ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
CEVAP Takva, Allah'a inanıp, Onun emir ve yasaklarına riayet etmek, yani Allahü teâlâdan korkup haramlardan sakınmak demektir. Takva ehli şüpheli işlerden ...
Sual: Takva ve fetva denince ne anlaşılır? CEVAP Takva, haramlardan sakınmaksa da, (Takvave fetva) birlikte kullanılınca, takva azimetle hareket etmek, fetva ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=4251
.
Takva, Vera ve Zühd
Sual: Takvanın dindeki önemi nedir? CEVAP Takva, Allah’a inanıp, Onun emir ve yasaklarına riayet etmek, yani Allahü teâlâdan korkup haramlardan sakınmak demektir. Takva ehli şüpheli işlerden de sakınırsa vera sahibi olur. Helal malın fazlasından, şüphelilere düşme korkusu ile mubahların çoğunu terk etmeye ve dünya sevgisinden sakınmaya Zühd denir.
İmam-ı Rabbanihazretleri buyuruyor ki:
Dünyada felaketlerden, ahirette azaptan kurtulmak için iki şey gerekir. Emirlere sarılmak ve yasaklardan sakınmak! Bu ikisinden en büyüğü, daha lüzumlusu, ikincisidir ki, buna Vera ve Takva denir. İnsanların meleklerden daha üstün olabilmesi, vera sayesindedir. Vera ve takva üzere olmak, her şeyden daha lüzumludur. (m. 76)
Vera hakkında hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (İmanın esası vera’dır.) [Hatib]
(Dinimizin direği vera’dır.) [Beyheki]
(Hiçbir şey, vera gibi olamaz!) [Tirmizi]
(Vera, amellerin efendisidir.) [Taberani]
(İman insanı vera sahibi yapar.) [Deylemi]
(Vera, şüpheli şeylerden kaçmaktır.) [Taberani]
(Dinimizdeki en hayırlı şey vera’dır.) [Hakim]
(Vera güzeldir, âlimlerde daha güzeldir.) [Deylemi]
(Dininiz ancak vera ile ayakta kalır.) [Mekt. Masumiye]
(Vera sahibi imamla kılınan namaz kabul olur, onunla oturmak ibadet, onunla sohbet sadaka olur.) [Deylemi]
(Vera ehli imamla kılınan iki rekat namaz, vera’sızla kılınan bin rekattan efdaldir.) [Ebu Nuaym]
(Şu üç şey bulunan kimsenin imanı kâmildir: Herkesle iyi geçinen güzel ahlak, kendini haramlardan alıkoyan vera, cehlini örten hilm.) [Nesai]
(Farzları eda et ki, insanların en âbidi olasın, haramlardan kaç ki, insanların en vera ehli olasın, Allahü teâlânın senin için yaptığı taksime razı ol ki, insanların en zengini olasın.) [İbni Adiy]
Takva hakkında Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Cennet, takva sahipleri için hazırlanmıştır.) [Al-i İmran 133]
(Allah indinde en şerefliniz, takva ehli olanınızdır.) [Hücurat 13]
(Allah, ancak takva ehlinin [ibadetlerini] kabul eder.) [Maide 27]
Peygamber efendimiz de buyuruyor ki: (Takva, imanın elbisesidir.) [Deylemi]
(Takva, her hayrı içine alır.) [Ebu Ya'la]
(Takva ehli hesap vermeden Cennete girer.) [Taberani]
(Her şeyin esası vardır. İmanın esası da vera [takva]dır.) [Hatib]
(Üstünlük takva iledir. Başka bakımdan üstünlük yoktur.)[Taberani]
(Ahirette, Allahü teâlâya yakın olanlar, vera ve zühd sahipleridir.)[İbni Lal]
(Zühd ile vera her gece kalbleri dolaşır, iman ve haya bulunan kalblere yerleşir, böyle olmayan kalblerde durmaz, geçip giderler.) [İ. Gazali]
(İlmiyle amil olmayan âlim, vera’sı olmayan da abid olamaz. Zahid değilse vera sahibi olamaz.) [Askeri]
Zühd ve zâhid nedir? Sual: (Allahü teâlâ, zühd sahiplerini sever) deniyor. Zühd nedir? CEVAP Helâl malın fazlasından, şüphelilere düşme korkusuyla mübahların çoğunu terk etmeye ve dünya sevgisinden sakınmaya (Zühd) denir. Zühd sahibine de (Zâhid) denir.
Zühd üç türlüdür: 1- Câhilin zühdü, haramlardan uzaklaşmak, 2- Âlimlerin zühdü, helâl olanların fazlasından sakınmak, 3- Âriflerin zühdü, Allahü teâlâyı unutturan her şeyi terk etmektir.(İmam-ı Ahmed)
Bir hadis-i şerif: (Zühd, Allah’ın sevdiğini sevmek, sevmediğini de sevmemek ve dünyanın helâlinden de sakınmaktır. Zira dünyanın helâline hesap, haramına azap vardır. Kendine acıdığı gibi, bütün Müslümanlara da acımak, haram sözden kaçtığı gibi faydasız sözden de kaçınmak, çok mal ve ziynetten ateşten kaçar gibi kaçmak ve dünyada emelini kısa tutmak zühddür.) [Deylemî]
Hazret-i Ali, (İlim, insanı Allah’ın emrettiği şeylere götürür, zühd ise o şeylere erişilmesini kolaylaştırır) buyuruyor. İki hadis-i şerif: (Âhirette, Allahü teâlâya yakın olanlar, vera ve zühd sahipleridir.)[İbni Lal]
(Zühd ile vera, her gece kalbleri dolaşır, iman ve hayâ bulunan kalblere yerleşir, böyle olmayan kalblerde durmaz, geçip giderler.) [İ. Gazâlî]
İmam-ı Rabbânî hazretleri, (İnsanların en akıllısı zâhiddir. Çünkü o dünyaya gönül bağlamaz) buyuruyor. Birkaç hadis-i şerif: (Allahü teâlâ, bir kula hayır murad ettiğinde onu dinde fakih, dünyada zâhid kılar ve ona ayıplarını görecek basiret verir.)[Beyhekî]
(Dünyayı sevmek, bütün hataların başıdır. Dünyadan sakınan, zâhiddir.) [Beyhekî, İbni Ebid-dünya, Hâkim, İ. Süyûtî]
(Mütevazı olmayan zâhid olamaz.) [Taberânî]
(Dünyada zâhid olanı görürseniz, ona yaklaşın, çünkü o hikmet saçar.) [Ebu Ya'lâ]
(Allah’ın ve herkesin beni sevmesi için ne yapayım?) diye soran birine, Peygamber efendimiz, (Dünyadan elini çekip zâhid olursan, Allahü teâlâ, seni sever. Halkın elindekilere karşı zâhid olursan[Kimsenin malında gözün olmazsa], insanlar da seni sever) buyurur. (İbni Mâce)
Zâhid âlimin iki rekât namazı, zâhid olmayanın ömür boyu kıldığı namazdan daha sevabdır. (Berîka)
.
