler. (Beyzâvî 2/63)
Kim, Nisâ sûresini okursa, sanki bütün mü’min kadın ve erkeklere sadaka dağıtmış ve köle âzat etmiş gibi ecir alır ve Allahü Teâlâ’nın günâhlarından vazgeçtiği kullarından olur. (Beyzavî 132)
Kim, Kur'an’ın yedi uzun sûresini ki, -Nisâ sûresi de onlardandır- öğrenip okursa, o kişi âlim sayılır. (Ahmed bin Hambel)
Kim, Mâide sûresini okursa, Cenâb-ı Hak dünyada yaşayan Yahûdî ve Hıristiyanların adedince hasene yazılır. (Beyzavî 2/178)
Kim, En’am sûresini okursa, bu sûrenin harfleri adedince o kimse için yetmiş bin melek istiğfar eder. (Beyzavî 2/217)
Kim sabah namazını cemâatle kılar ve namaz kıldığı yerde En’am sûresinin başından üç âyet okursa, Allah bu sâyede ona yetmiş bin melek görevlendirir. Bunlar kıyâmete kadar Allah’ı tesbih ve okuyan kişi için istiğfar ederler. (Deylemî)
Kim, Â’raf sûresini okursa, onun için Cenâb-ı Hak kıyâmet gününde şeytanlara karşı bir perde halk eder (onu korur) ve Âdem A.S.’ı ona şefâatçi kılar. (Beyzavî 3/40)
Kim, Enfal ve Berâe sûrelerini okursa ona ben kıyâmette şefâatçi olacağım. (Beyzavî 3/40)
Kim, Yunus ve Hûd sûrelerini okursa sayısız dereceler ihsan olunur. (Beyzavî)
Nuh A.S.: “Bismillâhi mecrâhâ ve mürsâhâ inne rabbî legafûrurrahîm” (Hud sûresi 41.) âyetini gemiye binerken okumuş ve kendisine tâbi olanlara okumasını emretmişti. Okudular, selâmet buldular. Bizler de vâsıtaya binerken okursak mânevî kemerlerimizi bağlamış oluruz.
Kim, Yusuf sûresini okur ve âile efradına öğretirse, Cenâb-ı Hak ona ölüm hastalığını kolay kılar ve Müslümanlara haset etmek hastalığından kurtarır. (Beyzavî 3/144)
Kim, Ra’d sûresini okursa, Allahü Teâlâ bütün şimşekler adedince ecir ihsan eder ve onu ahdini îfâ etmiş (kulluk vazîfelerini yapmış) kişi olarak diriltir. (Beyzavî 3/154)
Kim, Nahl sûresini okur da o gün ölürse, Allahü Teâlâ onu dünyada ihsan ettiği nimetlerden dolayı hesâba çekmez. (Beyzavî 3/195)
Kim, Kehf sûresinin evvelinden on âyet ezberlerse, deccalin fitnesinden emin olur. (Tergîb 3/192)88
Kim, Enbiyâ sûresini okursa, Cenâb-ı Hak hesabını kolay kılar ve peygamberler onunla musâfaha ederler. (Beyzâvi 4/48)
Hac sûresini okuyan, hac ve umre yapanların sevapları gibi sevap alır. (Beyzâvî 4/62)
Bakara – Âl-i İmran – Tâhâ sûreleriyle yalvarılıp duâ edildiğinde, Cenâb-ı Hakk’ın kabul buyuracağı İsm-i Âzam’dır. (Dârimî)
Tâhâ ve Yâsin sûrelerini Allahü Teâlâ, Âdem A.S’ı yaratmadan bin yıl evvel okumuştur. Melekler işitince “Bunların indirileceği ümmete, bunları okuyacak dillere, bunları ezber edecek gönüllere ne mutlu!” demişlerdir. (Dârimî)
Mü’minûn sûresinin evveli ve âhiri cennet hazînelerindendir. Evvelindeki üç âyetle amel eden ve âhirindeki dört âyetin nasîhatini dinleyen kurtulur. (Beyzavî 4/73)
Kim, Fürkan sûresini okursa, Allahü Teâlâ’ya mü’min olarak kavuşur. (Beyzavî 4/100)
Kim, Neml sûresini okursa, haşr olunduğunda kabrinden «Lâ ilâhe illallah» diyerek kalkar. (Beyzavî 4/122)
Kim, Ahzab sûresini okuyup ehline öğretirse, kabir azabından emin olur. (Beyzavî 4/169)
Kim, Mülk ve Secde sûrelerini yatsıdan sonra okursa, Kadir gecesini ihya etmiş gibi olur. (Fethü’l Kadir)
Mülk ve Secde sûrelerini okuyun. Zira bu iki sûrenin her âyeti diğer sûrelerin yetmiş âyetine bedeldir. (Tirmizî)
Yasin sûresini ölülerinize okuyun. (Tirmizî)
Her şeyin bir kalbi var. Kur'an’ın kalbi de Yâsin’dir. Kim Yâsin’i okursa Cenâb-ı Hak ona on defa Kur'an okumuş kadar sevap ihsan eder. (Tirmizî)
Kim gece Yasîn’i okursa, affedilmiş olarak sabaha çıkar. (Tirmizî)
Yasîn’i her gece okuyun. Onda on bereket vardır:
1. Aç okursa doyar,
2. Çıplak okursa, giyinir,
3. Bekâr okursa, evlenir,
4. Korkan okursa, emin olur,
5. Mahzun okursa, ferahlar,
6. Misâfir okursa, seferde yardım görür,
7. Kayıp (için okunursa) bulunur,
8. Hasta okursa (veya hastaya okunursa) şifâ bulur,
9. Ölü üzerine okunursa, azabı hafifler,
10. Susayan okursa, suya kavuşur. (Râmuz 79/4)
Kim ana babasının veya bunlardan birinin kabrini Cuma günü ziyâret eder ve yanlarında Yâsîn okursa, her harfinin sayısınca affolunur. (Hak Dini Kur'an Dili)
Kim, gece Yâsin-i Şerif’i okursa, yedi hatim sevabına nâil olur.
Kim, gece Yâsin-i Şerif’i okursa, 20 hac sevabı verilir. Künûzü’d Dekâik)
Kim, gece Vâkıa sûresini okursa, hiç fakirlik görmez. (Beyzâvî 5/116)
Kim, Zuhruf sûresini okursa kıyâmet günü “Ey kulum! Bu gün sana korku ve üzüntü yok” denilir. (Beyzâvî 5/65)
Kim, Duhan sûresini okuyup yatarsa, mağfiret olunmuş olarak kalkar. (Beyzâvî 5/68)
Kim, Duhan sûresini gecenin evvelinde okursa, o kimse için yetmiş bin melek sabaha kadar istiğfar ederler. (Tirmizî)
Kim, Duhan sûresini Cuma günü veya gecesi okursa onun için, Allahü Teâlâ cennette bir köşk ihsan eder. (F. Kadir)
Kim, Câsiye sûresini okursa, Allahü Teâlâ ayıplarını örter ve hesap korkusunu giderir. (Beyzâvî)2
Bu gece bana bir sûre indirildi ki, o bana üzerine güneş doğan her şeyden sevgilidir. O sûre İnnâ fetehnâ leke sûresidir.
Kim, Haşr sûresini okursa geçmiş ve gelecek günâhları(ndan bâzıları) affolunur.
Bir kimse sabahleyin üç kere “Eûzü billahissemiil alîmi mineşşeytânirracîm” der de haşr sûresinin sonundan üç âyet okursa, Allahü Teâlâ ona yetmiş bin melek vekil eder ki, onlar akşama kadar kendisine duâ ederler. O gün ölürse şehid olur. Akşam okursa yine öyledir. (Râmuz 434/12)
Allah’ın âyetleri içinde İsm-i Âzam sûre-i Haşr’in sonundadır. (Hüvallahüllezî... )
Kim gündüz veya gece Haşr sûresinin sonunu okur da, o gün veya o gece ölürse Allah ona cenneti vâcip kılar. (Beyhakî)
Kim, Münâfikûn sûresini okursa, nifaktan uzak olur.
Kim, Tegâbün sûresini okursa, Allahü Teâlâ ânî ölüm vermez. (Beyzâvî 5/236)
Kim, Talak sûresini okursa, Rasûlül-lah’ın sünneti üzere ölür. (Beyzavî 5/136)
Kim, Tahrim sûresini okursa, Allahü Teâlâ tevbe-i nasuh nasip eder. (Beyzâvî 5/140)
Kim, Mülk sûresini okursa, Kadir Gecesini ihyâ etmiş gibi olur. (Beyzâvî 5/142)
Tebâreke (Mülk sûresi) kabir azabına mânîdir. (Tirmizî)
Kim, her gece Kıyâme sûresini okursa, kıyâmet günü yüzü ayın on dördü gibi parlayarak Allah’a kavuşur. (Râmuz 438/6)
Kim, İnşikak sûresini okursa, Allahü Teâlâ kitabını solundan ve arkasından vermez. (Beyzâvî 5/179)
Kim, İzâzülzile sûresini dört defa okursa, Kur'an’ın tamamını okumuş gibi olur. (Beyzâvî 5/192)
Kim, Tekâsür sûresini okursa, ânî ölüme uğramaz.
Sizden biri her gün bin âyet okuyamazsa Elhâkümüttekâsür’ü okuyamaz mı?... (Râmuz 82/8)
Size bir sûre okuyacağım ki, (o sırada) kim ağlarsa cennettedir. Ağlayamazsa hüzünlü bulunsun. Bu, Elhâkümüttekâsür sûresidir. (Râmuz 147/6)
Kim, Kâfirun sûresini okursa Kur'an’ın dörtte birini okumuş gibi olur. (Beyzâvî 5/192)
Ey Cübeyr! Sefere çıktığında arkadaşların içinde en iyi hal ve en fazla azim sâhibi olmaktan hoşlanırsan, şu beş sûreyi oku: 1- Kul yâ eyyühelkâfirûn 2- İzâ câe nasrullah... 3- Kul hüvallahü Ehad... 4- Kul eûzü birabbil felak... 5- Kul eûzü birabbinnas... Her sûreye besmele ile başla ve besmeleyle bitir. (Râmuz 11/18)
Yatağına geldiğinde “Kulyâ eyyühel-kâfirûn sûresini oku, sonra uyu. Bu, şirkten berî olmaktır. (Râmuz 37/5)
Kim, İhlas sûresini okursa, ona cennet vaciptir. (Beyzavî 5/200)
İhlas ve Muavvezeteyn sûrelerini akşam-sabah üçer kere okumak sana her şey için yeter. (Râmuz 335/9)
Kul hüvallahü ehad Kur'an’ın üçte birine bedeldir. (Râmuz 335/7)
Kim, İhlas sûresini elli defa okursa, elli senelik, iki yüz defa okursa iki yüz senelik günâhı affolunur. Bir defa okursa, Allahü Teâlâ’dan kendini satın almış olur. (Râmuz 438/ 8 – 9 – 11)
Bir kimse farz namazlardan sonra on defa İhlas okursa, Allahü Teâlâ rızasını ve mağfiretini kendisine lâzım kılar. (Râmuz 438/12)
SÛRELERİN HAVÂSSI
On sûre, on şeye mânîdir:
1. Fatiha sûresi: Allahü Teâlâ’nın gazabını giderir.
2. Yasin sûresi: Kıyâmet günü susuzluğu önler.
3. Duhan sûresi: kıyâmette korku ve dehşete mânidir.
4. Vâkıa sûresi: Fakirliği, yoksulluğu önler.
5. Mülk sûresi: Kabir azabını önler.
6. Kevser sûresi: Düşmanlardan husûmeti önler.
7. Kâfirûn sûresi: îmansız gitmeyi önler.
8. İhlas sûresi: Nifakı önler.
9. Felak sûresi: Hasetçilerin hasedini önler.
10. Nâs sûresi: Vesveseleri önler.
* * *
SECDE ÂYETLERİ
Geldi on dört yerde bil ki secde-i Kur'an tamam;
Yedisi farz, üçü vâcip, dördü sünnet ey hümam!
Farz-ı Âraf, Nahl ü İsrâ, Raad, Meryem, Hacc ü Sâd,
Vâcib-i Fürkan, Eliflâmmîm, Hamim vesselâm.
Sünnet oldu Neml, Necm, İkra’ hem İnşikak,
Sâmî ve kâri olana (dinleyen ve okuyana) emreder Rabbül enâm.
* * *
KUR'AN-I KERÎM
Bilmek istersen eğer aded-i âyâtı,
Cümlesi altı bin altı yüz altmış altı,
Binidir vaad beyanında anın, binidir vaîd,
Binidir emr-i ibâdet, binidir nehyü tehdit.
Bini emsal-ü iberdir, bini ahbar-u kasas,
Beşyüz âyeti helâl ile harama muhtas.
Buldu yüz âyâtı tesbîhu duâ çû rüsuh
Altmış altısı dahî âyât-ı nâsih ve mensuh.
Hakkında: “Biz Mü’minler için Kur'an’-dan şifa ve rahmet indirdik” (S. İsrâ 82) buyurulan Kitab-ı Kerim’in her sûresi ve her harfi nice bilinmeyen sırlara sâhip ve sayılara sığmayan maddî ve mânevî dertlere devâdır.
* * *
YIPRANMIŞ KUR'AN VE DİNİ KİTAPLAR
Eskimiş ve yazıları silinmeye yüz tutmuş Kur'an-ı Kerîm, temiz bir beze sarılıp temiz bir yere gömülür. Gömerken yarma değil, lahit yapılır. Zira şak yapıldığında üzerine toprak atılacağından, ilâhi kelâma saygısızlık olur. Ancak üzerine tavan yapılırsa topraklar üzerine gelmeyeceğinden câizdir.
Gömüldüğü yer, temiz olmayan şeylerin atıldığı ve ayak değen bir yer olmamalı
Nihâye Şerhi’nde zikredildiği gibi, üzerinde Allahü Teâlâ’nın ismi veya peygamberlerin, meleklerin isimleri yazılı kağıtları, ya akar suya bırakmalı veya ayak basılmayan temiz toprağa gömmeli, ateşte yakmamalıdır. (Şiratü’l İslâm Tercemesi S. 84)
* * *
Üzerinde âyet yazılı olan bir şeyi taşıyan ile, yüzüğünde ve kolyesinde âyet yazılı olan kimse onunla helâya giremez. (Halil Genç Fetvalar C. 1 S. 200)
* * *
Bu risâlede Kur'an’dan, ancak Güneşten zerre, deryadan damla mesâbesinde bir nebze beyan edilmiştir. Derya bardağa sığmadığı gibi, Kur'an’ın mûcize ve bereketleri de kitaplara sığmaz.
Allahü Azimüşşan cümlemizi yüce kitâbımızın feyzinde ve nûrunda dâim eylesin! Âmin...
.
2. Risale: Besmele'nin Fazileti
- Ayrıntılar
- Kategori: İnce Risaleler
- Gösterim: 20531
(Bismillâhirrahmânirrahîm) kalplere nûr, maksûda vusûl, onunla duâlar makbul... dertleri de’ ve nimetleri celp eder. O, Kelâmullah’ın anahtarı, perdeleri açan, mânîleri aşan, gönüllere şifâ saçan, ayıpları örten, ince sırlara sâhip ilâhî lütuf ve nurdur.
İmam Câfer R.A. Resûlüllah S.A.V.’den rivâyet etti:
–“Kalem-i Âlâ’nın Levh-ı Mahfuz’a ilk yazdığı, Bismillâhirrahmânirrahîm’dir. Bir kitap yazdığınızda evveline Besmele-i Şerîfe yazınız. Zirâ, o, bütün semâvî kitapların anahtarıdır.”
Bazı meşâyih: Bir kitap yazdığınızda evveline Besmeleyi yazınız yerine Besmele okuyunuz, demişler.
Bazı kitaplar, kaleler kalesinin anahtarı, Bismillâhirrahmânirrahîm’dir, diye zikrettiler.
Ebu Hüreyre R.A. Resûlüllah S.A.V. rivâyeten:
–“Allah ismi zikredilmeden ve bana salât getirilmeden başlanan her kelâm bereketten mahrumdur.” Ve:
–“Her sûre evvelinde, Bismillâhirrahmânir-rahîm’in yer alması âdetullah olduğundan bizde bununla emir olunduk” buyurdu.
İbni Ömer R.A. Resûlüllah S.A.V.’den rivâyeten:
–“Cebrâil A.S. bana ilk vahiy getirdiğinde, Bismillâhirrahmânirrahîm ile başladı.”
Hz. Osman R.A. Rasûlüllah S.A.V.’den rivâyeten:
–“ Bismillâhirrahmânirrahîm esmâ-i ilâhîden bir isimdir ki, Allah ismiyle aralarındaki fark, gözün beyazı ile siyahı arasındaki kadardır” buyurdu.
Buhâri’den: “Allah lâfzı, İsm-i Â’zamdır. Zirâ; görülüyor ki, Kur'an-ı Kerîm bütün esmâ-i ilâhîden evvel o isimle başlıyor. Allah ism-i celîlinin “Elif”i alınsa, “Lillâh” kalır; “Lâm”ın birisi alınsa, “Lehû”; ikisi alınırsa, “Hû” kalır ki, cümlesi zât-i ilâhîye delâlet eder.”
H.Ş.: “Bismillâhirrahmânirrahîm nâzil olunca, melâike-i kiram ferahladı; Arş-ı Âzâm sallandı ve onunla bin melek nâzil oldu; melâike-i kiramın imanı arttı (coştu), mahlûkatta yakîn hâsıl oldu, cin tâifesi bayılıp yüz üstü düştü, felekler harekete geldi, O’nun azametinden melikler zelil oldu.”
Âdem A.S. yaratılmadan beş yüz sene evvel alnında, Bismillâhirrahmânirrahîm, yazılmıştı. Âdem A.S.’a ilk nâzil olan Besmele-i Şerîfe’dir. İbrahim A.S.’a imdada geldiğinde Cebrâil A.S.’ın kanadında, Bismillâhirrahmânirrahîm, yazılıydı. Ve:
“Ey ateş! İbrahim’e serin ve selâmet ol” (Enbiyâ, 69) diye okudu, İbrahim A.S. da bunu okudu.
Mûsa A.S.’ın asası üzerinde İbrânî’ce, Bismillâhirrahmânirrahîm yazılı idi. Eğer o olmasa, deniz yarılmaz, yol vermezdi.
Îsâ A.S.’ın dili üzerinde, Bismillâhirrahmâ-nirrahîm, yazılıydı. Sabî olduğu halde beşikte onun kerâmetiyle konuştu, ölüleri onun kerâmetiyle diriltti, dilsizlerin dilini onunla çözdü, bars vs. illetlere onun kerâmetiyle deva kıldı...
Süleyman A.S.’ın mührü üzerinde, Bismillâhirrahmânirrahîm, yazılı idi. İns ü cinne onun esrârı ve kerâmetiyle hükmetti. Besmele-i Şerîfe’nin nüzûlü ile melekler, “Mülk tamam oldu” diye birbirlerini tebrik ettiler.
Hz. Âişe R.A. Vâlidemiz, Resûlüllah S.A.V.’den rivâyet etti:
–“Bismillâhirrahmânirrahîm nâzil olduğu vakit dağlar Allahü Teâlâ’yı tespih ettiler. Öyle ki, Mekkeliler bu tespihi işitti ve müşrikler, “Muhammed dağlara sihir yaptı” dediler.
Resûlüllah S.A.V. buyurdu:
–“Her kim kalp ve lisanla şevk ile, Bismil-lâhirrahmânirrahîm, dese, dağlar onunla beraber tespih eder. Lâkin o kişi işitmez.”
Hz. Ali R.A. Resûlüllah S.A.V.’in:
–Yâ Ali! Bir felâket vukûunda, Bismillâhir-rahmânirrahîm, de, Allahü Teâlâ belâlardan, gam, elem ve kederden yetmiş kapıyı kapatır, buyurduğunu rivâyet etmiştir.
H.Ş.: “Bir kul, Bismillâhirrahmânirrahîm deyince, Cennet-i Âlâ:
–Lebbeyk Allahümme ve sa’deyk! “İlâhî! Filân kulun, Bismillâhirrahmânirrahîm dedi. Onu cehennemden âzât et, cennetine dahil eyle” der.
Kur'an-ı Kerîm’de her sûre başında Besmele-i Şerîfe’nin gelmesi ve Resûlüllah S.A.V.’e ilk vahyin “Rabb’inin ism-i şerîfiyle oku!” âyetinin olması, onun şeref, kudret ve kutsiyetine kâfi delildir.
H.Ş.: “Meşrû bir işe Besmele çekilmeden başlanırsa, o iş başarılamaz; (o işten hayır ve bereket hâsıl olmaz; ve o iş netîceye ulaşmaz.)”
Eğer Besmele’nin hakikati harf ve kelimelerden tecrit edilip nihâyetsiz esrarı zahir olsa, ulvî ve süflî cümle varlık, ârifler, kâmiller, hükemâ, ukalâ hayretlere gark olup dehşete düşerdi...
Bir kimse evine girerken Besmele çekse, kendini tâkip eden şeytan “Burada bana yer yok” diye üzülerek döner.
Besmele-i Şerîfe on dokuz harftir. Cehennem üzerinde vazifeli Zebânî isimli meleklerin büyükleri de on dokuz adettir. Besmele onların azabından halâs bulmaya sebeptir.
Resûlüllah S.A.V. ile Sahâbe-i Güzîn’den bir kaç kişi hurma yerken, yanlarından geçen ve henüz Müslüman olmamış bir ârâbî delikanlıyı da çağırdılar. Ârâbî oturup yemeye başladığında hurmalar uçmaya başladı. Zirâ, şeytan, besmelesiz başlayan o delikanlı ile yemeğe iştirak etmişti. Fahr-i Âlem S.A.V. İblis’in iki elini elleriyle tutup, “Şu, İblis’in eli... Şu, İblis’in eli...” diye yanındakilere gösterdi. Ve, “Kardeşim Süleyman’ın duâsı olmasa, bunu ağaca bağlar, çocuklara taşlatırdım” buyurdular.
Elbise çıkarırken besmele çeken kimseye cin musallat olmaz. Zirâ; Besmele, cinlerle o kimse arasına perde olur.
Hz. Ali R.A. Resûlüllah S.A.V.’den rivâyeten:
–“ Dört kitabın ilimleri Kur'an-ı Kerîm’de; onun bütün ilimleri, Fâtiha-i Şerîfe’de; onun cümle ilimleri, Besmele-i Şerîfe’de; ondaki bütün ilimler de, “Be”de buyurdu. bütün ilimlerden murat, kulu Rabb’ine ulaştırmaktır. “Be”de ise “İlsak” yani “Ulaştırma” mânâsı vardır.
Fahr-i Âlem S.A.V.:
–“Kim Bismillâhirrahmânirrahîm okusa, her harfi için ona dört bin hasene yazılır, dört bin günah affolunur ve makamı dört bin derece yükseltilir.
İbni Abbas R.A. rivayet etmiştir:
–Muallim, bir çocuğa Bismillâhirrahmânir-rahîm öğretse, Allahü Teâlâ, amellere kaydetmekle vazifeli meleklere “Ey meleklerim, üç adet kurtuluş beratı yazın. Biri o çocuk için, ikincisi onun ana ve babası için,üçüncüsü o çocuğun muallimi için olsun. Hepsini cehennem ateşinden âzât kıldım, rahmetimle onlara lütuf ve inâyet eyledim” buyurur.
Eskiden âile ocağında anaların ilk terbiyesi Besmele öğretmekle başlardı.
Yerken, içerken, yatarken, kalkarken hâsılı her işe başlarken besmele okumak telkin edilir; unutanlar tekdir edilirdi. Yaramaz çocuklara “Besmelesiz” denilmesi de mâlûm...
Adamın biri yaramaz çocuğunun ıslahı için çare ararken, kendisine kırk besmele ile kırk değnek vurması tavsiye edilir. Çocuğu yatırıp besmeleyle değnek vururken biri görür; sebebini sorar ve öğrenir. Bunun üzerine: “Vaktinde gaflet etmeyip de bir besmele çekeydin kâfî gelirdi ve daha kârlı olurdu” der. Ârif olan anlar...
İşlere ism-i ilâhî ile başlamak âdet değil, umûmî menfaat için Resûlüllah S.A.V.’in emridir. Topyekün kâinâtın sahibi olan Allahü Teâlâ’nın mülkünde, bir işe O’nun ismiyle, O’nun izniyle başlayan kişi yardım ve kolaylık görür; rahmet ve berekete nâil olur.
Bir haneye habersiz, bir bahçeye izinsiz girmek nasıl mümkün ve münasip değilse, Mevlâ’nın mülkünde O’nun izni alınmadan yapılan işler de öyle abestir.
Bir tabip hastasını muâyene ederken besmele çekse; o vücûdun Hâlik’ı onun üzerindeki mânevî perdeleri açar ve tabip, isâbetli teşhiste bulunur. Değilse tutuncaya kadar, gözü kapalı ateş eden nişancı gibidir. Kaç reçete değiştirir, Allah bilir...
Mişkâtül Envar’dan, Firdevs’il Ahbar sahibinden rivayet ettiği hadîs-i şerifte: “Bir kimse Besmele-i Şerîfe yazılı kâğıdı hulûs-ı kalple, hürmet ve tâzimle yerden kaldırsa, Allah indinde sıddıklardan yazılır ve onun ana babasından bu amel sebebiyle azap hafifler, velev ki, müşrik dahî olsalar” buyurulmuştur.
İmam Zendüstî Hz.: “Besmele-i Şerîfe, fazîletine nihâyet olmayan acâip bir deryadır” demiş....
Mev’iza kitaplarında meşhurdur: Bişr-i Hafî Hz. bidâyet hâlinde, meyhane müdâvimlerindendi. Bir gün sarhoş halde sallanıp giderken yolda, Bismillâhirrahmânirrahîm yazılı bir kâğıt gördü. onu yerden kaldırıp yüzüne, gözüne sürdü, temizledi ve büyük bir tâzimle onu yuttu. Meyhane köşesinde uykuya vardı. Cenâb-ı Hak onun bu muâmelesini hoş görüp makbul kıldı. Tâbiî’nden evliyâ-i ârifînden Hasan-ı Basrî Hz.’ne ilham olundu: “Filan meyhanede bizim Bişr nâmında bir dostumuz var. selâmımızı ona eriştir.”
Hasan-ı Basrî uyandı, meyhane kapısına vardı. “Burada Bişr isminde bir kimse var, benden selâm edin, kapıya gelsin. Ona müjde var, tebşir edeyim” dedi. Harâbâtî gelip “Ey Bişr! Hasan Basrî kapıda, seni istiyor. Ona büyük bir müjdem var, agelsin söyleyeyim diyor” dedi. Bişr bu sözden şaşkın ve hayran,”Hasan Basrî’nin benimle ne münâsebeti var ki, meyhane kapısına gelsin de beni istesin?” diyerek kapıya geldi. Hasan Basrî Hz. ona hürmetkâr bir tavırla: “Yâ Bişr! Sana müjdeler olsun. Allahü Azîmüşşân sana selâm etti. Bişr kulumun zulmet ve dalâletini nûr-i hidâyete tebdil ve hak yola vasıl eyledim...” buyurdu.
Bişr, bu sözleri işitince kalbinde değişen hallerle coştu, feryâd ü figan ile “İlâhî, bu âsi ve mücrim kulun ne sebeple saâdet ve lütf-i ilâhîne müstahak oldu?” dedi.
Hâtıftan bir sedâ işitti:
–Sen bizim ismimize ta’zim ettin ve onu tatyip ettin. Biz de seni yüceler katına yükselttik!..”
bir sarhoş, Allah ismine hürmet etmekle bu mertebe izzet ve kerâmete nâil olursa, bir mümin onu kalbine, ruhuna yerleştirir ve hayatı boyunca onunla ünsiyet ederse, hangi mertebelere erişmez!...
“Kütâbullah’ın diğer harflerinden biriyle değil de “Be” ile başlamasının hikmeti nedir?” on nükte getirildi. Bunlardan biri de şudur:
Elestüb birabbiküm= Bensizin Rabb’iniz değil miyim? Hitâb-ı izzeti’ne insanoğlundan sâdır olan ilk sözün BELÂ, ilk harfin “BE” olmasıdır.
***
Şerh-ı Meşârık’ta olduğu gibi bazı büyük âlimler: “ALLAH” ism-i celîli, İsm-i Â’zam’dır” dediler.
–İsm-i Âzam’ın şartı odur ki, onunla duâ olunursa, kabul makamına ulaşır, bir şey talep edilirse verilir. Halbuki biz duâ ediyoruz, kabul olunmuyor, diye, sual edilirse, cevabımız şu olur:
–Duâda riâyet edilmesi lâzım gelen usuller vardır. Namazın kabul edilmesinin şartları olduğu gibi... Her şeyden önce insan helâl lokma yemeli, nefsini ıslah etmeli...
A.C.: “Dinde ihlâslı olarak Allah’a ibâdet edin.” (Mü’min, 14)
Kalp huzuru olmadan lisanla yapılan duâ,boş sayha ve kapı önünde gürültüden ibârettir.
***
H.Ş.: “Evvelinde Besmele-i Şerîfe okunan duâ ret olunmaz.”
***
“ERRAHMÂN”: Lügatte “Rikkat-i Kalb” mânâsınadır. Âfetleri defeden, mümin ve kâfir bütün mahlûkatın rızkını ihsan eden... demektir.
“ERRAHÎM”: Merhametli, istenilirse ihsan eder. İstenmezse gazap eder... Âdemoğlu ise istenilirse gazap eder. Malum olsun ki, “Rahmet”, Zât’ın sıfatlarındandır. Bu da hayır ihsan edip şerri def etmektir. Allahü Teâlâ bu sıfatla sıfatlanmasa idi, mevcudatı yaratmazdı.
Hadîs-i şerifte: “Allahü Teâlâ’nın yüz rahmeti vardır. Birisini dünya ehlinin tamamına verdi. Doksan dokuzunu kullarına âhirette rahmet etmek için (âhirete) tehir etti” buyurulmuştur.
Rahmet umûmî ve husûsî, olmak üzere iki kısımdır. Ve her ikisi de, Besmele-i Şerîfe’de vâkî olmuştur.
Allahü Teâlâ’nın üç bin ism-i şerîfi vardır. Yalnız bin adedini Melâike-i Kiram bilir... Binini peygamberler bilir... üç yüzü Tevrat’ta, üç yüzü İncil’de, üç yüzü Zebûr’da ve doksan dokuzu ise Kur'an-ı Kerîm’de olup, Bârî Teâlâ birini gizledi. Sonra üç bin esmâ-i ilâhiyenin mânâsını üç isimde topladı. Her kim mânâsını anlayarak ve hulûs-i kalple Besmele-i Şerîfe’yi okursa, cümle esmâ-i ilâhî ile Allahü Teâlâ’yı zikretmiş olur.
H.Ş.: “Mi’rac gecesi bana cennetler gösterildi. Orada dört nehir gördüm. Biri su; ikincisi süt; üçüncüsü cennet şarabı; dördüncüsü bal nehri idi. Cebrâil A.S.’dan sordum:
–Bu nehirler nereden akar, nereye dökülür?..
Cebrâil A.S.:
–Havz-ı Kevser’e dökülür, lâkin nereden geldiğini bilmiyorum yâ Rasûlallah! Allahü Teâlâ’dan niyaz eyle, sana bildirir ya da gösterir...
Rasûlüllah S.A.V.: Niyaz ettim. Bir melek gelip selâm verdi ve “Yâ Muhammed gözlerini kapa” dedi. Gözlerimi kapadım. Sonra “Aç” dedi. Açtım, kendimi bir ağacın altında buldum. Orada kapısı kırmızı altın, kendisi beyaz inciden büyük bir kubbe gördüm ki, insan ve cinlerin cümlesi o kubbenin altında toplansa, bir dağ üzerine oturmuş kuş gibi kalır.
O dört nehir o kubbenin altından akıyordu. Dönmek istedim, melek bana “Neden o kubbeye girmiyorsunuz?” dedi. “Nasıl gireyim, kapı kilitli ve bende anahtarı yok” dedim. Melek bana “Onun anahtarı, Bismillâhirrahmânirrahîm’dir” dedi. Kilidi tutup Bismillâhirrahmânirrahîm dedim, kapı açıldı. Kubbeye girdim. O dört nehir, dört rükünden akıyordu. Dört rükün üzerinde de Bismillâhir-rahmânirrahîm yazılı idi. Gördüm ki:
Su nehri Besmele’nin Mim’inden, süt nehri Allah (lâfza-ı celâl)’in “He”sından, cennet şarabı “Errahmân” ism-i celilinin Mim’inden, ve bal nehri “Errahîm” ism-i şerifinin Mim’inden çıkıyordu. Anladım ki, dört nehrin aslı Besmele-i Şerîfe’dendir. Ve Allah azze ve celle buyurdu: “Yâ Muhammed! ümmetinden her kim beni kalbi riyâdan hâli olduğu halde şu isimlerle zikreder, yani Bismillâ-hirrahmânirrahîm derse, o kimseyi o nehirlerden sularım.”
* * *
Hikâye:
Mûsa A.S. bir gün şiddetli karın ağrısına tutuldu. Devâ için Cenâb-ı Hakk’a münâcatta bulundu. Allahü Teâlâ bir nebâttan ilâç yapmasını bildirdi. O ottan yedi, şifâ buldu.
Sonra o ağrı yine geldi. Tekrar o ilâcı içti, bu defa ağrı arttı. Tekrar münâcât etti. “İlâhî, bu yediğim ebât yine evvelki idi, bu defa bana şifâ değil, şiddet verdi” dedi. Cenâb-ı Hak: “Önce benim ism-i pâkimle ve ilâhî irâdemle şifâ buldun. Bu defa, benden yardım talep etmeyi unuttu kendi muradın üzere teşebbüs ettiğinden hastalığın şiddet buldu. Bilesin ki, dünya öldüren zehirdi. Onun ilâcı ism-i pâkimdir.
Besmele’nin mânâsı: “Ebtedeü Bismil-lah”tır. Tahfifen “Ebtedeü” kaldırıldı. Bu da, Besmeleyle başlayan kimsenin işinde kolaylık, hafiflik ve mazhariyet olduğuna delildir. AllahÜ Azîmüşşân o ism-i şerifi, ihsanına delil ve vesile kılmıştır.
Hikâye:
Firavun ulûhiyet iddiâ etmezden önce, kâşânesinin kapısı üzerine Bismillâhirrahmânir-rahîm yazmıştı. Sonra ulûhiyet iddiâ ettiğinde, Musa A.S. tebliğ ve irşadının ona tesirini göremeyince, Cenâb-ı Hakk’a münâcâtında: “Yâ Rabb’î, Firavunda hayırdan eser ve iman etmesine alâmet göremiyorum” diye ümit kesip cezalandırılmasını talep etmişti.
Allahü Zülcelâl Hz.: “Yâ Mûsa, sen onun küfrüne bakıyor, helâkini istiyorsun. Ben Azîmüşşân ise, kapısı üzerine yazdığı ism-i pâkime nazar ediyorum” buyurdu.
Demek oluyor ki, o güzel kelime-i kudsiyeyi kapısı üzerine yazan kâfir de olsa kârını görüyor. Ya, evvel ömürden âhir nefese kadar kalbine nakşedip onunla ünsiyet eden neler görmez!...
Allahü Teâlâ, Zât-ı Pâkine, Rahmân ve Rahîm isimlerini verişken kullarından rahmetini esirgemez.
Rivâyet olundu ki: Bir sâil, yüksek bir kapı gördü. sahibi de kapısı gibi şânı yüce, ihsanı boldur, diye yaklaşıp “Allah için bir şey verir” dedi. Sâilin umduğundan az bir şey verildi.
Sâil ertesi günü bir kazma ile gelip, kapıyı tahribe başladı. “Bu cüretkârlığa sebep nedir?” dediler. “Ya kapıyı küçültün, ya ihsanı büyütün” dedi.
“Allah” ism-i şerifi kahr ü kudrete, ulüvvü şâna işârettir. Lafzatullah’ın akabinde Rahmân ve Rahîm ism-i şeriflerinin zikredilmesi, rahmetinin kahrına ve gazabına galip olduğuna delildir.
Allahü Teâlâ kullarına şöyle murat eder ve buyurur:
–“Ey kulum, senin tâatine düşman olan şeytan isimli biri var. her amele başlarken ism-i celîlim olan Bismillâhirrahmânirrahîm ile onu muhafaza altına al ve nefsini Allah’ı zikirle meşgul et ki, iki cihanda mesut olasın.”
Rivâyet edilmiş: Resûlüllah S.A.V. kullanmış olduğu yüzüğü Hz. Sıddîk R.A.’e verip üzerine “Lâilâheillallah” yazılmasını emretti. Sıddîk –ı Ekber R.A. mühürcüye:
“Muhammedün Resûlüllah” yazılmasını da emretti. Yazıldıktan sonra, Yüzüğü huzur-i saâdete takdim eylediğinde “Lâilâheillallah Muhammedün Resûlüllah – Ebû Bekir Sıddîk” ibâresi görüldü. Fahr-i Âlem S.A.V.:
“Bu fazlalar nedir yâ Ebâ Bekir?” buyurdular. Hz. Sıddîk R.A. sıkılarak: “Yâ Resûlallah, mübârek isminizi, İsmüllah’tan ayırmaya gönlüm razı olmadı. Bâkisini ise ben emretmedim” dedi. O esnâda Cebrâil A.S. nüzûl etti. “Yâ Resûlallah, Ebu Bekir’in ismini ben yazdırdım. Zirâ o ism-i şerîfinizi, ism-i ilâhîden ayırmaya razı olmadığı gibi, Hak Teâlâ da, Ebu Bekir ismini, ism-i şerifinizden ayırmaya razı olmadı” dedi.
Hz. Ebu Bekir Sıddîk büyük bir ihlâsla işlediği şu ameliyle böyle büyük devlete ve kerâmete nâil olunca, dâim zikrullah ile kalbini ve lisanın süsleyen ve nûr-i ilâhî ve esmâ-i ilâhiye ile ünsiyet eden bir insanın, nice kerâmet ve inâyetlere mazhar olacağı beyana muhtaç değildir.
Nuh A.S. gemiye bindiğinde: “Bismillâhi mecrâhâ ve mürsâhâ inne Rabbî legafûrur-rahîm” (Hûd,41) okudu,tûfandan kurtuldu, selâmete erdi. Bu, Besmele-i Şerîfe’nin yarısıdır. Ömrünün sonuna kadar, Besmele-i Şerîfe’nin tamamıyla ünsiyet eden ise, her felâketten selâmet bulur.
Süleyman A.S. “İnnehû min Süleymâne ve innehû Bismillâhirrahmânırrahîm” (Neml, 30) kavl-i kerîmiyle dünya ve âhiret mülküne sâhip oldu. Umulur ki, Besmele-i Şerîfe ile kalp ve lisanını ubûdiyet nurlarıyla süsleyen mümin de dünya ve âhiret mülküne nâil olur. Enbiyâ-i mürselîn üzerinde vâkî ve Kur'an-ı Kerîm’le beyan edilen cümle hâdisât, insanların ibret almaları için zikredilmiştir.
“Bismillah”daki “Be”, “Muhsin” mânâsınadır. “Birr” ism-i şerifinden alınmıştır.
Mâlumdur ki, Cenâb-ı Ekremül Ekremîn, dünya âleminde mümin kullarına çeşitli nîmet ve kerâmetler ihsan edici olduğu gibi, Âhiret âleminde de cemâli “Bâ” kemâliyle ikram kılıcıdır.
Besmele-i Şerîfe’nin “Sin”i “Semî” ism-i şerîfinden alınmış olup “ Hak Teâlâ Arş-ı Â’lâ’dan tahtesserâ (yerin altına) kadar kullarının duâ ve nidâlarını işitir” demektir.
Rivâyet edildi ki; Eshâb-ı Kiram’dan Zeyd b. Hâris R.A., bir münâfıkla beraber Tâif’e müteveccihen yola çıktılar. Yol üzerinde bulunan bir mağarada biraz istirahatla uykuya dalan Zeyd R.A.’ı o münâfık öldürmek kastiyle, fırsattan istifâde bağladı. Hz. Zeyd uyandı: “Beni niçin öldürmek istiyorsun?” dedi. Münâfık: “Sen Muhammed’i seversin. Ben ise buğz ederim” dedi.
Herifin münâfık olduğunu, yalvarmanın fayda vermeyeceğini anlayan Zeyd R.A. me’yüs bir tavırla ve kemâl-i hüzünle, Kalbini Server-i Kâinât, Rahmeten-lil-Âlemîn’in kalbine bağlayıp Mevlâ-i Müteâl’den imdat dileyerek “Yâ Rahmân, eğısnî= Bana imdât et ey Rahmân” niyazında bulundu. O anda hâtıftan:
-“Yazıklar olsun, onu öldürme” diye dehşet verici bir sedâ işitildi. Münâfık dışarı fırlayıp etrafı araştırdı, kimseyi göremedi, tekrar öldürmeye teşebbüs etti. Bu defa daha yakından “Yazıklar olsun sana, öldürme onu” sedâsı duyuldu. Münâfık tekrar dışarı fırladı ve eli kılıçlı bir süvari ile karşılaştı ve o süvari tarafından öldürüldü. Sonra süvari Cenâb-ı Zeyd’i çözüp “Beni tanır mısın? Rabbül izzet ve tekaddes hazretlerinin emirlerini îfaya memur bulunan melek Cibrîl’im. Cenâb-ı Erhamür-râhimîn’den yardım dilediğin zaman yedinci kat semâda idim. Allah tarafından “Kulumu kurtar” fermânı sâdır oldu. İkinci sedâyı işittiğinde dünya semasındaydım. Üçüncüde münâfığın işini bitirdim” buyurdu.
Bismillâh denildiğinde: “Ey İnsanlar, biliniz ki, ben hayatım devam ettiği müddetçe “Allah” derim. Öldüğümde “Allah” derim. Kabir suâlinde “Allah” derim. Kıyâmet günü mahşerde “Allah” derim. Amel defterim verildiğinde “Allah” derim. Amellerim tartıldığında “Allah” derim. Sıratı geçtiğimde “Allah” derim. Cennete girdiğimde “Allah” derim. Ve Cemâl-i İlâhî ile müşerref olduğumda “Allah” derim” mânâsı anlaşılır.
Ebu Hüreyre R.A. rivâyet ediyor: Resûlüllah S.A.V. buyurdu:
–“Yâ Ebâ Hüreyre! Abdest aldığında Bismil-lâhirrahmânirrahîm, de. İsm-i Pâk-i ilâhî ile başla. Amelleri kayda memur olan abdestten ayrılıncaya kadar amel defterine hasenât yazarlar.
Ehline yakın olacağında, Bismillâhirrahmâ-nirrahîm de. Gusül edinceye kadar amel defterine hasenât yazılır. Şâyet o sebepten çocuk vücûda gelirse, onun nefesleri adedince ve çocuğun nesli kesilinceye kadar cümlesinin nefesleri adedince hasenât yazılır. Hayvana binerken, Bismillâhirrah-mânirrahîm, de adımları adedince hasenât yazılır.
Gemiye binerken, Bismillâhi mecrâhâ ve mürsâhâ inne rabbî legafûrurrahîm, oku. selâmete sebep ve hasenâta vesîle olur.”
Kezâ bir hadîs-i şerifte: “İnsanoğlu elbise çıkarırken Bismillâhirrahmânirrahîm derse, bu, kendisi ile cin tâifesi arasında perde olur,” buyurulmuştur.
Besmele-i Şerîfe cin tâifesi ile senin aranda şerlere mâni bir perde olunca, Âlem-i Âhirette de zebanîlerle senin aranda mânî ve perde olur.
* * *
Hikâye:
Rum kayseri Hz. Ömer’e mektup yazıp “Sükûn bulmaz bir ağrıya müptelâ oldum. Bana şifâ verir bir ilâç gönder” diye ricâ eder Hz. Fârûk R.A. bir külah gönderir. Kayser, başına koyar sükûn bulur; çıkarır, ağrı geri gelir. Merakla “Bu külahta ne var?” diye araştırır. İçinde Bismillâhir-rahmânirrahîm yazılı bir kâğıt bulur.
H.Ş.: “Abdestte besmele çekmeyenin yalnız yıkadığı yerler temizlenir. Besmele ile başlayanın bütün bedeni temizlenir.”
Hikâye:
Bir kısım müşrikler Hz. Hâlid’e geldiler. “İslâm dâvâsı edersin! Bir âyet, bir kerâmet göster de İslâm olalım” dediler. Hz. Hâlid R.A. bir miktar öldürücü zehir getirtti, Bismillâhirrahmânirrahîm dedi, tamamını içti, sıhhatine hiçbir zarar gelmedi. Bu hâli gören müşrikler “Hak Din budur” diyerek Müslüman oldular.
Hikâye:
Îsâ A.S. bir kabristandan geçerken bir mevtaya azap olunduğunu, nübüvvet nûruyla gördü, üzüldü. Dönüşünde aynı meyyite melekler tarafından ikram olunduğunu müşâhede etti. kısa zaman içinde vâkî bu değişikliğe hayretle Cenâb-ı Hak’tan azâb-ı ilâhînin nîmet-i sübhânîye tebdil ediş sebebini niyaz etti.
–Bu kişi isyanı yüzünden azap görüyordu. Vefâtından sonra, hâmile olan hanımı bir çocuk doğurdu. Onu büyüttü, mektebe gönderdi. Bu gün muallim o çocuğa Bismillâhirrahmânirrahîm’i öğretti. Yeryüzünde evlâdı ism-i pâkimi okuyup zikrederken, yerin altında onun atasına azap etmeyi şân-ı ulûhiyetime lâyık görmeyip atasını bağışladım” nidâsı geldi.
Büyük âlimlerden Ömer’ül Fergânî Hz.’den sordular:
–Cünüp ile hayızlı kadın Kur’an okumaktan men edilir de, bunların besmele okumasına neden müsâade edilir?.. dediler.
“Besmele ilâhî sevgi ile sevdiğini zikretmektir. Seven kimse sevdiğini zikretmekten men edilmez” diye cevap verdi.
***
Âriflerden biri bir kâğıda Besmele-i Şerîfe’yi yazıp kefenine koymayı vasiyet etti.
“Faydası nedir?” dediler.
–“İlâhî! Bize bir kitap gönderdin. O kitâb-ı kudsînin unvanını Bismillâhirrahmânirrahîm kıldın. İşte ben bu âleme onunla geldim. Onun kutsiyet ve şânı hakkı için âciz kuluna onun unvanına göre muamele buyur, derim” cevabını verdi. Yânî rahmet ve mağfiret dileği...
***
Nitekim Sure-i Tevbe kıtal ile alâkalı olduğundan evvelinde Besmele-i Şerîfe getirilmedi.
***
Hayvan keserken de Rahmân ve Rahîm ism-i şerifleri zikredilmez, sadece “Bismillâhi Allahü ekber” denir. Sünnet olan da budur. Zirâ o anda Rahman ve rahîm ism-i şeriflerini zikretmek münâsip değildir.
***
Kalem-i Âlâ’nın Levh-i Mahfuz’a yazdığı bu âyet-i celâle, okumaya devam edenler için emandır.
Hadîs-i Kudsî’de Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Kur'an-ı Kerîm tilâvetinde ve namaz kılarken besmele çeken için ölüm acısı hafifler, kabir darlığı yok olur. kabirde sual melekleri onu korkutmaz, ona ağır muâmele olunmaz, rahmetim onun üzerine olur. Kabri, görebildiği kadar geniş ve nurlu olur. Kabrinden kalkarken cismi beyaz ve parlak olarak kalkar. Hesabını kolay görürüm. Mizanda iyi amellerini iyi getiririm. Cennete girinceye kadar sırat üzerinde tam nur veririm. Arasât meydanında onun hakkında saâdet ve mağfiretimi bir münâdî ile ilân ederim...”Resûlüllah S.A.V.: “Ümmetim bu âyet-i celileyi okumaya devam ettiği müddetçe Allahü Teâlâ, bu âyet-i celîleyi her hastalığa şifâ, her derde devâ, fakirlik ve zarûretten kurtulmaya, azaptan uzaklaşmaya, kusurlardan korunmaya vesîle kılar” buyurmuştur.
***
“Be” harfi, Allahü Teâlâ’nın Behâ ü hüsn-i cemâline, güzellik ve izzetine; “Sin” harfi, şânının yüceliğine; “Mim”, mülk ve saltanata, kuvvet, kudret tasarruf,kahır ve galebesine işârettir.
Besmele-i Şerîfe cennet bahçelerinden bir bahçedir.
“Be”, Bârî ism-i şerifine delâlet eder... her şeyin hâlikı...
“Sin, “Mim” de öyle...
“Bismillâh” deyen Allahü Teâlâ’nın af ve mağfiretine mazhar olur.
Besmele; okuyanların, zikredenlerin zenginliğidir. Kuvvetliler için yükseliş,zayıflar için sığınak, sevenler için nur, âşıklar için sürur...
Besmele, ruhların huzuru...
Besmele bedenlerin kurtuluşu, kalplerin nuru,işlerin nizamıdır. Sağlamların tâcı, kavuşanların ışığı, âşıkların zikridir...
Besmele, kullarını liyâkatlerine göre şerefli ve aşağı kılan Mevlâ’nın ismidir. Ateşi, düşmanlarına; Ru’yet-i cemâlini, dostlarına va’deden Zât-i Sübhânî’nin ismidir.
Besmele, varlığı adetle olmayan BİR’in ismidir.
Besmele, sonu olmayan BÂKÎ’nin ismidir.
Besmele, zâtı ile kaim olanın ismidir.
Besmele, her sûrenin başı ve anahtarıdır... Ve yalnızları kendisi ile şereflendirenin ismidir.
Besmele, rahmeti tam ve kâmil olanın ism-i şerifidir.
Besmele, zanları güzel kılanın ism-i şerifidir.
Besmele, “Ol” emriyle her şeyi bir anda yaratanın ism-i şerifidir.
Sen, harf harf Besmele’yi söyle, biner biner sevap kazan. Günahlarını azalt. Bir kimse diliyle, “Bismillâhirrahmânirrahîm” dese, dünyayı; kalbiyle dese, âhireti; sırrı ile dese, Mevlâ’yı müşâhede eder.
Besmele-i Şerîfe öyle bir kelimedir ki, onu söyleyen ağız temizlenir.
Besmele-i Şerîfe öyle bir kelimedir ki, onunla gam devam etmez, gider.
Besmele-i Şerîfe öyle bir kelimedir ki, onunla nîmet tamam olur.
Besmele-i Şerîfe öyle bir kelimedir ki, onunla sitem, eziyet ve azap kalkar.
Besmele-i Şerîfe öyle bir kelimedir ki, onunla ümmet diğerlerinden seçilmiştir.
Besmele-i Şerîfe öyle bir kelimedir ki, Celâl ve Cemâl arasını birleştirmiştir.
Bismillâh, Celâl içinde Celâl; “Errahmâ-nirrahîm” Cemâl içinde Cemâldir.
Sen “Bismillâh” de. Çünkü Allahü Teâlâ’ya kavuşan ancak bununla kavuşur, sonra tâat nuruyla müşâhedeye erer. Sevgiyle kavuşan, elemden ve gamdan kurtulur. Allah’a kavuşan, şakîlikten emin olur.
Dünyadan nefret ve âhirete rağbet edene Allahü Teâlâ rahmet etsin.
Hadîs-i şerifte: “Besmele-i şerîfe nazil olduğunda, bulutların doğuya doğru çekildiği, rüzgârın dindiği, denizlerin coştuğu, yabâni ve diğer hayvanların kulak verip dinlediği, şeytanların gökyüzünden kovulduğu ve Allahü Teâlâ’nın bu şerefli ismi bir hastaya okunduğunda şifâ bulacağı, bir şeye dokunduğunda bereketli olduğu ve izzet ile celâline yemin ettiği,bir kimse besmeleyi okusa, cennete gireceği “ beyan buyuruldu.
Ey kâinâtı yaratan Rabb’im! Kitâb-ı Kerîm’in evvelinde rahmet sıfatını bildirdiğin gibi, zayıf ve âciz kullarını, zât-ı ulûhiyetine lâyık bir sûrette rahmetinden müstefît eyle!
(İmam-ı Birgivî Hz.’nin “Besmele” risâlesi ile, Sırrı Paşanın “Esrar-ı Fâtiha” isimli eserlerinden alınmıştır.)
* * *
.
3. Risale: Peygamberimiz Hazreti Muhammed (S.A.V.)
- Ayrıntılar
- Kategori: İnce Risaleler
- Gösterim: 16198
PEYGAMBERİMİZ S.A.V.’İN YÜCE ŞÂNINA ŞAHÂDET EDEN ÂYET-İ KERÎMELERDEN
“Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ, 107)
“Ey Muhammed! Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmez.” (Sebe’, 28)
“De ki: Ey insanlar! Doğrusu ben, göklerin ve yerin sâhibi, kendisinden başka ilâh bulunmayan, dirilten ve öldüren Allah’ın hepinize gönderdiği peygamberim.” (A’raf, 158)
“Muhammed (S.A.V.) sizden hiç birinizin babası değil, ancak Allah’ın Resûlü ve bütün peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzab, 40)
“Ey iman edenler! Muhakkak ki içinizden, sizin sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, müminlere şefkatli ve merhametli bir peygamber gelmiştir.” (Tevbe, 128)
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allahü Teâlâ da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i İmran, 31)
“O Peygamber size neyi getirmişse alın, neyi yasaklamışsa sakının.” (Haşr, 7)
* * *
PEYGAMBERİMİZİN YÜCE ŞANINA ŞÂHİT HADÎS-İ ŞERİFLER
(Kenzü’l- Ummal, C. 11)
“Kıyâmet günü tebaası en çok olan peygamber benim. Cennetin kapısını ilk açacak olan benim.” (Müslim)
“Kabirden ilk kaldırılacak olan benim. İnsanlar toplanmaya başladıkları zaman onlara ilk hitap edecek olan benim. Onlar ümitsizliğe düştükleri zaman onlara ilk müjdeyi ben vereceğim. O gün Livâü’l- Hamd benim elimdedir. ben Allah indinde âdemoğlunun en şereflisiyim, fakat övünmem.” (Tirmizi)
“Kabirden ilk kaldırılacak olan benim. Cennet elbiselerinden giyip Arş’ın önünde dururum. O makama benden başka kimse erişemez.”
“Kıyâmet günü âdemoğlunun efendisi benim, öğünmem. Livâü’l- Hamd benim elimdedir. O gün bütün peygamberler benim sancağım altında toplanacak. O gün ilk şefaat edecek olan benim, ancak öğünmem.” (Tirmizi)
“Ben peygamberlerin efendisiyim, öğünmem. Peygamberlerin sonuncusuyum, öğünmem.” (Dârimî)
“Ben, benden evvel gelen ve sonradan gelecek olan bütün insanların peygamberiyim.” (İbn-i Sa’d)
“Cennetin kapısını ilk açacak olan benim. O kapıdan gelecek olan sesten daha güzel bir sesi hiçbir kulak işitmemiştir.” (İbni Neccar)
“Cennetin kapısına gelip çalarım. Cennetin bekçisi «senden evvel hiç kimseyi cennete koymamakla emir olundum» der.” (Müslim)
“Cenâb-ı Hak tarafından bir melek gelip, ümmetimin yarısının cennete girmesi ile, şefaatten birini seçmem hususunda beni serbest bıraktı. Ben şefaati tercih ettim. Şefaatim, Allah’a şirk koşmayanlaradır.” (Tirmizi)
“Allahü Teâlâ İbrahim A.S.’ı dost, Musa A.S.’ı sırdaş, beni de Habîb olarak kabul buyurdu. Allahü Teâlâ, «İzzetim ve Celâl’im hakkı için, ben Habîbim’i dostum ve sırdaşım üzerine tercih ettim» buyurdu.” (Beyhakî)
“Beni Rabb’im terbiye ettiği için güzel terbiye etti.” (İbni Süm’anî)
“Kıyâmet günü ben bütün peygamberlerin imamı, hatibi ve hepsinin şefaatçisi olacağım, ancak öğünmem.” (Tirmizî)
“Ben cevâmiu’l-kelim ile gönderildim. Düşmanlarımın kalbine korku vermekle yardım olundum. Ben uyku ile uyanıklık arasında iken bütün yeryüzü hazinelerinin anahtarları getirilip elime konuldu.” (Buhari)
“Âdem oğlunun en hayırlısı beş kimsedir: Nuh, İbrahim, Musa ve Muhammed (Aliyhimüs-selâm). Bunların da en hayırlısı, Muhammed S.A.V.’dir.” (İbni Asâkir)
“Annem benim doğumumda, Busra’nın saraylarını aydınlatan bir nur görmüştür.” (İbni Sa’d)
“Cebrail A.S. bana, «Yeryüzünde Hz. Muhammed S.A.V.’den daha faziletli birini görmedim» buyurdu” (İbni Asâkir)
“Benim nesebim ve sebebimden başka bütün nesep ve sebepler tükenecektir.” (Taberânî)
“Yaratılanların en evveli, peygamber olarak da en son gönderilen benim.” (İbni Sa’d)
“Ben, Âdem ruh ile ceset arasında iken peygamberdim.” (Taberânî)
“İki hasletle Âdem A.S. üzerine faziletli kılındım: Âdem A.S.’ın şeytanı kâfirdi, benim şeytanım Allah’ın yardımıyla Müslüman olmuştur. Onun hanımı hatasına yardım etmişti, benim hanımlarım bana hayırda yardımcı oldular.” (Beyhakî)
“Allahü Teâlâ beni, güzel ahlâkı, güzel amelleri tamamlamak için gönderdi.” (Taberânî)
“Sizin namazınızdaki rükû ve huşûunuz bana gizli değildir. Ben sizi arka tarafımdan da görüyorum.” (Beyhakî)
“Allahü Teâlâ Âdem oğlundan İsmail’i, İsmail’den Benî Kinâne kabilesini, Benî Kinâne’den Kureyş kabilesini, Kureyş’ten Hâşim oğullarını, onlardan da beni seçip peygamber olarak gönderdi.” (Tirmizi)
“Allahü Teâlâ beni, insanlara şiddetli davranmak, onları zelil etmek için değil, dâima kolaylaştırıcı ve öğretici olarak gönderdi.” (Müslim)
“Yâ Âişe! (Kibrinden dolayı) Benim yüzüme bakmaktan mahrum olanlara çok yazıklar olsun. Mümin ve kâfir herkes benim yüzüme bakmayı arzu eder.” (İbni Asâkir)
“Allahü Teâlâ’yı kıyâmet gününde ilk görecek göz, benim gözlerimdir.” (Deylemî)
“İnsanların ve cinlerin kâfirlerinden başka her şey benim peygamber olduğumu tasdik eder.” (Taberânî)
“Yâ Âişe! Vallahi ben hem yeryüzünde, hem gökyüzünde “Emin” kimseyim.” (Taberânî)
“Vallahi benden sonra size âdil davranacak kimse bulamazsınız.” (Taberânî)
PEYGAMBERİMİZE SALÂT Ü SELÂM GETİRMENİN FAZİLETİ HAKKINDA HADÎS-İ ŞERİFLER
(Kenzü’l-Ummal C. 1)[1]
“Allahü Teâlâ tarafından gelen bir melek bana, enin ümmetinden kim sana salât ü selâm getirirse, buna karşılık Allahü Teâlâ ona on hasene yazar, on günahını af eder, derecesini on misli yükseltir ve onun selâmının on misliyle mukabelede bulunur» dedi.” (Sa’d Bin Mensur)
“Günün ve gecenin her saatinde bana salât ü selâm getiriniz. Çünkü sizin salât ü selâmınız bana hemen arz olunur.” (Beyhakî)
“Bana salât ü selâm getirmek sırat üzerinde nurdur.” (Dârekutnî)
“Kıyâmet günü bana en yakın dost olan kişi, en çok salât ü selâm getirendir.” (Tirmizî)
“Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ salleyte alâ İbrahîme fil-âlemîn inneke hamîdün mecîd, diye salât ü selâm getiriniz.” (Neseî)
“Bana salât ü selâm getiriniz ki, Allahü Teâlâ da size rahmet etsin.” (Buharî - Müslim)
“Benim üzerime salât ü selâm getirmeniz sizin için zekâttır.” (İbni Ebî Şeybe)
“Bana salât ü selâm getirmeyi çoğaltınız. Zira Cenâb-ı Hak bana bir melek vekil etmiştir. O melek, ümmetimden biri bana salât ü selâm getirdiği zaman «Yâ Resûlallah, filan oğlu filan sana salât ü selâm getirmiştir» der.” (Deylemî)
“Sizler isim ve şeklinizle bana arz ediliyorsunuz. Benim üzerime salât ü selâmı güzel getiriniz.” (Abdurrazzak)
“Benim kabrimi bayram yeri,kendi evlerinizi de kabirlere benzetmeyin. Nerede olursanız olun,bana salât ü selâmı ihmal etmeyin.” (Hakim – Tirmizi)
“Ey insanlar! Kıyâmetin korku ve dehşetinden kurtulan, bana salât ü selâm getirendir. Zira Allahü Teâlâ’nın rahmeti ve meleklerin salât ü selâm getirmesi bana kâfidir. Ancak Allahü Teâlâ sevap vermek için müminlere salât ü selâmı emretmiştir.” (Deylemî)
“Ümmetimden biri kalp ile tasdik ederek bana bir salât ü selâm getirirse, Allahü Teâlâ ona on selâm eder, on sevap yazar,on günahını af eder.” (Ebû Naim)
“Kim bana salât ü selâm getirirse buna devam ettiği müddetçe melekler ona salât ü selâm getirir. İsteyen az, isteyen çok getirsin.” (İbni Mâce)
“Kim bana bir selâm gönderirse Allahü Teâlâ benim ruhumu iâde eder ve ben de o kişiye aynı şekilde selâm gönderirim.” (Ebû Dâvud)
“Kim benim kabrimin yanında salât ü selâm getirirse onu işitirim. Kim de gaipte getirirse bana tebliğ olunur.” (Beyhakî)
“Yarın Allahü Teâlâ’yı râzı ederek Ona kavuşmayı dileyen, bana salât ü selâmı çok getirsin.” (Deylemî)
“Benim üzerime salât ü selâm getirdiğiniz gibi diğer peygamberler üzerine de selâm getiriniz. Zira onlar da benim gibi peygamber olarak gönderildiler.” (Ebu’l-Hüseyin)
“Kim bana bir günde yüz salât ü selâm getirirse Allahü Teâlâ onun yüz ihtiyacını giderir. Bunun yetmişi âhrette, otuzu ise dünyadadır.” (İbni Neccar)
“Kim bana bir günde bin salât ü selâm getirirse cennetle müjdelenmedikçe ölmez.” (Ebu’ş-Şeyh)
“Kim bir kitaba benim için salât ü selam yazarsa, orada ismim devam ettiği müddetçe melekler o kişi için istiğfara devam eder.” (Taberânî)
“Diğer peygamberlere selâm getirdiğiniz zaman bana da selâm getirmeyi unutmayınız.” (Deylemî)
“Kim sabah on, akşam on defa bana salât ü selâm getirirse kıyâmet günü ona şefaatim yetişir.” (Taberânî)
“Bana çok salât ü selâm getirin. Zira bu sizin zekâtınızdır.” (İbni Merdıye)
“Bana salât ü selâm getirdiğiniz zaman güzel getirin. Zira bunun bana nasıl arz olunacağını bilemezsiniz.” (Deylemî)
***
PERŞEMBE VE CUMA GÜNLERİ SALÂT Ü SELÂM GETİRMENİN FAZİLETİ HAKKINDA HADÎS-İ ŞERİFLER
(Kenz’ül-Ummal C.1)
“Allahü Teâlâ, Perşembe günü ellerinde gümüş sayfalar ve altın kalemler bulunan melekleri gönderir de onlar o gün bana salât ü selâmı çok getireni yazarlar.” (İbni Asâkîr)
“Cuma günü ve gecesinde bana salât ü selâm getirmeyi çoğaltınız. Zira o gün bana bir salât ü selâm getirene kat kat ecir verilir.” (Beyhakî)
“Cuma günü bana yüz salât ü selâm getirene kıyâmet günü öyle bir nur verilir ki, o nur bütün mahlûkata taksim edilse yine de fazla gelir.” (Ebu Nuaym)
“Cuma günü bana yüz salât ü selâm getirenin yüz yıllık günahını Allahü Teâlâ affeder.” (Deylemî)
“Kim Cuma günü bana seksen salât ü selâm getirirse, seksen yıllık günahı affolunur.” (Dârekutnî)
“Cuma günü bana çok salât ü selâm getiriniz. Çünkü Cuma günü meleklerin şâhit olduğu bir gündür. Kim bana salât ü selâm getirirse, daha bitirmeden bana ulaşır.” (İbni Mâce)
* * *
PEYGAMBERİMİZE SALÂT Ü SELÂMI TERK ETMENİN NETİCESİ HAKKINDA
HADÎS-İ ŞERİFLER
(Kenzü’l-Ummal C. 1)
“İnsanların en cimrisi, ismim anıldığında salât ü selâm getirmeyendir.” (Avf bin Mâlik)
“İsmim anıldığında bana salât ü selâm getirmeyenin burnu yere sürtülsün.” (Tirmizî)
“İsmim yanında anıldığında salât ü selâm getirmemek bana cefadır.” (Abdurrazzak)
“Yanında anıldığım halde salât ü selâm getirmeyen kişi, şakî insandır.” (İbni Sinnîn)
“Benim adım anıldığında salât ü selâm getirmekte hata eden kişi, cennetin yolunu şaşırır.” (Taberânî)
“Arş’ın ötesinde Cebrail bana, «Yâ Muhammed Allahü Teâlâ buyurur ki, senin ismin birinin yanında anılıp da salât ü selâm getirmezse cehenneme girer,» dedi.” (Deylemî)
“Bütün duâlar, bana salât ü selâm getirilinceye kadar muallakta kalır.” (Beyhakî)
* * *
PEYGAMBERİMİZİN ÜSTÜNLÜĞÜ HAKKINDA
(Kenzü’l-Ummal C. 12)
“Ümmetim merhamet olunmuş bir ümmettir. Onlara âhiret azabı yoktur. Onların azabı dünyada zelzeleler, kargaşalar ölümler ve belâlar şeklinde olacaktır.” (Ebû Dâvud)
“Cehennemin harareti, ümmetim için ancak hamam sıcaklığı kadar olacaktır.” (Taberânî)
“(Ey Ashab ü ümmetim!) Allahü Teâlâ sizi üç güzel halle mükâfatlandırır:
1) Sizin hep beraber helâk olmanız için peygamberiniz duâ etmeyecek.
2) Batıl ehli hiçbir zaman hak ehli üzerine gâlip gelmeyecek.
3) Siz hiçbir zaman dalâlet üzerine toplanmayacaksınız.” (Ebû Dâvud)
“Allahü Teâlâ kıyâmet günü bütün yaratılmışları bir araya topladığında, Ümmet-i Muhammed’in secde etmesine izin verilir. Onlar secdeyi o kadar uzatırlar ki, nihâyet kendilerine: «Secdeden başınızı kaldırın, Allahü Teâlâ sizin her biriniz için bir kâfiri fidye kılmıştır» buyurulur. (Taberânî)
“Ümmetim işlemedikçe veya söylemedikçe kalbinden geçen vesveseden sorulmayacak.” (Ebû Nuaym)
“Ümmetimin bazısı bir bölüğe, bazısı bir kabileye, bazısı bir sülâleye, bazısı da bir kişiye şefaat ederek cennete götürecektir.” (Tirmizî)
“Biz ümmetlerin sonuncusuyuz. Ancak en önce biz hesaba çekiliriz. “Ümmî Peygamber ve onun ümmeti nerede? Denir. Evvelâ biz çağrılırız.” (Beyhakî)
“Allah’a yemin ederim ki, sizler cennet ehlinin yarısı olacaksınız. Cennete ancak Müslüman olan kişi girecektir. Sizler şirk ehli içerisinde siyah öküzün sırtındaki beyaz tüy kadar azsınız.” (Beyhakî)
“Bütün ümmetlerin bazısı cennette, bazısı cehennemdedir. Ancak ümmetimin tamamı cennete girecektir.” (Hatip)
“Ümmetim yağmur taneleri gibidir. Evveli mi hayırlı, âhiri mi hayırlı bilinmez.” (Tirmizî)
“Ümmetimden beni en çok seven, benden sonra gelip de beni görmek için malını ve ehlini fedâ etmeye râzı olandır.” (Ahmed bin Hanbel)
“Ümmetimden bir tâife dâima Allah’ın emrini ayakta tutmaya gayret eder ve onlara muhalif olanlar onlara zarar veremez.” (İbni Mâce)
“Ümmetimden bir tâife hakkı müdâfaa eder, düşmanlarına gâlip gelirler. Hatta onların sonu Deccal ile harp eder.” (Ebû Nuaym)
“Allah’a yemin ederim ki, sizden bir kısmınız karanlık gecenin yeryüzünü kapladığı gibi yeryüzünü kaplayarak cennete gireceksiniz. Melekler: «Muhammed (A.S.) ile cennete girenler, diğer peygamberlerle girenlerden çoktur,» derler.” (Taberânî)
“Cennet ehli yüz yirmi saftır. Siz seksen saf olursunuz, kalanı da diğer milletlerdir. Siz yetmiş ümmetten daha vefalı, onlardan daha hayırlı ve Allah indinde onlardan daha sevimlisiniz.” (Taberânî)
“Ümmetimden yetmiş bin veya yedi yüz bin kişi el ele tutuşarak cennete girecektir. Öyle ki, sonuncusu girmeden evvelkisi girmez. O gün onların yüzü, mehtaplı gecedeki ay gibi parlak olur.” (Müslim)
“Ümmetimden dağlar kadar günahı olanlar gelir. Allahü Teâlâ onların günahını Yahûdi ve Hıristiyanlar üzerine yükler.” (Hâkim)
“Allahü Teâlâ Musa A.S.’a: «Ümmet-i Muhammed içinde bir millet her derecede ve her yüksek yerde Kelime-i Şahâdetle kaim olacaktır. Onların ecri, peygamberlerin ecri gibi verilir» buyurdu.” (Deylemî)
Seyyidü’l-Âlem Efendimiz: “Keşke kardeş-lerimi Havuzumun kenarında karşılayıp onlara elimle su içirsem! Temennîsinde bulundu. «Yâ Resûlallah, biz kardeşlerin değil miyiz?» suâline de: «Siz Ashâbımsınız. Ben, benden sonra gelip beni görmediği halde görmüş gibi iman edenlerin hasretini çekiyorum. Rabb’imden sizinle ve sonradan gelip beni görmediği halde, görmüş gibi iman edenlerle gözlerimin aydınlanmasını istiyorum»” buyurdu. (Ebû Nuaym)
“Ümmetimden yetmiş bin kişi hesapsız olarak cennete girecektir. Rabb’imden bunu artırmasını diledim. Her bin için yetmiş bin kişi ziyade etti. (Ahmed bin Hanbel)
“Ben girinceye kadar diğer peygamberlere, Ümmetim girinceye kadar da diğer ümmetlere cennete girmek haramdır.” (İbni Neccar)
“Benden evvelki peygamberlere verilmeyen beş şey bana verildi:
1- Düşmanlarımın kalbine uzaktan korku verilmekle yardım olundum.
2-Bana bütün yeryüzünün anahtarları verildi.
3-“Ahmed” ismiyle isimlendirildim.
4-Yeryüzü benim için temiz kılındı.
5-Ümmetim, bütün ümmetlerin hayırlısı oldu.”
* * *
“Peygamberimizin (S.A.V.) yüce şanından dolayı cümle zaman ve mekân onu tanımış, tasdik etmiş, onunla şereflenmiştir.
Mübârek vücûtlarının Medîne’de konulduğu mübârek mekân, bütün mekânlardan, hatta Arş-ı Âlâ’dan da yüce ve şereflidir.” (M. Cevâhir)
Safiye binti Abdülmuttalib R.A. buyurdu:
“Peygamberimizin doğduğu gece ben yanında idim. Doğum anında bir nur zuhur etti ve o gece altı alâmet gördüm:
1. Doğduğu saatte secde etti.
2. Secdeden mübârek başını kaldırınca fasih lisanla «Lâ ilâhe illallah ve innî resûlullah» buyurdu.
3. Büyük bir nur görüldü.
4. Ben onu yıkamak isteyince, «Yâ Safiye, zahmet etme! Biz onu yıkadık» nidâsı işitildi.
5. Sünnet olmuş ve göbeği kesilmişti.
6. Onu sarmak istediğimde omzunda , «Lâ ilâhe İllallah, Muhammedür resûlullah» yazılı nübüvvet mührünü gördüm.
Sözlerine kulağımı verdim, «Ümmetî, Ümmetî» diyordu. (Mecmuatü’l-Cevâhir)
Peygamberimizin babası Abdullah R.A. buyurdu:
“Nereye otursam oturduğum yer, «Sana selâm olsun, Muhammed’in (S.A.V.) nuru sende emânettir» diye nidâ ederdi. Kuru ağaç altına otursam, o ağaç hemen yeşerip bana gölge olurdu. Ben ayrılınca yine kururdu. (Mecmuatü’l-Cevâhir.)
“Allahü Teâlâ kâinâtı yaratmadan yedi bin yıl önce Peygamberimizin nurunu yarattı. Dünyada gelmiş geçmiş enbiyâ, evliyâ, insan, cin... ne varsa hepsinin ibâdât ü tâati toplansa, Peygamberimizin ibâdât ü tâati yanında az bir şey görünür.” (Mecmuatü’l-Cevâhir)
“Semâyı ve yeryüzünü aydınlatan ancak Peygamberimizin nurudur. Bu nurdan başka yerleri ve gökleri aydınlatan bir nur mevcut değildir. Nûr-i Muhammedî nice yıllar sonra Cesed-i Pâk-i Rasûlüllah ile birleşmiş, yeryüzünü nurlandır-mıştır. Bundan dolayı semâvât, Nûr-i Muhammedî’yi istedi, ilticâ etti. Bu kabul olunca da Peygamberimiz Mî’râ’ca dâvet olundu. Bu suretle semâvât Nûr-i Cesed-i Pâk-i Nebî ile müşerref oldu. (Mecmuatü’l-Cevâhir.)
Peygamberimiz Mî’rac gecesi Burak’a bineceği zaman, Burak, Efendimizi tanımadığından biraz serkeşlik etmiş; ancak Cibrîl A.S. “Vallahi ey Burak,senin üzerine Hz. Muhammed’den daha fazîletli biri binmedi” diye yemin edince, Burak utancından terlemiştir. (Şifâ-i Şerîf C. 1/30)
Peygamberimizin (S.A.V.) bütün Arap kabîleleriyle yakınlığı ve akrabalığı vardı. (Şifâ-i Şerîf C. 1/30)
Resûlüllah S.A.V. Efendimizin âlemlere rahmet olarak gönderilişinde bütün âlemlerin nasibi vardır. Hatta Cibrîl A.S. “Yâ Resûlellah, ben artık senin rahmet oluşun sayesinde kötü âkıbetten korkmuyorum” demiştir. (Şifâ-e Şerîf C. 1/14.)
* * *
SULTANÜ’L ENBİYA SAV EFENDİMİZİN İNS Ü CİNNE ÖRNEK OLAN EŞSİZ VE GÜZEL AHLÂKI:
Rasûl'ü Ekrem S.A.V. İnsanların en yumuşak huylusu, en şecâatlisi, en âdil ve en çok iffetlisiydi. Kendisine helâl olmayan bir kadına eli değmedi
O, cömertlerin cömerdiydi; yanında altın-gümüş gibi hiç bir şey akşamlamaz, elindi bulunursa onu dağıtmadan hâne-i saâdetlerine gitmezdi. Bâzı hanımlarının yanında nafaka bulunursa da, bunlar arpa ve hurmadan ibâretti. Eline geçen serveti Allah rızâsı için infak eder, kendisinden istenilen bir şey elinde bulunursa mutlak verirdi.
Kendi nâmına kimseye darılmaz, zât-ỳ şeriflerine veya sahâbelerine zararlı da olsa hakkı yerine getirirdi.
Sıkıntı zamanlarında müşriklerden yardım teklifi geldiği halde “Ben müşriklerden yardım kabul etmem” buyururdu.
Hazır olanlardan yer, bulunanı hakir görmez, Açlıktan karnına taş bağladığı olurdu.
Helâl yer, hurma bulup ekmek bulamazsa, yalnız hurma ile kanâat ederdi. Helva veya bal bulunduğunda yer, ekmeksiz bir miktar süte kanâat eder, kavun, karpuz, tâze sebze ve meyve yerdi.
Hayatı boyunca birbiri arkasına üç gün mîdesini buğday ekmeğiyle doyurduğu olmadı. Bu cimrilik veya fakirlikten değil “Açlık Allah’a yaklaştırır tokluk da uzaklaştırır” buyurduğu hikmetine binâendi.
Cemiyet ve dâvetlere gider, hastaları ziyâret eder, cenâzelerde bulunur ve düşmanları anasında tek başına dolaşırdı.
Ashâbına hitâben: “Biz halka gibiyiz; halkanın her tarafı müsâvî olduğu gibi, biz de müsâvîyiz” der. Ve tevâzudaki kemâlini izhar ederdi.
Zerre kadar kibirlenmez, sözü uzatmaz, insanların anlayacağı şekilde konuşurdu.
Güler yüzlüydü. Dünya için hiç bir sûrette heyecan ve gazap göstermezdi.
Bulduğu mubah olan elbiseyi (bâzen eski, bâzen Yemen Bürdesi, bâzen hırka...) giyerdi.
Bazen sağ, bazen de sol eline gümüş yüzük takardı.
Deve, at ve merkepten hangisi bulunursa biner, hizmetçisini de terkisine alırdı. Bâzen de başı açık yalın ayak ve cübbesiz yürürlerdi.
Şehrin uzak mahalleleri de olsa ziyârete giderdi.
Güzel kokuyu sever, çirkin kokudan nefret ederdi.
Fakirlerle sohbet eder, yoksullarla berâber yer içer ve şerefli kimselere iyilikte bulunup yakınlık kurardı.
Akrabâlarıyla alâkalanır, fazilet ehli olanları tercih ederdi.
Şaka yaptığı olur, fakat şakasında bile doğruyu söylerdi.
Kahkaha ile değil, tebessümle gülerdi.
Harple alâkalı mubah oyunları seyreder, onları reddetmezdi.
Yanında yükselen sesleri sabırla karşılardı.
Mülkiyetinde koyun bulundurur, sütünden âilece istifâde ederlerdi.
Köle ve câriyeleri olur, yiyecek ve giyeceklerini anlardan ayırmazlardı.
Ayakkabılarını kendisi tâmir eder, elbiselerini diker, ev işlerinde hanımlarına yardım eder ve kadınlarla et doğradığı olurdu.
Üstün hayâ sâhibiydi. Gözlerini kimsenin yüzüne dikmez, köle efendi... kim dâvet etse kabul ederdi.
Bir yudum süt veya bir oğlak parçası da olsa hediyeyi reddetmez, karşılıkta bulunur fakat sadaka kabul etmezdi.
Gücendiğinde Allah için gücenirdi.
Boş vakti bulunmaz, yâ ibâdet yâ lüzumlu bir işle meşgul olurdu.
Ashabı’nın bağ, bahçe ve bostanlarına gittikleri olur, fakirleri hakir görmez, zenginlere farklı muamelede bulunmaz, herkesi müsâvi şartlarla AIIah'a dâvet ederdi.
Bütün güzel huy ve vasıfları ve mükemmel sevk-i idâreyi Allahü Teâlâ onun yüce şahsında toplamıştı. En üstün sıfatlara sahipti. Geçmiş ve geleceğin haberlerini bildirir, saâdet yollarını gösterir, boş şeyleri terk edip vâcipleri yapmanın lüzûmunu anlatırdı.
Rasûlüllah S.A. MüsIüman’Iardan kimseyi kırmamış hiç bir hizmetçisini tahkir etmemiştir.
Küffara lânet etmesi istenildiğinde, “Ben lanet için değil, rahmet için gönderildim”, buyurur; bedduâ etmesi istenilse, o hidâyet dilerdi. AIIah'ın rızâsı dışında eliyle kimseye vurmamış ve şahsı adına intikam almamıştır.
Serbest bırakıldığı yerde ehveni tercih buyurur; köle câriye, zengin, fakir .. her kim müracaat etse işini görürdü.
Âzatlı kölesi Enes RA. yeminle beyan ediyor: 'HoşIanmadığı bir işi yapsam "Burnu niçin yaptın?", demezdi, Bir defa dahi böyle bir şey söylemediler. Zevceleri benim aleyhimde söz etseler, mânî olur “Onun yaptığı kitap ve kader îcabıdır” buyururdu.
Hiç bir zaman yatıp istirahat edeceği yeri hakir görmez, beğenmezlik etmez, bir şey serilirse üzerine yatar, sermezlerse yer üzerine yatarlardı.
Yumuşak davranır, sertliği sevmez, sokaklarda dolaşmaz, kötülüğe afv ve iyilikle mukabele eder, rast geldiğine selâm verir, ihtiyacı için geleni bırakıp gitmezdi.
Elini tutan kişi bırakmadıkça elini çekmez, Ashabı Güzîn’den birisiyle karşılaşınca elini iyice sıkarak müsafahalaşırdı.
Besmeleyle oturur, besmeleyle kalkardı.
Namazdayken birisi gelse, namazı uzatmaz ve selâm verdiğinde gelenin hâcetini sorar, sonra namaza başlardı...
Karşılaştığı kimselere öyle samimi davranırlardı ki, herkes o kişiyi çok sevdiğini sanırdı.
Daimâ hayâ, huzur ve tevâzu içinde bulunurdu.
Zât-ı Şerifleri hakkında Allahü Teâlâ:
-"Allah'ın rahmet eseri olarak onlara yumuşak davrandın. Eğer haşin ve katı yürekli olaydın etrafından dağılırlardı." buyurmuştur. (Âl-i İmran 159)
Gazablanmaz ve çabuk memnun olurlardı.
Meclislerinde aslâ ses yükselmez, yüksek sesle konuşulmazdı. Meclisten kalktığı zaman,
-"Allah'ım sana hamd eder ve seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. İbâdete lâyık olan ancak sensin. Sana tevbe eder ve senden mağfiret dilerim." der ve;
Va'z u nasihatlerinde son derece ciddi bulunurlardı.
Sıkıntıyla karşılaştığı zaman:
(Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm) der, işini Allahü Teâlâ'ya havâle eder, O'ndan kurtuluş diler, sonra şöyle duâ buyururlardı:
- "Allah'ım! Bana hakkı hak olarak göster, ben ona tâbî olayım. Kötüyü (bâtılı) da kötü olarak göster ve ondan uzak kalayım. Hidâyetin hilâfına, nefsimin arzûsuna uyacak karışık işlerden beni koru! Arzularımı senin tâatına tâbî kıl. Rızânı bana nasip et. Beni hakka hidâyet buyur. Sen dilediğini doğru yola ulaştırırsın!" niyazında bulunurdu.
Kendilerini çağıran herkese istisnasız "Lebbeyk" (Buyurun) diye cevap verirlerdi.
Toplu bulunan çocuklara selâm verirdi.
Allah'ın Rasûlü S.A.V. gecenin evvelinde uyur, sonunu (ibâdetle) ihyâ ederdi.
Allah'ın Rasûlü S.A.V. kaynamanın buharı gidinceye kadar, (sıcak) yemeğin yenilmesinden hoşlanmazdı.
Nebiyyi Ekrem Efendimiz: “Yemeğin başı (mesâbesindeki orta kısımı)ndan alınmasını hoş bulmaz, bereket yemeğin ortasındadır.” buyururlardı.
Rasûlüllah Efendimiz yolculuğu sırasında, sabah namazı(nın farzı)'nda Muâvezeteyn sûrelerini okurdu.
Kâinâtın Efendisi S.A.V. Ramazan ve Kurban Bayramı günleriyle Arefe günlerinde boy abdesti alırdı.
Hâtemü’l-Enbiyâ S.A.V., (şifâ ve) korunma maksadıyla okuduğunda (avucuna) üfler, onunla vücudunu sıvazlardı.
Vakitlerin hepsinde Allah'ı zikrederdi. (1001 Hadis 67)
Kesilen saç ve tırnakların gömülmesini emrederdi. (1001 Hadis 66)
(.....Veleddâllin) cümlesini okuduğu zaman «Amin» der ve (bunu söylerken) sesini yükseltirdi. (1001 Hadis 65)
Bir meclisten (ayrılmak üzere) ayağa kalksa, yirmi defa Allah'tan mağfiret dileğinde bulunurdu. (1001 Hadis 63)
Ramazan'dan bir şeyi geçirecek olsa, Zilhicce'nin (İlk) on günü içinde onu kaza ederdi. (1001 Hadis 62)
Duâ ettiği zaman, kendi şahsına (duâ ile yalvarmağa) başlardı. (1001 Hadis 61)
Sevindirici bir şey geldiği zaman Allah'a şükür için secdeye kapanırdı. (1001 Hadis 58)
Yeni elbiselerini (ilk olarak) Cuma günü giyerdi. (Râmuz 525/1)
Abdest aldığı vakit suyun artanını ayakta (olduğu halde) içerdi. (1001 Hadis 56
Yatağın(da uyku vaziyet)i aldığı zaman, sağ elini, sağ yanağının altına koyardı. (1001 Hadis 52)
Hak yoluna kendini vermişti. Mübârek hayatı geceleri ibâdet, gündüzleri halka nasihatla geçti.
Hz. Aişe Vâlidemizden: “Efendimiz S.A.V.'in endamı güzel, cismi yumuşak, bütün âzâları mütenasipti. Ne uzun ne de kısa... orta boylu olduğu halde halk arasında bulundukları vakit, O'ndan uzun boylu görünen bulunmazdı. Uzun boylu iki kimse yanına gelse, ancak omuzları hizasında kalırlardı. «İyiliğin hepsi ortada, (orta boyluda)dır.» buyururlardı. Mübarek renkleri nurlu, ne çok beyaz ne de çok koyu, buğday rengiydi.” (1001 Hadis 36)
Mübarek yüzünden inci taneleri gibi dökülen terler, miskten güzel kokardı.
İnsanoğlunun en güzeli ve ilâhî nurların menbaı idi. Neş'e ve üzüntüsü yüzlerinden belli olurdu. Ayın ondördü gibi karanlığı aydınlatan nurdu.
H.Ş.: Ben Akib'im, benden sonra peygamber yoktur. Ben Hâşir'im, Allahü Teâlâ kullarını beni müteâkip haşr edecektir. Ben Melâhim Rasûlü'yüm. Ben Mukaffa'yım; herkes bana uyar. Ben olgun ve bütün iyilikleri câmi bir kimseyim." buyurmuşlardır.
Rasûlüllah S.A.V'in ilâhî kuvvet ve semâvî kudretin eseri olan eşsiz dürüstlüğü ve emsalsiz mucizeleri vasfetmekle bitmez.
Doğduğundan beri devam eden eşsiz dürüstlüğü zât-ı şeriflerine "Emin Muhammed" denilmesine sebep olmuştur. Yanmış dağlar arasında yaşayan Arap kavmi içindeki mütevazı hayatı, beşeriyete ebedî rehber olmuştur.
Bin dört yüz seneden beri Rasûlüllah'ın cism-i şerifi rûhî yüceliği, güzel ahlâkı hakkında nice sözler söylenmiş, eserler yazılmış, yüceliği kasîdeler ve senâlarla dile getirilmiş, nihâyet âciz kalınıp "Mevlâ methetti insanın methinden ne çıkar." denilmiştir.
Vücûdu mübâreklerinin Medine'de konulduğu mübârek mekân, bütün mekânlardan, hattâ Arş-ı A'lâ'dan efdal ve eşreftir. (Mecmuâtü-l Cevâhir)
H.Ş.: Kim kabrimi ziyaret ederse ona şefâatim vâcip olur.
Semâ ve arzı nurlandıran, ancak Peygamberimizin nûrudur. Bu nurdan başka yer ve gökleri aydınlatan bir nur mevcut değildir. Nûr-u Muhammedî nice yıllar sonra Cesed-i Pâk-i Rasûlüllah ile birleşmiş, yeryüzünü nurlandırmıştı. Bundan dolayı semâvât, Nur-u Muhammedî'yi istedi, ilticâ etti. Bu kabul olunca da Peygamberimiz Mirac’a dâvet olundu ve bu suretle semâvât Nûr-u Ceset-i Pâk-i Nebî ile müşerref oldu. (Mecmuâtü-l Cevâhir)
* * *
PEYGAMBERİMİZ’İN TEVRAT’TA BİLDİRİLEN HALLERİNDEN
Ey Peygamber! Biz seni şâhit, cennetle müjdeleyici, cehennemle korkutucu olarak gönderdik. Sen bütün Arab’ı koruyucusun. Sen benim kulum ve Resûlümsün. Seni, «Yumuşak Kalpli, Selîm Tabiatlı ve Merhametli» olarak isimlendirdim. Yolunu şaşıranlar, senin sebebinle doğruyu buluncaya kadar rûhun kabzolunmaz. (Şifâ-i Şerif, 1/67)
* * *
RASÛLULLAH S.A.V. EFENDİMİZ'İN MÛCİZELERİ
* Mekke müşriklerinin mûcize istemeleri üzerine bir işaretiyle ay ikiye bölünüp bir parçası dağın üzerinde, öbür parçası aşağısında olduğu halde Kelime-i şahadet getirmişler, ikinci işaretiyle de parçalar birleşip tekrar yerine dönmüşlerdir.
* Hendek harbinde elde bulunan az bir yemekle İslâm ordusunu doyurdukları gibi, dört parça arpa ekmeği ve bir oğlak ile sekiz yüz kişiyi doyurdukları da mucizeleri arasındadır.
* Tebük Gazvesi'nde bir matara su ile, bütün orduyu hayvanlarıyla beraber suya kandırdı.
* Bedir cenginde bir avuç toprak atıp, düşman ordusunu bozdu ve "Attığını sen atmadın, fakat Allah attı" (Enfal 17) âyet-i kerimesi bu sebeple nâzil oldu.
* Yeryüzü Zât-i Şeriflerine dürüldü. Çok uzak yerleri gördü. Ümmetinin böyle genişleyeceğini haber verdi. Hepsi buyurdukları gibi cereyan etti. Ümmetleri Çin'e, Endülüs ve Afrika’ya kadar ilerledi.
* Kerime-i Afifeleri Hz. Fatımatü’z-Zehra R.A. Validemiz hakkında "Ehl-i Beytimden en evvel o vefat eder." buyurmaları da aynen vâki oldu.
* Hayber günü Hz. Ali R.A.'ın ağrıyan gözlerine mübârek tükürüklerinden bir miktar sürmekle şifa buldu.
* Eshab-i Kiram, Efendimizin önündeki yemeğin tesbihini işitirlerdi.
* Tâif'te halkı Hakk'a dâvet ettiklerinde âlemlere rahmet olan o yüce Vücud-u Habib-i Rabb-il Âlemin'i taşa tuttular. Mübârek ayaklarından kanlar aktığı halde; "Ya Rabb’i! Kavmim beni bilmiyor, sen onları hidâyet et" diye niyazda bulundu.
* Cebrâil A:S. "Yâ Rasûlallah! Emredersen bu beldeyi alt üst edeyim" dediğinde; "Yâ Cebrail! Ben âlemlere rahmet olarak gönderildim, gazap için değil..." buyurdu. Hz. Cibril: Allahü Teâlâ'nın kitabında buyurduğu gibi “Yâ Rasûlallah sen âlemlere rahmetsin” diye tasdik ve tebrik ettiler.
* Mekke-i Mükerreme'nin fethinden sonra kendisine senelerce ezâ ve cefâda bulunan müşrik reisleri:
"Teslim olursak bize ne muâmele edersin?" dediklerinde onlara;
"Yusuf A.S. kardeşlerine ne muâmele ettiyse öyle..." buyurdu.
* Zira, derya bardağa sığmadığı gibi Efendimizin mûcizeleri de kitaplara sığmaz.
Hatemü’l-Enbiyâ S.A.V. Efendimizin mûcizeleri saymakla bitmez. Hiç bir peygambere nasip olmayan, bin dört yüz seneden beri gönüllerden gönüllere akan nur ırmağı Kur'an-ı Kerim'de, kıyâmete kadar şan-ı şeriflerine şahâdet eden en büyük mûcizeleridir.
Rabbi tarafından verilen eşsiz ahlâkı, kıyâmete kadar mü'minlerin rehberi, gönüllerin nûru olan Fahr-i Kâinat S.A.V.'in şefâat ve şahadetleri, Mahşer'de, Arasat'ta, cehennemden kurtulmakta, cennete girmekte ve cennette derecelerin terfiinde dahi devam edecektir. Ahdini bozmadıkça herkese rahmet-i ilâhî ebedidir. Ahdi bozmak; küfür, inkâr, haramı helâl saymak ve mukaddes şeylerle alay etmektir. (Keşşaf ve Müğni Tefsirleri)
"Allahümme Salli ve sellim ve bârik alâ Seyyidinâ Muhammedi-nil fâtihi limâ uğlika vel hâtimi limâ sebeka nâsiril hakkı bilhakkı velhâdi ilâ sırâtike-l müstekiym ve alâ âlihî hakka kadrihî ve mikdârihil azîm."
PEYGAMBERİMİZİN DİĞER PEYGAMBERLERİN MÛCİZELERİ MUKABİLİNDE
BAZI MÛCİZELERİ
Ehl-i tefsir buyurdular ki:
–Allahü Teâlâ bütün peygamberlerine ihsan ettiği fazîlet ve kerâmetin tamamını Hz. Muhammed S.A.V. Efendimize fazlasıyla ihsan buyurmuştur. (Şifâ-i Şerif 1/130)
Zira, bütün peygamberler tarafından getirilen mûcizeler, Peygamberimiz S.A.V.’in nûruna bağlı olarak onun himmetiyle gösterilmiştir. Peygamberimiz S.A.V. bütün âlemleri aydınlatan güneş, diğer peygamberler o güneşten nur alıp eşyayı aydınlatan yıldızlar gibidir. (Kasîde-i Bürde Şerhi, Harputî 98)
* İdris A.S.’ın emriyle bulutlar istediği yere gelip gittiği gibi, Peygamberimiz S.A.V.’de Tâife giderlerken emri üzerine etraftaki bulutlar gelerek gölge oldular. (S. 18)
* Nuh A.S.’ın kavmi, beldelerinde bulunan taşların toprak olasını istemiş, taşlar toprak olmuştu.
Peygamberimiz S.A.V. huzuruna gelip köylerinin darlığından şikâyet eden Akik ahâlisini isteği üzerine, o beldeye gidip işâret buyurdular. Bunun üzerine taşların tamamı toprak oldu, arazileri genişledi bereket hâsıl oldu. (S. 19)
* Salih A.S.’ın kavmi, taştan,yavrusuyla birlikte bir deve çıkmasını istemişlerdi, Salih A.S. duâ etmiş, taş yarılmış, içinden bir dişi deve ile yavrusu çıkmıştı. Ancak, o kavim yine iman etmemiş, deve ile yavrusunu öldürdüklerinden hepsi helâk olmuşlardı.
Peygamberimiz S.A.V. de, seferde iken Zeyd bin Eslem’in devesi kaybolmuştu, duâ buyurdular. Dağda bulunan bir taş yarıldı, içinden Zeyd’in devesine benzer bir deve çıktı Zeyd’e teslim edildi. (S. 29)
* İbrahim A.S.’ın duâsı bereketiyle Allahü Teâlâ ölü kuşları diriltmişti.
Benî Temim kabilesi, Peygamberimiz S.A.V.’e gelip ellerindeki ölü bir kuşu gösterip: “Bu kuşu diriltirsen iman ederiz” dediler. Efendimiz kuşu mübârek ellerine alıp “Bismillâhirrahma-nirrahîm” diyerek uçurdu. Benî Temim kabilesi de iman ettiler. (S. 31)
* İsmail A.S.’ın duâsıyla dikenli ağaçlar meyve vermişti.
Efendimize, Half bin Esed’le üç kişi “Mekke haricinde dikenli bir ağaç gösterip meyve vermesi hâlinde iman edeceğiz” dediler. Peygamberimiz duâ buyurdu. O dikenli ağaçtan türlü meyveler zuhur etti. hepsi Müslüman oldular. (S. 39)
* Lût A.S. kavmini dine dâvet ettiğinde iman etmeyip bilâkis Lût A.S.’ın koyunlarını otlaklarından men ederek çorak bir araziye sürdüler. O çorak toprak, Lût A.S.’ın duâsıyla yeşerdi. Kâfirlerin koyunları ondan yerse ölürdü. Lût A.S.’ın bu mûcizesinden sonra kavminden kırk kişi Müslüman oldu.
Cidde halkı, dağların otsuzluğundan şikâyet ettiler. Efendimiz duâ buyurdu, dağlar otla doldu. (S. 42)
* İshak A.S.’ın kavmi, getirdikleri tilki, keçi ve ceylanı gösterip, “Bunlar iman etmedikçe biz iman etmeyiz” demişlerdi. İshak A.S. işâret etmiş,hayvanlar lisana gelip “Biz şahâdet ederiz ki, Allah birdir ve sen O’nun Peygamberisin” demişler, kavminden bazıları Müslüman olmuştu.