Takva ve fetva
Sual: Takva ve fetva denince ne anlaşılır? CEVAP Takva, haramlardan sakınmaksa da, (Takva ve fetva) birlikte kullanılınca, takva azimetle hareket etmek, fetva ise ruhsatla amel etmek anlamına gelir. Birkaç örnek verelim: 1- Bir günlük yiyeceği olmayanın, yiyeceği kadar sadaka istemesinin caiz olduğuna fetva verilmiştir. Takva ve azimet ise, hiç istememektir.(Mektubat-ı Masumiyye 2/37)
2- Diş doldurtmuş olanların gusülde, abdestte ve namaz kılarken Maliki’yi taklit etmeleri takva değildir. Mezhep taklidi, fetva yoludur, kurtuluş çaresidir. (S. Ebediyye)
3- Hanefi mezhebinde, ödünç verenin borçludan hediye almasında iki kavil var: a) Şart etmeden hediye almak caiz olur. b) Şartsız da olsa, hediye almak caiz olmaz.
Bunların birincisi, her zaman hediye vermesi âdeti olan kimseden hediye alması, mesela yanına uğrayınca bir çay ısmarlıyorsa, yine çay içmesi caiz olup, fetva yoludur. İkincisi ise, takva sahipleri içindir. Salih zatlar, (Menfaat sağlayan ödünç faiz olur) hadis-i şerifini esas alarak, ödünç verdikleri kimselerden en ufak bir menfaat beklememişler, hattâ borçlunun evinin gölgesinde bile durmamışlardır
Takvâ, kalbi mâsivâdan, yâni Allâh’tan uzaklaştıran her şeyden korumak sûretiyle cemâlî tecellîlerin mâkesi hâline gelmektir. Takvâ, mü’minin, Allâh’ın hıfz u emânına sığınarak, âhirette kendisine zarar ve elem verecek şeylerden titizlikle korunması ve günahlardan sakınarak sâlih amellere sarılmasıdır.
ÜSTÜNLÜK TAKVÂDADIR
Fahr-i Kâinât Efendimiz, takvânın Hak katındaki yegâne kıymet ve makbûliyet miyârı olduğunu Ebû Zer -radıyallâhu anh-’a hitâben şöyle ifâde buyurmuştur:
“Bak! Sen ne kırmızıdan ne de siyahtan üstün değilsin. Onlara karşı ancak takvâ ile üstün olabilirsin.” (Ahmed, V, 158)
Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Sizin en müttakî olanınız benim.” (Buhârî, Îmân, 13; Müslim, Sıyâm, 74) buyurmuş ve hayâtının her safhasında takvâ ölçüleriyle hareket etmiştir. İşte bu sebeple müttakî bir mü’min olabilmek için, Allâh Rasûlü’nün sünnet-i seniyyesine riâyet şarttır.
Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-, takvâyı ne güzel târif eder:
ALLAH’A KARŞI NASIL TAKVÂ SAHİBİ OLUNUR?
Bir kimse Îsâ -aleyhisselâm-’a gelerek:
“–Ey hayır ve iyiliklerin muallimi! Bir kul, Allâh Teâlâ’ya karşı nasıl takvâ sahibi olur?” diye sordu.
Îsâ -aleyhisselâm-:
“–Bu kolay bir iştir: Allâh Teâlâ’yı cân u gönülden hakkıyla seversin, O’nun rızâsı için gücün yettiğince sâlih amellerde bulunursun, bütün Âdemoğullarına da, kendine acır gibi şefkat ve merhamet gösterirsin!” cevâbını verdi. Sonra da şöyle buyurdu:
“–Sana yapılmasını istemediğin bir şeyi sen de başkasına yapma! O zaman Allâh’a karşı hakkıyla takvâ sâhibi olursun!” (Ahmed, ez-Zühd, s. 59)
TAKVÂ NEDİR?
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da, bir gün Übey bin Kâ’b -radıyallâhu anh-’a takvânın ne olduğunu sorar. Übey -radıyallâhu anh- da ona:
“–Sen hiç dikenli bir yolda yürüdün mü ey Ömer?” der. Hazret-i Ömer:
“–Evet, yürüdüm.” karşılığını verince bu sefer:
“–Peki, ne yaptın?” diye sorar.
Hazret-i Ömer:
“–Elbisemi topladım ve dikenlerin bana zarar vermemesi için bütün dikkatimi sarf ettim.” cevâbını verir. Bunun üzerine Übey bin Kâ’b -radıyallâhu anh-:
Takvânın başı, küfür ve şirkten, ateşe düşmekten kaçar gibi kaçmaktır. Bunun tezâhürü de farzları hakkıyla edâ etmek ve bütün günahlardan sakınmaktır.