Benî Temim kabilesinin büyükleri, Huzur-u Saâdete gelip “Hayvanlar iman etmedikçe biz iman etmeyiz” dediler. Peygamberimiz Efendimiz onların arzuları üzerine getirilen koyun, geyik ve güvercine hitâben: “Ben kimim, biliyor musunuz?” buyurdu. O hayvanlar Kelime-i Şahâdet getirdiler. Bu mûcizeyi görenlerin bir çoğu iman etti. (S. 44)
* Yakup A.S. Kenan halkını imana dâvet ettiğinde, onlar, yerlerinin darlığından şikâyetle arazilerinde bulunan dağların kaldırılmasını, onların düzlük arazi olmasını mûcize olarak istemişlerdi. Yakup A.S. duâ etmiş, dağlar bir anda eriyip düz ova olmuş ve kavminden çokları iman etmişti.
Tâif halkı, dağlardaki küçük tepe ve taşlıkların düz arazi olmasını istediklerinde Efendimiz S.A.V. duâ buyurdu, o yerler düz arazi oluverdi. (S. 49)
* İhtiyar olan Züleyhâ, Yusuf A.S.’ın duâsıyla genç kız hâline gelmişti.
Benî Hüzeyme kabîlesinin reisi, “Ey Muhammed, Ben ihtiyarım, âilem de yüz yaşında... Eğer bizi gençleştirirsen, kabilemle birlikte iman ederiz” demişti. Rasûlüllah Efendimiz duâ buyurdu. O ihtiyarlar bir anda gençleştiler ve kabîle halkının tamamı Müslüman oldu. (S. 50)
* Yunus A.S. odun olmadığı halde su üstünde ateş yakma mûcizesi göstermişti.
Benî Haris kabilesi de, yaş toprak üzerinde, odunsuz ateş yakılmasını istediler. Efendimiz S.A.V. duâ buyurdu, hemen ateş yanıverdi. (S. 54)
* Eyüp A.S.’ın mübârek vücûdu yaralardan iyi olup yıkanırken, üzerine çekirgeler gibi altınlar yağarak zengin olmuştu.
Hz. Ali R.A. borcundan bahisle yardım istedi. Efendimiz S.A.V. duâ buyurdu. O anda Hz. Ali üzerine çekirge şeklinde otuz adet altın yağdı. (S. 55)
* Şuayb A.S. bir arazide dolaşırken oradaki taşlar bakır hâline gelmiş, bundan bir çokları zengin olmuştu.
Peygamber Efendimizin de Hicaz’da kayalara ellerini sürmesiyle hepsi bakır olup çok kişi bundan istifade etmiştir. (S. 58)
* Musa A.S.’ın mübârek asâsı ejderha olup, Firavunun sihirbazları tarafından gösterilen yılanların hepsini yutmuş, sihir yapanlar da iman etmişti.
Kelde isimli kâfir, kılıcı ile hücum edince Peygamberimiz A.S. elindeki Kadip isimli asâsını onun üzerine attı. Asâ ejderha olup o kâfire saldırdı. Efendimiz tekrar eline aldığında eski hâline döndü. Bu mübârek asâda bir çok kerametler olmakla beraber Uhud harbinde Zülfikâr isimli kılıca döndüğü de rivâyet edilmiştir. (S. 60)
* Davud A.S. Câlût isimli kâfirle muharebe ederken civarındaki taşlar lisana gelip, “Ey Davud, bizi al ona at” diye seslenmişler, Davud A.S. da üç taş alarak birini Câlût’a atıp onu öldürmüştü.
Hıra dağında, bir taş lisana gelip, Resûl-i Ekrem Efendimize “Yâ Rasûlallah! Beni yanınıza lanı; ileride size mûcize olacağım” demiş; efendimiz de yanına almıştı. Dört yıl sonra Tebük harbinde bir kâfirin hücumunda o taş lisana gelip “Beni buna at” demiş, Peygamberimiz de atmış, kâfiri öldürmüştür. (S. 72)
* Süleyman A.S. geçmek istediğinde denizin suyu çekilir, yol olurdu.
Efendimiz de Habeşistan’a gönderdiği Câfer R.A. ve yanındakilere duâ buyurdu. Denize vardıklarında orasını yol olarak gördüler ve geçip gittiler. (S. 76)
* Zekeriya A.S. yetmiş Ashabıyla birlikte Tevrat’ı yazarken kâfirler, “Sen Peygamber olaydın yanındakiler gibi elinle yazmazdın” dediler. Kalem kendi kendine on iki sure yazmıştı.
Peygamberimiz S.A.V. bazı memleketlere mektup yazarken kaleme emretmiş, kalem o belde halkının lisanıyla kendi kendine mektubu yazdı, bazı müşrikler de iman ettiler. (S. 79)
* Yahya A.S., Yahudilerin hücumundan gizlenmek için bir kaya çağırdı. Oda saklanmıştı, Yahudiler oraya yaklaşınca ise, taştan oklar atılıp Yahudilerin yanaşmasına müsâade edilmemişti.
Peygamberimiz S.A.V. hicret ederken Sevr mağarasında gizlenince ve; Uhud dağındaki mağlûbiyet esnasında dağlardan, taşlardan “Yâ Rasûlallah,geliniz sizi gizleyelim” diye sesler duyulmuş ve bu sesi herkes işitmiştir. (S. 82)
* İsa A.S. mûcize olarak ölüyü diriltirdi.
Hendek muharebesinden sonra, Câbir R.A. Ashaba ziyafet vermek için bir oğlak kesmişti. Hz. Câbir’in iki oğlundan biri diğerine nasıl kesildiğini göstermek için kardeşini kesmiş, sonra da kokusundan intihar etmişti.
Son derece gizlemelerine rağmen hâdiseyi haber alan Kâinâtın Efendisi S.A.V. o iki çocuğun dirilmesine duâ buyurmuş, ikisi de uykudan uyanır gibi hayata kavuşmuştur. (S. 58)
* * *
GARP MÜTEFEKKİRLERİNDEN PEYGAMBERİMİZ HAKKINDAKİ
BEYANLARI
A.D.LAMARTINE
(Abdurrahman Öncel’in “Dünya Matbuâtın-dan Hz. Muhammed” isimli eserinden.)
*Peygamberdi, hâkimdi, hatipti, muhâripti, fikirler fâtihiydi. Dürüst itikatları ihyâ ediciydi ve nihayet din kurucusuydu.
Yirmi imparatorluk kurmuş, bir tek rûhani millet yaşatmıştı. Muhammed A.S. buydu!
*Hangi ölçüyle ölçülürse ölçülsün acaba ondan daha büyük bir insan bulunur mu?
GOETHE
*Hiç kimse Hz. Muhammed A.S.’ın prensip-lerinden daha ileri bir adım atamaz. Avrupa’ya nasip olan bütün başarılara rağmen kanunlarımız İslâm kültürüne nispetle eksiktir.
Biz Avrupa milletleri medeni imkânlarımıza rağmen Hz. Muhammed A.S.’ın son basamağına varmış olduğu merdivenin daha ilk basama-ğındayız. Şüphe yok ki, bu yarışta hiç kimse ona yetişemeyecektir.
H. M. HAITMAN
*Hz. Muhammed A.S.’ın, şahsına ve aldığı ilâhî itimadı o derece kuvvetli idi ki, felâkete mağlûbiyete uğradığı zaman aslâ sarsılmıyor, bilâkis zafer kökleştiği zamanlardakinden daha fazla kuvvetli bağlanıyordu.)
SIR BELYEM MOYER
*Muhammed A.S. akıllara durgunluk veren işler yapmıştır. Allah; Muhammed A.S.’ın yaptığı gibi kısa zamanda ruhları uyandıran, ahlâkı ihyâ eden ve insanlığın şânını yücelten bir ıslâhâtçı göndermemiştir.
MR. KARYLE
*Hz. Muhammed A.S. ehemmiyetsiz kara bir kum denizi gibi görünen bir dünya üzerine düşmüş bir kıvılcım değil midir? Fakat bu kum denizi birden bire onun sâyesinde bir barut yığını hâlene gelmiş, Delhi’den Granata’ya kadar bir alev hâlinde parlayıp gökyüzüne yükselmiştir.
Daha önce de söyledim; O büyük zât göklerde çakan şimşekler gibidir. Başka insanlar onu yanacak madde yığınları gibi beklemişler, şimşek çakınca da hep birden tutuşmuşlardır.
RAYMOND LEROUGE
*İslâm’ın müessisi Muhammed A.S. diğer bir cihetten de zamanımızın meseleleriyle alâka ve irtibat hâlindedir. Çünkü O, tarihin kaydettiği ilk içtimâî ve beynelmilel inkılâbın sâhibidir.
THEOPLULE LAVALLEE
*Muhammed A.S. Arabistan’ı medenîleştir-miştir. Çünkü; din, ahlâk, kanun ve cemiyet gibi esasların istisnâsız hepsi, hukukun kaynağı ve her türlü vazifenin menşei olan Kur’an’ın sûrelerinde tam olarak mevcuttur. İslâm cemiyetlerinin hepsi işte ondan zuhur etmiştir.
KARAMIRSKI
*Kendisine bir çok mûcizeler isnat edilmiş olmakla beraber Muhammed A.S. hiçbir zaman kendisinin bir kerâmet sahibi olduğunu iddiâ etmemiştir. Bilâkis kendisinin de bütün insanlar gibi bir insan olduğunu ve bir tek mûcizeden başka bir şey yapmadığını dâima söylemiştir. O da hakikatte en büyük mûcize olan Kur’an’ın vahiyleridir.
SHEBOL
*Muhammed A.S. insan olduğu için bütün beşeriyet muhakkak onunla iftihar eder. Çünkü O zat ümmî olmakla beraber on üç asır evvel öyle bir şeriat getirmiştir ki, biz Avrupalılar iki bin sene sonra onun kıymetini ve hakîkatini anlasak mesut olur, saâdet buluruz.
PRENS BISMARK
*Ben şunu iddiâ ediyorum ki, Muhammed A.S. mümtaz bir kuvvettir. İlâhî kudretin böyle ikinci bir vücûdu bu âleme getirmesi ihtimalden uzaktır.
*Ey Muhammed S.A.V.! senin asrında bulu-namadığımdan dolayı müteessirim. Öğretip neşrettiğin bu Kitap senin değil, ilâhîdir. Bunu inkâr etmek, mevcut ilimlerin butlanını ileri sürmek kadar gülünçtür. Beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra görmeyecektir.
Ben huzûr-u mehâbetinde kemâl-i hürmetle eğilirim.
LEON KAETANI
*Muhammed A.S. kendi zamanında kargaşa hâlinde bulunan cemiyet hayatına bir milli vahdet hissi verdi. Araplara, onların o güne kadar bilmedikleri, birbirlerine karşı hak ve vazife hissini aşıladı.
BERNARD SHAW
*Ben inanıyorum ki, Muhammed A.S.’ın benzeri, yani O’nun suretinde bir zat, bugün âleme reis olsa ve hükmetse, bu âlemin müşkülâtını halledip, bu karmakarışık âlemde umûmî selâmet ve saâdetin husulüne sebep olur.
LORD HEDLEY
*Bütün peygamberler A.S. insanlara teblî-gâtta bulunmak üzere gelmişler. Fakat bütün bu peygamberler içinde Hz. Muhammed Mustafâ’nın A.S. fevkine çıkacak biri yoktur.
İki cihan güneşi burcu saâdette iken,
Nice Mevlâ vermeye vâlideynine şerefi
Çeşm-i insaf ile bir bak kavvasa,
Alıcak dürrünü yabana atar mı sadefi
* * *
[1] Kenzül-Ummal: Ali Müttekî El-Hindî'nin eşsiz eseridir. Kütübü Sitte'nin tamamını, Beyhakî, Deylemî, Dârekutnî ve Sa'd bin Mansur Rh. A. sünenlerini Ebu Ya'lâ, Taberânî, Ahmed bin Hanbel, İbni Hibban v.s. müsnedlerini ve daha bir çok hadis kitapları toplamıştır 18 cilt Beyrut baskısı Arapça bir eserdir. 46624 hadis-i şerif bildirmiştir.
.
4. Risale: Zikir
- Ayrıntılar
- Kategori: İnce Risaleler
- Gösterim: 13640
İnsanın yaratılmasındaki hikmet ve maksat, Allah'a ibâdet etmek; hakir, zelil ve yokluktan ibaret olduğunu anlamak içindir. (M.İ.R.C. 1M. 64)
İnsanın zâtî hakikati yokluk, sırf şer ve noksanlıktan ibarettir. (M.İ.R. C.
Kötü insan nefsinin sevdiğine, hoplayıp zıplamaya hizmet ederler; iyi kişiler de Mevlâ’ya...
Saatlerce eğlence, oyun ve oyuncakla vakit kaybetmek ayıp sayılmayıp da, zikir neden ayıp oluyor?
Zikir; bir şeyi dilinde ve kalbinde hazır etmektir. Dilden söylemek avamın (câhil kimselerin) işidir, bunda unutmak olur. Kalple zikredenin zikri asla unutulmaz.
Uyurken, ölüm ânında, öldükten sonra, gece, gündüz, gizli ve açıktan zikir... bütün zaman ve mekânlarda, her hâl ü kârda, abdestli, abdestsiz, hatta büyük hadeste, yani gusül icap etmişken dahî zikir... Edep, abdestli olmaktır.
İşte bu zikir nimetine mazhar olan kişi ihlâs sahibi olduğundan, her istediğine nâil olur...
Bir zaman hâlislerden biri sıcaktan şikâyet etti, hemen yağmur yağdı.
Bazı insanlar, alafranga çalgıya, “Milli Çalgı” diyor. Nefsini ona alıştırmış, zikrin yerine onu koymuş, onu beğenmiş, sevmiş, onunla haşir neşir oluyor. “BABAN MI YAPTI, ANAN MI?”
Bir kimse diliyle ne kadar zikretse, zikir kalbe inmedikçe, huzur vermez. Dille zikir, alışmak için okumaktır. Lâkin kalp diliyle, içindeki bütün âletlerle, hatta vücûdundaki mikroplarla zikretmek, Ebrarın (İyilerin) işidir.
Hadîs-i şerif:
–Şüphesiz ki, kalpler demirin paslandığı gibi paslanır.
–Cilâsı nedir, yâ Resûlallah? sualine:
–Allahü Teâlâ’yı çok zikretmek ve Kitab-ı ilâhîyi okumaktır, buyurdular.
Tevfik ve hidâyet, lütuf ve inâyet Allahü Teâlâ’dandır.
ZİKİR
Bismillâhirrahmanirrahîm
Âlemlerin Rabb’i Allah’a hamdolsun. O’nun Resûlüne, Âl ve Ashab’na salât ü selâm olsun.
ZİKRİN FAZİLETİ (Üstünlüğü)
A.C.: “(Habîbim,) Kur’an’dan sana vahyo-lunanı oku ve namaz kıl. Muhakkak namaz fahşâ (hayasızlık)tan ve kötülükten alı kor. Allah’ı zikir ise, daha büyüktür. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebût, 45)
A.C.: “(Süleyman A.S.:) Doğrusu ben, bu malları, Rabb’imi zikretmem için severim, demiştir.” (Sâd, 32)
A.C.: “Haberiniz olsun, kalpler ancak Allah’ı zikirle mutmain olur (sükûnet bulur).” (Raad, 28)
A.C.: “Öyle adamlar var ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah’ı zikirden, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymaz. Onlar, gözlerin ve kalplerin halden hâle döndüğü günden korkarlar. (Nur, 37)
A.C.: “(Ey Kullarım!) Siz beni (tâat ve ibâdetle) anın. Ben de sizi (mağfiretimle) anayım.” (Bakara, 152)
A.C.: “Yemin olsun ki, Resûlullah, sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok zikredenler için güzel örnektir.” (Ahzab, 21)
A.C.: “Rablerinden korkanların, bu kita-bın tesirinden tüyleri ürperir, sonra derileri ve kalpleri Allah’ın zikriyle yumuşar.” (Zümer, 23)
A.C.: “Allah’ın zikriyle, müminlerin kalpleri huşû bulma zamanı gelmedi mi?” (Hadid, 16)
H.Ş.: Allah’ı zikredin. Çünkü zikir arzuya ulaşmakta sana yardımcıdır.
H.Ş.: Her halde Allah’ı zikretmek, amellerin en üstünüdür.
H.Ş.: Sözün şerefçe üstünü, zikrullahtır.
H.Ş.: Sana Allah’ı zikretmeyi tavsiye ederim. Çünkü Allah’ı zikir, sıkıntılarda sana teselli verir.
H.Ş.: Her hastalığın bir şifası var. Kalplerin şifası da Allah’ı zikretmektir. (Râmuz, 22/7)
H.Ş.: Hiç bir sadaka Allah’ı zikirden daha faziletli değildir. (Feyzülkadir, 5/415)
H.Ş.: bir saat Allah’ı zikir, seksen sene nâfile ibâdetten hayırlıdır.
H.Ş.: Allah’ın büyüklüğünü bir saat tefekkür etmek, bir gece ibadetle ayakta durmaktan hayırlıdır. (Râmuz, 255/12)
H.Ş.: Zikir Allah’tan bir nimettir. Onun şükrünü ödeyin.
H.Ş.: Sabah ve akşam Allah’ı zikretmek, Allah yolunda kılıç kırmaktan ve oluk gibi sadaka vermekten hayırlıdır. (Râmuz, 346/12)
H.Ş.: Akıp giden her şeyin bir sonu vardır. İnsanoğlunun sonu da ölümdür. Zikre devam edin. Çünkü dünyada size en kolay gelecek ve âhrette en fazla ihtiyaç duyacağınız şey zikirdir.
H.Ş.: Âdemoğlu, kendini ilâhî azaptan kurtaracak, zikirden daha kuvvetli bir amel işlememiştir. (Râmuz, 376/8)
H.Ş.: Dikkat edin! Size amellerin en hayırlısını,Rabb’imiz yanında en âlâsını, derecenizi en fazla yücelten, altın ve gümüş sadaka dağıtmaktan da hayırlı, düşmanla boyunlarınız vuruluncaya kadar cihat etmekten de faziletli olan ameli haber veriyorum. O, Allah’ı zikirdir. (Tirmizi-Hakim)
H.Ş.: İyiliği emir, kötülükten men ve Allah’ı zikirden başka, âdemoğlunun bütün ameli kendi aleyhinedir.
H.Ş.: Halkın derece itibariyle en yücesi, Allah’ı zikredenlerdir.
H.Ş.: Kâbe’yi tavaf, Safa ve Merve arasında sa’y ve şeytan taşlama gibi amellerin hepsi, Allah’ı zikir içindir.
H.Ş.: Allah’ı zikretmek, O’nu sevmenin; zikirden hoşlanmamak da, Allah’ı sevmekten mahrum olmanın alâmetidir. (Râmuz, 449/14)
H.Ş.: Hayırlılarınız, görüldüklerinde Allah’ hatırlatan kimselerdir.
H.Ş.: Amelin hayırlısı, dilin, Allah’ı zikirden yaşarmış olduğu halde dünyadan ayrılmış olmasıdır.
H.Ş.: Tenhada Allah’ zikreden, sabırla gaza eden mücâhid gibidir. (Râmuz, 285/5)
H.Ş.: Diliyle zikretmeyi çoğaltıp da, ameliyle Allah’a isyan edenin vay başına gelecekler...
H.K.: “Kulum Beni anıp, Benim ismimle dudakları kalbiyle beraber kıpırdadığında, Ben onunla beraberim.”
H.Ş.: Kıyâmet gününde Allahü Teâlâ minberler üzerinde yüzleri nurlu cemâatler getirir. Görenler imrenir. Onlar ne peygamber, ne de şehittir. Çeşitli kabile ve beldelerden olup birbirlerine muhabbet eden ve bir araya gelip Allah’ı zikredenlerdir. (Mecmaüzzevâid, 10/77)
H.Ş.: Allah’ı zikre oturan her cemaatin etrafında melekler dönüp dolaşır, onları ilâhî rahmet sarar, üzerlerine sekinet, huzur iner ve Allahü Teâlâ onları kendi katında meleklerine över. (Râmuz, 386/9)
H.Ş.: Dünyada yumuşak döşeklerde Allah’ı zikreden bir çok kavim, bu zikir sebebiyle âhiretin en yüksek derecelerine ulaşırlar.
H.Ş.: Resûlüllah S.A.V. Efendimize sırasıyla sordular. Oda cevap verdi:
–Hangi cihadın ecri daha büyük?
–Yüce Allah’ı zikredenlerin.
–Hangi oruçluların ecri daha büyük?
–Yüce Allah’ı zikredenlerin.
–Hangi namaz kılanların ecri daha büyük?
–Yüce Allah’ zikredenlerin.
–Hangi zekât verenlerin ecri daha büyük?
–Yüce Allah’ zikredenlerin.
–Hangi sadaka verenlerin ecri daha büyük?
–Yüce Allah’ı zikredenlerin.
Görüldüğü gibi, hepsine de “Yüce Allah’ı zikredenlerin” diye cevap verildi.
Kelâmın sonunda Sıddık-ı Ekber R.A., Hz. Ömer’e:
–Yâ Eba Hafs, hayrın hepsini Allah’ı zikredenler alıp gittiler, buyurmuştur. (Ahmed bin Hanbel Müsned’i, C.3, S. 438)
H.Ş.: Cömertler, zikir meclisine devam edenlerdir.
H.Ş.: Cennet bahçelerine uğradığınızda istifade ediniz. cennet bahçeleri, zikir meclisleridir. (Râmuz, 364/1)
H.Ş.: Zikredenle zikretmeyenin farkı, diri ile ölünün farkı gibidir. (Râmuz, 391/2)
H.Ş.: Şeytan âdemoğlunun kalbine hortumunu salar; zikrettiğinde çekilir, zikri unutursa, kalbini yutar.
H.Ş.: Zikir, ilme sebat ve kalbe huşû verir.
H.Ş.: Allah’ın zikrini çoğaltan, nifaktan kurtulur. (Râmuz, 408/7)
H.Ş.: Abdullah ibni Amr R.A.:
–Yâ Resûlallah! Zikir meclisinin ganimeti nedir? diye sordum. Resûlüllah S.A.V.:
–Zikir meclisinin ganimeti cennettir! buyurdu.
H.Ş.: Allahü Teâlâ buyurur:
“Ey Âdemoğlu! Kızdığın zaman Beni zikret ki, gazaplandığım zaman seni helâk olanlar arasından çıkarayım.” (Râmuz, 514/4)
* Süleyman A.S. Tâif’ten Kudüs-ü Şerife elli bin kişilik ordusunu havadan naklederken bir çiftçi:
–Yâ Âl-i Dâvud! Cenâb-ı Hak sana ne büyük saltanat ihsan etti, demişti.
Süleyman A.S. mânevî telsizle bu sözü işitip, o kimsenin yanına indi ve:
–Ey ihtiyar! Bu hâlimize taaccüp mü ettin? Senin kalbini Mevlâ’ya bağlayıp bir defa Allah demen, bu fâni saltanata bin defa bedeldir, buyurdu.
H.K.: “Ben kulumun bana olan zannı gibiyim. Beni nasıl zannederse, ona öyle muamele ederim. Kulum beni zikrettiğinde onunla beraberim. Eğer beni insanlar içinde zikrederse, ben de onu insanlardan hayırlı olan Mukarreb melekler içinde ihsan ve lütuflarımı izhar ederim.
Kulum bana bir karış yaklaşsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Kulum bana bir arşın yaklaşsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelse, ben ona koşarak varırım. (Yâni, bana yaklaşmak isteyenlere envar-ı ilâhiyemle tecelli ederim.)” (Hadîs-i Erbaîn)
Bu hadîs-i kutsîde Allahü Teâlâ, tenezzülât-ı sübhâniyesiyle kullarının anlayacağı gibi hitap buyurmuştur.
“Unuttuğun zaman Rabb’ini zikret:” (Kehf, 24) emr-i celîli, “Allah’dan gayri her şeyi unuttuğun halde zikret ki, hakîki zikir tahakkuk etsin” mânâsınadır. Bu hal, âriflerin hâli, velâyetin son mertebesi ve fenâ makamıdır...
* * *
ZİKRİN FAZÎLETİ HAKKINDA BÜYÜKLERİN BEYANLARI
*Kalbin itminan yolu Allah’ı zikirdir. Yoksa nazar ve delil getirmekle değil. Zikir sebebiyle Cenâb-ı Hak’la ünsiyet edilir, ebedî devlete erilir. (M.İ.R. K.S.)
*Sevinçli anlarında Allah’ı zikret ki, kederli zamanlarında ilâhî yardımdan unutulmayasın. (Ebü’d-Derdâ R.A. )
*Birisi Hasan-ı Basrî Rh.A.’e, kalbinin katılığından şikâyet etti. o da:
–Allah’ı zikret. Kalbi yumuşatmada zikirden üstün bir şey yoktur, dedi.
*Ebul Kasım Kuşeyrî K.S. buyurdu:
Zikir, velilik alâmeti ve hidâyet nurudur.
Zikir, niyeti ve ihlâsı kuvvetlendirir, iptidâî olan hâli, sıhhat ve selâmete götürür.
Zikir, sonsuz sefaya delildir ve maksada ulaştırır.
Hâsılı, bütün hoş hallerin başı Zikir, sonu yine Zikirdir.
ALLAH’I ZİKRETMENİN FAYDALARI
*Zikir, şeytanı kovar.
*Rahman’ı razı eder.
*Düşünce ve kederi kalpten siler.
*Kalbi ve yüzü nurlandırır.
*Rızkı artırır.
*Zikredene heybet verir.
*Allah’a yaklaştırır.
*Mârifet; mânevi duygu kapılarını açar.
*Kalbi diriltir (gafletin gitmesine sebep olur).
*Hatâları temizler. (İlâhî affa sebeptir.)
*Rabb’ini hoşnut eder.
*Gıybet ve boş sözden korur.
*Kıyâmet günü nedâmet çekmez.
*Arş’ın altında gölgelenir.
*Allah’ı unutturmaz.
*Dünyada, kabirde ve âhrette kişiye nur olur.
*Kalbi uyandırır.
*Tefrikayı önler; birliğe sebep olur.
*Kulu Allah’a sevdirir.
*Sahibini gülerek cennete götürür.
*Allah’a itâat ettirir.
*Güçlükleri kolaylaştırır.
*Cehennemle kul arasında kale olur.
*Kişiyi nifaktan korur.
*Meleklerin kendisi için istiğfarına sebep olur.
*Amellere lezzet verir.
*Bozuk hallerden uzaklaştırır.
* * *
VESÎLE, RABITA, VERÂ VE TAKVÂ HAKKINDA HADÎS- ŞERİFLER
*Allah’tan benim için vesîle (derecesini) isteyin.
*Kim deve sağacak kadar rabıta yaparsa, Allah onu cehenneme haram kılar.
*Yarın âhrette Allah’ın dostları, dünyada verâ sâhibi ve zühd ehli olan kimselerdir.
*Hayırlınız, dünyaya fazla perhizkâr, âhirete çok rağbet edeninizdir.
*Kim karnını aç tutarsa, düşüncesi büyük, kalbi ve kafası anlayışlı olur.
*Alçak gönüllü olmadıkça zâhit olamazsınız.
*Amellerin âlâsı verâ ve takvâdır.
*Allahü Teâlâ buyurdu: “Bana verâ ve takvâ sâhipleri kadar kimse yaklaşmadı.” (H. Kutsî)
*İnsanlardan ilk kaldırılacak şey huşûdur.
*Kime tavâ sıfatı nasip olursa, dünya ve âhiretin hayrıyla rızıklanmış olur.
*Resûlüllah S.A.V. kalbini işâretle: “Takvâ burada” buyurdu.
*Kim Allah’a isyandan sakınırsa, Allahü Teâlâ onu zararlı şeylerden korur.
*Kalpler Rahman olan Allah’ın iki kudret parmağı arasındadır. Onu dilediği gibi çevirir.
*Gözlerin ağlaması ve kalplerin haşyeti,ilâhî bir rahmettir.
*Senin en büyük düşmanın, iki yanın (kaşın) arasındaki nefsindir.
* * *
ZİKR-İ KESİR (Çok Zikir)
Âyet-i Kerîmeler.
A.C.: “Allah’ı çok zikredin ki, umduğunuza ulaşasınız.” (Cuma, 10)
A.C.: “...Allah’ı çok zikreden erkek ve kadınlar için Allah, mağfiret ve büyük mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzab, 35)
A.C.: “Ey İman edenler” Allah’ı çok zikredin, O’nu akşam sabah (devamlı) tesbih edin.” (Ahzab, 41-42)
Hadis-i Şerifler:
*Allah’ı çok zikredenler, derece itibariyle herkesi geçmişlerdir.
*Allah’ı çok zikret. Zirâ sen Allah’a O’nu zikretmekten daha sevimli bir şeyle gelemezsin. (Ramuz, 154/3)
*Bir kişi Resûlüllah S.A.V.’e:
–Yâ Resûlallah! Hayır kapısı çoktur; lâkin, ben ihtiyarım, hepsini işlemeye gücüm yetmez. Bana bir amel târif buyur,hem bedenime ağır gelmesin, hem de bütün hayırları işlemiş olayım, dedi. Peygamberimiz:
–Zikre devam et, tâ ki, dilin yaşlığı kurumasın, buyurdu.
*Allahü Teâlâ Musa A.S.’a:
–Ey Musâ! Ben, Beni zikredenle yan yana oturur gibiyim, buyurdu.
Musâ A.S.:
–Yâ Rabb’î bana çok nîmetler verdin; sana nasıl şükredeyim? niyazında bulundu.
–Beni çok zikret, şükretmiş olursun.
–Yâ Rabb’î seni nasıl çok zikredeyim?
–Öyle zikret ki, dilinin yaşlığı kurumasın.
–Yâ Rabb’î abdestsiz ve cünüp olduğum zamanlarda ne yapayım?
–Öyle de olsa zikre devam et, buyurdu. (Râmuz, 156/1)
*Allah’ı zikretmeyi çoğaltınız, o kadar ki, münâfıklar size mecnun diyeler. (Râmuz, 80/9)
Büyüklerin sözleri:
*Zikr-i kesirden murat, Cenâb-ı Hakk’ı hiç unutmamaktır. (İmam-ı Mücâhid Rh.A.)
*Bazı büyüklere göre zikr-i kesir, kalp ile zikirdir. Bu hususta: “Kalb lisanıyla bir defa ALLAH demek, bütün ins ü cinnin ameline bedeldir,” buyurmuşlar. Şu halde iman ehline lâzım olan, her halde zikr-i ilâhîden gaflet etmeyip cümle vakitleri zikirle geçirmektir.
Neden Zikr-i Kesir?
Çalgılar, şiirler, şarkılar vesâire bir defa söylemek kâfi gelmiyor da, kâinâtı yoktan var eden Allahü Azîmüşşân’ı bir defa zikretmek kâfi mi?..
* * *
ZİKİR VE MUHABBET
A.C.: “Siz beni zikredin, Ben de sizi zikredeyim.” (Bakara,152) âyet-i celîlesi, “Siz Beni sevin,Ben de sizi seveyim,,” taktirindedir. Cenâb-ı Hak, âyet-i celîlenin delâleti olan Zikr-i Kesir’le muhabbeti vâcip kıldı. Resûlüllah S.A.V.:
“Kişi sevdiğini çok anar,” buyurmuştur.
A.C.: “Yakında bir kavim gelecek, onlar Allah’ı, Allah da onları sevecek,” (Mâide, 54) âyet-i celîlesi de Allah’ı çok zikredenlere işârettir. Çünkü sevginin kökü Mevlâ’dandır. O, ezelde iman sahiplerini seviyor. İman ise, Cenâb-ı Hakk’ın zâtını, sıfatının, esmâsının nûrudur da ondan... Mevlâ, zâtına muhabbet ediyor...
* * *
ZİKİR YAPILACAK ZAMANLAR VE ZİKRİN NEVİLERİ
Âyet-i Celîle Meâli:
“Tam akıl sâhipleri, Allahü Teâlâ’yı ayakta, otururken ve yatarken (daima) zikrederler.” (Âl-i İmran, 191)
Hadîs-i şerifler:
*Zikrin hayırlısı hafî (gizli), rızkın hayırlısı kâfi olanıdır. (Râmuz, 281/16)
Günün evvelinde Allah’ı zikre ve namazlarınıza devam edin. Zirâ o vakitte Allahü Teâlâ amellere kat kat sevap ihsan eder.
*EY İnsanlar! Her hal ve hareketinizde Allahü Teâlâ’yı zikrediniz.
*Allahü Teâlâ’nın kuluna en yakın zamanı, gecenin ortasından sonraki zamandır. O saatlerde Allah’ı zikredenlerden olabilirsen, durma ol!
*Allah’ı zikr-i hâmil ile zikret. (Râmuz, 67/2) (Zikr-i hâmil, gizli zikirdir.)
Cenâb-ı Hak kullarına, neye ehilse onunla zikretmeyi emreder.
Zikir; Zât-ı İlâhînin ismiyle ALLAH ALLAH diyerek;
Tehlil ile: LÂ İLÂHE İLLALLAH... diyerek;
Tesbih ve Tahmid ile: Sübhânallahi velhamdü lillâhi velâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Velâ havle velâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil azîm, diyerek olur.
Bu tesbihten, abdestsiz ve gusül icap eden halde dahî men olunmuyor...
Edep, abdestli olmak...
Kur’an okumak da zikirdir. Çünkü her an ve her yerde kula imdat eden, Kitabımız Kur’andır.
Hadîs-i şerifte: “En büyük zikir, kur’an okumaktır,” buyuruldu.
Namaz ve diğer ibâdetler de zikirdir.
Zikir, vâcip olsun, müstahap olsun... bir vakte mahsus değildir. Temiz vicdan sâhibi olan kul, her an Allah’ın zikriyle mükelleftir.
* * *
ALLAH’I ZİKİRDEN GAFLET ETMENİN SONU
Âyet-i Celîle Mealleri:
“Kim zikrimden (Kitap ve Resûlüm’den) yüz çevirirse, ona (dünyada) geçim sıkıntısı vardır. (Kabir darlığı, kalp sıkıntısı da denilmiş.) (Tâhâ, 124)
“Zâlimlerin pişmanlıktan iki elini ısırdığı o günde «Ne olurdu, bende o peygamberle bir kurtuluş yolu edineydim! Yazıklar olsun bana; keşke filânı dost edinmeseydim. Vallahi beni o saptırdı ve Allah’ı zikretmekten alıkoydu,» diyecekler.” (Furkan, 27-28-29-)
“Şüphesiz şeytan içki ve kumarla aranıza kin sokmak, sizi Allah’ı zikretmekten ve namaz kılmaktan alıkoymak ister. Bunlara son vermeyecek misiniz? (Mâide, 91)
“Kalpleri Allah’ın zikrinden mahrum kalıp katılaşmış olanlara yazıklar olsun.” (Zümer, 22)
“Rahman olan Allah’ı zikretmeyi görmezlikten gelene, yanından ayrılmayacak bir şeytanı arkadaş verir.” (Zuhruf, 36)
“Şeytan onları hükmü altına alıp, Allah’ı zikretmeyi unutturmuştur. İşte onlar şeytanın askerleridir.” (Mücâdele, 19)
“Kim Rabb’ini zikretmekten yüz çevirirse, Rabb’i onu gittikçe artan bir azaba uğratır.” (Cin, 17)
Hadîs-i şerifler:
“Kişi kendisine, Allah’ın zikrini kerih görmekten daha şiddetli düşmanlık edemez.”
Zirâ, insan ibâdetten, zikir ve İslâm ahlâkından mahrum kalınca, gaflete mağlup olur, evlâd ü iyâlini unutur, iki âlemde perişan olur.
* * *
Mühim Bir Hâdise:
Rize’nin bir mahallesinde ölüm döşeğinde yatan Hasan ağa, oğluna:
–Görüyorsun ben gidiciyim, baş ucuma otur da Kur’an oku, der.
Aldığı cevap:
–Babacığım ben onu bilmem, sen bana Kur’an değil, tulum, zurna çalmayı öğrettin, istersen sana zurna çalayım! demiştir. Anlayan anlar.
Evrâd ü ezkârdan uzak olanın âkıbeti bu...
Allahü Teâlâ’yı zikretmek, ilâhî rızaya ulaşmağa en kısa yoldur.
İbni Abbas R.A.: “Cenâb-ı Hak, kullarına farz kıldığı ibâdetleri bir hudutla tâyin etti, özür hâlinde özrünü kabul buyurup vaktini genişletti. Fakat zikr-i ilâhî için bir hudut koymadı. Aklı özürlü olanlardan başka kimseyi zikri terk etmekte ma’zür görmedi ve mümkün olan her halde zikretmeyi emir buyurdu.”
“Ey İnsan! Nimet ve iyiliklerden sana gelenler, Allahü Teâlâ’nın lütf ü kereminden; belâ ve sıkıntılar da nefsinin amelindendir.” (Nisâ, 79)
Zamanın değişmesinden, yârânın cefasından şikâyet etme! Cümlesi işlemiş olduğun günahların karşılığıdır. Merkebin aksilik etmesi, fârenin ziyan vermesi de senin günahlarındandır.
Namaz cemâatini kaçıran kişiyi o ilâhî sofradan mahrum eden de günahlarıdır. Gafletten kurtulup selâmet bulmak, ancak zikir ve ibâdetle elde edilir.
Musîbetler, Allah’ı unutanları hakka dâvet ve nûra hidâyet içindir. Allahü Teâlâ iptilâ, yokluk ve sıkıntının hepsini hidâyete, nûra dâvet için verir.
Zamanımızda yokluk ve pahalılıktan şikâyet ediliyor. Halbuki bugün en pahalı şey imandır. (Ebu’l- Fârûk K.S.)
Malzemesi ne kadar iyi olsa da, kalaysız kapta pişen yemek heder olur. Nursuz gönülle yapılan ibâdet de öyledir.
Hikâye:
Tüccarın biri, oğlunu Fransa’da okutur. Tahsilden sonra bir otel ve büyük sermaye verir. Ancak mânen boş bırakıldığı için, içkiye müptelâ olup: “Servet saâdet vermiyormuş, gönül darlığına ilâç yok mu?...” diye feryat ederek intihar etmiştir.
Hikâye:
Karadeniz’de sefer yapan bir gemide, genç telsizci, “Off” diye inleyince, Hıristiyan turist kadın:
–Ne oldu sana? Suâline: “Rûhum sıkılıyor” deyince, cevabı: “Bey, sen hiçbir dine hizmet etmiyorsun. Dayanacağın yer yok. Bu dertten kurtulman kabil değil...” demiştir.
Avrupa ve Amerika’da uyuşturucu müptelâlarını o hâle düşüren de ibâdet nurundan mahrum olan gönüllerin darlığıdır.
İnsana zarardan beri olmak, huzur içinde yaşamak için, ilâhî hükümlere uymakla lâzımdır. Cenâb-ı Hak: “Muhakkak Ben Allah’ım. Benden başka ibâdete müstahak kimse yoktur. Bana ibadet ve kulluk ediniz.” (Tâhâ, 14) âyet-i celîlesi ile kulluğun icâbı olan ibâdeti vâcip kılmıştır.
İbâdetle nefsini terbiye etmek,insanı iki cihanda izzet sâhibi eder; tâat nurundan mahrum kalmak da, zillete sebeptir.
Allahü Teâlâ cümlemizi Zât-ı İlâhîsine tâatte dâim olan hakiki kulların zümresine ilhak eylesin
Bihürmeti Seyyidil Mürselîn S.A.V.
.
5. Risale: İslam ve Namaz
- Ayrıntılar
- Kategori: İnce Risaleler
- Gösterim: 13468
Her Müslüman bâliğ olduktan sonra, diğer vecibelerle birlikte beş vakit namazı vaktinde kılmak mecburiyetindedir.
Cenab-ı Hak, her Müslüman’ı, Kur'an-ı Kerim'in ellibeş yerinde yalnız namazla, otuzüç yerinde de zekâtla birlikte namazla emretmiştir.
Namaz hakkında emrin bu kadar çok tekrar edilmesi, onun faziletine ve sevabının fazlalığına işâret olduğu gibi, namazı terk edene cezânın da ağır olduğuna delâlet eder.
Fahr-i Kâinât Efendimiz S.A.V.:
"Kıyâmet gününde kulun en evvel sorguya çekileceği şey namazdır", buyur-muş, namaz hesabını tam verenlerin, diğerlerini de kolay vereceğini, namaz hesabında zorlananların diğer hesapları da zor olacağını bildirmiştir.
Bütün fıkıh kitaplarında, namazı vaktinde kılıp kazaya bırakmaktan sakınmaya dair sayfalar dolusu yazılar vardır. Öyle ki insan bir vakit namazı yerine milyonlarca lira sadaka verse veya birinin bir rekât namazı yerine bir başkası bin rekât namaz kılsa, namaz borçlusu olan şahıs bunlarla mes'ûliyetten kurtulmaz.
Bu itibarla, "Mustafa Reşid Râşid Tâzifî Hz.'nin yazıp, Muhammed Bedreddin Galâyinî'nin yeniden bastırdığı "TÂRİK-İ SALÂT OLMAKTAN MÜSLÜMANLARI SAKINDIRMA VE NAMAZI TERK ETMENİN HARAM OLDUĞU"na dâir risâlesi, Müslümanların istifâde etmesi için tercüme dilmiştir.
Muvaffak kılan ve doğru yola hidâyet buyuran ancak Allahü Teâlâ'dır.
YAYINEVİ
TENBİH
Ey mü'min erkek ve imanlı kadınlar! Allahü Teâlâ bizi boş yere akıp giden bir su gibi faydasız kalasınız diye yaratmamış, başıboş da bırakmamıştır; bunu kat'î olarak bilesiniz.
Mevlâ'mız kullarına öğüt vermek üzere: "Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben onlardan rızk ve yemek istemiyorum. Şüphesiz rızkı veren ve çetin kuvvet sahibi olan Allahü Teâlâ'dır", (S. Zâriyât 56-58) buyurdu.
Yani: "Siz benim emrettiğim ve sevgili Resûlüm Muhammed Mustafa'nın diliyle sizi mükellef tuttuğum işleri yapınız; rızkınıza ben kefilim, onu içinize sindirerek yiyiniz..."
Ey vâcip olan ibâdetleri edâda unutkanlık gösteren gafil! Gafletinden uyan, sarhoşluktan ayıl; ölümün yakın olduğunu ve hesaba çekilmek üzere Mevlâ'nın huzûrunda duracağını iyi bil!
Allahü Teâlâ buyurdu:
* Onları hapsedin. Çünkü onlar sorumludur. (S. Sâffât 24)
* Kimin de tartıları (sevabı) hafif gelirse, onun anası (varacağı yer) HÂVİYE'dir. O (Hâviye)nin durumunu sana kim bildi-rebilir? O, şiddetle kızdırılmış, yakıcı ateştir. (S. Kaaria 8-11)
Baş aşağı ateşe atılacak olan kimdir? Ve mizanda (ameller) nasıl ağır gelir?... Düşünmek lâzımdır...
Kul, içerisinde şüphe, şirk ve zulüm bulunmayan tevhid inancını sağlamlaştırdıktan sonra, sâlih amelinden daha değerli bir şey bulamaz. Sâlih amellerin de faziletçe en üstünü, farzları edâ etmek ve Allahü Teâlâ'nın haram kıldığı şeylerden sakınmaktır.
Allahü Teâlâ bazı ilim erbâbına yazmak ve Ümmet-i Muhammed'den nâsibi olanlara sunmakla ikram etmiştir. Zira bu, kullara, Rab'lerine dönmeyi hatırlatır ve kaçırdıkları fırsatları kazandırır. Muhakkak zaman kısa. Allahü Teâlâ da amellerimizi görmektedir.
Ey mü'min erkek ve kadınlar! Ben bu risâleyi sizler için seçtim. Allah, bunun basılmasında cömertçe hareket eden, (büyük gayret gösteren) oğluna, âlim ve ilmiyle âmil (bu risâlenin müellifi) babasına, mükâfâtın hayırlısını ihsan etsin. Ayrıca, risâlenin basılması için para harcayan kimseyi de mükâfâtlandırıp, sarf ettiğinin karşılığını kat kat ziyâdesiyle ihsan buyursun!
(Ey okuyucu!) Sen de düşün ve etraflıca incele; oku; nefsini hesaba çek. Namazını vakitleri içinde kıl ve geçmiş namazlarını da kaza et! Sonra, bu katibi oğluna, kızına, komşularına, dostlarına ver ve onlara (okumalarını) öğütle. Çünkü, "Nasihat mü'minlere menfa-atlidir"... (S. Zâriyât 55) buyuruluyor.
Muhammed Bedreddin El-Galâyinî
MÜELLİFİN ÖNSÖZÜ
İtâat ve ibâdet ehline inâyetini ihsan eden, onları rahmetiyle sevk ve idâreyle bir araya getiren, emrine uymayanları ve mü'minlerden hevâsına tâbî olup da sapanları azabıyla korkutan yüce Allah'a hamd olsun.
Dünyâ halkının efendisi ve âhiret ehlinin rehberi bulunan, "Onlarla bizim aramızdaki fark namazdır. Kim namazı terk ederse inkâra saplanır",[1] buyuran Muhammed A.S.'a, O'nun Eshâb'ına, yardımcılarına ve temiz âile efrâdına kıyâmete kadar salât ü selâm olsun.
Bu hadis-i şerif, namazı hor görüp de terk edenin küfre gireceğini beyan eder.
Aczini kabul eden bu fakir kul; Mustafa Reşid Râşid Tâzifî[2] Halebî (Besmele, Hamd ve Salât ü Selâm'dan sonra) şöyle der:
1375 senesinde "Namazı terk etmenin haram olduğu", bahsini okuturken, din gayreti bulunan kardeşlerimden biri bana kendisini ve Allahü Teâlâ'nın hayra eriştirmeyi murat ettiği kimseler tarafından bastırılmak üzere, bu mevzûda bir risâle yazmamı istedi. Ben de, her ne kadar bu sâhanın eri değilsem de, Allah'ın yardımına güvenip kabûl ettim ve hacimde küçük, faydası büyük olacağını ümit ettiğim bir risâle hazırladım.
Risâlemiz, namazı terk etmenin haramlığına dâir, Allahü Teâlâ'nın kelâmından, Rasû-lüllah’ın hadislerinden, Sahâbenin kelâmlarından ve dînî hükümlerde beyanlarına güvenilen âlimlerin sözlerinden meydana getirilmiştir.
Muvaffakiyet ancak Allah'ın yardımıyladır. O, bana kâfîdir.
Mustafa Reşid Râşid Tâzifî
İSLÂM VE NAMAZ
Bismillâhirrahmânirrahîm
Elhamdü lillâhi Rabb’il-âlemîn. Vessalâtü vesselâmü alâ rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve eshâbihî ecmeîn.
Ey Müslüman! Sana ne kadar mihnet indi ve başına ibretli nice hâdiseler geldi. Buna rağmen sen, hâlâ Allah'tan gayri ile meşgul olmakta ve gafil bulunmaktasın.
Şunu bil ki, namazı terk etmekle Mevlâ'ya ibâdet ve itâati terk etmiş oluyorsun. İslâm bir yolda sen başka bir yolda sabahladın. Ne zamâna kadar namazı (bu kutsî vazîfeyi) ihmâl edeceksin?..
Namaz, dinin direği, İslâm'ın temeli, zaferin sırrı, kurtuluşun esâsı, Müslümanlar üzerine Allah'ın emânetidir. Halbuki sen, ona dikkat göstermeyip zâyî ediyorsun veyâ onu vaktinin dışına çıkarıyorsun. Bu davranışın dîni küçümsemek mi, yoksa terk ve te'hirindeki azâbı bildiren ilâhî hükümlere inanmadığından mı?
Eğer böyleyse; namazın dindeki ehemmi-yetini Allah ve Resûlünün beyanlarından, imamlarımızın sözlerinden dinle de, namazı terk edenin Allah'ın ve Resûlünün himâye-sinden uzaklaştığını öğren!
Namazı terk etmeğe; ancak isyanı ilerlemiş, pişmanlığı uzamış ticâreti zarar etmiş kimseler cesâret ederler...
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allahü Teâlâ Kitâb-ı Kerîm'inde buyuruyor:
* Namaz mü'minler üzerine vakitleri belli bir farzdır. (S. Nisâ Å. 103)
* Namazlara ve orta namaza vaktinde devam edin. Allah'ın divanına huşu ve tâatle durun. (S. Bakara Å. 238)
* Veyl, namaz kılanlar içindir ki, onlar namazlarından gafillerdir. (S. Mâûn Â. 4-5)
Atâ bin Yâser: "VEYL", cehennem içinde öyle bir deredir ki, onun içine dağlar bırakılsa harâretinden elbette erir", demiştir.
Hasan-ı Basrî Hz.'ne: Veyl o namaz kılan (münâfık)ların hâline ki, onlar namazlarından gafildirler", meâlindeki âyet-i celîleden sorulduğunda O:
"Vakti çıkıncaya kadar namazdan gaflet edendir", dedi.
Veheb Bin Münebbih K.S. buyurdu: "Hayret edilecek şey, insan cesedi ölen kişiler için ağlar da, kalbi ölen şahıs için ağlamazlar. Halbuki kalbin gaflet sebebiyle ölmesi, cesedin ölümünden şiddetlidir..."
İnsanlar namaz işinde bâzı tabakalara ayrılmışlardır:
Bir kısmı, namazı kabûl etmeyenler. Onların varacağı yer, SAKAR adlı cehen-nemdir. Çünkü Allahü Teâlâ âyet-i kerîmede:
"Sizi Sakar adlı cehenneme sokan nedir? diye sorulduğunda, günahkârlar; «Biz namaz kılanlardan değildir...» derler" buyuruluyor (S. Müddessir âyet 42-43)
Başka bir tabaka: Namaz Allah'ın emri olduğunu kabûl eder, fakat kılmaz. Bunların cezâları hüsran ve ümitsizliktir.
Bir başka tabaka: Namazı bazen vaktinde kılan, bazen (dünyâya düşkün olanlar gibi) vaktinden sonraya tehir eden ve ona tam alâka göstermeyenlerdir. Onlar, vakit çıkar da namazı akıllarına getirmezler. Bu hal defâlarca tekerrür eder, onlar da hiç pişmanlık duymadan bu hâli devam ettirirler. Hiç uyumamış gibi, uykuya dalar, sabah namazlarını ya uykuda geçirir kılmazlar, ya da gün doğunca kılarlar.
Ubâde Bin Sâmit R.A.’den: Resûlullah S.A.V. bana yedi tavsiyede bulundu. Bunlardan biri: "Parça parça doğranılsanız da, ateşte yakılsanız da, (îdam edilip) asılsanız da sakın Allah'a eş koşmayınız. Kasten ve bilerek namazı terk etmeyiniz. Kim bilerek namazı terk ederse, muhakkak İslâm milletinden dışarı çıkmıştır".[3]
Allahü Teâlâ âyet-i kerîmesinde şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Ne mallarınız ne de evlâtlarınız sizi Allah'ı zikretmekten alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar zarara uğrayanlardır". (S. Münâfikûn Âyet:9)
Bazı müfessirler "Âyet-i kerîmedeki Zikir'-den murat namazdır" ve "Kim, mal, alışveriş, san'at veyâ çocuğu ile meşgul olur da, namazdan gaflet ederse ziyan eder, felâkete düşenlerden olur" demişler.
İmam-ı Şâfiî Hz:
- "Namazı ilk vakti içinde edâ etmek, onu koruma gayretinden doğar. Zira kişi, namazı geciktirdiğinde kendisine unutkanlık gelir" demiştir.
Ey namazı terk eden kimse! Sana yazıklar olsun, dünyâ işini genişletmek için zahmet çekersin ve kendin gibi bir insanın rızâsı için koşarsın da, yüce Allah'ın emrettiği ve ateşten kurtuluş vesilesi olan namazı terk edersin! Hadis-i şerifte: "Kim ikindi namazını geciktirirse bütün ehl-i iyâlini ve malını kaybetmiş gibidir" buyurdu. (Buhârî Müslim)
H.Ş.: "Namaz, dinin direğidir; kim onu doğru kılarsa, dîni ayakta tutmuştur. Kim terk ederse dîni yıkmış(çasına günah işlememiş)tir". (Ebû Naîm)
İlimde imam olan zatlar, namazın dînin direği olduğu husûsunda birleştiler.
Peygamberimiz S.A.V. hadis-i şeriflerinde:
"Kim özrü bulunmadığı halde iki namazı bir vakte toplarsa, muhakkak büyük günahların kapısına yanaşmıştır", buyuru-yorlar.[4]
Diğer hadis-i şerifler:
"Kim kasten namazı terk ederse, cehennem kapısı üzerinde "Buraya girecek olanlardan birisi de budur" diye ismi yazılır". (Ebû Naîm)
"Kim namazı kasten terk ederse muhakkak ameli yok olur", buyuruluyor. (Buhâri, Neseî, İbni Mâce)
Âyet-i kerime:
"Sonra arkalarından öyle kötü bir nesil gelir ki, namazı bırakırlar, şehvetlerine uyarlar. İşte bunlar da azgınlıklarının cezâsını çekeceklerdir"[5] buyuruluyor.
Mî'rac'da Peygamber S.A.V. Cehennemde bir kısım insanların başlarına (yüksekten) büyük kaya parçaları atıldığını gördü. Her atılışta parçalanan başları eski hâline geliyor ve yarık izi kalmıyordu:
–Yâ Cebrâil! Bunlar kimler?, dedim.
–Bunlar farz olan namazı kılmakta ağır davranan kimselerdir, dedi.
Mus'ab bin Sa'd pederine:
- "Baba! «Onlar namazlarından gâfil-lerdir» âyet-i celîlesi ne mânâyadır?" diye sordu. Babası:
-"Gaflet'ten murad, vaktin kaybedilmesidir", dedi.
NAMAZIN FAYDALARI
Hadis-i şerif:
"Kim namazına devam ederse Allah ona beş haslet ikrâm eder:
1- Ondan geçim sıkıntısını kaldırır.
2- Kabir azâbı görmez.
3- Amel defteri sağ tarafından verilir.
4- Sıratı şimşek gibi geçer.
5- Hesap sorulmadan cennete girer.
NAMAZI TERK EDENİN CEZASI
H.Ş.: Kim namazı hafife alırsa, Allahü Teâlâ o kimseyi on beş cezâ ile cezâlandırır: Altısı dünyâda, üçü ölüm ânında, üçü kabirde, üçü de kabirden kalktığında...
Dünyâda göreceği cezâlar:
1- Allahü Teâlâ onun ömründen bereketi kaldırır.
2- Yüzünden sâlihler simâsını siler, donuk ve sevimsiz olur.
3- İşlediği amellerin hiç birine ecir vermez.
4- Duâsını kabûl etmez.
5- Kuraklığa sebep olduğu için dünyâdaki mahlûkat ona buğz ederler.
6- Sâlihlerin duâsından nasip alamaz. (Allah dostlarının makbul duaları Hak dostlarına ulaşır da hasımlarına hisse verilmez...)
Ölüm anında göreceği cezâlar:
1- Zelil olarak ölür. (Meleklerden ve rûhânîlerden imdat gelmez.)
2- Aç olarak can verir. (Şiddetli açlık çeker...)
3- Susuz olarak vefat eder. (Fırat nehri başından aşsa da susuzluğu gitmez.)
Kabirdeki cezâlar:
1- Allahü Teâlâ ona kemikleri birbirine geçinceye kadar kabri daraltır.
2- Kabri ateşle doldurulur. (Gece gündüz, ateş üzerinde durur.)
3- Kabrinde ŞUCÂ-ÜL-AKRÂ denilen büyük bir ejderha ona musallat edilir. Bu ejderhanın sesi, şiddetli gök gürültüsü gibidir. Bu kimseye:
"Sabah namazını geçirdiğin için, tan yeri ağarmasından güneş batıncaya kadar; öğle namazını zâyi ettiğin için, öğleden ikindiye kadar; ikindi namazını terk ettiğin için, ikindiden akşama kadar; akşam namazını zâyî ettiğin için, akşamdan yatsıya kadar; yatsı namazını geçirdiğin için, yatsıdan tan yeri ağarıncaya kadar seni dövmemi Rabb’im bana emretti" der...
Ona her darbe indirişinde, yerin yetmiş arşın içine girer. Sonra ejder, tırnaklarını yerin altına sokarak onu çıkarır, tekrar vurur. Böylece tâ kıyâmete kadar azap görür.
Kıyâmet günü isâbet edecek cezâlar:
1- Allah o kimseye bir vazîfeli musallat eder de onu yüzüstü sürükleyerek cehenneme atar.
2- Hesap vaktinde Allah ona gazaplı olarak nazar eder.
3- Allah Teâlâ onu şiddetli bir şekilde hesâba çeker ve onu cehenneme götürmelerini emreder.[6]
Diğer rivâyet:
Kıyâmet günü, namazı terk eden kişi, yüzüne üç satır yazı yazılmış olara getirilir.
Birinci satırda: Ey Allah'ın hakkını zâyî eden,
İkinci satırda: Ey Allah'ın gazabına uğrayan,
Üçüncü satırda: Dünyâda Allah'ın hakkını zâyî ettiğin gibi, Allah da seni zâyî edecek! Bugün sen Allah'ın rahmetinden mahrumsun, diye yazılmıştır. (İbni Hacer-Zevâcir)
H.Ş. Kıyâmet günü yüzü ilk defâ karara-cak olanlar namazı terk edenlerdir. Cehennemde LEMLEM isimli bir vâdî var. orada her biri deve boynu kalınlığında yılanlar bulunur. Uzunluğu bir aylık mesâfe olan bu yılanlar, namazı terk eden kimseleri sokarlar. Öyle ki onun zehri vücudunun içinde yetmiş sene kaynar, sonra etini pişirir.[7]
İmam-ı Şârânî K.S. Uhûd-u Muhamme-diyye adlı eserinde bildirmiş:
Resûlullah S.A.V. namazı terk eden köylülere ve diğer câhillere, beş vakit namazın fazîleti hakkında gelen âyet ve hadisleri ve namaza devam edenlerin üstünlüğünü anlatmamız için bizden ahit aldı. Halbuki, âlimler ve ilim talep eden talebeler bu hususta gaflet ederler. Sen onlardan birini, namazı terk eden oğlu, karısı, hizmetçisi ve başka birisiyle berâber görürsün. Güler ve eğlenir, yanında çalıştırır; fakat kendilerine namazı terk etmenin günahı ve vaktinde edâ etmenin sevâbı hakkında bir söylemezler! Bu hâl dîni yıkan şeylerdendir.
Ey kardeşim! Muhkem din emirlerini herkese açıkla! Aksi halde sen, kendileriyle cehennem tutuşturulanlardan ikincisi olursun ve orada beraber bulunursun.
Aziz kardeşim! Şunu iyi bil ki, âilece namaz kılanlar için her mekândan belâlar kaldırılır, halkı namazı terk eden beldelere de belâlar yağar...
İkaz:
Namazı özürsüz olarak terk etmek, helâk edici büyük cürümdür.
İbni Hazm: "Ben şerîat kitaplarında Allah'a şirk cürümünden sonra, namazı terk etmenin, bir de haksız yere bir mü'mini öldürmenin günahından büyük günah görmedim" demiş.
El-Kâbânî "Takrir" adlı eserinde İbni Abdüsse-lâm'dan "Namazı kasten geçirmenin cehennem ateşinden başka kefareti yoktur”diye nakletmiş.
Tevbe eden bir Müslüman, kazâya kalan namazları vakit geçirmeden kılması vaciptir.
Ömer İbni Abdülaziz Rh.A. memur-larına yazdığı emirnâmesinde:
"Benim yanımda işlerin en ehemmiyetlisi namazdır. Kim onu muhâfaza ederse diğer ibâdetlerini daha iyi korur. Kim de zâyî ederse, diğer ibadetlerini daha çok ihmâl eder” dediler.
Bâzı ilim adamaları "Namazı terk etmek Hicrî üçüncü asırda başlamıştır", demişler...
İkaz:
Özürsüz olarak geçirdiği namazların kazasını acele etmek vâciptir. Bu kimsenin yemek, uyku gibi zarûrî şeyler dışında kalan vaktini kazâya sarf etmesi lâzımdır.
Kim kendisinde namaz sâkıt oldu diye bir hal iddiâ ederse, küfre girer...
Hanefî mezhebine göre: Hasta ayakta duramazsa, namazını oturarak kılar. Buna gücü yetmezse, başıyla îmâ eder -secdesini rükûdan fazlaca eğerek- namazını edâ eder.
Oturmaya gücü yetmezse sırtı üzerine yatar; ayaklarını kıbleye karşı uzatır (dizlerini diker ve altına yastık koyarak başını, kaldırır) ve rükû ile secde için îmâ eder.
Şâyet sağ ve sol yanı üzerine uzanarak ve yüzü kıbleye dönük halde îmâ ile kılarsa, bu da câizdir. Eğer buna da gücü yetmezse, gözü, kaşı ve kalbi ile îmâ etmeyip (iyileşince) kazâ eder.
Namazı kasten terk eden kimsenin cehennem halkından olduğunu haber veren âyet-i kerîmesinde Cenâb-ı Hak buyuruyor:
- "Sizi cehenneme sokan nedir?" Günahkârlar derler ki "Biz namaz kılanlardan değildik". (S. Müsdessir 42-43)
"Sizi cehenneme sokan nedir?" tarzındaki suâl, tahkir içindir.
H.Ş.: Kişi ile küfür ve şirk arasında namazı terk vardır. (Ahmed Bin Hanbel Cabir R.A.'den rivayet etmiştir).
H.Ş.: Emânete riâyeti bulunmayanın îmanı, temizliği olmayanın namazı, namazı olmayanın dîni yoktur. Namazın dindeki yeri, başın cesetteki yeri gibi (mühim)dir. [8]
* Kim namazı kasten terk ederse açıkca küfre girmiş olur.[9]
* Bulutlu günde namazı kılmakta acele edin. Zirâ kim namazı terk ederse küfre girmiş olur.[10]
* Kim namazı terk ederse küfre girmiş olur.[11]
İbni Abbas R.A.’e, gözü rahatsızlandığında doktor: "Tedâvi için bir kaç gün abdest almayacak, namaz kılmayacaksın" demişti. O, "Hayır bunu yapamam. Zirâ Resûlullah S.A.V. "Kim namazı terk ederse kendisine gazap etmiş olur" buyurmuştur" dedi. (Deylemî)
H.Ş.: "İslâm'ın tutamağı ve üzerine dinin kurulacak kaideler üçtür. Kim bunlardan birini terk ederse, o İslâm’ı inkâr etmiş ve kanı dökülmesini helâl kılmış olur:
1- Allah'tan başka ilâh bulunmadığına şahâdet etmek.
2- Farz olan beş vakit namazı edâ etmek.
3- Ramazan orucunu tutmaktır". (Ebû Ya'lâ, Deylemî)
Diğer rivâyet:
"Kim bunlardan birin terk ederse o şahıs Allah'ı inkâr etmiş sayılır, kendisinden ne farz kabul olunur ne de nâfile... Kanı ve malı da helâl olur."
H.Ş.: "Kasten namazı terk etme! Bir kimse namazı kasten terk ederse, muhakkak Allah ve Resûlü’nün hıfz ü himâyesi o kimseden kalmış olur.[12]
H.Ş.: "Kim namaza devam ederse, kıyâmet günü o namaz onun için nur olup, îmanına delil ve kurtuluşuna sebep olur. Kim de onu muhafaza etmez (beş vaktini kılmaz)sa kendisi için ne bir nur, ne bir delil, ne de bir kurtuluş vesîlesi yoktur. Kıyâmet günü o kimse Firavunla, Hâmân'la ve münâfıkların reisi Ubey bin Halef'le haşrolunur".[13]
Bâzı ilim adamlarından:
"Namaza devam etmeyen kişi neden âsilerle berâber haşrolunur?
- Namazı ihmâl eden kimse eğer malıyla meşgul olduğundan dolayı kılmadıysa, Karun'a benzer ve onunla birlikte haşrolunur.
- Mülkü ile uğraşır da bu yüzden namazı ihmâl ederse, Firavun'a benzer ve onunla haşrolunur.
- Vezâret (reislik) ile uğraşırken namazı terk ederse Hâmân'la birlikte haşrolunur.
- Ticâretle uğraşırken namazı geciktirir veyâ terk ederse, câhiliyet devrinde Mekke tâciri olan münâfık Übey bin Halef'le birlikte haşrolunur".
Ey gaflete dalmış kişi! Dünyâ ateşine dayanamazken, yakıtı insanlar ile taş olan bir ateşte Kaarun, Firavn, Hâmân ve Ubey bin Halef'le birlikte azap olunmanın acısına nasıl dayanacaksın?
Resûlüllah’ın "Kaarun, Firavn, Hâmân ve Ubey bin Half ile birlikte..." buyurması, îman-dan soyulma ihtimâline işârettir. Bu tehlikeli durumdan Allah'a sığınırız...
Hangi vücut dünyâ ateşinden 69 misli fazla (yakıcı) olan bir ateşe dayanabilir! Orada iri gövdeli, sert tabîatlı ve ellerinde ateşten demir sopalar bulunan melekler var. Şâyet onlarla dünya dağlarına vurulsa, dağlar parçalanır...
Namazı terk edenlerin başlarına kaynak su gibi bir şey dökülür ki, eğer onun damlası dünyâ dağları üzerine düşeydi, dağlar elbette erir ve dağılırdı...
Ey âsî kişi! Sen kendi nefsinin düşmanı mısın? Yoksa bu azâbı seviyor musun? Namazı terk etmeye nasıl cür'et ediyorsun? Kendine şefkatle bak, acı!.. Huzûr-u İlâhî'de nedâmet fayda vermez...
H.Ş.: "Allahü Teâlâ tevhid ve îmandan sonra namazdan daha sevimli bir şeyi halka farz kılmamıştır. Şâyet Allahü Teâlâ'ya namazdan daha sevimli bir iş olsaydı melekler elbette onunla ibâdette bulunurlardı. Meleklerden bir kısmı rükûda, bir kısmı secdede, bir kısmı da kıyamda ve oturur hâlde ibâdet etmekteler. Çünkü namaz yüce Allah yanında ibadetlerin en sevimlisidir". (İhyâ)
İbni Abbas R.A.'den, Resûlullah S.A.V.'in şöyle duâ buyurduğu rivâyet edilmiştir:
"Allah’ım! İçimizde şakî ve mahrum bir sınıf yaratma!". Sonra, "Biliyor musunuz, şakî ve mahrum kimlerdir?" diye sordu. Eshâ.-ı Kiram "Yâ Resûlellah, onları bize bildiriniz" dediler. Resûlü Ekrem S.A.V. "Namazı terk edenlerdir" buyurdu.
Hz. Ömer ve Ebû Hüreyre R.A.'dan Resûlullah S.A.V.'in şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur:
- Bana Cebrâil A.S. geldi ve "Oku" dedi. Ben "Neyi okuyayım?" dedim. O, "Sonra arkalarından öyle kötü bir nesil geldi ki namazı bıraktılar, şehvetlerine uydular. İşte bunlar yakında cehenneme atılacaklar" meâlindeki âyet-i celileyi oku" dedi. Ben:
- Ey Cebrâil! Benim ümmetimden de namazı zâyî edenler olur mu? dedim. O:
- Evet, âhir zamanda ümmetinden öyle insanlar gelecek ki, namazı ihmâl, vakitleri de te'hir edecekler, şehvetlerine tâbî olacaklar. Onların paraları kendilerine namazdan değerli olacak..." dedi.[14]
Bildirilmiş ki: "Melekler, sabah namazını terk edene "Ey Gafil" derler. Öğle namazını geçirene "Ey Fâsık" derler. İkindi namazını terk edene "Ey Åsî", Akşam namazını terk edene, "Ey Münkir"; Yatsı namazını terk edene "Ey Zâyî Eden" diye hitap ederler". (M. Cürcânî- Fethül-Allâm)
Peygamberimiz S.A.V. Ebû Hüreyre R.A.'e:
- "Yâ Ebâ Hüreyre! Ehl-i beytine namazı emret; Allahü Teâlâ hiç ummadığın yerden sana rızkını gönderir" buyurdu.
"Ehline ve ümmetine namazı emret. kendin de ona sebatla devam et. senden rızık istemiyoruz, seni biz rızklandıracağız. (güzel) âkibet takvâ (erbâbı)nındır" âyet-i celîlesi delildir. (S. Tâhâ Å. 132)
H.Ş.: "Cebrâil A.S. Peygamberimiz S.A.V.'e şöyle dedi:
- "Yâ Muhammed! Allahü Teâlâ namazı terk edenin orucunu, zekâtını, haccını, (nâfile) sadakasını ve sair işlerini kabûl etmez.
Yâ Muhammed A.S.! Namazı terk eden Tevrat'ta, İncil'de, Zebur'da ve Kur'an'da lânetlenmiştir. Onun üzerine her gece ve gündüzde bin lânet, bin de gazap iner. Melekler ve yedi kat gökler de ona lânet ederler.
Yâ Muhammed A.S.! Namazı terk edenin senin havzından ve şefâatinden nasibi yoktur. O, senin kâmil bir ümmetin değildir.
Yâ Muhammed! A.S.! Namazı terk eden, hastalandığında ziyâret olunmaz, cenâzesi peşinden gidilmez, onunla yiyip içilmez, oturup kalkınmaz. Onun dinine bağlılığı, emânete riâyeti yoktur. O rahmet-i ilâhîden nasipsizdir. Ve cehennemin aşağı tabakasında münâfıklarla berâber azap görecektir".
Namazı terk eden kimse lokmayı ağzına alırken, o lokma ona: "Ey Allah'ın düşmanı! Allah sana lânet etsin! Sen Allah'ın verdiği rızkı yiyorsun da onun farz kıldığı namazı neden edâ etmezsin?" der.
Namazı terk eden evinden çıktığında evi ona: "Allah yolculuğunda sana sâhip olmasın. Ehlin için de sana hayırlı halef vermesin. Sağ sâlim ehline dönmek sana nasip olmasın" der.
Namazı terk eden kişi öyle mel'undur ki, vücûdundaki elbise de ondan uzaklaşmak ister ve "Eğer Rabb’im beni mutî kılmasaydı elbette senden kaçardım ve seni çıplak bırakırdım" der.
Namazla alâkayı kesen kimse, Yahûdî gibi ölür, Hıristiyan gibi dirilir.[15]
Ey Âdemoğlu! Bu korkunç hallerin hepsi namazı terk edenlerin başına gelir.
Abdullah bin Şakîk R.A.: Resûlullah S.A.V.'in Eshab'ı, namazdan başka hiç bir amelin terkini küfür olarak görmezlerdi, demiştir. (Tirmizî)
Hz. Ali R.A.: Kim namazı kılmazsa kâfir (gibi hareket etmiş)tir, diyor. (Buhâri, İbni Ebî Şeybe Rh.A.)
İbni Abbas R.A. "Namazı terk eden kişi inkârcılık yapmıştır". (İbni Abdil-berr)
İbni Mes'ud R.A.: "Namazı terk edenin dînine saygısı yoktur". (Taberânî)
Câbir R.A.: Namazı olmayanın (kâmil bir) îmanı yoktur. Abdesti olmayanın namazı (olmadığı gibi...) (İbni abdil-berr)
"Tergîb ve Terhîb" adlı eserinde Hafız Abdülazîm Münzirî bildirmiş:
- "Sahâbe-i Kiram'dan bir topluluk ve ondan sonra (tabiînden bir cemâat) namazı vakti tamamen çıkıncaya kadar ve kasten terk eden kimsenin küfrüne zâhip olmuşlardır".
Zevâcir adlı kitabında İbni Hacer-i Haysemî şöyle demiş:
"Sahâbe ve ondan sonra gelen âlimler, namazı terk eden kimsenin küfre gitmesinde ihtilâf ettiler.
Yukarıda geçen hadis-i şeriflerde, namazı terk edenin küfrüne, şirkine, İslâm milletinden çıktığına, Allah ve Resûl'ünün hıfz ü himâyesinden uzak olduğuna, ameli bâtıl, dîni ve îmanı yok gibidir, demişler.
"Kim namazı vakti çıkıncaya kadar kasten terk ederse, kanı heder olmuş kâfir gibidir", demişler. Ömer bin Hattab, Abdurrahman İbni Avf, Muaz İbni Cebel, Ebû Hüreyre, İbni Mes'ud, Câbir bin abdullah, Ebüd-derdâ R. Anhüm gibi büyükler bunlardandır.
Eshâb'dan gayri Ahmed bin Hanbel, İshak bin Rahaveyh, Abdullah ibni Mübârek, Hakem bin Uteybe, Eyyub Sahtiyânî, İbrâhim Nebaî, Ebû Davûd-e Tayâlisî, Ebû Bekir bin Ebî Şeybe, Zühery bin Harb ve diğer imamların hepsi Rahmetullâhi Aleyhim "Namazı kasten terk edenin küfrüne ve kanı helâl olduğuna", hükmetmişlerdir.
İmam-ı Şâfiî Rh.A. ve başkaları: "Namazı terketmeyi helâl kabûl etmezse kâfir olmaz; lâkin, bir vakit namazı terk eden öldürülür" demişler... Şöyle ki: O kimseye vakti içinde namazı kılması emrolonur. Vakti çıkıncaya kadar kılmazsa tekrar hatırlatılır. Kılmamakta israr ederse kılıçla boynu vurulur".
* * *
DÖRT MEZHEBE GÖRE NAMAZI TERKETMENİN HÜKMÜ
Mezhep sâhibimiz İmam-ı Å'zam Ebu Hanîfe Rh.A.:
"Namazı terk eden, vücudundan kan çıkıncaya kadar dövülür; yine kılmazsa, namazını kılıncaya kadar hapis olunur", demiştir.
İmam-ı Mâlik Rh.A.:
Kim namazı tembellikten dolayı terk ederse, inkâr etmiş olduğu için değil, haddi gerektiren bir suç işlediği için kılıçla katlolunur. Sonra Müslümanların cenâzeleri gibi gasledilir, namazı kılınır, Müslüman kabristanına defnedilir ve mirâsı taksim olunur.
İmam-ı -Şâfiî Rh.A.:
Kim namazı -farziyetini inkâr ettiği için değil- tembellikten dolayı terk ederse, -küfre gittiği için değil, o suç haddi lâzım geldiğinden- kılıçla katlolunur.
Edâsı zarûrî olan bir tek namazı vakti dışına çıkarana bu cezâ uygulanır.
"Cuma namazını, Cuma için toplanma zamanı gelmiş ve halkı üzerine Cuma vâcip olmuş bir şehirde "Öğle namazı olarak kılacağım" diyerek, terk eden kimse için de hüküm böyledir. Katledildikten sonra yıkanır, kefenlenir, üzerine namaz kılınır, Müslüman mezarlığına defnedilir ve mirâsı taksim edilir" demiştir.
İmam-ı Hambelî Rh.A.:
Bir vakit namazı edâsı zarûrî olan vaktin dışına çıkaran kimse, küfre gittiğinden dolayı öldürülür ve üzerine mürtetlerin hükmü icrâ olunur. Yânî;
- Namazı kılınmaz. (Çünkü, mürtet üzerine namaz kılmak haramdır.)
- Malına vâris olunmaz. (Çünkü onun malı ganîmettir.)
- Yıkanması ve kefenlenmesi vâcip değildir.
- Müslüman mezarlığına defnedilmez. Leşi köpeklere ikram olunur.
- Kerih kokusu geçenlere ezâ verse de onu ibret için seyretmek lâzımdır, buyurmuş...
Şâfiî Rh.A., namazı terk edeni öldürmek câiz olması için hükümdar veyâ vekilinin namazın vakti daraldığı zaman, kılmasını istemesi ve ölümle tehdit etmesini şart görmüştür.
Hükümdar veyâ vekili, namazın vakti iyice daraldığı zaman ona: "Namazını kıl! Eğer bu ibâdeti edâ edersen seni bırakırım, şâyet kılmazsan seni öldürürüm" demesine rağmen namazını vakit dışına çıkarır ve kılmazsa katledilir.
Öldürülecek kimseye önce tevbe etmesini teklif etmek mendüptür. Vâcip de denilmiş...
Bâzıları: Üç gün mühlet verilir. Eğer tevbe ederse (namazını kılarsa) serbest bırakılır, aksi halde boynu vurulur dediler. Şayet öldürüleceği sırada, "Namazı evde kılmıştım" derse veyâ böyle bir özür beyan ederse öldürülmez, denilmiş.
Şâfiî âlimlerinden, Nevevî Rh.A.
- Namazı terk eden kimse "Unutmuşum" veyâ "Su bulamadım", veyâ Üzerimde pislik bulunduğu için kılamadım", gibi özür beyan etse öldürülmez, diyor.
İbni İmad TEVFİK’IL-AHKÂM adlı kitabında bildirmiş:
"Müslüman bir erkek gayrimüslim (kitâbî) bir kadını kendi şeriatine uygun olarak nikâhlayabilir. Tembellikten dolayı namazı terk eden Müslüman bir kadını nikâhlayamaz. Hıristiyan veyâ Yahudi bir gayri-müslimin nikâhı daha elverişlidir. Çünkü o Müslüman kadın, namaz kılmamakta ısrar ederse, Ahmed bin Hambel'in mezhebine göre mürtettir, nikâhı mahzurlu; zimmî kadının nikâhı cevâzında ise ittifak vardır.
İkaz:
Bir kimse İslâm alâmetlerinden ve erkânından olduğuna inandığı halde tembellik sebebiyle namazını terk ederse, yukarıdaki açıklamalara göre küfre nispet edilmesinde ihtilâf var. Lâkin ibâdeti hor gördüğü için terk ederse, âlimlerden hiç biri, küfründe ve kanı mubah olmasında tereddüt etmemişlerdir. Bu kişi, her ne kadar Müslümanlığını açığa koysa ve İslâmî bir hüviyet taşısa, İslâm dîni ve Müslümanlar adına müdâfaalarda bulunsa, onların mallarını ve vatanlarını korumuş olsa da, hüküm budur...
Zîra, Rasûlüllah S.A.V.: "Allahü Teâlâ İslâm’ı îman ehli olmayan adamla da teyit eder", buyurmuştur. (Taberânî, İbni Ömer R.A.'dan rivayet etmiştir.)
Kezâ: "Allahü Teâlâ'nın dâvetçisi bulunan müezzinin dâvetini işiten ve felâha çağırdığı halde dâvete icâbet etmeyen kimse, felâhtan uzaklaşmış, küfre ve nifâka saplanmıştır" hükmü bildirilmiş. [16]
Ebû Hüreyre R.A. buyuruyor:
- "Âdemoğlunun kulağına erimiş kurşun dökülmesi, namaza dâvet için okunan ezânı duyup da gitmemekten daha ehvendir".
Resûlullah Efendimiz "Cemâatle namaza devam eden birini gördüğünüzde onun îmânına şâhitlik ediniz", buyurmuştur. (İ. Ahmed, Dârimî, Tirmizî)
Âyet-i kerimede: "Allah'ın mescitlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe iman eden, namazı doğru kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar ederler, buyuruluyor. (Tevbe, 18)
Aziz Müslüman!
Allah muvaffakiyetler versin ve doğru yola hidâyet buyursun! Kadınlarınıza namazı emretmeniz ve ona devam etmelerini tembih etmeniz, üzerimize vâciptir. Bunu kat'î olarak biliniz. Zîrâ onlar sizin yanınızda emânettir.
Allahü Teâlâ buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah'a ve peygamberine ihanet etmeyin, siz kendiniz bilerek kendi emanetlerinize ihanet eder misiniz?.. (S. Enfâl 27)
Kim hanımına namaz kılmasını söylemez (veya öğretmezse) Allah ve Rasûlü'ne isyan etmiş ve Allah'tan gelecek cezâyı hak etmiştir. Çünkü bu şahıs Allahü Teâlâ'nın "Ehline (ve ümmetine) namazı emret, kendin de ona devam et. Biz senden rızk istemiyoruz, seni biz rızıklandırırız. (güzel) âkibet takvâ sahiplerinedir.. (S. Tâhâ 132) fermân-ı izzetini unutmuştur.
Dînine uymayan kadında ne hayır umulur? Karısına, kızına, kız kardeşine namazı emretmeyen erkekten ne beklenir? Çünkü bunlar lânetlenmiş ve rahmet-i ilâhiden kovulmuştur.
Kadın kocasına itâat etmezse, ondan ayrılsın. Çünkü o Allah ve Resûlü'ne isyan etmiştir.
Kadının velisi de onun kocasını bu hususta uyarmazsa Allah'ın gazabına uğrar ve ateşi hak eder.
Abdullah Haddad K.S. Nesâyih-üd-dîniyye adlı kitabında bildirilmiş:
- "Namaza devam etmek üzerine vâciptir. onu geciktirmek sana haramdır. Bir de; ehline, evlâdına ve velisi bulunduğun her şahsa namazı doğru kılmaları için şiddet göster, bu hususta mâzeret tanıma. İtâat etmeyeni tehdit et. Ona malını helâk etmesinden daha şiddetli bir öfke göster. Eğer böyle yapmazsan Allah'ın hakkı olan namaza ihânet etmiş olursun.
Eğer kabul etmezse, onu kendinden uzaklaştır. Çünkü onda hayır yoktur.
Bir kimseye, ehlini namazdan uzak tutup, yalnız kendisinin namaz kılması kâfî gelmez. Karısına, çocuklarına, anne ve babasına, idâresi altında olanlara, vakitleri içinde namazlarını kılmaları, yumuşak sözle, nasîhat yoluyla söylenmesi vâciptir. Yapmazlarsa, şiddet gösterir. Çünkü Allahü Teâlâ'nın "Ehline namazı emret" âyet-i celîlesiyle (Sûre-i Tâhâ 132) "Ey iman edenler! Kendinizi ve âilelerinizi ateşten koruyunuz", (Sûre-i Tahrim 6) hükmünü edâ etmek vâciptir.
Ey Müslüman! Yukarıda beyan edilen-lerden sonra orucu ve haccı zâyî etmen, zekâtı vermemen ive anamazı terk etmekle Müslüman olduğunu iddiâ etmen doğru olur mu?
Senin için sâlih amellerden geriye bir şey kalmadığına göre, İslâmiyet’ten nasip olarak sana ne kalır?..
Ey Müslüman! Gafletten uyan! Kıymetli ömrünü zâyî ettiğine tasalan! Mevlâ'ya dönüş yapan kimsenin yoluna uy. Allah beni ve seni affetsin! İşlerini O'na havâle et...
Büyükler haber vermişler:
- "Biriniz namazı terk edip de (zayıf) ve güçsüz haşereler yanından geçse o haşereler Allah'ın kendilerine kuvvet vermesini diler ve bu kuvvetle onu yakalayıp, yere vurmak isterler.
Kuşlar ve vahşî hayvanlar yanından geçerken namaz kılmayan kimseyi görmekten Allah'a sığınırlar.
Bir suya uğradığında su namazı terk eden kişi kendinden içmesini istemez.
Açık havada dolaştığı vakit, varlıklar namaz kılmayan kimsenin kendi taraflarına uğramasını istemezler".
Namazı terk eden veyâ geciktiren kişinin nedâmetle tevbe etmesi, vâciptir. Zîrâ Allahü Teâlâ tevbeleri kabûl eder.
Âyet-i celîlede: “O Allah, kullarının tevbesini kabul eden, kötü hareketlerini bağışlayan ve ne istediklerini bilendir.” (S. Şûrâ 25) buyuruluyor.
Namazı veyâ namazın şartlarından birini terk etmekten son derece sakınmalı... Eğer namazı terk suçunu işlersen helâk olanlarla birlikte mahvolur, dünyâ ve âhirette zarara uğrarsın.
Allahü Teâlâ cümlemizi hakkıyla namaz kılan kullarından eylesin.
Bihürmet-i Seyyid-il-Mürselîn Sallallâhü Teâlâ Aleyhi Vesellem.
* * *
[1] (İmam-ı Ahmed bin Hambel, Dâvûd, Tirmizî)
[2] (Tâzif, Haleb'e dört fersah mesafede bir köydür.)
[3] (Taberânî Muhammed bin Nasr rivâyet etmişler; Münzir, «Hadis hasendir» demiştir.)
[4] (Tirmizî, Hâkim, Dâre Kutnî, İbni Abbas R.A.'dan; Beyhâkî ve Abdürrezzak, Ömer R.A.'den rivâyet etmiştir.)
[5] (S. Meryem 59)
[6] (Hadisi Ebul-Leys Semerkandî, Kurretül Uyûn adlı eserinde, İbni Mâce de Zevâcir'de zikretmiştir.
[7] (Ebulleys, Kurretül-Uyûn'da; İbni Hacer, Zevâcir'de zikretmişlerdir.)
[8] (Taberânî, İbni Ömer R.A.'den rivayet etmiştir).
[9] (Taberânî ve Ebu Nuaym, Enes R.A.'den rivayet etmişlerdir).
[10] (İbni Ebî Şeybe zayıf senetle Enes R.A.'den rivayet etmiştir.)
[11] (Bezzar, İbni Abbas R.A.'den rivayet etmiştir.)
[12] (Ümmü Eymen R.A.'den İmam Ahmed ve Beyhâkî)
[13] (Dârimî, taberânî, Ahmed, İbni Hibban, Amr İbni As'dan rivayet etmişlerdir.)
[14] Ahmed Dehlân’ın, "Terkissalâh" kitabından.)
[15] (A. Dehlân, Terkissalâh isimli eserinde zikretti.)
[16] (İmam Ahmed, Taberânî ve Deylemî, Muaz İbni Enes R.A.'dan rivâyet etmişlerdir.)
6. Risale: Namaz ve Esrarı
- Ayrıntılar
- Kategori: İnce Risaleler
- Gösterim: 14481
Bütün ibâdetleri içine alan namaz, kulluk vazîfelerinin en üstün ve âlâsıdır.
Namaz, Avret mahallini örtme şartını yerine getirmek için mal harcamak lâzım geldiğinden Zekât'ı,
Kıbleye dönme şartı ile Hacc'ı,
Niyet şartı ile İhlâs'ı,
İftitah Tekbirini tâkiben yeme-içmenin yasak oluşu ile Oruc'u,
Namaz içinde şeytanın ve nefsin vesvesesini kalbden atmak için mücâdele lâzım geldiğinden Cihâd'ı,
Kıraat şartı ile Kur'an okumayı,
Namaz içindeki münâcât ve yalvarış sebebiyle Dua'yı,
Tahiyyat'ta Kelime-i Şehâdet'in okunması ile İman'ı içine almaktadır.
İhlâs ile iki rekât namaz kılan kimse, meleklerin ibâdetlerine ve diğer mâlî ve bedenî ibâdetlere verilen ecir ve mükâfâta nâil olur.
TAHÂRET:
Tahâret ederken helâ dış perde, elbiseler iç perde, daha yakını vücudu kaplayan cilt'dir ki, bütün bunların örttüğü de kalb'dir.
Geçmiş günâhlarına tevbe ve nedâmet edip, tekrar işlememeğe azmetmekle kalbini temizle! Çünkü Allah'ın nazargâhı orasıdır.
Abdestte ellerin yıkanmasında, rûhu günâh kirlerinden temizlemeye ve kalbi kötülüklerden temiz tutmanın lüzûmuna;
Yüzün yıkanmasında, himmet yüzünü (bütün gayretini) dünyâ sevgisi gibi, zulmet ve kirlerden temiz tutmağa işâret vardır. Zîra, abdest, aslında müstakil bir ibâdettir. Kul onunla Allah'tan gayri şeylere bağlanıp da esir olmaktan kurtulur; günâhları affeden Mevlâ'nın huzuruna girmeğe hazırlanır ve ona hak kazanır.
SETR-İ AVRET:
Ayıp yerlerini insanların gözlerinden gizlemektir. Bunlarla berâber, Rabb'inin göreceği gizli kusurları unutma! Korku, nedâmet, pişmanlık ve hayâ ile nefsi zelîl et! Kalbi hacâlet altına alıp, kaçan kölenin efendisi huzurunda suçlu, başı eğik, mahcup duruşu gibi dur!..
EZAN :
Ezan sesini işitince, kıyâmet günündeki dâvetin dehşetini düşün ve icâbet için zâhirî ve bâtınî hazırlık yap! Burada hazırlık yapan, kıyâmette şiddet görmez; orada kendisine mülâyim muâmele edilir.
Ezan sesine rağbet edene, kıyâmet günü kurtuluş sesi ulaşacak, kulakları hayırla çınlayacak, kendisi selâmet bulacak.
Rasûlüllah S.A.V. Efendimiz'in "Ezan ve namazla bizi ferâhlandır, Yâ Bilâl!" buyurması buna delildir.
Hadis-i Şerif: Kıyâmet günü üç kimse miskten tepe üzerinde oturur. Onlara korku ve hesap verme endişesi yoktur. Bunlar:
1- Kur'an'ı Aziz ve Celîl olan Allah rızası için okuyan ve kendisinden râzı bulunan bir kavme imamlık eden,
2- Allahü Teâlâ'nın rızâsı için mescidde, müezzinlik edip, insanları ibâdete çağıran,
3- Servet sâhibi olup da, o servet kendisini Allah'a kulluktan ve âhiret âleminden alıkoymayan kimselerdir."
"Allah'a davet edip, iyi amel işleyenlerden daha güzel sözlü kim olabilir?"(S.Fussılet 32) âyet-i celîlesinde müezzinlerin kastedildiği beyan edilmiştir.
Ezandan sonra okunan şu güzel duânın, mânâ ve kerâmeti, ilmihal ve fıkıh kitaplarında geniş şekilde beyan edilmiştir:
ٱَللّٰهُمَّ رَبَّ هٰذِهِ ٱلدَّعْوَةِ ٱلتَّآمَّةِ وَٱلصَّلاَةِ ٱلْقَآئِمَةِ اٰتِ
مُحَمَّدًا ٱلْوَسِيلَةَ وَٱلْفَضِيلَةَ وَٱبْعَثْهُ مَقَامًا مَحْمُودًا
ٱلَّذِى وَعَدْتَهُ اِنَّكَ لاَ تُخْلِفُ ٱلْمِيعَادَ
İSTİKBÂL-İ KIBLE:
Yönünü diğer taraflardan Kâbe'ye çevirmektir. Lâkin asıl istenen: Kalbini mâsivâ'dan (Allah'tan gayri her şeyden) ayırıp, Rabbi'ne bağlanmaktır.
Hadis-i Şerif: "Kul namaza kalktığı zaman nefsi, yüzü ve kalbi Allahü Teâlâ'ya dönmüşse, yeni doğmuş gibi günâhlarından ayrılmış olarak namazdan çıkar"
NAMAZ
Namazın Fazilet ve Ehemmiyeti:
Namaz, her gün beş vakitte İlâhî dâvetle mü'minlere verilen büyük ziyâfettir. Onda, niyaz, nihâyetsiz ruh safâsı ve mânevî haz vardır.
إِنَّنِي أَنَا اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدْنِي وَأَقِمِ الصَّلَاةَ لِذِكْرِي
"Beni zikir için namaz kıl"[1] emr-i celîli îcabı, gafletten kurtulmağa sebep, ve Rab ile kul arasında kavuşma vâsıtası olan namaza, itâat ve huşû ile durmak çin Mevlâ:
حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ وَالصَّلَاةِ الْوُسْطَى وَقُومُوا لِلَّهِ قَانِتِينَ
"Allah'a tam teslimiyetle namaza dur." (S. Bakara 238) buyuruyor.
Huzûr-u Bârî'de Cemâl sıfatının tecellîsiyle, füyüzâta nâil olmak için, kemâl-i zillet ve tevâzû üzere bulunmak lâzım ve vâciptir.
Namaz ibâdetinde, uyanık kalble, toplu halde bulunan kimseyi İlâhî tecellî ve füyüzât-ı Rabbânî kuşatır.
Cenâb-ı Hakk'ı lâyıkıyla zikir odur ki, dil, Kur'an okumakla meşgulken, kalb, korkulu halde hazır bulunur.
Hülâsa âyet-i celîlenin ifâde buyurduğu mânâ şudur: "Ey kulum! Her arzûna ulaşman için, huzurumda, tam mevcûdiyetinle hazır ol, münâcâta (kurtuluş dilemeğe) devam et" demektir.
Şu halde, namazın tam erkânıyla ve vaktinde edâsına devam etmek îcap eder ki, Allahü Teâlâ da, o kulunu İlâhî lütuflarına mazhar eylesin...
Âyet-i Celile:
اتْلُ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ وَأَقِمِ الصَّلَاةَ إِنَّ الصَّلَاةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَلَذِكْرُ اللَّهِ أَكْبَرُ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا تَصْنَعُونَ
"Sana vahyolunan Kur'an'ı oku ve namaza devam et! Muhakkak namaz kötülüklerden alıkor." (S.Ankebut 45)
Namaz kötülüğe, kötülük de namaza mânî olur. [2]
Hadis-i Şerif'te: "Namaz dinin direğidir." Buyu-rulmuştur.
Hadis-i Şerif: İbâdetlerin efdali namazdır. Namaz kılanlara saâdet kapıları açılır. Kılmayanlar aslâ gamdan kurtulmazlar."
Hadis-i Şerif: "Kul namaza başladığında ona Cennet kapıları açılır, onunla Allahü Teâlâ arasından perdeler kalkar ve hûriler onu karşılarlar."(Râmuz 104/3)
Hadis-i Şerif: "Namaz kılan kişi sultan huzurunda yalvaran gibidir. Namaza devamla, yakınlık ve hâcetin husûlü te'min edilir."(İhya M.İ.M. C.2 M.11)
FARZ NAMAZLARIN ÜSTÜNLÜĞÜ
Hadis-i Şerif: "Beş vakit namaz kılan, evinin önünde akan, tatlı ve gür bir ırmakta günde beş defa yıkanan gibidir. Bu kişide kir kalır mı? İşte suyun kiri giderdiği gibi, beş vakit namaz da kebâirden başka günâhları yok eder."
Hadis-i Şerif: "Namazı zâyî ettiği halde, Allah'a mülâkî olanın, diğer iyiliklerine Allahü Teâlâ îtibar etmez."
Hadis-i Şerif: "Temizliği tamamlayıp, beş vakit namazı vaktinde kılan kişiye o namaz kıyâmet gününde nûr ve delil olur. Namazı zâyî eden de, kötülüklerle haşrolunur."
Hadis-i Şerif: "Cennet'in anahtarı namazdır."
Hadis-i Şerif: "Tevhid'den sonra, namazdan daha sevimli bir ibâdeti Allahü Teâlâ kullarına farz kılmamıştır. Eğer namazdan ziyâde sevdiği bir ibâdet olsaydı, şüphesiz melekler onunla ibâdet ederlerdi. Halbuki, meleklerin bâzısı rükû, bazısı secde eder. Bâzısı kıyamda, kimisi de kâide de (oturmakta)dır."
Hadis-i Şerif: "Kıyâmet gününde kulun ilk bakılacak ameli, namazdır. Eğer namazı tam ise, diğer amelleri de berâber kabul olunur. Eğer namazı noksansa, diğer amelleri de itibar görmez."
Hadis-i Şerif: "Siz namazı beklemekte iken Allah'ın gökten bir kapı açarak sizin meclisinizi -sizinle öğünerek- meleklerine gösterdiğini bir bilseydiniz!" (Râmûz 357/10)
Bu ibadete kim bilir nasıl sarılırdınız? demektir.
Hadis-i Şerif: "Kabîlesine vedâ eden kimse gibi namaz kıl". Böyle edâ edilen namaza sevinmeli, gafletle kıldığına da nedâmet etmeli ve gayretten geri kalmamalı!...
İhya C.1:
Hadis-i Şerif: "Kul namaza durunca Allahü Teâlâ aradan perdeleri kaldırır da, zâtıyla, hidâyetiyle, nûruyla ona tecellî eder. İki yanından melekler göklere kadar saf bağlar; onunla namaz kılar ve duasına “Âmin” derler.
Onun üzerine göklerden İlâhî rahmet saçılır. Bir münâdî de "Bu zât kime münâcât edip, istediğini bilseydi, kat'iyyen başka tarafa alâka göstermezdi" diye nidâ eder...
Namaz kılanlara semâ kapıları açılır. Allahü Teâlâ (meleklerine karşı) namaz kılan kullarına itibar eder.
Kıyam, rükû, secde ve kaideyi bir araya getirip iki rek'at namaz kılana, herbirinde onbin melek bulunan on saf melek duâ ve hayranlık izhar ederler. Allahü Teâlâ da yüzbin melâikesine karşı o kuluna rağbet eder. Çünkü Cenâb-ı Bârî bu dört rüknü kırkbin meleğe taksim etmiş; bir kısmı kıyamda, bir kısmı rükûda, bir kısmı secdede, bir kısmı da kavmede, hepsi kıyâmete kadar böyle devamlı ibâdet hâlindeler.
Ve Allahü Teâlâ meleklere lâyık gördüğü yakınlık, rütbe ve ibâdetle kuluna îtibar etmiş olur. Ve insan ibâdetle dâima terakkî eder. Meleklerse verilen rütbeden ileri gidemezler ve ibâdetten usanmazlar.