TAKVÂ’NIN ZİRVE HÂLİ
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Her nerede olursan ol Allâh’tan ittikâ et ve kötülüğün arkasından hemen bir iyilik yap ki, bu onu yok etsin. İnsanlara da güzel ahlâk ile muâmele et!” (Tirmizî, Birr, 55/1987)
Takvânın zirve hâli; kulun, kalbini Allâh’tan gâfil kılacak her şeyden uzaklaşarak bütün varlığıyla Allâh Teâlâ’ya yönelmesidir ki, bu mertebenin nihâyeti yoktur. İşte bu son merhale:
“Ey îmân edenler! Allâh’tan, nasıl korkmak gerekiyorsa öyle korkup gerektiği gibi sakının ve ancak müslümanlar olarak can verin!” (Âl-i İmrân, 102) âyetinde emredilen hakîkî takvâdır.
Takvâda kemâle erebilmek için şüpheli şeylerden de şiddetle kaçınmak gerekmektedir. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Kul, mahzurlu şeylere düşme endişesiyle mahzûru olmayan bâzı şeyleri de terk etmedikçe gerçek müttakîlerin derecesine ulaşamaz.” buyurur. (Tirmizî, Kıyâme, 19/2451; İbn-i Mâce, Zühd, 24)
TAKVÂ MAKAMINA NASIL ULAŞABİLİRİZ?
Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh- da şu îkazda bulunur:
“Kişi, kalbini tırmalayan, kendisini huzursuz eden şeyleri terk etmedikçe takvâ makâmına ulaşamaz.” (Buhârî, Îmân, 1)
Kul, takvâ sâhibi olabilmek için nefsini dâimâ hesâba çekmelidir. Zîrâ, kalbin en büyük düşmanı olan nefs-i emmârenin şiddetli arzularına direnebilmek ve âfetlerinden korunabilmek, ancak takvâ duygusunun kuvvetlenmesiyle mümkündür.
Yûsuf -aleyhisselâm-, önüne serilen onca dehşetli câzibelerin aldatmalarına kanmamak için “maâzallâh” diyerek, yegâne çârenin yüksek bir takvâ ile “Allâh’a sığınmak” olduğunu ortaya koymuştu.
Bu da ilâhî yardımın tahakkuk safhasına girmesi için, takvânın bir zarûret olduğunu göstermektedir. Fahr-i Kâinât Efendimiz de, duâlarında Cenâb-ı Hak’tan kendisine takvâ bahşetmesini şöyle niyâz ederdi:
“Allâh’ım! Nefsime takvâsını ver ve onu tezkiye et! Sen onu en iyi tezkiye edensin. Sen onun velîsi ve Mevlâ’sısın.” (Müslim, Zikir, 73)
Hak katında insanların en üstünü, en çok takvâ sâhibi olanlardır.( el-Hucurât, 13.) Allâh Teâlâ müttakî kullarını sever(Âl-i İmrân, 76.) ve dâimâ onlarla beraberdir. (en-Nahl, 128.) Müttakîlere genişliği gökler ve yer kadar olan cennetler va’detmiştir. (Âl-i İmrân, 133.) Yine Hak Teâlâ Hazretleri, takvâ sâhibi kuluna iyi ile kötüyü ayırmaya yarayan bir anlayış bahşeder ve onun günahlarını bağışlar. (el-Enfâl, 29.) Sıkıntı ânında ona bir çıkış yolu gösterir ve umulmadık yerdenrızık lutfeder. İşlerine kolaylık verir, kötülüklerini affeder ve büyük ecirler bahşeder.( et-Talâk, 2-5.)
Nitekim Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın rivâyetine göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün:
“–Ben bir âyet biliyorum. Şâyet insanları onu tutsalardı hepsine de kâfî gelirdi.” buyurmuştu.
Ashâb-ı kirâm:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, bu hangi ayettir?” dediler. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“…Kim Allâh’a karşı takvâ sâhibi olursa, Allâh Teâlâ ona bir çıkış yolu ihsân eder.” (et-Talâk, 2) âyetini tilâvet buyurdu. (İbn-i Mâce, Zühd, 24)
PEYGAMBER EFENDİMİZ’E EN YAKIN KİMSELER KİMLERDİR?
Peygamber Efendimiz’e mânen en yakın kimseler müttâkîlerdir. Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh- der ki:
“Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- beni Yemen’e vâli olarak gönderirken, uğurlamak için Medîne’nin dışına kadar teşrîf etti. Ben binek üzerindeydim, O ise yürüyordu. Bana bâzı tavsiyelerde bulunduktan sonra:
“–Ey Muâz! Belki bu seneden sonra beni bir daha göremezsin! İhtimal ki şu mescidimle kabrime uğrarsın!” buyurdu.
Bu sözleri duyunca, dosttan yâni Allâh Rasûlü’nden ayrılmanın verdiği hüzünle ağlamaya başladım. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ağlama ey Muâz!” buyurdu ve sonra yüzünü Medîne’ye doğru çevirerek:
“–İnsanlardan bana en yakın olanlar, kim ve nerede olursa olsun Allâh’a karşı takvâ sâhibi olan müttakîlerdir.” buyurdu.( Ahmed, V, 235; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, Beyrut 1988, IX, 22.) Yine Fahr-i Kâinât Efendimiz:
Takvâda kemâle eren bir kalb, artık nazargâh-ı ilâhî olma şerefine erişir, ilâhî hikmet ve esrârın tecellî mekânı olur.
HAYATI BOYUNCA SU YERİNE ZEMZEM İÇTİ
Takvâ, harâma düşme endişesiyle şüpheli şeyleri, hattâ birtakım mübahları dahî terk etmeyi îcâb ettirir. Bunun bir misâli şöyledir:
Ordu ve donanmasını göz kamaştıracak bir seviyeye getiren, iç karışıklıkları mâhirâne bir siyâsetle bertarâf eden ve böylece devleti, eski îtibarlı mevkiine doğru yükseltmeye başlayan Sultan Abdülazîz Hân, bütün dünyânın alâkasını celbetmişti. Bundan dolayı Sultan, Fransa ve İngiltere’ye dâvet edildi.
Son derece dindar bir pâdişâh olan Abdülazîz Hân, Avrupalılar’ın yemeklerinin şer’an mahzurlu olabileceğini düşünerek beraberinde Bolulu aşçılar götürdü.
Abdülazîz Hân, gâyet dindarâne ve intizamlı bir hayat süren sâlih bir insandı. Hayâtı boyunca su yerine zemzem içecek kadar takvâ sâhibi idi. Hattâ Avrupa’ya seyahate gittiği zaman, abdest suyunu beraberinde götürdüğü rivâyet edilir. Namazını muntazam bir sûrette kılar ve çokça Kur’ân-ı Kerîm okurdu. Hunharca şehîd edildiği zaman odası ndaki küçük masanın üzerinde “Sûre-i Yûsuf” açık olduğu hâlde bir Kur’ân-ı Kerîm bulunmuştu. Onun mübârek kanlarına boyanan bu Kur’ân-ı Kerîm, şimdi Topkapı Sarayı’nda muhâfaza edilmektedir. Hadîs-i şerîfte buyrulur:
TAKVÂ’NIN ÖZÜ NEDİR?
“Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur.” (Müslim, Cennet, 83; Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, Beyrut 1994, V, 663)
Takvâ, dînin özü ve mânevî hayâtı güzelleştiren hasletlerin başıdır. Âhiret saâdetinin en büyük sermâyesi takvâdır. Takvâsız bir hayat muhâtaralarla doludur. Takvâ üzere yaşanmayan bir hayat;
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz.” (Münâvî, V, 663) hadîs-i şerîfi muktezâsınca -Allâh muhâfaza buyursun- son nefes bedbahtlığına ve netîcede de ebedî hüsrâna sebep olur. Bu fânî dünyâda, nefsânî arzuların şerrinden korunmamız için, mayınlı bir arâzîde yürür gibi titiz ve dikkatli bir hayat sürmek zarûrîdir.
Harpler, belli zaman ve mekânlarda yapılır ve biter. Nefse karşı girişilen takvâ mücâhedesinin ise bir ömür boyu inkıtâsız devâm ettirilmesi gerekir. Âyet-i kerîmede:
“…Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluğa devâm et!” (el-Hicr, 99) buyrulmuştur. Cenâb-ı Hak, nefislerimizin hîle ve desîselerine kapı aralayan “gaşet”e karşı dâimî bir teyakkuz hâlinde bulunup takvâ üzere kulluğa devâm edebilmemizi lutfeylesin!..
Âmîn!..
KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, Asr-ı Saâdet’ten Günümüze FÂZİLETLER MEDENİYETİ, Erkam Yayınları, 2011, İstanbul
.
MEHMET DERİ
İSLAM TERMİNOLOJİSİNDE TAKVA KAVRAMI
Kur'an-ı Kerim’de üzerinde önemle durulan kavramların başında takva kavramı gelmektedir. Takva, Kur'an’da 258 defa kullanılmıştır.
Takva; “vikaye” kökünden türemiş olup sözlükte bir şeyi muhafaza etmek, korunmak, sakınmak, himaye etmek, bir şeyi ıslah edip düzene koymak gibi anlamlara gelir. Takva sahibi kimseye “muttaki” denir.
İslam terminolojisinde ise takva; kişinin kendisini Allah’ın korumasına, himayesine alarak ahirette azab ve cezaya neden olabilecek her türlü şeyden kendisini titizlikle koruması, günahlardan kaçınıp iyi ve faydalı iş/ eylemleri yapmasıdır.
Takva kavramı cahiliye döneminde, herhangi bir varlığın dışarıdan gelecek yıkıcı kuvvetlerine karşı kişinin kendisini savunması/koruması anlamlarına geliyordu. Bu daha çok maddî bir tehlikeden korunmak manasındaydı. Takva, Kur'an-ı Kerim’de sözlük anlamının yitirmemekle birlikte, daha çok manevî anlamda kullanılır olmuştur. Ki bu, Allah korkusudur. Sadece takva kavramı değil daha bir çok kavram cahiliye dönemindeki anlamını yitirmiş, Kur'an bu kavramlara yepyeni ve çok zengin anlamlar yükleyerek, kıyamete kadar gelecek olan insanlığa mesajını taptaze ve dinamik bir şekilde sunmuştur, sunmaya da devam etmektedir.
Takva, sadece psikolojik anlamda bir korku(havf) olmayıp; Allah’a karşı derin bir şekilde saygı duymak, her türlü tutum ve davranışlarda Allah’ın rızasını herşeyin üstünde tutmak, irademizi O’nun iradesine dolayısıyla O’nun hükümlerine bağlı tutmak, O’nun razı olacağı salih amelleri/davranışları yapmaktır. Bu suretle ayet ve hadislere baktığımızda takva kavramı “korku” yerine “saygı” kelimesiyle ifade edilmesinin daha doğru ve yerinde olduğu görülür. Çünkü takva sahibi kimse, İslam’da sadece ideal bir mü’min değil aynı zamanda ideal bir “ahlakî kişilik”’tir. Nitekim Bakara suresinin 177. ayetinde bu husus apaçık görülür. Başlıca dînî ve ahlakî görevlerini yerine getiren kimseler için “İşte doğru kimseler bunlardır,” “işte takva sahipleri bunlardır.” buyurulur.
Kur’an-ı Kerim’de takva kavramı üç mertebede zikredilmiştir.
1) Ebedî olarak cehennem azabından korunmak için Allah’a ortak koşmaktan, küfür ve nifaktan korunarak kâmil bir imana sahip olmak:
Bu hususla ilgili olarak Fetih suresi 26. ayetinde:
“İnkarcıların kalplerine taassubu, cahiliye taassubunu ve tarafgirliğini yerleştirdikleri sırada Allah da Rasulü’nün ve mü’minlerin gönüllerine huzur ve güven duygusu verdi. Onların takva sözünü tutmalarını sağladı. Zaten onlar bu söze layık ve ehildirler. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” buyurulmuştur.