Namaz yüce derecelerin anahtarıdır. Zira, Âyet-i Celîle'de "Mü'minler saâdete erdiler, onlar namazda huşû ederler"(S. Mü’minûn 10 –11) buyurulmuşdur.
Allahü Teâlâ mü'minleri îmandan sonra namazlarındaki huşû ile senâ buyurdu. "Ve onlar namazlarına ehemmiyet verir, zamanında edâ ederler" diye senâ olundular. (M.İ.R. C.2 M. 87) Sonra, bu sıfatlara sâhip olanları Mevlâ lütuf ve keremiyle müjdeliyor. "İşte Firdevs cennetine vâris olan ancak onlar ve orada ebedî kalacaklar."[3] Bu bahtiyar kullar Rabbül'Âlemîn tarafından önce felâh ile sonra Firdevs cennetine vâris olmakla öğüldüler. Halbuki gafletle okunan Kur'ân, ve gafletle kılınan namaz, ve gâfilâne yapılan ibâdetler için, böyle bir müjde yoktur. Ancak:
- "Sizi Cehennem'e sevk eden nedir?" suâline,
- "Biz namaz kılanlardan değildik"(S. Müddessir 41-41) âyet-i celîlelerinde bildirilen haber vardır.
"Âlemleri yaratan Allahü Azîmüşşân büyük faydalar kazanman ve nice nimetlere ulaşman için sana namazı farz kılmıştır. Şüphesiz Rabbü'l-Âlemîn âlemlere muhtaç değildir. Fakat sen namazla elde edilecek nihâyetsiz faydaları ne ile elde edeceksin?"[4] Gayreti kurumuşlardan olma, aziz canına acı!..
NAMAZI VAKTİNDE
VE CEMAATLE KILMAK
Vaktinde kılınan namazda üç kerâmet vardır. Bunlar: Cemal-i İlâhî, rızâ-i ilâhî ve mağfiret-i ilâhîye mazhar olmaktır.
- "Vakti geçmeden namaza acele ediniz." hadis-i şerifine "Cemâl-i ilâhî, rıza-i ilâhî ve mağfiret-i ilâhî kapıları kapanmadan namazı kılınız." mânâsı da verilmiştir.
İnsanoğlu vâli çağırınca hemen gider de, Mevlâ çağırınca (ezan okununca) neden te'hir eder!?
Rasûlullah S.A.V. Efendimiz, namaz cemaatını terk edenleri tehditle: "Onlar içinde iken evleri yıkılsın! Çünkü onlar yağlı bir kemik veya iki ok alacağını bilse, o yatsı namazına gelirlerdi..." buyurdu. Ve cemâatı terk etmenin yangın âfetine sebep olduğu işâret olundu.
Hadis-i Şerif: "Yatsı namazını cemâatle kılan, gece yarısına kadar ibâdet etmiş, sabah namazını da cemâatle kılınca, geceyi tamâmen ibâdetle ihyâ etmiş gibidir."
Hadis-i Şerif: "Bir vakit namazı cemâatle kılan, gününü ibâdetle doldurmuş olur."[5]
Meymun bin Mihran Hz. "Cemâatle kılınan bir vakit namazın kıymeti, benim için Irak Valiliğinden daha sevimli." demiştir.
Hadis-i Şerif: "İlk tekbirde hazır olup, kırk gün cemâatle namaz kılan kişiye, Allahü Teâlâ, biri nifaktan, diğeri Cehennem'den kurtuluş olmak üzere, iki berât ihsan eder."
Rivâyet olundu: "Ezanı işitip, abdest tâzeleyerek câmiye gidenlerin yüzleri kıyamet gününde parlak yıldız gibi nurlanır. Vakit gelmeden hazırlananlarınki ay gibi parlar. Ezanı mescitte dinleyenlerin yüzleri de, güneş gibi parlayacaktır..."
"Namazı cemâatle kılıp, Allah'tan hâcetini isteyene, hâceti mutlaka verilir." (M.İ.M. C.2 M.67)
Hadis-i Şerif'te: "Beş vakit namazı vaktinde cemâatle kılan, Sırat'ı şimşek gibi geçer ve Zümre-i Evvelîn'le (Nebîler ve velîlerle) haşrolur ve ona her gün bin şehidin ecri ihsan olunur." buyurulmuştur. (M.İ.M. C.2 M. 11)
MESCİT VE NAMAZGÂHLARIN
ÜSTÜNLÜĞÜ
Hadis-i Şerif: "Mescidlerle ülfet edeni, Allahü Teâlâ himâye eder."
Hadis-i Şerif: "Namaz kılıp, dünya kelâmı etmeden mescitte oturan kimse orada bulunduğu müddetçe, melekler ona istiğfar ederler. «Allahım! Sen onun şânını yücelt! Allahım! Sen ona rahmet et! Allahım! Sen şu kulunun günahlarını bağışla» diye duâ ederler."
Hadis-i Kudsî "Yer yüzünde benim beytlerim (evlerim), mescitlerdir. Ziyâretçilerim de onları ibâdetle îmar edenlerdir. Müjde o kimseye ki, evinde temizlendi, sonra benim evimde beni ziyâret etti. Ziyâretçiye ikrâm, ziyâret olunana borçtur."
Hadis-i Şerif: "Namazı mescitte kılana 25, cuma mescidinde kılana 500, Mescid-i Aksâ'da kılana 5000, benim mescidimde kılana 50.000, Kâbe'de kılana 100.000 vakit namaz ecri verilir. (M.İ.M. C: 2 M: 67)
İMAMLIK NAMAZIN RÜKÜNLERİ ve
SELÂMDAN SONRAKİ MESELELER
Hadis-i Şerif: "Üç kişinin namazı başlarından ileri geçmez (kabul olunmaz):
1- Efendisinden kaçan köle,
2- Kocası kendisinden râzı olmayan kadın,
3- Kendisini sevmeyen cemâate, namaz kıldıran imam..." (Tirmizî)
Aralarında daha iyi bilen varsa, öne geçmek mekruhtur. Ancak, o zât geçmezse, imam olunur. "Sen geç, ben geçmem" münâkaşası da yapılmaz; o da mekruhtur.
İmam cemâat önünde kefîldir. Dâimâ imamlık yapmayan insan meşgul olur ve açıktan okurken, sıkılıp da ihlâsı kaçırma duygusuyla, imam olmayabilir.
İmam veya müezzin olmak îcap ederse, imâmeti tercih etmek efdâldir.
Hadis-i Şerif: "İmamın eksiksiz kıldırdığı namaz, kendisinin ve cemâatın menfaatine, noksan kılarsa, yalnız kendi aleyhinedir."
Rasûlüllah S.A.V.'den sonra gelen Hulefâ-i Râşidîn R.A. müezzinlik değil, imamlık yaptılar.
Hadis-i Şerif: "İlk vakitte kılınan namaz, son vakitte kılınan namaza nisbetle âhiretin dünyaya olan üstünlüğü gibidir"... Bir mü'min için bu mânâyı müdrik olmak ne azîm devlettir...
Hadis-i Şerif: "Vaktin son cüz'ünde kılınan namaz, kazaya kalmış değil, fakat ilk vakitten kaybettiği kazanç, bütün varlığıyla dünyadan hayırlıdır."
Cemaat beklemek için vakti geciktirmek doğru değildir. İlk vaktin fazîletini kazanmak için, büyükler vakti kıl kadar geçirmediler.
Namazı vaktinde kılmak, namazda uzun sûre okumaktan hayırlıdır. Vaktinde kılınan namazda, Cemâl-i İlâhî, rızâ-i İlâhî ve mağfiret-i İlâhî vardır. Vakit gecikince yalnız mağfiret kalır.
Eshâb-ı Güzîn R.A. cemaat için iki kişi bulunca, üçüncüyü beklemedikleri gibi, cenâze için de dört kişi bulunca beşinciyi beklemezlerdi.
Tebük gazâsında, Peygamberimiz S.A.V. bir mâzeret sebebiyle sabah namazına geciktiği vakit, Eshâb-ı Güzîn, namazı kılmaya başladılar. Efendimiz ikinci rek'atta yetişti, birinciyi yalnız tamam etti. Bu hususta özür dilemeleri üzerine Efendimiz, "Güzel ettiniz, böyle yapmalısınız" buyurdu. (Buhârî-Müslim)
Hadis-i Şerif: "Müezzin, ezanla ikâmet arasında, yemek yiyen bitirecek, abdesti daralan yenileyecek kadar fasıla versin."
İmam, imâmete niyet etmese de, cemâat imama uyup kılarsa, cemâat sevâbını alırlar. Lâkin imam, imamlık ecrini alamaz.
Cemâatı kaçıran kişi, melekleri cemâat kabul ederek, imâmete niyet etmelidir.
NİYET:
Niyet, bir çok günâhın olduğu halde, münâcât için bütün imkânları sana verenin Allahü Teâlâ olduğunu bilerek, azabından korkup, mükâfât ümidiyle, O'nun Zât-ı Sübhâniye'sine yaklaşmak için, kâmil bir namaz kılmağa azmetmektir.
Namaza niyet kalben yapılmalı. Bu, kabûle sebebtir. Lisânen niyet, bid'at ve sebeb-i fesattır. (M.İ.R. C: 1 M: 186)
"NE SÖYLEDİĞİNİ BİLMEZ, SARHOŞ HALDE NAMAZA YAKLAŞMAYIN!" (S.Nisâ 43) âyet-i celîlesinde "Dünya sevgi ve meşgalesiyle sarhoş olduğunuz halde, namaza yaklaşmayın" mânâsı da verilmiştir.
Hadis-i Şerif: "Gönlünden dünyalık bir şey geçmeden, iki rek'at namaz kılan kimsenin geçmiş günâhları affolunur."
Hadis-i Şerif: "Namaz kılarken nefsine, hevâsına ve ömrüne vedâ eden, Mevlâ'sına dönen gibi kıl."
Hadis-i Şerif: "Sahibini fenâlıktan menetmeyen namaz, onu Allah'tan uzaklaştırmaktan başka bir şeye yaramaz."
Bekir bin Abdullah Hz. "Ey Âdemoğlu! Mevlâ'nın huzûruna izinsiz girip, tercümansız konuşmak istersen; güzel abdest alır, namaz kılacağın yere gidersin. İzinsiz ve tercümansız huzur ve nîmet hazırdır." buyurdu.
Hz. Âişe R.A. Vâlidemiz: "Peygamber Efendimiz bizlerle konuşur, güler, sohbet ederken namaz vakti gelince, ilâhî haşyetin istîlâsı ile sanki o bizi, biz onu bilmez hâle gelirdik" buyurdular...
Rasûlüllah Efendimiz, namazda sakalıyla oynayan biri için: "Eğer bu kimsenin kalbinde huşû (korku) olaydı âzâlarında da olurdu" buyurdular.
Abdullah ibni Abbas R.A.: "Mânâsını düşünerek mukaddes huzurda bulunduğunu bilip, haşyetle kılınan iki rek'at namaz, gâfil kalble akşamdan sabaha kadar kılınan namazdan hayırlıdır." buyurdu.
Namaza başlarken "Yâ Rabbî! Kabûlüne sebeb kıl. Sana lâyık ibâdet etmeyi nasib eyle." niyetiyle üç defa, selâmdan sonra da aczini itiraf kasdıyla 3 defa:
"Estaúfirullâhe'l azîm ellezî lâ ilâhe illâ hûvel hayyül kayyûmü ve etûbü ileyh" derse bütün günahları affolunur. (Râmûz 403/1)
NAMAZA RUH VEREN BÂTINÎ MÂNÂLAR VE BÂZI BEYANLAR
Bu hususta çok şey bildirilmiş; lâkin, hepsini altı cümlede toplamak mümkündür:
1- Huzur-u Kalb: Yalnız okuduğunu düşünmek, kalbe başka şey koymamak,
2- Tefehhüm: Okuduğunu anlamak,
3- Tâzim: Anladığına saygı göstermek,
4- Heybet: Saygı ile korkmak,
5- Recâ: Ümitli olmak, kusurlarından dolayı korkmakla berâber, namazının kabûlünü ümit edip, mükâfat beklemek,
6- Hayâ: Utanmak, kusurlarını kabul etmektir.
Namazı uyanık kalble kılmanın çâresi, arzu ettiği İlâhî rıza ve âhiret saâdetinin namazla elde edileceğini bilip, tam gayretle onu edâya çalışmaktır. Bu inanış ilimle birleşince Allah sevgisiyle huzur-u kalb ve yakîn (Şeksiz inanış) hâsıl olur; şübhe ve düşünceler dağılır.
Sahâbe-i Güzîn'den bâzıları "İnsanlar kıyâmet günü namazlarında gösterdikleri huşû ve aldıkları zevk nisbetinde haşrolunur." buyurmuşlar..
İnsan, yaşadığı gibi ölür; öldüğü gibi dirilir. Namaz kılarken, kalıba, kıyâfete değil, kalbin hâline dikkat etmeli. Çünkü vücut kalbin ameline göre sûret alır. Âhirette kurtuluş, namazdaki kalb-i selîmledir.
KALB HUZURUNU TE'MİN EDENLER
Rasûlüllah S.A.V. Efendimiz, Sahâbe-i Kirâm'dan birinin hediye ettiği işlemeli elbise ile namaz kılarken, nakışların meşgul etmesinden hoşnut olmadı da sâde ve kaba bir elbise ile değiştirdi. Bu husus hatırda olmalı...
Kezâ, altın haram olmadan evvel, parmağında bulunan yüzüğü minberde iken çıkarıp attı ve "Bu beni meşgul etti" buyurdu. Bundan da ders almalı...
Hâdise: Medîne-i Münevvere eşrâfından, Zeyd bin Sehl Hz., bahçesinde namaz kılarken, bir kuşun ötüp oynaması onu meşgul etti. Kaç rek'at kıldığını şaşırdı. Bunu Rasûlüllah'a arz edip, "Bu bahçeyi tasadduk ediyorum; nereye isterseniz harcayınız Yâ Rasûlallah" dedi...
Hz. Osman R.A. zamanında büyüklerden bir zât, bahçesinde namaz kılarken, hurma salkımlarına gözü takılıp kaç rek'at kıldığını şaşırdı. Hz. Halîfe'ye hâli arz ederek "Bahçeyi tasadduk ettim; Allah yolunda harcayınız." deyip teslim etti. Hz. Halîfe de onu elli bin dirheme satmıştır. (İhya C: 1)
Düşünce hastalığı işte bu şekilde tedâvî edilir...
Arzuların çeşidi çok olmakla birlikte, hepsini bir noktada toplamak mümkündür: Bütün hatâ ve hastalıkların kaynağı dünya sevgisidir...
Âhirete yaramayan dünya işi, kimin kalbini meşgul ederse, o insan namazında lezzet bulamaz. Zira dünyalıktan zevk alan, Allah'a olan münâcâttan zevk duyamaz.
Bazı büyükler "İki rek'at olsun huzurla kılmak mümkün olmazsa, keşke namazımın yarısı veya üçte biri vesveseden sâlim olsaydı da iyi amelle kötüsünü birbirine karıştıranlardan olmasaydım" demişler.
Hülâsa: Dünya ve âhiret gayreti bir gönülde birleşince, bir bardağa susam yağı ile su koymak gibidir. Ne miktar su konulursa, o miktar yağ azalır. İkisi birden dolmaz; biri girince, diğeri çıkar...
* * *
MÜHİM BİR NOKTA:
Hadis-i Şerif: "Erkânıyla kılınan namaz, kılana duâ, erkânsız kılınan da beddûa eder." (Râmûz, 39/15 ve M.İ.R. C: 2 M: 69)
Tekbirlerde, "Allahü Teâlâ bizâtihî büyüktür" derken, kalbin, dilinle beraber olsun, onu yalanlamasın. Zira münâfıklar dille söylediklerini, kalbleriyle inkâr ederler.
Şu halde kalbi kontrol etmeli; Kâinat'ı yaratan Allah'a mı yönelmiş, yoksa dünya ile mi meşgul? bilmelidir.
Ve münâcât kapısını ilk açışta işe yalan karışmasın. Bilinsin ki kalbin Allah'a yönelmesi, mâsivâdan (Allah'tan gayri her şeyden) tamâmen ayrılmasıyla mümkündür.
TEKBİR
Namaz kılan iftitah tekbiri alınca vâkî olan envâr-ı ilâhî sebebiyle, İblis ona zarar vermekten perdelenir; o kimse Kerîm olan Allah'ın zâtına yönelir ve kalbinde olanı yanındaki melekler bilir.
Kalbinde Allah'tan başka bir şey bulunmadığı zaman, melek ona, "Sen dilinle zikrettiğin gibi, kalbinle de Allah'ı tasdik ettin" der. O kimsenin kalbinde parlayan nur, yüce Arş'a kadar ulaşır. Bu nurla kendisine göklerin ve yerlerin sırları açılır. Büyük nur ve sevap verilir.
Sünnet ve edeplere uyanların kalbleri, sâhip oldukları kemâl sebebiyle mânen yücelir de, iftitah tekbiriyle namaza girdiklerinde ruhları semâya yükselir, ve:
"Namaz, mü'minin mirâcıdır." hadis-i şerifinin sırrı zuhûr eder.
Namazda Mi'racdan murad, kalbî olup, vücut ve şahısla alâkalı değildir.
Hadis-i Şerif: "Ümmetimin hayırlılarından bâzı kimseler, Allah'ın geniş rahmetine güvenip, açıktan gülerler. Ve azâbından korkarak gizlice ağlarlar. Vücutları yerde, kalbleri göklerde, ruhları dünyada, akılları âhirettedir. Yeryüzünde sekînetle yürür, işleriyle Allah'a mânen yaklaşırlar."
Allahü Teâlâ gökleri şeytanların fesâdından koruduğu gibi, semâvî kalbler de şeytanın zararlarından korunmuştur.
TEKBİR'DE ELLERİ KALDIRMAK
Dünyâ ve âhiret düşünce ve heveslerini arkaya atmağa işarettir.
Tekbir: Büyüklüğünü müdrik olarak, istek ve sevgi ile kulun yüce Allah'a tâzim etmesidir.
Niyet ilk tekbire yakın olur. Araya bir şey konmaz. Bu da, istekte bir şeyin doğruluğuna işârettir.
Namazda Allah'tan başka şeylerden hâcet görme düşüncesini at ki, dilin söylediğini kalbin yalanlamasın. Aziz ve Celîl olan Allah'ın huzurunda bulunduğunu bil! Allah senin hâlini biliyor!
Kur'an okuman, Allah'ı hatırlaman (zikretmen) Aziz ve Celîl olan Allah'ın huzurunda sual sorulup hesap verdiğin günün korkusu gibi olsun.
Ve gösterişten sakın! Zirâ bunun azı da, çoğu da şirke dâhildir.
سُبْحَانَكَ
Tesbihinden sonra:
اَعُوذُ بِٱللهِ مِنَ ٱلشَّيْطَانِ ٱلرَّجِيمِ
"Kovulan şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım" dediğinde, secde ile emrolunduğu halde, yapmayıp da kovulan şeytanın senin kalbini meşgul etmesinden kurtulman için, Rahman'ın emirlerini tam edâ etmelisin. Aksi halde "Düşman şerrinden bu kaleye sığınırım" deyip de, sığınmayan kimseye benzersin.
Hevâ-i nefs peşinde gidenler, Allah'ın sığınağında değil, şeytanın çölünde kalırlar.
Cemaatle namaz kılarken İftitah Tekbiri ve Sübhâneke'den sonra Eûzü çekmeli ve Besmele'yi imama bırakmalı... Bu suretle insan vesveseden kurtulur.
NAMAZDA OKUNANLARIN MÂNÂ
VE ÎZÂHI:
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِِ
Besmele okurken, Allah'ın kelâmını, Allah'ın adıyla okumaya niyet et! Mevcut olan her şeyin Allah'ın olduğunu bil ve bundan sonra, hamd ü senâyı O'na mahsus kılıp,
الْحَمْدُ لِلَّهِ
de! Çünkü şükür Allah'a mahsustur ve bütün nimetler O'nundur.
Nimeti başkasından bilip, ona teşekkür eden kimsenin îtikadı ve îtimâdı nisbetinde Besmele ve Hamd'inde noksanlık olur.
الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
de, Allah'ın rahmetinin hudutsuzluğunu düşün, ümidini artır! Sonra:
مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ
Kıyâmetin mutlak sâhibini bil ve ondan kork! Sonra:
إِيَّاكَ نَعْبُدُ
"Ancak sana ibâdet ve kulluk ederiz" demekle, ihlâsını tâzele!
وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
"Ancak senden yardım dileriz" diyerek, her hususta aczini beyanla muvaffak olduğun ibâdetleri ve her şeyi O'ndan bil.
Eûzü, Besmele ve Hamdele'nin mânâsını anladıktan ve ihtiyacını bildirip, O'nun yardımına muhtaç olduğunu ifâde ettikten sonra:
اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ
"Bizi doğru yola hidâyet eyle!" diyerek, mühim hâcetini, rızâ-i İlâhî'ye ulaştırmayı iste.
صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ
"Nimetler verdiğin iyi kulların, peygamberler, sıddıklar, şehitler ve sâlihlerin yoluna hidâyet et ve hidâyette dâim eyle!"
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ
"Gadab-ı İlâhî'ye uğrayan kâfirlerin, sapıkların, yıldıza ve her çeşit putlara tapanların yoluna değil!.."
Sonra bu dileklerin kabulü için: اٰمِينَ "Allahım, kabul buyur" de...
Böyle okuyup edâ ettiğin namazda Hadis-i Kudsî'de bildirildiği gibi:
"Namazı kulumla aramda ikiye böldüm. Yarısı benim, yarısı onun.. Kulum için, istediği vardır." Kul:
الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
dediğinde, Allahü Teâlâ "Kulum bana hamdetti ve beni senâ etti" buyurur.
سَمِعَ اللّهُ لِمَنْ حَمِدَهُ
"Allahü Teâlâ kulunun hamdini işitti de, kabul etti.” demektir. Bu kullardan olma devleti sana yeter.
Okunan bütün sûre ve âyetleri böyle anlamalı ki minnet ve ihsandan gaflet etmemeli; mânâlardaki emir, nehîy, ümit ve korkulardaki hikmetleri ve diğer mev'ıza ve mevzûları düşünmelidir. Bunlar da insanların anlayışına göre değişir.
Namaz, gönüllerin anahtarıdır. Kelimelerin sırları orada çözülür. Kırâatta olduğu gibi, namazdaki zikir ve tesbihlerin hakkı da böyledir.
Hadis-i Şerif: "Şüphesiz namaz kılan, sağa sola bakınmadıkça ona Allahü Teâlâ'nın tecellîsi devâm eder." Başta bulunan âzâları, gözü, kulağı, dili koruduğun gibi, kalbini de namaz dışındaki düşüncelerden koru. Çünkü ayak, başa bağlıdır.
Hâsılı: Faydalı namaz kılmak için, içte ve dışta huşûnun bulunması şarttır.
Rebî bin Haysem Hz.: "Namazlarımda, okuduğumdan başka şey düşünmem" demiştir.
Ömer bin Abdullah Hz. : "Namazda hatırıma bir şey gelmesinden süngülenmek bana daha ehvendir" demiş...
Müslim bin Yâser Hz. Basra câmiinde namaz kılarken, yıkılan kubbeden haberi olmadı; "Geçmiş olsun" diyenlere; "Ne oldu?" dedi...
Urve bin Zübeyr Hz. namaza durdu, ayağı ameliyât edildi, hiç haberi olmadı...
Hz. Ali R.A., mübârek vücûduna saplanan oku "Namaza durayım da, öyle alın" buyurdu.
Büyükler: "Namaz âhiret işidir. Oraya giren, dünyâ ile alâkasını keser" dediler...
Ammar bin Yâser Hz., namazı erkânıyla, fakat acele kıldı. Sebebi sorulduğunda "Şeytanın vesvesesine uğramadan bitirdim" buyurdu. Çünkü, Hadis-i Şerif'te "Nice namaz kılanların ondan nasîbi, yarısı veya üçte biri veya dörtte, beşte, altıda biri veya onda biridir" buyurulmuştur.
Ammar R.A.: "Kişiye namazından ancak aklı başında iken kıldığı yazılır" buyurdu.
Aşere-i Mübeşşere'den Talha, Zübeyr ve bâzı Sahâbe-i Güzîn, namazı hafif acele kılarlardı. Sebebi sorulunca "Şeytanın vesvesesi ulaşmadan bitirmek için" derlerdi.
Hz. Ömer R.A. minberden:
- "Kul, Müslüman olduğu halde, Allah için kâmil bir namaz kılmadan saç ve sakalını ağartabilir" dedi.
- "Nasıl olur?" denildi.
- "Huzû ve huşûa riayet etmediğinden" buyurdu.
"Onlar ki, kıldığı namazdan habersiz, sehv ederler" (Sûre-i Mâûn 5) ayet-i celilesinin tefsirinde: "Bunlar kaç rek'at kıldığını bilmeyenlerdir" denilmiş...
Hasan-ı Basrî Hz. ise "Bunlar unutarak namaz vaktini geçirenlerdir" dedi.
Bazıları da "Vaktinde kıldığına sevinmeyip, vaktini geçirdiğine üzülmeyenlerdir" diye mânâ verdiler.
Rasûlüllah S.A.V. Efendimiz, namaz kılarken, bir âyet atlayarak okudu. Namaz bitince, Eshâb-ı Kiram'a "Ne okudum?" diye sordu. Übey bin Kâ'b Hz.'nden başka bilen olmadı. "Ne oluyor? Bir kavm, peygamberinin ardında namaz kılar da, onun ne okuduğunu bilmez. İsrâiloğulları da böyle yaptıklarından, Allahü Teâlâ, peygamberlerine vahyetti: "Ümmetine haber ver: Bedenlerinizle hazırlanır, dillerinizle okursunuz da, kalbiniz başka tarafta.. Bu yaptığınız bâtıldır" buyurdu."
Bu hadis-i şerife istinaden: "İmamın okuduğunu bilmek, namazın sıhhatine kâfî delildir" denilmiş..
Bâzıları da: "Kişi secde ile Allah'a yaklaştım sanır. Hâlbuki, kazandığı günah, bulunduğu şehir halkına taksim edilse, hepsini helâk eder. Buna sebep, kalıbı secdede iken, kalbi, nefsinin hevası peşinde, boş şeylerle meşgul olmasındandır", dediler.
Fatiha okurken, namazın ruhu olan "İyyâke na'büdü ve iyyâke nesteiyn" (Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.) diye ilticâ edip yalvarmanın mânâsı iyi düşünülmeli...
Burada Allahü Teâlâ ile kul arasında yetmiş bin perde kalkar, yalnız bir beşeriyet perdesi kalır.
SECDE:
Yer ve göklerin inceliklerini, rubûbiyet sırlarını keşfeden Allah dostları, mânevî mertebelere ancak namazda ve husûsiyle secdede yükselirler. Çünkü kulun Allahü Teâlâ'ya en yakın hâli secdedir.
Ayet-i celîlede "Secde et, yaklaş" buyurulmuştur. Bu yakınlık mânevî duygu ve keşifledir. Namazda yakınlık ise, kulun ihlâsı nisbetindedir.
RÜKÛ VE SECDEDE İCAB EDENLER
Rükû ve secde ederken, İlâhî afv dileyerek sünnet olan tekbirleri almalıdır. Her harekette niyet ve huşûu tâze tutmalı, kalbi yumuşatmalı, tesbihleri okumalı, Rabb'in rahmetini umarak azametini kalbe yerleştirmelidir. Rahmetini umarak:
سَمِعَ اللّهُ لِمَنْ حَمِدَهُ
"Allah hamd edenin hamdini işitti de kabul etti" diye bilmeli,
رَبَّنَا لَكَ الْحَمْدُ
“Ey Rabbimiz Hamd sana mahsus...” ilâve ederek rukûdan doğrulmalı. (Bu ilâve Şâfiî'ye göredir.)
Sonra, gaye-i tâzîmin sonu olan secdeye varıp, en şerefli âzâyı (alnı), en zelîl yere koymalıdır.
Huşû ve tevâzû için seccâde sermeden, yerde kılar, topraktan yaratılıp, toprağa gideceğini düşünerek,
سُبْحَانَ رَبَّىََ اْﻻَعْلىَ
der, feyz-i İlâhî'nin tevâzû sâhiplerine ihsan olunduğunu bilip, rahmet-i sübhânîden emin olursun.
Secde hâlinde ulaşılan mânevî zevkten daha açık ne olabilir. Öyle ki, akıl, bu zevki anlamaktan âcizdir.
Anlayan insan için, namazın özü, hülâsası ve rıza'ya sebep olan huzur-u İlâhî (secde)dir. Allahü Teâlâ:
"Secde et, yaklaş" Yâni "Secde ve namazınla yücelik taslamadan, bu vazifene devâm et; secde ile Rabbine yaklaş" buyurdu.
Hadis-i Şerif'te:
"Kulun Rabbine en yakın hâli, secde ettiği vakittir. Secdede duâyı çok yapınız!." buyuruluyor.
Hadis-i Şerif:
"Secde eden, Allah'ın iki kademine (yânî celâl ve cemâli karşısında) secde eder." Böyle buyurulması insanların anlaması içindir.
Hâsılı: Secde eden kendisini bütün varlıklardan aşağı, tam bir mahviyetle tevhid ve ihlâs eşiğine düşürmüş olur.
Şurası mâlum olsun ki, insanın namazdaki hallerinden şeytana, secdeden daha ağır geleni yoktur. Zîra onun merdût oluşuna secde etmemesi sebep olmuştu... Şu halde secdenin uzun yapılması şeytanı mahzun, Mevlâ'yı memnun eder.
"Namaz, mü'min'in mîracıdır" hadis-i şerifince, kalb, semâvî yücelişe mâlik değilse, insan namazda şeytanın musallat olmasından kurtulamaz. Bundan secde müstesnâ... Çünkü şeytan, namaz kılanı secdede görünce, isyanını hatırlar, mahzun olur, ondan uzaklaşır.
Hadis-i Şerif:
"Âdemoğlu secde âyeti okuduğunda secdde eder ve İblis: «Ademoğlu secde ile emrolundu, secde etti cennetle v'ad olundu. Ben de secde ile emrolundum. Secde etmedim, bana da cehennem var» diye ağlayarak firar eder."
Secdede kalbe gelenler şeytandan değil, ya Mevlâ'dan, ya melekten veya nefistendir.
Namaz kılan, secdeden kalkınca bu hâl şeytandan gider, üzüntüsü kalmaz, namaz kılana tekrar vesvese vermeğe başlar.
Şâyet, huzur ve huşû ile kılarsa, yânî kalbi kıyam, kırâat, rükû ve secdelerde uyanık olur, tekbir ve kırâatlarda âhireti hatırlar, Allahü Teâlâ'nın kendisine nâzır olup, kalbindekileri gördüğünü düşünürse, vesvese kesilir. Bu tarz düşünce, kalbi vesveseden kurtarmanın mühim ilâcıdır.
TAHIYYÂT
Tahıyyât, insanlara Rablerinden selâmdır.
Hakkıyla namaz kılan kişi, söyleyeceğini iyi düşünmeli ve edeble konuşmalı.. Yânî söyleyeceğini bilerek, Peygamber S.A.V.'e ve sâlih kullara, gökte ve yerde Allah'ın kullarından bir ferd kalmamak üzere rûhî irtibat ve alâka ile selâm vermelidir.
Kâmil mü'min teşehhütte heybet ve celâl hâlinde olur, bulunduğu makamın kudsiyetini düşünür, İsm-i İlâhî'den feyz alır, kalben Cemâl-i İlâhî'yi müşâhede eder.
Tahıyyât okurken kabule sebeb olan "Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü..." (Sana selâm olsun ey Nebiyyi Zişân) mânâsıyla Rasûlüllah'a selâm verdiğini düşünür. Burada aradan yedibin perde kalkar.
Namazdan çıkarken, selâmdan evvel tekbir getirmek menduptur.
NAMAZDAN SONRA:
Tesbih öncesi okunan ÂYETÜ'L KÜRSÎ'den sonra İHLÂS, FELAK ve NÂS sûrelerini okuyanları Cenâb-ı Hak iç ve dış hastalıklarından (nefsimizden ve dıştan gelecek hastalıklardan) ve belâlardan korur. İhmal etmek büyük gaflet olur. (Nimet-i İslâm-Farz namazlardan sonra vârid ezkâr bahsi S:243)
Selâm verip namazdan çıkınca, musallî kalb huzurunu muhafaza ederse, dâima namazda gibi olur. Namaz dışında mü'minin düşüncesi nefsinin hevesini kovup, Mevlâ'nın birliğini ispatla meşgul olmaktır. Tevhid'den maksat da budur.
NÂFİLE NAMAZLAR
Nâfile namazlara niyet ederken (kalben) "Allah rızası için" demek kâfîdir.
SECDE'NİN ÜSTÜNLÜĞÜ
Hadis-i Şerif: "Kul gizli secdelerden ziyâde hiç bir şeyle Allah'a yaklaşamaz." (Evde kılınan nâfile namazlara işârettir)
ESRÂR-I FATİHA
Hadis-i kudsîde, kul ile Allah arasında ikiye taksim buyurulduğu beyan olunan namazdan murat, Fatiha-i Şerife'dir.
Seyyid-ül Vücûd S.A.V.'den bildirilen diğer hadis-i kudsîde:
- "Kim benden istemek yerine, zikrimle meşgul olursa, ona, istediğinden daha âlâsını veririm."
Hz. İbrâhim Halîlullah, zikirle meşgul olurken:
- "O Rab ki beni yaratan, doğru yolu gösteren, bana yediren içiren, hastalandığımda şifa veren O'dur. Beni öldürecek, sonra diriltecek olan, Cezâ Günü'nde hatâlarımı bağışlayacağını umduğum O'dur." "Rabbim bana bir hüküm (hikmet veya insanlar arasında hak ile hükmetmeyi) ihsan et ve beni sâlihlerden kıl!.." (S. Şuara 79...) demiştir.
Kezâ: Fâtihada senâ-i İlâhiyye ile başlanıp,
الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ * الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ *
buyurduktan sonra: إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ kavliyle ubûdiyyet zikrolunmuş; sonra:
اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ niyâz ve hidâyet dileği ile Fatiha-i Şerife nihâyet bulmuştur.
Allahü Teâlâ bu âyet-i celîle ile din yolunda hidâyet istemenin usûl ve üslûbunu tâlim buyurmuş. Ve mârifet istemenin, nimet istemekten hayırlı olduğuna delâleten اهْدِنَا "Bizi hidâyet et" kavliyle bitirmiş ارزقناالجنة "Bizi cennetle rızıklandır" buyurmamıştır.
* * *
SEVÂKIT-I FATİHA
(Fatiha-i Şerife'de Bulunmayan Harfler)
Bu sûre-i celîlede şu yedi harf yoktur:
ث - ج - خ - ز - ش - ظ - ف
Bu harflerin Fâtiha-i Şerife'de bulunmayışının hikmeti, bunların azâb âyetlerinde bulunmalarındandır. Şöyle ki:
1- ث harfi, ثبور Helâk'e delâlet eder.
ﻻ تَدْعُوا الْيَوْمَ ثُبُوراً وَاحِداً وَادْعُوا ثُبُوراً كَثِيراً
- "Onlara denilir ki; bugün bir (kere) helâk olmayı çağırmayın, bir çok defâlar helâk olmayı çağırın." (S.Fürkan 14)
2- ج harfi جَهَنَّمْ Cehennem ismindendir.
Cenâb-ı Hak:
وَإِنَّ جَهَنَّمَ لَمَوْعِدُهُمْ أَجْمَعِينَ
Şüphesiz onların hepsine vaad olunan yer cehennemdir." (S.Hıcr 43)
وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِنَ الْجِنِّ وَالْإِنْسِ
- "Yemin olsun biz cin ve insanlardan bir çoğunu cehennem için yaratmışızdır.(S. Âraf 179)" buyurur.
3- خ harfi خزى Hızy-Rüsvay'da bulunduğundan ıskat olundu.
يَوْمَ ﻻ يُخْزِي اللَّهُ النَّبِيَّ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ
- "O gün, Allahü Teâlâ, Peygamberini, ve iman edip onunla beraber olanları rüsvay etmeyecek." (S.Tahrim
إِنَّ الْخِزْيَ الْيَوْمَ وَالْسُّوءَ عَلَى الْكَافِرِينَ
- "Hakîkat rüsvaylık, zillet ve azap bugün, kâfirler üzerinedir." (S.Nahl 27)
4-5 ز - ش harfleri زفير - شهيق Zefîr ve Şehîk'ın ilk harfleridir.
طَعَامُ الْأَثِيمِ * إِنَّ شَجَرَةَ الزَّقُّومِ
- "Şüphesiz o Zakkum ağacı, günâha düşkün olanın yemeğidir." (S.Duhan 43-44)
فَأَمَّا الَّذِينَ شَقُواْ فَفِي النَّارِ لَهُمْ فِيهَا زَفِيرٌ وَشَهِيقٌ
- "Şakî olanlara gelince; onlar ateştedir, orada çok fecî nefes vermeleri vardır." (S.Hûd, 106)
ز harfi Zakkum'a, ش Şekâvet'e delâletlerinden dolayı ıskat edilmişlerdir.
6- ظ Cenâb-ı Zül-Kibriyâ:
انطَلِقُوا إِلَى ظِلٍّ ذِي ثَلَاثِ شُعَبٍ
ﻻ ظَلِيلٍ وَ ﻻ يُغْنِي مِنَ اللَّهَبِ
- "Haydi cehennemin üç kola ayrılmış duman gölgesine gidiniz! O ki gölgelendirici değildir, alevden korumaz." buyurmuştur. (S.Mürselât, 30-31)
ظ harfi tam cehennem olan لظى ya delâlet eder:
نَزَّاعَةً لِّلشَّوَى لَظَى
- "Fakat ne mümkün. Çünkü o ateş kâfirler için hazırlanmış sırf alevdir." (S.Meâric 15)
Hikâye:
Sahâbe-i Güzîn'den bir zât, sar'aya tutulmuş birinin yanından geçerken, hâline acıyıp, kulağına bu sûre-i kerîmeyi okuyuverdi. Sar'alı derhal iyileşti. Hâdise, Rasûlüllah S.A.V.'e haber verildiğinde:
- "O, Kur'an'ın anası ve her derdin devâsıdır" buyurdu.
Huzeyfe-tübnil-Yemânî Hz., Rasûlüllah S.A.V. Efendimiz'in:
- "Kötü amelleri sebebiyle azabı hak eden kavmin çocuklarından biri mektepte: الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ âyet-i celîlesini öğrenip okuduğu Allahü Teâlâ'ya mâlûm olduğunda, onlardan kırk yıl azabı kaldırdı." hadis-i şerifini rivâyet etmiştir.
Hz. Hüseyin R.A.: "Cenâb-ı Zülcelâl yüzdört kitap inzâl buyurdu. Yüz kitabın ulûm ve meârif'i, Tevrat, İncil, Zebûr ve Furkan'da; bu dördünün ulûmu, Kur'an sûrelerinde, onların cümle ulûmu da, Sûre-i Fâtiha'da cem olundu. Bu îtibarla Tefsîr-i Fatiha'yı bilen, inzâl olunan cümle kitapların tefsîrini bilir. Sûre-i Fatiha'yı okuyan; Tevrat, İncil, Zebur ve Kur'an-ı Kerim'i okumuş gibidir." buyurdu.
7- ‘ف harfi فراق Ayrılığa delâlet eder. Allahü Teâlâ:
وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ يَوْمَئِذٍ يَتَفَرَّقُونَ
"Kıyâmetin kopacağı gün, mü'minlerle kâfirler birbirinden ayrılırlar." (S.Rum 14)
تَفْتَرُوا عَلَى اللَّهِ كَذِباً فَيُسْحِتَكُمْ ﻻ
بِعَذَابٍ وَقَدْ خَابَ مَنِ افْتَرَى
- "Yazıklar olsun size! Allah'a karşı yalan düzmeyin! Sonra Allahü Teâlâ, azab ile kökünüzü kurutur. Allah'a karşı yalan uyduran, muhakkak hüsrâna uğramıştır." (S. Tâhâ 61) buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak, Cehennem hakında:
لَهَا سَبْعَةُ أَبْوَابٍ لِّكُلِّ بَابٍ مِّنْهُمْ جُزْءٌ مَّقْسُومٌ
- "Azgınlara vaad olunan cehennemin yedi kapısı vardır. Her kapısının da onlara ayrılmış birer nasîbi vardır." buyurdu. (S.Hicr 44)
Hâsılı, bu sûre-i şerîfeyi okuyan, hakîkatlerini idrak ve delâletine iman edenin cehennemin yedi derekâtından emin olacağını göstermek için azaba delâlet eden âyetlerin evvellerinden yedi harf bu hikmetle çıkarılmıştır.
İnsan, tâatıyla yükseldikçe, görüşleri ve istîdâdı genişler de, gördüğü hayrın, Nâfî isminin ve gördüğü şerrin... Dâr isminin tecelliyâtı olduğunu idrakle, hakîkî te'sir edeni bir bilir ve bu yüce görüşü hâsıl eden kişi, Allah'tan gayri yönelecek cihet bulamaz. Bu makâma ulaşınca, şükür, hamd ve tâzimi ancak Cenâb-ı Hakk'a eder ve süflî âlemde tasarrufun ancak Cenâb-ı Hakk'a ait olduğunu bilir, fikren bir derece yükselir de, ulvî âlemlerin tasarrufu dahî Cenâb-ı Hakk'a ait olduğunu anlar ve الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ der.
Süflî ve ulvî âlemlerdeki güzel nizam ve kâmil intizama hayran kalarak, kâinatı yaratanın sonsuz rahmetini ikrarla: الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ der.
Bu görüşlerle dünyevî ve uhrevî işlerinin fazl-ı İlâhî ile yürüdüğünü anlar ve uhrevî işlerin nasıl olacağını düşünerek kalbine genişlik gelir. Zirâ onun için lisan ile takdis eylediği Fatiha'daki مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ ile
الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ arasında fark yoktur.
مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ
Din Günü'nün (Kıyâmet'in) sahibini tasdik ettiği, Allahü Teâlâ'nın rahmet eserini görüp مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ demiş olduğu idrâkiyle, dünya ve âhirette mühim işleri görecek Rabbül'-âlemîn'dir, diye tasdik eder de, Allah'tan gayriye alâka duymaz ve kalbinde Hak'tan gayri şey bulunmaz. O zaman bütün ihtiyaçları için:
إِيَّاكَ نَعْبُدُ der. Ve şu mânâyı murat eder:
- "Yâ Rabbî! Ben bunca zaman senden gayri şeylerden de yardım almak gayretinde idim. Şimdi ibâdetimi hâssaten sana tahsis eyledim."
Bundan sonra: وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ "İlâhî! Önce ben bâzı sebeplerden yardım umardım. Şimdi ancak senden yardım diliyorum!"
Zevâle mahkûm, hayâlden ibâret olan mal ve canın elde edilmesi ve devamı için halk'a mürâcâttan, Halik'a mürâcaatın yüceliğini düşünerek:
اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ
"Bizi doğru yolda dâim kıl" niyâzında bulunur.
Dünya halkı; Hakk'a hizmet ederek Hak'tan inâyet bekleyen ve halka hizmetle halktan yardım bekleyen olmak üzere iki kısımdır. Sâdık kul, birinci fırkadan kılınmasını Cenab-ı Hak'tan dileyerek:
صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ
niyâzında bulunur. Zira ikinci fırka helâkten hâlî değildir.
يَا أَبَتِ لِمَ تَعْبُدُ مَا لَا يَسْمَعُ وَلَا يُبْصِرُ وَلَا يُغْنِي
عَنكَ شَيْئاً
- " Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana faydası dokunmayan (put)lara niye tapıyorsun?.." (S. Meryem 42) kavl-i kerîmince, İbrâhim A.S. bu mânâyı ne güzel ifâde etmiştir.
إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
Birinci mânâ:
"Yâ Rabbî! İbâdete başladım. Tamamlamak için senden yardım dilerim. Ölüm ve hastalığın mânî olmasından beni himâye buyur."
İkinci mânâ:
- "İlâhî! Sana, kulluk borcum olan ibâdetime, nefs-i emmârem muhalefet ediyor. Kalb huzuru için senden yardım diliyorum."
Hadis-i Şerif'te:
- "Mü'minin kalbi, Rahman olan Allah'ın iki kudret parmağı arasındadır." buyuruluyor. Kalb huzuru, ancak Rabb'in yardımı ile mümkündür.
Üçüncü mânâ:
- "Sadece Senin yardım ve inâyetini dileyerek, Hz. Halîl A.S.'a uyarım."
Nemrud, Hz. Halîl'in el ve ayaklarını bağlayarak ateşe atarken, Cibril-i Emîn yetişip, "Bir hâcetin var mı?" diye sual edince, Hz. İbrahim A.S., "Seninle bitecek hâcetim yok" buyurdu. Cibril A.S., "Öyle ise Allahü Teâlâ'dan dile" dedi. Halilullah A.S.:
- "İstemeğe hâcet yok; Rabb'im hâlimi biliyor ve O bana kâfîdir" diye teslim oldu. Burada, şu mânâlara işâret vardır:
- "Nemrud, Hz. Halil'in el ve ayaklarını bağlamıştı. Benim de ellerim bağlı, hareket edemiyorum; ayaklarım bağlı, yürüyemiyorum; gözlerim bağlı, göremiyorum; kulaklarım kapalı, işitemiyorum; dilim tutuk, söyleyemiyorum...
Hz. Halil'i Nemrud'un ateşi tehdit etti, bu aciz kulu ise cehennem ateşi tehdit ediyor. Hz. Halîl, yalnız senden yardım diledi, âciz kulun da başka yardımcı bilmem, ancak senden dilerim..."
إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
- "Ancak, sana ibâdet eder, ancak senden yardım dilerim."
Bu münâcât üzerine hitab-ı İzzet gelir: "Kulum, sen eser-i pâk-i Halîl'e iktidâ ve bâzı ziyâde (ilâve) eyledin. Biz de sana ziyâde mükâfât ederiz. Zira Hz. Halil'e:
"Ey Ateş! Bizim için İbrâhim'e soğuk ve selâmet ol!.." emriyle Nemrud'un ateşi, soğuk ve selâmet oldu. Seni de ateşten kurtardık, Cennet'e koyduk ve ziyâde ederek, Kur'an'ın nûruyla ve Cenâb-ı Kibriyâ'nın Cemâli ile müşerref eyledik..."
يَا نَارُ كُونِي بَرْداً وَسَلَاماً عَلَى إِبْرَاهِيمَ
"Biz de: «Ey Ateş! İbrahim'e karşı serin ve selâmet ol!» (S.Enbiyâ 69) emri ile hüküm kıldık." Cehennem dahî sana:
- "Ey Mü'min! Çabuk geç! Zira nûrun ateşimi söndürüyor" dedi.
Dördüncü mânâ:
إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ Allah'a ibâdet ederek ulaştığı derece, insana ucub verir. Bu sebeple, hâsıl olan rütbenin kulun kuvvetiyle değil, Hakk'ın yardımıyla hâsıl olduğuna delil olarak إِيَّاكَ نَعْبُدُ kavline
وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ kavli karşılık olmuştur.
Beşinci mânâ:
وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ: "Senden başkasından yardım dilemem". Zira, senden başkası, yine senin lütfunla yardım eder. Bu itibarla, başka vâsıtaya yer vermeden sâdece senden yardım isteriz.
Şu halde ( إِيَّاكَ نَسْتَعِينُ ) i zikirden murat; ucub ve kibri def'etmekten ibârettir. En iyisini Allahü Teâlâ bilir.
Fatiha-i Şerîfe yedi âyet olup, namazdaki husûsî haller de yedidir:
1- Kıyam
2- Rükû
3- Doğrulmak
4- İlk Secde
5- İntisab
6- İkinci Secde
7- Oturmak
Bu ameller şahsa benzetilirse, Fatiha, Ruh'tur. Ruhsuz cesette, hayat bulmadığı gibi, bu amellerde de Fatiha'sız hayat bulamaz. Ve:
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِِ
De Kıyam’a karşılık (Bismillah)in (با ) sı Allah ismine bitiştiğinden yücelir.
Keza; besmele, işin evveli için olup, Fahr-i Âlem S.A.V. Efendimiz:
- "Besmelesiz başlanan hayırlı hiç bir iş, başarıya ulaşamaz." buyurdu.
Kur'an-ı Kerim'de:
- "Muhakkak tezkîye eden ve Rabbi'nin adını zikreden felâh buldu" (S.Â’lâ 14-15) buyuruldu.
Besmele, bidâyet için olduğu gibi, namaz için kalkmak da amellerin ibtidâsı içindir. Bu itibarla besmele ile, ayağa kalkmak arasında münâsebet vardır.
الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Rükû karşılığında kul, Hamd makamında Cenab-ı Hak'tan ihsan olunan nîmetler sebebiyle Mevlâ'yı senâ etmektedir.
Hamd, nimetlere mazhar olmaya delâlet eder. Bu nimetler de kulun arkasını ağırlaştırarak, rükûa vesîle olur.
الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
Doğrulmaya, bu da kıyama münâsiptir. Vaktâ ki namaz kılan Allah'a yalvardı, Rahmet-i Bârî'ye lâyık oldu, tekrar doğruldu (kaaim oldu).
Hadis-i Şerif:
- "Kul; «Allah hamd edenin hamdini işitti» dediği zaman, Allah ona rahmetiyle nazar eder."
مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ
İlk secdeye münâsip ve kemâl-i kahr, Celâl ve Kibriyâ'ya delâlet eder de, Allah'tan korkmayı mûcip olur.
Kula yakışan, maddeten ve mânen tâbî olmak, huşû ve korku üzere bulunmaktır ki, işte secde bunu ifâde eder...
إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
İki secde arasında oturmaya lâyıktır. Zira,
إِيَّاكَ نَعْبُدُ İlk Secde'den haberdir. İkinci Secde, Allah'tan yardım istemektir.
اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ
Mühim şeyleri istemeğe mahsus olup, kemâl-i huzûra delâlet eden ikinci secde, kula lâyıktır.
صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ
- "Bizi doğru yolda dâim kıl. O doğru yol ki, gadab-ı ilâhîne uğrayan kâfirlerin, sapıkların yolu değildir."
Namaz kılan kemâl-i mahviyetle ibâdet edince, Cenab-ı Hak huzûr-u izzetinde oturmasını murad eder. Bu da büyük nimet olup, أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ kavl-i kerîmine münâsiptir.
Kezâ: Fahr-i Âlem S.A.V.'i, Cenab-ı Hak, Kaabe Kavseyn'e (Yay'ın iki ucu kadar olan yakınlığa) ref'etmekle nimetlere mazhar eyledi. Fahr-i Âlem Efendimiz ise:
- "Zâhirî, bâtınî her türlü kavlî, bedenî ve mâlî ibâdetlerim Allah'a mahsustur" dedi.
- "Namaz mü'minin mi'râcıdır." Namaz kılan, mî'râcında ikrama ulaşarak, huzur-u izzette oturur. Fahr-i Âlem'in Mi'râc'da okuduklarını (Tehıyyât'ı) okur. Kulun bu mi'râcı, Hz. Muhammed S.A.V.'den bir şûle, bir damladır.
- "Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse, Allah'ın kendilerine nimetler ihsan ettiği peygamberler, sıddîklar, şehitler ve sâlihlerle beraberdir." (S. Nisâ 69) kavl-i kerîmine muhatap olmağa liyâkat kesbeder.
Fatiha'nın yedi âyeti, âmâl-i seb'anın (yedi amelin) ruhu gibidir. Bu yedi amel de:
- "Biz insanı çamurdan (süzülmüş bir hülâsadan) yarattık" (S. Mü'minûn 12)
- "En güzel sûrette yaratan Allah'ın şânı, ne yücedir" (S. Mü'minûn 14), nazm-ı celîlince insanın yaratılışındaki yedi tavrın rûhu gibidir. Burada, cesetlerin ve ruhların mertebelerinin çokluğu görülür. Ruhları yaratan ve nûrun sahibi olan, Allahü Teâlâ'dır.
- "Şübhesiz en son gidiş Rabb'inedir" (S.Necm 42) ayet-i celîlesi bu mânâyı bildirir...
* * *
FATİHA-İ ŞERİFENİN ÂMENER-RASÛLÜ
İLE KARŞILIKLI MÂNÂLARI
Dâr-ı imtihan olan dünya âlemi, kederler diyarıdır. Ahiret ise, safâ âlemidir. Ahirete nisbetle dünya, cisme nisbetle gölge gibidir. Bu itibarla, dünyada ne varsa, ahirette onun aslı vardır. Şayet ahirette benzeri bulunmasa, dünya ve içindekiler hayal olurdu...
Keza; ahirette ne varsa, dünyada misâli mevcuttur. Eğer olmasa, âhiret meyvesiz ağaç, delilsiz hüküm gibi kalırdı.
Âlem-i Rûhâniyet; Âlem-i Envâr, Âlem-i Sürûr ve lezzet'tir. Dünya ve ahiretin noksan ve kemâlde muhtelif oldukları da malumdur. O cihetle âhiret, cümlenin eşref, âlâ, ekmel ve sevgilisi olmak icâp eder.
- "Bir Rasûl ki, yüce kudrete mâlik, Arş'ın sahibi olan Allahü Teâlâ nezdinde çok itibarlıdır. Ve kendisine itaat olunan bir emindir." (S.Tekvir 19,20)
Dünya âleminin eşref, âlâ, ekmel ve sevgilisi olmak üzere, Allahü Teâlâ mahlûkâtını, Habib-i Edîbi'yle itaat altına davet eder. Ve insan o âlem-i âlâda, bu âlemdeki itaatına göre muamele görür.
Mâdem Âlem-i Cismâniyet, Âlem-i Rûhaniyet'in gölgesi gibidir, şu halde bu ikisi arasında, yakınlık ve cins beraberliği lazım gelir. Âlem-i Ervah'daki asıldır; cisimler âlemindeki ise mazhardır (ona tâbîdir).
Masdar (asıl), Rasûl-ü Melekî; Mazhar, Rasûl-ü Beşerî'dir. Dünya ve ahirette saadet, Rasûlüllah'a itaatla tamam olur. Beşer'in Rasûlünde kemâlât, Allah'a davet vazifesinde görülüp, bu davet Âmenerrasûlü'de:
وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ ءَامَنَ بِاللَّهِ وَمَلَائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ
- "Mü'minlerin tamamı Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve Resullerine inandılar." âyet-i celîlesiyle bildirilmiştir.
Böylece, beyan buyurulan yedi şey de tamam olur.
لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْ رُسُلِهِ
Ahkâm-ı rüsûl de bunlara dahildir. Şöylece dördü, mârifet-i rubûbiyyet (Rabbini bilmek)ten ibaret olan mârifet-i mebde ile (ilk inanç), yani, امَنْتُ باِللّهِ الخ imanla alakalıdır.
Kulluk irfanı da, bidâyet ve kemâl olmak üzere ikidir:
1- Bidâyet (Mebde - Başlangıç):
وَقَالُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا
Allah'a yönelmeyi murad edip, işitmek ve itaat etmektir.
2- Kemâl: Cenâb-ı Hakk'a tevekkül ve külliyyen ilticâ (sığınmak) iledir.
غُفْرَانَكَ رَبَّنَا
Beşerî amel ve taatten alakayı kesip, külliyyen Allah'a iltica, Allah'tan rahmet ve mağfiret istemektir.
Usûlün bilinmesiyle mârifet-i rubûbiyet ve şu iki aslın bilinmesiyle de mârifet-i ubûdiyyet tamam olur da, Allah'a yönelmekten başka çâre kalmaz.
وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ kavl-i kerîminden murat da budur.
Anlaşıldı ki, bidâyet mertebesi; ilk, orta ve son olmak üzere üçtür:
Birincisi, Bidâyet'i bilmek ki, dört şeyi bilmekle olur.
Bunlar:
a- Mârifetullah (Allah'ı bilmek);
b- Melekleri,
c- Kitapları,
d- Rasulleri tasdiktir.
İkincisi, Orta ahkâmı bilmek ki, şu üç emri bilmekle kemâl bulur:
a,b- سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا Bu ikisi, Cesedler Âlemi'nin nasîbidir.
c. غُفْرَانَكَ رَبَّنَا Bu da, Ruhlar Âlemi'nin nasîbidir.
Üçüncüsü, bir işle tamam olur ki, (وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ) kavl-i kerîmidir.
Mertebelerin evveli dört, ortası iki idi. Nihâyeti birde karar kıldı. İşte mârifette sabit olan şu yedi mertebeden duâ ve tazarrûda da, diğer yedi mertebe zuhûr etti ki, bu mertebelerden birincisi:
رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِن نَّسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا
- "Ey Rabbimiz! Unutmuş veya hatâ etmişsek, bizi sorguya çekme" kavlidir. Çünkü unutmanın zıddı zikir (hatırlamak)dır.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا اللَّهَ ذِكْراً كَثِيراً
- "Ey iman edenler, Allahü Teâlâ'yı çok zikrediniz" (S.Ahzâb 41) kavl-i kerîmi, bu mânâyı izah eder. Bu zikir, ancak:
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِِ kavl-i kerîmi ile hâsıl olur.
İkincisi:
رَبَّنَا وَلاَ تَحْمِلْ عَلَيْنَا إِصْراً كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِن قَبْلِنَا
- "Ey Rabbimiz! Bizden evvelki ümmetlere yüklediğin gibi, üstümüze ağır yük yükleme!" kavlidir ki, إِصْراً mihneti def'eder. Bu da hamd'i icap ettirir.
Hamd ve tâzim ise ancak:
الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
kavliyle hâsıl olur.
Üçüncüsü:
رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَا لاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ
- "Ey Rabb’imiz! Tâkat getiremeyeceğimizi bize taşıtma!" kavlidir.
Bu kavl-i kerîm, Cenab-ı Hakk'ın sonsuz rahmetine işarettir. Rahmet-i Bârî'nin sonsuzluğu da:
الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ kavlinden istifade etmektir.
Dördüncüsü: وَاعْفُ عَنَّا kavlidir ki,
يَوْمِ الدِّينِ "Kazâ ve hüküm sana mahsustur. Bizi affet." demektir. İşte مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ kavlinden murat budur.
Beşincisi: وَاغْفِرْ لَنَا kavlidir ki, "Biz dünyada sana ibadet eyledik. Her hacetimizi senden diledik" demektir.
إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ kavlinden murat budur.
Altıncısı: وَارْحَمْنَا kavlidir ki, "Biz,
اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ niyazımızla senden hidayet istedik" demektir.
Yedincisi:
أَنتَ مَوْلاَنَا فَانصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ kavlidir ki;
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ kavlinden murat budur.
İbrahim A.S.:
- "Yâ Rabbî, الْحَمْدُ لِلَّهِ diyen kimsenin mükâfâtı nedir?" niyazında bulundu.
- "( الْحَمْدُ لِلَّهِ) Şükr'ün hem fâtihâsı, hem hâtimesidir. (Hem evveli hem sonudur)" buyuruldu.
Cenâb-ı Hak, Fatiha'yı şükrün evveli olmak üzere Kelâm-ı Kadîm'ini onunla başlattığı gibi, şükrün sonu olduğundan, ehl-i Cennet kelâmına onunla hâtime çekti.
- "Duaların sonu «Hamdolsun Âlemlerin Rabbi olan Allah'a» demektir." (S.Yûnus 10)..
Menkûldür ki, Âdem A.S.'a ruh verildiğinde aksırdı. Akabinde الْحَمْدُ لِلَّهِ ile şükrünü edâ etti.
Aklın evvel kelâmı الْحَمْدُ لِلَّهِ olduğu gibi, Âdem A.S.'ın şükrü edâ etmesi de, bu kelime-i kudsiyye ile olmuştur.
Demek ki, mahlûkât'ın birinci mertebesi akıl, son mertebesi de Âdem A.S.'dır.
Cenâb-ı Hak, Kitab-ı Kerîm'ini
الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ ile başlattı.
NAMAZ MİRAC'DIR
Mirâc-ı Rûhânî
Namaz mü'minin (Rûhânî) mirâcıdır.
Fahr-ül Mürselîn S.A.V. Efendimiz, Mescid-i Haram'dan, Mescid-i Aksâ'ya ve Mescid-i Aksâ'dan Melekler Âlemi'ne gitti. Bu yükselme, Zâhirî Âlemden, Gayb Âlemi'ne, oradan, Âlem-î Gayb-ül Gayb'e, yani Âlem-i Celâl-i Rubûbîyyet'edir. Yani görülen âlemden görülmeyen âleme gitmiştir. Gözle görülene "Âlem-i Şehâdet" denir.
Rûhun Cesedler Âlemi'nden, Ruhlar Âlemi'ne gitmesi, Âlem-i Şehâdet'ten, Âlem-i Gayb'a gitmesi demektir.
Ruhlar Âlemi'nin nihayeti yoktur. Ruhların son mertebesi, beşer ruhlarıdır. Beşer ruhları tedrîcen kemâl bulup, birinci kat semâda bulunan ruhlarla birleşir. Burada bir müddet kemâl bulup, sonra ikinci kat semâdaki ruhlara karışır. Böylece terakkî ede ede, sırasıyla Âlem-i Kürsî'ye kadar yükselir. Burada tekâmül ederek, Arş-ı Âlâ'yı tavaf eden meleklere karışır. Sonra Arş-ı A'zâm'ı taşıyan meleklerle birleşir. Bâdehû cisimlerle alâkalı olan ruhlardan külliyyen ayrılarak zikirleri Allah, gıdaları muhabbetullah, ünsiyetleri Allah'ı övmek, lezzetleri ibadet olan meleklerle beraber olurlar. Sonra beşer aklının ihâta edemeyeceği mukaddes derecelere terakkî ede ede Nûr-u Rubûbiyyet'e ve Sâha-i Celâl'e yükselir, ve:
اِنَّ لِلهِ سَبْعِينَ اَلْفَ حِجَاباً مِنَ النُورِ لَوْ كَشَفَهَا لاَحْرَقَتْ سُبُحَاتُ وَجْهِهِ كُلَّمَا اَدْرَكَهُ الْبَصَرُ
“Muhakkak HZ Allah için nurdan yetmişbin perde vardır. Eğer o perdeleri kaldıracak olsa nuri vechi basarının idrak ettiği herşeyi yakardı.” (İhya 1. cilt 255.) hadis-i şerifinin sırrına mazhar olur.
Cism-i pâki, rûhuyla Kaabe Kavseyn'e (Âlem-i Gayb-ül Gayb'a) vâsıl olan Rahmeten-lil-Âlemîn S.A.V., bu yükseliş ve Mîrac'dan dönerken:
- "Ey izzet ve azamet sahibi Rabbim! Misafir, avdetinde, akraba-ü taallükat ve ahbâb-ü yârânına hediye ve armağanlarla döner. Ben ne götüreyim?" diye vâkî niyazına, Allahü Teâlâ:
- "Senin hediyen, namazdır" buyurdu.
Çünkü namaz rükûnlarıyla, mirâc-ı cismânî, zikirleriyle mirâc-ı rûhânîdir.
Bu itibarla cihan değerinde bir hediye olan namaza başlayan insan, elbise ve bedenini temizlemeli...
Bu mukaddes huzurda Resûlümüz "Pabuçlarını çıkar, Çünkü sen mukaddes bir vâdîde (Tuvâ'da)sın" (S.Tâhâ 12) sırrını idrakle, Melek-şeytan, dünya-ahiret, akıl-hevâ-i nefsâniyye, hayır-şer, doğru-yanlış, hak-bâtıl, hilm-gazap, kanâat ve hırstan, hâsılı birbirine zıt bütün ahlak ve beşerî sıfatlardan hangilerinin menfaatlı, hangilerinin zararlı olduğunu iyice düşün ve hayır tarafını tut ki, mîrac seferini yapabilesin." buyurmuşlardır.
Nasıl ki, Hz. Sıddık R.A., Fahr-i Kâinât Efendimiz S.A.V.'i; Kıtmir, Eshab-ı Kehf'i dost edinip, dünya ahiret beraber oldular. Sen de hayırlı refiki bul ki;
- "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sâdık olanlarla berâber olun" (S.Tevbe 119) hükmüne uymuş olasın.
Cismini ve rûhunu bu sûretle temizledikten sonra, yüzünü kıbleye çevir! Dünya ve ahiret düşüncelerini külliyyen arkaya attığına alâmet olarak ellerini kaldır.
Kalb, ruh, sır, bütün letâifleri ve akıl, idrak, zikir ve fikrini Allah'a bağladığına işâret olarak ellerini bağla...
Kâffe-i mevcûdâttan büyük ve mâlûmatın cümlesinden yüce ve azîm mânâsına olan اللهُ اَكْبَرُ ile namazı aç...
سُبْحَانَكَ ٱللّٰهُمَّ ile Zât-ı Bârî'yi tenzih, وَبِحَمْدِكَ “ile takdis ve tahmid ediyorsun. وَتَبَارَكَ ٱسْمُكَ ile Cenab-ı Hakk'ın ezelî ve ebedî nûrunun münkeşif olduğunu, وَتَعَالٰى جَدُّكَ: ile sıfat-ı kemâl ve celâlinin nihayetsizliğini, وَلاَ اِلٰهَ غَيْرُكَ: ile akıl, idrâk ve hayâlin ihâta edemeyeceği sıfat-ı celâle sahip bulunduğunu ifade ediyorsun.
Bundan sonra, sefer sırasında ucub ve gururu kırmak için: اَعُوذُ بِٱللهِ مِنَ ٱلشَّيْطَانِ ٱلرَّجِيمِ evvel ve âhiri rahmet olan bir sefere başladığını bildirmek için de:
بِسْـمِ ٱللهِ ٱلرَّحْمٰنِ ٱلرَّحِيمِ dersin. Sekiz cennete işaret olan, sekiz kapı sana açılır. Bunlar:
1- İlk Tekbir'le Mârifet kapısı,
2- بِسْـمِ ٱللهِ ٱلرَّحْمٰنِ ٱلرَّحِيمِ " ile Zikir kapısı,
3- الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ ile Şükür kapısı,
4- الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ ile Recâ kapısı,
5- مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ ile Havf kapısı,
6- إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ ile Ubûdiyyet kapısı,
7- اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ ile Duâ ve Tazarrû kapısı,
8-
صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ ile yüce ve temiz ruhlara tâbî olma kapısı açılır ki,
- "Kapıları onlara açılmış olan Adn cennetleri vardır" (S. Sâd 50) sırrı tecellî eder ve mîrac-ı rûhânî böylece cereyan etmiş olur.
MÎRÂC-I CİSMÂNÎ
(Namazda Bedenin Mirâcı):
Cismânî mirâc, Eshâb-ı Kehf'in
- "Durup şöyle demişlerdi: «Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi'dir»" (S.Kehf 14) veya ehl-i mahşerin:
- "O gün insanlar, Âlemlerin Rabbi'nin huzurunda dururlar." (S.Mutaffifîn 6)
Namazda o gün insanların Rabbin huzurunda kıyamı gibi, kaaim oldu mu, Sübhâneke, Eûzü-besmele, Fatiha ve Zamm-ı Sûre'yi Allah'ın yardımıyla okuyup, kendi ihtiyârıyla olmadığına iman ve itikat ederek, yoluna devam eder. Ve bu huzurda, nefsini yaş bir ağaca benzetir. Allah korkusu ateşine koyup, rükû ile nefsi yumuşatarak, itaate geldiğini anladıktan sonra:
سَمِعَ اللّهُ لِمَنْ حَمِدَهُ
"Semiallâhü limen hamideh"der. Başını kaldırır ve gayet kavî olan Din-i Mübîn-i İslâm'a işaret etmiş olur.
Rükû ile, havf (korku) ateşi üzerinde yumuşamakta iken, İlâhî lütûfla doğrultabildiği bedenini tekrar yatırmak ve itâate devam etmek üzere secde eder.
سُبْحاَنَ رَبِّىَ اْﻻَعْلى
"Sübhâne rabbiye'l-âlâ" Kendisi ednâlığı kabul ile "Âlâ olan Rabb'imi tesbih ederim" der.
Ağaca benzeyen bedeni, tekrar kaldırıp, yumuşatır. İkinci itâat secdesine varır. Bu sûretle, bir rükû, iki secde ile üç defa nefsine gâlip gelir ve nefsini itâate getirir.
Rükû ile, şehvet tehlikesinden; birinci secde ile, ezâların başı olan gazaptan; ikinci secde ile, bütün fenâlığın kaynağı olan hevâ ve heves zararlarından emin olur, İlâhî lûtuf olan bu muvaffakiyetle, yüce derecelere, Gayb Âlemi'ne çıkar.
Ka'de-i ûlâda dil ile ٱَلتَّحِيَّاتُ kalb ile ٱلطَّيِّبَاتُ der. Tahıyyât'la kâmil îmana ve Tayyibât'la cennete mazhar olur.
Böylece namaz kılanın rûhu yükselirken, nüzül etmekte olan Fahr-i Âlem'in rûhuna fezâda rastgelir, onunla şereflenir.
ٱَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ
اَيُّهَا ٱلنَّبِىُّ وَرَحْمَةُ ٱللهِ وَبَرَكَاتُهُ
der.
Fahr-i Âlem'in yüce rûhu:
ٱَلسَّلاَمُ عَلَيْنَا
وَعَلٰى عِبَادِ ٱللهِ ٱلصَّالِحِينَ
ile karşılık verir.
Kâffe-i mevcûdât ve menfaatın sırrı ve sermayesi olan "Kelime-i Şehâdeteyn"i getirmeyi rûhunda hissederek:
اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ ٱللهُ
وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ
der.
Fahr-i Âlem'in irşadı ile saadete nâil olduğunu anlayan kul:
ٱَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِ مُحَمَّدٍ
ilavesi ile Fahr-ül Mürselîn'e salavat getirir. Sonra Nebîlerin büyük pederi Hazret-i Halîl'in:
رَبَّناَ وَابْعَثْ فِيهِمْ رَسُوﻻً مِنْهُمْ يَتْلُواعَلَيْهِمْ آياَتِكَ
"Ey Rabbimiz! İçlerinden onlara, senin âyetlerini okuyan, kitâbı ve hikmeti öğreten, onları her kötülükten tezkiye eden bir peygamber gönder" duasıyla; Fahr-i Risâlet'in vücûdunu düşünerek cedd-i âlâsına (büyük dedesine):
كَمَا صَلَّيْتَ
عَلٰى اِبْرَاهِيمَ وَعَلٰى اٰلِ اِبْرَاهِيمَ
duâsını okur.
Gerek Fahr-i Risâlet'ten, gerekse ceddi Halîlullah'dan gelen saadet ve güzelliğin aslı olan Allahü Teâlâ'ya: اِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ der.
Böylece Allah'a ibâdet ve tâat edenin, yani namaz kılanın melekler makamında zikri dolaşır da:
- "Kulum beni bir toplulukta zikrederse, ben onu daha hayırlı bir cemiyet içinde zikrederim" hadis-i kudsîsi hükmünce, bütün melekler o kimseye sevgi ve muhabbet beyan ederler.
Bu hâl üzere ârif-i billah, Melekler Âlemi'ne yükselerek, kendini iştiyakla beklemekte olan meleklere ve namaz kılan bütün mü'minlere hitaben, sağ ve soluna:
ٱَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّهِ der. Melekler ise, cennete girerken cârî olduğu gibi
سَلاَمٌ عَلَيْكُم بِمَا صَبَرْتُمْ فَنِعْمَ عُقْبَى الدَّارِ
ile cevap verirler. "Sabretmenize karşılık size selâm olsun. Burası dünyanın ne güzel bir neticesidir"derler. (S.Ra'd 24)
Tefsîr-i Kebir'de, devamla: إِيَّاكَ نَعْبُدُ "İnsan, cesetle ruhtan mürekkepdir. Ceset, rûha menfaat verecek şeylerin elde edilmesine âlettir. Cesedin en faydalısı da, saadet kazanmak için, rûha yardım edendir. Bu da, Cenab-ı Hakk'a yapılan namaz ve diğer ibâdetlerle olur." denmiştir.
Saadetlerin birinci kademesine إِيَّاكَ نَعْبُدُ delâlet eder. Böylece hulûsla, Gayb Âlemi'nden nurlar tecelli eder.
Kezâ, Tefsîr-i Kebir, (Sûre-i Bakara'nın tefsirinde): "İbâdetin faydasını idrak edip haz alanlara, ibâdet kolay geldiği gibi, diğer işlerle meşgul olmak da ağır gelmez. Zîrâ, kemâl denilen sıfat bizzat sevimlidir." denilmiştir.
İnsan için vaktin en âlâsı, ibâdetle geçendir. Bu sebeple kalb, nûr-u ilâhî ile nurlanır. Dil, zikir ve Kur'an okumakla şereflenir. Âzâlar, cemâl-i ilâhî hizmetiyle yücelir. Böylece insan, şerefli mertebe ve derecelere ulaşır. Fânî dünyada elde edilen şerefin, ahiret âleminde kat kat ziyadeleşeceğini anlar da, ibadetten usanmaz, kalbinde muhabbet artar.
- "Sonra hem derileri, hem de kalbleri Allah'ın zikriyle yumuşar." (S.Zümer 23)
- "Biz emâneti yerlere, göklere ve arz'a teklif ettik. (Onlar) yüklenmekten kaçındılar da, onu, insana yükledik" (S.Ahzâb 72)
Emânetin edası, kâmil sıfatlardan ve bizzat muhabbettendir. Emânet edâ edilirken, gönül isteği ile yapılmalıdır.
- "Ey İsrâiloğulları! Size verdiğim nîmeti hatırlayın ve ahdimi yerine getirin ki, ben de ahdinizi yerine getireyim." (S.Bakara 40)
Ahdi yerine getirmekten maksad ibâdettir. İbâdetle uğraşan, kibir ve gururdan ferâh ve sürûra, halk ile meşgul olmaktan, Hak ile meşgûliyete döner de lezzetin kemâlini tadar, demektir.
[1] (S. Tâhâ 14)
[2] (M.İ.R.C: 1 M: 85)
[5] (İhya C.1, S: 405)
14(M.İ.M. C: 2 M: 67)
.
7. Risale: Ramazan-ı Şerif ve Oruç
- Ayrıntılar
- Kategori: İnce Risaleler
- Gösterim: 13509
BİSMİLLÂHİRRAHMANIRRAHÎM
Âlemlerin Rabb’i Allah’a hamdolsun. Resûlü’ne, Âline ve Ashâbına salât ü selâm olsun.
Ramazan-ı Şerif Zâtü’l- Buht ve Sırr-ı Ehadiyet’le alâkalıdır; Zât-ı İlâhînin tecelliyâtına mazhardır.
Farz oluşu: “Ey iman edenler! Sizden evvelkilere oruç farz kılındığı gibi, sizin üzerinize de farz kılındı. Umulur ki sakınırsınız.” (Bakara, 182) âyet-i celîlesiyle bildirilmiştir.
Farz oluşu:
Cenâb-ı Hak aklı yarattı ve ona:
– Ben kimim? buyurdu. Akıl:
– Beni yaratansın, ben ise âciz bir kulum, dedi.
Cenâb-ı Hak :
–Senden aziz şey yaratmadım, buyurdu.
Nefsi yarattı ve ona:
– Ben kimim? buyurdu.
Nefis:
Ben benim, sen de sensin, deyip âsi oldu.
Allahü Teâlâ onu, yüz sene ateşte yaktı, yine sordu, nefis yine aynı şeyi söyledi. Yüz sene açlık ateşinde bıraktı. Nefis ıslah olup Cenâb-ı Hakk’ın varlığını ve birliğini kabul etti. Allahü Teâlâ da onu ıslah için orucu farz kıldı.
Orucun farz olmasına bir sebep de, nefsi terbiye edip takvâya ulaşmak ve melekiyet sıfatı kazanmaktır.
Nükte:
Âdem A.S. cennette men edilen meyveden yediğinde, onun eseri midesinde bir ay kaldı. Bu sebeple evlâtları, bir ay açlık ve susuzlukla (oruçla) emir buyuruldu ki, mideleri zararlı şeylerden temizlensin...
“Geçmiş ümmetlere de farz kılındı,” buyurulmasında nükteler var.
Ramazan-ı Şerifin ilk günü, akşamla yatsı arasında “Yâ Rabb’î! Ramazan-ı Şerifle müşerref kıldığın için teşekküren” diye niyet edip iki rekât sevinç namazı kılınır.
Birinci rekâtta, bir Fatiha, bir İnnâ a’taynâ; ikinci rekâtta, bir Fatiha, bir İhlâs-ı Şerif okunur.
Namazdan sonra:
70 Salavât-ı Şerîfe,
70 İstiğfar okunur ve duâ edilir.
Terâvih namazı sünnet-i müekkededir. Her namazda olduğu gibi bunda da, zamm-ı sûre olarak en az 42 harf (Kevser Sûresi kadar) okumak vaciptir. Kasten aşağı okunduğunda namazın iâdesi lâzım gelir.
Tâdil-i erkâna riâyetle Elemtere’den aşağısıyla kılana, hatim sevabı verilir. Bu sûrelerde noksanı olanlar da öğrenmiş olurlar.
Bu mübarek ayda her gün:
100 İstiğfar,
100 Salavât-ı Şerîfe,
100 İhlâs-ı Şerif,
100 Tevhid-i Şerif okumakta büyük sevap var.
Evveli rahmet, ortası mağfiret, sonu kurtuluşa sebep olan bu mübarek ayın her gecesinde tesbih ve teheccüt namazı kılıp Hatm-i Enbiyâ okunmalı. Son on günde de her gün Hatm-i İstiğfar edip yetmiş salâvât-ı şerîfe okumanın sevabı da sayılara sığmaz. Cenâb-ı Hak muvaffakiyetler ihsan eylesin!
* * *
ORUCUN FAZÎLETİ
Oruç gizli ibâdet olup dikkatle edâ edildiğinde, şeytana yardımcı olan nefsin isteklerini kırar ve insanı nice hayırlara ulaştırır.
Bir maymunla 5, 10, 15 yaşlarındaki çocuklara birer elma verip; “Kim elmasını akşama kadar yemezse, yirmişer elma ve başka hediyeler vereceğim” dense, maymun hemen yer; aklı eren, inancı tam olan yemez, karşılığını görür. Sabredemeyen de maymun gibi zayıf irâdesinin mahrumiyeti içinde kalır, dünya ve âhrette hüsrana uğrar.
H.Ş.: “Oruç zihni tasfiye eden ibâdetlerin kapısı, kötülüklere mâni olan kalkan, bütün iyiliklere ulaştıran nurdur.”
H.Ş.: “Oruçlunun uykusu ibâdet, sükûtu tesbih, amelleri kat kat kıymetli ve duâsı makbuldür.”
H.Ş.: “Oruç sabırdır. Sabredenlerin mükâfatı hesapsızdır. Oruç diğer ameller gibi değil, o iç sırrıdır.”
Hadîs-i Kudsî’de “Oruç benim içindir. Onun mükâfatını ben ihsan ederim” buyurulmuştur.
H.Ş.: “Oruçlu için iki ferahlık var:
1- İftar vaktinde ferahlar
2- Rabb’isine kavuşunca ferahlar.”
Her gece “Farz olan Ramazan-ı Şerif orucuna” diye niyet etmek lâzımdır. Bu niyetle sahura kalkmak kâfi ise de, niyet etmek evlâdır.
İftardan yarım saat evvel, yalvarmaya başlayıp “Yâ Rabb’î, sen affedicisin, affı seversin, beni affet” diye istiğfar ve niyazda bulunmalı.
Zira; her ibâdetin sonunda duâlar kabul olduğu gibi, orucun son saatinde de duâlar ret olunmaz.
Ramazan-ı Şerif, şânı yüce bir aydır. Bu ayda namaz, zikir, oruç, sadaka gibi yapılan her nâfile ibâdete, diğer aylarda yapılan farzların mükâfatı gibi ecir verilir. Farz ibâdetlere de yetmiş kat fazlası ihsan olunur.
İmam-ı Rabbânî Hz., “Farza nispetle nâfile ve sünnet, deryadan bir damla kadardır,” buyurmuştur.
H.Ş.: “Bu ayda bir oruçluya iftar ettirmek günahların affına sebep olur, akrabâ ve taalukâtı cehennemden çıkarılır ve oruçlunun sevabı, aynen o kişiye de verilir.”
Ramazan- Şerif dâvetleri bu sebebe dayanmış olsa gerektir.
H.Ş.: “Bu ayda hizmetçisinin işini hafifleteni Allahü Teâlâ affeder, cehennemden âzat eder.”
Bu ayda iyi amellere muvaffak olan kişiye Allahü Teâlâ o senenin tamamında muvaffakiyet ihsan eder. Eğer gaflet, tefrika ve perişanlıkla geçerse, o sene onun için perişanlık olur.
Kulluk makamına münasip olan, sahuru tehir, iftarda acele etmektir. Bu, aczini ve ihtiyacını ortaya koymaktır.
H.Ş.: “Oruçlunun ağız kokusu,Allahü Teâlâ yanında miskten sevimlidir.”
H.Ş.: “Ramazan-ı Şerif geldi diye sevinen kişinin cesedini Allahü Teâlâ cehenneme haram kılar.”
H.Ş.: “Allahü Teâlâ Ramazan-ı Şerifin ilk gecesinde hitap eder: «Bize muhabbet edene biz de muhabbet ederiz. İstiğfar edip af dileyeni Ramazan hürmetine mağfiret ederim.» Ve Allahü Teâlâ amelleri yazan meleklere «Müminlerin hayır işlerini, sevaplarını yazın, günahlarını yazmayın» diye emir buyurur ve geçmiş günahlarını da affeder.”
Hâsılı; Ramazan-ı Şerif orucunu özenerek edâ eden kimsede haller değişir, ahlâk-ı İlâhî ile sıfatlanır ve her hususta huzur hâsıl olur. orucun kerâmeti, fazîleti ve üstünlükleri saymakla bitmez.
Allahü Teâlâ Musa A.S.’a buyurdu:
“Ümmet-i Muhammed’i iki zulmetten korumak için iki nur verdim: Kabir ve kıyâmet zulmetinden kurtarmak için Ramazan-ı Şerîfin nuru ile Kur'an-ı Kerîm’in nurunu ihsan eyledim.”
Yani bunlar, hakları ödendiği taktirde kabir suâlinden, kıyâmet hesabından; iki büyük felâketten selâmet vesilesi olurlar.
İsâ A.S. seneyi oruçla geçirdiğinden, bütün vücûdu nur olmuştu. Civarındaki melekleri ve rûhânîleri görürdü. Allahü Teâlâ’ya:
– Yâ Rabb’i! Benden fazla devlete mazhar kıldığın kulun var mı? niyazında bulundu.
Allahü Teâlâ:
–Âhir zaman Nebîsi Muhammed Mustafa’nın ümmetleri, senede bir ay Ramazan orucu tutacaklar. Onların bu ameli senin orucundan efdal olacak, buyurdu. İsâ A.S.:
– Yâ Rabb’î, onlar ayda bir defa mı iftar edecekler?
– Hayır.
– On beş günde bir mi?
– Hayır.
– Yâ Rabb’î, üç günde bir mi iftar edecekler?
– Hayır. Sahurda yemek suretiyle günde bir iftar edecekler, buyurunca başını secdeye koyup Cenâb-ı Hakk’a günlerce niyazda bulundu. Ve:
– Yâ Rabb’î beni o peygambere ümmet eyle, diye yalvardı.
Kezâ, İsâ A.S., Kur'an-ı Kerîm’in ruhu olan Fâtiha-i Şerîfe’nin, Kur'an-ı Kerîm’in kalbi olan Yâsîn-i Şerîf’in ve Tahâ Sure-i Celîlesinin Arş-ı Âlâ’daki esrarını, makamlarını ve nurlarını görüp:
–Bunları bana ihsan buyur, diye duâ ettiğinde, Allahü Teâlâ:
– Onlar Habîbim’e mahsustur, buyurdu.
İsâ A.S. bu ümmetten olma arzusundaki ısrarından dolayı âhir zamanda, Hz. Mehdî devrinde nüzûl edip müştereken decâcilenin habâsetine son verecekleri eserlerde gelmiştir. İsâ A.S. gibi büyük bir peygamber Muhammet ümmetinden olmuştur.
Kezâ, Mûsa A.S. Tur-i Sînâ’da:
Yâ Rabb’î, bana Kelîm’im, buyurdun, kelâmını işittirdin. Benden üstün devlete mazhar kıldığın bir kulun var mı? niyazında bulundu. Allahü Teâlâ:
– Yâ Mûsa! Seninle kelâm ederken aramızda yetmiş bin perde var. Âhir zaman Nebîsi Habîbim Muhammed Mustafa’nın ümmetleri Ramazan orucu tutacaklar, bu sebeple vücûtları zayıflayıp renkleri sararacak, iftar vakti duâ ve niyazda bulunacaklar. Onlardan 70 bin perdeyi kaldırıp duâlarını kabul edeceğim buyurdu.
Hâsılı, Ramazan-ı Şerifin kerâmetiyle orucun faziletinden; Tesbih ve teheccüt namazlarıyla, istiğfarla istifadeye çalışmanın zarûretini anlamak lâzım... Çünkü gönüllere ilâhî rahmetin nüfûzu ve füyüzât-ı ilâhînin gelmesi için, günâh paslarını silmek icap eder.
Nasıl ki, mühürlü şişenin mantarı, kapalı kutunun ağzı açılmadan içine bir şey girmezse, kirli gönüllere de ağır misafir gelmez. Âzâları temizlemeden ilâhî nurlar tecellî etmez.
İmam-ı Rabbânî K.S. Ramazan-ı Şerîf’in üstünlüğünü şöyle beyan etmiş:
“Kişi sevdiği ile beraberdir” hadîs-i şerifi hükmünce Mümin kul, Allahü Teâlâ ile beraberdir; Ramazan-ı Şerif ve orucun kerâmetiyle mânevî beraberliğe mazhariyet vardır...”
Lâkin bildirilen bunca inâyet ve kerâmetlerden istifadeye çalışıp zevk almaz da, Ramazan-ı Şeriften ve oruçtan şikâyet eder; günler uzun, oruç ağır, oruçtan usandım, bu ibâdet azaptır gibi sözler ederse, küfre girer, dikkat lâzım. Her mükâfat meşakkati nispetindedir.
H.Ş.: “İnsanların hayırlısı, ömrü uzun ameli hayırlı olan; insanların şerlisi de ömrü uzun, ameli fenâ olandır.”
Hayır da, şer de bu âlemde kazanılır. Mümin bu günlerde uyanık, temkinli ve dikkatli olmalı. Bununla kalmayıp etrafına da sahip çıkmalıdır.
H.Ş.: “Ramazan-ı Şerifte ilim meclisinde bulunan kimsenin her adımına bir senelik ibâdet sevabı yazılır, Arş’ın altında benimle beraber olur. Kim Ramazanda cemaate devam ederse, Allahü Teâlâ kıyâmet günü her rekâtına nimetlerle dolu bir şehir verir.”
H.Ş.: “Kim Ramazanda ana babasını memnun ederse, Allahü Teâlâ o kimseye rahmetiyle nazar eder. Ben de, cennet için o kimseye kefil olurum.”
Haberde gelmiştir: “Ramazan kıyâmet günü güzel sûrette huzur-u ilâhîde secdeye varır, hakkını edâ edenlere şefaat eder, kurtulmalarına sebep olur.”
Haberde gelmiş: “Ramazan hilâli görülünce Arş, Kürsî, melekler, «Ümmet-i Muhammed’e müjdeler olsun» derler.”
H.Ş.: “Ramazan-ı Şerifin ilk gecesinden itibaren semâvat ve cennet kapıları açılır, son gecesine kadar kapanmaz.”
H.Ş.: “Ramazan-ı Şerifte kılınan namazın her secdesine Allahü Teâlâ 70 bin sevap ihsan eder.”
H.Ş.: “Arş-ı Âzam’da Hazırat-ı Kudüs isimli nurdan bir makam var. Orada toplanan melekler sırf oruç tutup teravih kılanlar için tesbih eder, duâda bulunur, teravih vakti müminlerle beraber namaz kılar ve onlar için hacet dilerler.”
H.Ş.: “Tam imanla sevabını umarak, Ramazan orucunu tutan kimsenin geçmiş günahları affolunur.”
Hadis-i şerifin şerhinde: “Bu müjde, orucu severek, sevinerek, uzun günleri ganimet ve güçlüğü nimet bilerek edâ edenler içindir,” demişler. (Mektûbât-ı Şerif, İhyâ-i Ulûm, Mecâlis-i Abdüllatif S. 44’den 50’ye kadar.)
Seyyid Abdülkadir Ceylânî Hazretleri’nden:
Cenâb-ı Hak, hudutsuz rahmetiyle, nâfile namaz ve oruçları, farz borçlara mahsup edeceğini beyan etmiştir. Şu halde: Tesbih, Teheccüt, Duhâ ve Evvâbîn gibi Nâfileleri ihmal etmek, ahmak lık olur.
* * *
KADİR GECESİ
Kur’an-ı Azîmüşşân Kadir Gecesinde toplu olarak Levh-i Mahfuz’dan yedinci kat semada meleklerin kıblesi olan Beytü’l- İzze’ye (Beytü’l- Mâmur’a) indirilmiş, sonra yirmi üç senede Resûlüllah S.A.V.’e lüzûmuna göre kısımlar hâlinde indirilmiştir.
Diğer büyük kitaplar da, Ramazan-ı Şerifte nâzil olmuştur.
Haberde gelmiş ki: “Cennet dört kimseye âşıktır: Kur’an okuyan, dilini tutan, açları doyuran, Ramazanda oruç tutan...”
H.Ş.: “Allahü Teâlâ, ümmetime, diğer ümmetlere vermediği beş şeyi ihsan buyurdu:
1- Ramazanda birinci gecesi, Allahü Teâlâ iman sâhiplerine rahmetle nazar eder ve bu kullarına hiç azap etmez.
2- İftar vakti oruçlunun ağız kokusu, Allahü Teâlâ yanında her kokudan sevimlidir.
3- Melekler Ramazanın her gece ve gündüzünde oruç tutanların affı için duâ ve niyaz ederler.
4- Allahü Teâlâ, oruç tutanlara Ramazan-ı Şerif içinde cennetten yer tâyin eder ve cennete: «Yakında dünya sıkıntılarından kurtarıp ikram edeceğim kullar için süslen, hazır ol!» buyurur.
5- Ramazan-ı Şerifin son gününde, o ayda oruç tutanların tamamını affeder ve iş yapanlara işi bitirince ücretleri verilir.” (Riyâzü'’- Sâlihîn)
Ramazan-ı Şerifin ve o ayda oruç tutanların üstünlükleri saymakla bitmez.
Cenâb-ı Hak cümlemize bu ayın feyzinden hakkıyla istifade etmek müyesser eylesin. Bihürmeti esrâri seyyidilmür-selîn. Âmin.
* * *
BÂZI HUSUSLAR
Yemek içmekte, “Vücûda sıhhat, İbâdete kuvvet, dîne hizmet olsun” diye niyet edip, ibâdette, sünnete uymak lâzım. Sabahtan akşam hazırlığına koyulup nefsin isteklerine hizmet etmek, şehveti artırır, orucun ruhu ölür. (Kimyâ-yı Saâdet)
H.Ş.: “Namaz burhandır (delil); zekât, temizlik; oruç, bedene sıhhattir.” (Şir’a)
Muhammed bin Yemânî K.S. buyurdu:
“Araştırdım:
1- Doktorlar; en şifalı yemek, açlık ve az yemektir, dediler.
2- Hakîmler; hikmete erişmek ve faydalı ilim öğrenmek için en faydalı hal, açlık ve az yemektir, dediler.
3- Âbitler; Allahü Teâlâ’ya ibâdet etmekte en faydalı şey, açlık ve az yemektir, dediler.
4- Zâhitler; dünya derdinden kurtulmak, zühde ermek için en faydalı şey, açlık ve az yemektir, dediler.
5- Âlimler; hâfıza kuvveti için en faydalı şey, açlık ve az yemektir, dediler.
6- Hükümdarlar; en güzel gıda açlık ve az yemektir, dediler.
Ben de oruca devam etmeyi seçtim.”
H.Ş.: “Ramazan-ı Şerife erdiği halde oruç tutmayan âsi bir gencin, azap melekleri tarafından demir değnekle dövülerek yüzüstü cehenneme sürüklendiği, tevbe ve istiğfar etmeden rahmet ayını geçirdiğinden affına bir sebep bulunmadığı” beyan buyurulmuştur. (Nüzhetü’l- Ebsar)
Ramazan-ı Şerifte:
– Sahuru geciktirip, iftarda acele etmek.
– İftar vaktine yarım saat kala istiğfar ve duâ ile meşgul olmak.
– İftar duâsını okuyup “Yarınki Ramazan-ı Şerif orucuna” diye niyet etmek.
– Hafif yemek, mideyi fazla yemek ve su ile yormamak.
– Bu ayda bol sadaka vermek, yemek yedirmek.
– Çok Kur'an-ı Kerîm okumak.
– Faydasız ve çirkin sözden, yalan ve gıybetten sakınmak.
– Lâf taşımamak.
– Kimseye cefa ve düşmanlık etmemek.
– Riyâlı sözden sakınmak.
– Münakaşa etmemek, “Ben oruçluyum” deyip kesmek, sükût edip zikirle meşgul olmak.
– Son on günde îtikâf etmek mühim noktadır.
Bütün büyükler Resûlüllah S.A.V.’e uyarak Ramazan-ı Şerifin son on gününde yatakları dürmüş, ibâdete koyulmuştur. (Kimyâ-yı Saâdet)
Gıybetle yalan, orucu ifsat eder denilmiş. Orucu ifsat etmese de zararın büyüklüğü bildirilmiştir.
Resûlüllah S.A.V., açlık ve susuzluktan son derece bunalan iki kadına, kusmalarını emretti. Çıkardıkları kanlı et parçalarını gösterip:
“İşte bunlar, helâl yemekle oruç tuttular; fakat haramla bozdular” buyurup, kadınların gıybet ettiklerini bildirmiştir.
H.Ş.: “Bir kimse yalan söylemeyi, sahte işlerle uğraşmayı terk etmeden, onun yeme ve içmeyi terk etmesine Allahü Teâlâ’nın ihtiyacı yoktur.”.
H.Ş.: “Nice oruçluların kârı, sadece açlık çekmek; nice namaz kılanların kârı da, yorgunluk ve uykusuz kalmaktan ibarettir.”
Bu mübarek ve ziyâfet ayında, az amele çok sevap verildiği bilinip, gafleti atarak ibâdete gayret etmeli... orucunu gönül hoşluğu ile severek, sevinerek tutup onu dünyada ve âhrette saâdete sebep bilmeli.
Münâcât:
Büyüklerden biri:
Bir derviş gördüm. Kâbe eşiğine başını koymuş, dertli dertli ağlıyor ve şöyle niyaz ediyordu:
“Yâ Gafûr, Yâ Gaffâr! Sen bilirsin ki, pek zalim, pek câhil olan insan, kulluk vazifesini sana lâyık bir sûrette yerine getiremez. Sana ibâdette kusur ettiğim için özür dilemeye geldim.
İbâdetime güvenmiyorum. Âsiler günahtan tevbe ederler, ârifler ibâdetten istiğfar ederler, âbitler ibâdetin mükâfatını, tâcirler malın bahasını isterler...
İlâhî! Ben kulun ümit getirdim. Dilenmeye geldim, ticârete gelmedim. Bana; sana yakışanı yap, bana yakışanla muâmele etme. Beni affet, günahlarımı bağışla...
İşte yüzümü eşiğine koydum. Kul bir şey teklif edemez. Ne buyurursan razıyım.” der de, dertli dertli ağlardı...
Ağla azizim, ağlayan güler...
***
Kâbe kapısında diğer birini gördüm. ağlayarak, şöyle diyordu:
“İlâhî! Tâatimi kabul et, demiyorum. Günahıma af kalemi çekmeni diliyorum:”
Abdülkadir Ceylânî’yi (K.S.) gördüm, Kâbe’nin çakıl taşları üzerine yüzünü koymuş, naz ve niyaz ederdi:
“İlâhî! Beni affet. Eğer mutlaka azaba dûçâr etmek mukadder ise, kıyâmet gününde beni gözsüz haşret ki, iyiler karşısında mahcup olmayayım. Her seher vakti rüzgâr estikçe aczimi bilerek yüzümü topraklara sürüyor ve şöyle diyorum:
Rabbi’im! Seni hiç unutmayan bu kulunu affet...”
Hâlinde irfan nûru görülen bir genç, Kâbe örtüsüne yapışmış:
“İlâhî; Ulûhiyetinde şerîkin yok ki, hâlimi ona arz edeyim. Saltanatında vezirin yok ki, onu rahmetine vasıta edeyim...
Eğer sana itâat etmişsem, senin fazl u kereminledir. Bu ihsan sana lâyıktır.
Eğer günah işlemişsem, o da senin adl ü taktirinle meydana geldiğinden, benim üzerime hüccet izhar etmek yine sana mahsustur.
Üzerime ilâhî hüccetin sübûtu ve sana karşı benim delilimin sükûtu hakkı için beni affet”, diye nâz ü niyaz eder, derin ve dertli dertli yalvarırken cânib-i İlâhîden:
“Benim dergâh-ı ehadiyetime hâcetini arz eden şu sâdık kul, cehennem azabından kurtulmuştur” nidâsı işitildi.
İbrahim bin Edhem K.S.:
İlâhî! âsî kulun geldi sana,
Günahını söyleyerek, duâ ederek...
Eğer affedersen ki, sen ehilsin buna.
Reddedersen, senden başka kim acır âciz kuluna!
.
8. Risale: Hac Rehberi
- Ayrıntılar
- Kategori: İnce Risaleler
- Gösterim: 7246
İslâm’ın beş şartından biri olan hac, üç kısımdır. Fazilet sırasına göre şöyle:
1-Hacc-ı Kırân,
2-Hacc-ı Temettû,
3-Hacc-ı İfrad,
Hacc-ı İfrad, ihrama girip -umre yapmaksızın- yalnız haccetmektir.
Hacc-ı Kırân ve Hacc-ı Temettû, aynı hac mevsiminde hem umre yapmak, hem de haccetmektir.
Hacc-ı Kırân’a niyet eden, umreden sonra ihramdan çıkmaz.
Hacc-ı Temettû yapan, umreden sonra ihramdan çıkar ve hac için tekrar ihrama girer.
HACC-I İFRAD
Hacc-ı ifrad yapan:
1-İhrama girer,
2-Kudûm tavafı yapar,
3-Sa’y yapar,
4-Zilhicce’nin 8.inci (Terviye) günü Minâ’ da öğle namazı kılar.
5-Arefe günü Arafat’ta vakfe yapar,
6-Akşam Müzdelife’ye gider,
7-Bayram günü Minâ’da şeytan taşlar ve,
8-İhramdan çıkar.
9-Mekke-i Mükerreme’ye varıp ziyâret tavafı yapar.
10-Minâ’ya döner. Orada üç gün kalır ve şeytan taşlar.
11-Mekke-i Mükerreme’ye varıp Vedâ Tavafı yapar.
* * *
İHRAMA GİRMEK
İhrama Hazırlık:
-Tırnaklarını keser.
-Koltuk temizliği gibi işleri yapar.
-Boy abdesti veya abdest alır.
-Güzel koku sürer.
* * *
İhrama girince:
-Mîkat mahallinde veya oraya varmadan önce niyet edip ihrama girer. (İhramın üst parçasına “Ridâ”, alt parcasına “İzar” denir.)
(Mîkat: Mekke-i Mükerreme’ye girmeden, hacıların ihrama girmesi lâzım gelen yerlerdir. O mahallerin dışında, uçakta, hava meydanında hattâ kişi evinde ihrama girebilir.)
İki rekât namaz kılar, şöyle duâ ve niyet eder ve telbiye getirir:
اَللَّهُمَّ اِنّىِ اُرِيدُالْحَجَّ فَيَسِّرْهُ لِى وَتَقَبَّلْهُ مِنِّى نَوَيْتُ الْحَجَّ وّاَحْرَمْتُ بِهِ لِلَّهِ تَعاَلَى لَبَّيْكَ اَللَّهُمَّ لَبَّيْكَ لَبَّيْكَ لاَشَريكَ لَكَ لَبَّيْكَ اِنَّ الْحَمْدَ وَالنِّعْمَةَ لَكَ وَالْمُلْكَ لاَشَرِيكَ لَكَ
ALLAHÜMME İNNÎ ÜRÎDÜ’L-HACCE FEYES-SİRHÜ LÎ VE TEKABBELHÜ MİNNÎ. NEVEYTÜ’L HACCE VE EHRAMTÜ BİHÎ LİLLÂHİ TEÂLÂ. LEBBEYK ALLAHÜMME LEBBEYK LEBBEYKE LÂ ŞERÎKE LEKE LEBBEYK. İNNEL HAMDE VENNİ’METE LEKE VEL MÜLKE LÂ ŞERİKE LEK.
Mânâsı: “Allahım rıza-i şerifin için haccetmek istiyorum. Bana bunu kolay kıl ve bu haccı benden kabul buyur. Hacca niyet ettim, Allah için hac niyetiyle ihram giydim; buyur Allah’ım, emir senindir. Senin şerîkin yoktur.
Emrine boyun eğdim. Muhakkak ki hamd sanadır, nimet senin, mülk de senindir. Senin şerîkin yoktur”.
İhramlıya Haram olanlar:
-Hanımıyla cem olmak, şehvet uyandıran nefsânî şeyler konuşmak,
-Kötü söz söylemek,
-Kötü hallerde bulunmak,
-Kavga etmek,
-Avlanmak, av hayvanına zarar vermek,
-Avcıya yardım etmek,
-Dikişli veya yapıştırılmış elbise giymek (Para çantası hâriç),
-Sarık sarmak,
-Başı ve yüzü örtmek (Kadınlar hâriç),
-Üstü veya topuğu kapalı ayakkabı veya mest giymek,
-Tıraş olmak, vücûdundan kıl koparmak veya kesmek,
-Tırnak kesmek,
-Koku sürünmek,
İhramlının Vazifeleri
Namaz kıldıkça. Yolda, yokuşta-inişte, yolculara rastladıkça ve seher vakitlerinde çokça telbiye etmek.
Mekke-i Mükerreme’nin evleri görülünce dualar okumak oraya varınca boy abdesti almak müstehaptır. Bu mümkün olmazsa yalnız abdest alır.
Tavaf dışında her yerde telbiyeye devam eder.
Telbiye:
لَبَّيْكَ اَللَّهُمَّ لَبَّيْكَ لَبَّيْكَ لاَشَريكَ لَكَ لَبَّيْكَ اِنَّ الْحَمْدَ وَالنِّعْمَةَ لَكَ وَالْمُلْكَ لاَشَرِيكَ لَكَ
2-KUDÛM TAVAFI
Bâbüsselâm’dan Harem-i Şerif’e heybet makâmını mülâhaza ve huşû ile, telbiye, tekbir, tehlil ve salevât-ı şerife okuyarak, sıkışanlara da lütufkâr davranarak girer ve telbiyeyi keser. Beyt-i Şerif’e bakarak dilediği duâyı eder. Tavaf esnâsında telbiye getirmez.
Harem-i Şerif’te tahiyyetül mescid namazı kılmaz, hemen Kudûm Tavafı’na başlar. Tehlil ve salevât-ı şerife ile Hacer-i Esved’i istilâm eder. (Öper veya eliyle uzaktan selâmlar.)
Hacer-i Esved’in hizasındân devamla, Kâbe-i Muazzama’yı tavaf ederek gene oraya gelir. Bu bir şavttır. Böyle yedi şavt tavaf yapar. Sonra müsâitse (kerâhat vakti dışında) Makam-ı İbrâhim’de iki rekât namaz kılmak vâcibdir. Orası müsâit değilse, müsâit bir yerde kılar...
Her tavafta lâzım değilse de Kudûm Tavafı’nın ilk üç şavtında Remel yapmak (Kısa adımla omuz silkerek çalımlı çalımlı yürümek) sünnet olduğundan, tavaftan evvel ridânın bir ucunu sünnet üzere sağ koltuk altından sol omuza almış olarak remelde bulunur. Sıkışık hallerde durur, fırsat buldukça yürümeye devam eder. Çünkü Remel zarûrîdir.
***
3-SA’Y
(Tavaf ve iki rekât namazdan sonra) Safâ’ya gider. Kâbe görülünceye kadar yükselir. Beyt-i Muazzama’ya döner. Tekbir ve tehlil eder ve salavât-ı şerife getirir. Ellerini kaldırıp dua eder.
Sonra Merve tarafına yavaş yavaş yürür. İki yeşil direk arasında “Hervele” eder (Sür’atli yürür) ve yine yavaş yavaş Merve’ye varır. Kâbe görününceye kadar çıkar. Kâbe’ye dönerek, tekbir, tehlil ve telbiye ile ellerini kaldırıp dua eder. Bu şekilde, Safâ tarafından dört gidiş, Merve tarafından üç geliş ile yedi şavt olur ki hepsi bir “Sa’y”dır.
Gidiş ve gelişte, telbiye ve hervele ederken şu duâyı okur:
اَللَّهُمَّ اسْتَعْمِلْنِى فِىسُنَّةِ نَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ السَّلاَمِ وَتَوَفَّنِىعَلَى مِلَّتِهِ وَاَعِذْنِى مِنْ مُضِلاَّتِ الْفِتَنِ بِرَحْمَتِكَ ياَ اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ
ALLAHÜMME’STÂ’MİLNİ FÎ SÜNNETİ NEBİYYİ-KE MUHAMMEDİN ALEYHİS-SELÂMÜ VE TEVEFFENÎ ALÂ MİLLETİHÎ VE EİZNÎ MİN MUDİLLÂTİ’L FİTENİ BİRAHME-TİKE YÂ ERHAMERRÂHİMİN.
Mânâsı:
“Allahım, beni Nebî’n Muhammed A.S.’ın sünnetinde istîmâl et. O’nun milleti üzere rûhumu al. Rahmet edenlerin en merhametlisi Sen’sin. Rahmetinle beni fitnelerin dalâlete düşürmesinden koru...”
* * *
Sa’y’dan Sonra:
Mekke-i Mükerreme’de ihramlı bulunur. İstediği zaman Beyt-i Şerif’i tavaf eder. Bu tavaflarda Remel ve Sa’y yapmaz.
* * *
4-MİNÂ’DA
Zilhicce’nin 8. (Tevriye) günü güneş doğduktan sonra gidip, öğle namazını Minâ’da kılmak müstehabdır.
Arefe günü sabah namazını Minâ’da alaca karanlıkta kılar.
* * *
5-ARAFAT’TA
Güneş doğunca Arafat’a gidip, zevâle kadar kalarak öğle namazını Nemre Mescidi’nde okunan hutbeden sonra, ikindi ile beraber kılar ve vukuf mahalline (Vakfe’ye)gider.
Cemâate yetişemeyen, öğle ve ikindiyi ayrı ayrı vakitlerinde kılıp Vakfe’ye gider.
Arafat’ın her yeri Mevkıf (Vakfe Mahalli)’dir.
Arafat’ta vakfe için mümkün olursa zevâlden sonra boy abdesti alır. Cebel-i Rahme civârında kıbleye veya Cebel-i Rahme’ye karşı durup, tekbir, tehlil ve telbiye eder. Yemek ister gibi el uzatıp, kendisine, ana babasına ve din kardeşlerine candan duâ ederken ağlamağa çalışır. Çünkü ağlamak kabul alâmetidir.
Kat’î kabûlünü umarak, ısrarla yalvarmalıdır. (Burada affedilmekten ümitsiz olmak büyük günâhtır.)
O gün uzaktan gelenler için bulunmaz fırsat ve ganîmettir. Öyle kıymetli günü çadırlarda çay sohbetleriyle zâyi etmek lâyık değildir...
Vakfe’yi binek üzerinde yapmak efdal; ayakta yapmak da oturarak yapmaktan evlâdır.
* * *
6-MÜZDELİFE’DE
Güneş batınca yavaş yavaş kimseye ezâ etmeden Müzdelife’ye iner. Fırsat buldukça sür’-atlenir. Şiddet, izdiham ve halka ezâ etmek haramdır.
Müzdelife’de Meş’ar-ı Haram civârına konar. Orada akşamı yatsı ile beraber kılar. (Yolda akşamı kılmak câiz değildir.)
Müzdelife’de gecelemek sünnettir. Fecr’in tulûundan sonra, imam sabah namazını erkenden kıldırır ve berâber Vakfe eder. Cezbe ve ısrar ile duâya gayret ve devam edilir.
Hacılar Minâ’da şeytan taşlamak için atacakları cemreleri (küçük taşları) burada toplarlar.
* * *
7-MİNÂ’DA (Bayram Günü)
Ortalık aydınlanınca, gün doğmadan Minâ’ya gelir. Müzdelife’de veya yolda topladığı taşları yıkayarak temizler. Çünkü onlarla ibâdet edecektir. Temizlenmemiş taşı atmak mekruhtur. Taş kırılıp ufaklanmaz, cemredekiler de alınıp atılmaz.
Minâ’ya gelince, Akabe Cemresi’ni atar. İlk atışta telbiyeyi keser. (Yokuş yer olduğundan “Akabe” denilmiştir.)
Şehâdet parmağıyla başparmak arasına alarak yedi taş atar. Bir kulaçtan uzağa düşen veya adam üstünde kalanlar, iâde edilir.
Her atışta “Allahü Ekber” der.
8-İHRAMDAN ÇIKIŞ
Hacc-ı İfrad’a niyet eden Akabe Cemresi’nden sonra dilerse nâfile olarak kurban keser. Sonra tıraş olur veya taksir eder (saçlarını uçlarından kısaltır) ve ihramdan çıkar. Artık ihramlıya haram olan şeyler kendisine helâl olur. (Âilesiyle cem olmak hâriç...)
* * *
9-ZİYÂRET TAVAFI
Bundan sonra üç gün içinde Mekke-i Mükerreme’ye iner, Ziyâret Tavafı yapar ve hanımı ile muâşeret de helâl olur.
Bu tavaf için Minâ’dan ilk gün inmek efdaldir. Üç günden sonraya bırakmak, vâcibi tehir olup bir koyun kurban etmek lâzım gelir.
10-MİNÂ’DA ŞEYTAN TAŞLAMA
Ziyâret tavafından sonra tekrar Minâ’ya gider, şeytan taşlamak için orada üç gün kalır. Şeytan taşlama günlerinde Minâ’dan başka yerde kalmak mekruhtur.
Kurban Bayramı’nın ikinci günü zevâl vakti gelince Mescid-i Hayf civârındaki “Birinci Cemre”den başlar ve üç şeytanı da taşlar.
Cemreler; Cemre-i Ûlâ, Cemre-i Vustâ, Cemre-i Akabe olarak üçtür. Ûlâ, ilk; Vustâ, ortadır.
Cemrelerde yaya olarak tekbirle yedişer taş atar ve kendisi, ana-babası ve din kardeşleri için ayrı ayrı duâ ve istiğfar eder.
Sonra Cemre-i Akabe’ye gelir. Binit üstünde atar ve orada duâ etmeden gider.
Bayramın Üçüncü günü zevâlden sonra, evvelki gibi üç cemreyi atar ve isterse gurubdan (gün batmadan)evvel Mekke-i Mükerreme ye iner. Guruba kadar kalmak mekruh olup, cezâsı yoktur. Eğer Minâ’da dördüncü günün fecri doğarsa, o gün de şeytan taşlamak lâzımdır. Bu zevâlden önce olur. Gün doğmadan taşlamak mekruhtur.
11-VEDÂ TAVAFI
Minâ’dan Mekke-i Mükerreme’ye giderken mümkün olursa “Tahsib” denilen düzlükte dinlenir. Sonra; Mekke-i Mükerreme’ye varıp Vedâ Tavafı’nı yapar. İki rekât namaz kılar. Sonra Zemzem kuyusuna gidip, mümkünse suyu kendisi çeker, Beyt-i Şerif’e karşı, ayakta kana kana içer. Arasında nefes alır. Gözünü Beyt-i Şerif’ten ayırmaz. Bedenine, başına ve yüzüne Zemzem’i Şerif’den döker. Kıyâmet gününün susuzluğunu gidersin diye niyet eder ve:
اَللَّهُمَّ اِنِّى اَسْئَلُكَ عِلْماً نَافِعاً وَرِزْقاً واَسِعاً
وَشِفاَءً مِنْ كُلِّ داَءٍ وَسَقَمٍ
“ALLAHÜMME İNNÎ ES’ELÜKE RIZKAN VÂSİAN VE İLMEN NÂFİAN VE ŞİFÂEN MİN KÜLLİ DÂİN VE SAKAMİN”
Mânâsı:“Allah’ım! Senden faydalı ilim, geniş rızık, her türlü hastalık ve dertten şifâ dilerim” diye duâ eder.
Beyt-i Şerif’in eşiğini öpmek müstehabdır. Mümkün olursa Kâbe’nin içine girer, iki rekât namazdan sonra, yüzünü duvara koyup, Cenâb-ı Hakk’a hamd ve istiğfar eder. Sonra tam edeple Beyt-i Şerif’in köşelerinde hamd, tehlil, tesbih ve tekbir ederek Hak Teâlâ’dan dilediğini ister.
Sonra çıkıp Mültezem’e gelir, yüzünü, göğsünü koyar, Kâ’be örtüsüne yapışır. Cenâb-ı Hakk’a hâcetlerini arz ederken şöyle yalvarır:
اَللَّهُمَّ هَذاَ بَيْتُكَ الَّذِى جَعَلْتَهُ مُباَرَكاً وَهُدًىلِلْعاَلَمِينَ فِيهِ اياَتٌ بَيِّناَتٌ مَقاَمُ اِبْراَهِيمَ وَمَنْ دَخَلَهُ كاَنَ اَمِناً الْحَمْدُ لِلّهِ الَّذِي هَدَانَا لِهَـذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلا أَنْ هَدَانَا اللّه ُ اَللَّهُمَّ كَماَ هَدَيْتَناَ كَذاَلِكَ فَتَقَبَّلْهُ مِناَّ وَلاَ تَجْعَلْهُ آخِرَ الْعَهْدِ مِنْ بَيْتِكَ الْحَراَمِ وَارْزُقْنِىالْعَوْدَ اِلَيْهِ حَتَّى تَرْضَى عَنِّى بِرَحْمَتِكَ ياَ اَرْحَمَ الرَّحِمِينَ
ALLAHÜMME HÂZA BEYTÜKE’LLEZÎ CEALTEHÜ MÜBÂREKEN VE HÜDEN LİL’Â-LEMÎN FÎHÎ ÂYÂTÜN BEYYENÂTÜN MAKÂMÜ İBRÂHÎM. VEMEN DAHALEHÛ KÂNE ÂMİNÂ* ELHAMDÜ LİLLÂHİ’LLEZÎ HEDÂNÂ LİHÂZÂ VEMÂ KÜNNÂ LİNEHTEDİYE LEVLÂ EN HEDÂNA’LLAH. ALLAHÜMME KEMÂ HEDEY-TENÂ KEZÂLİKE FETEKABBELHÜ MİNNÂ VELÂ TEC’ALHÜ ÂHİRAL-AHDİ MİN BEYTİ-KE’LHARÂM VERZUKNİ’L-AVDE İLEYHİ HAT-TÂ TERZÂ ANNÎ BİRAHMETİKE YÂ ERHA-MERRÂHİMİN.
Mânâsı: “Allah’ım, burası mübârek ve âlemlere rahmet kıldığın Beyt-i Şerif’indir. Burada apaçık deliller vardır. Burası İbrahim A.S.’ın makâmıdır. Kim oraya girerse emniyettedir. O Allah’a hamd olsun ki bizi hidâyet etmemiş olsa, başka hidâyet edecek yoktur.
Allah’ım, bizi hidâyet buyurduğun gibi, bunu bizden kabul et ve bu ahdimizi Beyt’inde son ahdimiz yapmayıp, rahmetinle bizden râzı oluncaya kadar tekrar gelmek nasip eyle. Çünkü sen, merhametlilerin en merhametlisisin”.
Mekk-i Mükerreme’de kalmayacak olanlar, Vedâ Tavafı’nı ve namazını müteakip bildirildiği gibi Zemzem v.s. işlerden sonra yüzünü Beyt-i Şeriften ayırmadan, hasretle ağlayarak geri geri Harem-i Şeriften çıkar.
* * *
HACC-I KIRÂN
Hacc-ı Kırân’a niyet eden kimse bir ihramda umre ve hac yapar.
İhram giyip, iki rekât namaz kılar, sonra:
اَللَّهُمَّ اِنّىِ اُرِيدُالْعُمْرَةَوَالْحَجَّ فَيَسِّرْهمُاَ لِى وَتَقَبَّلْهُماَ مِنِّى
نَوَيْتُ الْعُمْرَةَ وَالْحَجَّ وَاَحْرَمْتُ بِهِماَ لِلَّهِ تَعاَلَى
لَبَّيْكَ بِعُمْرَةٍ وَ حَجٍّ
ALLÂHÜMME İNNÎ ÜRÎDÜ’L UMRETE VE’L HACCE FEYESSİR HÜMÂ LÎ VE TEKABBEL HÜMÂ MİNNÎ NEVEYTÜ’L-UMRETE VE’L-HACCE VE EHRAMTÜ BİHİMÂ LİLLÂHİ TEÂLÂ. LEBBEYKE BİUMRETİN VE HACCETİN.
Manası:
“Allahım! Senin rızan için umre ve haccetmek istiyorum. Bunları bana kolay kıl ve benden kabul buyur. Allah rızası için umreye ve hacca niyet ettim ve ikisi için ihram giydim. Allah’ım! Emrine boyun eğdim, umre ve hac dâvetine icâbet ettim” diye niyetlenir, duâ ve telbiye eyler.
Mekke-i Mükerreme’ye girince umre tavafından başlayıp, İzdibâ ve Remel eder.
Tavaf namazından sonra Safâ’ya çıkıp, Sa’y ve Hervele eyler; bununla umre tamam olur.
Bundan sonraki vazifeler tamamen Hacc-ı İfrad’ın aynıdır. Şu var ki Hacc-ı Kırân’a niyet edenin kurban kesmesi vâciptir. Bu kurban, umre ve haccın edâsına nâil kıldığı için Cenâb-ı Hakk’a teşekküren kesilir. Bildiğimiz kurban değil, dem-i kırândır.
Koyun, Keçi gibi bir kurban keser veya deve ve sığıra yedide bir hissedâr olur. (Deve ve sığır olması efdaldir)
Kurban bulamayan (üç günü bayramdan evvel, yedisi teşrik günlerinden sonra olmak üzere (Mekke dışında olsa da.) on gün oruç tutar.
Eğer bayramdan evvel üç gün tutamazsa, kurban kesmek lâzımdır. Artık oruç veya sadaka kâfi gelmez.
* * *
HACC-I TEMETTÛ
Hacc-ı Temettû’ya niyet eden kimse, hac ile umreyi iki ayrı ihramda edâ eder.
İhram giyince:
اَللَّهُمَّ اِنّىِ اُرِيدُالْعُمْرَةَ فَيَسِّرْهاَ لِى وَتَقَبَّلْهاَ مِنِّى
نَوَيْتُ الْعُمْرَةَ وَاَحْرَمْتُ بِهاَ لِلَّهِ تَعاَلَى
لَبَّيْكَ اَللَّهُمَّ لَبَّيْكَ لَبَّيْكَ لاَشَريكَ لَكَ لَبَّيْكَ اِنَّ الْحَمْدَ وَالنِّعْمَةَ لَكَ وَالْمُلْكَ لاَشَرِيكَ لَكَ
ALLAHÜMME İNNÎ ÜRÎDÜ’L-UMRETE FEYES-SİRHÂ LÎ VE TEKABBELHÂ MİNNÎ, NEVEYTÜ’L UMRETE VE EHRAMTÜ BİHÂ LİLLÂHİ TEÂLÂ. LEBBEYK ALLAHÜMME LEBBEYK LÂ ŞERİKE LEKE LEBBEYK İNNELHAMDE VE’NNİ’METE LEKE VE’LMÜLK. LÂ ŞERİKE LEK.
Mânâsı:
“Allahım! Ben umre yapmak istiyorum, onu bana kolay kıl ve benden kabul buyur. Umreye niyet ettim. Bu niyetle Allah için ihram giydim. Allah’ım Emrine inkıyâd ettim; emir senindir, şerîkin yoktur. Emrine boyun eğdim. Buyur Allah’ım Hamd sanadır. Nimet ve mülk senindir, şerîkin yoktur”.
Mekke-i Mükerreme’ye girince yukarıda bildirildiği gibi umre için tavaf ve sa’y eder.
Tıraş veya taksir ile ihramdan çıkar. Mekk-i Mükerreme’de ihramsız, münâsip bir elbise ile dilediği kadar tavaflar eder. Hacc-ı Temettû’da Kudüm tavafı yoktur. Hanımıyla beraberlik dâhil hepsi helâl olur.
Zilhicce’nin 8. (Terviye) günü, Minâ’ya çıkarken hacca niyetlenir yeniden ihrama girer ve Hacc-ı İfrrad’da bildirilen vazifeleri ifâ eder.
Hacc-ı Temettû yapanın kurban kesmesi vacibdir.
UMRE
Umre; İhram, Tavaf, Sa’y ile hasıl olur; Tıraş veya Taksir ile son bulur.
Umre, Hacc-ı Asgar’dır. (Küçük hac)
Hariçten gelen, umre için ihramı Mikât’ta giyer. Mekke-i Mükerreme’de bulunan ihram için en yakın Mîkat olan Mescid-i Ten’im’e gider.
İhramlı tavafın 4 şavtı farz, 3’ü vâcibdir. İhramsız umre olmadığı gibi, rükün (farz) terkedilirse, bedeli olmaz; vâcib terkedilirse ona kurban bedel olur.
Bildirilen bu dört kısımdan gayrisi sünnet ve âdâbdır.
Haccın sünnet ve edebleri umrenin de sünnet ve âdâbıdır. Onları terk eden, günâh kazanır; başka şey lâzım gelmez.
Umre, müekked sünnet olup, senenin cümle vakitlerinde câizdir; Ramazan-ı Şerif’de mendûb-dür.
Umre eden tavaf ve sa’y ederken, hacceden gibidir.
Arefe günü, kurban kesme günleri ve teşrik günleri (Cem’an beş gün) umre yapmak mekruhtur.
Tavafın 4 şavtından önce hanımıyla cem olanın umresi fâsit olur.
* * *
MEKKE-İ MÜKERREME’DEKİ YASAKLAR
Mekke civarının otları koparılmaz; hayvanları avlanmaz; haramdır. Bu yasak daimîdir hacca veya umreye mahsus değildir...
KADINLARIN HACCI
Kadınlar hac işinde erkekler gibidir. Sadece ihramda âdeti üzere giyinmiş olur, telbiyede ses çıkarmaz; tavaf’da remel, sa’y’de hervele etmezler. İhramdan çıkmak için taksir ederler (Saçlarının ucundan biraz keserler). Hacer-i Şerif’i istîlâm için erkeklerin arasına sıkışmazlar.
Hayızlı olan kadın, Ziyâret Tavafı’ndan başka haccın bütün rükünlarını yapar. Tavafı sonraya bırakır. Bu gecikmeden dolayı kendisine kurban veya başka bir cezâ lâzım gelmez.
Ziyâret Tavafından sonra hayız görenden Vedâ Tavafı sâkıt olur. (Yerlilerde olduğu gibi...)
Kurban kesme günlerinde tavaf yapacak kadar temiz halde bulunup da tavaf etmediyse vacibi terkinden dolayı dem (kurban) lâzım gelir.
Hayızlı iken tavaf etse dem lâzım gelir. (Deve yahut sığır kurban eder.)
* * *
HACCIN FAZİLETİ
Hadis-i Şerif Mealleri:
*Hac veya umre niyetiyle evinden çıkıp da yolda ölen kimsenin defterine kıyâmete kadar her sene hac ve umre sevâbı yazılır.
*Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’de ölenler hesaba çekilmezler; onlara, “Buyur Cennet’e!” denilir.
*Makbul hac, bütün varlığıyla dünyadan hayırlıdır. Makbul haccın mükâfâtı ancak Cennet’tir.
*Hac ve umre edenler, Allahü Teâlâ’nın cemââtı ve ziyâretçileridir; Allahü Teâlâ, onların istediklerini verir, istiğfar ederlerse affeder, dua ederlerse kabul eder. Şefâat ederlerse şefâatları makbul olur.
* Arafat vakfesinde bulunup da Allahü Teâlâ’nın kendisini mağfiret etmediğini zannetmek, en büyük günâhıtır.
*Şu Beyt’e (Kâbe’ye) her gün 120 rahmet iner. 60’ı tavaf edenlere, 40’ı namaz kılanlara, 20’si Beyt’e bakanlara verilir.
*Kâbe’yi çok tavaf edin! Zira bu (tavaf), kıyâmet günü amel sahifelerinin en kıymetlisi ve en bereketlisidir.
*Bu Beyt’i yedi kere başı açık, yalın ayak tavaf eden, bir köle âzad etmiş gibidir. Yağmur altında yedi kere tavaf etmek, geçmiş günâhların mağfiretine sebeptir.
*Allah’ım, hacıları ve hacıların affını dilediği kimseleri affeyle!
*Ali bin Muvaffak Hz. Rasûlüllah için haccetmişti. Sonra Fahr-i Âlem’i rüyâda gördü; kendisine şefâatle kıyâmet günü cennete götüreceğini müjdeledi.
*Ramazanda yapılan bir umre, benimle beraber yapılan hac gibidir.
*Haşr günü kabirden ilk kalkan benim! Sonra Bakî Kabristanı’na giderim; oradakiler benimle haşr olurlar. Sonra Mekke halkına giderim ve Mekke ile Medine arasında haşr olunurum.
*Bir kimse hac, umre, gazâ veya cihad niyetiyle yola çıksa, bu ibâdetleri edâ edemeden vefat etse, Allahü Teâlâ ona hac ve umre sevabı verir. Mücahid için de gazâ sevabı ihsan olunur.
*Mekke yolunda giderken veya gelirken vefat eden kimsenin geçmiş günâhlarını Allahü Teâlâ affeder. O kimsenin amel defteri açılmaz. Onun için mizân kurulmaz, hesab ve azab görmeden cennete girer. (Şir’a)
*Kim ki, sıcak yaz gününde Beyt’i Şerif’i yedi kere tavaf eder, Hacer-i Esved’i istilâm eder ve dünya kelâmı ile değil de Allah’ı zikirle meşgul olursa, o kimsenin her adımı için yetmişbin günâhı affedilir. Mânevî mertebesi yetmişbin derece yükseltilir. (Muhtasar Hac Rehberi)
*İslâm olmak geçmişi af ve mağfirete sebep olduğu gibi, hicret ve hac da öyledir.
*Kadınlar için cihadın efdali, kabul olunmuş hacdır.
*Hacceden kişi cimâ ve büyük günah işlemedikçe, anadan doğmuş gibi günâhsız döner.
*Haccedin, muhtaç olmazsınız. Sefer edin sıhhat bulursunuz.
*Hac zenginlikle, zinâ da fakirlikle anlaştı.
Büyüklerin Sözleri:
*Ramazan-ı Şerif’in, muharebenin ve haccın sonunda ölenler şehittir. (Hasan-ı Basrî Hz.leri)
*Hacılar mağfiret edildiği gibi, Zilhicce, Muharrem, Safer ve Rabiülevvel’in yirmisine kadar, kimler için mağfiret dileseler, onlar da affedilirler. (Hz. Ömer R.A.)
*Kâbe’de bir gün oruç, hariçte yüz bin gün oruca; orada bir dirhem sadaka, hariçte yüz bin dirheme bedeldir. Her ibâdet ve iyilik de böyledir. (Hasan-ı Basrî Hz.)
RAVZA-İ MUTAHHARA’DA DUÂ:
Rasûlülah’ın Ravza’sı başında duâ eden bir ârâbî:
“Yâ Rabbî! Sen sevgililerinin kabri başında kölelerin âzâd edileceğini ferman buyurdun. İşte ben Habîbi’nin kabri başındayım, beni âzâd et”! diye yalvardı. Bir nidâ geldi:
-Yalnız seni mi âzâd edeyim! Habibimin mânevî huzûrunda bütün mahlûkâtın kurtulmasını dilesen kabul olunurdu... Ayrıl artık oradan! Seni Cehennem’den âzâd ettim.” (Ravza kitabından)
* * *
HACCIN FARZ OLMASININ ŞARTLARI:
1- Müslüman,
2- Akıllı,
3- Hür,
4- Mükellef,
5- Mâlî durumu müsâit olmak,
6- Vakit... Kendisinde bu şartlar bulunan, hac farîzasını edâ edecek vakte erişmiş olmak.
HACCIN EDÂSININ ŞARTLARI:
1- Sıhhat (Göz ve beden selâmeti),
2- Yol emniyeti,
3- Kadınlar, mahremiyle beraber olmak ve
4- İddetleri tamam olmak,
5- Hapis gibi mânîleri olmamak.
HACCIN FARZLARI:
1- Arafat’ta vakfe,
2- Ziyâret tavafı.
HACCIN VÂCİBLERİ:
1- İhrama Mîkat’ta girmek,
2- Arafat’ta güneş batasıya kadar kalmak,
3- Bayram günü imsak bitiminden gün doğumuna kadar Müzdelife’de vakfe etmek (durmak),
4- Şeytan taşlamak,
5- Hacc-ı Kırân ve Hacc-ı Temettû yapanlar, kurban kesmek,
6- Halk veya taksir (Tıraş veya kısaltma) yapmak,
7- Tıraşı Harem dahilinde ve Bayram günü olmak,
8- Şeytan taşlamayı tıraştan evvel yapmak,
9- Kurbanı şeytan taşlamayla tıraş arasında kesmek,
10- Ziyâret Tavafı’nı Bayram günleri (vakfeden sonra) yapmak,
11- Sâ’yi hac ayları olan Şevval ve Zi’lkâde ile Zi’lhicce’nin ilk on gününde yapmak,
12- Sa’yi mûteber bir tavaftan sonra yapmak, (Muteber tavaf, dörtten az olmayandır. Zira şavt’ın 4’ü farz, 3’ü vaciptir.)
13- Ziyâret tavafının son üç şavtını tamamlamak,
14- Özürsüzler, sa’yi yürüyerek yapmak,
15- Sa’ye Safâ’dan başlamak,
16- Âfâkî (Uzaktan gelen)ler Vedâ Tavafı etmek,
17- Tavafa Hacer-i Esved’den başlamak,
18- Kâbe’yi sola alarak tavaf etmek,
19- Özrü olmayanlar, tavafı yürüyerek yapmak,
20- Tavaf’ta abdestli olmak,
21- Tavaf’ta avret mahalli görünmemek,
22- Tavaf’ı Hatîm’in dışından yapmak,
23- Tavaf tamam olunca iki rekât namaz kılmak,
24- İhramlıya yasak olan şeyleri yapmamak,
Bunlardan birini terk edene -hemen kesmek üzere- cinâyet kurbanı lâzım gelir. (Nimet-i İslâm)
HACC’IN SÜNNETLERİ:
1- İhram giyerken boy abdesti veya abdest almak,
2- İki rekât namaz kılmak,
3- Beyaz İzâr ile Ridâ tutunmak,
4- Koku sürünmek,
5- İhram giyince orta sesle çokça telbiye etmek,
6- Telbiyeleri üçer defa yapmak,
7- Salavât-ı şerife getirmek,
8- Cenâb-ı Hakk’a dua ve niyazla yalvarmak,
9- Mekke-i Mükerreme’ye girmek için boy abdesti almak,
10- Mekke-i Mükerreme’ye gündüz ve yüksek cihetten girmek,
11- Beyt’i Şerif’i görünce duâ etmek,
12- Beyt’i Şerif’in civârında tekbir ve tehlil etmek,
13- Âfâkî (Dışardan gelen)ler hac ayları olmasa da Kudûm Tavafı yapmak,
14- Tavaf’ta erkekler İzdibâ etmek (İhramda omuz açmak),
15- Tavafın ilk üç şavtında erkekler, Remel yapmak (Sür’atlenmek),
16- Sa’yde erkekler iki yeşil direk arasında Hervele etmek (Koşmak),
17- Sa’yin Hervele mahallinden başka yerde yavaş yürümek,
18- Çokça tavaf etmek,
19- Zilhicce’nin 7. günü öğle namazından sonra imam, Mekke-i Mükerreme’de hutbe okumak,
20- Zilhicce’nin 8. günü gün doğduktan sonra Mekke-i Mükerreme’de Minâ’ya çıkmak,
21- O gece Minâ’da kalmak,
22- Zilhicce’nin 9. günü gün doğunca Minâ’dan Arafat’a çıkmak,
23- Arefe günü Arafat’ta öğlenin ardından ikindinin farzını bir ezan iki kaametle kılıp, huşû ile ağlayarak kendisine, ana-babasına bütün din kardeşlerine, dünya ve âhiret işleri için duâ etmek,
24- Güneş batınca ağır ağır Arafat’tan Müzdelife’ye inmek,
25- Müzdelife’ye inince kimseye mânî olmamak ve ezâ vermemek için vâdînin yüksekçe bir yerine konmak,
26- Müzdelife’de akşam namazını, sonra da yatsıyı peş peşe bir ezan iki kaametle kılmak, huşû ile duâ etmek,
27- Bayram sabahı Müzdelife’de kalmak,
28- Bayram sabahı Minâ’ya inerek kurban günlerinde eşyâlarıyla beraber orada kalmak,
29- Cemre-i Akabe’de taş atarken binitli, Cemre-i Ûlâ ve Cemre-i Vusta’da yaya olmak,
30- Cemre-i Akabe’de taş atarken aşağı kısımda bulunup taşları aşağıdan yukarı atmak (Aksi mekruhtur.),
31- Şeytan taşlarken Minâ’yı sağa, Mekke-i Mükerreme’yi sola almak,
32- Şeytan taşlamayı, ilk gün, gün doğumu ile zeval arası, diğer günler zeval ile gün batımı arası yapmak,
33- Kurban kesimi gününde imam, hutbe okuyup, haccın kalan kısmını izah etmek,
34- Minâ’dan Mekke’ye gitmeye acele eden kimse, Zilhicce’nin 12. günü, yani Bayram’ın 3. günü güneş batmadan gitmek,
35- Minâ’dan Mekke’ye gelirken “Mahsab” denilen düzlükte bir müddet beklemek,
36- Mekke-i Mükerreme’ye gelip de tavafı ve tavaf namazını edâdan sonra çokça Zemzem içmek,
37- Zemzemi Beyt’i Şerif’e bakarak ayakta içmek,
38- Zemzemi hem içmek, hem başına ve bedenine dökmek,
39- Mültezem’e (Hacerü-l-Esved ile Kâbe kapısı arasına) göğsünü ve yüzünü sürmek,
40- Kâbe örtüsüne yapışıp dilediği duâyı okumak,
41- Beyt’i Şerif’in içine, kimseyi incitmeden girmek, mümkün olursa tâzimle girip iki rekât namaz kılmaktır.
HACCIN EDEBLERİ:
1- Hac edecek insan, borçlarını öder,
2- Günâhlarına tevbe eder,
3- Kusur ettiği ibâdetleri kazâ eder,
4- Vasiyetnâmesini yazar,
5- Helâl mal ile gider,
6- Helâl maldan, (yol ihtiyacını ve fakirleri gözetlemek için) fazlaca alır,
7- Yola çıkmadan önce, selâmete sebep olsun niyetiyle sadaka verir,
8- İyi arkadaşlar bulur,
9- Sevdiklerine vedâ eder, onlardan hayır duâ ister, “Emânetimi ve işlerin sonunu Allahü Teâlâ’ya ısmarlıyorum” der. Onlar: “Allah seni korusun, takvanı artırsın, korktuklarından emin etsin, haccını mübârek eylesin” derler,
10- Evden çıkarken iki rekât namaz kılar; 1.’de (Kâfirûn) 2.’de (İhlâs) sûrelerini okur. Duâda “Ya Rabbi, Sana tevekkül ettim. Beni ve ehl-i iyâlimi belâlardan himâye buyur. Beni hayırlı amellere muvaffak kıl.” der.
11- Kapıdan çıkarken “Bismillâhi tevekkültü alellâhi Lâ havle velâ kuvvete illâ billahi’l aliyyil’azîm.” der. Ayrıca “Yâ Rabbî yüzümü sana döndüm. Beni takvâ ile rızıklandır” niyâzında bulunur,
12- Yola Perşembe veya Pazartesi günü çıkar, (Hac için Perşembe efdal” denilmiştir.)
13- “Günâhımı affet” diye duâya devam eder,
14- Vasıtaya binince “Bismillâhi mecrâhâ ve mürsâhâ...” âyetini okur ve Hak Teâlâ’ya hamd eder.
15- Yolda zikir ve Kur’an okumakla meşgul olur, kimseyle nizâ etmez,
16- Yükseklerden geçerken hamd, tesbih, ve tehlîlde bulunur,
17- Korkulu hallerde Âyetü’l-Kürsî’yi, Âme-ne’rrasûlü’yü, Felâk ve Nâs sûrelerini okur.
HACCIN İBRETLERİ
Hac seferi, âhiret yolculuğuna benzer; bunda murad, Kâbe’dir. Âhiret yolculuğundan maksat da, Kâbe’nin sâhibidir. Şu halde haccın hazırlık halleri âhiretin hazırlık hallerini hatırlatmalı; çoluk-çocuğa, hâne halkına, ahbâb-ü yârâna vedâ ederken, son nefesteki ayrılığı düşünmeli, bütün dünya düşüncelerinden kesilip yola çıktığı gibi, ölüm hâli de böyledir demeli...
Yol hazırlığı tedârik ederken, yolda, sahrada çekilecek eziyetleri göze aldığı gibi, daha uzun ve tehlikeli olan kıyâmet sahrasını da düşünüp, o zamanki büyük ihtiyâca göre hazırlanmalı...
Çabuk bozulan azıklar işe yaramadığı gibi, riyâ karışan amellerin de âhirette işe yaramadığını bilmeli...
Vasıtaya bindiğinde, tabutu hatırlamalı... Çünkü ölüm yolculuğunda tabuta binilir. “Belki de vasıtadan inmeden tabuta binme zamanı gelir” demeli... Bu yolculuğu, o yolculuğa azık yapmalı...
İhram giydiğinde âhiret yolcusunun elbisesi olan kefeni hatırlamalı...
Yolda uğradığı meşakkatlerde Münker-Nekir ve kabirdeki yılan ve akrepleri düşünmeli... Çünkü ölümden sonra, haşir gününe kadar, büyük geçit, uzun sahra oradadır.
Kılavuzsuz yolculuk kolay olmayıp, yolda belâlara uğradığı gibi, “İbadetin kılavuzluğu da insanı kabirde belâlardan kurtarır” demeli...
Yolda, sahrada iyâlinden ayrılıp, yalnız kaldığı gibi, “Kabirde de böyle olacak” demeli...
“Lebbeyk” derken kıyâmet günü hitab-ı izzetin azametini ve vereceği cevabı hatırlamalı... Hac yolunda harcadığı mal şüpheli iken LEBBEYK diyene “Elindekileri sâhibine vermeden Lebbeyk demen kabul edilmez” denildiğini bilmeli...
Tavaf ve Sa’y edenler, kendilerini padişahtan lütuf bekleyen zavallılar gibi sarayın etrafını dolaşan, ihtiyaçlarını arz etmeğe fırsat kollayan, sarayın önündeki meydanda gidip-gelip kendilerine şefaatçı arayan veya padişahın gözüne takılıp da ihsan uman kimselere ve Safâ-Merve arasını bu meydana benzetmeli...
Dünyanın dört bucağından gelen insanların Arafat’ta toplanıp, çeşitli dillerde dilek ve duâda bulunmalarını, kıyâmet gününü Arasat meydanında insanların toplanmasına benzetmeli...
“Kıyâmet günü insanlar bir meydanda toplanır, herkes kendi nefsi ile meşgul olur, kabul veya reddedileceği hususunda büyük endişe duyar” demeli...
Şeytan taşlamak, kulluk vazifesini ifa ve İbrahim Halîlullah’a benzemektir. “O, burada şeytanı taşlamıştı” demeli, bozuk bir düşünce gelirse onu şeytandan bilmeli, taş atıp belini kırmalı ve buna içten inanmalı.
Bu misâller insanın idrâki nisbetinde anlaşılır; ibâdeti, sûretten kurtulur ve hayat bulur (Kimya-İ Saadet)
* * *
HAC HAKKINDA BİR KAÇ MESELE
H.Ş: “CUMA’ya rastlayan Arefe’nin sevabı, Cuma’ya rastlamayan yetmiş Hac’dan efdaldir.”
Tevbe Sûresi’nin 3. Âyetinde geçen (Büyük hac günü) kavl-i kerimini bu hadis-i şerif izah eder.
* * *
H.Ş.’de: “Haccettiğiniz vakit, umre; umre ettiğiniz vakit de haccederek birbirini tâkip ediniz. İkisi arasındaki bu beraberlik, demirci ocağı demirin kirini giderdiği gibi günâhları ve fakirliği giderir.
* * *
Bir kimse Ana-babası adına onların emirleri olmadan hac edebilir. Çünkü bu velâyet ve niyâbet değil, yapılan ibâdetin sevâbını onlara bağışlamaktır.
* * *
Adam ölür de vârisi veya oğlu, sonra vârislere mürâcaat etmek üzere, kendi malından babası için haccederse; meyyit vasiyet etmişse câizdir.
Eğer terekeye mürâcaat etmemek üzere kendi malından babası için haccederse, meyyitin emri olsa da câiz olmaz.
* * *
Meyyitin malından sülüsü (üçte biri) kifâyet ederse memleketinden vekil gider. Değilse müsâit olduğu yerden hac olunur (vekil tutulur).
* * *
Hac ile mükellef olan kimse, mükellef olduğu sene haccetmek için çıkıp, yolda ölse; niyetinin ecrini alır, hac için vasiyet etmesi lâzım gelmez...
* * *
Bir kimse vârislerinden birine “Terekemden şu kadar masrafla nâmıma bedel olarak haccet” diye vasiyet etse, vefatından sonra o vâris diğer vârislerin izni olmadıkça haccedemez. Vasiyet edilen mal, mirasa dahil olur.
* * *
Hac için bedel gönderilecek kişinin daha önce kendi nâmına haccetmiş olması Şafiî’ye göre şart, Hanefî indinde şart değildir. Bu ihtilâfa binâen kendi adına haccetmiş, hac işlerini iyi bilen birinin gönderilmesi evlâdır.
.
9. Risale: Zekat
- Ayrıntılar
- Kategori: İnce Risaleler
- Gösterim: 11669
Kur'an-ı Kerim'de 80 küsûr yerde; NAMAZ KILIN, ZEKÅT VERİN emr-i celîli ile, zekât namazla beraber beyan buyurularak, zekâtın ehemmiyetine işaret olunmuştur.
Resûlullah S.A.V. Allahü Teâlâ'nın hakkı ile, kulların hakkını beraber beyan buyurarak, zekât ve öşür hakkında vâkî olan ilâhî hükmü cihana duyurmuş, gönüller arasında bağlantı kurmak suretiyle, karşılıklı alâka, mürüvvet ve sevgi hisleriyle kaynaşma sağlamış ve saymakla bitmeyen nice menfaatlere sebep olmuştur.
Zekât ve öşür borçlusu olan Müslüman, mal ve serveti içinde, fukaranın hakkı olduğunu unutmadan, onu ayırıp ehline vermelidir. Aksi halde haram yemekten kurtulamaz.
Haram yemek, yalnız yol kesmek, hırsızlık etmekle olmaz; zekât ve öşür borçlarını vermeyip, fukara hakkını yemek de haramdır.
Helâl gıda ile beslenmesi icap eden vücuda haram yedirmek, benzinli arabaya mazot koymak gibi, maddî ve mânevî nice mihnet ve belâlara yol açar...
Şu halde uyanık müslüman kitap, sünnet ve icmâ ile sâbit olan zekât ve öşürü hiç bir şüpheye kapılmadan, gönül şevkiyle muhtaç olan kullara ulaştırmalıdır.
ZEKÂT
A.C.: (Habibim) Onların mallarından sadaka (zekât) al ki, bununla kendilerini (günahlardan) temizlemiş, hasenâtlarını bereketlendirmiş olasın... (S. Teğabün 103)
H.Ş.: Malının zekâtını veren, şerrini defeder (heder olmasına mânî olur); bereketi celb eder, (her iyiliğe ulaşır). (Râmuz 2674-5)
Zekât, malla alâkalı bir ibâdettir. Senede bir defa, kitabımızda bildirilen yerlere verilir.
Zekât maddî ve mânevî temizliğe sebeptir. Zekâtı verilmeyen malın tamâmı haramdır. Haram ise ibâdet zevkine mânî olur. Haramla beslenen insan, kendisine gayri meşrû yol arar.
Kur'an-ı Kerim'de bildirildiği üzere, bir kimse zekâtını ve öşrünü vermese, namazı kabul olunmaz; Peygamber'e itâat etmese, Allah'a itâatı kabul olunmaz; ana babasına hizmet etmese, Allah'a şürkü kabul olunmaz.
ZEKÂTIN NİSÂBI
Havâic-i asliyesinden (zarurî ihtiyaçlarından) ve borcundan fazla 96 gr. (bazı kavilde 80 gr.) altını veya bu kıymette parası veya malı veya tahsili kaabil alacağı olan Müslüman’ın, bu fazla olan mala bir sene sahib olması halinde, bu maldan nâmî olanların (çoğalabilenlerin) kırkta birini zekât olarak vermesi farzdır.
Binaenaleyh borçlu kimse borcu kadarını çıkardıktan sonra kalan mal nisaba ulaşırsa zekâtını verir.
* Sene başında zekât nisâbına sahip olan kimse, malının sene sonundaki kıymeti üzerinden zekât verir. Sene boyunca malın artıp eksilmesi zekât hesabına tesir etmez. Ancak, yıl içinde zekât nisâbının altına düşerse zekât lâzım gelmez. (Dürer S. 182 – İbn-i Âbidîn C.2 s. 302)
* Sabî nisâba malik bile olsa, zekât vermesi lâzım gelmez. Sabînin vasîsi onun malından zekât niyetiyle verse, tazmin ettirilir. (Nimet-i İslâm, Zekât Bahsi S.8)
* * *
HAVÂİC-İ ASLİYE (ZARÜRİ İHTİYAÇLAR)
1- Oturacak bir ev veya daire ile onun döşenmesiyle alâkalı kâfî miktarda eşya,
2- Binek hayvanı veya bisiklet, motosiklet, otomobil vs.,
3- Bir adet silâh,
4- İş elbisesi, günlük elbise ve bayramlık olmak üzere üç kat giyecek,
5- Kendisinin ve bakımı üzerine vâcip olan kimselerin bir senelik nafakaları,
6- Çift sürmede kullanılan bir çift öküz, veya bir traktör ile zırâî aletler,
7- Sanatkârın âletleri,
8- Her eserden birer takımı aşmamak üzere kitaplar. (Okumasını bilmeyenlerinki hariç...)
ZEKÂT LÂZIM GELEN VE GELMEYEN
MALLAR
Ticaret maksadıyla elde bulunan ev, arsa, dâire, tarla ve ziynet eşyalarından zekât verilir. Ticâret niyetiyle alınmamışlarsa, bunlar zekâttan muaftır.
Yemek ihtiyâcına ayrılan zahîre, oturulan dâire, işletilen dükkân, yazlık ve kışlık elbiseler, kullanılan iş âletleri, makine ve arabalar, ev eşyaları ve kitaplar zekâta tâbî değildir. Çünkü bunlar aslî ve zarurî ihtiyaç sınıfındandır.
* Ev almak için biriktirdiği paranın üzerinden bir sene geçerse zekât vermek lâzım gelir; evi olmasa dahî...
* Tamamı haram olan maldan zekât lazım gelmez. Çünkü mal hak sâhipleri varsa onlara, yoksa, vârislerine, onlar da yoksa fakirlere verilir. (Büyük İslâm ilmihali S 340 Madde 30)
Helâl ve haram karışık ayrılması mümkün olmayan malın tamamından zekât verilir. (Büyük İslâm ilmihali S 340 Madde 30)
TAŞINMAZ MALLARIN ZEKÂTI
Bir kimsenin elindeki han, hamam, dükkân, dâire veya arsa, satmak kastıyla bulunuyorsa zekât lâzım gelir. Satma kastı yoksa, gelirinden zekât lâzımdır. (Dürer C.1 S. 173 – İbn-i Âbidin C. 2 S. 265)
ALACAKLAR
Tahsili mümkün olan her türlü alacak (kadınlar için mihr-i müeccel dahil), mal sayılır ve zekât hesabına dahil edilir.
Tahsil edilmesinden ümit kesilmiş alacaklar ise zekât nisâbına dâhil edilmez. (Dürer C.1 S. 173)
SÜS EŞYASINDAN ZEKÂT
Ticâret malı olsun, olmasın her türlü altın ve gümüştün ve bunlardan yapılmış süs eşyasından zekât verilir.
Bunlar hâricinde kalan süs eşyaları, ne kadar kıymetli olsa ticâret malı değilse lâzım gelmez. (İbn-i Âbidîn C.2 S. 173)
TİCARET MALININ ZEKÂTI
Ticâret eşyâsının zekâtı, zekât verilecek günkü alış bedelinden hesaplanarak verilir. (Büyük İslam İlmihali S. 146 Madde 42)
Tüccarlar, satmak için bulundurdukları malı senede bir defa sayıp, değerini hesap ederler. Borçlarını düşer, alacaklarını ilâve ederler ve kalan miktarın kırkta birini zekât olarak verirler.
HAYVANLARIN ZEKÂTI
Ticâret için bulundurulan hayvanların tamamı zekâta tâbîdir.
Çift sürmek, arabaya koşmak, yük taşımak için olanlardan ve senenin yarısında paralı yemle beslenen hayvanlardan zekât verilmez.
Senenin çoğunu mer'ada geçiren koyun ve keçilerden kırkta bir koyun veya keçi, sığırda otuzda bir dana, devede ise beş devede bir koyun zekât olarak verilir.
Zekât verilecek hayvanın bedeli verilmek isteniyorsa, zekât verilen günkü alış fiyatı üzerinden verilir. (İbn-i Âbidîn C. 2 s. 286)
İNŞAATÇILARIN ZEKÂTI
Ticâret için olan taşınmaz mallar da zekâta tâbidir. Bu maksatla elde bulunan veya satmak için inşâ edilen dâirelerin kırkta biri, ya da günün râyici üzerinden maliyet bedeli, zekât olarak verilir. (İbn-i Âbidîn C. 2 s. 285)
ZEKÂTIN VERİLECEĞİ YERLER
Zekât, bir günlük yiyeceği olmayan "miskinlere"; bir senelik veya bir aylık zarurî ihtiyaçlarını karşılayamayacak veya ancak karşılayabilecek durumda olan "fakirlere"; elinde borcunu ödeyecek kadar malı bulunmayan hakikî "müflis müslümanlara"; İslâma ve müslümanlara kalbi ısınması istenen yahut İslâma zararları dokunma ihtimali olan müşrik ve kâfirlere, yani "Müellefe-i kulûb"a; "Allah için ve Allah'ın dininin yücelmesi için çalışan" her ferde, cemiyete veya kurumlara; "yolculara"; "mükâtep kölelere"; ülül-emr tarafından zekât toplamakla vazifelendirilen "âmillere"; Kur'an kurslarına, İslâm ahlâkının ve akîdesinin korunması ve devamı için çalışan ilim sahiplerine verilir.
* Bir fakiri dilenmekten kurtarmak maksadıyla zekâtın hepsini ona vermek, fukaraya dağıtmaktan evlâdır. (İbn-i Âbidîn C. 2 s. 353)
* İyiye-kötüye akıl erdiren küçük fakir çocuğa zekât verilir.
Usül ve fürûundan olmayan, akrabâlık yönünden nafakası üzerine düşen yetimi zekâtına mahsûben yedirip giydirmek câizder. Diğer fukaraya ikram edilen yemek –zekatta temlik şart olduğundan- zekâta mahsup edilmez. (Büyük İslâm ilmihali S. 360 Madde 91-92)
* Düğünlerde, bayramlarda âdet haline gelen hediyeleri zekât niyetiyle vermek câizdir. (Büyük İslâm ilmihali S. 363 Madde 105)
* Zengin bir kimsenin fakir olan hanımına ve yetişkin çocuklarına zekât niyetiyle vermek câizdir. Çünkü, yetişkin oğul babasının, kadın kocasının zengin olmasıyla zengin sayılmaz. (Dürer C.1 S. 191 Büyük İslâm ilmihali S. 362 Madde 101)
* Kezâ zengin bir kadının fakir olan çocuğuna (anasının yanında kalsa veya evli olsa dahî) zekât verilir. Çünkü anaların zenginliği ile bunlar zengin sayılmazlar.
* Fakir zannıyla zekât verilen kimsenin zengin olduğu sonradan anlaşılırsa, -daha önce araştırma yapılıp verilmişse- verilen zekâtın geri alınması lâzım gelmez. Araştırma yapılmadan verilmişse yeniden vermek lâzım gelir. (Büyük İslâm ilmihali S. 363 Madde 107-108)
TALEBE-İ ULÛMA ZEKÂT
Dinî tedrisatla meşgul olan talebe-i ulûma zekât vermek câizdir. Çünkü o, nefsini kendisi istifade edip başkalarını da istifade ettirmek için vakfetmiştir. Bu itibarla çalışıp kazanmaktan âcizdir. Hâcetler de onu buna zorlamaktadır (Nimet-i İslâm 35, İbn-i Âbidîn C.2 S. 343 Tahtavî... İhya C.1 S. 614)
İlim tahsil edene ve âlime zekât verilir. Çünkü bunlar çalışmalarını ilme hasrettikleri için zengin de olsalar, kazançtan mahrumdur. Hem âlimdeki paradan fakir de istifade eder. (Nimet-i İslâm S. 524 - Mültekaa şerhi Damad C.1 S. 180)
Talebeye zekât ve sadaka vermekle ilim tahsiline yardım edilmiş ve ilim sevabına ortak olunmuş olur. (İhyâ İmam-ı Gazâlî Hz.)
ZEKÂT VERİLMEYECEK KİMSELER
Kişi babasına, anasına, oğullarına, kızlarına, torunlarına, karısına ve kadın ise, kocasına zekât veremez. (Dürer C.1 S. 184)
* Gayrimüslime ve zengin kimselere zekât verilmez. (Dürer C.1 S. 190)
* İşçisine az ücret verip de onu zekât ile göstermek de câiz değildir. Çünkü yalnız Allah rızâsı için verilen zekâtı menfaat karşılığı vermiş olur. (Dürer C.1 S. 171)
* Devlete verilen verginin zekâta sayılmaz Cünkü devlet aldığı vergilerle zenginlere hatta müslüman olmayanlara da hizmet götürür. Zekat ise ancak müslüman fakirlere verilir. (Büyük İslâm ilmihali S. 362 Madde 102)
* Fazladan olan evinde fakirleri iskân ederek alacağı kirayı zekâta saymak câiz olmaz.
* Bir fakire vermek üzere emânet aldığı zekâtı şahsı için sarfeden, fakir de olsa tazmin eder. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 269)
* Başkalarından alacağı olup bu alacak ile fakirlik ölçüsünün üstünde olan kimseye, başka malı olmasa da zekât verilmez.(Nimet-i İslâm S. 528)
* Zekât verilmezse işi bırakır korkusuyla hizmetçiye zekât vermek câiz olmaz. (Dürer C.1 S. 171)
* Zengin bir kimsenin bâliğ olmayan evlâtlarına zekât vermek câiz değildir. Çocuklar ister babalarının yanında kalsın, ister kalmasın... Çünkü babaları zengin olmakla onlar da zengin sayılırlar. (Dürer C.1 S. 191)
* Ölünün kefen ve defin masrafları veya ölünün borçları için zekât vermek de câiz değildir. (Dürer C.1 S. 189)
AKRABADAN ZEKÂT
VERİLEBİLECEKLER
* Kardeşlere, onların çocuklarına ve torunlarına, amcalara ve onların çocuklarına, dayılara, hala ve teyzelere ve onların çocuklarına zekât verilebilir. Hatta akraba olduklarından bunlara vermek efdaldir. (Dürer Hâşiyesi C.1 S. 192)
* Oğlunun fakir olan hanımına (gelinine) zekât vermek de caizdir. (Nimet-i İslâm S. 528 Madde 16)
* Karısının önceki kocasından olma (üvey) çocuklarına zekât verilebilir. (Nimet-i İslâm S. 528 Madde 2)
ZEKÂTIN TESLİMİ
Zekât, mal olarak, para olarak veya altın olarak verilir.
Zengin zekâtı bizzat kendisi verebileceği gibi birini vekil tayin ederek de verebilir.
Keza muhtaç kimsenin bizzat kendisine verilebileceği gibi, vekiline ve o kimse adına zekât toplayan bir başkasına da teslim edilebilir. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 269)
Zekât verilecek kimse sabi ise veya aklî durumu iyi değilse, zekat velisine veya hâmisine (kendisini koruyan kimseye) verilir. (Büyük İslâm ilmihali S. 363)
Paranın kadrini bilen ve aldanmayacak yaşta olan çocuğun kendisinin alması da kâfidir. (Nimet-i İslâm S. 528 Madde 5)
Zekât, îtimatlı bir kişi vâsıtasıyla toplanıp hakîkî ihtiyaç sâhipleri tesbit edilerek, bir merkezden de dağıtılabilir.
SENET VE ÇEKLE ZEKÂT
Zekât için çek veya vâdeli senet verilecekse alışverişlerde hesap ettiği vâde farkı düşülmelidir. Aksi halde zekât noksan verilmiş olur. "Bin altın sadaka, bir altın zekât borcunu ödemez" denilmiştir. Bu nokta dikkate alınmalıdır.
NİYET
Zekât verilirken kalben "Malımın zekâtı" diyerek niyetlenmek şarttır ve kâfîdir. Dilden "Hediyedir" diyebilir.
Bayram ve sâir günlerde muhtaç olan hizmetçilere, çocuklara veya sevinçli bir haber getiren fakirlere verilen bahşişin zekât niyetiyle verilmesi caizdir. (Büyük İslâm İlmihali S: 474)
ZEKÂT BORCU İLE ÖLEN KİMSE
Zekât borçlusu olarak ölen kimse vasiyet eder, vârisleri de razı olursa, malının tamamı üzerinden zekâtı verilir. Vârisler razı olmazlarsa, malının üçte birinden yettiği kadar zekât ödenir. (Şerh-i Ferâid-i Sirâciye S. 4)
Ölen kimsenin zekât borcunun teberruan ödenmesinde fayda ümit edilir.
FİTRE
Şer'i ölçülere göre zengin sayılan (aslî ihtiyaçlarından fazla mala sahip olan) müslümanın, Ramazan ayı içinde, mâlî durumuna göre, o sene tesbit edilen miktarı, fakirlere vermesi vaciptir. Buna "Fitre" denilir ve zekât vermek caiz olan yerlere verilir.
Bir fitreyi parçalayıp bir kaç fakire vermek câiz olmaz. (İbni Nüceym Fet. - Dürer C.1 S. 196)
Fitreyi Ramazan ayı içinde vermek efdaldir. Fitre Ramazan bayramı günü sabah namazı vaktinin girmesiyle vacip olur. (Dürer C.1 S. 195)
* * *
BİR ESNAFIN ZEKÅT
HESABINA MİSÅL
Dükkânındaki malın değeri 350.000.000 TL.
Tahsil edebileceği alacaklar 50.000.000 TL.
Mevcut parası 100.000.000 TL.
Elindeki altın ve gümüşler + 10.000.000 TL
YEKÜN MAL MEVCUDU 510.000.000 TL
Borcu - 30.000.000 TL.
ZEKÂT TAHAKKUK EDEN MİKTAR 480.000.000 TL
Verilecek zekât.. (Kırkta bir) 12.000.000 TL.
İNŞAAT YAPIP SATANLARIN
ZEKÂT HESABINA MİSÂL
Biten dairelerin değeri 4.000.000.000 TL
Bitmeyen daireler 1.000.000.000 TL
Elinde bulunan malzeme 400.000.000 TL
Elindeki ticârî arsalar 600.000.000 TL
Elindemi çek ve senetler
(O günkü değeri) 600.000.000 TL
Evindeki altın ve gümüşler 400.000.000 TL
Mevcut parası +1.100.000.000 TL
YEKÜN MAL MEVCUDU 8.100.000.000 TL
Borcu - 500.000.000 TL
ZEKÅT TAHAKKUK EDEN MİKTAR 7.600.000.000 TL
Verilecek zekât.. (Kırkta bir) 190.000.000 TL
İMALATÇI TÜCCARIN ZEKÅTIN
HESABINA MİSÅL
İmal edilmiş malların değeri 400.000.000 TL
Elindeki hammadde 200.000.000 TL
Alacakları 200.000.000 TL
Mevcut parası + 100.000.000 TL
YEKÜN MAL MEVCUDU 900.000.000 TL
Borcu - 100.000.000 TL
ZEKÅT TAHAKKUK EDEN MİKTAR 800.000.000 TL
Verilecek zekât... (Kırkta bir) 20.000.000 TL
* * *
ÖŞÜR
A.C.: Ey İman edenler, kazandıklarınızın en güzelinden ve yerden çıkardıklarınızdan infak edin. (S. Bakara 267)
A.C.: ...her biri mahsül verdiği zaman onlardan yiyin. Hasat günü (mahsülün toplandığı gün) de hakkına (öşrünü) verin (S. Enam 141)
H.Ş.: Arzın meydana getirdiği her şeyden öşür veya yarım öşür vardır. (Ramuz 325/9)
H.Ş.: Yağmur suyu, nehir ve çeşme gibi akar suların suladığı araziden çıkan mahsule tam (%/10) dolabı, koşulan hayvanlarla sulanan yerden elde edilen şeylerden yarım (%/20) öşür vardır. (Râmuz 326/5)
Öşür "ONDA BİR" demektir. Mahsûllerde on kiloda bir kilo, on ölçekte bir ölçek öşür verilir.
Öşrün verileceği yerler zekât verilen yerlerdir.
* Öşür verilen muhsûlde, işçi ücreti, ilâç, gübre, su yolu açmak gibi hiç bir masraf düşülmez. (Büyük İslâm ilmihali S. 355 Madde 67)
Tohum çıkarılmadan mahsûlün tamamından verilir. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 328)
ÖŞÜR VERİLECEK MAHSULLER
* Topraktan elde edilen her türlü mahsûlden, baldan ve kudret helvasından öşür verilir. (Büyük İslâm ilmihali S. 355 Madde 66)
* Arazî, ekilmediği halde, kendiliğinden mahsûl verse, o mahsûlden de öşür verilir.
* Keza umuma ait dağlardan toplanan her çeşit meyveden de öşür vermek lâzım gelir. (Dürer C.1 S. 186)
ÖŞÜR VERİLMESİ İCAB ETMEYEN MAHSULLER
* Samandan ve balıktan öşür verilmez. ((İbn-i Âbidin C. 2 S. 327)
* Zeytinden öşür verilmişse yağından öşür verilmez.
* Kezâ üzümden ve susamdan öşür veren pekmezden ve susam yağından öşür vermez... (Büyük İslâm ilmihali S. 355 Madde 70)
ÖŞÜR VERMESİ İCAB EDENLER
* Öşürde zengin olmak veya malın üzerinden sene geçmesi şart değildir. Bir araziden senede bir kaç mahsûl alınsa, sahibi her mahsûlün öşrünü vermek mecburiyetindedir. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 326)
* Öşürde "Araziye" itibar olunmuştur, "Sahibine" değil... Bir kimse fakir ve borçlu olsa da kaldırdığı mahsûl kendi ihtiyacına yetmese de elde ettiği mahsûlden öşür verecektir. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 326)
* Arâzî sahibi çocuk, mecnun veya yetim olsa, vlei ve vâsîlerinin elde edilen mahsûlün öşrünü vermeleri lâzımdır. Vakıf arazisi dahî öşre tâbîdir. (Mebsût C-2 (İbn-i Âbidin C. 2 S. 326)
* Arazi mahsûlünün öşrü verilmeden, sahibi ondan yiyemez. Yemişse, hesap edip, onun da öşrünü verir. (İbni Abidin C-2 S.332 - (Büyük İslâm ilmihali S. 355)
* Vefat eden Müslüman’ın öşür borcu varsa, malından çıkarılır, mirasçılar ondan sonra taksim ederler. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 332)
* Kira ile tutulan tarlanın mahsûlünün öşrünü İmam-ı Azama göre mülk sahibi (kiraya veren), İmâmeyn'e göre kiralayan verir. Bu mevzûda İmâmeyn'in ictihadı tercih edilmiştir. (İbn-i Âbidin C. 2 S. 334)
* Ortak ekilen araziden kalkan mahsûl taksim edildikten sonra herkes kendi hissesine düşen kısmın öşrünü verir. (Hukuk-u İslâmiye Kâmusu C. 2 S. 79)
* İmam-ı Azam Hz.'ne göre: Mahsûlün azından da, çoğundan hasılat alınınca, hemen öşür verilir. (Büyük İslâm ilmihali S. 355 Madde 66)
* Yetişmiş mahsûlün hasadından önce ölen mal sahibinin öşrünü vârislerinin vermesi icap eder. (Büyük İslâm ilmihali S. 355 Madde 73)
TÜRKİYE ARAZİSİ
Türkiye arazisi, "Öşür arazisi mi değil mi?" diye şüpheye aslâ mahal yoktur. Zira baba ve dedelerimiz öşür vermişlerdir.
Aynı zamanda Diyânet İşleri Başkanlığı Müşâvere Kurulu tarafından, Başkanlığın emriyle:
a) 26.8.1954 tarih ve 1519 sayılı
b) 19.4.1960 tarih ve 182 sayılı
c) 1.12.1976 tarih ve 185 sayılı ve
d) 21.9.1979 tarihli fetvalarda "Türkiye Cumhuriyeti hudutları içinde, tapulu ve tapusuz araziden elde edilen mahsulden öşür vermek lazımdır", denilmektedir.
CİHAD
Müslüman kimsenin zekâttan başka da borcu vardır. Ticârî olmayan bir çok mala mâlik olanların, zekât vermeleri icap etsin etmesin, din hizmeti ve dinin ihyâsı için en az zekât borcu kadar tasadduk etmeleri icap eder denilmiştir.
.
10. Risale: İnfak
- Ayrıntılar
- Kategori: İnce Risaleler
- Gösterim: 12588
İnfak: Nafaka verip geçindirme, besleme, doyurma mânâlarındadır.
İnfak hakkında âyet-i celîleler:
A.C.: “Mallarını Allah yolunda harcayanların misâli, her başakta yüz tane olmak üzere yedi başak veren tâne gibidir. (Bire yedi yüz verir.) Allah dilediğine bundan kat kat fazlasını ihsan eder.” (Bakara, 261)
A.C.: “Allah’ın rızasını kazanmak ve kalplerini sağlamlaştırmak için mallarını harcayanların misâli; yüksek tepede bulunan, bol yağmur aldığından iki kat veren, bol yağmur almasa da çisentisi düşen bahçenin misâli gibidir. Allah işledikleriniz görür.” (Bakara, 265)
A.C.: “Gücünüz yettiği kadar Allah’tan korkun. (Emirlerini) dinleyin ve itâat edin. Kendi iyiliğiniz için mallarınızı harcayın. Nefsinin tamâhkârlığından korunanlar, saadete ermişlerdir.” (Tegâbûn, 16)
A.C.: “Eğer Allahü Teâlâ’ya karz-ı hasen takdiminde bulunursanız, onu sizin için kat kat artırır ve sizi mağfiret buyurur.” (Tegâbûn, 17)
A.C.: “Ey İman edenler! Size verdiğimiz rızklardan, alış verişin, dostluğun ve şefaatin fayda vermeyeceği gün gelmeden evvel infak edin.” (Bakara, 254)
Hadîs-i şerifler:
*Malından gizli ve açıktan infakta bulunan hiçbir Müslüman yok ki, onu cennet “Gel, gel” diye çağırmasın. (Râmuz, 285/9)
*Para var, nefsine infak etmişsindir. Para var, ana babana harcamışsın. Para var, oğlun için, zevcen için sarf etmişsin. Para var, Allah yolunda infak edilmiştir. İşte bu sonuncusu sevap bakımından en güzelidir. (Râmuz, 285/2)
*Cennette yüksek bir mertebe vardır ki, âilesinin nafakasını temin için her güçlüğe göğüs gerenlerindir.
*Âilene, çocuğuna, hizmetçine yedirdiğin, hatta kendi yediğin senin için sadakadır. (Râmuz, 371/4)
*Bir kadın kocasının izniyle evinden makul bir ölçüde infak ederse, o kadına infak ettiği şeyin ecri verilir. Kocası için de, o malı kazanmış olduğundan ecir vardır. Veren hizmetçi ise, ona da benzeri ecir vardır. Birine verilen ecir sebebiyle diğerlerinin ecrinden noksanlık olmaz. (Râmuz, 36/13)
* * *
ZEKÂT
Zekât; mal ve paranın temizliğini sağlamak üzere, her sene kırkta birini sadaka olarak vermektir.
A.C.: “Onların mallarından sadaka (zekât) al ki, bununla kendilerini (günahlardan) temizlesinler ve onların hasenâtını bereketlendirmiş olasın. Onlara duâ et! Çünkü senin duân onlar için sükûnettir. Allah hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir.” (Tevbe, 103)
A.C.: “Onların mallarında sâilin ve yoksulların da hakları vardır.” (Zâriyât, 19)
H.Ş.: (Zengin olup da) zekât vermeyenlerin namazı yoktur. (Yani kabul olunmaz). (Rûûhu’l-Beyan, C. 2, S.134)
H.Ş.: Mallarınızın zekâtını vererek onları kale içine alın (muhafaza edin). Hastalarınızı sadaka vererek tedâvi edin. Belâları duâ ile karşılayın. (Rûhu’l- Beyan, C. 2, S. 136)
H.Ş.: Kim farz olan zekâtı verir, misafirlerine ikram eder, musîbet ve güçlük zamanlarında verirse, Şuh’tan beri olur. şüphesiz ki Şuh cimriliğin en çirkinidir.
Hikâye:
Mûsa A.S. bir kimseyi huşû ile namaz kılarken gördü: “Yâ Rabb’î, bu kulun ne güzel namaz kılıyor,” dedi. Allahü Teâlâ:
– “Ey Mûsa! O kimse her gün bin rekât namaz kılsa, bin defa hac etse, bin defa harbe girse, malının zekâtını verinceye kadar, yaptıklarının ona bir faydası olmaz” buyurdu. (Rûhu’l-Beyan, C. 2, S. 134)
Hikâye:
Abdullah ibni Mes’ud R.A.’den:
Resûlüllah Efendimize S.A.V. kısa boylu, uzun sakallı biri geldi.
Efendimiz ona sual etti:
– İsmin nedir?
– Hacveb.
– Kaç yaşındasın?
– Üç yüz otuz.
– Bir şey okuyor musun?
– Bir deve yükü kitap okudum.
– Allah için ne amelin var?
– Allah rızası için üç yüz mesele hallettim.
Resûlüllah S.A.V.:
– Senin gibisi cennetliktir, buyurdu.
Cebrail A.S. gelip:
– Yâ Resûlallah! bu kimse cehenneme gidecek. Üç gün ömrü kaldı; yarım dirhem zekât borcu var, dedi.
Resûlüllah S.A.V. durumu kendisine bildirdi.
Adam:
–“Unutmuşum yâ Resûlallah! şu yarım dirhem, zekât borcum, şu yüz dirhemi de sadaka olarak fukarâya dağıtınız, diye takdim etti.
Adam üç gün sonra vefat etti. Ebû Bekir R.A., yıkadı, kefenledi.
Cenazeyi götürürlerken Resûlüllah S.A.V. ayakkabılarını çıkarıp cenazenin önünde yürüdü. Sonra başını açtı. Kabre konulduğunda, tebessüm edip omuzlarından ridasını aldı.
Sahâbe-i Kiram sordular:
– Yâ Resûlallah! Niye yalın ayak yürüdünüz?
– Kırk bin melek gönderildi. Onların kandına basmayayım diye.
– Niçin baş açık durdunuz?
– Yetmiş bin melek yağmur yağar gibi rahmet yağdırdı, istifade etmek için başımı açtım.
– Niçin ridânızı çıkarıp tebessüm buyurdunuz.?
– Cennetten hûriler gelmiş, hepsi de evlenmek murat ediyorlar. Her birine Hacveb’i gösterip “Sen onun içinsin” dedim. Onlar da kabul ettiler, tebessüm ettim, buyurdu. (Mev’iza-i Hasene S. 126)
* * *
KARZ-I HASEN
Karz- Hasen; Allah rızası için karşılıksız borç para vermektir.
Bazıları: “Farz olan zekâttır”; bazıları, “Mendüp olan infaktır”; bazıları da “Bunların hepsi içine alan umûmi bir tâbirdir,” demişler. Muvâfık olan da budur. (Hak Dîni Kur’an Dili C. 6, S. 5039)
A.C.: “Allahü Teâlâ’ya, karşılığını kat kat artıracak bir karz-ı hasende kim bulunabilir? Allah dilediğine çok, dilediğine az verir.” (Bakara, 245)
A.C.: “Allah’a kim karz-ı hasen takdim ederse, O da karşılığını ona kat kat verir. Ona cömertçe mükâfat vardır.” (Hadîd, 11)
* * *
*Ashâb-ı Kiramdan Ebû Dahdak R.A.:
– “Yâ Resûlallah! Rabb’ime ödünç versem, cennete kefil olur musunuz?” dedi.
Efendimiz:
– “Evet; hayır ehlinin yeri cennettir,” buyurdu.
Ebû Dahdak:
– “Hanımım Ümmü Dahdak’la, oğlum Dahdak da benimle olur mu?” dedi.
Resûlüllah S.A.V.:
– “Evet,” buyurdu. Ebû Dahdak:
– “İki hurma bahçemden başka bir şeyim yok. İkisini de Rabb’ime verdim,” dedi.
Resûlüllah S.A.V.:
– “Biri âilene kalsın,” deyip birini kabul buyurdu. (Riyâzu’n- Nâsıhîîn, S. 307)
KARZ-I HASEN VERMENİN SEVÂBI
H.Ş.: “Mîrac gecesi cennetin kapısında « Sadakanın sevabı on misli, ödünç vermenin sevabı on sekiz misli» diye yazılmış gördüm.” (Şir’atül İslâm S.186)
H.Ş.: “Bir Müslüman diğer Müslüman’a ödünç verince iki misli sadaka sevabı alır.”
Allahü Teâlâ, âyet-i celîlede, sadaka sevabının on misli olduğunu bildirdiği halde, ödünç vermenin sevabının kat kat olduğunu beyan buyurdu. (Bakara, 245)
Resûlüllah S.A.V.:
“Cebrail’e «Karz-ı hasenin sevabı neden fazla» dedim. «Borcu muhtaç olmayan istemez, sadaka ise çok zaman ehil olmayana verilir» diye cevap verdi.”
* * *
SADAKA
Sadaka: sıdk ve ihlâsla Allah rızası için fakire hibe edilen para vb. şeylerdir. Kişinin sevaba olan rağbet ve arzularını doğruladığı için “Sadaka” denilmiştir. Çünkü, maddî bir karşılık beklemeden mal sarfetmek, onun sevabına rağbet edenlerin işidir. (Kâmus-u Osmanî)
A.C.: “Sevdiğiniz şeylerden (Allah rızası için) vermedikçe, iyiliğe ulaşamazsınız.” (Âl-i İmrân, 92)
Bu âyet-i celîlenin inmesi üzerine:
Ebû Talha R.A. Mescid-i Nebevîye yakın, içinde güzel suyu bulunan hurmalığını bağışladı. Hanımı Sümeyye Hatun ve çocuklarına:
– “Bahçeden çıkın! Ben burayı Allah için Resûlüllah’a bağışladım,” dedi.
Hanımı:
– “Ortak mıyız, sevabı müşterek mi?” dedi.
Ebû Talha Hz.:
– “Evet.”
Sümeyye Hâtun:
– “Çoktan beri benim arzum da buydu. Hayrın mübârek olsun, Allah senden razı olsun,” demiştir.
Abdurrahman bin Avf R.A. elinde bulunan sekiz bin dirhemin dört binini tasadduk etmiş ve:
– “Yâ Resûlallah! servetimin yarısını Allah rızası için sadaka verdim, yarısını da âileme bıraktım,” demişti.
Resûlüllah S.A.V.:
– “Bu sebeple Allahü Teâlâ malına bereket ihsan etsin,” diye duâ etmiş, Abdurrahman bin Avf’ın malında büyük bereket ve artış olmuştur.
*Sıddîk-ı Ekber R.A.’in her şeyini Allah yolunda verdiği ve namaz kılarken hasıra sarıldığı kitaplarda geçmektedir.
* Hz. Osman R.A. yüz deve yükü buğdayına yüksek fiyat verildiği halde,
– “Daha fazla veren var,” deyip hepsini Allah rızası için tasadduk ettiler.
* Âsım bin Adiyy R.A. sadaka olarak yüz vasak hurma getirmiştir.
* Ebû Akil Ensârî R.A., bir sa’ buğday götürüp, “Bir sa’ da âileme bıraktım” demiştir.
* Ebû Mes’ud-ü Ensârî R.A.:
– “Bu hususta âyeti nâzil olup Resûlüllah bize sadaka ile emrettiği zaman, sadaka vermeye kudreti olmayan herhangi birimiz, çarşıya gider, arkasında yük taşıyarak iki avuç hurma kazanır ve bundan sadaka verirdi” demiştir.
Hâsılı Eshâb-ı Kirâm birbirleriyle yarışır-casına bölük bölük gelip az veya çok bu malî vazifeyi yerine getirdiler.
* * *
SADAKADAN SAYILANLAR
H.Ş.: “Her mâ’ruf (Şeriate uygun, aklın güzel gördüğü şey) sadakadır.”
H.Ş.: “Kimin malı varsa, malından; kimin ilmi varsa, ilminden; kimin kuvveti varsa, kuvvetinden (bedenen çalışmak suretiyle) sadaka versin.” (Dürretü’l Vâizîn S. 119)
H.Ş.: “Kendiniz ve ölüleriniz için bir yudum su da olsa sadaka veriniz. Buna gücünüz yetmiyorsa, Allah’ın Kitabı’ndan bir âyet okuyarak (tasadduk edin). Kur’an okumayı da bilmiyorsanız, Allah’ın rahmet ve mağfiretini isteyiniz. Çünkü Allahü Teâlâ duâlarınızı kabul edeceğini va’d etmiştir.” (Dürretü’l Vâizîn S. 118)
*Ebû Mûsa’l-Eş’arî R.A.’den:
Resûlüllah S.A.V.: “Her Müslüman üzerine sadaka vermek vâciptir,” buyurmuştu.
–“Sadaka edecek bir şey bulamazlarsa...?” denildi.
Resûlüllah S.A.V.
–“Çalışsın, elinin emeği ile kazandığından hem kendisi harcasın, hem de sadaka versin.”
–“Çalışmaya gücü yetmezse?”
–“Yardıma muhtaç olan mazluma yardım ve onu himaye etsin.”
–“Böyle bir yardıma da gücü yetmezse?”
–“Hayır ve iyilikle emretsin ve müslümanlara hayırlı olsun.”
–“Bunu da yapmaya gücü yetmezse?”
–“Şer ve musîbetten kendini korusun. Bu da onun için sadakadır.”
*Ebu Zer R.A., Resûlüllah S.A.V.’e:
–“Yâ Resûlallah! Ecir ve sevap itibariyle hangi sadaka daha büyüktür? dedi.
Resûlüllah S.A.V.:
–“Sevabı çok olan sadaka, senin son derece bahil olduğun, fukaralıktan korkar bulunduğun halde verdiğin sadakadır,” buyurdu.
* * *
H.Ş.: “Can boğaza gelip «Bu malım falan, şu filan içindir» diyene veya üçte birinden fazlası vereselerin olana kadar sadakanı tehir etme!” (Buhârî. C. 5, S.160)
H.Ş.: “Ashâbı! Yarım hurma da olsa sadaka vererek cehennem ateşinden korunun.” (Buhâri, C. 5, S. 158)
H.Ş.: “Bir ağaçtan insanlara, hayvanlar, kuşlar istifade ederse, bu, ağacı diken kimse için sadakadır.”
H.Ş.: “Küçük günahlardan sakının! Çünkü onlar kıyâmet gününde dağlar gibi büyüyerek gelir. Kefâreti ise sadakadır.”
H.Ş.: “İyilik etmek ve akrabayı ziyaret ömrü uzatır; beldeleri imar eder ve malı artırır.”
H.Ş.: “Üç şeye yemin ederim:
1-Sadaka vermekle mal eksilmez.
2-Zulmedeni affeden affolunur.
3-Kimseden bir şey istemeyen muhtaç olmaz.” (İhyâ)
H.Ş.: “Sadaka, sahibinin kabir hararetini söndürür; mümin de kıyâmette sadakasının gölgesinde gölgelenir.” (Ramuz, 103/9)
H.Ş.: “Kişinin sağ iken bir dirhem sadaka vermesi, ölüm anında yüz dirhem sadaka vermesinden hayırlıdır.” (Şir’atü’l-İslâm, S.186)
H.Ş.: “Sadaka, Rabb’in gazabını söndürür ve son nefeste fenâ ölümden korur.” (Ramuz, 105/5)
H.Ş.: “Sadaka ve duâ belâyı def eder, ömrü uzatır.”
H.Ş.: “Sadaka verin, hastalarınızı sadaka ile tedâvi edin. Sadaka her türlü hastalığı ve belâyı def eder ve hasenâtı artırır.” (Ramuz, 232/4)
H.Ş.: “Sadaka kötülüklerden yetmiş kapıyı kapatır.” (Ramuz, 217/13)
H.Ş.: “Sadakayı önce verin. Zira belâ, sadakayı çiğneyip geçmez.” (Ramuz, 243/5)
H.Ş.: “İnsan acele ameli kesilir. Ancak sadaka-i câriye, faydalanılan ilim, kendisine duâ eden sâlih evlât sahiplerinin amel defteri kapanmaz.”
Sadaka-i Câriye: Vakıf yapılan mal...
Faydalı İlim: Yetiştirdiği talebe ve yazdığı kitaplar...
Duâ Eden Sâlih Evlât: Böyle buyurul-ması, evlâtları ana babaya duâya teşvik içindir. Yoksa, duâ etmesi şart değildir. Çünkü iyi evlâdın işlediği iyi amellerden ana ve babası istifade eder.
Ağacın meyvesinden istifade edildikçe, o ağacı diken kimsenin amel defterine sevap yazıldığı gibi. İstifade eden duâ etsin etmesin müsavidir.
H.Ş.: “Ancak iki kişiye gıpta edilir: Biri; Allahü Teâlâ kendisine mal vermiş ve o kimseyi, bu malı hak yoluna sarf etmeye sevk etmiş. Diğeri; Allah kendisine ilim vermiş, o da bununla amel etmiş ve başkalarına öğretmiş.” (İbni Mâce)
H.Ş.: “Sadaka ile Allahü Teâlâ’nın rızası, hediyeleşerek de Resûlüllah S.A.V.’in hoşnutluğu ve hâcetin görülmesi istenir.” (Taberânî)
H.Ş.: “İki şey gıpta edilmeye değer: Biri, Allah’ın kendisine vermiş olduğu Kur'an-ı Kerîm’i gece gündüz okumak, diğeri de, Allah’ın kendisine verdiği malı gece gündüz sadaka olarak dağıtmaktır.” (Ramuz)
Hikâye:
Bir kadın Hz. Âişe R.A.’ye geldi. Elini devamlı yeniyle örtüyordu. Hz. Âişe R.A.:
–Elini yeninden neden çıkarmıyorsun? dedi. Kadın:
–Ey Müminlerin annesi! Benim babam sadaka vermeyi sever, anam ise sevmezdi. Onun sadaka verdiğini hiç görmedim. Ancak bir parça iç yağı ile, bir eski elbise vermişti.
Öldüklerinde her ikisini de rüyada gördüm: kıyâmet kopmuştu. Anam, halkın içinde avret yerini eski bir elbise ile örtüyordu, elinde de bir parça iç yağı vardı, onu yalıyor ve “Su veren yok mu?” diye bağırıyordu.
Babam ise, bir su kenarına oturmuş, herkese su dağıtıyordu. Çünkü babamın en sevdiği sadaka su dağıtmaktı.
Oradan bir bardak su alıp anama verdim, içti. O anda bir ses işittim: “Kim bu kadına su verirse çolak olsun” diyordu.
Uyandığımda elimi çolak olmuş gördüm. Bu sebepten yenimden çıkaramıyorum, dedi. (Rûhü’l-Beyân C. 9, S. 436)
* * *
CÖMERTLİK – CİMRİLİK – ÎSÂR
Cimri: Hasis, eli sıkı demektir.
Cömert: Eli açık, sahâvet sahibidir.
Îsâr: Cömertliğin bir üst derecesidir. kişinin kendi ihtiyaç duyduğu şeyi, muhtaç olanlara vermesi, onu kendi nefsine tercih etmesi, başkasını kendinden daha çok düşünmesidir.
* * *
Hadîs-i şerifler:
H.Ş.: “Mümin kişinin içinde, Allah yolunda (cihat ederken) kalkan tozla, cehennem dumanı birleşmez.” Keza: “Mümin kişinin kalbinde imanla cimrilik ebediyen birleşmez.” (Rûhu’l-Beyan, C. 9, S. 436)
H.Ş.: “Zulümden sakının. Çünkü zulüm kıyâmette karanlıktır. Cimrilikten de sakının. Zira bu, sizden evvelkileri helâk etti ve kanlarını dökmek için atlara bindirdi.” (Şir’a, S. 186)
H.Ş.: “Cömert, Allah’a hüsn-ü zannı olduğu için cömerttir. Hasis de Allah’a sû-i zan ettiğinden hasistir.” (Râmuz, 213/6)
H.Ş.: “Cömertlik, dalları dünyaya sarkmış cennet ağaçlarından bir ağaçtır. Kim bu dallardan birine tutunursa, onu cennete götürür.
Hasislik de cehennem ağacıdır. Onun da dalları dünyaya sarkmıştır. Kim bu dallara sarılırsa, onu cehenneme çeker.” (Râmuz, 213/3)
H.Ş.: “Cömertlik Allahü Teâlâ’nın sıfatıdır.”
H.Ş.: “İçinde cömertlerin bulunduğu eve rızkın gelişi, devenin hörgücüne bıçağın gelişinden daha çabuk olur.” (Râmuz, 210/6)
H.Ş.: “Allahü Teâlâ bu dîni kendisi için hâlis kıldı. Dîninize cömertlik ve güzel ahlâk lâyıktır. Dîninizi bunlarla süsleyin.” (Râmuz, 86/1)
H.Ş.: “Komşusu aç iken tok duran, mümin değildir.” (Tahtâvî)
*Yahya A.S. İblis’e:
–Senin için insanların en sevimlisi ve en sevimsizi kimlerdir, diye sordu.
–İblis:
–Bana insanların en sevimlisi cimri Müslüman, en sevimsizi de cömert günahkârdır, dedi.
Yahya A.S.
–Bu nasıldır? diye sordu.
İblis:
–Cimrinin cimriliği benim için kâfidir. Başka kötülüğe hâcet yok. Cömert günahkâra gelince, korkarım ki, Allahü Teâlâ cömertliği sebebiyle onu günahı ile kabul eder, dedi ve:
–Ey Yahyâ! Sen olmasaydın bunu söylemezdim, diye ilâve etti. (Rûhu’l- Beyan, C. 5, S. 154)
*Veysel Karânî Hz., akşam sabah evinde yiyecek ne varsa hepsini infak ederdi ve:
– Allah’ım! Açlık ve çıplaklıktan ölen varsa, bunlardan dolayı beni muâheze etme! diye yalvarırdı. (Rûhu’l- Beyan, C. 5, S. 154)
A.C.: “Daha önce Medine’yi yurt edin-miş ve kalplerine iman yerleşmiş olan kimseler (Ensar-ı Kiram) hicret edip Medine’ye gelenleri severler. Onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler. Kendileri zaruret ve ihtiyaç içinde bulunsalar da, onları (Muhâcirleri) kendilerine tercih ederler. Nefsinin tamâhkârlığından korunmuş kimseler saâdete ermişlerdir.” (Haşir, 9)
*Resûlüllah S.A.V. Ensar-ı Kiram’a:
– “Nadıroğullarının ganimetini isterseniz yalnız size taksim edeyim, muhâcirler yine sizin yanınızda kalsınlar veya onlara taksim edeyim ev ve ihtiyaçlarına sarf edip kendi işleriyle meşgul olsunlar” buyurdu. Yüce Ensar cemaati hep birlikte:
–“Yâ Resûlallah! gönlümüz öyle ister ki, ganimeti tamamen Muhâcir kardeşlerimize taksim ediniz. Yine de bizim evlerimizde otursunlar. Zira sırf berekettirler.” dediler. Efendimiz kendilerine duâ etti ve yukarıdaki âyet-i celîle nâzil oldu. (Rûhu’l- Beyan, C. 9, S. 433)
*Resûlüllah S.A.V. Efendimiz, Abdurrah-man İbni Avf ile Sa’d ibni Rebî R.A.’yı kardeş kıldığında, Hz. Sa’d:
– Gel kardeşim, malımı taksim edelim hattâ hanımın birini boşayayım, sen nikâhla, demiş; Abdurrahman Hz. İse:
– Malını ve âileni Allahü Teâlâ sana mübarek kılsın. Sen bana çarşı ve pazarın yolunu göster, demişti.
– Bunu işiten Fahr-iÂlem Efendimiz çok memnun olup haklarında hayır duâ etmişdir. (Hayatü’s- Sahâbe, S. 57)
*Ebû Hüreyre R.A.’den:
Huzur-u Risâlete gelen biri, açlıktan tâkati kesildiğini söyleyerek, yiyecek bir şey istedi. Resûlüllah S.A.V., Hâne-i Saâdetlerinde, misâfire ikram edecek bir şey bulamadığı için, Ensâr-ı Kirâm’a:
– “Bu kimseyi bugün kim misafir edecek?” diye sordu.
Ensar’dan Ebû Talha R.A.:
– “Yâ Resûlallah, ben misafir ederim” dedi. Adamı evine götürdü. Durumu hanımına anlatı. Evde yiyecek bir şey bulunup bulunmadığını sordu.
Hanım:
– “Evde bu akşam yalnız çocuklara yetecek kadar yiyecek var,” dedi.
Ebû Talha R.A.:
– “Öyle ise çocukları bir şeylerle avut, uyutmaya çalış. Yemek yerken de ışığı söndürüp kendimiz de yiyormuş gibi yapalım; misafiri doyuralım” dedi.
Öyle yaptılar.
Sabah, Ebû Talha R.A. Peygamberimizin yanına gitti. Efendimiz ona:
– “Bu gece misafirinize yaptığınız muameleden Allahü Teâlâ razı oldu,” buyurdu.
H.Ş.: “Hakka giden yollar Kâinâttaki zerreler kadar çoktur. En kısası, bir kimseye yardım etmektir. Bu, bütün insanların ve cinlerin ibadetine bedeldir.”
H.Ş.: “Müslüman kardeşinin ihtiyacını gören kimseye hac ve umre sevabı yazılır.”
*Esmâ binti Ebû Bekir R.A.’den:
Resûlüllah S.A.V. buyurdu:
– Ey Esmâ! Kesenin ağzını boğma! Boğarsan, Allah da sana nasibini az verir.
Diğer rivayet:
– Ey Esmâ! Malını sayıp zaptetme! Öyle yaparsan, Allah da sana nimetlerini sayıp az verir.
Diğer rivâyet:
– Ey Esmâ! Paranı çömlekte (kasada, bankada) saklama! Allah da senden saklar.
–Ey Esmâ! Gücün yettiği kadar sadaka ver! (Buhârî, C. 5, S. 186)
*Ebû Hüreyre R.A.’den:
Hiçbir gün yok ki, iki melek dünya semasına inip biri:
– Yâ Rabb’î, malını infak edene bedelini ver! Diye duâ eder. Diğeri:
– Yâ Rabb’î, imsak edenin malını telef et! diye bedduâ eder. (Buhârî, C. 5. S. 190)
*Hayır işlersen onu elinle yap. Malından fakirlere hisse ayır. Kendi elinle vereceğin bir akça, senden sonra verilecek yüz akçadan üstündür. Elinle verdiğin bir taze hurma, senden sonra verilecek yüz miskal altından daha makbuldür. (Alâaddin Attar K.S. –Pendnâme, S. 58)
*Allah’ın kahrından emin olmak istersen, gizli sadaka ver. Şüphesiz ki, hayır yapmayı âdet edinenlerin ömürleri artar. Halka iyilik yapanları, insanların en şereflisi bil. Halk arasında insanlara zararlı olanlardan daha kötüsü yoktur. Pendnâme, 66)
*Ensâr-ı Kiram her şeyde Muhâcirîni kendilerine tercih ederlerdi.
Haberde gelmiştir: Dünyada hiçbir zaman hiçbir kavim gelmemiştir ki, içinde cömert ve cimriler bulunmasın. Ancak Ensar-ı Kiramın hepsi cömertti. İçlerinde hiç cimri yoktu. (Rûhu’l- Beyan, C. 9, S. 433)
Haberde gelmiştir: Kıyâmet gününde bir kul huzura getirilir ve kitabı sağından verilir. O kimse kitabını açıp bakar, kitabında hac, umre, zekât, cihad ve sadaka yazılmış. Kendi kendine “Ben bunlardan hiç birini yapmadım; bu kitap benim olmasa gerek,” der. O anda, Allahü Teâlâ tarafından: “Bu senin! «Param olsa da bu hayırları yapsam» diye niyet ederdin. Niyetinde hâlis ve sâdık olduğunu bildiğim için sana o amellerin sevabın ihsan ettim,” hitâb-ı izzeti gelir.