2) Kişinin iman sahibi olduktan sonra büyük günahları işlemekten, küçük günahlarda ısrar etmekten kendisini alıkoyarak emredilen farzları ve diğer dînî vecibelerini yerine getirmesi, günahlardan/haramlardan ve diğer yasaklardan kaçınması:
Bu hususla ilgili olarak A’raf suresi 96. ayetinde:
“Kendilerine peygamberler gönderdiğimiz memleketlerin halkı iman etseler ve takva sahibi olsalardı elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereket kapıları açardık. Fakat onlar peygamberlerimizi ve ayetlerimizi yalanladılar. Biz de onları kazandıkları günahlar sebebiyle cezalandırdık.” buyuruluyor. (Ayrıca bakınız, Bakara 103 ve Al-i İmran 179)
3) Bütün her şeyi ile Allah’a yönelmek, kişiyi Allah’tan alıkoyacak her şeyden uzak durmak:
Bu hususla ilgili olarak Âl-i İmran suresi 102. ayetinde:
“Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır bir şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” buyurulmaktadır. (Ayrıca bakınız, Teğabün 16)
Yukarıda bulunan ve takva sahiplerinin vasıflarını anlatan ayetleri incelediğimizde takvanın İslam’ı bütünüyle yaşamanın bir simgesi ve alameti olduğunu görürüz. Takvanın bu kadar geniş bir alanda kullanılmasını göz önünde bulundurursak Allah Teâlå’nın sağlıklı, huzurlu ve güvenli bir İslam toplumunun bekasına yönelik ilahî emirlerinin ve bu alandaki kurallara yönelik ilahî tekliflerinin, takva kavramının zengin ve geniş muhtevası içinde yer aldığını söyleyebiliriz. Bununla ilgili olarak da şu sonuca ulaşabiliriz: Takva ile ilgili ilâhî emirler; büyük ölçüde beraber ve birlikte yaşamayı, güvenli, huzurlu bir sosyal yaşamı ve toplumsal düzeni öngörmektedir. İslam toplumunda, toplumsal düzene dikkat etmeyerek fitne ve fesadın yayılmasına, sosyal dayanışma, huzur ve istikrarın bozulmasına neden olan kişiler genellikle takvadan nasibi olmayan veya çok az olan kişilerdir. Gerçek takva sahibi kimseler ise; Allah Teâlâ’nın, insanların bir arada yaşamaları için koymuş olduğu emir ve yasakları eksiksiz yerine getirmeye çalışırlar. Bu durumla ilgili ilahî esas ve prensiplere titizlikle riayet ederler.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem dualarında Yüce Rabbimizden çeşitli nimetleri talep ederken takvayı da istemiştir. Böylece takvanın önemine işaret etmiştir. Konuyla ilgili hadis-i şerifler şunlardır:
- “Arab’ın, Arab olmayana üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.”
- “Size Allah’a karşı takva sahibi olmanızı tavsiye ederim.”
- “İnsanın cennete girmesine sebep olan en büyük şey, kulun Allah’a olan takvasıdır.”
- “Ey Allah’ın kulları! Birbirinizle kardeş olunuz. Müslüman, müslümanın kardeşidir. Müslüman, müslümana zulmetmez. Yardıma muhtaç olduğu zaman da onu yalnız ve yardımsız bırakmaz. Onu hor ve hakir görmez. Takva işte buradadır.” Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem “Takva işte buradadır.” sözünü üç defa tekrarlamış ve her defasında elini göğsüne işaret etmiştir.
Hz. Peygamber burada takvanın çok geniş bir mânâ ifade ettiğini ve bunun da kalbe dayanan manevî bir duygu ile olduğunu ifade etmiştir.
Takva ile ilgili bilinmesi gereken diğer bir husus ise İslam’da üstünlük ölçüsü dil, ırk, renk, kavim, soy- sop, yaşanılan coğrafî mekan değil sadece ve sadece “takva”dır.(Hucurat 13)
Sonuç olarak; takva, Kur'an-ı Kerim’in üzerinde önemle durduğu kavramların başında gelmektedir. Takva, mü’minlerin temel vasıflarından biri olup Allah Teâlâ birçok ayet-i kerimesinde takva sahibi kullarını övmekte, kurtuluş ve huzurun ancak takva ile olduğunu bildirmektedir.
BİBLİYOGRAFYA
- Akay, Hasan(1995), İslamî Terimler Sözlüğü, İşaret Yay. İstanbul
- Behiy, Muhammed(1988), İnançta ve Amelde Kur'anî Kavramlar (Çeviren: Ali Turgut), Yöneliş Yay. İstanbul
- Çelik, Ahmet(2002), Kur'an Semantiği Üzerine, EKEV Yay. Erzurum
- Çiçek, Halil(1998), Farklı Kültürlerin Birlikte Yaşama Formülü, Nesil Yay. İst.
- Demirci, Muhsin(2000), Kur'an’ın Temel Konuları, İFAV Yay. İst.
- Ece, Hüseyin(2000), Takva Bilinci, Denge Yay. 5. Basım, İst.
- Karagöz, İsmail(1995), Kur'an’da Takva Kavramı ve Muttaki İnsanın Özellikleri, Diyanet dergisi, C.XXXI, s. 4, Ankara
- Soysaldı, Mehmet(1998), Kur'an’da Kavram Araştırmaları, Yılmaz Ofset Matbaa, Elazığ
- Turgay, Nurettin(2000), Takva, Şamil İ. A. , Dergah Ofset, İst.
İnsanoğlu, kendisine tevdi edilen ve hayatı pahasına korumakla yükümlü bulunduğu "şey" vasıtasıyla insan kabul edilmiştir. Değilse, gözle görülemeyen bir mikrop veya virüsün sebep olduğu hastalıktan ızdırap duyan veya iktidarı serçe kuşu kadar da olamayan insanın maddesi itibarıyla değeri, hayvanlardan bile aşağıdır. Ama kendisini halife kılan, gelişinde önünde hazır bulduğu, hazırlanmasının hiçbir safhasında dahli olmayan, önünde sonsuz gibi duran şu kâinatın sultanı yapan, kendine emanet edilen şey vasıtasıyladır. Bu emanetin tafsilatını yazımızda geniş bir şekilde bulacaksınız. Buna biz kısaca, insanlık diyebiliriz. Bu emanete layık olabilmeyi ve bizden alacağı âna kadar emanetinde emin kılınmayı Rabbimizden diliyoruz. Bizleri var kılan, varlığın sınırsız tabakalarında herhangi bir varlık gibi bırakmayan, üstelik insan olarak ve kâinata sultan olarak yaratan Rabbimize, bizlere verdiği bu kâbil nimetlere karşı nasıl teşekkür edeceğimizi yazımızda bulacağınızı ümit ediyoruz.