H.Ş.: “Size bir söz söyleyeceğim, hatırda tutunuz! Dünya dört kimse içindir:
1- Bir kimse ki, Allahü Teâlâ ona mal vermiş, o da Allah korkusuyla hareket edip akrabasını gözetmiş, Allah’ın hakkını tanımış. İşte bu kimse en yüksek mertebededir.
2- Allahü Teâlâ ona ilim vermiş, mal vermemiş. Fakat o kimse samimi olarak “Eğer malım olaydı, filanca gibi ben de sadaka verirdim,” der. o da niyetiyle ecre kavuşur.
3- Bir kul ki, mal verilmiş ilim verilmemiş. O da bu malı israf etmiş, harcarken Allah’ı düşünmemiş, akrabasına yardımda bulunmamış, Allah hakkını unutmuş. İşte bu en fena adamdır.
4- Bir kul ki, Allahü Teâlâ ona ilim de mal da vermemiş. O da: “Malım olsaydı, üçüncü şahıs gibi yapardım,” derse, niyeti sebebiyle günaha girer. Her ikisin günahı müsâvidir. (Riyâzü’s- Sâlihîn, C. 1, S. 579)
* * *
Hikâye:
Hocanın birine alacaklısı kötü davranır. Hâlini sezen Yahûdi komşusu:
– Üzülmene sebep nedir? der.
Hoca anlatır.
Yahûdi.
– Dinimiz ayrı, lâkin komşuyuz. Bende varken senin sıkılman doğru olmaz, deyip yirmi altın verir. O da borcunu öder.
Alacaklı Müslüman:
– İmkânım yok, demiştin nereden buldun? der.
Hoca durumu anlatır. Müslüman uyanır ve:
– Sana borcunu helâl ettim. Allah yolunda bir Yahûdi’den aşağı değilim, der.
Alacaklı o gece rüyasında cennetle müjdelenir. (Riyâzü’n- Nâsihîn, S. 308)
* * *
Hikâye:
Bir hanım:
Eğer efendim irşat olur, hidâyet bulursa, bileziklerimi Allah yolunda hibe edeceğim, diye gönülden niyet eder.
Cenâb-ı Hak hâlis niyetini kabul buyurur, efendisi irşat olur. kadın sevinerek, bileziklerini sadaka verir. Sadâkat ve ihlâsla yapılan duânın kerâmeti ve bir vefa numûnesi... “Sevdiklerinizi infak etmedikçe iyiliğe ulaşamazsınız” ayet-i celilesinin sırrı tecellî etmiştir.
* * *
Hikâye:
Bir sohbet sırasında Kütahya’nın Dağardı nahiyesinden yeni bir gelin, bilezikleriyle küpelerini cezbe ile çıkarıp Allah yolunda hizmet için verir ve “Efendim, Almanya’da bunlardan başka bir şeyim yok. Olaydı verirdim” der.
* * *
Hikâye:
Karadenizin bir kazasında, hanım, beyine sorar:
-“Ne hayır işledin ki, Ashâb-ı Kiram Hazerâtı ziyaret ettiler, evimiz dolup taştı!” der.
-“Bugün Kur’an kursu için arsamın tapusunu verdim” demiştir
Şimdi orada güzel bir kurs binası var.
Hikâye:
Balıkesir kız Kur’an Kursuna komşu olan bir kadın, sabah namazına kalkınca, efendisini uyarıp, kurs üzerinde dikilen nuru gösterir. Muhâlif olan adam, bu hâdise üzerine ıslah olur ve namaza başlar. Elleri çözülür, yardımlar yapar.
Hikâye:
Yeni evlenen bir hoca efendinin hanımı, Kur’an Kursu borcu için, efendisini düşünceli gördü, sebebini öğrendi. Boynundan zincirini, kolundan bileziklerini çıkarıp beyine teslim etti:
“Bunları sat, borcunu ver! Bu din benim de dinimdir. Vebali boynumda taşımaktan, Hakk’a fedâ etmek daha iyidir,” der.
Ve “Hz. Fâtıma Vâlidemiz gibi mânevî ziynetle yaşamayı tercih ederim” demiştir. (Sene, 1989)
.
11. Risale: Kurban
- Ayrıntılar
- Kategori: İnce Risaleler
- Gösterim: 16778
بسم الله الرَّحْمٰنِ الرَّحِيـمِ
Âlemlerin Rabb’i Allah’a hamdolsun. Resûlüne, Âl ve Ashâb’ına salât ü selâm olsun
KURBAN: Kulluk borcunu ödemek niyetiyle vakti içinde kurbanlık hayvanı kesmektir.
Müslüman, hür, mukîm ve dînen zengin sayılan erkek ve kadına her sene kurban kesmek vâciptir.
Kurbandan maksat, dünyada vâcip olan borcun ödenmesi, âhrette fazl-ı Îlâhî ile sevaba kavuşmaktır.
Kurbanı diri olarak hayra vermek veya kurban yerine parasını sadaka vermek câiz değildir. Borcu ödenmez.
* * *
SEFERÎ İÇİN KURBAN
Seferde olan kimseye kurban vâcip değildir. Seyâhate çıkıp da “Kurbanı falan yerde keserim,” diyenin kestiği kurban nâfile olur. münâsip olan, kurbanı oturduğu yerde kesmektir. Sonra dilediği yere gider.
Hacılar da seferîdir. Hacc-ı Kıran ve hacc-ı temettû yapanların kurbanları vâcip olarak orada teşekküren kesilir. Diğer hacıların orada kesmesi, nâfile ve müstahap olur.
KURBANDA NİSÂB
Borcundan ve aslî ihtiyaçlarından fazla 20 miskal (
Kurban kesmek için bu servette nemâ (çoğalmak) ve üzerinden bir sene geçmek şart değildir. Bayramın üçüncü günü de nisâba mâlik olsa kurban kesmek vâcip olur.
* * *
ASLÎ İHTİYAÇLAR
Oturacak ev ve döşemesine yetecek eşya.
Binek, (hayvan, bisiklet, motosiklet, otomobil vb.)
Bir adet silâh.
İş elbisesi, günlük elbise ve bayramlık olmak üzere üç kat giyecek.
Kendisine ve bakımı üzerine vâcip olan kimselere bir sene yetecek nafaka.
Çift sürmede kullanılan bir çift hayvan (at. Katır, manda öküz vb. veya bir traktör) ile zirâat âletleri.
Sanatkârın âletleri.
Her eserden bir takım, kitaplar. (Okumasını bilmeyenlerin elinde bulunan kitaplar, bu hükmün dışında olup kurban nisâbına dahildir.)
* * *
KURBANLIK HAYVANLAR
Kurban dört cins hayvandan olur. Koyun, keçi, sığır ve deve. Manda sığır cinsine dahildir.
Şartları: ehlî, belirli bir yaşa ulaşmış ve ayıpsız olmak lâzımdır.
Vahşî sığır, ehlîleştirilmiş olsa da, kurban olmaz. Ehlî iken sonradan vahşîleşen kurban olur.
Devenin beş seneliği, sığır ve mandanın iki seneliği, koyun ve keçinin bir seneliği kurban olur. altı ayını dolduran kuzu, anası kadar gösterişli ise kurban olur. oğlak yaşını doldurmadıkça kurban olmaz.
Koyun ve keçi ne kadar büyük olsa da bir kişi için kurban olur. deve, sığır ve manda yedi kişiye kadar kurban edilebilir. Yedi kişiden biri kurban, ikinci adak, üçüncü akîka, dördüncü Peygamberimize veya üstazı, hocası, babası, vâlidesi veya akrabasından biri için, beşinci Harem’de avlanma cezası için, altıncı hediye, yedinci nâfile kurbana niyet etseler Hanefî mezhebince câizdir. İçlerinden biri etlik veya ticâret için iştirak ederse veya hiç niyet etmezse, hepsinin kurbanı hederdir. (kabul olunmaz.)
Kurbanı alamadan önce iştirak etmek evlâ; sonradan iştirak mekruhtur.
Kurbana iştirak eden bütün ortakların “Kurban, ibâdet ve sevabına” niyet etmeleri ve ortakların hisselerinin eşit olması şarttır. (Mülteka)
* * *
EFDAL OLAN KURBAN
Eti çok ve pahası yüksek olandır.
Gözleri, karnı, ayakları ve göğsü siyah olan koyunu kurban etmek övülmüş ve ziyâdesiyle efdal görülmüştür.
Sığırın dişisi, koyun ve keçinin erkeği efdaldir.
* * *
KURBAN EDİLMESİ CÂİZ
OLAN HAYVANLAR
Kurbanın boynuzlu, boynuzsuz, boynuzu biraz kırık veya husyeleri buruk olması kurban edilmesine mânî değildir.
* * *
KURBAN EDİLMESİ CÂİZ
OLMAYAN HAYVANLAR
– Bir veya iki gözü kör,
– Görme hassasının çoğu gitmiş,
– Ayağı kırık,
– Kesileceği yere yürüyemeyecek kadar topal,
– Ölüm hastası,
– Dilinin veya kulağının veya burnunun veya kuyruğunun veya tenasül uzvunun çoğu kopmuş,
– Dilsiz doğmuş, kulaksız doğmuş,
– Dişlerinin çoğu dökülmüş,
– Meme uçlarının çoğu kopmuş,
(Koyun ve keçinin birer memesi, sığırın iki memesi kesilmişse)
– Zayıf ve uyuz,
– Kan işeyen.
Bu gibi özürler bulunan hayvan kurban olmaz.
Yavrulaması yakın olan hayvanı kesmek mekruhtur.
Eğer kurban alındıktan sonra, böyle bir özür hâsıl olursa, zengin olan başkasının kurban eder. Fakire kurban vâcip olmadığından alırken dahî ayıplı olsa onu kesmesi kafidir.
* * *
Kurbanı kesmeden önce tüylerini kırpmak, sütünden istifâde etmek mekruhtur. Tüylerini kırpmışsa, tasadduk eder.
Hayvanı kesileceği yere sürüyerek götürmek mekruhtur.
Diri hayvanın bir uzvunu kesip yemek, haramdır.
* * *
KURBAN KESME VAKTİ
*Şehirlerde bayram namazından sonra; göçebeler, köydekiler, yani bayram namazı kılmak vâcip olmayan yerde oturanlar şafak söktükten sonra keserler.
*Kurbanı bayramın ilk günü kesmek efdaldir. Gece kesmek mekruhtur.
*Kurban başka bir yerde (vekâleten kesilecek)se, kurbanın kesildiği yerdeki vakte itibar edilir.
*Üst üste üç günün her birinde başka başka kurban kesilebilir.
KURBANI KİM KESER?
*Erkek - kadın, elinden gelen kendi kesmeli... elinden gelmemek erkek için ayıptır.
Kendisi kesemiyorsa, yanında bulunur, güzel niyet eder başkasına kestirir. Kitap ehli olan Hıristiyan’a veya Yahûdi’ye kestirmek mekruhtur.
Peygamberimiz S.A.V., Vedâ Haccı’nda yüz deve kurban ettiler. Kendi yaşları olan altmış üç adedini bizzat kesmişler, otuz yedisini Hz. Ali’ye kestirmiştir.
*Müslüman kadın, erkek, genç, yaşlı (bunamış da olsa), hayızlı, cünüp, abraş (alaca hastalığı olan) kimselerin kestiği helâldir.
*Kitap ehli olan, dilsiz ve sünnetsiz olanların kestikleri mekruhtur.
*Dinsiz, Mecûsi, puta tapan, mürted, cebriye, İncil’i kasten değiştiren Hıristiyan, Besmeleyi kasten terk eden kimselerin kestiği helâl olmaz.
* * *
İKİ KİMSE YANLIŞLIKLA BİRBİ RİNİN KURBANINI KESSE
Kesilen hayvan kesenin kurbanı olmak üzere câizdir. tazmin icâp etmez. Eğer mevcut iseler her biri kestiği kurbanı alır, yenmesine mânî hal yoksa, helallaşırlar. Eğer aralarında ihtilâf olursa, her biri diğerine etin kıymetini öder. Para artarsa tasadduk edilir.
Bir kimse başkasına âit kurbanı izinsiz olarak kesse ve kendisi için niyet etse, kurban sâhibine âit olur.
* * *
KURBAN KESME USÛLÜ
Koyun, keçi, ve sığır eziyet vermeden sol tarafı üzerine kıbleye karşı yatırılır. Ayaklarından üçü bağlanır, üstte kalan sağ arka bacağı bağlanmaz. Sığırın dört ayağını da bağlamakta beis yoktur.
Deve ayakta iken kurban edilir. Sol ön ayağını bağlayarak yıkmak da câizdir.
A–Niyet:
Kurban kesen:
“Yâ Rabb’î, niyet eyledim rızâ-i şerifin için kurban kesmeye...
Şu vücûdum çok kabahat ve günahlar işledi. Bunu sana kurban etmem lâzım. Lâkin sen haram kıldın. Bu günahkâr vücûduma bedel olmak üzere bu kurbanı kesiyorum. Kabul buyur,” diye niyet eder.
Kurban vekâleten kesilecekse, vekil olan, “Sahibinin niyetine” diye niyetlenir.
Bir kimse kendisine bırakılan kurbanı sahibinin izni olmadan kesse, bunu ödemesi icap etmediği gibi, sahibinden de kurban borcu düşer. Çünkü buna delâlet yoluyla izin verilmiştir. (Büyük İslâm İlmihâli)
Kurban, üç tekbir getirip “Bismillâhi Allahü Ekber” diyerek kesilir.
B-Kurban Kesmek:
*Boğazın iki tarafındaki “vedec” denilen iki büyük damarla, nefes ve yemek içmek borusunu kesmektir.
Bu dördün üçü kesilse hayvan helâl olur. (Mülteka)
Kezâ, yemek ve nefes boruları kesilse ve şah damarlarının ekserîsi de kesilmiş olsa, helâldir.
* Bıçak bilemeyi ve boğazlamayı başka bir hayvana göstermek mekruhtur. (Dürrü Muhtar)
*Bıçak kesmezse, hayvan yaralı beklerken bilemek haramdır. (Vahdetî)
*Kör bıçakla kesmeye uğraşmak, hemen murdar iliği kesmek, ensesinden kesmek, hayvanı lüzumsuz incitmek, canı çıkmadan yüzmeye başlamak veya kelleyi gövdeden ayırmak, hayvanı kıbleye çevirmeden kesmek mekruhtur.
*Kesilmeden ölen hayvan murdar olduğu gibi, boğulan, başı koparılan, beynine tokmak vurarak öldürülen, veya kulak tozuna şiş saplanarak öldürülen hayvanlar da murdardır.
Bir yerden yuvarlanan veya bir hayvanla süsleşerek veya kurt parçalayarak ölen hayvan murdar olur. ölmeden yetişip kesilmedikçe yenmez.
Hasta hayvan kesildiğinde hareket eder yahut kan akarsa yenir. Bu iki alâmetten biri olmaz ve keserken canlı olduğu bilinmezse yenmez.
Kurban murdar olunca eti yenmez, kurban borcu da ödenmiş olmaz.
Alınan kurban, kesilmeden ölürse, zengin tekrar alıp keser. Fakirse lâzım gelmez.
* * *
KURBAN KAYBOLUR VEYA ÇALINIRSA?
Yerine başkası kesildikten sonra da bulunsa, fakir onu da keser. Çünkü nâfile kendisine vâcip olmuştur. Zenginse, kestiği kurban yeter.
* * *
KURBANDAN CANLI YAVRU ÇIKARSA?
O da kesilip yenir. Ölü çıkarsa yenmez.
* * *
KURBAN, GÜNÜNDE KESİLMEZSE?
Vâcip olan veya nezir edilen kurban, vakti içinde kesilmez de, elde kalır, günü geçerse, aynen ve tamamen tasadduk edilir. Ölmüşse, kıymeti tasadduk edilir, gelecek seneye bırakılmaz.
* * *
KURBAN KESİLDİKTEN SONRA
İki rekât teşekkür namazı kılınır. Fatihadan sonra, birinci rekâtta İnnâ A’taynâ, ikincide, İhlâs-ı Şerif okunur.
* * *
KURBAN KESEMEYENLERİN İBÂDETİ
Mâlî durumu kurban kesmeye müsâit olmayanlar, Bayramın birinci günü öğleden sonra iki rekâtta selâm vererek altı rekât namaz kılar.
Niyet:
“Yâ Rabb’î, âciz kulun kurban kesemedi. Şu vücûdumu huzurunda yere sererek kurban ediyorum. Beni de kurban kesenlerden eyle!”
Birinci rekâtta: 1 Fâtiha, 1 İhlâs-ı Şerif
İkinci de: 1 Fâtiha, 1 İnnâ A’taynâ
Üçüncü de: 1 Fâtiha, 1 Kul Yâ eyyühel kâfirûn
Dördüncü de: 1 Fâtiha, 1 İhlâs-ı Şerif
Beşinci de: 1 Fâtiha, 1 Felâk sûresi
Altıncı da: 1 Fâtiha, 1 Nâs Sûresi okunur.
* * *
KURBANIN ORTAKLAR
ARASINDA TAKSİMİ
Ortak kurbanın etini tahmînî olarak, göz kararı ile taksim etmek câiz değildir; taksim, mutlaka tartarak yapılmalı; helâlleşmek kâfi gelmez. (Zâhire)
Etle beraber derisi, ayakları, başı, ciğeri, yağları, hülâsa her çeşit uzvundan eşit seviyede paylaşılırsa, tahmînî olarak taksim câiz olur. (Kadıhan)
Ortaklar eti taksim etmeden pişirip yiyebilirler.
* * *
KURBANIN ETİ
Nezir dışında, kesilen kurban etinden sahibi zengin de olsa, yiyebileceği gibi, fakir olmayanlara da yedirip dağıtabilir. (Büyük İslâm İlmihâli, S. 419, Madde 27)
Kurbanın eti üçe taksim edilerek bir kısmını çoluk çocuğu ile yer, bir kısmı eşe dosta yedirilir veya dağıtılır, bir kısmı da fakirlere verilir.
Âilesi kalabalık olup fazla varlıklı olmayanların tasadduk etmeyip çoluk çocuğuna yedirmesi müstahaptır. (Hülâsa)
Bu hükümler, avama göredir. Havas, kestikleri kurbanın etinden sadece iftar eder, kalan kısmı sadaka olarak dağıtırlar.
Bir görüşe göre de fakir, kestiği kurbanın etinden yiyemez; tahrîmen mekruhtur. Bazı âlimler “Nezir gibidir” dediler. (Büyük İslâm İlmihali, S.419, Madde 27)
Bazı âlimler “Diliyle nezir etmedikçe yer” dediler. (Hülâsa)
Kurban ortaklarından biri kazaya, biri edâya niyet etse, yenmez tasadduk edilir. (İbni Âbidîn)
Kurban eti satılmaz.
* * *
KURBANIN YENMEYEN YERLERİ
1-Kesildiğinde akan kan,
2-Tenâsül uzuvları,
3-Yumurtaları,
4-İdrar kesesi,
5-Öd kesesi,
6-Bezeler.
* * *
KURBAN DERİSİ
Deri aynen hayra verildiği gibi, satılıp parası da verilebilir.
En üstünü Dinimizin gelişip yayılması için vermektir.
Seccâde, dağarcık veya evde kullanılan demirbaş eşya yapılabilir, veya bir şeyle değiştirilebilir, denilmiş.
Yenen içilen bir şeyle değiştirilemez.
Kurban eti ve derisi, kesen kimseye emeği karşılığı olarak verilmez.
Satılıp parası alınmaz.
Aksi halde bedeli tasadduk edilir.
* * *
AKÎKA KURBANI
Yeni doğan çocuk için Cenâb-ı Hakk’a teşekküren kesilendir.
Bu kurban, çocuğun doğumundan bulûğuna kadar kesilebilir. Doğumun yedinci gününde kesmek efdaldir. O gün çocuğun başı tıraş edilip saçları ağırlığınca altın veya gümüş sadaka edilir.
Akîka kurbanı etinden sâhibi de, başkaları da yiyebilir. (Büyük İslâm İlmihali, S. 421)
* * *
ÖLMÜŞLER İÇİN KESİLEN KURBAN
Bir kimse kendi malından sevabını ölmüşlerine bağışlamak üzere kurban kesebilir. Bunu, diğer kurbanlar gibi bayram günlerinde kesmek vâciptir.
Mevtâ için kesilen kurban etinden sâhibi yiyebilir, fakat, mîras bırakanın emriyle ona kesilen kurban eti tamamen tasadduk edilir.
.
12. Risale: Cihad
- Ayrıntılar
- Kategori: İnce Risaleler
- Gösterim: 8008
ÖNSÖZ
Cihat: Lügatta söz ve işle maddî mânevî gücünü sarf etmek mânâsınadır.
Şer-i İstilah’ta: İnsanları Din-i İslâm’â dâvet, Kelime-i Tevhid’’i yüceltmek ve beşeriyeti Tevhid nuruyla küfrün sıkıntıla-rından kurtarmaktır.
Veya: Mülk-i İslâm’a musallat olan belaları bütün gücüyle def’etmek, İslâm’ı kabul etmeyenleri vergiye bağlamak sûretiyle her hususta himâye altına alıp, huzûra kavuşturmaktır.
Âyet-i Celîle ve hadis-i şeriflerle Müslümanlara cihadın farz olduğu bildirilmiştir.
(El cihâdü mâdin ilâ yevmil kıyâmeti) hadis-i nebevîsi ile beyan buyurulduğu üzere cihat maddi cihetten dış düşmanlarla, mânevî yönüyle nefs-i emmâre ile olmak üzere kıyâmete kadar devam edecektir.
İmâm-ı Rabbânî Hz.leri buyuruyor: “Cihad’dan maksat, İslâm’ı yüceltmek, din düşmanlarını zelil etmektir.” Ve “Leşker-i kaza (Harb eden asker) Leşker-i duâya muhtaçtır. Harp eden asker cesetse, duâ ile onlara imdat eden Müslümanlar ruh mesâbesindedir. Ruh olmadan ceset muzaffer olamaz.”
Bu îtibarla, maddî ve mânevî, zâhirî ve bâtinî güçler birleşmeden zafer beklemek hayaldir...
Zamanımızda mânevî cihet unutulmuş, sırf madde gücüne değer vermişler. Bu sebeple, bir hâdiseyi silah gücüyle durdurur ve söndürür, lâkin mısır patlar gibi yeryüzünde harplerin, hâdiselerin ardı kesilmez.
Cihad; cephe bozulmadan önce farz-ı kifâye, cephe bozulduğunda ise farz-ı ayn’dır; erkek, kadın, büyük, küçük eli silah tutan her Müslüman (kadın erkeğinden izin almağa muhtaç değil) hemen cepheye koşar... Bu gün cephe bozulmuş mu, bozulmamış mı, Onu ehlinden öğrenmeli.
Bu risâlede, cihad hakkında, sahabe-i Kirâm’dan, İslâm büyüklerinden Allah yolunda yapılan fedâkârlıklar ve ibretli hâdiseler arz olunacaktır.
Lütuf ve inâyet, tevfik ve hidâyet Cenâb-ı Hakk’a mahsustur.
YAYINEVİ
CİHAD
Bismillâhirrahmânirrahîm
A.C.: Cihad Hakkında Âyet-İ Celile Mealleri
A.C.: Mü'minler, Allah yolunda muha-rebe eder, kâfirler de Tâgût”un (şeytanların) yolunda muhârebe ederler. (Ey Mü'minler!) Siz şeytanın (askerleri ve) dostları (olan kâfirler) ile harp edin. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır. (Nisa 76)
A.C.: Dünyâ hayatını âhiret (nimet-lerin)e satanlar, (âhiret hayatını dünya hayat ve nimetlerinden üstün tutanlar,) Allah yolunda düşmanla muhârebe etsinler. Kim Allah yolunda muharebe edip öldürülür veyâ gâlip gelirse yakında biz ona büyük ecir veririz. (Nisa 74.)
A.C.: Şüphesiz Allahü Teâlâ mü'min-lerden mallarını ve canlarını, cennet karşılığında satın almıştır. (Onlar) Allah yolunda savaşırlar. Ölürler ve öldürürler, (gâzi ve şehid olurlar. Bu bedel,) Tevrat, İncil ve Kur'an'da (sâbit), Allahü Teâlâ üzerine hak (ve kat'î) bir va'ddir. Ahdini Allah'tan daha iyi yerine getiren kimdir? (Ey Mü'minler!) Yapmış olduğunuz alışverişinizle sevinin. Bu en büyük saâdettir. (Tevbe111)
A.C.: Muhakkak ki Allahü Teâlâ, kendi yolunda, (taşları içten ve dıştan ) birbirine kenetlenmiş binâlar gibi saf tutup cihad edenleri sever. (Saf 4)
A.C.: Ey Îman Edenler! Size bir ticâret (yolu) göstereyim mi ki, o sizi elem veren azaptan kurtarsın: Allah'a ve Rasûlüne îman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz bu sizin için hayırlıdır. (Bu taktirde O,) günâhlarınızı bağışlar; sizi altından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerinde temiz ve hoş meskenlere koyar. İşte bu büyük kurtuluştur. (Saf 10-12)
A.C.: Allah yolunda öldürülenlere "Ölüler" demeyin. Bilki onlar (bizim indimizde hakîkî hayat ile) diridir. Lâkin siz (onların diri olduğunu) bilemezsiniz. (Çünkü onu idrak aklın tâkatı dışındadır).(Bakara 154)
CİHAD HAKKINDA HADİS-İ ŞERİFLER
*Cihad, kıyâmete kadar devam edecektir.
*Müşriklere karşı mallarınız, canlarınız ve dillerinizle cihad ediniz. (Kırk mevzuda kırk hadis C.2 H.17)
*İyi insan, atının veya devesinin sırtında veya ayakları üzerinde kendisine ölüm gelinceye kadar Allah yolunda dîni yüceltmek için çalışandır.
*Yalnız alışverişle (veya yalnız çiftçilikle) uğraşıp, cihadı terk ederseniz, Allahü Teâlâ üzerinize sizi ezecek kimseleri musallat kılar ve bu hal dininizin emirlerine dönünceye kadar devam eder. (Râmûz, 148/1)
* Allah yolunda cihad için yapılan bir sefer, elli nâfile hacdan hayırlıdır. (Râmûz 295/4)
*Kimin ayakları Allah yolunda tozlanırsa, Allahü Teâlâ onu ateşe haram kılar. (Râmûz. 407/3)
*Mü’minler ne zaman dünyaya meyledip din gayretinden uzaklaşırsa, düşmanları galip, kendileri mağlup olurlar.
* Din ve vatan uğrunda cihad etmeden (veya bunu arzu etmeden) ölen kişi, nîfaktan bir şu’be üzerine ölmüştür.
*Bir saat düşman karşısında durmak, Hacerü’l Esved yanında Kadir gecesini ihya etmekten üstündür.
* Allah yolunda olanlara yardım eden kimsenin her nefesine bir kırat sevap verilir. Bir kırat, Uhud Dağı kadardır.
* Sizden biriniz düşman karşısında az veya çok durması, âilesi ve çocukları içinde altmış sene namaz kılmasından hayırlıdır. (Râmûz, 393/11)
* Nefsim kudret elinde onan Allahü Teâlâ’ya yemin ederim ki, Allah yolunda öldürülmeyi, sonra dirilmeyi, sonra öldürülmeyi sonra dirilmeyi, sonra tekrar öldürülmeyi isterdim. Cihada koşunuz; Çünkü o benim ümmetimin ruhbâniyetidir.[1] (Râmûz, 128/3)
* Ebû Hureyre R.A.den varid olmuştur:
-“Amellerin hangisi daha faziletlidir”, diye Resûlullah S.A.V.’e soruldu:
-“Allah ve Resûlüne îmân etmektir” buyurdu.
-“Sonra hangisidir?”, dendi.
-“Allah olunda cihad etmektir”
“Sonra hangisidir?”,
-“Makbul olan hacdır” buyurdu. (Muhtarü-l Ehâdîs, s.195)
* Allah yolunda bir mücahidin misali, gündüz oruç tutup, gece namaz kılan kimseye benzer. Tâ ki dönünceye kadar... (Râmûz 391/10)
* Mü’minin en efdal ameli Allah için cihad etmektir. (Râmûz 116/2)
* İslâm’ın zirvesinin zirvesi Allah yolunda cihaddır. Buna ancak Müslümanların efdal olanları mazhar olur. (Râmûz 286/2)
* Ben bana îman eden ve Allah yolunda cihad eden kimseye, cennet bahçesinde, Firdevs cennetinde ve And cennetinde köşk sahibi olmasına kefilim. (Râmûz...152/3)
* Cennet kılıçların gölgesi altındadır. (Râmûz...200/14)
* Kılıçlar cennetin anahtarıdır. (Râmûz, 215/7)
* Allah yolunda bir mücâhidi doyurmam ve sabah-akşam ona yardım etmem, bana dünya ve içindekilerden sevimlidir. (Râmûz, 345/2)
* Bir kimse Allah yolundaki bir mücâhidi techiz etse, o da aynı ecri alır.
Bir kimse Allah yolundaki bir gâzinin âilesine hayırlı bir sûrette vekâlet eder ve infakta bulunursa, yine aynı ecri alır. (Râmûz, 416/10)
*Bir kimsenin Allah yolunda yüzü tozlanırsa, Allahü Teâlâ kıyâmet günü onun yüzünü emin kılar. Ayakları Allah yolunda tozlanan kişinin de ayaklarını cehennemden emin eyler. (Râmûz, 382/3)
*Allah yolunda yutulan toz ile cehennemin dumanı bir kimsenin (içinde) ebediyen birleşmez. (Râmûz, 483/11)
BEDİR HARBİ
VE ESHÂB-I KİRAM
Rasûlüllah S.A.V. Bedir günü üç yüz küsur İslâm mücâhidiyle, tam teşkilatlı bin kişilik Kureyş ordusu üzerine giderken sahâbelerine hitabı:
- “Genişliği yerin ve göklerin genişliğine benzeyen cennete doğru yürüyün. Muham-med’in ruhuna hâkim olan Allahü Teâlâ’ya yemin ederim ki, bugün hak din uğrunda savaşırken can verenlerin hepsini Cenâb-ı Hak cennete kabul edecektir.”
Bunun üzerine Hz. Umeyr R.A., elindeki hurmaları atıp “Hey hey” diye bağırdı. Ve:
- “Cennete gitmek için şu adamların elinde ölmek mi lazım,” diyerek cenk meydanına daldı ve şehit düşünceye kadar kahramanca harp etmeli. (Türk İslâm sentezi)
***
YİĞİTLER SERDARI
Hz. Ali R.A. bir gün:
- “Ey İnsanlar! Bana insanların en yiğidİ kim olduğunu söyleyebilir misiniz?” dedi.
- “Sensin Ey Müminlerin Emîri” dediler. Hz. Ali R.A.:
- “Ben sadece teke tek savaştığım kimselere gâlip geldim. O ben değilim. Ebû Bekir’dir. O, Bedir savaşı’nda Rasûlüllah S.A.V.’e müşriklerden zarar gelmesin diye bir gölgelik yapmıştık. “Kim Allah’ın Rasûlü’nü bekleyecek?” denildiğinde, yemin ederim ki, bu mühim vazifeye cesaret eden olmadı. Ancak Ebû Bekir R.A. yüklendi. Kılıcını çekti, Rasûlüllah S.A.V.’in yanında nöbet tuttu. Kimse ona saldıramıyor, saldıran olursa, Ebû Bekir R.A. saldıranı biçiyordu. İşte O, insanların en cesuru ve şecîsidir,” dedi.
Bedir harbinde Müslümanların bineği az olduğundan üç kişiye bir deve düşüyordu. Rasûlüllah S.A.V. Efendimiz de Hz. Ali ve Hz. Mersed ile nöbetleşe bir deveye biniyorlardı. Sıra Hz. Ali veya Hz. Mersed’e geldiğinde onlar haklarından vazgeçip:
- “Yâ Rasûlallah siz binin, biz yürüyelim,” dediler. Lâkin âlemlere rahmet olan yüce Rasûl “Ne siz yürümekte benden kuvvetlisiniz, ne de ben ecir bakımından sizden fazlayım,” buyurdular.
***
EBÛCEHİL’İN KATLİ
Bedir muharebesinde, Müslümanların büyük düşmanı Ebûcehil’i öldürmek herkes için büyük bir arzu idi.
Kâfir; 70 yaşında olduğu halde gözü pek, korkunç suratlı, inatçı biri idi. “Anam beni bugün için doğurdu” der, askerine gayret verirdi.
Harbin kızıştığı bir anda Neccar oğullarından Afrâ Hatunun, Muaz ve Muavvez ismindeki oğulları Abdurrahman ibni Avf’a “Amca sen Ebûcehil’i tanır mısın?” diye sordular. “Ne yapacaksınız” sualine: “Allah’a söz verdik, onu görür görmez üzerine atılıp öldüreceğiz yahut da bu uğurda öleceğiz,” dediler.
Abdurrahman ibni Avf Hazretleri böyle tehlikeli bir anda bu iki gencin cesaretine hayran olmuştu.
Bu sırada Ebûcehil, Mahzum oğullarının gençleri arasında domuz topu gibi gelirken Abdurrahman Hz. Gençlere: “İşte aradığınız Ebûcehil budur,” der demez, ikisi birden şahin gibi süzülerek Ebûcehil’e hücum etmişler, yine o esnada Ebûcehil’i gözetlemekte olan Ensar’dan Muaz ibni Amr de bir kılıç darbesiyle Ebûcehil’in ayağını kesmiş, Muaz ve muavvez de Ebûcehil’in işini bitirmişlerdi.
Tam bu sırada Fahr-i Kâinat Efendimiz “Acaba Ebûcehil ne haldedir? Kim ondan bir haber getirir?” diye sordu. Abdullah ibni Mes’ut R.A. koşarak Ebûcehil’in yanına vardı. Can çekişmekte olduğunu gördü, sakalından tutup göğsüne bastı: Ey Ebu Cehil! Ne haldesin? demişti. Ebûcehil gözlerini açıp ona :
- “Ey koyun çobanı! Pek sarp yere çıkmışsın. Bir büyük adamı kendi kabilesinin öldürmesi yeni bir iş değil. Lâkin galebe hangi tarafta?” dedi.
İbni Mes’ud Hz..:
- “Ey Allah’ın düşmanı! Hakk’ın inâyetiyle zafer Müslümanlara yüz gösterdi,” deyince, Ebûcehil büyük bir yeis içinde:
- “Muhammed’e söyle; şimdiye kadar O’nun düşmanıydım, şimdi düşmanlığım daha da arttı,” diyerek küfrün şiddetiyle cehennemi boyladı.
İbni Mes’ud Hz., Ebûcehil’in başını kesip Rasûlüllah S.A.V.’in huzuruna getirdi.
İbni Mes’ud Hz. Zayıf cüssesiyle Ebûcehil’in kellesini Rasulüllah’ın huzuruna güçlükle getirmeye çalışması, doğrusu seyre değer bir hal idi.
Bu manzarayı seyreden Fahr-i Cihan Efendimiz ilâhî nusrete şükrettikten sonra: “Bu ümmetin Firavunu işte bu idi,” buyurdular (Kısas-ı Enbiya C.1,S.,157-159)
***
MİSİLSİZ MÜCAHİD VE KILIÇTAKİ BEYİTLER
Sultan-ül Enbiyâ Efendimiz, Uhud harbinde, üzerinde “Korkaklıkta ar ve zillet, İleri atılmakta şeref ve izzet vardır. İnsan korkmakla kaderden kurtulamaz,” beyti yazılı kılıcı göstererek: “Hakkını vermek üzere bu kılıcı kim alır,” dedi. “Ben, ben” diyenler oldu ise de kimseye vermedi. Üçüncü tekliften sonra Ebû Dücâne Hz., “Yâ Rasûlallah! Bu kılıcın hakkı nedir?” diye sordu. Rasûlüllah Efendimiz: “Eğilip bükülünceye kadar düşmana vurmaktır,” buyurdu. O, “Bu şartla ben alırım” dedi ve Efendimiz kılıcı ona verdi.
Ebû Dücâne Hz., kılcı aldı, başına kırmızı bir bez sarıp “Ben o merdim ki, Rasûlüllah ile hurmalık beldenin dağında bulunduğumuz sırada, hiç bir vakit cephenin gerisinde kalmamak üzere ahit verdim. Allah’ın ve Rasûlü’nün kılıcı ile harp ederim, darp ederim,” beyitlerini okuyor, harp meydanında çalımlı çalımlı yürümüştü. Fahr-i Kâinat Efendimiz: “Bu öyle yürüyüş ki, Hak Teâlâ onu bu makamlardan başka yerde sevmez,” buyurdular.
Ebû Dücâne Hz. o gün öyle yiğitlik göstermiş ki, düşman saflarını ve başlarını yara yara hatların en gerisinde müşrik askerlerini -tef çalıp nâme söyleyerek- kışkırtan ve aralarında Ebûcehil’in karısı Hind de bulunan Kureyş kadınlarının yanına kadar varmış, ancak “Rasûlüllah’ın kılıcını kadın kanıyla kirletmem” diyerek onlara dokunmamıştır.
Ebû Dücâne Hz.’nde o gün görülen yiğitlik dosta gayret, düşmana hayret vermiştir. Düşmanlar ok ve taş atarak takım takım Rasûlüllah’a hücum ettikçe Ebû Dücâne Hz., kendisini Efendimize siper etmiş, pek çok yerinden yara almıştır. Ebû Dücâne Hz.’nin başına sardığı sarık alâmet-i fârikası olmuş ve onunla Zülmeşhere unvanını almış, onu giydiği muharebelerde sanki ateş kesilmiştir. Meşheresini giyip harp meydanına çıktığında saflar arasında salına salına yürür ve önüne gelenin işini bitirirdi. R.A. (El Hakayık)
***
EBÛ UBEYDE R.A.’IN MÜŞRİKLERE CEVABI
Uhud muharebesinin şiddetli bir anında müşrikler Ebû Ubeyde R.A.’ı çevirdiler ve ona şöyle dediler:
- “Bak, senin elimize düştüğünden hiç kimsenin haberi yok. Bize tâbî olmazsan putlarımıza eğilmeyen o izzetli başını kum tanelerinden ufak parçalara ayıracağız...”
Ebû Ubeyde Hz.’nin cevabı:
- “Putlara tapacak kadar âdîleşmiş olan sizin gibilere itâat etmekten, ölmek benim için ehvendir. Çünkü, ölüm korkusuyla size tâbî olmak, Rasûlüllah S.A.V.’in medhettiği şehitlik rütbesinden kaçmak demektir.”
Bu sözlerden sonra müşrikler hep birlikte Ebû Ubeyde Hz.’nin üzerine saldırdılar. Ebû Ubeyde’nin cesâretle ve ustaca müdâfaasıyla müşriklerden bir çoğu öldü, kalanlar da yaralanıp kaçtılar. Fakat Ebû Ubeyde R.A.’ın da kılıç darbesi görmeyen yeri kalmamış, hatta bir ayağı kesilmişti. Bu halde Rasûlüllah’ın huzûr-u saâdetlerine geldi ve:
- “Yâ Rasûlallah! Ben bu yaralarla ölürsem, o bahsettiğiniz şehitlerden sayılır mıyım?” dedi. Rasûlüllah S.A.V. Efendimiz mübarek göz yaşlarını silerek:
- “Evet yâ Eba Ubeyde, sen bu yara ile ölürsen şehit olacaksın. Hem de makamın Cennetü’l Firdevs olacaktır,” buyurdu.
Ebû Ubeyde Hz. Daha sonra Medine’ye götürülürken şehâdet rütbesine kavuştu. (R.A.) (Tarihin şeref levhaları S.18)
***
MAS’AB BİN UMEYR R.A.
Mekke gençlerinin en yakışıklı Musab Hz. güzel giyinir, güzel koku sürünürdü.
İlk Müslümanlardan olup Akabe bîati’nden sonra Rasûlüllah Efendimiz tarafından Medine-i Münevvere’ye Kur’an muallimi olarak gönderilmişti.
Hz. Ali R.A. der ki: Rasûlüllah ile oturuyorduk. Mus’ab bin Umeyr yamalı elbise içinde yanımıza geldi. Efendimiz onu bu halde görünce gözleri yaşardı. Çünkü bütün servetini Allah ve Rasûlü yolunda sarf etmiş ve bu hâle düşmüştü”
Rasûlüllah Efendimiz onu Uhud’da şehitler arasında kısa bir hırkaya sarılmış olarak gördü ve şöyle buyurdu:
- “Mekke’de senden iyi giyinen ve senden güzel bir yiğit yoktu. Şimdi; bütün fânî varlığa vedâ etmiş, ilâhî vuslat aşkıyle şehâdet şerbetine kanmış olarak kara toprak üzerinde bir hırka içinde saçı başı karışık yatıyorsun.. Ey Mus’ab! Ben senin Allah yanında diri olduğuna şâhidim!”
Daha sonra sahâbîlere hitâben:
- “Bunları ziyâret edin ve selâmlayın. Yemin ederim ki, bunlar kıyâmete kadar selâm verenlere mukabele eder, selâmlarını alırlar.,” buyurdu.
Rasûlüllah’ın iltifatına mazhar olan bu bahtiyar sahâbî’ye kefen bulunmadığından mübârek ayaklarını çayırla örtmüşlerdi... (R.A.)
***
MUHABBET MESULİYET
TESLİMİYET
Uhud harbi sona ermiş, müşrikler Mekke yolunu tutmuştu. Rasûl-i Ekrem Efendimiz: “Acaba Sa’d bin Rebî ne haldedir? O’na, 12 kargılının hücum ettiğini görmüştüm,” buyurdu, Muhammed bin Mesle-me Hz.’ni gönderdi.
Bin Mesleme R.A. şehitler arasında “Yâ sa’d!” diye bir kaç defa seslendi. Ses çıkmadı, tekrar “Yâ sa’d! Rasûlüllah beni sana gönderdi,” dedi. O zaman, “Ben ölüler arasındayım” diye zayıf bir ses geldi.
Bin Mesleme yanına vardı. Son demlerinde idi. “Benden bir isteğin var mı? dedi. O, gözlerini açtı:
- “Rasûlüllah’a selâm söyle! Şu anda bize müjdelediği cennetin kokusunu alıyorum. Kavmine de haber ver ki: Kirpikleri kıpırdadıkça cihat üzere bulunmazsanız, Resûlüllah’a karşı Allah indinde mâzur sayılmazsınız” dedi ve ruhunu teslim etti.
İbni Mesleme Hz., Sa’d R.A.’ın selâmını ve söylediklerini Fahr-i Kâinat’a arz edince, Peygamber Efendimiz:
- “Yâ Rabbî, Sen Sa’d bin Rebî’den razı ol!” diye duâ buyurdular. (Kısas-ı Enbiyâ C.1)
***
ŞEHİTLİK AŞKI
Uhud muharebesine çıkılacağı sabah, Abdullah bin Cahş ile Sa’d bin Ebi Vakkas R.A. bir kenara çekilip duâ etmişler. Hz. Sa’d: “Yâ Rabbî, büyük bir düşmanla karşılaşıp cenk edeyim ve ona gâlip geleyim” demiş. Abdullah da bu duâya âmin dedikten sonra: “Ben de büyük bir düşmana rastlayayım, cenk edeyim. Sonunda şehit olayım. Burnum ve kulaklarım kesilsin. Mahşer günü Allahü Teâlâ bana “burnun kulakların ne oldu? buyurduğunda, “Yâ Rabbî, Sen’in ve Rasûlün’ün yolunda kesildi, diyeyim” diye duâ etmişti.
Muharebeden sonra Sa’d bin Ebu Vakkas R.A. şehitler arasında dolaşırken Abdullah bin Cahş Hz.’ni burnu ve kulakları kesilmiş bir halde buldu. (Kısas-ı Enbiyâ C.1S.196)
***
AMR BİN CEMMUH HZ.
Eshab-ı Kiram’dan ayakları sakat Amr bin Cemmuh Hz. O haliyle harbe iştirak etmek istiyordu. Oğulları:
-“Babacığım! Biz senin yerine gideriz”, dediler. Rasûlallah S.A.V.’de:
-“Allah seni cihad’dan muaf tuttu”, buyurdu. Buna rağmen Hz. Amr:
-“Yemin ederim ki, şehid olup bu topal ayağımla cennete girmek istiyorum”, dedi ve Uhud savaşında şehid oldu.
MÛTE MÜCÂHİTLERİ
Beyt-i Makdis’e iki konak mesafede bulunan Mût’e mevkiinde, Şürahbil tarafından Resûlüllah S.A.V.’in bir elçisi şehit edilmişti.
Bu hadiseden sonra Efendimiz üç bin kişilik bir orduyu düşman üzerine sevk etti. Haber alan Şürahbil Rum kralından yardım istedi. Müslüman ordusu Şam’a altı konak mesafede bulunan Maan kalesine varınca, Rum Kralının yüz bin kişilik büyük bir kuvvet gönderdiği öğrenildi. Bunun üzerine Müslüman askerlerde bir durgunluk görüldü. Durumu müzakere için orada iki gece kaldılar: Düşmanın çokluğunu Rasûlüllah’a bildirip yardım isteyelim ve yardım gelinceye kadar bekleyelim, deyenler oldu. Abdullah ibni Ravâha R.A. ayağa kalktı ve şöyle dedi:
- “Ey Müslüman Cemaati! Şimdi benim nefsim, hoş görülmeyen şu halin aksini düşünüyor ve bana diyor ki:
- “İlâhî vuslat aşkıyla evinizi ve memleketimizi, evlâd-ü ayâlımızı terk ederek, şehitlik rütbesi kazanmak kastıyla bu tarafa gelmiştik. Kavuşmayı arzu ettiğimiz şehitlik rütbesi şimdi takdir aynasında yüz göstermişken, canımızı muhafaza kaygısıyla saâdete kavuşmaktan mahrum olmak, âşıklık şânına lâyık değildir. Husûsiyle bizim düşmanla muharebe etmekten maksadımız dünya malı elde etmek değil, yalnız dîn-i mübîni takviyedir.
Şu halde, bize lâzım olan; düşman üzerine hücum edip ya zafer şerefine mazhar olmak, ya da şehitlik rütbesine nâil olarak maksada kavuşmaktır,”diyerek İslâm askerini coşturdu. Cümlesi canlarını fedâ etmeye ahdettiler.
Bu harpte, sıra ile Zeyd bin Hârise, Câfer bin Ebî Tâlip şehit oldular. Abdullah bin Ravaha üç gündür aç olduğu halde elindeki hurmaları bırakıp:
- “Ey Nefis! Zeyd ve Câfer, din yolunda şehit oldular; sen hâlâ dünya nîmetleriyle meşgulsün” deyip kükremiş aslan gibi düşman saflarına daldı. Bir parmağı yaralanmış, sallanıyordu. Atından inip “seni Hakk’a fedâ ettim,” deyip onu kopardı.
İbni Ravaha o sırada nefsinde biraz tereddüt hissetmişti; şöyle dedi:
- “Ey Nefis! Şu fânî âlemde neye îtibar ve muhabbet ettin de şehit olmakta tereddüt edersin! Eğer evdeki genç hanıma muhabbet ediyorsan, onu ben üç talâkla boşadım. Eğer câriye ve kölelerime muhabbet ediyorsan, cümlesini âzat ettim. Şâyet bağ ve bostanlarıma aldanmışsan, hepsini Hulâsa-i Mevcûdât S.A.V.’e hîbe ettim. Bundan sonra, bu fânî âlemde ne ile gün geçireceksin?” deyip sancağı aldı şehit oluncaya kadar mertçe harp ve darp etti. (R.A.) (Düstûrül Mücâhidîn S.191)
***
HENÜZ BIYIKLARI BİTMEMİŞ
BİR GENCİN İMÂN GÜCÜ
Umeyr bin Ebî Vakkas R.A. mücâhidlerin safları arasına saklanmıştı. Ağabeyi Sa’d bin Ebî Vakkas “niçin gizlenirsin?” dedi. “Muharebeye girmek, cihad etmek istiyorum; belki bana şehidlik rütbesi nasip olur, küçüklüğünden dolayı Rasûlullah S.A.V. geri çevirir endişesiyle gizlendim”, dedi.
Biraz sonra Allah Rasûlü kendisini gördü ve “küçüksün”, diyerek geri çevirmek istedi. O zaman Umeyr R.A. ağladı. Rasûlullah S.A.V. Efendimiz de onu bu halinden memnun olup, harbe iştirakine izin verdi.
Ağabeyi Hz.Sa’d, boyundan büyük kılıcı ona kuşattı. Hz.Umeyr bu kılıçla şehid oluncaya kadar savaştı ve o zaman on beş yaşındaydı...
ÖRNEK KADIN
Ümmü Ebân R.A. son derece cesur ve iyi ok atardı. Henüz kız iken Hz. Ebû Bekir R.A.’ın Şam fethine sevk ettiği orduya katılmıştı.
Ecnâdin muharebesi esnasında evlenmiş ve Erhabil bin Hasene R.A.’ın maiyyetinde Şam’ın Toma kapısı cihetinde bulunan kocasının şehit olduğunu işitip hemen yanına gelerek tam sabır ve metânetle, “Şehitliğin mübarek olsun. Sen, bizi evvelâ kavuşturan, şimdi birbirimizden ayıran Allahü Teâlâ’nın rahmetine ulaştın. Ben de sana ulaşıncaya kadar var gücümle, Allah için, cihâd edeceğim; zeyâde muhabbetim sebebiyle bir an evvel sana kavuşmaya azmettim,” demiş, kocasının techiz ve tekfini yapılıp, Hz. Hâlit tarafından namazı kılınarak defnedildikten sonra silahını alıp kocasının intikamını almak üzere ön saftaki mücâhitler arasında harbe girmiştir.
Bu sırada Rum Kayseri Herakliyüs’ün dâmadı ve Şam kale’sinin beyi Toma, elinde büyük bir putla ve etrafında hayli ruhban ile İncil okuyarak kale burcunda göründü.
Ümmü Ebân’a: “İşte kocanı şehit eden budur,” dediler. Ümmü Ebân bir ok attı. Ok, Toma’ya isâbet etmedi, ancak elinde ki puta çarpıp kale dışına fırlattı ve mücâhitlere ganimet oldu.
Toma, çok kıymetli mücevherlerle süslü olan bu putun Müslümanlara ganîmet olmasını kötüye yordu. Geri almak için, hemen, askerleriyle birlikte kale kapısından çıkıp İslâm ordusu üzerine hücum etti. O sırada, Ümmü Ebân Hz.’nin attığı ok, Toma’nın gözüne isâbet edince Toma dayanamayıp kaleye dönmek zorunda kaldı. Ümmü Ebân Hz. Bunları tâkip edip bir kaç düşmanı daha zillet toprağına serdi.
Bu harpde Ümmü Ebân’ın gösterdiği celâdet ve yiğitlik, Hz. Seyfullah ve diğer bahâdırlar tarafından takdir edilmiş ve övülmüştür. (Kısas-ı Enbiyâ, C.1, S. 368)
***
ON HÂFIZ
Adel ve kâre kabîlelerinin din mürşidi istemeleri üzerine Peygamber Efendimiz, cümlesi hâfız olan on kişi göndermişti. Recî suyu yanına vardıklarında, kabîle adamları oyun edip bazılarını katletmişler; Hz. Zeyd ile Hubeyb bin Adiyy’i de yalan ve oyunla esir almışlardı. Saffan bin Ümeyye (ki sonradan Müslüman olmuştur), babasını Bedir’de öldürdüğü için Hz. Zeyd’i satın alıp âzatlı kölesiyle Harem dışında katletmeye götürdüğünde, orada bulunan ve henüz Müslüman olmayan Ebû Süfyan:
- “Yâ Zeyd, sana yemin veriyorum; doğru söyle: Şimdi senin yerinde Muhammed olsa da, sen âilenin içinde yaşasan daha iyi olmaz mıydı?” deyince, Hz. Zeyd R.A.:
- “Vallahi ben, Peygamberimin şu anda bulunduğu yerde kendisine eza veren bir dikenin dokunmasına dahî razı olamam,” demiştir. Bu söz üzerine Ebû Süfyan:
- “Vallahi ben, sahabelerin Muhammad (A.S.)'ı sevdikleri gibi, birbirini seven kimse bilmem,” demiştir. (El-Hakâik C.2, S.96)
***
ZÜBEYR BİN AVVAM R.A.
Cennetle müjdelenen on Sahabî’den biri olan Zübeyr bin Avvam R.A. gazâ niyetiyle Antakya’ya gitmek istiyordu. Hz. Ömer R.A. kendisine Mısır valiliğini teklif etmişse de O:
-“Hayır, valilik istemem; Allah yolunda cihad ve Müslüman gazilere imdat etmek isterim” demiştir.(Türk İslâm Sentezi, s.170)
Hz. Osman R.A.’ın hilâfeti zamanında, Akdeniz muharebesi başladığında Ebû Tâlha Hz.’leri yetmiş yaşındaydı. Kur’an-ı Kerim okurken
“Ağır ve hafif silahlarla techizat-lanarak cihada çıkın mallarınız ve canlarınızla savaşın” (Tevbe 41) âyeti kerimesi gelince oğullarına:
-“Öyle zannediyorum ki, Rabb’im genç ve ihtiyar halimde bana muharebeye çıkmamı emrediyor. Beni teçhiz edin; harbe gideceğim” dedi.
Oğulları:
-“Siz zaman-ı saâdetdeki harplerin hepsine iştirak ettiniz, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer zamanlarında da bulundunuz. Şimdi ihtiyarsınız, size bedel biz gideriz” demişlerse de O, “Siz beni sefere hazırlayın”, dedi. Hazırladılar ve yolda, (gemide) irtihal buyurdu. (El-Hakayık)
* * *
ŞEHİDLİK ŞEVKİ
Pek mühim mevkie sahip olan Silistre şehrimiz 1854’de Ruslar tarafından muhasara edilmişti. Kale kumandanı Mûsâ Paşa büyük bir cesaretle, yüzbinlik Rus ordusuna onbeşbin kişilik kuvvetiyle Allah’a tevekkül ederek bir huruç harekâtı yapmış ve Rus kuvvetlerini perişan etmiş, bu zafer üzerine padişah kendisine müşirlik rütbesi vermişti. Fakat Mûsâ paşa:
-“Ben müşirlik rütbesi değil, şehidlik rütbesi isterim”,demiş ve şehid oluncaya kadar cihda devam etmiştir.
* * *
ENDÜLÜS’ÜN FETHİ
Endülüs (İspanya) Fâtihi Târık, yarımadaya gelip sahile çıkınca, ilk iş olarak İslâm ordusunun gemilerini yaktırdı. Kendi-sine “bizim iplerimizi kestin, memleketimize nasıl döneceğiz?” diyenlere acı bir tebessümle elini kılıcına atıp dedi ki:
“Gemileri ellerinde tutmak isteyenler, dönmeyi düşünenlerdir. Biz burada kalmağa karar verdik. Burası ya vatanımız yâ da mezarımız olacak...
Ey mücâhitler! Önünüz düşman, arkanız deniz!.. Ona göre hareket edin! Yemin ederim ki, sizin için sabır sadâkat ve cihaddan başka çıkar yol yoktur.”
Bu veciz konuşmadan sonra askerlerde cihad ruhu ve şehitlik aşkı azim ve sebat duygusu şahlandı ve işin sonu şanlı zaferle bitti.
* * *
GÂZİ DENİLMEYE LÂYIK OLMAK
Ortaçağ kapılarını kapayıp, yeniçağı insanlığa açan ve tarihin altın sayfalarında taht kurmuş büyük Türk hükümdarı Hz. Fatih en küçük fetihlerinde dâhi ordusunun başında harbe iştirak etmiş ve “Gâzi” unvanına Asla leke getirmemiştir.
Hz. Fatih, Trabzon’u fethe giderken Uzun Hasan, annesi Sâre Hâtun’u kayınpederi olan Trabzon tekfuruna şefaatte bulunmak üzere Hz. Fatih’e göndermişti. Hz. Fatih bu hatunu ana edinmiş, sefere beraberinde götürmüştü.
Padişah sarp ve yolsuz Zıgana dağlarını yaya yürüyerek geçmekteyken Sâra Hâtun:
-“Oğul! Bir Trabzon için bunca zahmet değer mi? Burasını gelinime bağışla”. demişti. Yüce Hakandan cevap:
-“Bu zahmet din yolunadır. Ahirette Allah’ın huzuruna varınca inâyeti (yardım)ola. Zira elimizde İslâm’ın kılıcı var. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsem bize gâzi demek yalan olur.” demiştir. (Türk Cihan Hâkimiyeti Tarihi, s.390)
* * *
RODOS FÂTİHLERİ
(Güzel nasihat)
Yavuz Sultan Selim Hân yüz binleri aşan ordusuyla Rodos’u almak üzere Marmaris’in Armutluk mevkiine gelip otağ-ı hümâyunu kurduğunda, orada yaşlı bir kadına sordu:
-“Ana bize Rodos’u almak müyesser olur mu? Ne dersin?
Kadın:
-“Evlât! Her taraf armut ağacı ve mevsim, armut mevsimi... Askerlerin çantasını ara ! Eğer armut yoksa, yürü, zafer senindir! Ama bir armut bile bulursan hiç zahmet çekme; geri dön; zafer bulamazsın”, der.
Yüce padişah bütün çantaları arattırır. Türk mücâhitlerden birinde dahî tek armut bulunmaz...
Nâmusun kıymetini hayattan üstün görenler, ölümü yaşamağa tercih ederler. Namus, vatan, millet, şeref, izzet, ırz ve iffet demektir.
* * *
VİYANA SEFERİ
(Osmanlı Askerinde Asâlet)
Viyana seferine çıkan Osmanlı ordusu Belgrat yakınlarında bir su başında mola verir. Askerlerde abdest almaya koşar.
Uzaktan durumu gözleyen yaşlı bir papaz, kilisedeki genç rahibelerin (kadın ve kızların) ellerine kaplar verip pınara su almaya gönderir, kendisi de uzaktan takip eder.
Kızların su almaya geldiğini gören Osmanlı askerleri derhal pınarı terk eder suyun başından uzaklaşırlar. Bu hali gören papaz hemen devlet erkânına gördüklerini anlatır ve:
“Bu ordu yenilmez; boş yere kan dökmeyin! Haramdan uzak olan, Allah’a yakın olur. Allah’a yakın olan hasmına galip gelir” demiştir.
* * *
SADRÂZAM KARA MUSTAFA PAŞA’NIN SON SÖZÜ
İkinci Viyana muhasarası ordumuzun mağlûbiyeti ile neticelenmiş, binlerce askerimiz şehit olup yüzlerce topumuz düşman eline geçmişti.
Baş kumandan Sadrazam Merzifonlu Karamustafa Paşa Belgrat’a gelmiş, mağlû-biyete uğrayan her Osmanlı Paşası gibi, âkıbetin ne olacağını bekliyordu.
Paşa öğle namazını kılmış, ellerini Rabb’ine kaldırmıştı. Ferman-ı Hümâyün’ü getiren Bostancıbaşıyı huzuruna kabul etti. Kendisine takdim edilen Fermân-ı Hümâyün’ü öpüp başına koydu. Sonra açIP okudu. Azilden başka bir emir olup olmadığını sordu:
- “Belî devletlüm!” cevabını alınca abdest tâzeleyip iki rek’at namaz kıldı. Artık idam olunmaya hazırdı. Zerre kadar telaş eseri göstermeden ayakta son derece metin duruyordu. Yerdeki halıları işâret ederek:
- “Şunları kaldırın, devlet malıdır, kanımızla kirlenmesin,” dedi. Kıbleye döndü. Cellatlara:
- “Bir hoşça vurun!” dedi.
* * *
TİRYAKİ HASAN PAŞA
Avusturyalılar yüz bin kişilik müttefik haçlı ordusuyla Osmanlının Kanice Kale’sini kuşatmıştı. Kale kumandanı seksen yaşında ihtiyar vezir Tiryaki Hasan Paşa. Sekiz dokuz bin askeri var.
Devam eden kuşatma esnasında düşmanın kuvveti dokuz yüz bin kişiye kadar çıkmıştı.
Hasan Paşa, askerî gücünden ziyâde keskin zekisiyle düşmanı çeşitli taktiklerle kurban ediyordu, karlı bir havada yaptığı hücumla tamamen bozmuş ve perişan etmişti.
Paşanın ânî baskını karşısında haçlı kumandanı Ferdinand, gecelik kıyafetiyle kaçıp canını güçlükle kurtarabilmiştir.
Hasan Paşa, büyük zafer kazanmıştı. Padişah kendisini bir hatt-ı Hümâyunla taltif etti. Ferman okunurken Paşa hüngür hüngür ağlamıştı. Sebebi sorulunca:
- “Hâle bakın, devlet nice olmuş!.. Eskiden kimseye böyle bir hatt-ı Hümayun verilmezdi. Vaktiyle haçlı donanmasını perişan eden Piyale Paşaya böyle bir hatt-ı Hümayun gönderilerek vezirlik verilmedi. Biz ne yaptık ki; böyle bir rübeye lâyık olalım!. Cihan padişahının hatt-ı Hümayunu artık küçük hizmetlere mükâfat olmaya başladı. Devlet bu hâle mi düşecekti!” dedi.
***
YAVUZ SULTAN SELİM
Yavuz Selim, bir gün Nedimi Hasan Canla sarayın bahçesinde gezerken omuzları arasında acı hissetti. Hasan Can’a:
- Omuzlarım arasında acı duyuyorum, diken olabilir mi? demiş, Hasan can:
- Olabilir, izin verirseniz bakayım. Omuzları arasında, etrafı kızarmış bir çıban gördü.
Yavuz, sıkılmasını emretti. Hasan Can:
- Henüz çıban hamdır, sıkılması tehlikeli... Bir cerraha müracaat etmek lazım. Yavuz:
- Bir sivilce için Cerraha müracaat edecek kadar biz çelebi miyiz? demiş ve bir gün hamamda çıbanı tellâka sıktırmıştı. Halbuki sivilce zannedilen şey, Şir’i pençe, öldürücü çıbandı Birden iltihaplanmış Padişahı rahatsız etmeye başlamıştı.
Yavuz, Hasan Can’a:
- Sözünü tutmadık, kendimizi helâk ettik demişdi.
Yavuz bu halde, ikinci İran seferine hazırlık yapmak üzere İstanbul’dan Edirne’ye hareket etmişti. Çorlu ile Uğraş köyü arasında takati kesilmiş. Dünyayı bir padişaha çok, iki padişaha az gören Yavuz, Nedimine:
- Hasan Can bu ne haldir? demiş, O da, Sultanın yüzünde ölüm alâmetleri sezip:
-Sultanım, artık Allah’la olacak zamandır, demişti. Yavuz:
- Ya sen bizi bunca zaman kiminle bilirdin? sözüyle Nedimine sitem etmiş ve Yâ-sîn sûresini okumayı emretmişti. Beraber okudular ve ikinci defada: “Onlara, bağışlayan Rab tarafından selâm gelir” meâlindeki 58’inci âyete gelince, ruhunu Cenab- Hakk’a teslim etti. (Rh A.)
Yavuz Selim, dinini, milletini ve vatanını seven yüce bir sultandı.
* * *
TURGUT REİS’İN ŞEHÂDETİ
Kanûnî Sultan Süleyman Turgut Reis’e: “Trablusgarb’ı feth edersen, oraya vali ol” demişti. Fetihten sonra Murat paşa vali tâyin edilmişti. Turgut Reis, Edirne’ye kadar gitmiş, ve bir gün Padişahın atının dizginlerinden tutup:
-Padişahım! Sizinle nasıl sözleşmiştik? Dedi. Kanûnî vezirine dönerek:
-Turgut’um doğru söyler; kendisini vali tâyin ettim, demiştir. Turgut Reis, Traplus-garp’ta on bir sene valilik yapmıştır. 1565 senesinde Malta adası kuşatması sırasında kaleden atılan gülleler kayalara vurup taş parçası başına isabet etti. Leventler görüp mâneviyatları bozulmasın diye Mustafa Paşa onu çadırına götürdü. Turgut reis yarı ölü çadırında yatarken bütün vücûdu göz kesilmiş sanki! Gözleri, bir haber bekliyor ve bu haberi duymadan kapanacağından korkuyordu. Nihayet haber geldi. Koşarak çadıra giren Mustafa paşa heyecanla:
- Paşam, müjde kale alındı, dedi. Turgut Reis’in gözleri gülümsedi:
- Allah’ım, ne büyüksün! Bana bunu da gösterdin, deyip hamd ederek ruhunu Allah’a teslim etti. Rh.A..
***
İnsanı insan yapan, iman nûrudur. insanlıktan çıkaran da, ondan mahrum olmaktır.
***
YÜCE PADİŞAH KÂNÛNÎNİN VEFATI
Kanuni Sultan Süleyman Hân sefer esnasında hastalandığı zaman hafızlar ordu içinde Kur’an okumağa ve zikir yapmağa devam ediyordu.
Sokullu Mehmet Paşa, Kânûnînin ölümünü haber verdi. Bu haber üzerine askerler hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamış ve oldukları yerde çakılıp kalmışlardı.
Aralarına giren Sokullu Paşa, hem ağlıyor, hem söylüyordu:
-“Kardeşlerim, yoldaşlarım! Hem yürüyelim hem de Kur’an okuyarak yüce ruhuna hediye edelim. Bunca yıl hizmet eyleyip, küfür diyarlarını İslâm diyarı yaptı. Oğlu muhterem şehzâde Selim Hân şu anda Belgrat’ta bizi beklemektedir...”
Ordu ise subayıyla, askerleriyle:
-“Derdimize derman Kur’an dır. Din ve İmânımız Kur’an’dır...” diyerek hem yürüyor hem de ağlıyorlardı...
Gönülleri dirilten Kur’an birliğinin değişmez dirliği bu!.. Böyle güç yenilmez..
Bugün baba-evlat arasında dahî şu ahenk mümkün olmuyor. Yüce İslâm ne güzel nizam!..
* * *
TÜRKLER ASLA MAĞLUP EDİLEMEZ
Akka Kalesini kuşatan Napolyon, Mısır’daki muvaffakiyetlerinden ümitlenerek burayı da kolayca ele geçireceğini sanıyor, Cezzar Ahmet Paşaya, “teslim ol, ihtiyarsın ibâdete bak” diye mektup yazdı. Paşa, kâğıdı buruşturup attı ve: “Elhamdü lillâh 80 yaşındayım. Lâkin hâlâ elim kılıç tutar...” diye cevap verdi.
Gece şehre meşaleler ışığı altında saldıran düşman askerleri ihtiyar paşayı yalın kılıç askerin başında buldular.
Akka’da, elli dört gün kan gövdeyi götürmüş, fakat Napolyon şehre girememişti. Napolyon son bir defa daha saldırdı. Bu saldıra da, korkunç bir şekilde püskürtüldü.
Akka’da Müslümanlar tarafından unutamadığı bir hezimete uğratılan Napolyon söylemiş:
- “İnsanları yükselten iki büyük meziyet var: Erkeğin cesur, kadının iffetli olması... Bu iki meziyetin yanında kadınla erkeği şereflendiren bir fazilet daha var: Îcabında her şeyini tereddüt etmeden feda ve vatan sevgisi... Bu meziyet ve faziletler en büyük kahramanlığı, hayatın elemine, kederine karşı fütursuz kalmağı ve ağır hadiselere göğüs germeği gerektirir. İşte Türkler bu çeşit kahramanlardır. Türkler, belki öldürülebilir; fakat asla mağlup edilemezler.”
***
ASÂLET ÖRNEĞİ
Malazgirt savaşında Bizans ordusu feci mağlubiyete uğramakla kalmadı: “Sulh müzekkeresini ancak Rey şehrinde yaparım” diye gururlanan İmparatorunu da kurtaramadı.
Diogenes’i İstanbul’da gören Şâdi isimli bir köle, onu yaralı halde yakalayıp gece vakti Sultanın çadırına götürdü.
Ertesi sabah, biri mağlup, biri muzaffer iki hükümdar bir arada.
Alpaslan sorar:
- Eğer sen beni esir etmiş olsaydın ne yapardın?
- Seni sopa ile döve döve öldürürdüm.
- Peki, şimdi benim ne yapacağımı sanıyorsun?
- Ne yapacaksın? Ya öldürürsün, ya da şehir şehir dolaştırır teşhir edersin. Veya, hiç ümit etmiyorum amma, fidye ile bırakırsın.
Diogenes’in aklının ucundan bile geçmeyen bir şey... Alpaslan gülerek:
-Serbestsin. İstediğin an İstanbul’a gitmek için yola çıkabilirsin. Yanına muhafızlar da verilecektir.
Diogenes duyduklarına inanamadı. Bu mertlik karşısında hüngür hüngür ağlayarak yere kapandı.
Gerçi hürriyetine kavuşmuştu amma, Alpaslan’ın elinden, ülkesine dönünce, gözleri oyularak bir manastıra kapatılmıştı. Orada üzüntüsünden öldü.
***
BİR YİĞİDİN SÖZÜ “MİLLET SAĞ OLSUN”
Seddülbahir’de korkunç bir savaş başlamıştı. Karadan, denizden ve havadan yağan mermiler, Türk siperlerini, askerlerini ebediyete kavuşturan bir toprak yığını haline getirmişti.
Bu sırada birinci bölük komutanına bir er çıkageldi. Askerin her tarafı kan içinde... Gözleri iman nûruyla parlayan, her halinde azim ve metanet görülen Edincik’li Mehmetçikti. Kumral bıyıkları henüz yeni terlemişti. Top mermisinin vurduğu ve ancak bir et parçasıyla tutmakta olan sol kolun bileğini sağ eliyle yakalamış, acı bir sesle:
- Beyim, kes şu kolumu!
Diye yalvarıyordu. Bölük komutanı erin ısrarına dayanamadı, cebinden çıkardığı çakısıyla kolu tutmakta olan et parçasını kesti ve:
- Hemşehrim anlıyorum, çok acı çekiyorsun; geçmiş olsun, dedi.
Bu yiğit korkunç savaşın devam ettiği meydanda kahramanca dövüşen arkadaşlarına hasret ve hayranlıkla bakarak:
- Zararı yok, millet sağ olsun, diyordu.
* * *
ALMAN PROF.
NAUMARK’IN İTİRAFLARI
İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi Alman asıllı Prof. Naumark ile bir kısım talebesi Boğaziçi’nde geziye çıkarlar. Talebele-rinden biri Prof. Naumark’a sorar:
- Avrupalı bizi neden sevmez? Prof. Naumark:
- Çok samimi olarak itiraf edeyim ki, Avrupalı, Türkleri sevmez ve sevmesi de mümkün değil. Asırlardır kilisenin Türk ve İslâm düşmanlığı, Hıristiyanların hücrelerine sinmiştir. Sebebine gelince:
1- Müslüman olduğunuz için sevmezler. Ama faraza laik şöyle dursun, Hıristiyan olsanız da size düşman olarak bakmaya devam ederler.
2- Sizler farkında değilsiniz ama, onlar şu gerçeğin farkındalar: Tarihten Türk çıkarılırsa tarih kalmaz. Osmanlı arşivi tam olarak ortaya çıksa, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması icap eder.
3- Avrupa’nın pazarı idiniz, şimdi Avrupa’yı pazar yapmaya başladınız.
4- En az 400 yıl Avrupa’da sırtımızda ve ensemizde at koşturdunuz.
5- Selçuklular Anadolu’yu, Osmanlılar ise Orta Avrupa ve Balkanları Haçlı ordusuna mezar ettiler. Silâh ile yenemeyenler, sizleri kendilerine benzeterek hâkimiyet sağladılar.
6- Selçuklu ve bilhassa Osmanlı, İslâmiyet uğruna her şeyini feda etmeseydi, İslâmiyet bugün belki sadece Hicaz’da varlığını devam ettirirdi. Kaldı ki, Vehhabiliği kuranlar da İngiliz Dominyon Bakanlığı’nın adamlarıdır. Batı her yerde İslâmiyet’i, sapık inançlara kanalize etti. Ama Osmanlı, Asr-ı Saâdet’i devam ettirdi.
7- Kilise size kin kusmakta. Sebepleri yukarıdadır.
8- Ben Türkiye’ye geldiğimde iki üniversiteniz vardı, Şimdi 19 üniversite var. (O tarih öyle idi. Şimdi çok daha fazla.)
9- Sizler gerçek hüviyetinize döndüğü-nüz an, Avrupa’nın refahı ve medeniyeti yıkılır.
10- Yine sizler, Avrupa’nın tarihî düşmanısınız ve dâima düşman olarak kalacaksınız.
Almasını bilene ders ve ibretle dolu bir itirafnâme... Bakalım Batıcılarımız, Batı’ya kendilerini sevdirme şaklabanlıklarına daha ne kadar devam edecekler!
***
YABANCI GÖZÜYLE
İSLÂMİYET VE HIRİSTİYANLIK
Bütün dinleri inceleyen İngiliz bilim adamı Lord Dovenport, (Hz. Muhammed ve Kur’an-ı Kerim) adlı kitabında yazıyor:
“İslâmiyet’in ahlâk üzerinde son derece titiz olması, Müslümanlığın az zamanda süratle yayılmasına sebep olmuştur. Müslümanlar, muharebede kılınca boyun eğmiş olan başka din adamlarını, dâima af ile karşılamıştır. Juryo diyor ki: Müslümanların Hıristiyanlara karşı davranışı ile, papalığın ve kralların kendi dindaşlarına reva gördüğü muamele, aslâ kıyas edilemez. Misâl: 1572 senesi Ağustosun yirmi dördüncü günü, yani Sen Bartelemi yortu günü, Dokuzuncu Şarl ve Kraliçe Katerina’nın emri ile Paris ve civarında altmış bin Protestan öldürüldü. Sent Bartelemi, on iki havâriden biri olup, milâdî (71) senesinde, Ağustos ayında Hıristiyanlığı neşrederken Erzurum’da öldürülmüştü. Böyle nice işkencelerde dökülen Hıristiyan kanları, Müslümanların harp meydanlarında döktükleri Hıristiyan kanlarından kat kat fazladır. Yanlış sözlerin hiçbir vesikası yoktur. Papalığın, vahşet ve yamyamlık derecesine varan işkenceleri yanında, Müslümanlar, gayri Müslimlere karşı, ağzı süt kokan bir sübyan kadar yumuşak olmuştur.”
***
OSMAN GAZİ’NİN VASİYETİ
Ertuğrul Gazi’nin oğlu Osman Gazi 1326 senesinde Söğüt’te vefat etti. Oğlu Orhan Beye gönderdiği vasiyetnâmesi:
“Allahü Teâlâ’nın buyruğundan gayri iş işlemeyesin!.. Bilmediğini âlimlerden sorup anlayasın. İyice bilmeden bir işe başlamayasın. Sana itaat edenleri hoş tutasın! Ve askerine hediye ve ikramı eksik etmeyesin! Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir! Cihadı terk etmeyerek beni şâd et! Âlimlere hürmet et ki devlet işleri nizam bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona hürmet ve yumuşaklık göster! Askerine ve malına gurur getirip mü’min-lerden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yolu ve maksadımız İslâm dinini yaymaktır. Yoksa kuru kavga ve cihangirlik dâvâsı değil. Sana bunlar yaraşır. Dâima herkese ihsanda bulun. Memleket işlerini noksansız gör!”
***
NEFSİN ESİRİ REZİL HÜKÜMDAR
Tarihler, meydanlarda kahramanca din ve vatan müdâfaasını unutup, saltanat sevdasına kapılmış gafillerin, memleketlerine ne yaman felâketler hazırladıklarına dâir misallerle doludur.
Bunlardan biri de Endülüs (İspanya) Arap devletinin son hükümdarı Abdullahi’s-Sağir’dir.
Abdullah, devletini tehdit eden dış tehlikeye aldırış etmemiş, Avrupa’nın bu yarımadasında İslâm hâkimiyeti her gün sarsılmakta olduğunu görmezden gelmişti.
Nihayet tehlike Gırnata’nın kapılarına dayanınca, ne yapacağını şaşırmış ve hayvani zevklerinin neye mal olduğunu anlamıştı.
Bütün kötülüklerini yiğitçe bir çarpışmada kanıyla temizlemeye de cesâret edemedi ve alçakça kaçmayı seçti.
Bir akşam üstü, anası ve maiyetiyle Gırnata’dan uzaklaşırken, şehri ebediyen kaybettiren bir yol dönemecinde başını çevirip bakmak arzusunu da yenemedi. Gördüğü manzara şu idi:
Terk edilmiş koca mâmûre, ışıkla altın, servetle debdebe kucaklaşmış ufka serilmiş yatıyordu.
Abdullahi’s-Sağîr gözyaşlarını tutamayıp ağlarken, yıllarca oğlunun şirretliğine set çekememiş olan vâlidesinin sözleri:
-“Nesl-i Necip-i Arab’a lâyık olmadığın halde, vasıtamla bu şerefe ulaşan alçak! Sana oğlum demeye utanıyorum. Senin gibi hayırsız, nâmert evlat yerine keşke taş doğursaydım. “Ağla rezil ağla! Erkekçe vatanını müdafaa etmeyenlere kadınlar gibi ağlamak düşer...”
Livâ-yı Muhammedî altına fedâ-i can için toplanan yiğitlere yardım için aralarında bulunamaz mıydın? Defalarca dedelerin azatlısı olan din düşmanlarına galip gelemesen de vatanını onların şerrinden kurtaramaz mıydın? Lâkin sen, dünya ziynetlerine, şehvet ve sarayları düşünür, gece gündüz cariyelerle bahçelerde eğlenir, ağaçların meyvelere akseden gölgelerini seyreder safa sürerdin. Nefsin arzuları uğrunda, şan ve şerefi ayaklar altına aldın, geleceği düşünmedin hamiyetsiz alçak! Yüce ecdadın, sana, “Bıraktığımız Seyf-i şeref-i Muhammedi’yi ne yaptı? Gırnata ve Elbeyzâ saraylarını kime teslim ettin? Cesaret ve heybetleriyle hasımlarını daima mahv-u perişan eden bahâdırları, hangi düşman aleyhinde kullandın? Küheylan atlar ne oldu? derlerse ne cevap vereceksin? Câmi-î âyât-ı nusret olan ve Dîn-i Celîl-i İslâm’ı dâima yücelten yüzlerine cezâ gününde nasıl bakacaksın?”
“Bıraktığınız kılıcı, emrime itaat etmeyen esirleri ve arzuma uymayan câriyeleri kesmekte kullanır, Gırnata, Elhamrâ ve Elbeyzâ saraylarının bahçelerinde rahatlıkla eğlenir, vatan muhafazasına ehemmiyet vermezdim. Ordularınızı, kendi arzularım için düşmanların elinde kurban ettim. Sizin gazada kullandığınız Arap atlarını, etraftan câriye getirmekte kullandım, diye mi cevap vereceksin?”
“Şu geniş vâdilere, bereketli ovalara, büyükler makamı olan saraylara, maârif kaynağı olan kütüphanelere, Arap kanıyla karışık akan çaylara, yeşil ovalara dön de bir daha bak! Ahfâd-ı Muhammedi’nin karargâhı olan El-hamra ve Gırnata alevler içinde! Senin alçaklığın alâmeti olarak kül olacak! Arab’ın büyükleriyle şereflenen Gırnata şehri, senin yüzünden harâp olup din düşmanlarına merkez olduğu için kıyâmet günü sana lânet edecek.”
“Kaç korkak, kaç! Artık Arap padişahının, vatanında hükmü kalmadı. Bundan sonra Afrika çöllerinde hayvan gibi dolaşacaksın. Git, son günlerini zillet ve alçaklık içinde geçir. Unutma ki, sâde bu rezâletle de kurtulamazsın. Âlem-i sükût olan mezarında da, “Bir milletin helâkine sebep olan, çaresizleri zulmen öldüren, Endülüs İslâm Hükûmeti’ni küffârın imhâsına terk eden, Gırnata’yı eliyle düşmana teslim eden alçak Ebû Abdullahis- Sagîr bu topraklar altındadır”, diye söylenen sözleri çürüyüp de toprağı kirleten parçaların işitecektir.” (Tarih Sohbetleri Cemal Kutay, C.1, S.135; Meşâhir’ün-Nisâ ve Düstûrü’l-Mücâhidin)
* * *
A.C.: “Cihad zor geldiği halde üzerlerinize farz kılındı. Zor gördüğünüz şey bazen sizin için iyi olur. Sevdiğiniz şey bazen sizin için kötüdür. (İyiyi, kötüyü) Allah bilir, siz bilemezsiniz.”(Bakara, 216)
Bu âyet-i kerime Mü’minler üzerine düşmanlarıyla cihadın farz olduğunu bildirmektedir. Çünkü, din, memleket ve mukaddesat ancak cihatla korunur.
Nefsi ve malı telef etmeden cihadı terk etmek insana tatlı görünse de, neticesi acıdır. Vücûda giren hastalık tedavi edilmezse, bedene zarar verir, memleket de korunmazsa, işgal edilir, felâket olur.
* * *
Amr ibni Âs R.A. anlatıyor:
-Ordumuzla İskenderiye civarında konaklamıştım. Oranın vâlisi görüşmek istemiş. Kabul ettim ve bir tercümanla yanına gittim.
Vali:
-“Siz kimlersiniz?” dedi.
-“Araplarız, çöl ehli ve Beytullah sakinleriyiz . Arazimiz az, geçimimiz dardı. Bu yüzden birbirimize saldırırdık. Çok sıkıntılı bir hayatımız vardı. Nihâyet Allahü Teâlâ içimizden bir peygamber gönderdi. O, bize hakikati anlattı. Fakat biz ona kızdık, kendisini yalanladık. Medineliler ona sahip çıktılar. O’da Medine’ye hicret etti. Kendisine savaş açtık, bizi hezimete uğrattı. Sonra komşu memleketlerle savaştı ve onları idâresi altına aldı.
Eğer; İslâm askeri sizin bu kadar servet ve saâdet içinde yaşadığınızı bilseler, buralara kadar gelir, size ortak olurlar.” Dedim.
Vâli güldü ve:
-“Çok doğru söyledin. Bize de peygam-berler hak dini getirmişlerdi. Onlara uymuştuk. Sonra hevâ ve heveslerine uyan krallar çıktı. Peygamber emirlerini terk edip bizi kendi keyiflerine göre idâre ettiler.
Eğer Peygamberinizin emirlerine itâat ederseniz, hiçbir düşman kuvveti sizi yenemez. Şayet bizler gibi Peygamberinizin emirlerini terk eder, hevâ-i nefsinize uyarsanız, Allah da yardımını üzerinizden kaldırır, sizinle bizi baş başa bırakır... Şu halde bizden daha kuvvetli olmadığınızı da takdir edersiniz.” Dedi. (Hayatü’s-Sahabe S.2107-2108)
* * *
Ebû İshak R.A. anlatıyor:
Rasûlullah’ın Eshâb-ı karşısında yenile-rek Antakya’ya dönen Rum askerine Herak-liyus şöyle dedi:
-“Yazıklar olsun size! Savaştığınız kişilerde sizin gibi insan değil mi?”
-“Evet” dediler. Bunun üzerine, O:
-“Siz mi çoktunuz, onlar mı?”
-“Bütün cephelerde biz onlardan çoktuk” dediler.
-“Öyle ise niçin yenildiniz”.
İleri gelenlerden yaşlı bir adam:
-“Onlar geceleri ibâdetle, gündüzleri oruçla geçiriyorlar, sözlerini yerine getiriyorlar, iyiliği emredip, kötülükten sakındırıyorlar.
Biz ise; şarap içiyor, zina ediyor, haram yiyoruz. Sözlerimize sâdık değiliz. Gasp ediyoruz, zulmediyoruz, kötülükleri emrediyoruz, Allah’ın rızâsını kazandıracak iyilikleri yasaklıyoruz yeryüzünde fesat çıkarıyoruz. Bu halde yenilmemek mümkün mü?”...
Bunun üzerine Herakliyus:
-“Doğru söyledin”, demiştir...
İbn-i Rufeyl R.A. anlatıyor:
*Kadîsiye savaşında meşhur Acem kumandanı Rüstem, Necef’e gelince İslâm ordusu içine bir casus gönderdi. Casus döndüğünde Rüstem’e şunları anlattı:
-“Aralarında bir gece kaldım. Hiç kimsenin bir şey yediğini görmedim. Sâdece akşam olunca, yatarken ve erken kalkınca misvak kullanıyorlar...
* * *
Rüstem kaleyi geçip, atik denilen yere ulaştığında müezzinin sabah ezanı okuduğunu, sonra da Müslümanların namaz için kalktığını görmüştü:
-“Atlarınıza binin” diye bağırdı.
-“Niçin dediler.
Rüstem:
-“Görmüyor musunuz? Müslümanlara talimat verildi, harekete geçtiler,” dedi.
Casus:
-“Hayır onlar namaza hazırlanıyorlar” dediyse de Rüstem:
Şafak vakti gâibden gelen bir sesten Ömer’in Arablara talimat verdiğini duydum”, dedi.
Hz. Sa’d köprüyü gecen askerlerine imam olup namazı kıldırdığı sırada Rüstem:
-“Ömer beni mahvetti.” Diye sızlanıyordu. (Hayatü’s-Sahabe S.2110)
Zehrâ el-Kureyşî R.A. anlatıyor:
Kostantiniyye’ye sefere çıkmış Müslümanların elinde esir olan bir Rum da kaçarak Herakliyus’un yanına gelmişti. Herakliyus O’na:
-“Bana Müslümanlardan haber ver.” Dedi.
Adam:
-“Sana onları gözlerinle görüyor gibi anlatacağım” dedi ve söze başladı:
-“Onlar gündüzleri at üzerindedir, geceleri ib-“Onlar gündüzleri at üzerindedir, geceleri ibâdet ederler. Yollarda kimin bir şeyini yeseler parasını verirler. Hiç bir yere selâmsız girmezler. Düşmanlarını yeninceye kadar yerlerinden ayrılmazlar”.
Bunu duyan Herakliyus:
-“Eğer doğru söylüyorsan, yakın bir zamanda şu bastığım yerlere onlar sahip olacaklar” dedi.
* * *
ÇİN KRALINDAN TAVSİYE
*İran Şahı Yezdecerd, Çin Kıralı’na mektup yazıp Müslümanlara karşı kendisin-den yardım istemişti. Çin Kıralı gelen elçiye:
-“Sizi memleketinizden çıkaran bu insanlardan bana bahset. Onların az, sizin çok olduğunuzu söylüyorsun. Böyle az bir kuvvetin sizin gibi büyük kuvveti yenmesi onlarda hayır sizde şer olduğuna delâlet eder.” dedi ve sordu:
-“Onlar sözlerinde duruyorlar mı?”
-“Evet.”
-“Savaşa başlamadan önce size ne teklif ediyorlar?”
-“Bizden üç şeyden birini istiyorlar:
-“Ya dinlerine gireceğiz ki, bize kendilerine yapılan muâmeleyi yapacaklar. Ya cizye vereceğiz ki, bizi düşmanlarımıza karşı koruyacaklar. Veya savaşacaklar.”
-“Kumandanlarına itâatleri nasıl?”
-“Bir milletin mürşidine en itâatlisi gibi...”
-“Neleri helâl, neleri haram sayıyorlar?”
Elçi bunları izah ettikten sonra:
-“Kendilerine helâl olanı haram, haram olanı helâl kılıyorlar mı?” dedi.
-“Hayır”, cevabı alınca, Çin kıralı:
-“Bir millet haramı helâl, helâli haram kılmadıkça, asla mağlup olmaz”, dedi ve kıyafetlerinden haber vermesini istedi. Bu mâlumatı da aldıktan sonra:
-“Binekleri nasıldır?” diye sordu.
Elçi:
-“Arapların atlarına biniyorlar”, deyince Kral:
-“Bu atlar ne güzel kalelerdir”, dedi.
-“Develeri ağır yüklerle uzun mesafeler kat ediyor”, deyince;
-“Bunlar boynu uzun hayvanların sıfatıdır” dedi ve Çin Kralı Yezdecürd’e şu mektubu yazdı:
“Sana bir ucu Çin’de bir ucu Merv’de olan bir ordu göndermeme hiçbir mâni yoktur. Bunu da yapmam gerekir. Fakat elçinizin bana anlattığı bu millet, dağları yerinden sökmek isterse söker. Onlar bu hal üzere yaşarlarsa emir verildiğinde beni dahi yerimden oynatırlar. O halde onları razı et, anlaş ve onlar sana dokunmadıkça sen de onlara asla dokunma!”. (Hayatü’s-Sahabe S. 2111-2112)
[1](Ruhbâniyet: Uzlete çekilip sırf ibâdetle uğraşmaktır.)
.
13. Risale: Düstûr-ül Mücahidin (Mücâhidler Rehberi)
- Ayrıntılar
- Kategori: İnce Risaleler
- Gösterim: 7791
İnsanoğlu, dünyada hürriyet içinde yaşayabilmek için, cemiyet hâlinde olmak, devlet kurmak ve bir devlet reisi bulundurmak gibi hususlara muhtaçtır. Cemiyette birlik ve huzurun devamı için de, dış ve iç düşmanlardan korunmak için zamana uygun, tâlimli ordular teşkil etmek lâzımdır.
İnsan, yaratılış itibarıyla, birbirlerinden menfaat temin etmek veya diğerlerinin zararlarından kurtulmak düşüncesinden hâlî değildir. Bilhassa bugün hakim olan durum budur.
Harplerde muvaffakiyetin sırrı; ordunun, Allah ve Resûlüne hakkıyla inanmış; din, devlet, vatan ve millet uğruna can fedâ edecek cesâret iman ve celâdet sâhibi askerden teşekkül etmiş olmasıdır.
İmam-ı Rabbânî K.S., muhâripleri; kazâ ve duâ askeri diye ikiye ayırmış; harp edene onun asker, duâ askerine, onun yalvarmasına bağlamış; “Kaza askeri cesetse, duâ askeri ruhtur. Ruhsuz ceset muzaffer olamaz” buyurmuştur.
İnancı olmayan askerin mücâdelesi, mal ve memleket kaygısındandır ki, dâima dünyadan ayrılma endişesi içindedir. İmanlı asker ise, vâ’d-i ilâhî olan cennet ve ebedî saâdet için şevkle mücâdele eder.
Günde beş vakit “İyyâke na’büdü ve iyyâke nesteîn: Ancak sana ibâdet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz” (Fâtiha; 5) diye, âlemlerin Rabb’inden yardım dileyen ve “İsteyin, vereyim” buyuran Allah’ın inâyetine güvenen müminlerle, yalnız kuru dünya sebeplerine güvenenler bir olur mu?
Hakka hizmet yolunda olan mücâhitler, kalemleriyle, kelâmlarıyla ve diğer vasıtalarla kükremeden zafer elde edilmez.
Yiğit kılıcı din gayretiyle parlamadan, mücâdelenin neticesi isteğe uygun olmaz.
Hakk’a teslim olup tevekkül eden asker, hazarda ve seferde arzularına ulaşmak için tam bir azim ve gayret içindedir. O, harp meydanında şimşek gibi parlayan iman nûruyla düşman üzerine yürür; din ve devlet uğruna şehit veya gâzi olmak arzusuyla çarpışır ve o uğurda ölmeyi ganîmet bilir.
Zirâ, din ve diyânet, metânet ve izzete; onun aksi ise zillete götürür. Bu sebeple imanlı ordular az kuvvetle çok düşmana galip gelmişler.
Yermük harbinde, adetleri iki yüz kırk bine ulaşan Rum ordusunu, sayıları kırk altı bini geçmeyen bir ordu mağlûb etmiştir ve Hz. Fârûk’un hilâfeti zamanında vâkî olan Kadisiye harbinde, az bir asker yüz binlik İran ordusunu nasıl hezîmete uğrattığını beyandan sonra, asırlar boyu Türk târihini süsleyen ve sayılara sığmayan Türk ve Osmanlı zaferleri, kokusu henüz gönüllerden silinmeyen Mehmetçiğin şanlı Kunûri savaşı ve dünkü Kıbrıs hârikası... Hepsi bu hakîkatin şânına şâhittir.
Arap emirlerinden meşhur Utbe b. Nâfî kumandasındaki İslâm ordusu, batıda Tunus ve diğer bazı memleketleri fethedip Atlas Okyanusu’na vardığında okyanusa atını sürüp gönül âleminde kaynayan din gayretiyle:
“İlâhî! Eğer şu deniz mânî olmasaydı, İsm-i Celâl’ini daha ileri götürürdüm” diye kükremiştir.
Kıyâmet gününü andıran Arâke muharebesinden sonra koca Endülüs kıtası iki sene içinde istîlâ edildi. İslâm ordusunun bu kat’i zaferinden sonra Hıristiyan âlemi papazların huzurunda yemin ederek, İslâmiyet’i yok etmek için yanardağlar gibi ateş püskürmelerine rağmen Sûriye civarında yeniden hezîmete uğramış, helâk olmuştur.
Hülâsa: Bir kaç asır zarfında Avrupa, Asya ve Afrika’da nice beldelerin zapt edilmesiyle İslâm padişahının cihan hükümdarı hâline gelmesi, iman nûruyla eşi bulunmayan şanlı yiğitler yetiştirmesinden gayri ne olabilir?..
SİLÂHIN EHEMMİYETİ
Kur’an-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerde beyan buyurulduğu üzere zamana uygun silâh ve her çeşit harp levazımı ve onu kullanacak askerin yetiştirilmesi şarttır.
Mûcize olarak, en tesirli silâhın mutlak “Atmak” olduğu Resûlüllah S.A.V. tarafından beyan buyurulmuştur.
İmam-ı Rabbânî K.S. Mektûbât’ında: “Âhir zamanda en tesirli silâh; lisân, kalem ve kelâmdır.” Demiştir.
SİLÂH TÂLİMİ
H.Ş.: “Âdemoğluna Şu Üç Şeyden Gayri Bütün Oyunlar Haramdır:
1. Muharebe için tâlim etmek.
2. Hanımıyla lâtîfeleşmek.
3. Ok atmak, silâh atıcılık tâlimi yapmak.”
H.Ş.: “Ok atınız, ata bininiz. Lâkin ok atmanız, bana, ata binmenizden daha sevimlidir.”
Her çeşit silâh ve vasıtayı kullanmak emredilmiştir.
SİLÂH TEDÂRİK VE MUHAFAZAS ETMEK
Tebük harbinden tam zaferle dönen İslâm askerleri çoğu “Artık bundan sonra savaş olmaz” diyerek silâhlarını elden çıkardılar veya imhâ ettiler. Bunu işiten Server-i Kâinât S.A.V. Efendimiz:
“Îsâ zuhur edinceye kadar cihadı terk etmeyiniz” kezâ:
“Deccal zuhur edinceye kadar ümmetimden, hak üzere cihada devam eden bir cemâat eksik olmayacaktır” buyurmuştur.
CİHADIN FARZ OLMASI
Müşriklerin, Müslümanlara yaptıkları akıl almaz zulüm ve işkenceler karşısında, hicretin ikinci senesi Resûlüllah S.A.V.’e cihad için izin verildi; Allahü Teâlâ’nın kitabında vâ’d buyurduğu yardım hükmü bildirildi.
Resûlüllah S.A.V. ile bazı sahâbelerin umre yapmalarına müşriklerin mâni olmaları üzerine, yapılan anlaşmada, Müslümanların gelecek sene hac etmesi için, müşriklerin Mekke-i Mükerreme’yi üç gün boşaltmaları hükme bağlanmıştı. Ancak onlar bu şarta uymadıklarından:
“(Ey Muhammed ümmeti!) “Sizinle harp edenlerle, siz de Allah yolunda (Dîn-i Celîl-i İslâm uğrunda) harp edin. Sakın haddi aşmayın (onlar harbe başlamadan siz başlamayın). Zirâ Allah haddi aşanları sevmez.” (Bakara, 190) âyet-i celîlesi
Diğer âyet-i celîlede “Sakın kâfirlere boyun eğme ve bununla (Kur'an-ı Kerîm ile) onlarla var gücünle cihad et!” (Furkan, 52)
Yine âyet-i celîlelerde: “(Ey Resûlüm!) Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun. Müminleri de (savaşa) teşvik et. Umulur ki Allah kâfirlerin kuvvetini kırar (müminlere zarar vermesine mâni olur). Allah’ın kuvveti daha şiddetli ve azabı daha çetindir.” (Nisâ, 84)
“(Ey müminler! Düşmanlarınız) size savaş açarlarsa, siz de onları katledin.” (Bakar, 191)
“Müşriklerle toplu olarak harp edin. Onların sizinle toplu olarak harp ettikleri gibi...” (Tevbe, 36)
“(Ey müminler!) Allah yolunda harp ediniz ve biliniz ki Allah (her şeyi) işiten ve bilendir. (Harbi kabul edenlerle, harbe muhalif olanların sözlerini işitir ve bilir.)” (Bakara, 244)
Kâfirlerle mücâdele, Müslümanlara farz-ı kifâye; düşmana karşı çıkan askerlere farz-ı ayındır.
H.Ş.: “Müminler ne zaman dünyaya meyledip de din gayreti durursa, düşmanları galip, kendileri mağlûp olur.”
İman gayreti ve o günün imkânlarıyla küfre karşı mücâdele vermenin kerâmeti, kitaplara sığmaz. Bu işin idrâkinde olan, iki cihanda azizlerden olur...
CİHADIN ÜSTÜNLÜĞÜ
H.Ş.: “Cennet kılıçların gölgesi altındadır.”
H.Ş.: “Din ve vatan müdâfaası uğrunda cihad etmeden veya bunu arzu etmeden ölen,nifaktan bir şûbe üzerine ölmüştür.”
H.Ş.: En üztün amel, Allah yolunda cihattır.”
H.Ş.: “Cihad kıyâmete kadar devam eder.” Yâni, tecâvüz eden düşmana karşı koyup şerrini def etmek kıyamet saatine kadar devam edecektir.
İmam-ı Rabbânî K.S.: “İslâm’ın zaafa düştüğü zamanda dinden bir kelime anlatmak, hazineler harcayarak yemek yedirmeden kat kat üstündür. Bu büyük cihada ihlâsla devam ederken ölen şehit, hayattakiler de gâzidir.” buyurdu.
Hz. Ali R.A.’den nakledilen bir hadîs-i şerifte:
“Bir millet hak için harbe niyetlenince, Cenâb-ı Hak onların cehennemden kurtulmalarına berat verir. sefere hazırlandıklarında meleklerine “Kullarım benim yolumda harbe hazırlanıyorlar.” Diye onlardan razı olduğunun beyan buyurur. Çoluk çocuğuna vedâ ederken, evlerinin duvarları dahi onlara hayır duâ eder. Yılan, derisinden nasıl çıkarsa, cümlesi günahlarından öyle çıkar.harp sırasında melekler onlara zafer için duâ ederler ve onların muhafazası için vazife alırlar. Arş’ın altında bir melek “Cennet , kılıçların gölgesi altındadır” diye nidâ eder” buyurulmuştur.
ŞECÂAT- KAHRAMANLIK
Şecâat: fazîletin özü ve temelidir.
Şecâat: sabır ve nefs kuvvetidir.
Şecâat; namusun kıymetini hayattan üstün tutmaktır.
Şecâat Hakkında Hadîs-i şerifler:
–“Allah şecî olanları sever, velev ki bir yılanın öldürülmesinde gösterilmiş olsa dahî...”
–“Şecâat, insanlara mahsus bir sıfattır ki,güzel ahlaktan olup, korkaklıkla aşırı gazaplı olma hâlinin ortasında bir haldir.” Ve: “İşlerin hayırlısı, orta hallisidir” hadîs-i şerifine uygundur.
Büyükler buyurmuşlar:
“Ölüme hazır olun ki, hayatı umduğunuzdan âlâ bulasınız.”
Eshâb-ı Kiramdan Halid bin Velid Hz.’ne Resûlüllah, “Allah’ın kılıcı”, bazen de “Resûlüllah’ın kılıcı” buyurmuştur. Şecâati, dillere destan... Asrımızda dahî ismi tâzimle anılan bir zât-ı âlîşân!...
Yermük harbinde elinde yedi kılıç kırılmış, yalnız bir yemen palası kalmıştı. Şanlı hayatı, Allah düşmanlarıyla harp etmekle geçen, yiğitler kafilesinin serdarı... Vefatı sırasında: “Vücûdumda ok ve kılıç değmeyen bir karış yer kalmadı yine de yatağımda vefat ediyorum. Ölümden korkanların gözleri uyumasın” buyurmuştur.
Arap meliklerinden birine,. Devlet erkânı:
–“Eğer harpte hezîmet vâkî olursa, zât-ı devletinizi nerede arayalım?” diye sordukla-rında:
–“Eğer firar edersem, bana mânî olmayan Allah’ın rahmetinden mahrum olsun. Eğer düşman galip gelirse, beni düşman atlarının ayakları altında arayın”... demiştir.
Büyükler buyurmuş: “Şecâat, gönül kuvvetidir. Kol kuvveti ona bağlıdır...”
Kıtalar zapteden İskender-i Zülkarneyn, sefere çıkarken bir hakîmden sordu:
–“Bu yolda dost ve düşmanla nasıl bir muâmele münâsiptir?”
Cevap:
–“Muharebeye mecbur olunca, on şarta uymalısın:
1. Harpten maksadın hayra hizmet, Hakk’ın rızasını kazanmak, zulüm ve fesadı def etmek olsun.
2. Fetih ve yardımı Allahü Teâlâ’dan bekle. Hayır ve sadakalarınla Allah’ın kullarını memnun et. Züht ve salâh sahiplerinin (âbitlerin, iyi insanların) duâlarını al.
3. Haramdan uzak ol. Düşmanın durumunu iyi anlamaya çalış...
4. Askerin, diliyle kalbi bir olsun. Kumandanından şikâyeti olmasın. Bu; zaferin temelidir.
5. Ordu mensuplarına güzel vaatlerde bulun, gönüllerini hoşnut eyle.
6. Harbi çıkaran, ilk başlayan sen olma.
7. Cesur, bahadır ve harp hilelerini bilen kimseleri başa geçir, kumandan yap.
8. Muharebede başarı gösterenleri, görmezlikten gelme. Onlara münâsip şekilde mükâfat ver. Bu hal, diğerlerine gayret verir.
9. Düşmanı küçük görüp de gaflete düşme. Nice harplarda galibiyet görülmüşken, bu yüzden mağlûp ve münhezim olmuştur.
10. Düşman askeri mağlûp olup da firara yüz tutunca, durum zarûrî değilse, tâkip etme. zirâ düşman yeniden muharebeye girişirse, netice hiç belli olmaz. Her hâl ü kârda çeşitli tedbirlerle hasmı düşmanlığından vazgeçirmeye ve harp meydanından uzaklaştırmaya çalış. Eğer harp mecbûriyeti hâsıl olursa, bütün gayretini kullan. Mukavemet mümkün olmazsa, ihtiyatlı hareket et. Akıllı ve becerikli casuslar kullan. Sınırlarda setler inşa et. kalelerini tahkim et. istihkâmlarını kavî yap. Mal ve zahîreyi çoğalt. Askere ehemmiyet ver ve çeşitli hile yolları ara. Bütün gayretinle çalış. Düşman sulh isterse, aslâ inat etme. Çünkü sulhta salâh vardır.”
İskender, bu hikmetli sözleri ömür boyu kendisine rehber edip dünyanın dörtte birini fethetmiştir.
***
Kumandanın cesur olması şarttır.
Cesur olmayan kumandan fırsatları kaçırır, askere zaaf verir. aşırı cesaret sahibi olmak da makbul değildir. Vakti gelmeden askeri ateş sahasına sokar ve iyi netice alamaz.
Hz. Ömer R.A., aşırı derecede cesârete sahip olan Berâ b. Mâlik hakkında: “Onu bir birliğin başına getirmeyin, zira askeri büyük tehlikeye atması muhtemel,” demiştir.
***
Büyükler ittifakla: Kumandanda şu on güzel huylar bulunmalı demişler:
1. Horoz gibi cesur,
2. Tavuk gibi şefkatli,
3. Aslan gibi yürekli,
4. Kurt gibi saldırgan,
5. Domuz gibi hücum eden,
6. Yaralandığında köpek gibi sabırlı,
7. Turna gibi hassas, araştıran,
8. Tilki gibi hilekâr. Karga gibi tedbirli,
9. Porsuk gibi tahammüllü olmalıdır.
***
Acem âlimleri: “Bin aslana bir tilkiyi baş etmekten, bin tilkiye bir aslanı baş etmek evlâdır” demişler.
FEDÂKÂRLIK
Târihi şanlı sayfalarla süsleyen Müslüman yiğitlerin fedâkârlığı sayamakla bitmiz. Bunlardan bir nebze bahsedeli:
İslâm ordusu kanije kalesini kuşatmış, Atılan gülleler kalede bir gedik açmıştı. Kefere, gediği kapatmak için esir bir Müslüman neferi gönderdi. Lâkin gönlünü iman nuru bürüyen olan Mehmetçik, gediğe doğru giderken, her nasılsa kapısı açık kalan barut deposunu görmüş, eline geçirdiği bir fitille orayı havaya uçurmuş ve üçbinin üstünde düşman askerini helâk edip iştiyakla beklediği şehitlik mertebesine nâil olmuştur. Kahramanlık örneği...
Kefere, daha sonra bu kaleyi teslim edecek... Ancak kale teslim edilinceye kadar Peçevili koca Sinan Çavuşun rehin verilmesini isterler. İslâm kumandanı, düşmanın sözünden dönüp Sinan çavuşa ihânet etme ihtimalinden dolayı razı olmaz. Lâkin serhat gazilerinden Koca Sinan Çavuş bu hâli işitir; Serdar’ın huzuruna varıp eteğini çekerek:
–“Paşa, paşa!... Yarın huzûr-i ilâhîde seni şikâyet ederim. Sana bir kaleyi veriyorlar da, bir ayağı çukurda olan ihtiyarı mı esirgiyorsun? Allah’tan kork, Resûlünden haya et!” der.
Bu manzara, Serdar ve maiyetin-dekilerin gözyaşlarına sebep olur. Kumandan:
–“Hakkın var baba: Gerekirse ben de rehin giderim. Haydi git, Allah yardımcın olsun” der.
***
Arap ediplerinden Câhız: Cimrilik ve korkaklık iki tabiattır ki, Allahü Teâlâ’ya sû-i zandan ileri gelir” demiştir.
***
İSTİŞÂRE – DANIŞMA
Kumandan, muharebeden evvel ve her zor durumda akıllı insanlarla istişâre edip, alınan karara da kibretmeden uymalıdır. Cenâb-ı Hak Kitab-ı Kerîminde :
–“(Ey Resûlüm! Hakkında vahiy nâzil olmayan) işlerde (ashâbınla) istişâre et” buyurmuştur.
H.Ş.: “İstişâre ile olan işler emniyetlidir”
H.Ş.: “Meşveret eden cemâat, zarar görüp helâk olmadı.”
İstişârede büyük, küçük farksızdır. Bazen küçüklerden öyle sözler gelir ki, büyüklerde az bulunur.
Muharebede istişâre edilen kişi, şu sıfatlara sâhip olmalı:
1. Umûmî ahvali ((dünyanın ve devletlerin gidişâtını) iyi bilmeli.
2. Harp usullerinden anlamak.
3. Görüşleri sağlam ve kararlı.
4. Mümkünse harp görmüşlerden
5. Cesur ve kahraman olmalı.
6. Kendini beğenen kibirlilerden olmamalı.
7. Harbin mihnet ve meşakkatlerinden ürkmeyen kişilerden olmalı...
***
Gâzî Beyzâvî, istişârenin faydalarını sıralamış:
1. İstişârede fazilet, bereket ve hayır vardır.
2. Müslümanların gönüllerini hoşnut eder.
3. Muharebede ancak birlik hâlinde muvaffak olur.
***
Âlimler: “Akıldan kıymetli mal, cehâletten beter fakirlik ve meşveretten iyi yardımcı olmaz” demişler.
***
Hz. Ali R.A.: “Meşveretsiz kimsenin zararı, denizde bulunanın tehlikesinden fazladır” buyurdu.
***
Büyüklerden:
Rey, kahramanların şecâatinden evvel;tedbir, vukûâttan evvel; müşâvere de, vuruşmadan evvel lâzımdır.
***
FİRAR (Kaçmak)
Kur'an-ı Kerîm’de: “Kim (düşmanla karşılaşınca,) onlara arka çeviri(p kaça)rsa, muhakkak ki o, Allah’ın gazabını hak etmiş olarak döner. Onun yeri de cehennemdir...” (Enfal, 16) buyuruluyor.
A.C.: “Ey müminler! (muharebe meydanında) bir toplulukla karşılaştığınızda sebât edin ve Allah’ı anın ki, kurtuluşa eresiniz.” (Enfal, 45)
A.C.: “Allah ve Resûlüne itâat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal, 26)
***
İKİ MİSLİ DÜŞMAN ASKERİNE KARŞI
Sayıca bir misli fazla olan düşmandan firar etmek, küfürdür, isyandır. İslâm’ın bidâyetinde Cenâb-ı Hak İslâm askerine, on misli düşmana karşı sabır ve sebâtla emir buyurmuştur.
A.C.: “(Ey İslâm mücahitleri!) Sizden sabır ve sebât sahibi yirmi kişi bulunursa, ikiyüz (kâfir)e galip gelir.” (Enfal, 65)
İslâmiyet genişleyip Müslümanlar çoğalınca, Cenâb-ı Hak şu âyet-i kerîmeyi göndermiş, üzerlerindeki mes’üliyeti azaltmıştır.
A.C.: “ Şimdi Allahü Teâlâ yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. Bu itibarla sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, ikiyüz (düşman askerin)e galip gelir. Sizden bin kişi olursa, Allah’ın izniyle ikibin (düşman askerin)e galip gelir.” (Enfal, 66)
Âyet-i kerimelerin tefsirinde: “Düşmana karşı koymak için İslâm ordusunun elinde her türlü silâh ve âlet bulunması şarttır. Silâhsız asker, silâhlı düşmana karşı koyamaz. O zaman firar zarûri olur. karşı koymak ancak, düşmanın sahip olduğu silâhlara sahip olmakla mümkündür.”
Hatta tâkat getirilemeyecek düşman karşısında geri çekilmek, peygamberlerin sünnetindendir.
Silâhsız asker, düşman karşısında o anın icabına göre hareket eder.
Hadîs-i şerifte gelmiştir:
“Sahâbenin hayırlısı dört kişidir. (Cıhâr-ı Yâr-ı Güzîn) Askerî birliğin hayırlısı döryüzdür. Techîzâtı tam ve birlik hâlinde bulunan onikibin askerin de mağlûbiyeti azlıklarından değildir.”
Kumandan ehliyetli olması şarttır.
Meşhur bahâdır Fazıl Ahmet Paşa:
İslâm ordusu mağlûp olmaz. Lâkin başında kumandan ister, haydut başı istemez.” Demiştir.
Kanije kalesi İslâm ordusu... Burası döryüzbin düşman askeri tarafından sarılmış... İçerde dokuzbin asker var... Kumandan, Tiryaki Hasan Paşa... Düşman ordusu kurmayları toplanmış, nasıl hareket edilmesi lâzım geldiğini görüşüyor. Kumanda heyetinden Zerrinoğlu isimli kişinin sözleri:
–Türk ordusu üzerimize gelecek olursa, perişan oluruz. Çünkü Türkler, iş kılıca dayanmadan kavgadan yüz çevirmezler. İş kılıca gelince de bizim aciz duruma düşeceğimiz âşikâr... İslâm’da bir erin oniki kişiye bedel olduğu inancı var; on iki askerimi bir Müslüman elinden kurtarmaya imkân bulamam. En mühimi de kale kumandanı Tiryaki Hasan Paşadır. Sihirbaz tilki, yirmi beş seneden beri serhat halkına kan kusturdu. İyi hallerine güvendiğimiz ruhbanlarımıza cinler çağırttık, yine de hilesine karşı duracak bir tedbir bulamadık. Hasan Paşa adama kale teslim etmez...!
***
MÜCÂHİTLER
H.Ş.: “Müminler sağlam binalar gibi içten ve dıştan birbirine bağlı ve yardımcıdır. Her hal ve kârda tek vücût halinde hareket ederler.”
Şir’at’ül-İslâm’da: “Allah yolunda harp edenler namaz safı gibi saf tutar; imama uyan cemâat gibi âmirine bağlanır, her emrini yerine getirirler” denilmiş.
Askerlikte en mühim vazife, kumandan kim olursa olsun ona tam mânâsıyla uyup aslâ işine karışmamaktır. (Cevde Paşa)
***
ŞEHİTLİK ŞEREFİ
Bedir Muharebesi’nde şehit olanlar için, hakîkatten habersiz kimseler ah vah edip “Dünya nîmetlerine doymadan gitti” gibi sözleri üzerine âyet-i kerîme nazil olmuştur:
“Allah yolunda can verenler için “Ölüler” demeyin! Bel ki onlar (bizim huzûr-i izzetimizde) diridirler. Lâkin siz anlamaz-sınız.” (Bakara, 154)
H.Ş.: “Allah rızası için, din ve devlet uğrunda, hudut boylarında ölenler, şehit rütbesine nâil olurlar.”
H.Ş.: Allah yolunda şehit olanların ilk damlayan kanı mukabilinde, bütün günahları af olunur. İkinci ve üçüncü damlaların düşmesiyle cennet hurileriyle nikâhlanırlar.”
H.Ş.: Harp meydanlarında hakaret gören şehit, soğuk su içmiş gibidir. Yaralansa, kanı yere düşmeden evvel Allahü Teâlâ huriler gönderip cennet nîmetleriyle müjde verir. yere düştüğünde “Allahü Teâlâ “Ey Temiz rûh! Bedeninden çık” diye itibar buyurur ve cennet nîmetleriyle müjdeler.”
H.Ş.: “Allahü Teâlâ şehitlerin âile ve çocukları için: «Ben Halîfeyim. Kim onları razı ederse, beni razı eder. Kim onları incitirse, beni incitir» buyurur.”
Mücahitler, şehitler ve âileleri Allah yanında en yüce itibar sahibi. Bunu bilmek yeter.
H.Ş.: “Şehitler yerlerinden kalkıp mahşer yerine giderken, peygamberler dahî onlara itibar için ayağa kalkarlar.”
H.Ş.: “Şehitler süslü tahtlarda oturur ve her biri âile efradına ve akraba-i taallûkatından nice kimselere şefâat ederler.”
Hz. Ömer R.A., Kâ’b Hazretlerinden, “Adn cennetinde peygamberler, sıddîklar, şehitler ve âdil imamlar bulunacak” hadîs-i şerifini işitince:
“Yâ Kâ’b! Peygamberlik Resûlüllah’da son buldu. Onun her sözünü tasdik ettim. Lâkin âdil bir imam olduğumu bilmiyorum. Bu sebeple şahâdet şerefine ermeyi diliyorum” buyurmuştur.
H.Ş.: “ Kabir azabından kurtuluş olmadığı halde şehitler kabir azabı görmeyecekler.”
Dini ve devleti korumak için silâh altında bulunup da cephede ve cephe gerisinde ölenler, hatta kazâra kendi silâhıyla veya arkadaşının silâhıyla ölmüş olsalar dahî, şehitlik rütbesine nâil olurlar.
Hendek Muharebesin’de Resûlüllah Efendimiz Eshâb-ı Güzîn’den seçtiği iki müfrezeyi iki ayrı tarafa göndermişti. Dönüşlerinde kaderin cilvesi, karanlıkta birbirleriyle karşılaştılar ve düşman zannıyla vuruştular. Nice sonra seslerinden durumu anlayıp vuruşmayı bıraktılar. Hâdise, Huzûr-i Risâlete arz edilence: “Yaralarınız Allah yolunda açılan yaralardır ve ecir alırsınız. Ölüler de şehit oldular” buyurmuştur.
H.Ş.: “Nefsim kudret elinde olan Allahü Teâlâ’ya yemin ederim ki, din uğrunda harp edip öldürülmeyi, sonra dirilip yine Allah yolunda öldürülmeyi, sonra yine dirilip Allah yolunda öldürülmeyi arzu ederim.”
Peygamberlik rütbesi, bütün rütbelerin âlâsı olduğu halde Efendimiz’in temennisi, şehitliğin şanını beyan içindir.
İslâm ordusu Uhud harbinden dönerken, Şehitlerin Serdarı Hz. Hamza R.A.’in kızı Fâtıma R.A. biraz hurma ve sütle babasını karşılamaya çıkmıştı. Gelenler arasında yiğitler kafilesinin öncüsünü göremeyince, Sıddîk-ı Ekber R.A.’den suâl etti. O da, arkadakiler sormasını söyledi. sonra Fahr-i Cihan Efendimiz’e sordu:
–Pederim ne tarafta yâ Resûlallah? Efendimiz:
–Yâ Fâtıma, bundan sonra baban benim, buyurdular. Fâtıma çok üzüldü. Boynu bükük gözyaşı dökerken Efendimiz ve Ashab’ı da gözyaşlarını tutamadılar. O esnada Hz. Hamza insan şeklinde görünerek gaybî bir sesle:
–Yâ Resûlallah! Yetim kızım Fâtım’yı iltifatınızdan mahrum etmeyin, diye niyazda bulundu. Bu harika hale üzerine Efendimiz S.A.V.:
–Ey benim sevgili amcam! Gam çekme, Fâtıma’yı ben himayem altına aldım, buyurdu. Gâipten bir ses işitildi:
–Yâ Muhammed! madem ki sen Hamza’nın kerimesini himayene almayı kabullendin, ben de senin ümmetini rahmet deryama gark eyledim, buyurdu.
EMÎRE İTÂAT
Allah’ın Resûlü Dîn-i Celîl-i İslâm’ın inkişâfı için etrafa asker gönderirken mutlaka başlarına bir emir tâyin ederdi ve: “Emîre itâat, bana itâat; emîre isyan, bana isyandır ve itâatin sevabı harp meydanında alınan sevaba müsâvidir buyurmuştur.
Kumandanın zafer kazanması, idâresi altındaki efradın tam itâatlerine bağlıdır.
Her ferdin kendi üstüne itâati, birliği temin eder. Galibiyete sebeptir. İkilik çıkarmak da hezimete hizmet etmek, dünya ve âhirette helâke düşmektir.
Hayber günü Hâtem’ül Enbiyâ S.A.V. vaktin icabı, askerlere, harbi bırakmalarını ilân ettiler. Fakat, bir cephenin kumandanı harbı bırakmayıp hücûma devam ederken öldürüldü. Resûlüllah S.A.V.:
–Emir verildikten önce mi, sonra mı öldürüldü? diye sordu. Emirden sonra öldürüldüğü bildirilmesi üzerine:
–“Emîrin emrine itâat etmeyene cennet haramdır” buyurdu. Kumandanın hatası gün gibi açık olmadıkça, mutlak itâat lâzımdır.
***
Emîre itâatinterki yüzünden hadsiz hudutsuz ziyanlar meydana gelmiş, nice canlar ve emekler telef olmuştur.
Hicrî 1025 senesinde meşhur Hâfız Paşa, Bağdat’ı Acemlerden kurtarmaya memur edilmişti. Paşa şehri kuşattı, Acemleri şiddetli bir şekilde sıkıştırdı, vazifesini güzel yaptı. Şah Abbas Bağdat’ı teslime razı olmuştu. Lâkin ordu içinde bazı sıkıntılar bahane edilerek asker isyan etti. bir kısım birliklerin Musul’a doğru akın akın gittiklerini gören Acemler teslim olmaktan vazgeçtiler ve harcanan bunca emek, dökülen kanlar ve verilen canlar hebâ ve heder oldu.
***
Askere emîr olan kişi, şüphesiz son derece uyanık olup, çevrisiyle istişâre etmeli; askerine itibar edip, kendini sevdirmelidir.
Hz. Fârûk R.A. Rumlarla savaşmak üzere Şam tarafına hareket etmişti. Bu haber Rumlara ulaşınca İslâm ordusunu tahkik için Rum tarafından gelen câsuslar, Halîfe-i Âlî şân’ı Tur-i Sînâ’da güneşin altında olduğu halde, İslâm ordusunun istirahatta olduğunu görüp, durumu ordugâhlarına haber vermiş ve: “Bu gibi kumandanın askeriyle muharebe etmek ve zafer kazanmak ihtimalden uzak olup, onlardan gelecek telifi kabulden başka çare yoktur” demiştir.
***
Kumandan, maiyetiyle görüşürken dâime cesûr bulunup, korkaklık alâmeti göstermez... Korkaklık, yiğitlerin cesaretini kırar, harpte firara yol açar.
Düşman ordusu dörtyüzbin askerle Kaneje kalesini sıkıştırdığı vakit, kale kumandanı Tiryaki Hasın Paşa bütün kumandanlarını istişâre meclisine çağırıp “Erzakımız var, barutumuz var, ihtiyaca yeter. Askerimiz az ise de elhamdülillâh az askerimizle bütün Avrupa’ya karşı koymaktan çekinmeyiz. Fakat vazifemizdir, bir kere de serdara haber verelim. Benim haber edecek adamım var, kanunumuz üzere yeniçerilerden de adam seçilsin. Benim fikrim budur, siz bilirsiniz” sözleriyle kumandanlara cesaret verdiği tarihte bildirilmiştir.
***
CİHAD ARZUSU
H.Ş.: “Allah yolunda cihad ederken ayakları tozlanan kişiye cennet vacip olur” (Hz. Ebu Bekir R.A.)
H.Ş.: “Allah yolunda gaza veya buna benzeyen hayırlı bir hizmet esnasında ayakları tozlanan insana cehennem ateşi değmez.” (Hz. Hasan R.A.)
NÖBET BEKLEMEK
H.Ş.: “İki göze cehennem ateşi dokunmaz: Biri, Allah kokusuyla ağlayan; diğeri düşman karşısında nöbet tutup bekleyen gözdür.” (Tirmizî)
Nöbet tutan asker son derece uyanık ve dikkatli olmalı, kendisi hayatını başkasına teslim edip uyuduğu gibi, başkasının hayatını da öylece muhafaza etmeli...
H.Ş.: “Allah yolunda nöbet tutup düşman gözleyerek mücahitleri bekleyen kimseye, her nefesine karşılık bir kırat sevap verilir. (Bir kırat, Uhud dağı kadardır.)
Birisi:
–“Yâ Resûlallah! Bir dağda mağaranın içinde ömrünün sonuna kadar ibâdetle meşgul olmak istiyorum” dedi.
Resûlüllah S.A.V.:
–“ Sizden birinin düşman karşısında az veya çok bulunması, âilesi ve çocukları içinde altmış sene namaz kılmasından hayırlıdır” buyurdu.
H.Ş.: “Bir saat düşman karşısında durmak, Hacer-i Esved yanında Kadir Gecesini ihyâ etmekten üstündür.” (Ebu Hüreyre R.A.’den)
***
ZAFERE VESÎLE OLAN SEBEPLER
Harp meydanında galip veya mağlûp olmak ilâhî takdire tâbi bir iş ise de, zafer kazanmak için zahirî sebeplere tam sarılmakla harbi kazanmak da çok görülmüştür. Harpte galibiyet, asker ve silâhın çokluğuna ve bunları kullanan asker ve kumandanların iyi yetişmesine ve çeşitli hilelerle harekâtı iyi idâre etmeye bağlıdır. Düşman arasına fitne sokarak parçalamak da zafere sebeptir. Bununla beraber, asker ve silâhın çokluğuna rağmen, hezimete uğrayıp, mağlup olmak da vardır.
Allâme İbni Haldün diyor ki:
–“Silâh ve askerin çokluğu zafer kazanmaya müessir sebeplerdendir; bazı şahısların harplerde kazanmış olduklarız ve insanlar arasında yaygın bulunan şöhretleri de halkın kendileriyle muharebe etmekten çekinmelerine sebeptir.
Hakikaten bazı kumandanların, harpte talihi iyi gitmesi ve zafer kazanmakla meşhur olmaları, harp için, her ne tarafa hareket etseler az bir hücumla harbi kazanmalarına sebep olmuştur.
Hz. Ömer, Hz. Ali, Hâlid bin Velid, Ebu Ubeyde bin Cerrah Târık bin Ziyâd, Ukbe bin Nâfî, Musâ bin Nusayr (R.A.) ve Endülüs emirlerinden pek çoğu ile Sultan Selim, Sultan Süleyman, Sultan Murat, Tiryakı Hasan Paşa, Cezâyir’li Hayreddin Paşa ve Tarihleri şanlı sayfalarla süsleyen diğer kahramanlar, bunlardandır.
Her halde galibiyet ilâhi irade ve takdirde gizli olduğu, Cenâb-ı Hakk’ın bunu istediğine ihsan edeceği, nusret ve galibiyetin emr-i semâvî ile hâsıl olduğu bilinmelidir. İlâhî iradeyle, Efendimiz’in heybet ve celâli bir aylık mesâfede bulunan düşmanların kalplerine tesir eder, onları tâkatsiz bırakır, hezimete uğratırdı.
Şu halde zafer ve galebe, yalnız zâhirî sebeplere bağlanmaz. Zafer, gizli ve semâvî olup Rabb’in irâdesiyledir.
***
DUÂ
Resûlüllah Efendimiz bir yere asker gönderirken:
–“Kavga ve mücadele esnasında Allah’ın ismini anarak kendinizi teminat altına alın ve Allahü Teâlâ’dan imdat dileyin” buyurmuştur. (Habib bin Büreyde)
Server-i Âlem Efendimiz:
–“Yâ Rabbî! Bizler ve düşmanlarımız senin kullarınız. Bizlerin ve onların irade ve ihtiyarımız senin kudret elindedir. Bizler hak dini muhafaza için muharebe ediyoruz. Onlar batılı korumak için çalışıyorlar. İlâhî! Onları Hezimete uğrat, bizlere zafer nasîp eyle” diye duada bulundular.
Hadîs-i şeriften anlaşılılan, mücahitler gaza sırasında dua ve niyaza devamla emir olunmuşlardır.
Bedir Harbi’nde düşmanın şiddet ve taarruzuna karşı, Allah’ın Resûlü:
–“İlâhî! Şu bir avuç İslâm askeri yok olursa, yeryüzünde zat-ı ulûhiyetine ibâdet edecek kimse kalmaz. Yâ Rabbî, Müslümanları muzaffer eyle” diye niyaz etti ve müminler zafer buldu.
***
Allah’ın kılıcı Halid b. Velid R.A. Rum Herakli’nin muazzam bir ordu ile İslâm milleti üzerine yürüdüğünde 40 bin mücahitle Yermük’e varıp düşmana karşı tertip aldı. Kendisi de Enfal Sûresini okumakla meşguldü. Ertesi gün müthiş bir muharebe başladı. Sekiz gün süren bu muharebede sanki dünya ile âhiret arasında bir cadde açıldı. Müslümanların mağlup olma alâmetlerini gören Hz. Halid R.A., Resûlüllah’ın sohbetiyle şereflenen 1000 kadar Eshâb-ı Kiram’ı bir araya topladı. Bunların yüz kadarı Bedir gazasında bulunmuştu. Hz. Halid R.A. onlara:
–“Ey Resûlüllah’ın Ashâbı! Benim sizden isteğim, muharebe etmeniz değildir. Bedir’de muharebe etmek şerefine erenleriniz var. cümleniz Cenâb-ı Hakk’a nusret ve fetih için dua ve niyaz ediniz. Bugün kâr ve zarar günüdür. Umulur ki feryadımızı işiten Mevlâ, imdadımıza yetişir” dedi.
Düşmanla karşılaşınca, onlar bir tarafa çekilip naz ve niyazla meşgul oldular. Çok geçmeden Müslümanlara zafer müyesser oldu.
***
Eğri muharebesinde Sultan 3. Ahmet, kendi kumandasındaki İslâm askerlerinde bozgun başlayınca, şeyhülislâm Saadettin. Efendinin tavsiyesi üzerine, yanında bulundurduğu Hırka-i Saâdet’i giyip secdeye varmış, dua ve niyazda bulunmuş ve hezimet durmuş, bozgun düzelmiş, düşman bozulmuş, zafer müyesser olmuştur.
***
Sultanlardan biri bir âlime sorar:
–Ehl-i imana Allah ‘ın yardımı neler sayesindedir?
Alim:
–Namaz ve tevekkül sayesindedir, der. sultan da bu iki güzel hali âdet edinir.
Bu padişah bir gün düşman kuvvetlerinin ülkesine saldırdığını haber alır. Zâhirî tedbirleri tamamladıktan sonra, muharebeden evvel bir gece sabaha kadar secde, dua ve niyazla meşgul olur. Kuman-danlardan biri:
–Yarın düşmanla muharebe var. biraz istirahat etseniz, der.
Padişah:
–Bu gece ben vazifemi yapayım. Yarın Allahü Teâlâ’nın murat ettiği olacak. Zafer verecek de O, mânî olacak da O’dur, der.
Ertesi gün cenk Padişahın zaferiyle biter.
***
İlâhî hikmet icabı bu âlemde hadiseler, sebepleri sebep yapan bağlanmakla hasıl olur. her ne kadar Allahü Teâlâ sebepsiz yaratmaya kadir ise de, hükm-ü ilâhî, sebeplere teşebbüsle hasıl olur. İlâhî takdirin meydana gelmesi, bir çok sebeplere bağlı olup bunlardan biri de duâdır.
Tokluk, yemekle; çocuk, ehline yakın olmakla; buğday, tohumu toprağa ekmekle olduğu gibi, bazı haller de dua ile ihsan olunur. Dua, sebeplerin en kuvvetlisidir. Duadan daha değerle ve faydalı bir şey yoktur. Bu sebeple dinde kemâl sahibi olan Ashâb-ı Güzîn, duaya ve edeplerine çok ehemmiyet vermişler.
Hz. Ömer R.A. muharebede duaya devam eder, Allahü Teâlâ’dan yardım dilerdi ve:
–“Siz zafer kazanmayı askerin çokluğuyla sanmayın. Zafer ancak elleri kaldırıp dergâh-ı ulûhiyete açarak, Allahü Teâlâ’ya yalvarıp yardım dilemekle hasıl olur. ben yardım edilip edilmeyeceğini düşünmeden duâ etmeye devam ederim. Eğer dua etmek arzusu gönlüme gelirse, onu ilâhî ilham bilirim ve kabulünde şüphe etmem” buyururdu.
Kur'an-ı Kerîm’de: “Bana duâ edin, duânızı kabul edeyim.” (Mümin, 60) ve “Kullarım beni sana sorarlarsa, ben onlara yakının, duâlarını kabul ederim” (Bakara, 186) buyurulmuştur.
Kul, zelil ve hakir olarak yalvarıp yakarmazsa, Allahü Teâlâ ona gazap eder ve onu her musîbete uğratır.
A.C.: “(Resûlüm!) deki: Duânız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin, itibar etsin?” (Furkan, 77)
Duanın belâyı geri çevirmesi, kaza-i ilâhîdendir. Dua, rahmet-i ilâhîyi çeker. Kalkanın, kılıç ve oku geri çevirdiği gibi, dua da belâyı reddeder.
Cemel vakasında, Hz. Ali R.A.’in askerlerine tavsiyesi:
–“Gözlerinizi yumun. Azı dişlerinizi sıkın. Allahü Teâlâ’nın isminden başka bir şey söylemeyin. Çünkü cenk ve kıtal zamanı çok konuşmak, korku ve gönül zayıflığına delalet eder.”
***
GURUR
Hazarda ve seferde kuvvet ve kudretle gururlanmak son derece kötü neticeler verir.
Şiir:
Çok da mağrur olma kim meyhane-i ikbâlde,
Biz hezârân mest-i mağrurun humarın görmüşüz.
Mânâ: (Tâlih ve devlet meyhanesinde pek de mağrur olma! Biz gururdan mest olan binlerce insanın sersem olduğunu görmüşüz.)
Diğer hallerde olduğu gibi, muharebede gururlanmak da fenâ neticeye sebep olur. “Hasmın karınca ise de merdâne bil” demişler. Aklı olan hasmına karşı gururlanmaz. Allahü Teâlâ’nın inâyetine güvenir, aczini bilir ve tevekkül eder.
Şiir:
Kim ki mağrur olur kuvvetine fil gibi,
İntikamın zuafâ eyler ebâbil gibi.
Mânâ: (Fil gibi kuvvetine mağrur olandan, ebâbil kuşu gibi zayıflar intikam alır!
***
Mekke’nin fethinden sonra asi olan yalnız iki kabile kalmıştı. Bunlar etraftan taraftar bulup Müslümanlarla harp için Huneyn’de toplandılar. Yapılan keşifte, düşmanın az ve zayıf olduğu anlaşıldı. Ashâb’ın bir kısmı “Bugün askerimiz azlık sebebiyle mağlûp olmaz” dediler. Bu söz, Resûlüllah S.A.V.’e ulaşınca, Efendimiz müteessir oldu. Allahü Teâlâ bu ucup ve gurura razı olmadı ve Huneyn’de İslâm ordusu zor duruma düştü, hezîmete uğradı.
Ayet-i Kerimede: “Yemin olsun ki Allahü Teâlâ, birçok yerde (harp meydanlarında) ve Huneyn gününde size yardım etmişti. O zaman sayıca çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat bu sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı da, yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonunda geri dönmüştünüz” (Tevbe, 25) buyuruldu.
Bu harpte, düşman hücum için pusudan kalkmıştı. İslâm ordusu arasında kargaşa olmuş, bir kısmı firar etmişti. Resûlüllah S.A.V.:
–“Nereye gidiyorsunuz ey insanlar! Ben peygamberim. Ben Abdulmuttalib’in oğlu Abdullah’ın oğluyum” diye nidâ buyurdu, bizzat düşmana hücum ederek harp meydanında celâdet göstermiştir.
Resûlüllah S.A.V.’in emriyle Hz. Abbas ve diğerleri firar edenleri çağırdılar. Hz. Abbas’ın sesini duyanlar dönüp geldiler. Harp yeniden kızıştı; meleklerin de yardımıyla, Allah Resûlünün ordusu mağlup iken galip geldiler.
Kur'an-ı Kerîm’de:
–“(O hezimetten) sonra Allahü Teâlâ Resûlü ile müminler üzerine sükûnet (sebebi olan rahmet)ini indirdi ve sizin görmediğiniz askerler gönderdi de, kâfirlere azap etti (hezîmete uğrattı). İşte bu, kâfirlerin (dünyadaki) cezasıdır” (Tevbe, 26) buyuruldu.
***
Endülüs hükümdarı Sultan Yakup’a Kral Alfons’un mağrurâne yazmış olduğu bir mektup, cihanda emsâli az görülen Erake muharebesine ve mağrur Kral’ın hezimetine sebep olmuştur.
Kral Alfons’un mektubu:
–“Sen, millet-i İslâmiyenin emîri olduğun gibi, ben de millet-i mesîhiyenin emîriyim. Sizin içiniz, işiniz bozulmuş!.. ben kahr ü galebe ile diyarınızı, evlâd ü iyâlinizi yağma ederim. Sizden bir fert bizden on kişiyi öldürmek için Hak Teâlâ emir eyledi, derdiniz... İşte şimdi bizden biri sizden on kişiyi katledecektir. İşittim, bizim tarafa geçmek isterken vazgeçmişsin. Eğer benden özür dilersen kabul ederim. Sana yakışan budur! Haracı da fazla veresin! Değilse bir hücum ile seni harap ederim. Senin mülkünde hükmederim...vs.”
Mektuptaki hezeyanları dinledikten sonra Sultan Yakup, mektubun bir parçasına:
–“Elbette biz sana şanlı askerlerle geliriz ve askerle askerini karşılarız. Ve o zelil olan sizleri yine tam bir zillete düşürüp Hak Teâlâ’nın inâyetiyle ülkemizden def ederiz” diye yazıp elçiye verdi. 591 senesi Cemâziyelevvelin üçüncü günü, İspanyolların Errekos dedikleri mahallin civarında, Alfons’un ittifakına aldığı iki krallık askeriyle İslâm ordusu harp meydanında buluştu. Kılıçlar söyleşti. Dünya ile âhiret arasında bir cadde açıldı. Neticede İslâm askeri galip geldi. Mağrur Alfons 600 bin maktül vermek suretiyle mağlup ve maskara oldu. Kaçarak Erake kalesine sığınan 20 bin şövalye de esir edildi. Sultan Yakup “Af, zaferin zekâtıdır” hükmünce bir çoğunu bedelsiz olarak serbest bıraktı.
Gurur ve kibrin sonu böyle hezimete sebep olmuştur.
* * *
ASKERÎ NUTUK – HARP HUTBESİ
Seferde ve diğer zamanlarda askerin gayreti için yapılan konuşmaya “Askerî Nutuk” denir. İslâm âdeti üzere yapılan bu konuşmalırın asker üzerinde büyük tesiri görülmüştür.
Düşmanla mücadele için her tedbire baş vururken, kumandanın, askerin şevkini artıracak hutbeler okuması da sünnet ve gayret icabıdır. Zirâ bu tedbir seferde ve diğer zamanda umûmi âhengi temin eder.
Resûlüllah S.A.V.’in vefatı üzerine Arap milleti arasında dinden dönme ve isyan hâdiseleri üzerine Hz. Ebu Bekir R.A.’in tesirli hutbesi ve yerinde tedbiri cümleyi dize getirmiştir.
Hazret-i Peygamber’in vefatı üzerine Sıddîk-ı Ekber Hazretleri’nin irat ettiği nutuk da, bu cümledendir. Müslümanlar düştükleri keder ve şaşkınlıktan bu hutbe ile sıyrılmışlardır.
Sıddîk-i Ekber R.A.’in mürtetlerle muharebe için Şam’a ve Irak’a gönderdiği İslâm askerlerine ve kabilelerine irat buyurduğu nutuklar herkesi fedâkarlığa sevk etmiş, şanlı zaferlere sebep olmuş, İslâmiyet kuvvet kazanmıştır.
***
Hz. Fârûk’un ve Hz. Murtazâ’nın bu hususta nice hutbeleri vardır. Hz. Ali R.A.’in hutbeleri bir kitap dolduracak kadar çoktur. Bu hutbeler, “Nehc’ül Belâğa = Belâğat Yolu” isimli eserde bir araya getirilmiştir.
Nutuk söylemek, tesirli söz etmek gönüllere nüfuz edip, insanları harekete geçirdiğinden, İslâm’da bu hususa ehemmiyet verilmiş, sünnete uymak suretiyle dört büyük halife ve diğer İslâm emirleri ve melikleri de lüzumuna göre hutbe okumuşlardır.
Öyle ki, Haccac, maiyetinde yalnız yetmiş kişiyle Irak’a vali olarak vardığında irad ettiği müthiş hutbenin tesiriyle, asileri dağıtmış, isyanı bastırmış ve uzun zamandan beri Emevîleri taciz eden Iraklıları yola getirmiş; kırk senedir Müslümanları taciz eden haricîleri susturmuştur.
İbnül-Es’as denilen haricînin tutuşturduğu fesat ateşi, Haccac’ın (Deyril-cima cim) isimli mevkide söylemiş olduğu hutbelerle sönmüştür.
İslâm’ın bidayetinden Abbasi devletinin son bulmasına kadar halifeler, emirler, bayramlarda, merasimlerde ve lüzum gördükçe umumi hallerin ıslahı ve millete mahsus işleri beyan ve ehemmiyetini izah için hutbeler okurlardı.
Harp ilânından kavganın sonuna kadar, muharebeye girmeden evvel veya harbe girmeye bir gün kala veya harbe girileeceği gün düşman askerinin görülmesinden sonra söylenen hutbeler daha müessir olur. Zira ehil bir hatibin sürûr ve yerine göre keder göstererek gözyaşlarıyla söylediği nutuk, gönüllerde hamiyet ve gayret duygularını harekete geçirir, düşmana karşı fedâkârâne hamle etmeğe sebep olur.
Hasılı, askeri muharebeye teşvik için ne icap ediyorsa o istikamette vâ’d ve hitapta bulunmak çok tesirlidir.
***
Sıddîk-ı Ekber Hazretleri’nin, askeri cihada teşvik için söylediği nutuk:
“Ey insanlar! Cenâb-ı Hak cihadı Müslümanlara farz kıldı. Bundan kazanılan ecir ve sevap Allah katında pek büyüktür. şu halde niyetlerinizi hâlis edin. Rabb’inizin farzını edâya, Peygamberinizin sünnetini ifaya gayret ediniz ki, ya şehitlik şerefi, ya da gazilik rütbesine mazhar olasınız. Kim bu uğurda nefsini fedâ ve terk-i hayat ederse, taraf-ı ilâhîden büyük mükâfata nâil olur.
***
Va’dolunan ilâhî nusreti duyurup geçmiş zaferleri hatırlatarak söylenen nutuk (Ebu Ubeyde b. Cerrah R.A.’den):
“Ey İslâm Cemâati! Allahü Teâlâ vadini ihsan edip, bir çok memleketlerde size yardım etti. kadrinizi yücelttikten sonra imtihan için güzel bir belâ ile ibtilâ eyledi. Bana haber verdiler, sizin de haberiniz olsun ki, Herakli, kâfir beldelerden yardım istemiş. Şimdi toplanıp geldiler. Çok zahîre ve silâh getirdiler. Muratları, İslâm nurunu söndürmektir. Muhtelif milletlerden topladıkları askeri, karşınıza çıkardılar. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın inâyet ve yardımı sizinle beraberdir. Hiçbir zaman batıl çok değildir, ilâhî nusrete mazhar olan ehl-i hak da az değildir.
***
Gayret ve şecâati artırmak için, dünyanın fâni, âhiretin dâim oluşu ve va’d-olunan nusreti beyan etmek:
Ey İnsanlar! Bugün Anadolu’ya zafer sancağının girdiği gündür. Beraber bulunamayan kardeşleriniz size gıpta ederler. Biliniz ki dünya geçici, âhiret dâimîdir. Peygamberimiz S.A.V. “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” buyurdu. kendi azlığınıza ve düşmanın çokluğuna bakmayınız.”
***
Beyt-i Mukaddes’e iki konak mesafede bulunan Muta mevkiinde Şerahbil bin Amir Gani tarafından Rasûlüllah S.A.V.’in bir elçisi şehit edilmişti. Bunun üzerine Rasûlüllah S.A.V. düşman üzerine üçbin kadar sahâbe sevk etmişti. Şerahbil bin Amir Gani, bunu işitince Rum Herakli’nden imdat diledi. Şam’a altı konak mesafede Mean kalesine vardıklarında Rum Herakli’nin çok sayıda askerle İslâm ordusunu beklediği öğrenildi. Bu durumu müzakere için, orada iki gece kalındı, düşmanın çokluğunu Fahr-i Âlem Efendimiz’e bildirip yardım bekleme hususları konuşulurken Abdullah bin Revâha bu karara karşı konuştu:
“Ey Müslümanlar! Şimdi nefsim hoş görülmeyen şu hâlin aksini düşünerek bana diyor ki:
–Allah’a kavuşmak şevkiyle evlerimizi ve beldemizi, evlât ve ayâlimizi terk edip şehitlik kastiyle bu tarafa gelmiştik... Arzuladığımız şehitlik rütbesi taktir aynasında yüz göstermişken canımızı muhafaza etmek sevdasıyla saâdete kavuşmaktan mahrum olmak, âşıklık şânına lâyık değildir. Hususiyle bizim düşmanla muharebe ve mukatele etmekten kastımız, dünya malı elde etmek değil; yalnız Dîn-i Mübîn’i takviyedir.
Şu halde bize lâzım olan, düşman üzerine bir cepheden hücum ederek ya zafer şerefine mazhar olmak veya şehitlik rütbesine nâil olup maksada kavuşmaktır” dedi.
Bu nutuk oradaki Müslümanları heyecanlandırmış, cümlesi baş ve can fedâ etmeye ahdetmiş, düşman karşısına çıkıp lâyıkıyla muharebe eylemişlerdir.
***
Heyecanlı Bazı Nutuklar:
“Ey İnsanlar!
Allahü Teâlâ’dan korkun. Bilin ki, Allah’tan korkmak, size büyük yardımdır. Sizden evvel Şam’ı fetheden Müslümanların gösterdiği kahramanlık ve fedâkârlığı siz de gösteriniz. Her kim harpten dönerse, Allah’ın gazabına uğrar; varacağı yer de cehennemdir. Biliniz ki Allahü Teâlâ cihadı size farz kılmıştır.
Allah yanında iki damla, ziyâde sevimlidir: Biri, Allah yolunda dökülen kan; diğeri, Allah korkusuyla akan göz yaşı... Bugün öyle bir gün ki, sayılara sığmayan ecir ve sevap vardır.
Ey İnsanlar! Allahü Teâlâ’dan korkun ve bir çok memleketlerde olduğu gibi,burada da sebat ve metanet gösterin. Ve Nebiyy-i Zîşânınız’ın şerefli sünnetini icrâ ediniz. Allah sabredenlerle beraberdir, Hakk’a hizmet edenlerin ecrini ihsan eder...
İşte ben kardeşlerinizden bir cemâatle gidiyorum, elinde put bulunan şu kavmin üzerine yürüyorum ve onları hezimete uğratmadan dönecek değilim. Müminlere yardım etmek, üzerimize bir haktır. Siz de haçın yere düştüğünü görünce hemen hamle ve hücum edin.
Ey seçkin yiğitler! Haçın bulunduğu yeri gördünüz. Haydi hücum edin! hemen Allah’ın yardımı sizinledir!” (Halid b. Velid R.A., Fütûhuş-Şam Tercümesi)
***
Ey İnsanlar! Sabır ve sebat iki askerdir ki, onlara galip gelinmez. Bugün mühim bir gündür. Resûlüllah’ın Ashâbını düşman eline bıraktıktan sonra şeref ve vakar yüzü görebilir misiniz? Öyle ise, onları korumaya kararlı olun ve Allahü Teâlâ’dan korkun. Gidişiniz orayadır. Şunu bilin ki, iyi işleri terk etmek, ancak habis nefislere lâyıktır. Mâlumdur ki, dünya fâni; âhiret dâimdir. Her türlü nimet oradadır. Bilirsiniz ki, nice ruhlar bu dünyadan âhiret evine göç ettiler. Elbette bir gün biz de göç edeceğiz. Dünyanın ömrü gayet kısadır. Şu halde, ruhlar âlemine ulaşmaya gayret edin. göç vakti yaklaştı. Seferiniz, meşakkat seferidir; hazırlığa ve birliğe muhtaçtır...
Her ne ise sabredin. Allah sabredenlerle beraberdir.” (Iyaz b. Ganem, Fütûhuş-Şam Tercümesi)
***
Uyarmak için nutuk:
Endülüs’te bulunan Talapatla Kralı Rodrik, makamına güzel Tedmir’i bırakmıştı. Güzel Tedmir, meşhur İslâm kahramanlarından Tarık Bin Ziyad’ın on iki bin askerle İspanya kıtasına hücum ettiğini haber alınca, Kraldan yardım diledi. Hıristiyanlardan kırk bin kişilik büyük bir kuvvet hazırlanıp yola çıktı. Tarık bin Ziyad bunu haber aldı ve sahildeki gemileri ateşe verip şu nutku söyledi:
“Ey Mücahitler! Mâlumunuz olsun ki, buradan hiçbir suretle firar etmek düşünülemez. Zirâ, arkanızda deniz, önünüzde düşman var. Yerinizde sebat ve karar etmekten başka çare yoktur. Düşmanlarınızın silâhı mükemmel ve zahîreleri çoktur ve düşman dağlar gibi gelip çattı.sizler ise burada, ele bakan yetimler gibisiniz. Rızkınızı kılıçlarınızla düşman elinden almaktan gayri çareniz yok... Eğer az bir zaman meşakkate sabır ve tahammül ederseniz, uzun zaman sefaya nâil olur, maksada ulaşırsınız. Biliniz ki, ziynetlerle süslü Yunan kızları Melik saraylarında hesapsızdır. Emîrülmü’minîn Velid bin Abdül-Melik, İslâm yiğitlerinden sizin gibi mücahitleri seçip, harpte ve darpta sebatınıza tam itimatla bu yarımadanın fethine gönderdi. Yunan kızlarıyla sizin istifadenizi ihtiyar etti. Ve Emîrülmü’-minîn’in bu fetihten tek maksadı, İslâm’ın yücelmesidir. Buranın ganîmetleri size bağışlandı. Şu da mâlumunuz olsun ki, sizi dâvet ettiğim bu işe önce atılacak olan benim! İnşâallahü Teâlâ Lizrak’la karşılaştığımda, canla başla onu vurmaya çalışacağım. Siz de benimle merdâne gayret ve hücum edin. Eğer Lizrak’ı helâk ve mağlup edersem ne âlâ!... Eğer bu yolda helâk olursam sizler daha çok gayret edip vuruşun ve onu öldürmeye çalışın! Zirâ bu cezire ahâlisinin çöküşü, onun öldürülmesine bağlıdır. Ondan sonra işler kolay olur” dedi. Ve muharebeye başladı. Güzel Tedmir’i kahreyledi.
***
Muharebe sırasında tesiri artıran nutuk:
Endülüs tarihinde bildirilmiştir: Bu mağlûbiyetten sonra, Arapların her an kuvvetlendiğini gören Kral, İspanya yarımadasından 90000 kadar asker toplayıp, o sene Ramazan-ı Şerifin ikinci günü, Tarık’ın üzerine yürüdü ve müthiş harp oldu. Sekiz gün süren bu muharebede dünya ile âhiret arasında bir cadde açıldı. İslâm’ın mağlûp olma emârelerini gören Tarık, atının dizginini çekip üzengiye yükselerek cezbeli halde:
–“Ey Mağrib Memleketlerinin Gazileri! Ve ey şecâat sahibi Müslümanlar! Nereye gidersiniz ve gaflet içinde nereye kaçmak istersiniz? Görmüyor musunuz, önünüz düşman, ardınız deniz!.. Size düşen, va’d olunan ilâhî yardıma güvenmek, yaratılıştaki şecâatinizi harekete geçirmek ve er meydanında dayanmaktır. Süvarilerinizi tâkip edin!” deyip atını düşman üzerine sürdü. Askeri de onu tâkip etti. Zafer müyesser oldu. Kral’ın kesilen başı Halîfe’ye gönderildi. (Endülüs Tarihinden)
***
Kumandan tarafından zâbitlere (subaylara) nutuk:
Sultan Orhan zamanında, Şehzâde Süleyman Paşa, Avrupa kıtasına sokulup Gelibolu ve diğer mevkileri zaptetmişti. Bizans İmparatoru; devletin Osmanlılar tarafından mahvolacağını anlayınca Türkleri Avrupa’dan sürmek için Hıristiyan devletleriyle birleşti. Macar, Sırp, Bulgar, Eflâk, Buğdan ve sâirlerden büyük bir ordu hazırladılar. Orhan Gazi, bu haberi alınca askerlerin reislerini toplayıp gayet canlı bir konuşma yaptı:
–“Ey Mücahitler! Öyle ecnebî memleketlerde bizim gibi adetçe az olan mücahitlerin kısa zamanda mazhar olduğumuz bunca fetih ve zafer şüphesiz, güzel niyetimizin mükâfatı ve ilâhî inâyetin neticesidir. Şimdi üzerimize gelen asker gerçi adetçe çok... Lâkin, bizi bu zamana kadar düşmanlarımıza galip getiren ilâhî yardımdan ümitsiz değiliz. Mâlum olduğu gibi, maksadımız İslâm’ı yüceltmek ve Allah yolunda şehit olup ebedî saâdete ulaşmaktır. Şâyet ben şehit olursam, sakın düşmandan yüz çevirmeyin. Zirâ sizin de bildiğiniz gibi düşmandan yüz çevirmek büyük günahtır.”
Hıristiyan ordusu gelip çatmıştı. Osmanlı Ordusu, kendilerinden kat kat fazla olan Hıristiyan ordusu karşısında hezimete yüz tutmuştu. Orhan Gazi’nin bu nutku kumandanlara fevkalâde gayret vermiş, Allah’ın lütfüyle Osmanlı Ordusu zafer bulmuştur.
Bu zafer, Osmanlıların Avrupa kıtasına geçmek için başlangıç olmuştur.
***
Suphî Tarihi’nde bildirilmiş:
150 senesinde Nemli tarafından muhasara edilen Benaluka Kalesi’nin imdadına giden Osmanlı ordusu kumandanı, kendilerinden on misli fazla olan düşman ordusuna bir buçuk saat mesafeye yaklaşıp, asker ve kumandanlara: “Ağalarım, babalarım, yiğitlerim” diye ayrı ayrı iltifat ettikten sonra:
–“Ey Gaziler! Bugün ben de sizinle beraber Cenâb-ı Hakk’ın âciz bir kuluyum. Bugün Dîn-i İlâhî yoluna kurban olacak, velî nimetimiz İslâm padişahı efendimiz uğruna canımızı, başımızı fedâ edeceğimiz gündür. Düşmana galebenin, harp meydanında sabır ve şiddete tahammülle olduğu malûmdur. Şu yiğitlik meydanında, Dîn-i Muhammedî yolunda nasıl bir hizmet, padişah uğruna nasıl bir şecâat göstermek lâzım geldiğini ispat ediniz” demiş ve bu nutkun tesiriyle İslâm askeri büyük şecâat göstermiş, zafer kazanmıştır.
***
Kanije Kalesi muhasara edilmişti. Düşman askeri hücuma hazırlanırken Tiryakı Hasan Paşa, askeri toplayıp konuştu:
–“Ey Gaziler! Düşman hareketlerinde hücum alâmeti görünüyor. Matyus’un, ordusuyla buraya gelişine bakılırsa, serdarımız ya onların dediği gibi mağlûp olmuş veya benim zannettiğim gibi sefer mevsimi geçtiğinden bu kaleyi sizin emânetinize bırakarak geri dönmüştür. Hakikat hangisi ise, biz burada serdar için harp etmiyoruz. Elhamdülillâh Müslüman’ız. Karşımıza gelen düşmanla cihat vazifemizi yerine getirmek farzdır. Padişah askeriyiz. Velînimetimiz olan İslâm halifesinin bir kalesi değil, bir avuç toprağı için canımızı fedâ ederek yediğimiz ekmeği helâl ettirmek cümlemize vaciptir. Milletimiz, serhattın emniyetini bizden bekliyor. İki millet arasında açılan meydan muharebesine karar bizim gayretimize göre verilecektir.
Üç aydan beri aç kaldık, yastık yerine kılıca yaslandık. Bu kadar ihvânımız gözümüzün önünde şehit oldu. Gülleler içine yuvarlandık. Bu kadar himmet ve gayretin sonu bugün görülecek.
Elhamdülillâh hepimiz biliriz ki, düşman karşısında vefat edenlerimiz şehit olur; sağ kalanlarımız dünya ve âhirette necat ve selâmet bulur. Ben Alman düşmanının hücumunu bilirim. Bir defa yüz dönerse mağlûp olduğu gündür.yerlerinizde karar ve sebat ediniz. İlk hücumda yılmayın. Ondan sonra Allah’ın inâyetiyle zafer bizimdir” diye ağlayarak ak sakalları üzerine akan inci gibi gözyaşlarıyla gâzilerin selâmetine hayır duâlarla son verdi.
Ertesi gün düşman hücuma geçti. Dört defa siperlerden çıktılar ve her defasında def edildiler. Yedi saat şiddetli hücumdan sonra düşman bozuldu. İslâm askeri siperlerinden çıkıp az zaman içinde Hasan Paşa’nın huzuruna 18 000 bin kelle getirdiler. Yaralılar buna kıyas edilsin.
Bu güzel haller, ancak bu yüce millete mahsustur.
***
Başka misâl:
Müşir Derviş Paşa, Karadağ’da, ordusuyla düşmana karşı ilerlerken, birkaç saat evvel bir askerî bölüğün vermiş olduğu zâyiat üzerine şehit cesetleriyle dolmuş bir araziden geçmek lâzım gelmişti; şehitleri öyle serilmiş vaziyette gören askerlerde bir üzüntü ve keder meydana gelmişti. Müşir Derviş Paşa, derhal atından indi ve bir şehidin göğsü üstüne çıkıp askerlere:
–“Ey Gaziler! Şu üzerine çıktığım şehit bize ne diyor biliyor musunuz?:
–Biz dünyada şehitlik rütbesini, âhirette cennet nimetini kazandık. Şimdi de sizin gibi gazilerin düşmana ulaşması için, yattığımız şu bataklıkta vücudumuzu köprü yaptık ki, buralardan kolayca geçmenize hizmet edelim de bir ecre daha ulaşalım, diyor” diyerek askeri coşturdu ve o gün Karadağlılardan İslâm’ın intikamını aldılar.
***
HARPTE HİLE
Muharebeden murat, harbi kazanmaktır, galip gelmek için bütün sebeplere sarılmak lâzım gelir.
Hz. Ali R.A.’den rivayet edilen “Harp hiledir” hadîs-i şerifine göre, muharebede düşmana hile etmek hıyanet değil, harbin icabıdır.
Resûlüllah Efendimiz gazâ için asker sevk edeceğinde gidecekleri taraftan başka bir taraf imâ eder, hile (tedbir) muamelesinde bulunurdu.
Meşhur Timurlenk, hile hususunda acayip şeyler yapar, bir yere asker sevk edecekse bütün kumandanları toplar gidilecek taraftan başka bir taraf söyler, askeri yola çıkarır, oğullarına etrafı tecessüs ettirir, asker biraz yol alıp da casusların dönme ihtimali kalmayınca, hususi kumandanlarına asıl sefer yapılacak yolda askerin sevkını emreder, ansızın düşmana saldırır ve mağlûp ederdi.
Arap’ta darb-ı meseldir: “Öyle harp hilesi var ki, bir milletin yardımından daha faydalıdır,” derler.
Hile, “güzel tedbir” demektir. Yoksa insanın aklına gelen tezvirât demek değil. Hile kapısını mecburiyet açar. Yani hileye insan mecbur olunca baş vurur.
A.C.: “Ey iman edenler! (Düşmanın hilesine karşı) tedbirinizi alınız.” (Nisâ, 71)
Ayet-i kerimede gecen “Hızr” tabirinin, muharebede düşmanın hilesine karşı tedbir almak olduğunda âlimler ittifak etmişler.
Düşmanın hücum edeceği anlaşılınca:
–Hasmın sende akşam yemeği yemeden (erken davranıp) sen onda sabah kahvaltını et! kabilinden düşman bir hileye baş vurmadan mukabil hileye mürâcaat edilir.
***
Bir Misal:
Kureyş kâfirleri taraftarlarıyla birlikte Medine-i Münevvere’yi muhasaraya karar verdiklerinde, Medine yakınında bulunan Benî Kurayza Yahudileri, Resûlüllah S.A.V. ile sulh yapmış oldukları halde, ahitlerini bozup Kureyş’le birleşerek büyük belâ haline gelmişti. Bu sırada henüz Müslüman olmuş ve İslâm’ını gizleyen Arap dâhîlerinden Naim bin Mes’ud Eşceî R.A., Resûlüllah’ın izniyle Arap kabilelerinin birleşmelerini bozmak için bir hile yaptı. Evvelâ Kureyş’in büyüklerine varıp:
–“Ey Kureyşliler! Benim size olan yakınlığımı ve Muhammedîlere olan düşmanlığımı bilirsiniz. Size bir iyilik etmek isterim... Biliyorsunuz, Beni Kurayza, Muhammedîlerle sulh yapmıştır. Sizden bazı kimseleri rehin makamında alıp Muhammedîlere verecekler. Onlar da rehinlerinizi alıp öldürürler. Bu nasîhatimi iyi saklayın...” dedi. Kureyşliler bu nasihati memnuniyetle kabul ettiler.
Sonra Beni Kurayza’ya varıp sevgi tezahürü gösterdikten sonra:
–“Ey Kavmim! Siz Muhammedîlere yakınsınız. Halbuki onlar sizin için tehlikelidir. En iyisi Kureyş’ten rehin isteyin de, muharebe bitip Muhammedîler gittikten sonra Kureyş sizi yalnız bırakıp gitmesin” dedi.
Bu nasihat Beni Kurayza’nın hoşuna gitti ve kureyş’ten ittifak alâmeti olmak üzere rehin istediler. Kureyşliler kendi aralarında durumu görüşürken, Naîm-i Eşceî’nin dediklerine ve Beni Kurayza’nın Müslümanlarla ittifak etmiş olduğuna inandılar. ve rehin vermediler. Beni Kurayza da Kureyş’in rehin vermemesi hususundaki ısrarlarını görünce, “Naim’in sözü doğruymuş” dediler. Böylece aralarına nifak girdi ve Müslümanlar tehlikeden kurtuldu.
Başka Misâl:
760 tarihinde, Müslümanları Avrupa’dan tamamen çıkarıp atmak için, Sırp, Macar ve sair milletlerden toplanan yüz binin üzerinde bir kuvvetin, sayıları onbin kadar olan İslam askeri üzerine geldiklerini haber alan Başkumandan Şahin Paşa, en kıdemli ve tecrübeli kumandan olan Hacı İl Bey’i az bir askerle keşif için ileri gönderdi. Düşman ordusu ise, adedi az olan mücahitleri küçümseyerek galip gelecekleri inanç ve gururu içinde silahlarını bırakıp Meriç nehri kenarına yayılmıştı. Gazi Hacı İl Bey, bunu fırsat bilip maiyetindeki askerleri dört kısma ayırdı, güzelce tertip etti. Gece yarısından sonra düşman üzerine dört koldan hep birlikte Allah Allah nidalarıyla saldırıp, düşman ordusunu serseme çevirmiş, sonra çekilmişti. Şaşkına dönen düşman, sabaha kadar birbirlerini kırıp, kılıçtan geçirdi.
O mahal, halen Sırpsındığı adıyla anılmaktadır.
***
Ebu Ubeyde bin Cerrah R.A., Bâyezid-i Bestâmî Hazretlerinin kabri bulunduğu Rastan mevkiindeki kaleyi fethe çıktığında, bir türlü fethedemez ve hileye baş vurmak icap eder. Ebu Ubeyde Hz., kale kumandanına, İslâm ordusunun başka yere sefer edeceğini, ordunun ağırlıklarını taşımak istemediklerinden bunların kale içinde muhafazası kabul edildiği taktirde muhasarayı kaldıracaklarını söyler. Muhasaradan bezen kumandan teklifi memnuniyetle kabul eder.
Yirmi sandık içine seçkin mücahitlerden yirmi yiğit konup kaleye gönderilir. Kale dışındaki İslâm askerlerinden bir kısmı Halid bin Velid Hz.’nin komutasında pusuya yatar; diğer bütün askerler çekilip gider.
Kaledeki halk sevinçle kiliseye dolup âyin yaparlarken yirmi bahadır, sandıklardan çıkıp önlerine geleni tehdit ederek kumandanın evine gidip kale kapısını açtırdılar. Bu anı bekleyen Hz. Halid ve askerleri kaleye girip şehri teslim alırlar.
***
Başka misâl:
Mekke İslâm ordusu tarafından muhasa-ra edildiğinde, askerin, çok görünmesi için Rasûlüllah S.A.V. tarafından gece her askerin bir ateş yakması emredilmiş ve bu hile ile Mekke’nin fethi müyesser olmuştur.
***
Başka misâl:
Birinci Murat Han, Edirne’yi muhasara edip de netice alınamayınca bir hileye baş vurur:
Meşhur büyüklerden Hacı İl Bey, güyâ Sultandan gördüğü haksız muamele üzerine kaçarak Rumlara ilticâ eder ve peşi sıra birer ikişer bu şekilde ilticâ edenleri de kabul ettirir. Nihayet kale içinde toplanan yiğitler birleşip, Rumların kendilerine olan itimatlarından istifade ile kale kapısını açıp, İslâm ordusunun zaferini temin ederler.
****
Başka misâl:
Hicretin dokuzuncu senesi, Serdar-ı Ekrem Halid bin Velid R.A., Herakliyüs’ün Şam’ı muhasara için gönderdiği elli bin askerle yaptığı muharebede, evvelâ askerin şecâatini tahrik için bir nutuk irat etmiş; bu nutukta, sebat edip şehit olanların âhirette görecekleri nimetlere, firar edenlerin de dünya ve âhirette helâke ve zillete düşecekleri hakkında tesirli sözler söylemişti. Bu nutuk İslâm kadınlarının da cihada iştiraklerine sebep oldu, hepsi harp meydanına gelip erkeklerin arkasında saf tutular, kaçan olursa, onları katletmeye karar verdiler. Bu suretle İslâm askeri firar etmek şöyle dursun, eşsiz şecâat göstermiş ve zafer kazanılmıştır.
***
ASKERÎ MÛSİKÎ
Geçmiş sultanların âdetindendir. Müca-hitler harp meydanında saf tuttuğunda veya daha evvel onlara güzel sesli şâirlerle heyecan verirlerdi.
Muteber kitaplarda bildirildiği üzere tegannî ve lahn mutlak haram olmayıp zaman, mekân, niyet, şahıslar, âletler ve mûsikî ile söylenmesinde değişik hükümleri olan bir meseledir.
Maksat; muharebeye mahsus mûsikîdir; muharebe sırasında ruhları canlandırmaktır.
***
SANCAK
Muharebede sancağın kalplere tesiri malumdur.
Hz. Fahr-i Âlem S.A.V. Efendimiz bu hususa ehemmiyet verirler, ne tarafa asker sevk etse sancak bulundurmayı emrederdi.
Şam’dan gelen Kureyş kavmini vurmak için gönderilen otuz nefere verilen ve bizzat Resûlüllah S.A.V. tarafından yapılmış olan beyaz sancak, İslâm’daki ilk sancaktır. Dört büyük halîfe zamanında da bu hususa riâyet edilmiştir.
Sancağa tâzim vacip olup, hazarda ve seferde muhafazası mühim işlerdendir. Çünkü sancağın namusu, askerin namusudur. Muharebe esnasında onun düşman eline geçmesi, ordunun şeref ve haysiyetini kırar. Bu durum, orduda maneviyatın perişanlığına delildir. Muharebede düşmana sancağı kaptırmaktansa, o uğurda can vermek kat kat şerefli. Sancak teslim edilmez.halin icabına göre ya yakılır, ya da yok edilir.
Sancak uğrunda o kadar büyük fedâkârlıklar yapılmış ki, tafsiline bu kitabın hacmi kâfi gelmez. Misâl:
Bağdat Kalesi, Vezir Murtazâ Paşa tarafından muhasara edilmişti. Bir içoğlanı, sancağı kapıp kale duvarına tırmanmış, bârû kenarına sancağı dikmiş ve orada şehit olmuştu. Sancağın muhafazasız kaldığını gören bir diğer asker, düşman eline düşmesin diye onu eline aldı. Fakat o da şehit oldu. Bir başkası da bu şekilde şehitlik şerbetini içti...
Vezir Murtaza Paşa, bizzat varıp hançerini duvara sapladı, ona basarak çıkıp kenar bârûya sancağı dikti; ancak göğsünden vurulup şehit oldu.
Tarih kitapları, sancak uğruna yapılan fedâkârlıklarla doludur.
***
KILIÇ VE KALEM
Devletlerin işi bu iki mühim kuvvetle yürür. Düşman taarruzundan ise, kalemden ziyade silâha ihtiyaç görülür. Bu itibarla silâhın ehemmiyeti, kalemden üstündür.
Batı’da, medeniyet örtüsü altında yürütülen tahakküm ve istîlâ hareketleri, devletleri birbirlerine karşı silâhlanmağa mecbur etmiştir.
Devletler arası anlaşma ve şartlara rağmen, kuvvetçe üstün olan, çeşitli bahanelerle anlaşmayı bozup istediği gibi hareket etmektedir. Hattâ, kuvvetçe üstün olan, devletler arası mahkemenin hakimini etkileyip “Hüküm galibindir” kaidesince davasını kazanmaktadır.
Hadîs-i şerifte: “Hayır kılıçtadır” ve “Hayırlı maksat, silâh sebebiyle hasıl olur” buyurulmuştur.
Her ne kadar kalemin kuvveti inkâr olunamazsa da, Kâinâtın Efendisi, kat’i olarak maksada olaşmanın silâhla olduğunu beyan ve talim eylemiştir.
Birleşmiş milletler ve devletler arası hukukun dahî kuvvet karşısında tesiri görülmüyor. Diplomasî denilen şey, umumi hukukun muhafazasına kefil görülse de, “Hüküm gâlibindir” kâidesi cihana ferman okuyor.
Şiir:
Bu mesel ile bulur cümle devletler fevz ü felâh;
Hazır ol cenge eğer istersen sulh u salâh.
H.Ş: “Vatan sevgisi imandandır.”
Aziz vatan; huzur ve istirahat mahallidir. Onun düşman eline düşmesi, millet için büyük belâ, zillet ve musîbettir. Çünkü düşman mukaddes vatana ayak bastı mı, azizleri zelil; halk tabakasını da yerle bir eder. Nice gün görmemiş nâzeninler, çeşitli hakaret ve zillete uğrayarak can verir. Her karış toprağı şehit kanıyla yoğrulmuş yüce vatanımız, asîl ecdadımızın yâdigârı, bütün nimetleriyle bize kucak açan, ana gibidir.
Vatanı koruyamayanlar, namuslarını heder, geleceklerini ziyan ederler. Vatanı muhafaza edemeyenler, kendilerini de evlat ve torunlarını da elleriyle düşman işkencesine teslim ederler.
Vatan müdâfaasını bilmeyenler, çekirge sürüsü gibi dağılmış, ocakları sönmüş, zillet içinde can vermişlerdir. Endülüs Devleti mühim misâl:
Araplar Endülüs’te 800 sene hüküm sürmüşlerdi. Sonra, birlik ve dirlikleri bozulup, işleri nifak ve ihtilâf belâsıyla karışınca, vatanlarını koruyamadılar, İslâm’ın haysiyetine uymayan bir anlaşma ile namus ve hürriyetlerini Hıristiyanlara teslim edip, mahvoldular. Meliklerden bazıları mülkünü muhafaza edemeyip düşmana terk ederek Fas’a iltica etti ve Fas Sultanı tarafından gözlerine mil çektirildi. Böylece, vatanı muhafaza uğrunda gösterdikleri ihmalin cezasını bu dünyada da görmüş oldular.
Endülüs Sultanı Abdullahi’z-Zâil, kaldırımlarda:
–Merhamet edin. Ben Endülüs Sultanı Abdullahi’z-Zâil’im. şimdi sadakaya muhtacım, diye dilenir hale düşmüştür.
Sultanın bu hakir hâli, halkın sefâlet ve perişanlığına delildir.
Kral Ferdinand, Benî Ahmer Devletinin merkezi olan Gırnata şehrini muhasara ettiğinde Endülüs Sultan Abdullah-is Sağır bir meclis tertip etti. o mecliste Musa bin Gazan’dan gayrisi boyun bükmüş oturuyorlar ve kendi selâmetlerini düşünüyorlardı. Musa bin El-Gazan:
–Ey Kraldan medet ummayı tedbir sanan gayretsizler! Selâmetinizi ve haram yollardan biriktirdiğiniz mallarınızı bu şekilde koruyacağınızı zannediyorsanız, Ümmet-i Muhammed’in helâkine razı oluyorsunuz. Ama Allah biliyor ki, bu yanlış kararınızın akıbeti,pek vahimdir. Başka delile ne hâcet! Bugüne kadar Kralın idaresinde kalan Müslümanların hali meydanda! Hıristiyanların bizler için besledikleri kin ve düşmanlık, Gırnatayı aldıktan sonra sönecek mi? bir kere birliğimizi bozup Gırnata’yı alsınlar, başımıza ne ateşler yağdırırlar, görürüz. Üç milyon nüfusumuz varken İslâm devletini yok edip Hıristiyanlara kendi elimizle kendimizi esir etmek şâyeste değildir. Bize vacip olan, son nefesimize kadar ve milletimiz uğrunda çalışmaktır. Cenâb-ı Hakk’ın mazluma yardımı ızdırap çekerken ulaşır. İşte ben bu yolda canımı fedâ etmeye hazırım. Namusla ölmek, düşmana esir düşmekten bin kat iyidir, deyip sustu.
Sonunda Kral’ın yalancı vaatleri karşısında şehri teslime karar verdiler ve anlaşmayı imzaladılar. Bu imza üzerine memleket Müslümanların feryad ü figanıyla inlemeye başlayınca, meclis yeniden toplandı. Mûsa El- Gazan meclise hitâben:
–Şimdi gözyaşı değil, kan dökme zamanıdır. Şimdi vatan ve devlet uğrunda terk-i hayat etmek, velinimetin son nefesinde başı ucunda bulunup ağlamaktan evlâdır. Eğer siz düşmanın, ahdinde sebat edeceğini sanıyorsanız, aldanıyorsunuz. Onların, bizim kanımıza nasıl susadıklarını bugüne kadar görmedik mi? İlerde karşılaşacağımız eza ve cefalar yanında korktuğumuz ölüm pek hafif kalacak. Bugün mal ve mülk derdiyle namus ve şereflerini terk eden korkaklar, yakında onların gözleri önünde yağmalandığını; güya muhafaza ve hürmet edileceği söz verilen mâbet ve mescitlere nasıl hakaret edildiğini; karıları, kızları, anaları sefil düşman askerlerine şarap kadehleri sunduklarını görecekler!.. Afrika’daki İslâm memleketlerinden yardım isteyelim. Gücümüz yettiği kadar kendimizi müdafaaya gayret edelim. Ben bu zilletten kendimi kurtarmanın yolunu biliyorum. Ama Ümmet-i Muhammed’e acıyorum, dediğinde mecliste bulunanların hiç birinden müspet, menfi bir cevap çıkmadı.
Hulâsa; kendisine uyan kimse çıkmayınca büyük bir hüzünle evine gitti, atına binip şehrin civarından geçerken üzerine Hıristiyan askerleri hücum etti. büyük celâdet ve kahramanlıkla bunlardan bir haylisini telef ettiyse de aldığı yaralar neticesinde şahâdet şerbetini içti.
Nihayet, şehrin tesliminde Hıristiyanlar hiçbir din ve mezhebe sığmayan fenalıklar yaptıktan başka anlaşmadaki bütün maddeler unutulup ne kadar cami varsa hepsi kiliseye çevrildi. Elhamra Sarayı’na put asıldı. Gün görmemiş yüzlerce kız, Avrupa krallarına hediye edildi. Âlimler sokaklarda hakaret gördü. İnsanlar zulüm ve taassup neticesi ateşde yakıldı. Evler ocaklar yerle bir edildi. Kıymetli kitaplar yakıldı ve Arab’ın ilmî varlığı olan hüner ve irfanı yok edildi.
Şehir Hıristiyan ordusuna teslim edildiği gün Abdullah’is- Sağîr, Gırnata’dan ayrılıp (Arabın Âh Ettiği yer) nâmıyla anılan tepeden Gırnata’ya baktığında sarayında haçı görüp de nedâmet gözyaşları dökerken, ona anasının sözleri:
–“Ağla rezil ağla! Erkek gibi dövüşmeyene karılar gibi ağlamak düşer.
Nefsâni arzular uğrunda bunca şan ve şöhreti ayaklar altına aldın. Bir kere de geleceği düşünmedin. Ecdadın:
–Sana teslim ettiğimiz İslâm kılıcını ne yaptın? Gırnata’yı, Elhamra Saray’ını kime teslim ettin? Savlet ve heybetleriyle düşmanlarını daima perişan eden bahadırları hangi düşmana karşı kullandın? Küheylan atlar ne oldu? diye sorarlarsa, ne cevap vereceksin! Rûz-i Cezâda onların yüzlerine nasıl bakacaksın!
Yoksa:
–Bıraktığınız kılıcı bana itâat etmeyen esirleri, arzuma uymayan cariyeleri kesmekte kullandım. Gırnata ve Elhamrâ’nın yalnız bahçelerini sever ve eğlenirdim. Vatan müdâfaasına hiç ehemmiyet vermezdim. Ordularınızı kendi nefsânî isteklerimi tatmin için düşmanların elinde kurban ettim. Sizin gazada binip hücum ettiğiniz atları cariye getirmekte kullandım, mı diyeceksin!..
Kaç korkak kaç! Artık Arap Padişahının, vatanında hükmü kalmadı. Bundan sonra Afrika çöllerinde haşarat gibi yaşayacaksın. Git, bundan sonra hayatını zillet ve alçaklık içinde geçir! Şunu da unutma ki, yalnız bu rezaletle kurtulamayacaksın. Öldükten sonra da toprağı kirleten parçaların:
–Endülüs İslâm Devleti’ni, Gırnata’yı eliyle düşmana teslim eden alçak Abdullah’is- Sağîr’in cesedi bu toprak altındadır, sözlerini işitecektir...”
***
MİLLETLER ARASI HAKLAR
Hak iddiâsıyla milletler arasında çıkan davaların halli silâha dayanır ve harp meydanı hakimi de kuvvettir.
Sulh zamanında geçerli hukuk kaideleri de var; burada harp hâlindeki bazı kaidelerden bahsedeceğiz.
İslâm askerine hiçbir surette zararlı olmayan kadın ve çocukları öldürmek veya ölümlerine sebep olan harekette bulunmak şer’an yasaktır.
Peygamberimiz S.A.V., bir muharebede, öldürülmüş kadın gördü:
–“Dikkat edin! Bu öldürülmez” buyurdu.
Kezâ; düşman ülkesinde oturan, fakat silâh kullanmayan kimselere de dokunmak yok; düşmanla birlik halinde olmayan din adamları, körler, kötürümler ve sakatlar hakkında güzel muamele lâzım gelir. Mal ve bedenle düşmanı destekleyenler hâriç... Hiçbir surette yardımcı olmayan ihtiyarlara da merhametle muamele icap eder. Müslümanlar, milletler hukukuna dâima uymuştur...
–Af, zaferin zekâtı, diyerek ele geçirdikleri binlerce esiri de âzât etmişlerdir.
Endülüs’ün son günlerinde İbrahim adında bir bahadır, düşmanı dağıttıktan sonra çayırlıkta oynayan Hıristiyan çocuklarına “Haydi çocuklar! Annelerinizin yanına gidin. Burada size bir zarar gelmesin” demişti; “Neden onları öldürmedin” sözüne:
–Sakal ve bıyıkları olmadığından, diye cevap vermiştir.
Ne garip ki; Hıristiyanlar Endülüs’ü teslim alınca, Kral Ferdinand, İbrahim’i sarayına çağırtıp küstahça öldürtmüş; bu hareketi kendi halkı tarafından da nefretle karşılanmıştır.
Hıristiyan âleminde, Müslüman katliâmına dâir nice misâller var:
Endülüs’te Muhammed En- Nâsır bin Yakup El- Mensur’un saltanatı zamanında, Kral Alfons, Hıristiyan ordusuna:
–Her kim bir Müslüman’ı esir alır da onu öldürmezse idam edilecek, talimatını verdi. Bunun üzerine Endülüs’e saldıran Hıristiyan askerleri çoluk çocuk, kadın, yaşlı, sakat demeden –Avrupa tarihçilerinin verdiği rakama göre– 300.000 Müslüman’ı katlettiler.
Çin Hıristiyanları da bundan sadece bir asır evvel 200.000 Müslüman’ı aynı şekilde katlettiler.
İslâm orduları ise şer’an câiz olmadığından tarih boyunca hiç bir zaman böyle bir vahşete bulaşmamış; mabetlere de dokunma-mıştır.
Misâl:
Kanûnî Sultan Süleyman, Viyana muhasarası sırasında Sen Stefan kilisesine top atılmasını men etmişti. Avusturyalılar da Osmanlı’ların milletler hukukuna gösterdikleri bu riâyete karşılık kilisenin kubbesine bir ay- yıldız işlemişlerdir.
M. 1870 senesinde Almanlarla Fransız-lar arasında çıkan mezhep kavgasında Almanlar o kadar ileri gitmişti ki, her tarafı yakıp yıktılar, Avrupalı, o zaman Kanûnî’nin Viyana Muhasarasındaki o âlicenaplığını hatırlamak ve uzun uzun bahsetmek zorunda kalmıştır.
***
MÜTÂREKE (ANLAŞMA)
Düşman tarafından mütareke için bir teklif gelirse, kumandan inat etmeden kabul etmeli... Çünkü mütâreke, sulhun başlangıcı demektir. Usûlünce sözleşme yapmak, fazla hırs göstermeden mütârekeyi kabul etmek lâzımdır. Aksine hareket doğru değildir.
–Hatanın büyüğü, sulh isteyenle muharebe etmektir. (Keyhüsrev)
TEDBİR
İlim sâhipleri: İnsanlar için doğum, gelişme ve ölüm çağları olduğu gibi, devletler için de aynı usüller vardır, dediler.
Askerin rahat, süs ve sefâhat gibi şeylere kapılması, umûmî çöküntüye sebeptir. Bundan devlete zarar gelir. Ancak; hastaya uygun ilâç verildiği gibi, çöküntü görülen devlet de tedbirle kurtulur.
İnsan dört unsurdan (ateş, toprak, su, havadan) meydana geldiği gibi, İslâm’ın birliği de dört unsurla ayakta durur:
1– Alimler, hava,
2– Askerler, ateş,
3– Tüccar, su,
4– Halk da toprak gibidir.
AZİM VE GAYRET
Bir şey elde etmek için ciddî gayret sarf ederken meşakkat ve yorgunluğa tahammül etmekli... Böyle hareket edenler yüce hikmetlere mazhar olurlar. (Ahlak-ı Ahmediye)
Hikmet:
Âl-i Tâhir’den sordular:
–Devletlerin çöküş sebebi nedir?
–İçkiye düşkünlük; azim ve gayreti terk etmektir, dediler.
***
ÜMMÜ İBRÂHÎM’İN ÎMÂN GÜCÜ
Düşman Bosna’ya hücum etmiş, şehri müdâfaa için gâziler toplanmıştı. Büyük şeyhlerden Abdülvahid namında bir zat da gazilere, cihad ve fazileti; mücahitlere ihsan olunan hurilerden birini medh ve târif ederken aralarında bulunan Ümmü İbrahim namındaki bir saliha hatun ayağa kalkıp:
–Yâ Şeyh, oğlum İbrahim’e şehrin eşrafından pek çoğu kızını vermek istediği, benim de hiç birini oğluma münasip görmediğim mâlûm olsun. Oğlumu sizinle birlikte muharebeye göndereceğim ve bu medhettiğin huriyi oğluma alacağım. Allah’tan oğlumun bu cenkte şehit olmasını ve o huriyi oğluma ihsan etmesini dilerim, dedi ve evine gidip olanları oğluna anlattı. Oğlu İbrahim de büyük bir memnuniyetle razı oldu. Kadın, oğlunun şahâdeti için duâlar ettikten sonra malından on bin altın getirip:
–Yâ Şeyh, bu paraları gazâ yolunda harcayınız ki, o hurinin mihri olsun, dedi. evine döndü, sefer hazırlığı yaptı ve:
–Oğul! Düşmanla karşılaştığında sakın gönlüne korku getirme. İnşallah seninle Hakk’ın divanında buluşuruz, diyerek çeşitli nasihatlerden sonra gözlerinden öpdü, uğurladı.
İbrahim, o muharebede kahramanca dövüştü ve şehit düştü. Asker muharebeden dönüşünde karşılayanlar arasında Ümmü İbrahim de vardı. Şeyhin önüne varıp:
–Yâ Şeyh! Allahü Teâlâ, oğlumu kabul etti mi? diye sordu. Şeyh:
–Yâ Ümmü İbrahim, Allahü Teâlâ duânı da oğlunu da kabul eyledi, deyince son derece memnun olup:
–Yâ Rabbî, senin inâyet ve ihsanına binlerce hamd ve şükürler olsun. Beni bâr-i gâh-ı ulûhiyetinden mahrum döndürmedin ve oğlumu kurbanlığa kabul buyurdun, diyerek şükür secdesi etti.
***
EBU UKAYL R.A.
Sahâbe-i Kiram ve geçmiş büyükler, yaralanmak ve şehit olmaktan aslâ çekinmez, hattâ temennî ederlerdi.
Yemâme Harbi’nde Ebu Ukayl Hz., daha muharebenin başında göğsüne ve bir koluna ok isâbetiyle ağır yaralanpı vücudu zayıf düşmüş, çadıra gelip yatmıştı. Bir ara muharebe şiddetlenmiş, askerlerde yılgınlık görülmüştü. Ashab’tan Muaz bin Adiyy R.A. gazilere hitâben:
–Yâ Ensar, gayret edin. Huneyn’deki gayreti gösterin, diye çağırdı.
Ebu Ukayl Hz., bu sesi duyunca kılıç alıp çadırdan çıktı. Kendisine:
–Heey sen yaralısın! Nereye gidersin, diyenlere:
–Muaz Ensar’ı çağırıyor. Ben de onlardanım. Gitmem lâzım, diye cevap verdi. Düşman üzerine vardı. Sağlam kolu da kesildi. Son deminde kendisine:
–Muharebe ne halde? dediler.
–Düşman bozuldu, dedi ve şahâdet getirip ruhunu teslim etti. (Desâis-i Harbiye)
***
ABDULLAH BİN HANZALA HAZRETLERİ
Medine halkı Hz. Muâviye R.A.’ı hal edip (saltanattan alıp) Abdullah bin Zübeyr’e bîat ettiklerinde Muaviye tarafından Müslim bin Ukbe adındaki fâcir kumandasında bir ordu Medîne üzerine gönderilmiş, halk da bu orduya karşı koymuştu. Bir ara askerde yılgınlık görülmesi üzerine, Abdullah bin Hanzala Hz., askere şevk vermek için sekiz oğlunu da birbiri ardınca cepheye sürmüş ve hepsi şehit olmuşlardı. Onların arkasından kendisi de kılıcını çekip; bir daha koymamak için kınını kırmış “Bismillâhi Allahü Ekber” deyerek düşman üzerine hücum etmiş; bir çoğunu kırıp kendisi de şehit olmuştur.
***
ENDER İNSAN VE SÖZLERİ
Yıldırım Beyazıt’ın Niğbolu zaferi sırasında Esir aldığı ehl-i sâlip kumandanları arasında Fransız asili, Kralın akrabası kont; bir daha Osmanlı aleyhine kılıç çekmemeye yemin etmiş ve Fransa tarafından verilen fidye karşılığında serbest bırakılmıştı. Padişah-ı Âlişân, onu bırakırken askerlerin huzuruna çıkarmış ve:
–Verdiğin sözü sana iâde ediyorum. Erkeksen git, dünyada ne kadar Hıristiyan varsa, başına topla, öyle gel. Bu benim için güzel bir kahramanlık imtihanı olur. Hiçbir şeyle, beni bundan daha fazla memnun edemezsin, demiş ve iltifatlar ederek Kont’u serbest bırakmıştır...
14. Risale: Emirname
- Ayrıntılar
- Kategori: İnce Risaleler
- Gösterim: 5612
Vergisini toplamak, düşmanlarıyla cihad etmek, halkına sulh ve selâmet getirmek ve memleketi îmar etmek üzere Mâlik Bin hâris El- Eşter’i Mısır’a vâli tâyin ettiğim zaman Allah’ın kulu Müminlerin Emîri Ali’nin kendisine emri şudur:
Kulun vazifesi; Allahü Teâlâ’dan korkmak, ibâdete gayret etmek ve Kitabında emrolunan farzlara ve sünnetlere ehemmiyet vermektir.
O farz ve sünnetler ki, onlara uymayan, saâdet yüzü görmez; uyanlar da felâkete düşmez.
Bir de eliyle, diliyle, kalbiyle Cenâb-ı Hakk’a yardımda bulunmayı emreder. Çünkü Allahü Teâlâ kendisine yardım edene yardım etmeyi, kendisini ağırlayana izzet vermeyi kefâlet etmiştir.
Sonra ona şehvetler saldırdıkça nefsini kırmayı, azgınlık ettikçe dizginlemeyi emreder. Zirâ nefis, insanı dâima fenâlığa çeker ve yeryüzündeki kötülüklerin kaynağı odur. meğer ki, Cenâb-ı Hak kulunu keremiyle himâye buyursun!
Şimdi bilmiş ol ey Mâlik! Ben seni öyle memleketlere gönderiyorum ki, nice hükümetler senden evvel oralarda adâlet sürdü veya zulmetti. Sen vaktiyle nasıl senden evvelki vâlilerin icrâatını gözden kaçırmadın, şimdi de halk senin yaptıklarını gözetecek. Kimlerin sâlih olduğu ancak Allahü Teâlâ’nın kulları lisânından söylettiği sözlerle anlaşılır. Bu itibarla; hazırlayacağın en hayırlı azık, sâlih amel olsun!
Heveslerine hâkim ve helâl olmayan şeylerde nefsine karşı bahil ol! Zirâ arzu ettiği şeylerde nefse karşı bahil olmak, onun hakkında âdâlet etmektir.
İdâresiyle vazifeli olduğun halka muhabbet et, lütuf ve merhamet besle, iyilikten geri kalma ve çaresizlerin başına kendilerini yutmayı ganîmet bilen yırtıcı canavar kesilme!.. Çünkü onlar, ya dinde kardeşin, ya yaratılışta bir eşindir. Kendilerden hata ve kusur vukû bulduğunda bilerek veya bilmeyerek işledikleri suçlar olsa da, ellerinden tutup doğru yola getirmen mümkündür. Kendin için Allahü Teâlâ’nın affını nasıl dilersen, onlara da af ve merhametle muâmele et.
Sen onların üzerinde bulunuyorsun, Allahü Teâlâ ise vâliliği sana verenin üzerinde bulunuyor ve sana bu vâliliği veren de senin üzerinde bulunuyor; kulların işlerini hakkıyla görmeni isteyip seni onlarla imtihan ediyor.
Sakın büyüklük sevdasına düşüp de, Allah’ın gazabına hedef olma! Zirâ O’nun intikamına dayanacak kudretin olmadığı gibi, af ve merhametinden de uzak değilsin. Affettiğinden dolayı aslâ pişman olma, cezalandırdığından dolayı da sevinme! Def etme imkânı oldukça belâlı işlere girme ve “Ben kudret sâhibiyim, emrederim, itâat ederler,” deme. Zirâ bu hal, kalbi fesada verir, dîni zaafa uğratır ve insanı felâkete yaklaştırır.
Eğer elindeki kuvvet sana büyüklük hissi verirse, göklerin büyüklüğüne bak da kendi nefsine karşı kudretsiz kaldığın şeylerde Allah’ın Kaadir ve Kahredici olduğunu düşün. İşte bu düşünce, senin yükseklerde uçan gözlerini yere indirir, şiddetini giderir, seni bırakan aklını başına getirir.
Sakın Allahü Teâlâ ile azamet yarışına kalkma! Büyüklük ve kudrette kendisine benzemeye özenme! Muhakkak Allahü Zülcelâl Her azamet göstereni zelîl, her büyüklük taslayanı hakîr eder.
Nefsine, sana husûsiyeti olanlara, insanlar arasında kendilerine meyil beslediğin kimselere, Allahü Zülcelâl’e ve kullarına karşı katiyen adâletten ayrılma! Böyle yapmazsan zulmetmiş olursun. Zirâ Allahü Teâlâ’nın kullarına zulmedenin, onlar tarafından dâvacısı Hazreti Allah’tır. Kaadir-i Zülcelâl, birinin hasmı oldu mu, o kimsenin tutabileceği bütün deliller bâtıldır. Ölünceye yahut tevbe edinceye kadar Allah’la harp içinde olur. dünyada zulüm kadar Allah’ın lütfünü değiştiren, kahrını çeken bir şey yoktur. Zirâ Cenâb-ı Hak zulüm altında inleyenlerin gönül kırıklığına sebep olan zâlimleri gözetlemektedir.
İşlerin içinden öylesini seçmelisin ki, hak hususunda en orta, adâlet cihetiyle en geniş ve halkın rızâsını en çok çeken olsun. Zirâ halkın hoşnutsuzluğu, şahısların rızasını hükümsüz kılar. Şahısların gazabı ise, umûmun rızâsı içinde kaynar gider.
Vâli için husûsiyeti olanlar kadar, iyi günlerde yükü ağır, kara günlerde yardımı az, adâletten hoşlanmaz, istemekten utanmaz, verilse şükretmez, verilmese kolay savulmaz, felâkete sabırsız olmayan tek bir adam yoktur. Halbuki İslâm’ın esası, Müslüman’ların birliğidir. Düşmana karşı koyacak bir silâh varsa, o da budur. Onun için samimiyet ve muhabbetin dâimâ bunlara müteveccih olsun.
İdâren altında bulunanlar arasında, yanına yaklaştırmayıp en çok nefret edeceğin insanlar, halkın ayıplarını en fazla araştıran kimseler olsun. Zirâ insanların öyle ayıpları var ki, örtülmesi herkesten ziyâde vâliye düşer. Bu ayıpların sana gizli kalanlarını eşmekten sakın. Senin vazifen, gördüklerini ıslah etmektir. Bilmediklerin hakkındaki hükmü Allahü Teâlâ verir. Sen halkın ayıbını mümkün olduğu kadar ört ki, Allahü Teâlâ da senin halktan gizlemek istediğin hallerini örtsün.
İnsanlar hakkında bütün kin düğümlerini çöz, intikama sevk edecek olan ipleri kes, açıklık kazanmayan şeylerin hepsi hakkında onları anlamış görün. Gammazın sözüne çabucak inanma! Çünkü lâf taşıyan ne kadar saf görünse de yine oyunbazdır.
Ne seni zarûret ihtimaliyle korkutarak kereminden çeviren cimriyi, ne büyük işlere karşı azmini gevşetecek korkağı, ne de zulme saparak sana ihtirası hoş gösterecek harîsi müşâvere meclisine sokma! Çünkü cimrilik, korkaklık ve hırs, ayrı ayrı tabiatlardır ki, bunları Allahü Teâlâ’ya karşı sû-i zan bir araya getirir.
Müşâvirlerin en kötüsü, senden evvel şerlilerle beraber olan ve onların cürümlerine iştirak eden kimselerdir. Böyleleri katiyen gizli sırlarını bilmesin! Çünkü onlar, cânîlerin yardımcısı, zâlimlerin dostudur.
Müşâvirlerin, hiçbir zâlime zulmünde, hiçbir günahkâra cürmünde yardımcı olmasın! Öylelerini bul ki, diğerlerinin tedbirine tamamen sâhip, fakat onların vebalinden uzak olsun!
İşte böyleleri yükü hafif, yardımı çok, sana şefkati herkesten fazla, senden başkasına muhabbeti o nispette az olur. bu gibileri, husûsî ve umûmî meclislerinde kendine yakın tut ve bunlar içinde sana acı hakîkatleri herkesten ziyâde söyleyenler bulunsun.