Yaratılanlar içinde kainata ma'nâ kazandıran varlıktır insan. Allah'ın isimlerinin tecelli ettiği varlık aynasında kendini seyreden tek varlıktır insan. Ve, Allah'ın isimlerine en fazla âyine olan varlıktır insan. Bu özelliklen kendi özünde bulunduran varlık, insan-ı kâmil olma yolunda ilâhî emanetleri layık-ı vechiyle korumak ve onları değerlendirmek zorundadır.
İnsanın yaratılışına baktığımızda ona verilen üç önemli özellik görüyoruz: Madde, ruh ve akıl. Bir başka ifâdeyle beden, kalp ve kafa. Maddemize bir göz attığımızda: Trilyonlarca hücreden meydana gelen, her hücresinde saniyede birçok bileşik oluşan, bileşikler meydana gelirken uygun şartların hazırlandığı, hassas ölçülerde maddelerin tartıldığı ve bu maddelerin reaksiyona sokulduğu mükemmel bir fabrika.
Bir damla sudan yaratılan insan, ana rahminde en güzel bir biçimde şekillendirildi. Bir plân ve proje üzerine yerleştirir gibi bütün oranları yerli yerine konuldu. Eli, ayağı, gözü, kulağı, dili, dudağı gibi herşeyi bir şiir gibi dizildi. Diline tadları, gözüne renkleri, kulağına sesleri ayırd etme kabiliyeti verildi. Kalbi bir saat gibi çalıştırıldı. Bir sarayın elektrik kabloları gibi vücut sarayının kan damarlan ve sinir sistemleri yerli yerine yerleştirildi. Gıdaların tam olarak tadılması için ağız ve burun üst üste getirildi. Ağıza lokma girerken koku da burna giderek devre tamamlanıp lezzet alma tam olarak sağlandı. Kulaklar sesleri işitebilsin ve darbelerden etkilenmesin diye kıvrık ve kıkırdaktan yaratıldı. Dünyaya açılan pencere hükmünde olan gözler dış tazyiklerden korunmak için çukurlara yerleştirildi. Kirpikler onu toz ve dumandan korumak için bir hat üzerinde asker gibi dizildi. Göz kapaklan her an, her saniye onu temizleyici olarak vazifelendirildi.
Ruhumuz maddemize canlılık getirdi. O olmasaydı gözler göremeyecek, kulaklar işitmeyecek, dil tad almayacak, mükemmel olarak vücuda getirilen fabrika çalışmayacaktı.
Bir bilgisayar ne kadar mükemmel olursa olsun, eğer elektrik verilmezse işe yaramayacağı gibi insan bedeni de, ruh olmasaydı işe yaramayacaktı. Nitekim kadavraların, doktorların elinde kesilip biçilen bir malzeme olduğunu biliyoruz.
Akıl ise ruh ve maddeye bir ma'nâ getirdi. Gözün gördüğünden, kulağın işittiğinden, dilin tattığından bir anlam çıkardı. İlâhî sanat e-serlerini seyrettikçe vücudun kendinden geçip ruh potasında erimesini sağladı.
Madde, ruh ve aklı bir arabanın kaporta, motor ve direksiyonuna benzetebiliriz. Kaporta ne kadar sağlam olursa olsun, motorda arıza varsa araba gitmeyecektir. Motor da ne kadar sağlam olursa olsun direksiyonun yönlendirmesine girmezse gâyesine ulaşmayacak, arabanın kaza yapmasına sebeb olacaktır. Kaporta sağlam olmalı, motor hassas çalışmalı, direksiyon da iyiye ve doğruya yönlendirilmelidir.
İnsan Allah'ın verdiği bu emanetleri iyice korumalı, emanete hıyanet etmemelidir. Maddesini helâl şeylerle beslemeli, harama girmemelidir. Ruhunu din ilimleriyle ihya etmeli, hakikat iklimlerine uğrayarak tomurcukların oluşmasını sağlamalıdır. Aklını fen ilimleriyle ikna edip kainatın sırlarını keşfetmelidir. Hiçbir zaman aklını yalnız başına bırakmamalı, onu ilahî vahyin ışıkları altında kanatlandırarak ruha yeni kapılar açmalıdır. Eğer ilahî vahiyden yoksun bırakılırsa insanın aklı gözüne inecek, güz ise maneviyatta kör olduğundan hakikate ulaşamayacaktır.
Hayat sadece bedenî bir yaşayış mıdır? Alınan gıdaların kan ve canlılığa dönüşmesi seyri içerisinde o hasıl olur? Maddî hayatın gayesi, hareket ve canlılık bazında vazifeleri yerine getirmekten ibarettir ki, böyle bir hayatın insanla hayvan arasında bir farkı yoktur. Gerçek insanî hayat ise madde, ruh ve akıl üçlüsünün el ele vermesiyle elde edilebilir. Böylece insan ötelere seyahet etme imkânı elde ederek, hayvaniyetten çıkıp melekleri dahi kıskandıracak bir hayat seviyesini yakalayacaktır.
İnsan kendisine verilen süre içerisinde bu ilahî hediyeleri en iyi şekilde muhafaza etmelidir. Maddesini Allah için koşturmalı, ruhunu Allah için coşturman, aklını Allah'a giden yolları keşfetmekte kullanmalıdır.
Her insanın en önemli vazifesi, kendini keşfedip tanıması ve bu sayede aydınlatan hakikat dürbünüyle Rabb'ine yönelmesidir. Kendini tanıyamayan, bilemeyen ve Rabb'iyle münasebet kuramayan sûretî insanlar, taşıdıkları hazinenin kıymetini idrak edememiş zavallılardır. Bu gibi insanlar, dünyadan gelip geçer de yaşadıkları bile belli olmaz.
O halde ey insan!
Zâtında aciz bir varlıksın. Eğer Kudret-i Sonsuz'a dayanırsan damla iken deryâ, zerre iken güneş ve bir dilenci iken sultan olursun.
.
Takva
Nurullah Agitoğlu
AddThis Sharing Buttons
315
Allah’a karşı gelmekten sakının (takva sahibi olun) ve bilin ki Allah muttakiler ile beraberdir.” (Bakara Sûresi, 2/194)
Takva sözlükte korkmak, sakınmak, korunmak, haşyet duymak gibi manalara gelmektedir. Şer’î ıstılahta takva, Allah’ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma cehdi şeklinde tarif edilmiştir. Bir de takvanın oldukça şümûllü ve umumî manası vardır ki, İslâm dini prensiplerini hassasiyetle görüp gözetmeden şerîat-ı fıtriye kanunlarına riayete; Cehennem ve Cehennem’i netice veren davranışlardan Cennet’i semere verecek hareketlere; sırrını, hafîsini şirkten, şirki işmam eden şeylerden koruyup kollamaktan, düşünce ve hayat tarzında başkalarına benzemekten sakınmaya kadar geniş bir yer işgal eder.2 Takvayı Allah’ın çizdiği hudutta durmak, bu hududun ne berisinde kalmak ne de ötesine geçmek şeklinde tarif edenler de olmuştur. 3
Takvadan, insanın manevi veya bedeni yapısını ayakta tutan şeylerde İslâm’a göre bir sapmanın veya zarar ve kuşkunun bulunduğu her şeyden sakınmak şeklinde de bahsedilmiştir. 4 Yani o, şüpheli şeyi atıp şüphesizini almaktır. Takva, bazen insanı günahlara düşmemek için esasında beis olmayan şeylerden de uzaklaştırır. 5 Büyük Sûfilerden Şah Kirmani, takvanın alametinin vera, veraın alametinin de helal olduğu şüpheli olan şeyleri yapmaktan geri durmak olduğunu ifade etmiştir. 6
Takva, kendisi ile nefislerin olgunlaştığı, kişilerin üstünlük kazandığı bir meziyettir. İslâm dininde insanlar arasındaki üstünlük ve fazilet ölçüsü mal, mülk, makam, soy, ırk vb. şeyler değil sadece takvadır. Zira Yüce Allah, Kur’ân’da şöyle buyurmaktadır:
“Allah katında en üstün olanınız en çok takva sahibi olanınızdır.” (Hucurât Sûresi, 49/13)
Takva günahlardan kaçınmak, yani bir Müslüman’ın üzerine düşeni yapmaya gayret etmesidir. Takvadan maksat insanın Rabbini gazaplandıracak, nefsine zararlı olacak şeylerden sakınmasıdır. Kur’ân’ın insanlarla halk arasında ve insanlarla Yaratıcı arasında gerekli olan münasebeti istediği bir fazilettir. Dünyada felaketlerden, ahirette azaptan kurtulmak için, iki şeyin lazım olduğu söylenmiştir: Emirlere sarılmak, yasaklardan sakınmak! Bu ikisinden, en büyüğü, daha lüzumlusu, ikincisidir ki, buna Vera’ ve Takva denir. Nitekim, Resûlullah (s.a.s.)’ın yanında, birisinin çok ibâdet ü taat ettiğini söylediler. Birisinin de, yasak edilen şeylerden, çok sakındığını söylediklerinde, “Hiçbir şey, vera’ gibi olamaz!” (Tirmizi, Kıyamet 61) buyurmak suretiyle yasaklardan sakınmanın daha kıymetli olduğunu ifade etmiştir. 7
Bu kavram, Kur’ân’ın ahlâkla ve içtimaî konularla ilgili pek çok ayetinde zikredilmektedir. Kur’ân örnek bir Müslüman tipi çizerken takva esaslarını ortaya koyar. Olgun mü’minlerin, muttaki mü’minler olduğu ve bütün Müslümanların böyle olmaya çalışması gerektiği hususu özellikle vurgulanır.
Ayrıca Kur’ân’ın anlaşılması ile takva arasında da sıkı bir münasebetin olduğu bir gerçektir. Zira mana ve muhteva itibariyle takvada öyle bir büyü var ki, ona sığınmadan Kur’ân’ı tam anlamak ve Kur’ân yörüngesinde yürümeden ona ulaşmak mümkün değildir. Başta, Kur’ân, kapısını müttakilere aralar ve (Bakara Sûresi, 2/3) fısıldar; neticede, Hz. Furkan ekseninde yaşamaya işaret eder ve nazarları (Bakara Sûresi, 2/21) ufkuna çevirir. 8
Mutasavvıflar, ilmin bâtınî meyvesinin fetva ve hükümler olmayıp takva olduğunu ifade etmişlerdir. 9
Mevlânâ Celaleddin-i Rumî, kulun takvasının onun hamdetmesine bir nişane olduğunu söyler. 10
Ebu Ubeyde el-Bâci, ölüm döşeğinde hasta yatan Hasan Basri’yi ziyarete gittiklerinde, onun kendilerine şu nasihati verdiğini aktarır: “Sabreder, tasdik eder ve takva sahibi olursanız bu dünya açık ve güzel bir sahadır.” 11
İmam Gazali de kalbin mahmud (övülen) hâllerinden bahsederken bunların içinde takvayı da saymaktadır.12
Bir hadislerinde İki Cihan Serveri (s.a.s.) takva ile ilgili şöyle buyurmaktadır:
“İnsanlar nezdinde kişinin kıymetini artıran şey maldır. Allah nezdinde de değerini artıran şey takvadır.” 13
Öyleyse ahirete imanı olan her Müslüman’ın Allah nezdinde değerini artırma gayreti içerisinde olması gerekir.