Şâyet Allahü Teâlâ’ya isyan edilmesini istemezsen, müşâvirlerin sana karşı, hoşuna gidip gitmeyeceğini düşünmeden, müdârayı terk edip mertçe hareket etsinler.
Bir de, ehil kimseleri kendine sırdaş edin! Seni alkışlamalarına, yapmadığın işleri yapmış gösterip sana keyif vermelerine müsaade etme! Zirâ alkışın çoğu insanı gaflete düşürüp azamete sevk eder, kibre ve gurura yaklaştırır.
Sakın adamın iyisiyle kötüsü, yanında bir olmasın. Zirâ bu eşitlik, iyileri iyiliğinden soğutur, kötülerin de fenâlığa meylini artırır.
Ey Mâlik! Bilmiş ol ki, vâlinin şahsına halkın hüsn-ü zannını dâvet eden şey, onlara iyilikte bulunması ve yüklerini hafifletmesidir. Hüsnü zan etmekle sen de uzun uzun meşgul olup yorulmaktan kurtulursun.
Hüsn-ü zanna en çok lâyık olan insan; senin o kimse hakkındaki tecrübelerin iyi çıkandır. Sû-i zanna lâyık olan da tecrübelerin fenâ çıkandır.
Milletin büyükleri tarafından işlenip, halkın güzel tatbik ettiği bir sünneti katiyen kaldırma. Geçmiş sünnetlere uymayan yeni bir sünnet (âdet) icâdına da kalkışma! Çünkü onun ecri ve o sünneti ortaya koyanın, vebali de kaldıranındır.
Memleket işlerine uygun olanı tespit etmek ve senden önceki insanlara doğruluk temin eden tedbirleri bulup ortaya koymak husûsunda, sık sık âlimlerle müzâkere ve hükemâ ile bahislerde bulun.
Bilmiş ol ki, halk tabaka tabakadır. Her birinin selâmeti, diğerinin selâmetine bağlı ve biri diğerinden daha az muhtaç değildir. Bu tabakalardan bir kısmı Allah C.C yolundaki askerler, bir kısmı umûmî ve husûsî yazı işlerini gören kâtipler, bir kısmı adâletle hükmeden hâkimler, bir kısmı merhamet ve insafla vergileri toplayan tahsildarlar, bir kısmı cizye vergi ödeyen zimmîler (gayri müslim tebea) ile, zekât veren Müslümanlardır. Bunların bazısı ticâret ve sanat sahibi, bazısı fakr u zarûret içindedir.
Cenâb-ı Ekremü’l-Ekremîn bunların hissesini bildirmiş, her birine âit hudut ve farzları kitap ve sünnet ile gösterdikten sonra, mer’î ve mahfuz (riâyet ve muhafaza edilen) bir ahit olarak bize bildirilmiştir.
Askerler izn-i ilâhî ile memleketin kaleleri, vâlilerin şerefi, Dîn-i İslâm’ın izzeti, huzurun sebebidir. Millet bunlar sayesinde ayakta durur. Bununla beraber askerin intizamı, Allah’ın kendilerine ayırdığı vergilerle ayakta durur. Düşmana karşı onunla cihad edilir, işlerin uygun gitmesinde ona güvenilir, bütün ihtiyaçların temini onunla olur.
Bu iki sınıfın mevcûdiyeti hâkimlerin, vergi memurlarının ve kâtiplerin varlığı iledir. Zirâ bağlantıları ve sözleri îcâbına göre başaran ve menfaatleri toplayanlar, husûsî umûmî bütün işleri emniyete alan bunlardır.
Hepsinin devamı için ticâret ve sanat sâhiplerinin bulunması şarttır. Zirâ ticârî sebepleri, menfaatleri, başkalarının meydana getirmediği sanat eserini bunlar elde ederler.
Son olarak, fakirlerden ve ihtiyaç sâhiplerinden ihsan ve yardıma lâyık bu son tabakadan her bir ferdin Allahü Teâlâ’nın taksim ve bu ihsanların ihtiyacı kadar vâli üzerinde hakları vardır. Vallahi vâli: Allahü Teâlâ’nın verdiği bu vazife altından ancak kemâl-i gayretle, Allahü Teâlâ’dan yardım isteyerek ve ağır- hafif bütün işlerde nefsini hakka, sabır ve tahammüle alıştırmakla kalkar.
Kezâ, mürüvvet ve şerefiyle güzel ahlâk sâhibi, sevilen ve tanınmış âilelere, daha sonra cesur ve olgunluk sâhiplerine iltifat et. Çünkü bunlar kerem halkı, lütuf ve ihsan cemaatidir.
Sonra askerlerin başına öylesini geçir ki, Allah’a, Resûlü’ne ve imamına karşı hepsinden daha samîmi bulunup kalbi hepsinden temiz ve aklı başında olmak itibariyle hepsinden üstün olsun. Gazap anında ağır davransın; mâzeret beyan edenleri sükûnetle dinlesin; zayıflara merhamet edip kavîlerden uzak olsun; şiddetle kalkıp acizle oturan takımdan olmasın!..
Ana-baba, âile işlerini nasıl araştırırsa, sen de askerlerin işini öyle gözet. Kendilerine kuvvet için verdiğin şeyi, çok da olsa gözünde büyütme! Haklarında söz verdiğin ikram az da olsa, gözüne hakir görünmesin! Zirâ bunlar sana karşı ihlâs ve hüsnü zan beslemelerine sebep olur.
O tâifeye âit işlerin büyüğünü görüp de, küçüğünü tâkipten geri durma! Zirâ küçük ihsanından faydalanacakları mahal olduğu gibi, büyük ihsanından uzak kalmayacakları yerler de vardır.
Kumandanların sana göre en makbulü; iyilikte bulunan, hem askerlerin şahıslarını, hem geride kalan âilelerini sıkıntıdan kurtaracak kadar kendi servetinden fedâkârlık eden olsun ki, bu sayede düşmana karşı geldikçe hepsinin düşüncesi bir noktada birleşsin.
Vâliler için, memlekette adâletin devamı ile halkın kendilerine muhabbet göstermesinden büyük kazanç olmaz. Zîrâ, yürekler rahat olmadan muhabbet gösteremez.
Kezâ, askerin sana karşı samimiyeti ancak âmirlerinden memnun olması ve onlardan usanıp def’ini istememesiyle mümkündür. Sen kendilerine ümit sahaları aç, övülmeye müstahak olanları medh et, büyük vakalar geçirenlerin mârifetlerini saymakta kusur etme!.. Zirâ bunları sık sık anmak, Allah’ın izniyle şecâat sâhiplerini galeyâna ve harp istemeyenleri gayrete getirir. Bunlardan her birinin fedâkârlığını iyice bil. Katiyen birinin hizmetini başkasınınki ile beraber anma; kimseye, gösterdiği şecâatle mütenâsip olmayan küçük bir pâye verme!..
Bir de, ne mevkiinin büyüklüğü, adamın küçük hizmetini büyük göstermeye, ne de mevkiinin küçüklüğü, bir kimsenin fedâkârlığını küçültmeye sebep olmasın!
Altından kalkamadığın işleri, kestirip atamadığın meseleyi Allah ve Resûlüne havâle et!
Cenâb-ı Hak, irşadını dilediği kavme: “Ey îman edenler! Allah’a, Peygambere ve sizden olan emir sâhiplerine itâat edin! Şâyet bir işde ihtilâfa düşerseniz, onu Allah’ın Kitab’ı ve Peygamber’in (S.A.V.) sünneti ile hallederek ayrılığa meydan bırakmayın!” (Nisa, 59) buyurmuştur.
İnsanlar arasında hüküm vermek için öyle hâkim seç ki, halkın en değerlisi olsun; işinde sıkılmayan, mürâfaada sinirlenip inada kalkışmayan, hatasında ısrar etmeyen, hakkı gördüğünde döneceği yerde dili tutulup kalmayan, hiçbir zaman tamâ’ ile menfaat endişesine düşmeyen, meselenin tamamını anlamadan acele hasıl ettiği kanâati kâfi görmeyen, şüpheler üzerinde ziyade duran, delillere sıkıca sarılan, hasmın mürâcaatından en az usanan, işlerin açıklığını fazlasıyla bekleyen, hükmün infazında kat’’î davranan, övülmekle şımarmayan, heyecanla eğilip bükülmeyen kabiliyet ve ahlâka sâhip olsun. Vâkıa böyleleri azdan azdır...
Bu kimselerin vereceği hükümleri de sık sık tahkik et, halktan ihtiyaçlarını kesecek kadar. İkramda bulun. Onlara, yanında öyle bir mevki ver ki, yakınlarından kimse göz dikmesin ve onlar başkalarının sana gelip de kendileri aleyhine ihânet edemeyeceğinden emin olsunlar.
Bu hususta gâyet dikkatli olmalısın. Çünkü bu din, kötü kimselerin elinde esir oldu. Din nâmına çok yanlışlar yapıldı ve onunla dünya menfaati elde etmeye çalışanlar çoğaldı.
Memurlarını da dikkatle inceledikten sonra iş başına getir. Taraf tutarak ve hissî davranarak kimseye vazife verme.
Çünkü bu iki sebep insanı zulme ve hıyânete götürür. Bu işler için asîl âilelerden yetişmiş, tecrübe ehli, hayâ sâhibi, İslâm’a hizmeti geçmiş kimseleri araştır. Zirâ ahlâkı dürüst, nâmus ve şerefi sağlam olan insan tama’ın câzibesine en az kapılır ve işlerin sonunu en doğru görür.
Bu kimselerin ihtiyaçlarını geniş bir şekilde temin et. çünkü bu, onların nefislerini salâha sevk etmekte bir kuvvet olacağı gibi, onlar elleri altındaki şeylere el uzatmaktan o sâyede vazgeçerler.
Şayet emrine karşı gelir, emâneti saklarsa, senin için haklarında kullanacak bir delil olur.
Bunların icraatını tâkip et, peşlerine saygı ve sadâkat sâhibi gözcüler gönder. Zirâ işleri nasıl gördüklerini gizlice öğrenmek, onların emâneti muhafaza ve halka merhametle muâmele etmelerine sebep olur.
Memurlarına karşı ihtiyatlı ol. İşlerinde hıyânete el uzatan olur da, gözcülerinin raporu bu hıyaneti tasdik ederse, ona lâyık olduğu cezayı tatbik edip topladığı paraları alır, kendini zelil eder, alnına hıyanet lekesi vurur, boynuna ar töhmeti geçirirsin.
Vergi işini de memurların salâhıyla birlikte tâkip et. Çünkü vergi işini islâhda, memurların salâhında, başkalarının selâmeti de vardır. Zâten halkın selâmeti bunların ehliyetine bağlıdır. Çünkü halkın hepsi vergiye ve vergi verene muhtaçtır. O halde memleket imârına sarf edeceğin vakit, vergi toplama gayretin de fazla olsun! Zirâ vergi imar için toplanır. Îmarsız vergi isteyen, beldeleri harabeye çevirir; halkı helâk eder ve kısa zamanda işi yürümez hâle gelir.
Şâyet yükün ağırlığından, âfet, yağmur ve suların kesilmesinden, toprakların su altında kalmasından, kuraklık istîlâsından şikâyet olursa, tesirini umduğun bütün vâsıtalara mürâcaatla dertlerini hafifletmeye çalış! Bu hususta sana hiçbir fedâkârlık ağır gelmesin. Zirâ o bir sermâyedir ki, beldelerini îmara ve vilâyetin güzelliğine sarf için sana yardım ederler, senâlarını da kazanmış olursun. Zâten bu sermâyeyi fazlasıyla vereceklerine, adâletli ve merhametli muâmelen sebebiyle senden emin bulunduklarına inanmıştın.
Bir gün yardımlarına muhtaç olduğun bi hâdise zuhur ederse, hatır hoşluğu ile ağırlığı üzerlerine alırlar ve ne yüklersen götürürler.
Memleketin harap olması, halkın sefâletinden doğar. Halkın sefaletine sebep ise, vâlilerin servet hırsları, uzun müddet mevkilerinde kalabilecekleri zannı, bir de, geçmiş hâdiselerden ibret almamalarındandır.
Kâtiplerin hâline de dikkat et! iş başına en iyilerini getir. Husûsiyle teşkilât ve sırlarını teslim edeceğin mektuplarını, soyu temiz kimselere yazdır, ahlâkı güzel olsun, gördükleri itibar ile şımarıp başkalarının yanında sana karşı gelmeye cüret etmesinler!
Memurların sana yazılan mektupları getirip göstermekte ve senin yazdığın cevapları doğru yazıp göndermekte, senin hesabına alıp vereceği şeylerde gaflet edip kusur etmesinler; lehinde bulunan bağlantıları muhkem tutsunlar, aleyhinde olanları da çözmekte zaaf göstermesinler, memuriyetinin mevkiinden habersiz olmasınlar. Kendi kıymetini bilmeyen, başkasını bilemez.
Bunları seçmekte yalnız sîmalarını tetkik ve hüsnü zannın kâfi gelmesin. Çünkü öyle insanlar var ki, dâima hulûs ve güzel hizmet gösterip görünüşe göre hükmeden vâlilerin gözüne girebilirler. Halbuki, ihlâstan nasipleri yoktur.
Bu itibarla senden evvelki iyi hal sâhibi vâlilerin hizmetinde bulunanları araştır! İnsanlar arasında itibarlı olan, emâneti yerine getiren kimseleri seç. Bu hareket senin Allahü Teâlâ’ya ve kendisinden emir aldığın kimseye karşı ihlâsını gösterir. İşlerini tertipleyerek her birine bu kâtiplerden birini tâyin et ki, işin ağırlığı altında ezip de âciz kalmasın.
Şâyet kâtiplerin hatasını gördüğün halde aldırmazsan, onun nâmına kendin ceza görürsün.
Sonra ticâret ve sanat sahipleri: Bunların bir kısmı oturduğu yerde çalışır, bir kısmı beldelere mal götürür, bir kısmı el emeği ile geçinir. Hepsine iyi muâmele et ve başkaları tarafından da iyi muâmele edilmesini tavsiye et. Çünkü bunlar memleket için sâde hayır ve menfaate vesîledir.
Hayır ve faydası, senin toprağından, denizinden, ovalarından ve dağlarından, başkaların cesaret edip gidemediği uzak yerlerden getirirler. Bunlar bir memlekete sulh ve selâmet getirenlerdir. Ne karışıklık çıkarmalarından korkulur, ne de fesatlarından endişe edilir. Bunların yanında olan ve diğer beldelerde bulunan işleri tâkip et!
Şurasını da unutma: bunların çoğunda kötü tamâ, çirkin bir hırsla beraber, menfaatte ihtikâr, alış-verişte hile olur. Bu ise halkın için zarar, vâli için ayıp ve ardır.
İhtikâra da yol verme! Fahr-i Âlem S.A.V. ihtikârı men etmiştir.
Alım-satım doğru tartılarla olup, alıp satanı ezmeyecek, mûtedil bir sûrette yapılmalı.
Koyduğun yasaktan sonra ihtikâra tevessül edenleri, ileri gitmemek şartıyla cezalandır.
Alt tabakada her imkândan mahrum fukara, çâresiz, felâketzede ve kötürümler hakkında Allahü Teâlâ’dan kork; hem de çok korkmalısın! Bunlar içinde hâlini söyleyenler olduğu gibi, anlatamayanlar da olur. Allahü Teâlâ’nın bunlara dâir sana tevdî ettiği hakkı koru! Fakir Müslümanlara mahsus olan mal ve paradan onlara hisse ver. Zirâ en uzaktakiler de en yakındakiler gibi hakka sâhiptir. Cümlesinin hukukunu gözetmek de sana düşer.
Sakın büyüklük hâli seni onlarla uğraşmaktan alıkoymasın. Ehemmiyetli işleri görüp ehemmiyetsizleri bırakman seni mazur göstermez. Bu sebepten kendilerini düşünmekten geri durma ve zavallılara ekşi çehreyle ve bozuk yüzle bakma!
Yine bunlardan aşağı görülerek âmirlerin hafife alması sebebiyle sana kadar gelemeyenleri araştır. Sırf bunlar için müttekî, mütavâzi ve emin bir kimse vazifelendir! arada işlerini sana bildirsin.
Hâsılı, öyle çalış ki, Huzur-u Bârî’de “Gücümü sarf ettim” diyebilesin. Halkın bu tabakası, adâlet ve infaka başkalarından ziyade muhtaçtır.
Hulâsa, herkesin hakkını vermeye son derece dikkat et! sonra, yetim, yaşlı ve çâresizleri üzerine al. Vâkıa bu işler vâliye ağır gelir. Zâten ne kadar hak varsa hepsi ağırdır. Bunu, Allahü Teâlâ, dünyadan çok âhireti düşünerek nefsini tahammüle alıştıran ve kendi hakkında ahd-i ilâhinin doğruluğuna inanılmış olan kimselere kolaylaştırır. Yani ilâhî hükümleri dâima gönlünde tutup onları yerine getirmeye gayret eden kimseye ilâhî yardım ulaşır.
İhtiyaç sâhipleriyle meşgul olacağın bir zaman ve yer ayır da, hepsiyle bir arada oturarak, seni yaratan Allah’ın rızasını kazanmak için onlara son derece tevâzu göster. Bir de askerleri, yardımcılarını, muhâfız ve zâbıta memurlarını yanında bulunma ki, görüşmek isteyenler sana dert dökebilsin.
Ben Resûlüllah S.A.V.’den kaç defa işittim: “İçinizdeki zayıfın hakkı kuvvetliden kolayca alınmayan ümmet, hiçbir zaman kuvvet bulamaz,” buyurdu.
Bunların münâsip olmayan sözlerini ve meramlarını anlatmadaki acizliklerini de hoş gör. Hırçınlık ederek azamet gösterme! Bu yüzden Cenâb-ı Erhamurrahimîn sana rahmet kapısını açar, tâatine mukabil mükâfat ihsan eder. Verdiğini güler yüzle ve gönül hoşluğuyla ver; vermediğini de kabul edilebilir özürde bulun.
İşlerin içinde öyleleri olur ki, bizzat görmen lâzım gelir. Meselâ, kâtiplerin acizlik gösterince, vergi memurlarına cevabı sen vereceksin. İnsanların hâcetleri, memurların tahammül edemeyeceği dereceyi buldu mu, îcabına sen bakacaksın.
Her günün işini o gün görmelisin. Zirâ o günün de kendine mahsus işleri vardır.
Ey Mâlik! Vâkıa hâlis niyetle ve halkın selâmetini temin kastıyla bu meşguliyetlerin hepsi, Allahü Teâlâ içinse de sen yine vakitlerin en hayırlısını Allahü Teâlâ ile arandaki haller için nefsine tahsis et. Hâlisâne (Allah için) edâ edeceğin ibâdet ve tâatin başlıcası ise, Zât-i İlâhîye mahsus olan farzları yerine getirmek olsun.
Gecende gündüzünde bedeninden Allahü Teâlâ’ya mahsus olan kulluk hissesini ayır. Seni Hakk’a yaklaştıran ibâdetleri muhakkak eksiksiz edâ et.
Halka imam olursan, bıktırıp bezdirecek gibi kıldırma. İnsanlar içinde öyleleri var ki, ya illet veya iş sâhibidir. Resûlüllah S.A.V. beni yemene gönderirken “Onlara namazı nasıl kıldırayım?” dedim, “En zayıflarının namazı gibi” buyurdu.
Müminlere merhametli ol. Halktan uzun müddet saklı durma! Vâlinin saklanması sıkıntı olduğu gibi, memleket işlerini de tam bilemez.
Vâlilerin perde arkasında oturmaları, perde dışında dönen işleri bilemez de gözünde işlerin büyüğü küçülür, küçüğü büyür, güzeli çirkin, çirkini güzel görür, iyilik kötülükle karışır. Zirâ vâli de nihâyet bir insandır. Halkın kendi gözünden gizli kalan işlerini nasıl bilsin! Üzerlerinde hakkın nişânı yok ki, doğru ve yanlışın her çeşidini ayırmak mümkün olsun.
Ey Mâlik! Şimdi sen halk arasında ya hak yolunda mal ve can fedâ eden gani gönüllü bir kimsesin. Bu hâle göre neden vâcip olan bir hakkı ödemekten yahut kerîmâne bir harekette bulunmaktan Çekinip sıkılasın? Veya cimrilik illetine müptelâ bir adamsın! Bu ihtimâle göre de halk, ihsanından ümit kestikleri gibi, senden istemekten de çabuk vazgeçerler. Halbuki halk tarafından sana arz edilecek hâcetlerin çoğu ya birbirinden şikâyet veya bir muâmelede adâlet dileme gibi senin yardımını istemekten ibarettir.
Vâlinin maiyeti ve yakınları vardır. Bunların iltimasları, iş uzatmaları ve muâmelâtta insafsızlıkları görülür. Sen onların zararlarını yok et ve bu gibi hallerin sebeplerini ortadan kaldır.
Etrafındakilere ve sana husûsiyeti olan akrabandan birine katiyen toprak verme; bunlarla müşterek bir iş tutarak etrafındakilere zarar verecek ve zahmeti başkalarına yükleyecek şekilde menfaat elde etmeye katiyen tamâ etme! Çünkü bunun kârı değil, ârı dünya ve âhirette senindir.
Yakın uzak herkese hakkı kabule mecbur et. husûsiyet ve yakınlığı olanlar için mutlaka bu hususta dikkat ve sebat göster. Nefsine ağır gelecek olan bu işin sonunu bekle.
Şâyet halk senin zulmettiğini zannederse, kendilerine özür beyanıyla zanlarını değiştir. Bu hareketinle, hem nefsini kırmış, hem halka merhametle muâmele etmiş, hem de kendini mazur göstermiş olursun. Onların hak üzerinde olmaları isteğin de bu sâyede hâsıl olur.
Düşman tarafından sana teklif olunan sulh, rızâ-i ilâhîye muvâfıksa, aslâ reddetme! Zirâ sulhta, askere istirahat; sana, endişeden rahat; beldeler için selâmet vardır.
Sulhtan sonra ziyade dikkat ve ihtimamla düşmandan sakın. Belki gâfil avlamak için sana yaklaşmak istemiştir. Bu sebeple ihtiyata riâyet et ve hüsnü zandan bulunma!
Düşmanla bir mukavelen veya anlaşman varsa ona uy, ahdine sadık ol. Ahde vefa için îcâbında hayatını fedâ et. zirâ arzuları başka başka, düşünceleri değişik olmasına rağmen farzlar arasında ahde uymak kadar, insanların üzerinde birleştiği bir şey yoktur müşrikler dahî hıyanetin vahim neticelerini gördüklerinden Müslüman’lara olan ahitlerine vefâ ederler. Aslâ verdiğin sözden dönme, ihânet etme, düşmanını aldatma! Zirâ hüküm giymiş, heder olmuş akılsızlardan başka hiçbir fert Allahü Teâlâ’ya karşı cüret gösteremez. Allahü Zülcelâl, ezelî rahmeti îcâbı, ahdi kulları için şefkatinin gölgesi, barınacakları emniyet sahası ve saadet için civarında koşacakları huzur mahalli kılmıştır. Bunun için, onda fesat ve hıyanette bulunmak yahut aldatmak olmaz.
Tevîlâta müsâit olan akitlerde bulunma. Te’kit ve tevsık ettiğin (vesikaya bağladığın) akdi (sözleşmeyi) bozmak için kelimelerin gizli mânânalarından istifadeye kalkışma!
Allah’a söz verme îcabı girmiş olduğun işin ağırlığı, seni haksızlıkla onu genişletmeye sevk etmesin. Zirâ bu hareketle sonu iyi olacak sandığın darlığa tahammül etmek, senin için dünya ve âhirette kurtuluş imkânı olmadığı bilinen bir hıyânetten daha ehvendir.
Haksız yere kan dökmekten son derece sakın! Haksız yere kan dökmek gibi felâketi çeken, onun kadar mes’ûliyeti büyük, onun kadar nimetin yok olmasına, devletin yıkılmasına sebep olan bir şey yoktur. Allahü Teâlâ kıyâmet günü kulları arasında hükmünü yürütürken, döktükleri kandan başlayacaktır. Haram olan kanı dökerek, saltanatını yürütme sevdâsına kapılma! Zirâ bu hareket saltanatı zayıflatır, yok eder, başka ellere geçmesine sebep olur.
Hele kasten yapacağın bir katil için, ne Allah’ın katında, ne de benim yanımda, (bedenen kısas icap ettiğinden) özrün makbul olmaz. Şâyet bir haksızlığa uğradığında cezâ verirken kırbacın, kılıcın, yahut elin ileri gider, haddi aşarsan (zirâ zaman olur ki, yumruk yahut fazlası ölüme sebep olur) o zaman sâhip olduğun nüfûza güvenerek ölenin velilerine haklarını vermemezlik etme!
Sakın kendini beğenip de nefsinin sana hoş gelen taraflarına güvenme. Yüzüne karşı medh olunmayı isteme! Zirâ iyilerin ne kadar iyiliği varsa, hepsini mahvetmek İçin iblisin elindeki fırsatların en sağlamı budur.
Bir de halka ettiğin ihsanı başlarına kakma, yaptığın işleri mübâlağalı gösterme. Halka olan vadinden dönme. Çünkü minnet ihsanı bitirir; mübâlâğa hakikati söndürür, halkın Hâlik’ın nefretini çeker.
Cenâb-ı Hak “Böyle, sizin yapmadığınızı söylemeniz Allah indinde nefret veren bir harekettir”, (Sâffât, 3) buyuruyor.
Dikkat et! işlere vaktinden evvel atılma, vakti gelince de geciktirme.
Açıklık kazanmayan işlerde inat etme, açıklık kazanınca da gevşeme. İşlerin her birini yerli yerine koy, memurların her birini yerinde bulundur.
Herkesin birleştiği noktalarda kendini kayırmaktan çekin. Hizmetindeki kimselerin görülmüş fenalıklarına karşı senden beklenen hareketi göster, habersiz gibi davranma. Sonra başkası hesabına sen ceza görürsün.
Yakın vakitte işlerin üzerindeki perdeler, gözünün önünde açılır ve mazlumun hakkı senden alınır. Hiddet ve gazabına, el ve diline hâkim ol! Bunların hepsinden sâlim kalabilmek için şiddetini te’hir et ki, öfken geçsin de ihtiyârına mâlik olasın.
Hâlik’a döneceğini düşünüp endişeye düşmedikçe, nefsine hâkim olma imkânını bulamazsın. Şimdi üzerine vâcip olan; senden evvelkilerin âdil hükmünü, ya doğru bir işini, ya Fahr-ül- Mürselîn’den gelen bir haberi, ya Allah’ın Kitâbında zikrolunan farzları hatırlamaktır. Tâ ki, böyle meselelerde bizden gördüğün hareketlere uyasın ve ilerde nefsin isteklerine kapılmanı mazur göstermek mümkün olmasın diye, bu Emirnâme’de bildirdiğim ve elimde sana karşı sağlam bir hüccet bildiğim ahkâmı tatbike çalışasın.
Allahü Teâlâ’nın vâsî rahmetinden ve bütün istekleri kuşatan azamet ve kudretinden dilerim ki, rızâ-i Bârî’sine uygun kullar arasında hoş hatır ve beldeler içinde hayırlı eserler bırakmak için gücümüz yettiği kadar çalışmaya seni de beni de muvaffak eylesin. Hakkımızda nîmetini tamam, keremini ziyâde ile sana da bana da saâdet ve şahâdetle can vermek müyesser eylesin. Bizim niyâzımız Allah’adır. Vesselâmü alâ Resûlullah.
***
Halîfe-i Müslimîn Hz. İmam-ı Ali Mısır vâlisi Malik Hz.’ne yazdığı bu Emirnâme’den, Müslümanlığın bütün idârî meseleleri ve siyâseti rûhu, açıkça anlaşılmaktadır. Ve bizim için rehber olduğu kadar İslâm’ın mâhiyetini anlamayan ve ithamda bulunanları da îkaz eden mühim bir vesîkadır.
15. Risale: Nasihatler-1
- Ayrıntılar
- Kategori: İnce Risaleler
- Gösterim: 12289
KURTULUŞ
Hakk’a ulaştıran tek yol; İbâdet
“İhlâsla edâ edilen ibâdetler belâlara mânîdir, sâhibini korur.” İbâdet ve itâat kurtuluş yoludur. (Erenlerden)
Hayâtın Gâyesi: Allah’a ibâdet, emirlerine itâat ve nîmetlerine şükür ile iki âlemde saâdet bulmaktır.
A.C.: “Ben, cinleri ve insanları ancak beni tanısınlar ve bana ibâdet etsinler diye yarattım.” (S. Zâriyât:56) İnsan oğlunun ilk işi bu âleme geliş sebebini, yaratılış hikmetini bilmektir.
İbâdetsiz hayatın hayrı yok, hüznü çoktur. Uyuşturucu arayan batılılar ve benzerleri buna misâldir. Allah’ın ihsanı olan vücûdu, ruh, akıl ve âzâları ilâhî hudutlar içinde kullanmak, kurtuluş yolu ondan ötesi hayal mahsulüdür.
A.C.: “Zikrimizden yüz çevirenlere maîşet darlığı vardır.” (S. Tâhâ:124) Varlıkta darlık, gönül sıkıntısı, rûhî huzursuzluklar buna dâhil edilmiş. Hakka ibâdet, büyük saâdettir...
Şeriat Üç Kısımdır: İlim, amel, ihlas. Kurtuluşa sebep olan, îmandan sonra hâlis niyetle kılınan ve her gün bin şehid sevâbı verilen beş vakit namazdır. Vaktinde kılınan namazda, Cemâl-i Îlâhî, rızâ-ı ilâhî ve mağfiret-i ilâhî vardır. Geç kılınan namazda yalnız mağfiret kalır. Hiç kılmayanlara musîbet ve ilâhî gazap hazırlanır...
H.Ş.: Abdest’te başa kaplama mesh yapılan vücûda Allahü Teâlâ Cehennemi haram kılar. Sünnetler: dünyada musîbet ve hastalıklara, âhirette cehenneme karşı kaledir...
H.Ş.: Misvaklı abdest’le kılınan namaz, misvaksız namazdan yetmiş defa efdaldir (İbni Âbidîn C:1S:150)
Niyet:
Namaza niyet kalple yapılır. Dille niyet bid’attır. (M.İ.R.C:1-M:186)
Ahzâb Duâsı:
Musîbet zamanında, sabah namazı sünnetinin ikinci rekâtında, zammı sûreden sonra, kunut yapıp “Ahzâb Duâsı” okumak, belânın def’ine sebeptir...
Gafleti def için: Sabah namazının sünneti ile farzı arasında şu duâ en az üç kerre okunur: “Yâ Hayyü yâ Kayyûm, yâ zel celâli vel ikrâm. Es’elüke en tuhyiye kalbî binûri mâ’rifetike ebeden yâ allah yâ Allah yâ Allah yâ bedîassemavâti vel erdı.” (Emâli Şerhi)
Şu tesbihi her gün yüz defa okuyan, sonsuz mükâfâta erer: “sübhânallâhi ve bi hamdihî sübhânellâhil azîm, ve bihamdihî estağfirul-lah.” (M.İ.R .C:1. M:307)
Sabah namazını, âile ferdleriyle de olsa cemâatle kılıp kerâhat vaktinden sonra, Allah rızâsı için iki rekât namaz kılan, ihram giymiş ve kurban kesmiş gibi, tam Hac ve Umre sevâbına nâil olur. (Nîmet-i İslâm S. 133)
Sarık:
Sarıkla farz ve nâfile namaz, sarıksız kılınan yetmiş rekat namazdan üstündür. (Râmûz: 291/11) Akıllı kımse bu sünneti işler, kat kat kazanır, ahmaklar mahrum kalır...
Sabah ve akşam namazlarından sonra onbir defa: “Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh, lehül mülkü velehül hamdü yuhyî ve yümît, ve hüve hayyün lâ yemût biyedihil hayri ve hüve alâ külli şey’in kadîr” tehlilini okuyanın maddî ve mânevî derecesi yükselir ve o gün günah işlemekten korunur. (Nîmet-i İslâm S: 133)
HÜVALLAHÜLLEZÎ:
H.Ş.: “Sabah ve akşam namazlarından sonra, Hüvallahüllezî... okuyan kişiye yetmiş bin melek istiğfar eder. O gün vefat etse şehid olarak gider.” (Râmûz 438)
Akıllı bu nimeti kaçırmaz.
ÂMENERRASÛLÜ:
H.Ş.: “Yatsı namazından sonra, Âmenerrasûlü... okuyanın malı, canı, her şeyi gelecek yatsıya kadar himâye altında olur ve o kişiye bütün gece ibâdet etmiş sevâbı verilir.” (Râmûz: 187/3) İnanmışlar istifâde eder, inanmayan eli boş gider...
Salât-i Münciye
Vitir namazında kunut duâlarından sonra okuyanın namazları Mevlâ’ya tereddütsüz arzedilir ve kabûle sebep olur. Namazın kabûlü, kazancın büyüğüdür.
İstiğfar: Farz namazlardan sonra yetmiş istiğfar okumak, gelen musîbeti kaldırır, geleceğe mânî olur ve rızık genişliğine sebeptir. (M.İ.R.C:2.M:80)
Âyetül kürsî, İhlas, Felak ve Nâs:
Tesbihlerden önce, bu sûreleri okuyanları Cenâb-ı Hak iç ve dış hastalıklardan ve belâlardan korur. (Nîmet-i İslâm S:246)
H.Ş.: “Duhâ Namazı’na devam eden kimsenin günâhı deniz köpüğü kadar olsa da affolunur.” (Râmûz: 416/13)
Duhâ namazı kılan, dünya sıkıntısı çekmez. Bu namazın yüzde yetmiş beş mükâfâtı dünyada verilir.
Evvâbîn Namazı kılanın elli yıllık günahı silinir ve ona bir sene nâfile namaz sevâbı verilir. (Nîmet-i İslâm. S:368) (Şir’a’da on iki yıl denilmiş.)
Teheccüd namazı
H.Ş.: “Farz namazlardan sonra en fazîletli, Teheccüd namazıdır.” (Ebû Dâvûd. İhyâ C:1.S:1019) Bu namazı kılanların duâsı kabul, derecesi yüksek olur. Teheccüd vakti; gece, öğle namazına tekâbül eden vakitten imsak bitimine kadardır. Geç yatanlar, 12 den sonra kılıp yatarlar.
H.Ş.: Evden Çıkan kimse: “Bismillahi tevekkel-tü alellahi lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm” der, üç, beş veya yedi Âyetül Kürsî okur, altı tarafa, “Hû” der, yedinciyi içe çekerse, ilâhî kaleye girer, belâlardan emin olur. (Râmûz: 420/2)
Eve girerken Besmele-i Şerîfe okumak, Şeytanı kovar. Selâm vermek de bereketlere sebep olur.
Namazdan Sonra,”LEKAD CÂEKÜM...” (S. Tevbe:128-129) okuyan, belâlardan korunur. Ona o gün ölüm gelmez. Bir zât devam etmiş; “Okumayı bırak, bize gel” denilmiş.
A.C.: “Sabırla (oruçla) ve namazla (Allahü Te[Ms1]âlâ’dan) yardım dileyin.” (S.Bakara:45) İşte boş dönülmeyen hâcet kapısı... Kuru yalvarmadan önce yapılacak iş; oruç tut, tesbih namazı kıl, hâcetin hâsıl olur, Mevlâ’dan inâyet gelir.
Sabah Namazı
H.K.: Ey Âdemoğlu! Günün evvelinde bana kulluk et ki, günün sonuna kadar seni korktuklarından emin edip, umduklarına ulaştırayım.
Rızıkların taksimi ve berekâtın inme zamânı olan sabah namazı vaktini uykuda geçirenlerin rızkı noksanlaşır. Günün en şerefli zamanıdır. Vücûdun en zayıf vakti olduğundan, Verem hastalığı o zaman başlar. Sabah uykusu rızkı noksanlaştırır. Koyun, köpek, çoban, vezir hikâyeleri meşhurdur. Koyun o saatte uyanık; rızkı bol, nesli çok. Köpek uykuda; rızkı kıt, nesli azdır. Çoban da o saati boş geçirmeyip erenlerden olmuştur.
H.Ş.: Bir kısım melekler gece, bir kısmı da gündüz size gelirler. Sabah ve ikindi namazını sizinle kıldıktan sonra melekler semâya çekilir. Mevlâ meleklerine: “Kullarımı ne halde bıraktınız?” diye sorar. Onlar: “Yâ Rabbi. Onları namaz kılarken bulduk, namaz kılarken bıraktık” derler. (Müslim C 1 S. 260 Hadis No: 210)
H.Ş.: Ayın on dördüydü. Resûlüllah S.A.V. aya baktı ve: “Şu ayı gördüğünüz gibi Rabb’inizi göreceksiniz. Güneşin doğması ve batmasından evvelki (Sabah ve ikindi) namazları(nı) edâ etmekte Mü'min kardeşlerinize elinizden geldiği kadar yardımcı olun ve bunu terk etmeyin” buyurdu. (Müslim C 1 S. 260 Hadis No: 216)
H.Ş.: Kim yatsı namazını cemâatle kılarsa, gecenin yarısını, sabah namazını da cemâatle kılarsa, gecenin tamamını namazla geçirmiş gibi mükâfâta mazhar olur. (Müslim C 1 S. 260 No: 287)
Sabah Namazını Cemâatle kılmayan kişinin nefsi aslâ kemâl bulmaz. (M.İ.R.C.1 M 52)
Sabah namazını, cemâatle kılmak bir gece nâfile namaz kılmaktan birkaç mertebe üstündür. (Mektûbat)
H.Ş.: Kim sabah namazını kılarsa, Allah'ın zimmetinde (himâyesinde)dir. Allahü Teâlâ zimmetinde olmayanı yüz üstü cehenneme atar. (Müslim C 1 S. 260 Hadis No: 288)
Ebû Hüreyre R.A.: “Biz Peygamberimiz zamanında erkenden sabah namazına gelmeyi, Resûlüllah ile savaşta bulunmuş kadar şerefli sayardık” demiştir.
H.Ş.: İki rekat sabah namazı, dünyadan ve içindekilerden hayırlıdır.
H.Ş.: Yatsı ve sabah namazı münâfıklara ağır gelir. İnsanlar bu namazlarda olan füyüzât-ı ilâhîyi bilseler, emekleyerek de olsa (gelip) kılarlardı. (Ruhulbeyan C. 5 S. 444)
H.Ş.: Güneş doğuncaya kadar yapılan zikir ve tesbih İsmâil oğullarından seksen köle âzat etmekten efdaldir. (Ruhulbeyan C. 5 S. 444)
“Güneşin doğuş ve batışından evvel Rabb’ini hamd ile tesbih et (sabah ve ikindi namazlarını kıl.) (S. Taha 130)
Denilmiş ki: Kim beş vakit namazı devamlı cemâatle kılarsa, Allahü Teâlâ ona geçim darlığı ve kabir azabı vermez; kitabı sağından verilir, sıratı şimşek gibi geçer ve hesapsız olarak cennete girer.
Kim beş Vakit namazda ve cemâate gitmekte tembellik ederse, Allahü Teâlâ onun rızkından ve kazancından bereketi kaldırır, yüzünden sâlihler sîması silinir, sâir ibâdetleri de kabul olunmaz. İnsanlar ona kalben buğzeder; ruhu aç ve susuz olarak kabzolunur, Münker ve Nekir şiddetle sual sorar; kabri dar ve karanlık olur, hesâbı zor verir ve Allahü Teâlâ ona cehennemde azap eder. (Ruhulbeyan C. 5 S. 444)
İRŞAD ve HAKKA DAVET
A.C.: Asr’a yemin olsun ki, insan (ömrünü dünya için sarf etmekle) dalâlette ve ziyandadır. Ancak iman edip iyi amel işleyenler ve sabırla (günahtan uzak kalıp) ibâdete gayret etmeyi tavsiye edenler kurtulmuştur. (S. Asr)
A.C.: Kim iyiliğe önderlik ederse o iyiliğin sevabından hisse alır. Kim kötülüğe vâsıta olursa ona kötülükten hisse vardır. (S.Nisa 85)
H.Ş.: En cömert kimdir size haber vereyim mi? En cömert Allahü Teâlâ’dır, ben de Âdemoğullarının cömerdiyim. Benden sonra en cömerdiniz o kimse ki ilim öğrendi ve ilmini insanlara yaydı... (Mektûbât- c:1 S. 79)
H.Ş.: "İlimden bir mes'ele öğrendiğin zaman, o senin için kabul olunmuş bin rek'at nâfile namaz kılmandan hayırlıdır. Bunu, insanlara öğrettiğinde, amel edilsin veya edilmesin, yine senin için kabul olunmuş bin rek'at nâfile namaz kılmandan hayırlıdır." (Râmûz: 39/8)
H.Ş.: Sizden biri, kendisinde kardeşine verebileceği bir nasîhat bulursa, ona hemen söylesin. (Râmûz:65/8)
H.Ş.: Emr-i bil mâruf ve nehy-i anil münker'i bırakan kişi, Kur'an'a ve bana inanmış olmaz. (Râmûz:69/8)
Meşhur Yahûdi sözü “Her koyun kendi bacağından asılır.” “Beni sokmayan yılan bin yaşasın.” “İlim, iman ve ibâdet yolunu keser.” “İbâdet etme mi diyoruz, Camiye kilit mi vurduk” der.
Süleyman Paşa: Edirne’yi fethedince Hıristiyanlar kendisine müracaatla okul yapmak için izin istediler. Müsâade etmedi. Başka bir zaman “Kilise yapacağız” dediler, izin verdi. Muhteşem bir kilise yaptılar.
Halk gelip Paşaya: “Bu ne iştir? Sabi sıbyanı okutmak için mektep inşasına izin vermemişken, şehrin ortasında şu kara kubbeli kilisenin inşasına müsaade ettiniz?”
Süleyman Paşa’nın tarihlere geçen cevabı:
“Bunda ne var, oraya toy giren toy çıkar; ya okul öyle mi?.. Orada erkan-ı harp yetiştirir sonra da başına belâ kesilir...” demiştir.
H.Ş.: Sadakanın faziletçe en üstünü Müslüman bir kimsenin ilim öğrenip onu Müslüman kardeşine öğretmesidir. (İbn-i Mâce C. 1 S. 98
H.Ş.: Kim halka öğretmek için ilimden bir kapı açarsa kendisine yetmiş sıddıkın sevabı verilir. (Tergıb C.1 S. 98)
H.Ş.: Hediye ve ihsanın en üstünü hikmetli bir sözü öğrenip onu başkasına öğretmektir ki bu bir sene nâfile ibâdetten hayırlıdır. (İhya c.1 s 101)
H.Ş. Kim iki hadis dahi öğrenip istifâde eder ve başkasına da öğretirse, bu kendisi için 60 yıllık (nâfile) ibâdetten hayırlıdır. (Ramuz 413/4)
H.Ş. Kim hayra dâvet ederse kendisine o hayrı işleyenlerin sevabı kadar sevap yazılır. (Muhtarul Ehadis s. 167)
H.Ş. Kim hidâyete dâvet ederse o hidâyete tâbî olanların ecirleri kadar kendisine sevap yazılır. Onların ecirlerinden de bir şey eksilmez (Muhtarul Ehadis 167)
H.Ş. Varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki. Ya iyiliği emredip kötülükten men edersiniz ya da Cenâb-ı Hakk üzerinize azabını gönderir de, o azabın kaldırılması için Allah’a duâ edersiniz, lâkin duâlarınız kabul olunmaz. (Muhtarul Ehadis S. 156)
H.Ş.: Mü’min mü’minin kardeşidir. Hiç bir halde ona nasihati terk etmez. (M.E. S. 150)
H.Ş.: Hak söz ne güzel hediyedir ki onu duyar sonra Müslüman kardeşine taşıyarak öğretirsin. (Muhtarul Ehadis S. 152)
H.Ş.: İlim öğrenmek husûsunda yarışınız. Doğru sözlü kişiden öğrenilen ilim dünyadan ve içindeki altın ve gümüşten hayırlıdır. (Muhtarul Ehadis s.84)
H.Ş.: İlim talep etmek her Müslüman’a farzdır. İlim öğrenen için her şey, hatta denizdeki balıklar da istiğfar ederler. (Muhtarul Ehadis s.93)
H.Ş.: İlim talebi Allah indinde nâfile namaz kılmaktan, oruç tutmaktan, haccetmekten ve Allah yolunda cihaddan efdaldir.
H.Ş.: İlim İslâm’ın hayatı ve imanın istinatgâhıdır. Kim ilim öğrenirse Allah onun ecir ve mükâfâtını tamamlar ve bilmediklerini öğretir. (Muhtarul Ehadis s. 100)
H.Ş.: Müslüman’ın din kardeşine hikmetli sözden üstün hediyesi olamaz. Çünkü bununla hâli değişir, hayra istîdât gelir, selâmet bulur. (Cami ussağır)
H.Ş.: Allahü Teâlâ’nın ziyâde rağbet ettiği kişi insanlara nasihat edendir.
H.Ş.: Nasihatle Allah’ı kullarına sevdiriniz ki, Allah’ta sizi sevsin.
H.Ş.: O insanı Allah sevsin ve nurlan-dırsın ki, sözlerimi işitti, ezberledi ve aynen başkalarına ulaştırdı. (İhya c. 3 s. 380)
H.Ş.: Yâ Râfî! Senin maddî ve mânevî sebebinle bir kimsenin hidâyet bulması, sana, üzerine güneş doğan bütün eşyadan hayırlıdır. (Tirmizî)
H.Ş.: Kim hakla batılı, hidâyetle delâleti ayırmak için ilimden bir mesele söylerse bir âbidin 40 yıllık ibâdeti gibi ecir alır. (Ramuz 418/5)
H.Ş.: Kıyâmet gününe şu beş şeyle gelen Cennetten men olunmaz. Bunlar: Allah ve Rasûlü için, din ve kitap için ve bütün Müslümanların menfaati için nasihat ve hakka dâvet etmektir. (Ramuz 415/6)
H.Ş.: İslâm’ı ihyâ için ilim öğrenirken kendisine ecel gelen kimseden, peygamberler ancak bir derece üstündür. (Ramuz 415/9)
H.Ş.: Kişinin ilim meclisinde bir saat oturması, bir köle âzât etmesinden hayırlıdır. (Ramuz 343/5)
H.Ş.: İyiliği emir ve tavsiye eden, onu işlemiş gibi ecir alır. (Ramuz 207/5)
İslâm’ın zaafa düştüğü zaman dinden bir kelime öğretmek, hazineler harcayarak Allah için yemek yedirmekten kat kat üstündür. (Mektûbat)
İnsan irşat olunca gönlü genişler, gafletten kurtulur, doğruyu bulur iyiyi görür, kendisine teslimiyet gelir, birlik ruhuna bürünür, dirliği düzelir, isyandan sakınır, âleme şefkatle bakar, zulüm düşünmez, itâatkâr olur... Hulâsa: umûmî ahlâka hizmet eder.
Cemiyet güçlenir, her saâdete yol bulur. Milletçe istenen de budur.
İmam-ı Muhammed Rah. A. padişahla Rey şehrine geldi ve orada vefat etti. Son deminde “Rabb’im bana: “Buraya din hizmeti için mi, yoksa padişahla safa için mi geldin?” derse ne cevap veririm diye telaşlandı.
Dikkat etmeli! İnsanların çoğu sözü ilk işitince beğenmez de izah edilince memnun olur. Sakın işittiği sözü beğenmeyip, sahibini insanlar arasında kötüleyenlerden olma!
Zamanın değişmesinden, yârânın cefâsından şikâyet etme! Zira cümlesi işlemiş olduğun günahların karşılığıdır. Hatta merkebin aksilik etmesi, fârenin ziyan vermesi de günahlarındandır. Cemâatı kaçıran kişiyi, o ilâhî sofradan mahrum eden de günahlarıdır. (İhyâ - Hallürruyub)
* * *
Rasûlüllah S.A.V. Efendimizin Ruhlara Hayat Veren
BİR HUTBESİ
Ey İnsanlar! Ölüm sanki bize değil de başkalarına yazılmış, Hakk’a tâbi olmak bize değil de başkalarına farz kılınmış, uğurladığımız ölüler sanki bir müddet sonra bize dönecekler; onlara mezar hazırlıyoruz; sanki biz onlardan sonra ebediyen yaşayacakmışız gibi öğüt veren her şeyi unutuyoruz; kendimizi belâlardan emniyette sanıyoruz... Ne mutlu başkalarının ayıbına bakmayıp kendi kusurlarıyla uğraşan kimseye! Ne mutlu günâha dalmadan kazandığı malı infak eden, fukaha ve ulemâ ile sohbet eden, fakirlerle düşüp kalkan kimselere!...
Ne mutlu o kimseye ki, huyunu güzelleştirip kalbini temizler, insanlara zarar vermez, malının fazlasını infak eder, çok konuşmaz, bid’atlara düşmeden sünnet-i seniyeyi hakkıyla îfâ eder. (Cevhere C.1 S. 158)
***
H.Ş.: Âileleriniz, evlâtlarınız, mallarınız ve amelleriniz üç kardeşi olan kimseye benzer. O kimse ölümü yaklaşınca birinci kardeşine:
- Başıma gelenleri görüyorsun. Bana ne yapabilirsin? der, O:
-Doktor çağırırım, hizmet ederim, ölürsen lâzım gelenleri yaparım ve iyiliğini söylerim” der. İşte âilenizin durumu böyledir.
İkinciye, “Bana ne yapabilirsin? dediğinde, o:
-Hayattayken benden istifâde edersin; ölünce yollarımız ayrılır; sen öbür âleme hesap vermeye, ben de işimin başına dönerim” der Mallarınızın durumu budur.
Üçüncüsü:
-Ben senin mezârında eş, mîzanında terâzinin hayır tarafında ağırlık yaparım” der. İşte amellerinizin durumu da budur.
* * *
SAHABE-İ GÜZİN’DEN
İBN-İ RENDEKA’R.A.’IN HUTBESİ
Ey İnsan! Sözlerime kulak ver, aklını başına topla! Eğer ölümün ne zaman geleceğinden haberdar değilsen, iyi bil ki, sen de ebediyen yaşayacak değilsin...
* Vaktiyle yaşayanların ve bundan sonra yaşayacakların babası olan Âdem A.S. nerede?
* Allahü Teâlâ’nın dostu İbrahim A.S. nerede?
* Hani geçen ümmetler?
* Vaktiyle yer yüzünde hüküm süren krallar nerede?
* Nerede taç giyen, kuvvet ve îtibar sahibi sultanlar?
* Nerede başlarında sancaklar dalgalananlar, ordulara kumanda edenler, sarayda, kâşânelerde yaşayanlar, harp meydanlarında zaferden zafere koşanlar, tehlike ve belâları hiçe sayanlar, doğu ile batıyı birbirine yaklaştıranlar nerede? Şimdi onlardan bir işâret var mı?
Allahü Teâlâ’ya yemin ederim ki, bütün kavimleri yok eden onları da yok etti. Çürümüş kemikleri dağıtan, onları da dağıttı. Onları geniş saraylardan çıkarıp dar kabirlere yerleştirdi. Taş yığınları altına soktu, meskenleri oralar oldu. Kurtlar vücutlarını kemirdi, bedenleri delik deşik oldu; gözleri aktı, ağızlarına böcekler doldu, âzâları düştü, derileri çürüdü. Biriktirdikleri ve kazandıkları dünyalıkları kendilerine fayda vermedi...
Orada dostların seni toprağa teslim edip sana vedâ edecekler. Kardeşlerin yanından ayrılacak, yakınların seni unutacaklar...
İşte bunlardır insana lâzım olan,
Bu sözlerden ibret al sen de uyan!
* * *
Hz. ALİ R.A.’IN OĞLU HZ. HASAN EFENDİMİZ’E CİHAN DURDUKÇA NUR SAÇAN HİKMET DOLU VASİYETLERİ.
Gözümün nuru oğlum; Hasan’ım! Sen benim hayırlı vekilim ve şerefli temsilcimsin. Şu vasiyetimi can kulağıyla dinle ve ona göre hareket eyle. Bu sana babandan hayırlı bir nasihattir.
Dünya bâzen seni arar gibi iltifat gösterir. Onun bu sahte görünüşüne aldanma! Bâzen de senden kaçar gibi yüz çevirir; döner dolaşır. Ona da ehemmiyet verme! Zira dünya bin erden arda kalan avrat gibidir; kimseye yar olmaz. Onun gelişi, aceleci ve korkak adamın hâli gibi şüpheli ve şikâyetlidir.
Hayrı az, dirliği kısa, alâka ve karşılaması hudutlu, arka çevirmesi felâket ve fecâattir. Elde edilen nimetleri geçici, günâh ve vebâli kalıcıdır...
Öyle ise ömür bitmeden, kudret elden gitmeden, can sağ iken; âhiret perdesi açılmadan, müsâit zamanı fırsat, eldeki imkânı ganîmet bil de, âhiretin için hayırlı ameller hazırla. Kişi dünyada âhireti için ne yaparsa, şüphesiz orada onu bulur. Dünya âhiretin zirâat mahallidir; ne ekilirse o biçilir.
Vefâsız dünyanın hîlesi çok, bir hal üzere kaldığı yoktur. Bir tarafı düzeltir, ıslâh ederse, diğer tarafı bozar, ifsat eder. Birini sevdirse, diğerini kalbinden yaralar. Öteden beri meşrebi (gidişi) budur.
Dünyaya meyledip bağlanmak, sonra aldanıp pişmanlık duymağa sebep olur. Bu fenâ âleminde dâimî kalmak yoktur. Öyle ise ona bel bağlamak aldanmaktır.
Oğlum!
İnsanların hatırına itibar et!; hal ve sözünden kimse incinmesin. Dünya işi için çekişip uğraşmaktan sakın, ihtiyaç olmadıkça bir şeyin arkasına düşme. Yumuşak huylu ol, insanlara kolaylık ve yakınlık göster!...
Oğlum!
Sen zamanın eşsiz hikmetlisi ve büyük efendisisin. Kıymet ve vakarını güzel muhâfaza et. Ömrünü eğlencede geçirme, malını günâha sarf etme ki, dünyadan amelsiz çıkıp da huzûr-u izzete eli boş varmış olmayasın!
Güzel sözünü, güzel amellerinle birleştir ki, iyi meziyetleri, lütuf ve ihsan meyvelerini zâtında toplamış olasın. Bir de yapmayacağın şeyden bahsetme; laftan ziyâde iş görmelisin.
Şurasını da gözden uzak tutma: Her fenâlığın başı zenginliğe muhabbet, hırs ve tamâdır. Bu iki kötü huy, sâlim olan kalbine yol bulmasın!...
Allahü Teâlâ’dan kork ki; tevâzu ehli olasın. Dünya gönlünden silinip uzak bulunsun ki, fazîlet bulup, felâha eresin.
Oğlum!
İyi düşün, ihtiyatlı bulun. Nefsânî arzûlar ve dünyanın görünüşü seni aldatmasın. Dünyada her şey geçicidir. Gizli, kapalı olan şey aranır. Her şey fânî ve yok olucudur; er geç biter, tükenir. Âdemoğlunda ise yalnız kazanmış olduğu iyilikler ve günâhı kalır.
Dünya kâbuslu bir rüyâ gibidir; kendine sarılanı rûhî azapla bezdirir, huzursuz eder. Zâhirde bal gibi tatlı görünür: fakat içi zehir doludur. Zevk ve sefâsı varsa da, gam ve kederle yoğrulmuştur.
Hâsılı dünya; Sonunda nimetleri yok eden, sıkıntıları toplayan, aldatıcı, gaddar adam misâli, verir fakat verdiğini geri alır; alâka gösterir lâkin o hâlinde de bin çeşit hîle gizlidir. Görünen süslerine aldanan harap ve helâk olur.
Oğlum!
Sen başkalarına benzemezsin. Sen Hânedân-ı Nübüvvet (Peygamber torunu) kalp meyvesi, ümmetin göz nûru ve Seyitlikte baş tâcı olduğun gibi, güzel hal ve huyla da mümtaz olmalısın.
Bunun için hükmü ile amel ettiğin takdirde, yüksek kıymetini bir kat daha yükseltecek olan şu vasiyetim hafızanda bulunsun.
***
LOKMAN HEKİM HAZRETLERİNİN HİKMET DOLU VASİYETİ
Ey Oğlum!
Gökte, yerde veya bir kaya içinde gizlenip, hayırdan, şerden hardal tanesi kadar bir şey işlesen hesap günü karşına çıkarılır.
Namaz kıl, nefsin kemal bulsun, İnsanlara iyiliği tavsiye ve onları kötülükten men et ve bu hususta gelecek sıkıntıya sabret. Bunlar Allahü Teâlâ’nın sevdiği ve vâcip olan işlerdir.
Kibirlenip insanlardan yüz çevirme. Yer yüzünde azametle yürüme; Allahü Teâlâ kibirle sallanıp yürüyenleri sevmez.
Yürürken acele ve hafiflik etme. Kibir edâsında ağırlık da etme. Mütevazı ve orta halli ol!
Yüksek sesle konuşma; seslerin en çirkini merkep sesidir.
Ey Oğul!
Dünya derin denizdir, çokları o denizde boğulmuştur. Gemin takvâ, yükün îman, hâlin tevekkül olsun, Umulur ki kurtulursun.
Oruç tut, şehvetini kırar. Lâkin, namazına engel olacak orucu tutma; zirâ Allah katında namaz oruçtan üstündür.
İnsanlara karşı övünme, akılsızlarla inatlaşma, meclislerde gösteriş yapmak için ilim öğrenme. Cahilliğe de râzı olma; kendini aldatıp ilmi terk etme.
Allah'ı zikreden insanlarla otur; âlim olsan da fayda görürsün; ehilsen sana öğretirler, ilmin artar. Allah’tan gâfil olanlarla oturma; âlimsen ilminden faydalanmazlar, câhilsen cahilliğin artar; Allah onlara cezâ verir, sen de zarar görürsün.
Seçilmiş kullara köle ol, kötülerle dost olma! Güvenilir kişi ol, zengin olursun.
Kalbin fâcir olduğu halde, insanlara Allah’tan korkar görünme.
Âlimlerle otur, onlarla münâkaşa etme, onlara lütufkâr sual sor.
Evlâdım! Yolculukta kılıcın, pabucun, sarığın, kilimin, senin ve yanındakilerin ihtiyâcını görecek kadar su kabın, iğnen, ipliğin, ve bizin yanında bulunsun.
Günâhkârlar hâriç, arkadaşlarına uy!
İnsanlara nasîhat ederken kendini unutma, Mum gibi olma; mum insanları aydınlatırken kendini yakar...
Küçük şeylere küçümseyerek bakma; yarın büyük olur.
Yalandan sakın; çünkü yalan, dîni bozar, insanların yanında mürüvvetini kalmaz, hayânı, değerini ve makamını kaybetmene sebep olur, sözün îtibar görmez, insanlar sana inanmaz. Öyle bir hayatta ise hayır olmaz.
Kötü huydan, gönül darlığından sakın, sabırsız olma, arkadaş bulamazsın.
İşini severek yap, acılara katlan. Bütün insanlara iyi davran; güler yüzlü, iyi huylu kimseler sevilir.
Hep üzüntülü olma, kalbini dertli kılma. İnsanların elinde olanlara tama etmekten sakın. Kazâya râzı ol. Allahü Teâlâ’nın verdiği rızka kanâat et.
Dünya zenginliğine kavuşmak istersen, insanların elinde olandan ümidini kes; çünkü, Peygamberlerin, sıddıkların eriştikleri dereceler hep insanların elinden bir şey beklemediklerindendir.
Dünya azdır, senin ömrün de azın azıdır. Onun da çoğu geçmiş, azdan azı kalmıştır.
Ey Oğul!
Ehil kişiye iyilik et, ehil olmayana iyilik edersen, dünyada üzülür, âhirette sevaptan mahrum kalırsın.
İkramın orta halli olsun, sakın israf etmeyesin!... Mevakip Tefsiri
* * *
Dünya yıkılmağa yüz tutmuş virânedir... Onda amelleri çoğalt, emelleri (arzûları) kısalt! (İmam-ı Şafiî Rh.A.)
* * *
İMAM- ÂZAM HAZRETLERİ’NDEN
Talebesi Yusuf bin Semtî’ye Cihan
değerinde
VASİYET
Bilmiş ol ki, insanlarla hoş geçinmezsen sana düşman olurlar. Anan-baban bile olsa senden hoşlanmazlar. Güzel geçinirsen, akraban olmayan cemâat dahî sana ana-baba gibi olurlar.
Şimdi gözümün önünden şöyle geçiyor; Basra’ya gidiyorsun, onlara muhâlefete başlıyorsun, aralarına karışmıyorsun. Sen onları terk ediyorsun, onlar da seni terk ediyorlar, Sen onlara darılıyorsun, onlar da sana. Sen onlara sapıklık isnat ediyorsun, onlar da seni dalâlette sayıyorlar.
Böyle yaparsan; hem sana, hem bize leke olur. Onlardan kaçmak istersin... Bu akıl işi değildir. Zira geçinmek lâzımken, müdârâ yapmayan, akıllı sayılmaz...
Basra’ya girdiğin zaman, insanlar seni karşılar, ve ziyâret ederler; senin kadrini bilirler. Herkesin mertebesine göre îtibar et, şeref ehline ikramda bulun, ilim ehlini büyük tanı, üstazlara hürmet göster, avamla yakından görüş, gençlerle az olmak üzere lâtife yap!...
Sultana lâkaytlık gösterme, hayırlı kimselerle arkadaşlık et, fâcirlere müdârâ göster, kimseyi hakir görme!...
Mürüvvette kusur etme, sırrını kimseye söyleme, denemedikçe kimsenin dostluğuna güvenme, alçak ve hasis kimselerle dost olma, sefihlerle düşüp kalkma, hoşa gitmeyen şeylere alışma!...
Herkesle hoş geçin, sabır ve tahammül göster. Güzel ahlâklı, geniş yürekli, deryâ gönüllü ol!...
Elbisen temiz ve yeni, binek atın iyi olsun, güzel kokular kullan!...
Seni ziyâret edenleri sen de ziyâret et!...
Halkın hallerinden haber veren adamların olsun. Bir fitne işitirsen ıslâhına gayret et. İşittiğin iyi şeylerin artmasına çalış!...
Yemek yedirmekte cömert ol, açları doyur; bahil kimseler başa geçip efendi olamaz.
Sana iyilik veya fenâlık yapan herkese iyilikte bulun, affet, bâzı şeylere göz yum!... Sana eziyet veren şeyi terk et, hakkı yerine getirmeye çalış!...
Arkadaşlarından hasta olanları ziyâret et; görünmeyenleri araştır, sana gelmeyenlerle sen alâkadar ol!...
Elinden geldiği kadar insanlara sevgi göster. Herkese selâm ver. Aşağı kimseler olsa da, onlarla berâber bulunduğun bir mecliste senin bildiğine muhâlif bir şey söylerlerse, onlara muhâlefet gösterme! Şâyet sana da sorarlarsa, onların bildiği gibi haber ver. Sonra “Bu hususta başka bir kavil de var, delili şudur” diyerek kendi bildiğini söyle. Seni de dinlerler ve ilimdeki dereceni anlarlar... “Bu kimin kavli?! Diye sorarlarsa “Bazı fukahânın kavli” de. Böyle yaparsan alışırlar, senin kadrini bilirler ve mevkiin yükselir...
Sana gelenlerin hepsine bir nevi ilim göster. Her biri senden bir şey öğrenmiş olsun. Onlara kıymetli bilgiler ver, ehemmiyetsiz şeyler söyleme. Samîmiyet göster. Az ve lâtif lâtife yap. Zira dostluk ilme devâmı sağlar...
Bâzen onlara yemek yedir ve hâcetlerini gör, kadirlerini bil, kusurlarına göz yum, yumuşak davran, hoş muâmele et. Hiçbir zaman bezginlik gösterme; kendini onlardan biri gibi tut!...
İnsanlara alışık olmadıkları bir şeyi teklif etme, beğendikleri şeyi sen de beğen. Onlara dâimâ iyi niyet göster.... Dürüst ve mütevâzi ol, kibri at!... Sana haksızlık etseler de sen etme. Sana hıyânet etseler de, sen emâneti yerine getir. Vefâdan ayrılma! Takvâya sarıl!... Her îman sâhibiyle, âdetlerine göre görüş!... (Ebû Hanife, Muhammed Ebû Zehra S. 217)
Ömer bin Abdülaziz Hazretlerinin Gönülleri eriten
GÜZEL HUTBE’si
Ey insanlar!
Muhakkak biliniz k, boş yere yaratılmadığınız gibi, sualsiz de kalacak değilsiniz. Hiç kimse unutulup ihmal olmaz...
Evveli ve sonu toplayan ve muhakkak gidilecek bir âlem vardır. Orada kurulacak adâlet makamının tek hâkimi Cenâb-ı Hak’tır.
Asıl hayat âhiret hayatıdır. Hesâbı ve azabı yamandır. Celâl-i ilâhînin zuhur ettiği o günün şiddetinden bütün Peygamberler ve melekler korku içindedir. Celâl-i İlâhî’ye karşı kimde tâkat kalır ki?... Bununla berâber nihâyeti olmayan Rahmet-i İlâhî’den ümit kesip de dalâlet ve helâke düşmeyiniz.
Ey İnsanlar!
Muhakkak biliniz ki,, mahşer gününde kurtuluş, Allah’tan korkan, küfürden ve günâhlardan sakınan, bâki olan âhireti fânî olan dünyadan üstün tutan kimseler içindir. Bunun aksini yapanlar aldanır, ömür sermâyesini bitirir, eli boş kalır.
Şimdi geçmişlerin yerine siz geldiniz. Sizlerin yerine de başkaları gelecek. Görüyorsunuz; gelenler gidiyor; gidenler geri dönmüyor. Bu arzû dışı gidiş, herkesin varacağı yer olan Cenâb-ı Hakk’adır.
Âhiret evine gidenleri her gün uğurlayıp duruyoruz. Onları ebedî istirahatgâhına götürüyor, kara toprak altına yataksız, yastıksız bırakıp dönüyoruz da ibret almıyoruz.
Ölüm evine giden o fânîlerin hâli ne kadar düşündürücüdür. Bilmedikleri bir âleme sefer etmişler, sevdiklerinden ayrılmışlar, gafletten uyanmışlar ve işi anlamışlar; lâkin fırsat elden gitmiştir. (Nitekim kıyâmet başlayınca top yekün mahlûkât zikre başlar. Melekler de onlara: “Zikrin yeri dünya idi, o geçti” derler.)
Lezzetli nimetlerle beslenmişken, yatak ve yastıkları kuru toprak olmuş... Terk ettikleri fâni dünya mallarından uzak, gönderdikleri hayır amellere muhtaç, o dar ve korkunç yerde işledikleri amellerin karşılığını gördükleri halde, haşır günü olan kıyâmetin gelmesini beklerler.
Bu haller uyarıcı şeylerdir. İbret almaz mısınız?!...
Zannetmeyin ki, kendimde fazilet gördüğüm için size nasihat ediyorum. Belki hepinizden fazla istiğfara muhtaç olan benim. Kendim için de, sizin için de Allahü Teâlâ’dan af diliyorum.
Resûlüllah’ın sünneti hepimiz için tutulması lâzım gelen yolu pek güzel gösteriyor. Allah'ın tâatına devam etmek ve günâhlardan uzak kalmak her hareketin esâsıdır.
***
Halife hazretleri bu sözleri ağlayarak bitirip, akan göz yaşlarının kollarına silerek minberden inmiş ve bu son hutbesi olmuştur. (Rh.A.)
GÜZEL NASİHAT
H.Ş.: Sana vaaz olarak ölüm yeter.
H.Ş.: Allahü Teâlâ’nın hidâyet ettiği kimseye vaaz olarak ölüm yeter.
H.Ş.: Halkın akıllısı, ölümü çok hatırlayan ve ona hazırlanandır.
Ey Birâder! Ölüm denilen hakîkat, nice ruhları evinden etmiş, cesetleri toprak altına indirmiştir. Sâkin ve neşeli gözlerden yaşlar akıtmış, hâneler harap etmiştir.
Ey şu müreffeh hayata aldanıp hayra sırt çeviren insan! İstesen de, istemesen de ölüm gelecek, bu hayattan ayrılacaksın.
Belâlar insanı yurdundan, kuşları yuvasından ediyor.
Doğudan batıya hükmedip ferman yazan krallar nerede? Şehirler kuran, bahçeler, kâşâneler yapan, arzûlarına son olmayan, küheylanlara (ve lüks arabalara) binen dünya nimetlerine güvenen, mağrûrâne yürüyen yiğitler nerede?
Beklenmeyen bir ses onları evinden çıkardı, huzur ve eğlencelerini bozdu. Yıldırımlar ve şimşekler onları ürküttü, kocalık saçlarını ağarttı, Yanlarından ayrılmayan sevgililer onları yüz üstü bıraktı. Dostları ve ahbapları kendilerini terk etti. Her biri yaratılmışları bırakıp Yaratan'’n huzûruna göçtü; herkes gibi ölümü tattı; izzet ve ikramdan sonra zillete düştü; kaba minderleri, süslü koltukları toprakla değişti.
Kabirde haşereler kefenini deldi, etlerini yedi; sıkıntı dolu bir hayata sürüklendi.
Sanki berâber bulunmamışlar gibi dostlarından uzak kaldı.
Yemin olsun ki, hiç biri ona faydalı olmadı, servet ve altınları işe yaramadı. Aksine azıksız kalıp, gelip-geçene ibret oldu. Yalınayak çöllere geçerek, kurtulup kurtulmayacağını bilmeden amelinin rehini, esiri oldu.
Bir zaman sonra sen de böyle olacaksın, yaşadığın şu hayat hayal olacak. Dünyan bir şeye yaramayacak. Şimdi işittiklerini yarın gözünle göreceksin. Ben de, sen de bu hâli yaşayacağız...
(Akıllılar başkasının ölümünden ibret alır da, hakîki hayat ve nimetlerin mahalli olan âhiret için hazırlanır.)
Dünyaya dalmış ve gönlü dolu olan insanlara, ölüm gelip de âhirete gideceğini, ev, akar, emlâk ve evlâd ü iyâli terk ederek, türlü kumaşlar giyen, lezzetli yemekler yiyen vücûdu dar kabre konup, yılanlara yem olacağını düşünmek tesirli derstir.
Zavallı insan bunları düşünmediğinden nefsine hoş gelen geçici şehvet ve lezzetlerle eğlenirken ansızın ölüm yakalar da, sonu gelmeyen hayatta büyük nedâmet başlar. Bu sözler uyarıcı şeylerdir, ders almaz mısınız?!.. (Hafız Zehebî – Kitabu’l Kebâir’den)
* * *
H.Ş.: İnsanlar uykudadır; ölünce uyanırlar. (İnsan olana ölümden büyük ders yoktur.)
Ölümü unutmak kalbin pasındandır. (Hz. Ali R.A.)
Dünya hüznü gönülde karanlık, âhiret hüznü ise kalpte nurdur. (Hz. Osman R.A.)
* * *
İlâhi hudutsuz rahmetinle bizlere inâyet, kereminle hidâyet eyle! Bihürmeti Seyyidi’l Mürselîn. (Âmin)
* * *
Dertlere Devâ. Ruhlara Safâ olan
EVLİYÂ SÖZLERİ
Feridüddîn-i Attâr Hazretleri’nden:
Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerden sonra Evliyâullah K.S. Hazerâtının sözleri kalpten gelen İlm-i Ledünnî olup, okuma sûretiyle öğrenilmiş değil, inâyet-i rabbânî ile olduğundan onlara: “Verese-i Enbiyâ, Yakîn-i Dergâh-ı Hüdâ” denilmiştir.
Sözlerini dinleyenler, hidâyet ve hikmete erer, arzûsuna ulaşır, murâdına nâil olur...
Onların sözleri gönülleri aydınlatır, şeytânî vesveseyi defeder. Dünya hırsını, Allah’dan gayrinin sevgisini gönülden siler. Doğru ve yanlışı ayırır. Zira Evliyâullah’ın bâzısı Hz. Âdem A.S. sıfatlı, bâzıları Hz. İbrahim Hz. Musa ve Hz. İsa (Aleyhimüsselâm) sıfatlı ve niceleri de Hz. Fahr-i Âlem S.A.V. sıfatlıdır.
Bu îtibarla Evliyâullah’ın sözleri sâde hikmet olduğundan Hak Teâlâ’nın feyiz ve inâyetiyle şeytânî düşünceleri defeder ve gönüller nurlanır.
A.C.: Peygamberlerin haberlerinden, kalbine kuvvet vereceğimiz her şeyin haberini sana anlatıyoruz. Bu (sûre-i celîlede) sana hak, mü'minlere öğüt (vaaz-u nesîhat) ve muhtıra (îkâz) geldi. (S. Hud 120)
H.Ş.: “Sâlihlerden söz edilen meclise rahmet iner, fazl-ı ilâhî ve mağfiret-i rabbânî yağar”
İnsan onlardan olmasa da, onlara benzemeğe çalışmalı... Zira bu zamanda erler kaybolmuş, gönül ehli azalmış ve yalancı dâvâ sâhipleri baş kaldırmıştır.
Cüneyd-i Bağdâdî K.S., Şiblî Hz. lerine vasiyetinde: “Bir kişiyi hak üzere bulursan eteğine sıkı sarıl!...” demiştir. (Hak yolcularını arayan bulur ve kurtulur.)
Erenlerin sohbetiyle, dünya ehli âhiret ehlini unutmaz ve onlara rağbet eder. Erenlerin sohbeti, insanların kalbini dünyadan soğutup, âhirete meyilli kılar ve gönülde Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetini ve âhiret azığını çoğaltmağa sebep olur.
Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerin şerhi olan hikmetli sözleri toplayıp halkın istifâdesine sunmak vâcipler cümlesindendir.
Onlar; hâlis olanları er, erleri aslan eder...
“Allah dostları bir şahsı kabul etmesinden büyük saâdet olmaz. Onlar, öyle kimseler ki, onlarla berâber olan şakî (kötü kimse) olmaz.” hadis-i şerifi Evliyâullah hakkında vârit olmuştur. (Mektûbat-ı İmam-ı Rabbânî C.1 M.87)
Fırsat azdır, onu en lâzım işlere sarf etmeli... Bu da kalp dirliği olanların sohbetiyle mümkündür. Hiçbir şey bu sohbetin yerini tutamaz. Eshab-ı Rasûlüllah buna misaldir. (Mektûbat-ı İmam-ı Rabbânî C.1 M.120)
Tarik-i Nakşıbendî büyüklerinin sözleri kalp hastalıklarına devâ, mübârek nazarları mânevî marazlara şifâdır. Bir teveccühleri kırk erbaîne bedeldir ki, tâlipleri yersiz işlerden korur. Yüce himmetleri dünya batağından alıp, mânen yükseltir. (Mektûbat-ı İmam-ı Rabbânî C.1 M.168)
* * *
EMİRE İTAAT
Ey Mü'minler, Allahü Teâlâ'ya ve Resûlüne ve sizden olan emir sahiplerine (halife, kadı, âlim ve diğer hak ve adâlet üzere hükmedenlere) itâat ediniz. Eğer (din işlerinden) bir şeyde ihtilâf ederseniz, -Allah'a ve âhiret gününe îman ediyorsanız- Allah'(ın kitâbın)a ve Resûlü'(nün sünneti)ne mürâcaat ediniz. Bu (sizin için) daha hayırlı ve neticesi daha güzeldir. (S. Nisa 59)
H.Ş.: Neşede, kederde, zorlukta, kolaylıkta ve başkaları kendi arzûlarını senin haklı durumundan üstün gördüğünde, her hal ve kârda, emîre itâat etmek vâciptir. (Müslim 6/1856)
H.Ş.: Emire itâat, bana itâat; ona isyan bana isyandır. (Râmuz 405/5)
H.Ş.: Emîre itâatin mükâfâtı harp meydanında alınan sevaba müsâvîdir. (Birlik ruhunu korumak, muvaffakiyetin sırrıdır. İdâreci halkın itâatiyle muvaffak olur. Tefrika yıkılmaya yol açar.)
H.Ş.: Emîre isyan eden kimsenin ecri tamâmen yok olur. (Râmuz 431/2)
H.Ş.: Üzerinize, sizi Allah'ın kitabına göre sevk ve idâre edecek burnu kesik bir siyah köle tâyin edilmiş olsa da, itâat ediniz. (Müslim 6/1838)
H.Ş.: Kim emîrinin bir hareketini beğenmezse, sabretsin. (Ona karşı isyankâr tavır takınmasın). İsyankâr tavırla itâatten bir karış dışarı çıkan, muhakkak câhiliyet ölümüyle (küfür üzere) ölür. (Müslim 6/1849)
H.Ş.: Emîre itâat etmeyene cennet helâl olmaz. (Bu hadis-i şerif Hayber Günü, harbin kesilmesi îlan edildiği halde kıtâle devam edip de sonunda öldürülen kişi hakkında vâkî olmuştur.
H.Ş.: Âdil olan imama isyandan ve yer yüzünde fesat çıkarmaktan sakın! Emir, halife, vâli... hâsılı sultan, baba; sen evlâtsın Sultan hata etse de itâat şarttır. (İhya C.2 S.843)
H.Ş.: Ulül’emre itâatten elini çeken, kıyâmet günü Allah'ın huzûruna hiçbir hucceti bulunmadığı halde çıkar. Ulül’emre bîat etmeden (tâbi olmadan) ölen, cahiliyet (küfür) üzere ölür. (Riyazü’s-Sâlihîn C. 2 S.83)
(Onu bulamayan, ruhuna bir Fâtiha üç İhlas hediye edip medet dilesin, denilmiş.)
H.Ş.: Kafası kuru üzüm gibi küçük (siyah) bir Habeşî köle dahî üzerinize âmir olsa, onu dinleyin ve itâat edin. (Riyazü’s-Sâlihîn C. 2 S.83)
H.Ş.: Bir kimse imama (emire) bîat eder, (elini tutar) ve ona uyarsa, elinden geldiği kadar ona itâat etsin. Sonra birisi çıkıp ondan idâreyi almak isterse sonuncunun boynunu vurun. (Riyazü’s-Sâlihîn C. 2 S.85)
Birliği bozmanın maddî ve mânevî zararlarını izaha hâcet yoktur. Tevâzu ve teslimiyetin kerâmeti de cümleye mâlum...
Hak dostları isimlerini dahî ortaya koymamışlar. Misal: “İmam-ı Rabbânî Yolu – İmam-ı Rabbânî Evlâtları – İmam-ı Rabbânî Kerâmeti” diyerek kendilerini gizlemişler. Ancak ağaç meyveyi gövdesinden değil kolundan verir... Süleyman A.S.’ın veziri Asıf İbn-i Berhayâ Hz. Belkıs’ın tahtını bir anda getirmesi üzerine, “Bu Rabb’imin fazlındandır” diyerek hamd etti. Çünkü tahtı getiren vezirse de o, Süleyman A.S.’ın mûcizesidir.
Benzeri bulunmayan eserlerle hizmet eden Hak dostlarına iftira etmek, küfre yardım olur; Müslüman’a yakışmaz... Bunun şuuru içinde fitneden vazgeçmeli, bilmiyorsa araştırıp öğrenmelidir. Bilir bilmez konuşmak, dirlik ve düzeni bozmak, hadis-i şeriflerle sâbit olduğu üzere, Müslüman işi değil, nifak alâmetidir.
* * *
BELÂ VE MUSÎBETLER:
A.C.: “Helâk ettiğimiz bütün milletleri günahları sebebiyle yakaladık. Kimine taşlar savuran rüzgâr gönderdik; kimini korkunç bir ses yok etti; kimini yerin dibine geçirdik; kimini de suya gark ettik... Allah onlara zulmetmedi. Onlar günahları sebebiyle kendilerine zulmettiler.” (S.Ankebût 40)
Günâhlar belâları dâvet eder ve nimetin kesilmesine sebep olur. Ancak her ısyan sonunda mutlakâ cezâ verilmeyip tevbeye zaman bırakıldığı, bazılarının da merhameti ilâhî ile afv edildiği şu âyet-i kerîmelerle beyan buyuruluyor:
A.C.: “Allah insanları, işledikleri (günahları sebebi)yle hemen yakalasaydı, yeryüzünde canlı bırakmazdı. Ancak onlara mühlet vermiştir.” (S.Fâtır 45)
A.C.: “Başınıza gelen musîbetler (belâ ve sıkıntılar), ellerinizle işlediklerinizden dolayıdır. O, yine de çoğunu affeder.” (S. Şûrâ 30)
A.C.: “(Ey insan!) Sana gelen (sıhhat, servet saâdet gibi hayır ve bütün ni’metler) Allah’ın lütfü, sıkıntı ve musîbetler de nefsin(in amelin)den (işlediğin günâhlardan)dır.” (S. Nisâ 79)
Bu âyet-i kerîme için Ebulfârûk K.S.: “Maarifin kökü, islâm i’tikadının özü ve hulâsası burada...” buyurmuştur.
H.Ş.: “Ümmetim şu onbeş şeyi işlediklerinde onlara îlâhî cezâ isâbet eder:
Ganîmet ve
Kazanç (dünyalıklar) belirli kimseler arasında devrederse,
Emânet yağma gibi kabul edilirse (Allah korkusu düşünmeden kendi malı gibi kullanırsa.)
Zekât vermek haraç vermek gibi güç gelirse, (Zekâtın farz ve berekât-ı ilâhî’ye sebeb olduğuna inanmazsa...)
Kişi hanımının emrine girerse. (Söz ohndan kesilirse...)
Analara eziyet edilirse. (Geç ziyâret edilip, hal hatır sormaktan başlar da hoş olmayan en küçük hal ve sözlere kadar sayısız sebeplerle eziyet edilirse...)
Arkadaşlara iyilik edilip babalara cefâ edilirse, (Ahbablara meşrû ve gayri meşrû iyilik ve ikram edilir de ana babaunutulursa cefanın en bayağısı buradan başlar...)
Mescidlerde yüksek sesle dünya kelâmı konuşulursa. Bilhassa girip çıkarken köy odasıyla fark edilmez hal alırsa...)
Rezil kimseler topluma baş olursa. (Din, iman, Allah, Peygamber tanımaz yalnız politika ve menfaat düşüncesine bağlı kalırsa...)
Şerrinden korkulduğu için insanlara ikram edilirse. (Allah’tan korkan kimsenin şerrinden korkmaz ve ondan kimseye zarar gelmez. Allah’tan korkmayandan her zarar gelir. Çünkü o şeytanla nefsin emrindedir.)
Şarap içilirse.
İpek elbise giyilirse.
Şarkıcı kadınlar yetiştirilirse.
Oyun âletlerini kullanmak yaygınlaşırsa.
15. Sonra gelenler evvel gelenlere söverlerse; (Bu kısımların izahı sâlim vicdan sâhipleri için açıktır. O zaman yere batma, şekil değişikliği ve kızıl rüzgârı (komünizmi) bekleyin!” (Nihâye 1/33, Tirmizî 4/77)
Bunlar bugün düşündüren şeylerdir. Hastalığı bilen, ilâç alır, tedâvî olur...
***
H.Ş.: “Ey Muhâcirler Topluluğu! Şu beş şeyle ibtilâ edilmekten Allah’a sığının:
1- Fuhuş açıktan işlenirse, toplumda, tâun ve daha önce görülmemiş hastalıklar zuhur eder. (Kanser, AİDS ve deli dana hastalıkları gibi...)
2- Ölçü ve tartıda noksanlık yapılırsa, Allahü Teâlâ bereketi kaldırır, o millete geçim sıkıntısı verir ve başlarına zâlim bir sultan musallat eder.
3- Zenginleri zekât vermeyen millete, Allahü Teâlâ yağmur vermez. (Hayvânât olmasa hiç vermez.)
4- Allah ve Rasûlü’ne verdikleri sözü bozan iman ve islâm hudutlarını tanımayan) millete başka milletlerden düşmanlar musallat eder, çeşitli sebeblerle mallarını telef ettirir. (Düşünen bu hakîkatı görür.)
5- Başkanları Allah’ın kitabı’yla hükmetmeyen millette kargaşa çıkar.” (Nihâye 1/33)
Hadîs-i Şeriften açıkça anlaşılan şu: Hakk’ın hüküm ve hudutlarından ayrılanlar, yâ hizâya gelirler, ya da başlarından belâ eksik olmaz... Bunlar açıkça görülmüyor mu? Belâ bulutları dünya semâsında eksik oluyor mu?
İmam-ı Rabbânî K.S. buyurdu: Dertlerin ve belâların gelmesine sebep, günâh işlemektir. Belâ ve sıkıntılar da günâhların affına sebeptir.
“Günahlar karşılığında cehennemde görülecek azâbın, dünyadayken belâ ve musîbetler sebebiyle giderilmesi büyük nimet ve rahmettir! En doğrusu, hudûdu aşmadan kulluğa devam etmektir.”
Ömer İbni Abdülaziz Hz.’nin hutbesinden:
“Ey insanlar! Kim bir günah işlerse Allahü Teâlâ’dan af dilesin ve tevbe etsin. Eğer tekrar işlerse yine af dileyip tevbe etsin. Çünkü insan her zaman hata işleyebilir. Asıl helâk oluş, günâh işlemekte ısrar edenler içindir.”
* * *
BELÂLARIN SEBEBİ GÜNÂHLARDIR
Â. C.: Biz insana (mal ve sıhhatten) rahmetimizi tattırdığımızda, ona ferahlanır. Elleriyle işledikleri günâhlar sebebiyle bir musîbet gelse, verilen nimetlerin hepsini hafife alır. (S. Şûrâ 48)
Â. C.: (Şiddet, hastalık ve ölüm gibi) musîbetler, ancak Allahü Teâlâ’nın izni (hükmü ve irâdesi)yle gelir. Kim, (musîbetin) Allah(ü Teâlâ’nın dilemesiyle olduğun)’a inanırsa, Allah onun kalbine hidâyet (sabır ve sebat) ihsan eder. Allah her şeyi (sabredeni de şükredeni de) hakkıyla bilir. (S. Tegabün 11)
H. K.: Ey kullarım! Bütün yaptıklarınız (amelleriniz) yazılmıştır. Sonra karşılığını veririm. Bir kimse iyi amel işlemişse Allah’a hamd etsin. Kötülük vâkî olduysa kendisinden başkasını suçlamasın. (O kendi cezâsıdır.) (40 Kudsî Hadis H.No:15)
H.Ş.: Âdemoğluna gelen devamlı kaşıntı (uyuz illeti) ayak kayması ve damar seyirmesi gibi musîbetler, günâhları sebebiyledir. Halbuki Allahü Teâlâ günâhların çoğunu da affeder. (Tuhfetüttefâsir C.3 S.30)
H.Ş.: Kul kusur yapar, hüzün ve kedere uğratılır.
Belâ itâat hâlinde gelir de hâli değişmezse, rütbe ve derece; gaflette iken gelirse, îkaz ve affa sebep; isyan hâlinde gelir de o hâle devam ederse cezâ; o halden dönerse affa sebeptir. Devamlı isyan hâlinde olup da belâdan berî olan da Firavun gibi cehennemle terbiye edilir. Günâhta ısrar eden bir gün ayağı kayıp da kötülüğe alıştı mı hocaya, hacıya nûra düşman kesilir. (Ebülfaruk K.S.)
Mü'min kişiye belâ dünyada gelir de hayır ve affa sebeb olur. Kâfir ve asiye mühlet verilir cehennem de ebedî cezâ görür. (Hallürruyub)
Musibetin mükâfâtı mihnetinden büyüktür. (Süfyan Sevri K.S.)
* * *
SABRIN KARŞILIĞI
H. K.: “Ben, kullarımdan birine; bedeninde, malında veya evlâdında bir musîbet verdiğimde «Rabb’im bununla günâhlarımı affeder, mânen temizler, ecir ve mükâfât ihsan eder der» de ona güzel sabrederse, kıyâmet günü o kişi için mîzan kurmaktan, hesap sormaktan hayâ ederim. (Onu rahmetimle cennete koyarım)” (İhyâ C.4 S.136)
H.Ş.: Allahü Teâlâ bir kulunu sevdiğinde onu (çeşitli belâlara) müptelâ kılar. (Kul) sabrederse, onu korur. Razı olursa Allah onu seçilmiş kullardan kılar. (İhya C. 4 S. 520)
H.Ş.: Âni ölüm Mü'min için rahmettir. (Çünkü o her zaman ölüme hazırdır) günahkâr için üzüntüdür. (Çünkü onun hazırlığı yoktur.) (İhya C.4 S. 827)
Belâ ve musîbetlere sabretmek ibâdettir. (Kenzül-irfan S. 229 Hadis 549)
H.Ş.: Belâya sabır ve tahammül, ferah ve sürûrun anahtarıdır. (Kenzül-irfan S. 229 Hadis 550)
H.Ş.: Sabır, cennet hazînelerinden bir hazînedir. (Kenzül-irfan S. 229 Hadis 551)
H.Ş.: Sabr-ı cemil (güzel sabır) sâhibinin şikâyette bulunmadığı sabırdır. (Kenzül-irfan S. 229 Hadis 548)
H.Ş.: Şüphesiz Allahü Teâlâ sabrı belâ ve musîbet nispetinde ihsan eder. (Kenzül-irfan S. 229 Hadis 549)
(Musîbete uğrayan mü'min, feryat ve figanla isyanda bulunmaz, sıkıntıya sabrederse selâmet ve saadet bulur.
Bir kadın:
“-Yâ Rasûlallah! Üç çocuğum vefat etti. Duâ et de cennete gireyim” dedi.
Efendimiz:
“-Sen zâten cennette yerini hazırlamışsın” buyurdu. (Evlât acısı yürekten gelir, mükâfâtı cennettir.)
H.Ş. Müslüman (ana-baba)nın buluğa ermeden üç çocuğu ölürse bu onlar için cehenneme karşı sağlam kaledir.
- Ya Rasûlallah, iki olursa?
- İki de olsa öyle...
- Ya bir olursa?
- Bir olsa da değişmez. Ancak ilk anda musibete rızâ gösterip şikâyette bulunmadıysa...” buyurdu. Hakk’ın rızâsı için sabretmek güç; lâkin bütün acıları tatlıya, belâ ve şerleri hayra., cehennemi cennete ve fenâlıkları iyiye çeviren eşsiz iksirdir. Atalar “Sabırla koruk helva olur” demişler...
KADER
H.K. : Hayrı şerri halk eyledim. Saâdet hayır için halk edip hayra vesile kıldıklarıma; helâk da şer için halk edip şerre sebep kıldıklarımadır
H.Ş.: “Eğer sana, İsrâfîl, Mîkâîl, Cebrâîl, ve Hamele-i Arş, (A.S.) duâ etse, aralarında ben de bulunsam, gene sen ancak senin için yazılan kadınla evlenirdin.” (Râmûz:357/9)
Eshâb-ı Kiram’dan bir zât Peygamberimize, “Falan kadınla evlenmek istiyorum, duâ buyurun” demesi üzerine bu hadîs-i şerif vârit olmuştur.
Rızâ-i İlâhî’yi kazanmak, Hakk’ın kazâsına râzı olmaktadır. (Şâh-i Nakşibend K.S.)
Kaderin sırrına erenler rahat ederler. Zîrâ onlar her şeyi yokluktan ibâret bilir, her hâdisede Hakk’ın kudretini hâkim görürler. Bu rahatlık, denize dönen dalgaların hâline benzer. (Ubeydullahi Ahrâr K.S.)
Hak Teâlâ’ya teslim olan, Onun irâde ettiğinden başka hâli istemez. (“Bu iş, Rabb’imin ezelî irâdesidir” der.) (Hz.Hüseyin R.A.)
Bütün hâdiseler, İlâhî irâdeyle olur. Kendi murâdını, Hak Teâlâ’nın irâdesine tâbî kılıp olanlardan zevk almak lâzım. Kul olmak isteyen böyle bağlanır. Aksi halde, kulluk hudûdundan çıkıp Mevlâ ile muâraza etmek olur. Kazâya rızâ ve teslîmiyet şarttır.
H.K.: “Kazâma râzı olmayan, verdiğim belâya sabretmeyen, semâmın altından çıkıp Ben’den başka Rab arasın.” (M.İ.R.C:3.M:58)
“İşlerin Allahü Teâlâ’nın takdiriyle olduğuna inandığı halde istekleri olmayınca üzülene hayret ederim.” (Hz. Osman R.A.)
“Allahü Teâlâ’dan bir şey istediğinde, O’nun dilemesini bekle!” (İ.Mes’ud R.A.) (Zorla yürümez, sabret.)
Şiddetli hastalık ve ölüm gibi musîbetler Allahü Teâlâ’nın takdiri ve dilemesiyle olduğuna îman edenin kalbi sabır ve sebatla hidâyette olur. İnanmak ve îtimat, kula kurtuluştur.
Allahü Teâlâ’nın rızâsına tâlip olan, başkasına boyun eğmez. Hâlik’ın hakkı yanında mahlûkun hükmü yoktur!
Allahü Teâlâ’nın hüküm verdiği bir iş için, “Keşke öyle olmasaydı, böyle olsaydı” demekten, ateşi ağızda söndürmek daha ehvendir. (İ. Mes’ud R.A.) (Îlâhî irâde ile vâkî olan işe söz karışmaz.)
Hâdiseler karşısında, kula: “Hakkımda ezelî hüküm böyle...” demek yakışır. Sözü uzatmak lâzım değil!..
Tevhid ehli, Hakk’ın emrine teslim olur. Başka yol yoktur. (A.Kâdir Geylânî K.S.)
Vâlidelerimiz, Hz. Enes’ten şikâyet ettiklerinde, Efendimiz S.A.V.: “O, kitap ve kader icabıdır” buyurdu.
İmanlı insan kaderin hayır ve şerrini kabul eder. Acısına tatlısına katlanır. Zira kişiye gelen şey, tedbir ve sakınmayı terkinden veya eksik yapmasından değil, kaderin hükmüdür. Bu îtibarla, tedbir ve tevekkülle berâber kadere rızâ lâzımdır... (Birgivî Vasiyetnâmesi)
Musîbetler Hakk’a dâvet nûra hidâyet içindir. İbâdet ve itâat iki cihanda sebebi saâdettir. (Ebulfâruk K.S.)
* * *
Rasûlüllah S.A.V. Efendimizin Muaz İbn-İ Cebel Hazretlerine
TAZİYE MEKTUBU
Allahü Teâlâ sana selâmet versin. Ey Muaz! Muhakkak bilmeliyiz ki, kendi varlığımız, mallarımız, kadınlarımız ve çocuklarımız Allahü Teâlâ’nın sayısız nimetlerinden ve faydalı ihsanlarındandır.
Bu nimetleri bize, sonsuz olarak kalmak için değil, emânet olarak kullanmak ve vakti gelince almak üzere vermiştir. Bunlardan belli bir zaman faydalanırız; vakti gelince hepsini geri alacaktır.
Allahü Teâlâ bize nimetlerini ihsan edip sevindirdiğinde şükretmemizi, vakti gelip aldığı zaman da sabretmemizi emretmiştir.
Senin bu oğlun, Allahü Teâlâ’nın sana ihsan ettiği sevgili ve faydalı nimetlerdendir. Geri almak kaydıyla sana emânet verilmişti... Seni onunla faydalandırdı ve herkesi imrendirecek şekilde sevindirdi. Şimdi geri alırken de sana çok sevap, mükâfât ve iyilikler verecek ve merhametiyle doğru yolda yükselmeni ihsan edecektir.
Bu ihsana kavuşman için sabretmeli ve O’nun hükmünü hoş görmelisin. Gücenir, darılır, bağırır-çağırırsan, sevaptan mahrum ve pişman olursun.
İyi bil ki, sabretmeyip sızlanmak, belâyı geri çevirmez; üzüntüyü dağıtmaz. Kaderde olan başa gelecektir. Olan işe darılmayıp sabretmek lâzımdır. Allahü Teâlâ hepimize selâmet versin.
* * *
Resûlüllah S.A.V. Efendimiz vefat edince bir ses işitildi:
“Allahü Teâlâ her belâya gösterilen sabrın mükâfatını verir. Her helâk olanın yerini yenisini var ederek doldurur. Her kaybedene kaybettiğini öder; yalnız Allahü Teâlâ’ya güvenin ve O’ndan bekleyin.
Hakîkatte musîbete ve felâkete uğrayan, çocuğu, anası, babası, yakını ya da atı ölen değil, sabretmeyip de sevaptan mahrum kalandır, deniliyordu.
* * *
Bir Hikmet:
Gidene pek üzülme; onu kabirde bulursun, belki sen de ona komşu olursun.
* * *
Görüşme arzûsu ve mânîlerin bulunması beyan olunmuş. Dostları da iştiyaklı biliniz. Mülâkât vakte bağlıdır.
Hoca Hazretlerinin vefat haberinden kederimiz büyüktür. Lâkin hüküm Cenâb-ı Hakk’ın takdiri ve irâdesiyledir. Sabır, rızâ ve teslimiyetten gayri çâre yoktur.
Her olan, Hak Teâlâ’nın dilemesi ve hükmüyledir. Başka bir şeyin tesiri yoktur. O da her ne ederse, muhabbet ve adâletindendir. Hak Teâlâ’ya zulüm isnat edilmez, bu çirkin bir iştir. (M.İ.M.C.3 Mektup 178)
* * *
Allahü Teâlâ’nın kuluna Azrâil A.S. gelip de: “Korkma! Asıl vatana ve merhametlilerin merhametlisine gidiyorsun, büyük bayrama ulaşıyorsun. Bu cihan bir konak ve Mü'min’in zindanıdır. Sana emânet verilen bu varlık bir bahânedir, bir gün gider, hakikat meydana çıkar. Kişi bâki olan Allahü Teâlâ’ya kavuşur” dediği zaman, dünyada ondan daha şerefli ve güzel bir gün olmaz. (Ebûbekir Sekkak K.S. – Nefehat)
* * *
A.C.: (Kuraklık, kıtlık, mahsullere ve hayvanlara gelen âfetler gibi) yeryüzünde vukû bulan ve (ölüm, hastalık, açlık, susuzluk gibi) nefsinize gelen musîbetler, onu yaratmamızdan önce bir kitapta (yazılmış)dır. Bu, Allah'a kolaydır. (S. Hadid 22)
* * *
A.C.: Şüphesiz Allahü Teâlâ insanlara hiç bir şeyle zulmetmez. (O zulümden münezzehtir.) Fakat insanlar (Allahü Teâlâ'nın gazabına sebep olan günahları işlemekle) kendi nefislerine zulmederler. (Yunus 44)
A.C.: Allahü Teâlâ sana bir zarar dokundurursa, onu, yine O'ndan başka kaldıracak yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O'nun lütfunu geri çevirecek de yoktur. O, bu (lütfu)nu kullarından dilediğine verir. O, Gafûr’dür, Rahîm’dir. (Yunus 107)
A.C.: Bunların kalplerinde (küfür ve zulüm gibi) hastalık mı var? Yoksa (Peygamber’den) şübhe mi ediyorlar? Yoksa Allah ve Rasulünün kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır; asıl zâlim onlardır. (Nur 50)
Her akıllı insan bu âlemi yaratan, yoktan var eden Allahü Teâlâ’yı tanıdıktan sonra: O’nun meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini, âhiret gününü, kaderi, hayır ve şerri yaratan Hâlık Teâlâ olduğunu kabul etmek ve ilâhî emirlere uymakla ispatlamak mecbûriyetindedir. Böylece dünya ve âhiret saâdetine kavuşur.
İman Ve İtâat:
A.C.: (Ey Rasûlüm,) o vakti hatırlat ki: Rabbin Teâlâ Âdemoğullarının bellerinden zürriyetlerini (nesillerini) alıp onları kendilerine şâhit tuttu; "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (buyurmuş). Onlar da "Evet (Rabb’imizsin,) şâhit olduk" demişlerdi. (İşte bu söz verme), kıyâmet günü "Biz bundan habersizdik" dememeniz içindir. (Araf 172)
A.C.: (Habibim) de ki: "Ey insanlar! Eğer dinimden şübhe ediyorsanız, (bilin ki) ben Allah'ı bırakıp da sizin taptıklarınıza tapmam. Ancak sizin rûhunuzu alacak olan Allah'a kulluk ederim. Ben iman edenlerden olmakla emrolundum." (Yunus 104)
A.C.: Aralarında hükmetmesi için Allah ve Rasûlüne çağırıldıklarında mü'minlerin sözü sâdece: “İşittik ve itâat ettik” demekten ibârettir. İşte felâha erenler bunlardır. (Nur 51)
A.C.: Kim Allah'a ve Rasûlüne itâat eder (farz ve sünnetleri yerine getirir) ve (işlediği günahlar sebebiyle) Allah'tan korkar ve ona (sığınır) korunursa, işte kurtuluşa erenler onlardır. (Nur 52)
A.C.: Ey İnsanlar! Size Rabb’inizden bir nasîhat, kalblerdeki (fâsid îtikat ve şüphe hastalık)larına şifâ, mü'minler için hidâyet ve rahmet (olan Kur’an) geldi. (Yunus 57)
A.C.: Bir kitab ki, onu sana, insanları, Rablerinin izniyle karanlıklardan aydınlığa, Azîz ve Hamîd (olan Allah)’ın yoluna çıkarman için indirdik. (İbrahim 1)
A.C.: O gün her ümmete kendilerinden, üzerlerine birer şâhit göndereceğiz. (Ey Habibim!) Seni de onların üzerine şâhit olarak getirdik. Sana, her şeyi açıklayıcı, hidâyet, rahmet ve Müslümanlara müjde olan kitab (Kur'an’)ı indirdik. (Nahl 89)
A.C.: Namaz kılın, zekat verin ve peygambere itâat edin. Umulur ki rahmete erdirilir, (saâdete kavuşur)sunuz... (Nur 56)
A.C.: (Habibim): "Allah'a itâat edin, peygambere itâat edin." de. Şâyet yüz çevirirseniz (itâat etmezseniz bilin ki) ona düşen, ancak üzerine yüklenen (tebliğ vazifesi)dir. Sizin üzerinize düşen (vazife) de yüklendiğiniz (itâat)tır. Eğer itâat ederseniz doğru yolu bulursunuz. Peygamberin vazîfesi ancak açık tebliğ (ve hükümleri bildirmek)tir. (Secde 54)
A.C.: Biz her gönderdiğimiz peygamberi, ancak kavminin lisanıyla gönderdik ki, onlara, (emir ve yasaklarımızı açıkça) anlatsın. Allah dilediğini (amelleri sebebiyle) saptırır, dilediğini de doğru yola ulaştırır. O, her şeyden üstün, (yarattıklarıyla kıyaslanmaz bizâtihî yüce ve) yaptıklarında hikmet sâhibidir. (İbrahim 4)
Günahkârların Sonu
A.C.: Kitab da (amel defteri önlerine) konulmuştur. (Açıp baktıklarında) günâhkârları içinde (yazılı) olanlardan korktuklarını görürsün: "Vah bize! Bu kitâba ne olmuş? Küçük büyük hiç bir şey bırakmamış, hepsini saymış." derler. Onlar bütün yaptıklarını (o kitapta) hazır buldular. Rabbin hiç kimseye haksız muâmele de bulunmaz. (Kehf 89)
A.C.: (Yâ Muhammed!) Sakın (bizi) kâfirlerin yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanma. Onların varacakları yer ateştir. O ne kötü dönüş yeridir! (Nur 57)
A.C.: (Ey Rasûlüm!) Günahkârları, Rableri huzûrunda (utançlarından) başlarını eğip: "Rabb’imiz (işin hakîkatını ve vaad ettiğin azabı) gördük ve (inkar ettiğimiz peygamberlerin doğru söylediğini) işittik (anladık). Bizi (dünyaya) geri gönder de iyi işler yapalım. Muhakkak (şimdi) biz (senden başka ibâdete lâyık varlık olmadığına ve yine senden başka Rab bulunmadığına) yakînen inandık" dediklerini bir görsen!.. (Secde 12)
A.C.: Ey Kâfirler! Bu gün özür dilemenin kârı yoktur. Çünkü siz ancak yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz. (Tahrim 7)
A.C.: Şüphesiz Allah kâfirlere lânet etmiş ve onlar için (büyük cezâ) ebedî kalacakları çılgın ateş hazırlamıştır. Onlar için ne bir dost ne de bir yardımcı yoktur. (Ahzab 64-65)
A.C.: Yüzleri ateşte (bir taraftan diğer tarafa) çevrildiği gün "Yazıklar olsun bize! Keşke Allah'a itâat etseydik, peygambere itâat etseydik" diyecekler. (Ahzab 66)
A.C.: (Onlara tâbî olanlar da o gün) "Ey Rabbimiz muhakkak biz başkanlarımıza ve büyüklerimize uyduk. Onlar da bizi (doğru) yoldan (dinden, imandan) saptırdılar(da kendimiz gibi insanlardan medet umar hâle getirdiler.) Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük la'netle la'netle..." diyecekler. (Ahzab 67-68) (Durup düşünmek, işin iç yüzünü anlamak lâzım; okuyup geçmekle olmaz)
Sonraoraya (ateşe) geldiklerinde, kulakları, gözleri ve derileri, yaptıkları şey hakkında aleyhlerinde şahitlik eder. (İnsanlar yaptığı âletlerle tesbit ederler de Mevlâ etmez mi?)
Onlar derilerine (azarlayarak, teaccüble): "Niçin aleyhimize şâhitlik edersiniz. (Halbuki biz sizi kurtarmak istiyoruz)" derler. (Derileri de: "Bu elimizde değil), bizi, her şeyi konuşturan Allah konuşturdu. Sizi ilk önce yaratan da O... Ve O'na döndürülüyorsunuz" derler. (Fussilet 21) (Suçlulara en küçük kurtuluş ümidi yoktur.)
A.C.: Siz (günah işlerken halka rezil olmak korkusuyla onu gizlerdiniz de) kulaklarınız, gözleriniz ve derileriniz (bir gün huzûr-u ilâhî'de) aleyhinize şâhitlik edeceğinden çekinmezdiniz. Ve Allahü Teâlâ yaptıklarınızın çoğunu bilmez sanırdınız. (Fussilet 22)
A.C.: İşte Rabbiniz hakkında (bu yanlış) zannınız (inkâr ve küfrünüz) sizi helâk etti de hüsrâna (felâkete) uğrayanlardan oldunuz. (Fussilet 23)
Devlet kanunlarına uymayan cezâsız kalmaz da, ilâhî hükümlere uymayan unutulur mu sanılır?
A.C.: Muhakkak biz onlara (âhiretteki) büyük azaptan önce, yakın (dünyadaki) azaptan da tattıracağız. Belki (küfür ve isyandan tevbe edip, îmana) dönerler. (Secde 21)
A.C.: Nuh kavmini de peygamberlerini yalanladıkları vakit suya gark ettik ve onları insanlara ibret kıldık. Biz zâlimlere elem veren azap hazırladık. (Fürkan 37) İnanmak, ibret almak, utanmak, korkmak ve itâat etmek lâzımken, isyan ve tuğyanda ısrar etmek neye?!...
A.C.: Âd ve Semûd'u da... Res Ashâbı ve bunlar arasında geçen bir çok nesilleri de (isyanları sebebiyle helâk ettik.) (Fürkan 38)
A.C.: Kim (nefsinin arzûlarına uyar da) Rahmân'ın zikrinden gaflet edip yüz çevirirse, Biz ona bir şeytan musallat ederiz de o, ona arkadaş olur, (kendisinden hiç ayrılmaz; devamlı vesvese verir, saptırır. Bu zâlim ne kötü arkadaştır!) (Zuhruf 36)
A.C.: Ve o (şeytan)lar onları (doğru) yoldan çıkarır. Onlar ise kendilerini doğru yolda sanırlar, (Zuhruf 37) (küfür ve melanete devam eder, halkı da kendi yollarına dâvet ederler, kendi beğendiklerinden başkasını kabul etmezler.)
Şu halde şuurlu mümin düşünsün, yaşayış şeklini gözden geçirsin, hal ve ahvâlini uygun hâle getirsin ve dünyada, âhirette mesut eden yolu seçsin!..
.
16. Risale: Nasihatler-2
- Ayrıntılar
- Kategori: İnce Risaleler
- Gösterim: 8115
RASÛLÜLLAH (S.A.V.) EFENDİMİZİN MÜBÂREK HUTBELERİNDEN
“Ey İnsanlar! Ölüm sanki bize değil de başkalarına yazılmış!Hakk’a tâbî olmak bize değil de sanki başkalarına farz kılınmış! Uğurladığımız ölüler sanki bir müddet sonra bize dönecekler; onlara mezar hazırlıyoruz da; sanki biz onlardan sonra ebediyen yaşayacakmış gibi...
Öğüt veren her şeyi unutuyoruz; kendimizi belâlardan emniyette sanıyoruz.
Ne mutlu başkalarının ayıbına bakmayıp, kendi kusurlarıyla uğraşan kimseye! Ne mutlu günaha dalmadan kazandığı malı infak eden, fukahâ ve ulemâ ile sohbet eden, fakirlerle düşüp kalkan kimseye...
Ne mutlu o kimseye ki, huyunu güzelleştirip kalbini temizler, insanlara zarar vermez, malının fazlasını infak eder, çok konuşmaz, bit’atlara düşmeden sünnet-i seniyyeyi ifâ eder” (Cevhere C:1, S:158)
***
H.Ş.: “Âile efradınız, mallarınız ve amelleriniz üç kardeşi olan bir kimseye benzer. O kimse ölümü yaklaşınca kardeşlerinden birine:
-“Başıma gelenleri görüyorsun. Bana ne yapabilirsin?” der.
O:
-“Doktor çağırırım, hizmet ederim, öldüğünde lazım gelenleri yaparım ve iyiliğini söylerim” der. İşte âilemizin durumu budur.
İkincisi:
-“Hayatta iken benden istifade edersin; ölünce yollarımız ayrılır. Sen öbür aleme hesap vermeye ben işimin başına dönerim” der: Mallarınızın durumu budur.
Üçüncü:
-“Ben sana arkadaş olurum; mîzanında terâzinin hayır tarafında ağırlık yaparım”der. İşte amellerimizin durumu budur”. (Hayâtü’s-Sahabe S:1871)
SAHÂBE-İ GÜZİN’DEN ÖĞÜTLER
Hz. Ebû Bekir Es-Sıddık R.A.:
*Ne söylediğini ve ne zaman söyleyeceğini iyi düşün.
*Kötü komşudan evini, kötü arkadaştan ziyaretini uzak tut.
*Faydalanmayanın yanında mal, kullanmayanın yanında silah, kabul etmeyenin yanında nasîhat zâyî olur.
*Biz, harama düşme korkusundan dolayı helâlden yetmiş kapıyı kapatırdık.
*Kitaplar akıllıların bahçeleri, faziletlilerin has gülü çiçekleridir.
*Mes’ud kişi ile arkadaşlık eden mes’ud olur.
*En hayırlı duâ, müttakî (temiz kalpli)lerin duâsıdır.
*Cimri; yedi şeyin birinden hâli olmaz:
1- Öldükten sonra vârisleri malını gayr-i meşrû yerlere sarf ederler.
2- Zâlim bir hükümdar malına musallat olur.
3- Şehvetine kapılarak malını israf eder.
4- Servetini lüzumsuz yere sarf eder.
5- Batma, yanma, çalınma v.s. gibi âfetlerle malı mahvolur.
6- Devamlı bir illete mübtelâ olur, malını o yolda harcar.
7- Malını bir yere gömer, bulamaz.
* * *
Üç şey, sâhibinin aleyhine son bulur:
1- Zulüm,
2- Ahdi bozmak,
3- Hile etmek...
* * *
Allahü Teâlâ’ya en itaatli kimse, günahlardan en çok sakınandır. Öyle ise Allahü Teâlâ’ya itaat et, arkadaşlarına da itaat tavsiyesinde bulun.
* * *
Hz. Ömer (R.A.):
*Ey İnsanlar! İçinizi düzeltin ki, dışınız düzelsin. Âhiretiniz için çalışın ki,dünya işleriniz düzene girsin. Kim Cennete girmek isterse cemâatten ayrılmasın
*Mü’min kişi kavuştuğu nimeti üzerinde göstersin. (Lüks arabaya binsin Ebû Yusuf gibi üzengisi altından olsun. Lâkin bunları yaparken “ihtiyacı olan benden istesin” diye niyet etsin. Çalım satmak için değil...)
*Nimetin elden gitmesi de: nimetin şükrünü unutmaktandır. Nimetin artıp çoğalması için şükürden daha büyük sebep yoktur.
* * *
Hz. Osman (R.A.):
*Dünyayı terk etmeyeni dünya terk etmez.
*Ey Âdemoğlu! Gaflet eder de âhiret için hazırlanmazsan bil ki başkası senin için hazırlanmaz. Mutlaka huzûr-u ilâhiye çıkacaksın, unutma! Rasûlüllah S.A.V. kabirden bahsederken ağlardı. Biz de âhirette halimiz ne olur diye düşünmeliyiz. (Hayâtü’s-Sahâbe S:1827-1829)
* * *
Hz. Ali (R.A.):
*Görüyorsun ki, her şey ölüyor. Ölüm sizin de peşinizdedir. Yükünüzü hafifletin ve tamâ edip de dünyaya itibar etmeyin ki, âhiretinizi mâmur edesiniz.
Ey Allah’ın kulları! Vallahi ölümden kurtuluş yok. Önüne dursanız yakalar, kaçsanız yetişir.
*Kendinize kurtuluş yolu bulun ve acele edin: Önünüzde sizi acele isteyen kabir var. Onun sıkmasından, karanlığından ve yalnızlığından korunun.
Kabir her gün hal diliyle: “Ben karanlıklar eviyim! Ben yılan çıyan yuvasıyım! Ben yalnızlık diyarıyım!” diye seslenir.
*Ey Allah’ın kulları! İbret almak lâzım gereken şeylerden hisse kapın. Her hadiseden ibret alın. Korkunç haberlerden ders alın, öğütlerden istifade edin. Ölümün pençesine geçmek üzeresiniz ve toprak sizi bağrına basmak üzeredir.
*Ey İnsanlar! Dünya sırt çevirdi, vedâ etmek üzere... Âhiretse bize doğru yöneldi; bakıyor. Bugün hazırlık günüdür; yarın hesap var.
*Ey İnsanlar! Amel etmeden Cenneti umanlardan olmayın. Hayır işlere koşun, elinizdekilerin şükrünü ödeyin. Eldekilerin şükrünü ödemeden daha isteyenlerden olmayın.
*Ey ölüme hedef olanlar! Ey ölümün elinden kurtulamayacak olanlar! Ey tehlikelere uğrayanlar! Ey günlerin getirdiklerine hedef olanlar! Ey ölüm mahkûmları! Ey sorguya çekilip de dili tutulacak olanlar! Ey ibretli hâdiselerden habersiz yaşayanlar! Sizlere hakikati söylüyorum: Ancak uyanık olanlarınız kurtulmuştur!
Bugün mescitleriniz mâmur, lâkin kalpleriniz ve bedenleriniz hidayetten mahrum görünüyor. Elinde olandan faydalanmayana, elinde olmayan fayda vermez. Dünya, tasını tarağını toplamış gidiyor, âhiretse bize doğru geliyor. Bugün hayırlı amel günüdür.(Hayâtü’s-Sahâbe)
*Kim dünyayı isterse dünya onu bağlar. Dünyanın nimetlerine değer vermeyen ona bağlanmaz. Dünyaya temâ edenler, ona hükmedenlerin köleleridir.
*Dünyadan sana yetecek kadar olan kâfidir. Dünyanın hepsi senin olsa yine mesut olamazsın. Dünyada dünkü ile bugünkü hayatı aynen devam ettiren aldanmıştır. Dünü bugünden hayırlı olan da aldanmıştır. Dünyada kendi noksanını aramayan için ölüm daha hayırlıdır.
*Biliniz ki:
-Hilim, ziynet ve mertliktir.
-Acele etmek, akılsızlıktır.
-Yolculuk insanı zayıflatır.
-Kötülerle düşüp kalkmak ardır. (Utandırır.)
-Fâsıklarla beraber olmak, başkasının şüphesini çeker, îtibarı yok eder.
*İnsanlar dört kısım:
1- İyilik ve hayırdan nasibi vardır, fakat ahlâktan nasibi yoktur.
2- Ahlâkı hoş, fakat iyilik ve hayırdan nasibi yok.
3- Ne ahlâk ne iyilik ne de hayırdan nasipsiz olan. (Bunlar insanların en şerlilerinidir.)
4- Hem ahlâkı iyi, hem iyilik ve hayırdan nasibi var. Bunlar da insanların en üstünleridir.(Hayâtü’s-Sahâbe S: 1831-1837-1904)
* * *
Hz Hüseyin (R.A.)’dan:
*Dünya değişti, bozuldu, iyiler ve iyilikler dönüp gittiler. Sadece kabın dibindeki tortu kaldı. (Hayâtü’s-Sahâbe S: 1860)
* * *
Utbe bin Gavza (R.A.):
*Ey İnsanlar! Dünya, sonunun geldiğini bildirdi.
*Kıyâmet saati yaklaşınca, ay ikiye bölünür. Dikkat edin ay ikiye bölünmüş,dünyanın ikiye ayrılacağını bildirmiştir. Bugün hazırlık günüdür.
*Haramla beslenen vücut Cennete giremez. (Hayâtü’s-Sahâbe S: 1850)
* * *
Muaz ibni Cebel (R.A.):
*İnsan iki iyilik arasında ölmelidir. Biri yaptığı, biri de yapmayı sonraya bıraktığıdır. (Hayâtü’s-Sahâbe S: 1880)
*Muaz Hz. bina yapanların yanından geçerken:
-*Allah dünyanın eskimesini isterken siz onu yeniliyorsunuz. Allah her istediğini yapar”, buyurur ve harâbelere hitâben:
-*“Ey harâbeler! Nerede sizin ilk sahipleriniz?” derdi.
* * *
Ebu’d-Derda (R.A.):
*Hırsla servet biriktirenlere yazıklar olsun. Kendi servetini görmez, gözü hep başkalarınkindedir.
*İyilerinizi sevdiğiniz müddetçe hayırda devam edersiniz. Aranızda doğrular söylediği müddetçe hakkı tanımışsınızdır. Hakkı tanıyan, onunla amel eden gibidir.
*İnsanlara yapmayacakları şeylerle emretmeyin. Rab’lerinden önce onları hesâba çekmeyin.
*Ey Âdemoğlu! Sen kendini düzelt. Başka-larında gördüklerini tenkit eden kimselerin hüzün ve kederi artar ve kinleri bitmez. Böyleler huzur bulmaz.
*Allah’ı görüyormuş gibi O’na ibâdet ediniz. Kendinizi ölülerden sayınız.
*Size yetecek olan az, sizi azdıracak, doğru yoldan çıkaracak çoktan hayırlıdır.
*İyilik kaybolmaz, kötülük unutulmaz.
*Hayır: Mal ve evlat çokluğunda değil, halîm ve âlim olmanda, Aziz ve Celil olan Allahü Teâlâ’ya ibâdette diğer Müslümanlarla müsabaka etmende ve gayretli bulunmandadır.
*İyilik ettiğinde Allah’a Hamd et, günah işlediğinde (Aziz ve Celil olan) Allah’tan af dile.
*Farkında olmadan Mü’minlerin nefretini kazanmaktan sakın! Bu nasıl olur biliyor musun?
Kul Allahü Teâlâ’ya âsi olur, Allah da Mü’minlerin kalplerine ona karşı kin yerleştirir!..
*İmanın zirvesi: Allah’ın hükmüne sabır, takdir-i ilâhîye rızâ, Allah’a güvenme hususunda samîmiyet ve tam teslimiyettir.
*Ey Şamlılar! Yiyemeyeceklerinizi topluyor, içinde oturamayacağınız binalar yapıyor ve ulaşamayacağınız işler peşindesiniz. Sizden öncekiler de servet biriktirir, uzun emeller besler, sağlam yapılar yaparlardı. Şimdi onların servetleri, mahvolup gitti. Emelleri sadece boş bir hayâl ve evleri mezar oldu.
İşte Âd kavminin Aden’le Umman arasına doldurdukları mallar ve evlâtlar! Şimdi bu Âd kavminin terekesini (bıraktıklarını) benden iki dirheme kim alır?
Ey Zenginler! Sizler ve bizler müsâvi olmadan (Kabir hayatı başlamadan) ve dünyanın bir âfet olduğunu görmeden önce servet hırsını bırakın!..
*Ben sizin adınıza sizi gaflete düşüren gizli hevesten korkuyorum. O hevesle karnınız doyar, fakat ilim dağarcığınız boş kalır...
*En hayırlınız, arkadaşına, “Gel ölmeden önce orucumuzu tutalım”, diyendir. En hayırsızınız da “Gel ölmeden önce yiyelim, içelim, eğlenenlim”, diyendir...
*Allahü Teâlâ rızkınıza kefilken sizi neden böyle hırslı görüyorum. Asıl vazifenizi ihmal ediyorsunuz. Baytarın attan anladığı gibi, bende sizin kötülerinizi gayet iyi tanıyorum: Onlar namazı vaktinde kılmazlar, Kur’an’ı isteksiz dinlerler, kölelerini âzât etseler de yine kendi işlerinde çalıştırırlar.
*Her zaman hayrı arayın. Allah’ın Rahmetine ve lütfuna yaklaşmaya çalışın. İnsan rahmete kavuşmakla Allahü Teâlâ’ya yaklaşır. Allah, kullarından dilediklerine verir. Allah’tan ayıplarınızı örtmesini ve sizi korktuklarınızdan emin kılmasını isteyiniz.
*Şu tavsiyelerimle amel edenlerin derecelerini aziz ve Celil olan Allahü Teâlâ yükseltir:
-Sâdece helâl ye, helâlinden kazan, evine temiz ve helâl olanları götür.
-Allahü Teâlâ’dan her gün için geçinecek kadar rızık iste.
-Sabah kalktığında kendini ölülerden say ve o gün onlara katılacağını kabul et.
-Allahü Teâlâ için varlığından hibede bulun.
-Sana sövenleri ve sataşanları, Allahü Teâlâ’ya havale et.
-Kötülük işlediğin zaman Aziz ve Celil olan Allahü Teâlâ’dan af dile.
*Şu üç şeyi yapmazsanız değeriniz düşmez:
1- Başınıza gelen belâdan şikâyet etmek,
2- Ağrı ve sızılardan yakınmak,
3- Kendi kendinizi temize çıkarmak...
*Mazlumun ve yetimin bedduâsından sakınınız. Çünkü onların bedduâları gece insanlar uykuda iken Allah’a ulaşır.
*Kıyamet gününde, dünyada iken Allah’a itaat eden biri getirilir. Kendisi önden malları da arkasından yürütülmektedir. Sırattan geçerken, her sendeleyişinde malları ona “Geç! Sen bizim üzerimizde hak bırakmadın” derler.
- Allahü Teâlâ’ya itaat etmeyen biri de malları omuzlarına yükletilmiş olarak gelir. Malları onu tökezleterek “Yazıklar olsun sana! Allah’ın bizim üzerimizdeki hakkını niçin vermedin?” derler. Bu hal Veyl deresine varıncaya kadar böyle devam eder.
- Kul başkasını kendine hizmet ettirmediği müddetçe Allah’ın hesabından emin olur. Eğer hizmetçi kullanırsa, o zaman da hesaba çekilmesi vacip olur.
- Dünyada sahip olduğun her şey, senden önce başkalarına aitti, senden sonra yine başkalarının olacak. Sana sadece âhiret için yaptıklarında fayda kalacak.
- Servetini evlatların en iyisine bırak. Çünkü sen hiçbir mâzeret beyan edemeyeceğin huzura gidiyorsun.
- Sen iki kişiden biri için servet biriktiri-yorsun. Bunlar, ya meşakkatle biriktirdiğin mallarla Allah’a itaat eder, mes’ud olur. Veya toplayıp bıraktığın mallarla Allahü Teâlâ’ya isyan eder, âsi olurlar.
- Vallahi her ikisi de senin günahlarını hafifletmez. Onun için servet bıraktıklarını kendinden üstün tutma!.
- Kul Allah’a itaat ederse, Allah onu sever. Allahü Teâlâ sevdiği kimseyi yarattıklarına da sevdirir.
- Kul Allah’a âsî olursa, Allahü Teâlâ ona buğzeder. O, buğzettiği kimseye yarattıklarına da buğzettirir.
- İtaatsız Müslümanlık olmaz. Cemâatte hayır vardır. Allahü Teâlâ’ya, halifeye ve bütün Mü’minlere karşı samimiyet göstermek lâzımdır. (Hayâtü’s-Sahâbe S: 1888-1890-1891-1892-1893)
Ebû Zer (R.A.):
* Ey İnsanlar!
İnsan yolculuğa çıkarken kendisine yarayacak ve yetecek kadar azık alır. Kıyâmet yolculuğu ise sizin bu yolculuğunuzdan uzundur; kendinize yarayacak azık alınız.
Size yarayacak azık şunlar:
- Büyük felaketlerden korunmak için haccedin.
- Uzun süren mahşerin şiddetinden kurtulmak için oruç tutun.
- Zamanınızı ikiye ayırıp, birinde ahiret için, ikincide helâl rızk için çalışın. Üçüncü bir bölüm sizin için zararlıdır.
- Kazancınızı ikiye ayırın: Helâlinden kazandığınız birinci kısımdan evlâd-ü iyâlinizin geçimini sağlayın. İkinci kısımdan âhiretinizi kazanmaya çalışın. Üçüncü bir kısmın size zararı vardır.
- Kabrin yalnızlığına karşı geceleri iki rekat namaz kılın.
- Kıyâmet günü Arasat’ta beklemeyi düşünüp ya hayır konuşun ya susun.
- Kıyâmet güçlüğünden kurtulmak için, sadaka verin.
- Ölmek için doğuyorlar. Harap olacak şeyleri îmar ediyorlar. Geçici şeylere düşkün oluyorlar da ebedî olanı terk ediyorlar.
- İnsanların istemediği iki şey; ölüm ve fakirlik, ne güzeldir! (Hayâtü’s-Sahâbe S: 1894-1895)
Huzeyfe bin El Yemânî:
*Kim bir kötülüğe eli, dili ve kalbi ile engel olursa, vazifesini yapmıştır.
Dört türlü kalp var:
1. Kilitli kalp: Bu kafirlerindir.
2. İki yüzlü kalp: Bu münafıklarındır.
3. İçinde etrafını aydınlatan nur bulunan: Bu Mü’minin kalbidir.
4. İçinde iman ve nifak bulunan kalp: İman temiz yerde biten ağaca, nifaksa irinli azgın yaraya benzer. Hangisi ağır basarsa kalp o tarafa döner.
- Fitne zuhur ettiği zaman evinize çekilip oturunuz; kılıçlarınızı kırınız; yaylarınızı, kirişlerinizi kesiniz.
- Fitne, içkiden daha fazla aklı baştan giderir.
- Öyle zaman gelecek ki, sadece, boğulmak üzere olan birinin yaptığı gibi (içten ve samimî) dua edenler kurtulacak.
- Sizin en hayırlınız, ne dünya için âhireti, ne de âhiret için dünyayı terk edendir. En hayırlınız, her ikisi için de orta halde çalışandır. (Hayâtü’s-Sahâbe S: 1896-1897)
* * *
Ubey bin Kaab (R.A.):
* Allah’ın Kitabı’nı Rehber edin. O’nun hüküm ve emirlerine razı ol. Çünkü Resûlullah (S.A.V.) kendisinden sonra insanlara onu bırakmıştır. Kıyâmette onun şefâati kabul edilir. O, hak ve doğru şahittir. O, sizden ve sizden öncekilerden bahseder. Aranızdaki dâvâları çözen hükümler ondadır. Onda sizin ve sizden öncekilerin hakkında haber vardır.
* Kul, Allahü Teâlâ’nın rızasını kazanmak için bir şeyi terk ederse, Allahü Teâlâ ona terk ettiğinden daha hayırlısını (ummadığı yerden) ihsan eder. Kul, o şeyi hafife alır da terk etmezse, Allahü Teâlâ ona (Hiç ummadığı yerden) terk etmediğinden daha beterini verir.
Mü’min Dört Güzel Şeye Sahiptir:
1. Belâya sabreder.
2. Ni’mete şükreder.
3. Konuştuğunda doğru söyler.
4. Beş nur arasında dolaşır:
- Konuşması nurdur.
- İlmi nurdur.
- Girdiği yer nurdur.
- Çıktığı yer nurdur.
- Kıyâmette varacağı yer nurdur.
Kâfir de beş karanlık içinde döner dolaşır:
- Konuşması karanlıktır.
- İlmi karanlıktır.
- Girdiği yer karanlıktır.
- Çıktığı yer karanlıktır.
- Kıyâmette varacağı yer karanlıktır.
- Dünya, insanın ölünceye kadar azık hazırladığı yerdir; âhiret âleminde mükâfat ve ceza göreceği amelleri burada kazanır.
- Seni alâkadar etmeyen şeyle uğraşma. Düşmandan uzak dur. Dostuna karşı da ihtiyat et! Ölünce istemeyeceğin yeri hayatta iken de isteme. Senin ihtiyacına ehemmiyet vermeyene hâlini söyleme. (Hayâtü’s-Sahâbe S: 1898-1899)
Zeyd bin Sâbit R.A.):
* Söylediğini yapmayan insanda şeref ve haysiyet yoktur.
* Başkasında ayıp araştırıp da kendi ayıbını hafife alan kişi, emredilmeyeni yapan gibidir. (Hayâtü’s-Sahâbe S: 1990)
* * *
Abdullah İbni Abbas R.A.:
* Kendi nefsine hitâben:
- Ey Günahkar! Sonun mutlaka fena olacağını düşün, derdi.
Günahı açıktan işlemek, günah işlemekten daha büyük günahtır.
Yaptığın günah ile rahatlaman, o günahtan daha büyük günahtır.
Allahü Teâlâ’nın sana ne yapacağını bilmediğin halde gülmen, yapmakta olduğun günahtan daha büyük günahtır.
* Farzlara dikkat et. Allahü Teâlâ farzları sana kendisinin hakkı olarak emretti. Bunları yaparken Allah’ın yardımını iste. Allahü Teâlâ; kulun sevaplara karşı olan hırsını bilince, onu korktuklarından emin kılar. (Hayat’s-Sahâbe S:1901)
* * *
İbni Ömer (R:A.):
* Kişi bâki olanı fâni olandan üstün tutmayı akıllı işi saymadıkça hakîkî îmana sahip olamaz... (Hayatü’s-Sahâbe S: 19029
* * *
Hz. Abdullah ibni Zübeyr (R.A.):
* Muttakîlerin (Allah’tan korkanların) alâmeti:
1. Kazaya rıza,
2. Ni’mete şükür,
3. Kur’an hükümlerine boyun eğmektir.
* Âmirler Pazar yeri gibidir. Eğer o haktan ayrılmayan biriyse ona hak ve hakikatler getirilir. (Sebze pazarına sebze, halı pazarına halı getirildiği gibi). Hakka uymuyorsa, ona da kötü işler ve kötü kimseler gelir. O da ona göre muamele eder. (Hayâtü’s-Sahâbe S: 1903)
* * *
Şeddat bin Evs (R.A.):
* Siz dünyada hayır ve şerrin kendisini değil, sebeplerini görüyorsunuz. Halbuki hayr her şeyi ile Cennette, şer de her şeyi ile Cehennemdedir.
* Dünya iyinin de kötünün de doyduğu bir sofradır. Ahiretse her şeye gücü yeten bir hükümdarın hükümleri bulunan bir hakikat, bir vaaddir. Her şeyin talipleri vardır. Siz dünyaya talip olup da ona hizmet etmeyin; âhirete tâlip olun. (Hayâtü’s-Sahâbe S: 1905)
* * *
Cündüb El Beccelî (R.A.):
* Başınıza bir sıkıntı gelince, canınızı değil malınızı feda edin. Can veya din feda etmek durumunda, can feda edin. İyi bilin ki, esas zararda olan, dininde zarar edendir.
* Cennete giren için fakirliğin, cehenneme giren için de zenginliğin hiç tesiri olmaz.
* Bilmiş olun ki, âdemoğlu öldükten sonra önce karnından çürümeye başlar. Karnınızı haramla doldurup da kokmasına meydan vermeyin. Mallarınızı harcarken Allahü Teâlâ’yı gücendirmekten sakının. (Hayâtü’s-Sahâbe S: 1906)
* * *
Ebû Umâme (R:A.):
* Ey İnanlar! İyilikleri ve kötülükleri taksim ettiğiniz bir yerde ömrünüz geçiyor. Yakında buradan başka bir yere (mezara) göç edeceksiniz. Orası yalnızlık diyarıdır. Karanlık evdir. Orada, yılanlar ve çıyanlar barınır. Allah’ın genişlettiği kabirler başka, diğerleri dardır. Oradan mahşere nakledileceksiniz ve orada Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyeceksiniz.
* Dünya ve âhirette kâfir ve münâfıklar, Mü’minlerin nurundan istifade edemezler. Sağlamların gözlerinden âmâların istifade edemedikleri gibi...
* Rasûlüllah (S:A.V.) kendisine emredileni insanlara tebliğ etti. Eshab ondan duyduklarını başkalarına bildirdi. Siz de duyduklarınızı başkalarına anlatınız.
* Ey İnsanlar! Sizler cahilliye devrinde bulunanlardan daha cahilsiniz. Çünkü Allahü Teâlâ kendisi için harcadığınız bir dirheme yedi yüz dirhem, bir dinara yedi yüz dinar vereceği(ni vaad ettiği) halde siz hâlâ cimrilik yapıyorsunuz.
* Şunu iyi bilin ki, fetihler altın ve gümüş saplı kılıçlarla değil, sağlam gönülle, kurşun ve demir saplı kılıçla yapılır. (Hayâtü’s-Sahâbe S: 1707-1708-1709)
* * *
BÜYÜKLERDEN ÖĞÜTLER
Yerine Vali Bırakacağı Vakit Ömer Bin
Abdülaziz’e Pederinin Vasiyeti
Ey Oğlum!
İşçileri iyi gözet. Eğer onların sende akşamdan kalma bir hakkı varsa sabaha, sabah verilmesi lâzım bir hakkı varsa akşama bırakma! Haklarını zamanında ver ki, sana itaat etsinler.
Sakın idaren altında bulunan halka yalan söyleme! Sonra doğru sözüne de inanmazlar.
Her işinde ehil olan arkadaşlarınla ve âlimlerle istişare et.
Öfkelendiğin kimseyi hemen cezalandırma. Öfken geçinceye kadar sabret!
Sana bunları tavsiye eder, Allah’a emânet ederim. (Ikdü’l Ferid S.17)
* * *
Abdülmelik Bin Mervan (Rh.A.):
* İnsanların en üstünü mevki sahibi iken mütevâzı, kudretli iken zâhid (dünyaya değer vermeyen), kuvvetli iken insaflı olanlardır. (Ikdü’l Ferid)
***
İbrahim Bin Ethem Hz.’inden Öğüt:
Sana beş şeyi tavsiye ederim:
1.İnsanlar dünyaya daldıkları zaman, sen âhiretle meşgul ol.
2. İnsanlar dışlarını süslemekle meşgulken, sen içini imar etmeğe çalış.
3.İnsanlar bina yapmakla meşgul olurken, sen kalbini imar et.
4. İnsanlar halkın hizmetiyle uğraşırken, sen Hakk’ın hizmetiyle meşgul ol.
5. İnsanlar başkasının ayıplarını araştırırken, sen kendi ayıplarını araştır.
* * *
Fakih Ebû’l-Leys (R.A)’ın Nasihatı:
* İnsan güler yüzlü, yumuşak sözlü olmalı; Lakin, dalkavukluk etmekten sakınmalı; ahlâkı bozuk olanlara konuşurken çok dikkat etmeli; Kötü yola sapmış hissi verecek sözlerden kaçınmalı; herkesle iyi geçinmeli ve kimseye kötülük etmemeli. Zira Allahü Teâlâ, Musâ ve Harun (A.S.)’a “Fıravun’a yumuşak söz ile konuşun” (S.Tâhâ 43) diye emir buyurdu. İnsanlarla ünsiyet etmekte usûl budur. Hanımla efendisi arasında ve dostlarla münâsebet-lerde usûl de, bu olmalıdır.
* Şüphesiz insan için en güzel iyilik, hoş geçinmek ve iyi anlaşıp kaynaşmaktır. Zira Rasûlullah (S.A.V.) Efendimiz:
“Siz herkesi malınızla kendinizden hoş-nut edemezsiniz, güzel ahlakınızla memnun ediniz.” burmuştur.
* * *
Mevlânâ Sâdettin-i Kaşgârî (K.S.):
Hakk’a yakınlık, yüksekten, alçaktan, maldan, makamdan uzaklaşmak değil, kendi varlığından (benliğinden) geçmektir. Yâni nefsin isteklerinden uzaklaşmaktır.
* * *
Süleyman Bin Abdülmelik (Rh. A):
* Dünya gurur evi batıl yeridir. Güldürür ağlatarak, ağlatır güldürerek, korkutur güvenirken, güvendirir korkuturken, fakir eder zenginken, zengin kılar fakirken...
* Sabahın aydınlığı gecenin karanlığını nasıl gideririse, şeytanın hile ve tuzaklarını da Kur’an’nın nuru yok eder.
* * *
Lokman (A.S.):
*Bin senede dört bin peygambere ulaştım. Onların sözlerinden sekiz kelime seçtim:
Dört şeyi koru:
1. Namazda kalbini koru. (Onda düşünceye yer verme).
2. İnsanlar arasında dilini koru. (Ya hayır söyle ya sukut et ve sırrına sahip ol.)
3. Başkasının evinde gözlerini koru. (Etrafa bakma).
4. Sofrada boğazına sahip ol. (Sünnet üzere ye, iç...)
İki şeyi unutma:
1. Allahü Teâlâ ve
2. Ölüm.
İki şeyi unut:
1. Başkalarına yaptığın iyilik ve
2. Başkalarının sana yaptığı kötülük...
* * *
İmam-ı Cafer-i Sadık Hazretleri’nden Tavsiyaler:
Size dokuz şeyi tavsiye ederim. Bunların üçü NEFİS TERBİYESİ, üçü HİLİM, üçü de İLİM hakkındadır.
Nefis terbiyesi hakkında üç tavsiye:
1. Nefsin istemediği yemekten sakın. (Çünkü bu ahmaklık ve unutkanlığa sebebdir.)
2. Ancak açıktığın zaman ye.
3. Yediğin helâlden olsun.
Rasûlullah (S.A.V.) buyurmuştur: “Âdemoğlu midesinden daha şerli bir kab doldurmamıştır. Midenin üçte biri yiyeceğe, üçte biri içeceğe, üçte biri de nefes almaya, zikretmeye ayrılma-lıdır.”
Hilim hakkında üç tavsiye:
1. Sana “Bir söyle, on dinle” diyene “On söylersen bir dinle”,de!
2. Sana iftira edene “Eğer söylediğin doğru ise Allah’dan beni mağfiret etmesini dilerim. Söylediğin doğru değilse Allah’dan seni mağfiret etmesini dilerim” de.
3. Sana çirkin bir söz söyleyene nasihat ve duâ et.
İlim hakkında üç tavsiye:
1. Bilmediklerini âlimlerden sor ve bunu onlara sıkıntı vermek veya imtihan etmek için sorma.
2. Hiçbir şeyde kendi görüşünle amel etme, ehlinden sor, ilâhi ölçülere uy ve her işte ihtiyatlı ol.
3. Fetvâ vermekten, aslandan kaçar gibi kaç. Boynunu insanlar için Cehennem üzerinde köprü yapma!
İMAM-I AZAM HAZRETLERİ’NİN
TALEBESİ EBU YUSUF HAZRATLERİ’NE
VASİYETİ
Devlet Büyükleriyle Münasebet
-Devlet başkanına hürmet et, onun mevkiine saygılı ol. Huzurunda yalan söyleme. İlmî bir mesele için seni çağırmadıkça yanına gitme. Huzuruna çok girip çıkacak olursan itibarın kaybolur, mevkiin küçülür.
-Devlet adamlarına yakınlık isteme!
Onların seni kendilerini yakın tutmasını da arzu etme. Böyle bir durum olursa bunu halktan gizle. Aksi halde sana iş havale ederler. Takip etsen devlet büyüğü yanında küçülürsün, takip etmesen insanlar seni ayıplar.
-Devlet başkanının yakınlarında ev tutma!
-Kendilerine teklif edeceğin şeye uyacaklarını bilmeden, başkan ve âmirlerin yakınında bulunma! Olur ki senin yanında yanlış bir iş yaparlar da sen buna mani olamazsın. Sustuğunu görür, onların yaptık-larını doğru sanırlar.
-Âmirinde dine muhalif bir hal görürsen, ona itâat etmekle beraber ikaz et! Misâl: “Benim âmirimsin, emirlerine uyarım. Lâkin, dine uymayan şu halini sana söylemekten kendimi alamıyorum” de. Bunu bir kere yapman yeter. Tekrar eder veya ihtar etmekte aşırı gidersen seni azarlar ve ezer. Bu da dinin zayıflamasına yol açar. Bir iki ihtarın, senin dini meselelerdeki ciddiyetini ortaya koymaya kâfidir. Eğer âmirin, dine muhalif işleri bir kaç defa yaparsa, onun huzuruna yalnız olarak gir ve ona nasihatte bulun. Bit’atçı ve tevilci biriyse onunla ilmi münazara yap! Hak mezheplerden birine bağlıysa ve dindar bir insansa ona Kur'an’dan ve hadisten bildiklerini söyle. Kabul ederse ne âlâ; etmezse Allah’a sığın ve yanından ayrıl.
Halkla münasebet
-Halk önünde konuşma! Sadece sorduk-larına cevap ver. Aralarında dinî ve lüzumlu mevzular dışında konuşmaktan kaçın ki, seni mal düşkünü bilmesinler.
-Halk arasında ne gül, ne de gülümse... Çarşı pazara çok çıkma!...
-Buluğ çağına yaklaşmış olanlarla konuşma! Çünkü onlar birer fitnedir. Buna mukabil küçük çocuklarla konuşmanda ve onların başlarını okşamanda bir beis yoktur.
-İhtiyarla yolda yürüme! Arkalarından gitsen ilmine hakaret olur, önlerinden yürüsen senden hoşlanmazlar.
-Yol ağzında, köşe başlarında, dükkan-larda oturma! Çeşmelerden, musluklardan ve sokalardan su içme...!
-Çarşıda, sokakta ve mescidde bir şey yeme!
-Her hal ü kârda Allah’dan kork, kendini fenalardan koru. Emanete sâhip ol.
-Küçük büyük, avam havas herkese iyilik et ve nasihatta bulun.
-Kimseyi hakir görme. Herkese saygı göster.
-Halk ile içli dışlı olma! Ziyaretine gelen-leri iyi karşıla! Sorduklarına cevap ver. Eğer ehil ise ilimle meşgul olur, değilse sana muhabbet ederler.
-Avam ile ve emrindekilerle münakaşa etme! O gibilerle münakaşa itibarını zedeler.
-Karşındaki sultan da olsa doğruyu söylemekten çekinme!
-Halktan daima kendini koru.
-İçin nasılsa dışın öyle olsun.
Çok gülme! Kalbini öldürür.
-Ağırbaşlı ve vakarlı yürü. Arkandan seslenen olursa dönüp bakma! Arkasından çağrılan ancak hayvandır.
-Konuşurken bağırıp çağırma! Sâkin ol ve sükût et.
-Ne bir şey sat, ne de satın al! Bu hizmetleri yapacak bir hizmetkâr tut.
Dünyaya, malına servetine ve elindeki imkanlara güvenme! Çünkü Allah hepsinden hesap soracaktır.
İnsanlara hatâlı işlerinde uyma! Doğru işlerinde uy!
İnsanları kötülükleriyle değil İyilikleriyle an! ama kötü halleri din hususunda ise, o zaman onu insanlara şöyle ki ondan sakınsınlar Bu hususta makamından korkma! Çünkü Allah senin hakiki yardımcındır. Bunu bir kere yaptın mı, senden çekinirler ve bid’atçılığa cesaret edemezler.
Hz Peygamberi veya evliyaullahtan birini rüyada görmüş olduklarından sana bahseden olursa, hoş karşıla, sakın ret ve inkar etme!
Nefsin isteklerine uyanlarla berâber olma! Ancak dine dâvet yolunda böyleleri ile birlikte olmakta beis yoktur.
Oyundan, eğlenceden sövüp saymaktan uzak dur!
Komşunun hoş olmayan hallerini gizle. İnsanların gizli hallerini açma! Çünkü sır, emanettir.
Cimrilikten kaçın.Cimriden herkes nefret eder.
-İşlerinde mertliği insanlığı koru!
-Yumuşak huylu ol, incitme!
-Elbisen daima temiz olsun!
-Dünyaya meyli azalt, nefsini temizle!
-Fakirsen fakirliğini belli etme
-Gayret sâhibi ol. Gayreti zayıf olanın mevkii de zayıftır
-Yolda sağa sola bakma, daima önüne bak!
-Hamama gidersen ücretini fazlaca ver, insanlar arasında kadrin yükselir, sana hürmet ederler.
Bir şey satın alırken fiyatını düşürmeye çalışma; kendin tartıp ölçme, satıcının tartı ve ölçüsüne râzı ol.
-Alçak dünyayı din alimleri yanında alçak göster. Çünkü Allah yanında olanlar dünyadakilerden hayırlıdır.
_ İşini ehline yaptır. Bilgi ve ihtisasa alâkan kuvvetlenir ve imkanlarını korur ihtiyaçlarını daha iyi karşılarsın. Mesire yerlerine gitme!
-Halka hikayeler anlatma! Hikayeciler mutlaka anlattıklarına yalan karıştırırlar.
Âile hayatı:
-Hanımına yakın olduğunda çok konuşma! Allah’ı anmadan ona yakın olma!
-İçgüveysi olmaktan sakın!
-Çocuklu kadınlarla evlenme; senin malından çalıp onlara harcar. Kadın için çocuk kocasından kıymetlidir.
-Sakın bir evde iki hanım bulundurma. İhtiyaçları karşılayacak durum olmadan evlenme! Önce ilim sonra servet. Tahsil zamanında ticaret yapma, yürütemezsin; tahsili tam yapamazsın. Gençken, gönlün ve kafan zindeyken ilim tahsil et, sonra dünya işine bak.
İlim ve Muhasebe
- Seni hoşlanmadığın bir işe verirlerse, o iş sana ilminden dolayı verilmişse kabul etme!
- Dînî esasları kelam ilmiyle ispata kalkma! Çünkü halk bu gibi mevzularla uğraşmaya kalkar ve hatâya düşer. Yalnız sorulanlara cevap ver. Uzun cevap zihin karıştırır.
- On sene yiyeceksiz, parasız, pulsuz kalsan da öğrenmekten ayrılma! Tahsilden vazgeçtiğinde yine geçim sıkıntısına düşersin.
- Fıkıhta derinleşmek üzere sana gelenleri memnûniyetle karşıla ki, ilme rağbetleri artsın.
- Seninle istişâreye geleni dinle ve Allah’a yaklaştıracak şekilde konuş.
- İlim adamları olan bir memlekete vardığında; halkı etrafına toplamaya kalkma! Sen de halktan biri ol! Senin bir mevki peşinde olmadığın anlaşılsın. Yoksa hepsi aleyhine döner, seninle uğraşırlar. Boş yere didiklenirsin. Senden bir şey sorarlarsa açık deliliyle cevap ver; lakin onlarla münâkaşaya girme! Halkın hocalarına dil uzatma, aksi halde onlar da seni çekiştirirler.
- İlmî meseleleri zahiri ve bâtinî mânâlarıyla îzah et. Münâzara âdâbını bilmeyen ve iddialarını delillerle ispat edemeyen âlimlerle münâkaşa etme!
- Mevki ve makam peşinde koşan, halk arasındaki meselelerle meşgul olup menfaat sağlamak isteyenlerin sözlerine ve aralarına karışma! Çünkü onlar seni haklı bulsalar da sözlerini kabul etmez, türlü laflarla seni usandırmak isterler.
- Büyükler meclisine girdiğinde onlar buyur etmedikçe üst taraflara oturma ki, seni üzecek bir hal olmasın. Keza bir cemâatte, onlar hürmetle seni öne dâvet etmeden kendiliğinden ileri safa geçme! Mihraba geçmen de o şekilde olsun.
- İlim meclisinde hiddet ve şiddet gösterme!
- Bir âlimle ilmî mesele görüşmeye gidersen, iyi hazırlanmadan gitme! Orada bildiklerini açıkça söyle; iyi bilmediğin şeylerden bahsetme ki, dinleyenler seninle iftihar ederken sükût-u hayâle uğramasın, karşındakini de senden bilgili sanmasın.
- Şayet orada sorulanlar fetvaya uygun ise cevap ver, değilse sebebini söyle ve sözü uzatma! Karşısında biri, senin yanında izahlarda bulunmasına ve oradakilere ders vermeye kalkmasına fırsat bırakma ve bir adamını bırakarak oradan ayrıl ki, muârızının söz ve görüşünü, ilmî seviyesini sana haber versin.
İBÂDET
- Ezandan sonra derhal cemâate hazırlan, avamdan arkaya kalma.
- Herkesten çok ibadet etmedikçe ve ihsanda bulunmadıkça için rahat etmesin. Çünkü halk sende kendilerinden fazla ibadet görmezse senin ibadete rağbet etmediğine, ilmin sana fayda vermediğine hükmeder de; cahilce yaptıkları amelleri ilminden üstün görürler.
- İnsanların yanında Allah’ ı çok zikret ki onlar da buna meyletsinler.
- Namazlardan sonra Kur’ an okumak, zikir, şükür gibi ibâdetin bulunsun.
- Her ay belli günlerde sünnete uygun oruç tut ki, halk da senden örnek alsın.
- Ölümü hatırından çıkarma!
- Hoca ve üstazların için Allah’ tan âfiyet dile.
- Kur’ an-ı Kerim okumaya devam et.
- Evliyâullahın kabirlerini ve mübârek yerleri sık ziyaret et.
- Uydurma ve karışık zikir meclislerine gitme, böyle meclis tertibine de sebep olma!
- Talebenin vaazını dinleme, sıkar, bocalar! Güvendiğin biri dinleyebilir. Ayrıca mahallendeki halkı teşvik et ki cemaati çoğalsın.
- Nikâh işlerini, cenaze ve bayram namazlarını mahallenin hatibine havâle et.
Beni de hayır duadan unutma!
Sana ve bütün Müslümanlar için yaptığım bu nasihati hafızanda tut!
CÂFER-İ SÂDIK HAZRETLERİ’NDEN OĞLU MUSA KÂZIM EFENDİYE NASİHAT
Ey Oğul!
Taksim edilen rızka razı olan, kimseye muhtaç olmaz. Gözü başkasının elinde olan, fakir olarak ölür. Allah’ ın taksim ettiği rızka razı olmayan, Mevlâ’ ya kötü zanda bulunmuştur.
Kendi kusurunu küçük gören, başkasınınkini büyütmüş olur. Başkasının hâta ve kusurunu küçük gören de kendi kusurunu büyütmüş olur.
Başkasının gizlisini açıklayanın evindeki gizli şeyler herkesçe bilinir.
Kardeşi için kuyu kazan, o kuyuya kendi düşer.
Sefihler {Akılsızlar} arasında bulunan, horlanır; alimlerle beraber olan, hürmet görür.
İnsanlara kızmaktan sakın; sana da kızarlar.
Boş işe ve boş söze karışma; aşağılanırsın, kıymetin düşer.
Lehinde olsun aleyhinde olsun, daima hakkı (doğruyu) söyle!
Allahü Teâlâ’ nın kitabını oku. Mârufu emir, münkeri nehyet.
Senden kesilene git, seninle konuşmayanla konuş.
İsteyene ver.
Laf taşımaktan, kovuculuktan sakın. Çünkü söz taşımak, düşmanlık hasıl eder.
Kimsenin ayıbını görme! Ayıp gören, onlara hedef olur...
ABDÜLHÂLIK GUCDÜVÂNÎ (K.S)’DAN MÂNEVÎ OĞLU HÂCE EVLİYÂ-İ KEBİR’E VASİYET
Ey Oğlum!
Sana vasiyet ederim. İlim ve edep öğrenesin. Geçmiş âlimlerin ve evliyânın eserlerini dikkatle oku. Takvâ ile sıfatlan. Ehl-i Sünnet vel-Cemaat mezhebine uygun iman et. Beş vakit namazı cemaatle kıl! Fıkıh, Hadis ve Tefsir ilimlerini öğren, cahillerden uzak ol!...
Şöhrete sebep olan hallerde bulunma! Az konuş, az ye, az uyu!..
Sana uymayan erkeklerden sakın. Kadınlarla bir arada oturma ve arkadaşlık etme!...
Dünyayı arzu etme! Çok ağlayıp az gül! Gülerken de kahkahadan sakın!
Mümkün oldukça insanların hizmetinde bulun, onlara can u gönülden yardım et!
Allah dostlarını canından aziz bil. Onların hareketlerine itiraz etme, mahzun kalpli ol!..
Vücûdun orta halli, gözlerin Allah korkusundan ağlar, amelin hâlis, duan huşû ve tazarrû, elbisen orta halli olsun. Arkadaşın fakir, işin ibâdet, evin mescid; kalbin zikredici, dilin şükredici; yoldaşın zikir; dostun fikir olsun!.
İRAHİM BİN EDHEM K.S.
KENDİSİNDEN NASİHAT İSTEYEN BİRİNE
Şu altı şeyi kabul et! Sana hiçbir şey zarar vermez:
1. Günâh işleyeceğin zaman O’nun rızkından yeme! Verdiği rızkı yiyip O’na isyan etmek çirkindir.
2. O’na âsi olmak istersen O’nun mülkünden çık! O’nun mülkünde O’na isyan lâyık değildir.
3. Günâh işleyeceksen O’nun görmediği yerde işle!
4. Azrâil A.S. ruhunu almaya geldiğinde tevbe edinceye kadar izin iste! (Amma bilirsin ki, izin veremez! O halde kudretin varken ve Azrail A.S. gelmeden tevbe et Unutma! Melekü’l Mevt ânî gelir.
5. Mezarda sual melekleri seni imtihan etmesinler. (Bu mümkün değildir, şimdiden onlara cevap hazırla!...)
6. Kıyâmet günü Allahü Teâlâ “Günahkârlar cehenneme” deyince “Ben gitmem” de! Buyurdu.
Adam bu nasihati kabul ve tevbe etti...
* * *
DÖRT BÜYÜK KTAPTAN ÂLİMLERİN
SEÇTİĞİ DÖRT CÜMLE
TEVRAT’tan:
Kanâat edenin gönlü tok olur.
İNCİL’den:
Uzlet eden kurtulur.
ZEBUR’dan:
Sükût eden pişman olmaz.
KUR’AN-I AZİMÜŞŞÂN’dan:
Tevekkül edene Allah kâfîdir.
Âlimler şu dört şeyi tavsiye etmişler:
1. Çok yiyip mîdeni yorma!
2. Sana dünya ve âhirette menfaati olmayan şeyi yapma!
3. Kadına aldanma!
4. Çok da olsa dünya malına güvenme!
17. Risale: Gençlere Öğütler
- Ayrıntılar
- Kategori: İnce Risaleler
- Gösterim: 15540
ÖNSÖZ
Ezelen ve ebeden yoktan var eden, Bir ve İhsan edici olan Allahü Teâlâ'ya hamd ü senâ; Efendimiz Muhammed Mustafa S.A.V.’e, âline ve eshâbına sâlât ve selâm olsun.
Görülen âlemde bulunanlardan ibret alan ve tekâmüle müsait olan tek yaratılmış insandır.
* * *
AHLÂK-I RASÛL S.A.V.
Peygamberimiz Hz. Muhammed S.A.V. edepli, vakarlı ve fasih söylerdi. Lüzûm etmeden konuşmaz, faydasız söz söylemez, söze nâzikâne başlar ve mülâyim (yumuşak) bitirir, az sözle çok şey bildirir, açık konuşur, işitenler kolay anlar, hıfzında zahmet çekmez (unutmaz)dı.
Gülmeleri, sâde tebessümden ibaretti. Dâima öne bakarak yürür, son derece mütevâzî; kimsenin sözünü kesmez, müsâfahada (toka ederken) elini birden çekmez, fakir de olsa davet edene giderdi.
Yemeğe Besmele ile başlar, sağ elin üç parmağı ile yer, yemekten sonra Cenab-ı Hakk'a şükretmeyi ihmâl etmezdi. Yemeğe nefret göstermez, istekleri olmazsa yemezdi.
Fenâ söze karşı yumuşak davranır, hâcet isteyeni boş çevirmez, başkasının ihtiyacını kendi ihtiyacından üstün tutar.
İyiye yardım eder, kötüden uzak kalır, halka yumuşak muâmele eder, iltifat gösterir, şefkatle muâmele eder, kimseye karşı intikam hissi taşımaz.
Dedikodu, iftirâ, gıybet gibi kötü şeylerden uzak, yaşlılara hürmet eder, Allah’tan korkan müminlere ikrâmda bulunur.
Küçüklere şefkat eder, kimsenin sırrını açıklamaz, günâhkârları tahkir etmez, hizmetindekilere sert tavır almaz, onlarla beraber yemek yer.
Tatlı sözlü, güler yüzlü, dâimâ düşünceli ve mahzûn, kâmil hayâ sahibi, bulunduğu mecliste edebe son derece dikkat eder, çok vakti sükûtla geçirir, ekserî günleri oruçlu bulunur, hak yoluna kendini vermiş, mübârek hayatı geceleri ibâdet, gündüzleri halka nasîhatle geçirir.
Hastaları ziyâret eder, ölenlerin borcunu öder, hânesi halkına ev işlerinde yardım ederdi. Sahâveti sonsuzdu. Cimrilik, kin, hırs, hîle, haset, ucb, kibir, riyâ ve süm'a gibi sıfatlardan tamamen berî idi. S.A.V...
GENÇLERE İBADET HAKKINDA
KISA BİLGİLER
Allahü Teâlâ ilâhî emirlerini peygamberler vasıtasıyla bildirmiştir. Hepsinin getirdiği hükümlerin aslı ve gâyesi bir olup şu beş noktada birleşir:
1- Dini muhafaza
2- Nefsi muhafaza
3- Aklı muhafaza
4- Nesli muhafaza
5- Malı muhafaza etmek...
Hadis-i Şerifler:
H.Ş.: - Ey Gençler! Sizden evlenmeye gücü yetenler evlensin. Çünkü bu; gözü (harama bakmaktan), iffeti (zinâ gibi şeylerden) daha iyi korur. (Muhtârül-ehâdis 1393)
H.Ş.: İnsan, genç yaşında evlenirse, şeytanı: "Bana yazıklar olsun! Bu genç dinini benden korudu" diye bağırır. (Râmûz 179/1).
H.Ş.: Bir genç dünya lezzetlerini ve lehviyâtı (boş şeyleri) terk eder, gençliğine rağmen Allahü Teâlâ'ya itâate devam ederse, Allah ona yetmiş iki sıddîkın ecrini ihsan eder ve kendisine "Ey gençliğini benim tâatime tahsis edip şehvetini terk eden genç! Sen bana bazı meleklerim gibisin!" buyurur. (Râmûz 383/2)
H.Ş.: Allahü Teâlâ'nın tevbe eden gençten ziyâde sevdiği, günaha devam eden ihtiyardan da ziyâde buğzettiği hiç bir şey yoktur. (Kenzül-İrfan 196)
H.Ş.: Allahü Teâlâ gençliğini tâatla geçirenleri sever... (Kenzül-İrfan 193)
H.Ş.: Küçükken ibadete başlayan gençlerin, ihtiyarladıktan sonra ibadete başlayanlar üzerine üstünlüğü, peygamberlerin sâir insanlar üzerine üstünlüğü gibidir. (Kenzül-İrfan 194)
H.Ş.: Muhakkak Allahü Teâlâ ibâdet eden genci gösterir de onunla meleklerine öğünür. (Kenzül-İrfan 295)
H.Ş.: Genç biri, yaşından dolayı bir ihtiyara hürmet etse, Cenab-ı Hak ihtiyarlığında ona hürmet eden kimseler halk eder. (M. Ehâdis S: 128 No: 1027)
H.Ş.: Ey Genç! Allah'ın hakkını koru ki, Allah da seni korusun. Allah'ın hak ve emirlerini muhâfaza et ki, onun mükâfatını karşında bulasın. Bir şey istediğin zaman Allahü Teâlâ'dan iste! Yardım talep ettiğin zaman da Aziz ve Celîl olan Allahü Teâlâ'dan dile!.. (M. Ehâdis S: 160 No: 1392)
H.Ş.: Gençlerinizin hayırlısı (olgunluk ve kemâlde) yaşlılarınıza benzeyen, yaşlılarınızın şerlileri de (azgınlık ve şımarıklıkta) gençlere benzeyenlerdir. (Râmûz 281/15)
H.Ş.: Cömert ve ahlâkı güzel bir genç, Allah yanında, cimri ve fena ahlâklı âbid bir ihtiyardan sevgilidir. (Muhtârül-ehâdis S: 88 No: 692)
H.Ş.: Hâl ve hareketlerinde Müslümanların ziynetini takınan (onlara benzeyen) bir genç görürseniz işte o sizin en faziletlinizdir. (Râmûz 47/16)
H.Ş.: Allah'ın rahmet gölgesinden başka gölge bulunmayan kıyâmet gününde yedi kişiyi Allah rahmet gölgesinde gölgelendirir:
1- Adâletten ayrılmayan âmir (idâreci).
2- Allah'a ibâdete devam eden genç,
3- Mescitten çıkınca tekrar oraya dönünceye kadar gönlü mescide bağlı kimse.
4- Allah'ın rızası için birbirini seven ve ölünceye kadar birbirinden ayrılmayanlar...
5- Tenhada dili ve kalbi ile Allahü Teâlâ'yı zikredip gözleri yaşaran...
6- Güzel ve zengin bir kadın kendisini dâvet ettiğinde "Ben Âlemlerin Rabb’i olan Allah'tan korkarım" deyip reddeden kimse,
7- Sağ eliyle verdiğini sol eli bilmeyen; gizli sadaka veren kimse... (Muhtârül-ehâdis S: 84 No: 663)
H.Ş.: Allah’ın Rasûlü, Kendilerini kadınlara benzetmeğe özenen erkeklere ve kendilerini erkeklere benzetmeğe özenen kadınlara lânet etti. (Riyâzussâlihin 1662)
H.Ş.: (Resûlüllah S.A.V.) zaruretsiz kadın elbisesi giyen erkeklere ve erkek kıyafeti giyen kadınlara lânet etti. (Riyâzussâlihin 1663)
(Rasûlü'nün lânetine uğrayan insan iki cihanda iflâh olmaz.)
* * *
Bir insan iman ve tâat içinde saçını ağartmışsa ondan üstün ne olabilir?
H. Ş.: "Genç iken İslâm olarak ihtiyarlayan kişi mağfiret olunur".
Gençlikte korku, ihtiyarlıkta ümit tarafı ziyâde olmalıdır. (Mektûbat-ı İmam-ı Rabbânî C-1 M-88)
* * *
Vakitleri ibâdetle ihya edip, oyun ve oyuncaktan uzak olunuz. Dünyanın vefasız olduğu, kabir ve kıyamet halleri düşünülsün. Kurtuluş, sünnete tâbî olmak ve bidatlerden uzak kalmağa bağlıdır.
Dinden sapmış mülhitler ve bidat ehli ile sohbet etmeyiniz. Onlar Dîn-i Mübin'in düşmanlarıdır.
Şeriat hükümleri ve sünnet-i seniye ile süslenmeyen kimseyi meclisinize almayınız. (Her hususta) Allah'tan korkunuz. (Mektubat-ı İmam-ı Mâsum C-2 M-89)
* * *
Ey Oğul! Bugünler bir fırsattır. Vaktin kıymetli ve güzel olan gençlik zamanını Mevlâ'ya ibadet ve tâatla geçiriniz.
Haram ve şüpheli şeylerden sakınıp, beş vakit namazı cemaatle edâ ediniz. Nisâba mâlik olunca da zekâtı hamd ve senâ ile vermelidir...
Mubahların sahası geniş kılınmıştır. Yirmidört saat gece ve gündüzün bir saatini Hak Teâlâ'ya ayırmak ve malından 40 hisseden bir hisseyi fukaraya vermek lâzımdır. Geniş mubah dairesinin dışına çıkıp haramlara ve şüpheli işlere dalmak zulmün son haddidir.
İnsan, nefs-i emmârenin saltanat zamanı olan gençlik mevsiminde Şeytan-ı Lain'e muhalefette bulunsa, az bir amelle büyük derece alır...
İhtiyarlık gelip de imkânlar elden gidince hiç bir nedâmet fayda vermez, ve çok olur ki, o zamana ulaşmak da nasip olmaz.
Pişmanlık ve nedâmet tevbeden sayılır. Bu müyesser olmazsa azap muhakkaktır. Peygamberimiz S.A.V. bunları haber verip isyan edenleri men etmiştir. Şeytan, rahmet-i ilâhînin büyüklüğünü beyan ederek insanları azdırmak ister. Şeytan ve nefsin sesine dikkat ediniz!.. (Mektubat-ı İmam-ı Rabbânî C-1 M-96)
İLİM
A. C.: Bilenlerle bilmeyenler (Ålimlerle cahiller) müsâvî olur mu! (S. Zümer 39)
H. Ş.: İlim talebi (İlmihâlini öğrenmek) her Müslüman’a farzdır.
H.Ş.: İlim öğreten (muallim) ve öğrenen (talebe) hayırda ortaktır. Sâir insanlarda hayır yoktur. (Muhtâru'l-Ehâdis 781)
H.Ş.: Âlim, ilim ve amel... Üçü de cennettedir. (Muhtâru'l Ehâdis 783).
H.Ş.: İlim rütbesi, rütbelerin en yücesidir.
H.Ş.: İlmi, (Zâhirî ve bâtınî ilmin hakikatine sahip ve âmil olan) âlimlerden alınız....)
H.Ş.: Âlimin uykusu, câhilin ibâdetinden hayırlıdır. (İstirahatını tamamlar da ilme hizmet, ibadete devam eder. Câhilin bilgisiz ibâdetinden ne hasıl olur...)
H.Ş.: Bir kavmin efendisi, o kavme (İlimde, irfanda, sanatta, maddî manevî ve ahlâkî her hususta...) hizmet edendir.
Hz. Ali R.A. buyuruyor:
- Bana bir harf öğretenin kölesi olurum. (Öğreten alimin yüce şânını bildiriyor...)
- İlim kalpte olandır, satırda (kitaplarda) olan değil... (Kalpte olan lisana gelir, fayda verir; satırdaki yerinde durur...)
Büyükler buyurmuşlar:
- Küçükken öğrenmek, taşa yazmak gibidir. (Genç yaşta gayret et... Enerji bitince iş görülmez...)
TEMİZLİK
Temizlik üç çeşittir:
1- Kalp temizliği - İmanla, ibadetle...
2- Fikir temizliği - Faydalı ilimle...
3- Vücut temizliği - Su ile olur. Bunları usûlüne göre yapanlar sıhhat ve selâmetle iki cihanda mesut ve bahtiyardır...
* * *
NAMAZ
H.Ş.: Bilin ki en hayırlı ameleniz namazdır.
Ashaptan biri:
- Yâ Rasûlallah! Namazımı kılıp, haramı haram, helâlı helâl bilsem, başka bir amelim olmasa da cennete girer miyim?" dedi.
Rasûlüllah S.A.V.:
- Evet girersin" buyurdu. (Müsned-i Ebî Avâne 1/5)
* * *
Abdullah İbni Mes'ud R.A. "Rasûlüllah'tan S.A.V. «Amellerin en güzeli hangisidir?» diye sordum, «Vaktinde kılınan namazdır» buyurdular" dedi.
* * *
H.Ş.: Namaz dinin direği ve cennetin anahtarıdır.
Mümin Sûresi Âyet 1 ve 2'de: «Müminler saadete erdi. Çünkü onlar namazda huşû içindeler» buyurulmuştur.
"Askerlerin harp meydanında az gayretle büyük itibar elde ettikleri gibi, gençlik zamanında nefsin şehvet ve şiddetine karşı koyup isteklerini kıran da böyledir. Hadis-i Şerif'te «İnsanların şiddetle fitneye sürüklendiği bir zamanda ibâdete devam etmek benim tarafıma hicret etmek gibidir» buyurulmuştur". (M.İ.R. C-1 M-85).
* * *
SABAH EZANI
Allahü Ekber Allahü Ekber...
Bir samt-ı ulvî, gûyâ tabiat
Hâmûş hâmûş eyler ibâdet
Allahü Ekber Allahü Ekber...
Bir samt-ı nâlân, rûh-u avâlim...
Etmekte zikir, Hâllâk'ı dâim[1]
ORUÇ
H. K. "Âdemoğlunun bütün amelleri kendi içindir. Oruç müstesnâ... O, benimdir. Ona, mükâfâtı ben veririm."
Oruç, bir rahmet sofrası ve sırr-ı ilâhîdir.
Oruçluya nurdan elbise ve melek sıfatı verilir.
Oruç, sabırdır. Sabredenlerin mükâfâtı hesapsızdır.
Oruç gizlidir, diğer ameller gibi görülmez. O, Cenab-ı Hakk'a mahsustur, kıymeti pek büyüktür. Oruçlu, Mevlâ'ya ulaşmakla müjdelenmiştir.
H.Ş.: "Oruçlunun iki sevinci var:
1- İftar vaktinde,
2- Mevlâ'ya kavuştuğu zaman..."
Oruç tutmayan mide kulları, sabır ve sebâtı bırakıp, nefsine esir olmuşlar. Halbûki, Allahü Teâlâ:
- Ancak sabredenlere mükâfâtları hesapsız verilecektir. (S. Zümer 10) ve
"Allah'ın yardımı sabredenlerle beraberdir", (S. Bakara 153) buyurdu.
Görülüyor ki, Allahü Teâlâ, yardım ve mükâfâtını sabırlılara va'd buyuruyor.
Nimetler sofralarda oruçluları beklerken, onlar, iştahları olduğu halde, bir lokma yemez, sabır ve metânetle nefsini zabtedip orucun fazilet ve kerâmetleriyle ahirette sonsuz nimetlere mazhar olurlar.
H.Ş.: "Oruç kalkandır. Oruçlu kötülük ve câhilâne iş yapmasın. Bir kimse (kavga ve sövmek gibi) kendisine kötülük kastederse, iki kere "Ben oruçluyum" deyip, hâlini hatırlasın. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah hakkı için, ORUÇLUNUN AĞIZ KOKUSU, HAK TEÂLÂ YANINDA MİSKTEN DAHA GÜZELDİR"
H.K.: "Kulum yiyip içmeyi ve diğer nefsî duygularını, benim için terk ediyor (oruç tutuyor). Oruç benimdir. Ona mükâfâtı ben veririm."
Hayrın mükâfâtı ondur. Orucun ise mükâfâtına hudut yoktur.
Oruçlu açlığın elemini duyup, o elemi çok zaman çeken fukarâya merhamet eder ve Allah yanında îtibârı artar...
Ramazan orucu, Hicret'in ikinci senesinde farz olmuş ve Fahr-i Âlem S.A.V. 9 Ramazan oruç tutmuştur.
Oruç Allah'tan korkanların bağı, iyilerin bahçesi, bostanıdır.
Oruç üç derecedir:
1- Avamın Orucu: Nefsi, yemek, içmek ve diğer arzulardan men etmek.
2- Havasın Orucu: Orucu bozan şeylerle beraber, kulağı, gözü, dili, eli, ayağı ve bütün âzâları kötülüklerden men etmek.
3- Havas-sülhavasın Orucu: Kalbini, dünya ve ahirete âit düşüncelerden temizlemek, yânî, Allah'tan gayriyi kalpten çıkarmaktır...
Üç şey peygamberlerin ahlâkındandır:
1- İftarı acele etmek,
2- Sahurda geç yemek,
3- Namazda sağ eli, sol el üzerine bağlamak.
Orucu, akşam namazından önce açmak müstehabdır...
NİYET
Yarınki Ramazan orucuna niyet ettim. Geçmiş ve gelecek günâhlarımı mağfiret eyle...
İFTAR DUASI
Allah'ım, senin için oruç tuttum. Sana îman ettim. Sana tevekkül ettim. Senin rızkınla orucumu açtım.
ZEKÅT
- "Hayırdan ne infak ederseniz, onu bulursunuz" (S. Bakara 272)
Bu vaad-i ilâhîye göre zekât vermek malın artmasına (berekete) sebep ve temizliktir. Kulluğun kuvvetine delil olduğundan, zekâta "Sadaka" da denir.
- "Sadakalar ancak fakirler içindir". (S. Tevbe 60) ayet-i kerimesindeki "Sadaka"dan murat, zekâttır.
Kezâ:
- "Mallarından zekât al da, onunla kendilerini temize çıkarmış, mallarına bereket vermiş olasın" (S. Tevbe 103) âyet-i celilesindeki "Sadaka"dan murad da Zekât'tır.
HAC
Kelime-i Tevhid'i ehl-i imana mânevî bir kale yapan Allahü Teâlâ Kâbe-i Muazzama'yı da Müslümanların tavaf edeceği emniyetli bir yer kılmıştır.
Kâbe'nin ziyaret ve tavaf edilmesi, kulu kötülüklerden muhafaza eden bir set, azapdan koruyan bir kalkandır...
Farz olan hac, İslâm’ın şartından olup ömürde bir defa yapmak borçtur.
Hadis-i şerifte: "(Kendisine hac farz olduğu halde) haccetmeden ölen kimse, ister Yahûdî ister Hıristiyan olarak ölsün" buyurul-muştur.
Hac, şartları bulunan her Müslüman için mukaddes bir ibâdettir. Namaz, oruç, bedenî; zekât, mâlî bir ibâdet olduğu halde hac, hem bedenî hem mâlî ibâdet olmakla bedence olan sıhhat ve selâmetin yanında mal varlığına da şükredilmiş olur.
* * *
ÇALIŞIP KAZANMAYA DAİR
H.Ş.: Helâl kazanmak (Allah yolunda) cihad (gibi) dir.
H.Ş.: Kişinin en efdal kazancı, iyi yetiştirdiği evlâdı ve helâlinden elde ettiğidir. (Kenzül-İrfan 903)
H.Ş.: Bir kimse helâl kazancından hâsıl olan yorgunlukla yatsa, ona Cennet vacip olur ve o kimse Cenâb-ı Hak kendisinden razı olduğu halde yatağında yatar.
H.Ş.: Helâl kazanç istemek farz üstüne farzdır. (Râmûz 312/15)
H.Ş.: Yediklerinizin en güzeli, kendi kazancınız olandır. (Râmûz 115/1)
4 nevî kazanç var:
1- Kendine, âilesine, borçlarına ve nafakası üzerine vacip olanlara yetecek kadar kazanmak, FARZ;
2- Fakirleri yedirip-giydirmek ve garipleri sevindirmek maksadıyla ihtiyacından fazla kazanmak, MÜSTEHAB; (Bu, nâfile olarak uzlet etmekten hayırlıdır.)
3- Daha çok hayır yapmak maksadıyla kazanmak, MÜBAH...
4- Helâlinden de olsa böbürlenmek için servet yapmak, MEKRUH'tur.
* * *
Güzel Sözler:
- Ayaktaki köylü kadın, köşede oturan nazlı hanımdan üstündür. (Zira işi gücü olan kadın, akşam rahat ve huzurlu yer, içer, uyur; lâkin, vakti boş geçen kadını hiç bir şey hoşnut edemez.)
- İşleyen demir ışıldar.
- Pas nasıl demiri yerse, tembellik de insanı öyle yer.
- Ne ekersen onu biçersin. (Hayır yapan hayır, şer işleyen şer görür.)
- Malını güzel kullanan, bereket bulur.
- En büyük zengin, vaktini iyi kullanan; en fakir de vaktini boşa harcayandır.
- Elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz...
* * *
ŞİİR
Sâde pirinç zerde olmaz, bal gerektir kazana ;
Baba malı tez tükenir, evlât gerek kazana.
- İki el bir baş içindir...
ŞİİR
Sen işlersen mal işler.
İnsan öyle genişler.
- Tembele iş buyur, sana akıl öğretsin.
- Tembele "Kapıyı ört" demişler. "Yel eser örter" demiş...
- Faydasız işi işleme, kaldıramayacağın yükün altına girme, çok da olsa dünya malına güvenme...
- Kanaat ehlinde gam olmaz; tamahkâr huzur bulmaz...
- Dersine çalışmayan talebe, parası olmadan bir şey almak isteyen müşteri gibidir.
- Hayırsız servet, altın kadehteki zehirli şerbet gibidir. (Ali Emîrî Efendi)
* * *
SAN'AT, ZİRAAT VE TİCARET
H.Ş.: Muhakkak Allahü Teâlâ sanatkâr mü'min kulunu sever.
ŞİİR:
Elde altın bileziktir san'at,
Ki verir ehline feyz ü rif'at.
H.Ş.: Her sanat üzerinde ehlinden yardım isteyin. (Her işi ehline yaptırın).
H.Ş.: Rızkınızı yerin derinliklerinde arayınız.
H.Ş.: Ziraatla uğraşınız! Onda hayır ve bereket vardır..
Cebrâil A.S.'ın tâlimi ile yeryüzünde ilk defa çiftçilikle uğraşan Âdem A.S.'dır.
Onun evlâdından bir çok enbiyâ ve sülehâ, zirâatla uğraşmıştır...
Ziraat, insan neslinin devamı için lüzumludur ve insanlara hayat ve zenginlik verir...
Hz. Ömer R.A. Eshab-ı Kiram'dan Zeyd b. Seleme Hz.'ni meyvecilikle uğraşırken görüp buyurdu:
- "Yâ Zeyd! Hakikaten isabet eyledin! Bu gibi kazançlar sâyesinde gözün tok, dinini korumakta herkesten ileri ve kavminin yanında şerefli olursun!..."
H.Ş.: Size ticaret ve cesaret tavsiye ederim. Zira rızkın onda dokuzu ticaret ve cesarettedir.
H.Ş.: Doğru tüccar kıyâmet günü Arş'ın gölgesindedir.
H.Ş.: Doğru tacir, iyilerle haşrolur.
* * *
MUHTELİF MEVZULAR
H.Ş.: Küçüğümüze şefkat, büyüğümüze tâzim etmeyen, bizim yolumuzda değildir.
H.Ş.: Vücut sağlığı ile (İslamî istikâmet üzere) yaşayana ne mutlu!..
H.Ş.: Hayâ îmandandır. (Hayâsızda iman yoktur.)
H.Ş.: Hayânın hepsi hayırdır.
H.Ş.: Hayâ hayırdan başka bir şey vermez. Çünkü) hayâ, hayırdan ibârettir.
H.Ş.: Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanın!..
H.Ş.: Allahü Teâlâ nazîfdir (Pâk-temizdir), nezâfeti sever.
H.Ş.: Tedbir gibi akıl olmaz.
* * *
ŞİİR:
Etme tedbirinde noksan, gerçi takdirindir iş,
Hüsn-i tedbir eyle emrinde, Hüdâ takdir eder.
ŞİİR:
Varsa aklın re'y ü tedbirinde noksan eyleme.
Çünkü noksan eyledin, takdire bühtân eyleme.
Hz. Ali R.A. buyurdu:
- Kişinin edebi, altınından hayırlıdır.
- Kalbin kuvveti cür'eti, îma sağlamlığındandır.
- Kalbin sıkıntısı, tokluktandır.
- Kişinin sözü, düşüncesinden haber verir.
- Lüzumsuz sözü terk etmek, hikmettir. Fakat işleyen azdır.
Hz. Ömer R.A.’in memurlara talimatı:
- İhtiyaç sahiplerine kolaylık gösterin.
- Hiç kimseye zerre kadar zulmetmeyin.
- Gariplere yardım edin.
- Daima istişare ile iş yapın.
- Temizliğe dikkat edin.
- (Sizi ölüme götürecek olsa da) doğruluktan ayrılmayın.
- Ahmak ve cahillerle dost olmayın.
-Cenab-ı Hakk'ı zikredin. Çünkü zikir şifadır.
- İnsanların ayıplarıyla meşgul olmayın. Çünkü bu bir hastalıktır.
- Allah'tan korkun. Zira Allah'dan korkmayanın hayâsı yoktur.
- Allah korkusuyla gözyaşı dökün. Çünkü Allah için dökülen bir damla gözyaşı bin altın sadaka vermekten hayırlı ve cehenneme kalkandır...
* * *
İSLÂM BÜYÜKLERİNDEN
- Hak dostları; iman, İslâm ve ahlâk-ı Muhammedî’ye hizmeti gâye edinmiştir.
- Müslümanlar, kefâletle birbirlerine bağlıdır; müşterek din ve ahlâkın devamına çalışır.
- İhlâsla edâ edilen ibadetler, belâlara mânîdir; sahibini korur.
- İlâhî hükümlere uymak lâzımdır ki insana hiç bir şeyden zarar gelmesin.
- Musîbetler; Hakk'a davet, nûra hidâyet içindir.
- İbadetle nefsini terbiye eden, iki cihanda izzet sahibi olur.
- Dinsiz dünya, ruhsuz ceset gibi kokar. Din, insanın dostudur. Her iyiliğe onunla ulaşılır.
- Bu dinin garip anlarında hizmet eden, kerâmetini görmeden ölmez.
- Kitaplar deniz fenerleri gibidir; insanlığa hak yolu gösterir.
- Bu dünya istirahat için değil, imtihan içindir.
- Mü'min için dünyada zarar yoktur. Çektiklerinin hepsi menfaatinedir.
- Allah dostlarının imdadıyla âlemde olmayan iş yoktur.
- Allah dostları kimseye dokunmazlar; lâkin, onlara dokunanlar zarar görür. Zira onlarının kılıcı kınında değildir...
- Allah dostlarının ölümü, gafillerin gözlerinden kaybolmaktan ibarettir.
- Evliyâullah'ın ölümünden sonra tasarrufu, kından çekilmiş kılıç gibi daha kuvvetlidir.
- İnsanları uyarmak, yaş odunları üfleyerek tutuşturmaya benzer.
* * *
- Gençliğini boşa harcama, onu kıymetlendirmeğe bak.
- Herkesçe beğenilen güzellik ahlak güzelliğidir. Ahlâkı güzel insan her yaşta güzeldir.
- Ahlâkını güzelleştirmeye çalış. Çünkü güzel ahlâk en büyük sermâyedir.
- Dost ol ki, sana da dost olsunlar.
- Büyüklere hürmet et ki, büyüdüğünde sana da hürmet etsinler.
- Ana-baba âhı alma. Çünkü ana-baba âhı zehri içen kurtulmaz.
- Küçüklere şefkatli ol ki, büyüdüklerinde onlardan şefkat beklemeye hakkın olsun.
- Kusurlarınla meşgul ol ki, onları tâmir edesin.
- İyiliğe karşı iyilik adâlet, iyiliğe karşı kötülük cinâyet, kötülüğe karşı iyilik ihsan ve iyilik severlik ve insanlığın en yüksek mertebesidir.
-Alçak gönüllü ol. Mütevazı insan meyve ağacına benzer. Dalın eğilmesi meyve çokluğundandır.
- Dünyaya gelmekten maksat, Allah'a ve dinine hizmet etmektir.
- İnsanda mânevî terakkî, İslâm'a hizmeti nispetindedir.
- Bu dünyada hizmet için yaşanır. Hizmetsiz yaşamanın kıymeti yoktur.
- Mahviyet insana büyük devlet, kibir hasımdır.
- İnsanoğlu ölünceye kadar ikaz şırıngasına muhtaçtır.
- Yirmi dört saat Allah'ı anmayan, nefsi ile beraberdir.
- Nûru olan diridir. Nûru olmayan ölüdür. Çünkü ruh, nurdur.
- Hz. Allah kendi yolunda vefâkâr, cefâkâr, fedâkârâne, ivazsız, garazsız hizmet edenlerden razı olur.
- Kâinatta en büyük nimet, irşad olunmak, nûra kavuşmaktır.
- İnsan için kusurunu bilmemek, en büyük kusurdur.
- Nefs-i Emmâre kepâzeliğe, Rûh-u Melekî de füyûzata tecelliyata doymaz.
- Hiç kimsenin cennete girmeye garantisi yoktur. Vazife ve seccâde başında geçirdiğimiz vakitleri az buluyorum. Artırma yolunu aramalıyız.
- Sohbet, hem konuşana, hem dinleyene tesir eder.
- Kibir ve itaatsizlik, aftan uzaktır.
- Benlik insana her şeyi kaybettirir.
- Nisyan (unutkanlık), isyandandır.
- İbadeti âbid de fâsık da yapar. Günahtan sakınmak sıddıkların kârıdır.
* * *
"- Ey Aziz! Akıl ve ilim sahipleri:
1- İşini beceriksizlere ısmarlamaz.
2- Kötülüğe heves etmez. Göçeceği âleme eli boş gitmek istemez...
3- Yumuşak huylu ve mütevazı olur.
4- Tuz ekmek bile olsa dağıtmaktan geri kalmaz.
Ey Oğul! Adalet göstermek istiyorsan emrin altındakilere iyi davran.
Verdiği nasihati kendisi tutan, başkalarına tesir eder. Söyledikleriyle amel etmeyenin sözünde tesir olmaz, onu kimse dinlemez, ve sevmez...
Ey Akıl Sahipleri!
Şeriat kapısında çirkin görülen ne varsa ondan uzaklaşın!
İşiniz baştan sona dürüst gitsin istiyorsanız, isteklerinize değil, din büyüklerine uyun, onlarla istişare edin..." (Feridüddin-i Attar K.S.)
* * *
Câfer-i Sâdık K.S. İmam-ı Âzam Rh. A.'e:
- Akıllı kimdir? diye sordu.
Ebu Hanife Hz.:
- Hayrı şerri ayırabilendir, dedi.
Câfer-i Sâdık K.S.:
- Bunu atlar da anlar. Kendisine yem verenle dövüp vuranı bilir, dedi.
Ebû Hanife:
- Yâ Sâdık! Size göre akıllı kim? dedi.
Cafer-i Sâdık Hz.:
- İki hayır zuhur ettiğinde mühim olanı seçendir, buyurdular...
* * *
"- Ey İnsanlar!..
Ölü iseniz kabre,
Deli iseniz tımarhâneye,
Çocuk iseniz mektebe gidin,
Kul iseniz kulluk vazifenizi yerine getirin". (Şakîk-i Belhi K.S.)
* * *
Genç Kardeşim!
- Münâfık ve inkârcılardan yüz çevir, onlara karışma! Dâima doğru ol, hakkı söyle!..
- Kâinâtın ömrüne nispetle bizim ömrümüz bir andan ibârettir. Bu kısa zaman, şerre âlet olmağa, kötü nam salmaya, değer mi?...
- Nefsini terbiye etmeye çalış, onun isteklerini yapma; helâk olursun. Zira nefsin istekleri rahmânî değil, hayvanî ve şeytânîdir.
- Nefse ve şeytana fırsat vermez, Allah'ın emirlerine uyar, O'nu seversek işlerimiz yolunda gider. Şu halde:
Allah'a bağlan,
Peygambere uy,
Kazaya rıza göster,
Selâmet yolu seç,
Hakkı kabul et... Bahtiyar olursun!
- İnsanın nefsini bilmesi irfanına işaret ve kurtuluşa sebeptir.
- Din-i Celil-i İslâm'a sebatla hizmet etmek azimli ve iyi niyetli olmanın delilidir...
- Her insan bu cihana bir vazifeyle gelir. Bu vazife bazılarında hayır, bazılarında şerle alâkalıdır. O ne bahtiyar insan ki, hayır için yaratılmış...
- İnsan için Hakk'ı sevmek, Hakk'a hizmet etmek ve nihayet, Hakk'ın cemâline ermekten büyük saadet yoktur.
Unutma! Güçlüğün ardından kolaylık, çalışmanın ardından muvaffakiyet, karanlığın ardından aydınlık, sabrın ardından zafer gelir...
- Sen Allahü Teâlâ'nın hakkını koru ki, Allah da seni korusun...
- İnsan; şekli, aklı ve hizmeti îtibarıyla en şerefli mahluktur. Mazhar-ı kül. Maddî ve mânevî ilâhî nîmetlere lâyık görülüp övülmüştür. Kadrini bil...
* * *
GENÇLERE ŞİİRLER
İNSANLARLA MÜNASEBET
Nâdânlar eder sohbet-i nâdânla telezzüz
Dîvânelerin hem demi divâne gerektir.[2]
* * *
Allah'a sığın şahs-ı halîmin gazabından
Zirâ yumuşak huylu atın çiftesi pektir.
* * *
En ummadığın keşfeder esrâr-ı derûnun
Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın
* * *
Düştü derde münkir-i gaddâra burhan gösteren
Buldu râhat kendini nâdâna nâdân gösteren
* * *
Dersen ey yâr, "Cümleden ârif olan kimdir?",derim:
Setr-i irfân eylemekle halk'a irfân gösteren.
* * *
Hak Teâlâ kimseyi bir ferde muhtaç etmesin...
Yoksa halkın ettiği ihsana değmez minneti.
Sen usandırmâ eli, el de usandırmaz seni.
Hilekârlık eyleme kimse dolandırmaz seni.
Dest-i âdâdan soğuk su içme kandırmaz seni.
Korkma düşmandan ki, âteş olsa yandırmaz seni.
Müstakîm ol Hazret-i Allah utandırmaz seni.
TEVÂZU
Mazhar-ı feyz olamaz düşmeyîcek hâke nebat,
Mütevazı olanı rahmet-i Rahman büyütür.
* * *
İrtifâ-ı kadr için lâzım tevâzû âdeme
Şemsi gör ki sâyesin salmış ayaklar altına.[3]
* * *
Ne câh iledir ne mal iledir;[4]
Beyim ululuk kemâl iledir.
ŞÜKÜR
Tende kudret nerden olsun nîmet-i cân şükrüne,
Bin dilim olsa yetişmez bir dilim nân şükrüne.[5]
* * *
ADALET-ZULÜM
Kâşâne-i gerdûn yıkılır âha dayanmaz,
Can yakanın sanma ki bir gün canı yanmaz.[6]
* * *
Zâlimin rişte-i ikbâlini bir âh keser,
Mânî-i rızk olanın rızkını Allar keser.
* * *
Hüdâ saklar hatâlardan adâlet eyleyen şâhı.
Ne gam dünyada, ukbâda olursa fî-emânillah.
* * *
Zâlim yine bir zulme giriftâr olur âhir.
Elbette olur ev yıkanın hânesi virân.
* * *
Zâlim bulur elbette bu dünyada belâsın,
Ettikleri kalmaz biliriz rûz-ı cezâya...
* * *
Her kim ki dünyada keskindir dişi,
Mutlak bir belâya çatar demişler.
* * *
SEBAT
Mânend-i şecer,[7] nâbit olur sâbit olanlar...[8]
Her hangi işin ehli isen anda devam et!
NEFİS
Nefsin seni râm etmeye, sen nefsini râm et!
* * *
Nefs-i emmâreye uymak ne hatâ!
Hep onundur bu emmârât-ı hevâ.
Bana hiç nefs-i emmârem gibi sû-i karîn olmaz.
Bu düzd-i hânegîn kimse şerrinden emin olmaz.[9]
Seyyiât insana nefs-i kemterîninden gelir.
* * *
Düşmen-i nefis ile dost olma sakın!
* * *
Haricî hasmı helâk etme değildir, erlik.
Vuragör nefs ü hevâ ejderini, Rüstem isen...
* * *
KULLUK
Bende[10] ol Hazret-i Mevlâ'ya ki âzât olasın.
* * *
ŞU YALAN DÜNYA
Kısmetindir gezdiren yer yer seni.
Gaafil olma âkibet yer, yer seni.
* * *
Mâlı çok yığma hazer eyle azâbından kim,
Renci artar ağır oldukça yükü hammâlın.[11]
* * *
Ey hâce tutuldu nefesin kabre de girdin.
Bu âleme sığmam der idin, şimdi ne dersin?
* * *
Mülk-ü dünya kimseye kalmaz, sonu berbâd olur.
Ey Muhibbî! Şöyle farz et kim, Süleyman olmuşuz.
* * *
Ne kadar şâyî olsa da şânın,
Âkıbet iki taştır nişânın...
* * *
Seyretti hevâ üzre denir taht-ı Süleyman.
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde.
* * *
Fikr-i müstakbel ü mâzîyi bırak ârif isen.
Böyledir hâl-i zamân, bir var imiş bir yok imiş...
* * *
SÖZ VE SUKUT
Söz altundur, gönül levhinde derc et,
Terâzîye vur, ondan sonra harc et.
Kelâmından olur zâhir, kişinin kendi mikdarı.
* * *
Elinle ettiğin hayrı, dilinle eyleme zâyî.
* * *
Az söz erin yüküdür.
Çok söz hayvan yüküdür.
Bilene bir söz yeter,
Sende güher var ise.[12]
* * *
Yâ söyle sözü güher nisâr et,
Yâ samt ü sükûtu ihtiyar et.[13]
* * *
İnsanoğlunu bahtiyar eden ve iki cihanda saadet ve sefâya sebep olan ilâç; İlâhî hükümlerde, Rasûl'ün yolunda, büyüklerin izindedir. Vesselâmü aleyküm...
SON SÖZ
Söylemekten söz uzar, artar emek.
Söyleyenden dinleyen ârif gerek.
[1] Samt-ı ulvî: Ulvî sessizlik
Hâmûş hâmûş: Sessiz sessiz
Samt-ı nâlân: İnleyen sükûnet
Avâlim: Ålemler
[3] Şems: Güneş.
Sâye: Gölge.
[4] Câh: Makam, Mevkî.
[5] Nân: Ekmek.
[6] Kâşâne-i gerdûn: Dünya köşkü.
[7] (Mânend-i şecer: Ağaç misâli...)
[8] Mânend-i şecer: Ağaç misâli.
[9] (Düzd-i hânegî: Ev hırsızı...)
[10] Bende: Kul.
[11] (Renc: Mihnet)
[12] (Güher: Mücevher...)
[13] (Güher nisâr et: Mücevher saç...)