Takva dinin özü olduğu gibi hayrın da esasıdır. Kulun her hâlinde herhangi bir şeyle kendini müstağni görmemesidir. Takva bütün ibadet ve muamelatın toplamıdır.
Takva ile desteklenmiş, riya ve gösterişten uzak, ihlas ve samimiyet ile salih ameller işlemeye gayret etmeliyiz. Çünkü şanı yüce Allah, “Allah’tan korkun çünkü kalblerin içindekini Allah bilmektedir.” 14buyurarak, bizlerin takvayı kalbimizde samimi bir şekilde hissederek yaşamamız gerektiğini belirtmiştir. Dua ederken bile dualarımızda takvayı istemeliyiz.
Efendimiz (s.a.s.)’in mağara ve hicret arkadaşı ve kendisine olan müthiş sadakatinden dolayı Sıddîk-i Ekber unvanına mazhar olmuş Hz. Ebu Bekir, en akıllı insanların takva sahipleri, en ahmak olanların da günah sahipleri olduğunu söylemiştir. O büyük insan, akıllı ve düşünceli bir kişinin kendisini ateşe atamayacağını, Cehennem ateşine girmesine sebep olacak günahları işleyemeyeceğini, daha doğrusu işlememesi gerektiğini belirtmiştir.
Yüce Rabbimiz bir ilahî fermanında şöyle buyurmaktadır: “Sizden önce kendilerine kitap verilenlere ve size ‘Allah’tan korkun.’ (takva sahibi olmaya gayret edin) diye emrettik.” (Nisa Sûresi, 4/131)
Takvadan üç değişik manada veya üç mertebe olarak da bahsedilmiştir. Bunların ilki, insanın nefsini şirk ve küfürden temizleyerek iman etmesidir. Buna takvanın ilk adımı da denebilir.
Diğer bir anlamı da kişinin büyük günahları terk ederek farzları yerine getirmesidir. Bu da takvanın ikinci merhalesidir aslında.
Bir diğer manası ise kulun kalbini Allah’tan alıkoyacak her şeyden âri kılması, kendisine Allah’ı unutturacak ve kendisini meşgul edecek her şeyi bırakıp gönlünü yalnızca Allah’a vermesidir. Bu en hususi manasıdır ve belki de en üst noktadaki mertebesidir. Takvanın bu en has anlamında, dinin emir ve yasaklarına karşı fevkalâde duyarlı olmak, mükâfattan mahrumiyet veya cezayı gerektiren davranışlardan uzak kalmaya çalışma gayesi vardır. 15
Takvanın, insanın ahireti için manevi bir azık olduğunu şu ayet-i kerime bizlere çok güzel ifade ediyor: “… Azıklanın ve şunu bilin ki en hayırlı azık takvadır.” (Bakara Sûresi, 2/197)
Görüldüğü gibi insanların maddi ve biyolojik ihtiyaçları için azıklanması ne kadar hayati ve önemli ise manevi hayatı için -tabiri caizse- manevi açlığı için de azıklanması en az o kadar, belki ondan da çok mühimdir. Hazırlamamız gereken bu manevi azık da Rabbimiz tarafından takva olarak bildirilmiştir bizlere.
Yahya b. Muaz er-Razi, gerçek zahidin vasıflarından bahsederken onun azığının takva olması gerektiğini ancak onunla varacağı yerin Cennet olacağını söylemektedir. 16 Ömer b. Abdulaziz de bir hutbesinde şöyle demiştir: “Her yolculuğun kendine göre bir azığı vardır. Ahiret yolculuğu için de takvayı azık alın.” 17Takvanın manevi bir azık olması ile ilgili Sehl b. Abdullah da şunu söylemiştir: “Allah’tan başka yardımcı, Resûlullah (s.a.s.)’tan başka delil (rehber), takvadan başka azık ve ibadette sabırdan başka amel yoktur.” 18
Mutasavvıflardan Nehrecori takvadan bahsederken şu nefis benzetmeyi yapar:
“Dünya, deniz; ahiret, sahil; takva, vapur; halk ise yolcudur.” 19
Bizler için en güzel örnek ve en doğru rehber olan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) her zaman ve zeminde kişinin takva ehli olması gerektiğini şöyle ifade buyuruyor:
“Her nerede olursan ol, takva sahibi ol. Her işlediğin günahtan sonra bir hayır işle ki o günahı silsin. İnsanlara karşı güzel ahlâk sahibi ol.” (Tirmizi, Birr 55)
Takva neticesinde kulun derecesinin meleklerin bile üstüne çıkma ihtimali vardır. Zira insanların meleklerden daha üstün olabilmesi ve terakkî etmeleri, yükselmeleri bu sayededir. Melekler de, emirlere itaat etmektedir. Ancak melekler (yaratılış gayelerine uygun olarak) terakkî edemiyor. O hâlde, takvaya sarılmak ve takva üzere olmak, her şeyden daha lüzumludur. İslâmiyet’te en kıymetli şey takvadır. Dinin temeli de takvadır. 20
Takva sahiplerinin bazı alametlerinin olduğu söylenmiştir. Bunlar, Allah’ın kaza ve kaderine razı olmaları, Allah’ın nimetlerine şükretmeleri, Allah’tan gelen bela ve musibetlere sabretmeleri, doğru sözlü olmaları ve ahitlerine sadık kalmalarıdır.
Takvanın, insanın Cennet’e girmesine vesile olan çok önemli bir vasıf olduğu hususu da yine Fahr-ı Kâinat’ın (s.a.s.) mübarek ifadelerinde şöyle geçmektedir:
“Hz. Peygamber (s.a.s.)’e insanı Cehennem’e en çok götüren şey soruldu. O, ağız ve ferc (yani bu iki uzvun sebep olduğu ve işlediği günahlar)’dir, buyurdu. Kendisine insanı Cennet’e en çok götüren şey sorulunca da, Allah’tan korkmak (yani takva sahibi olup O’na gerektiği gibi ve layık olduğu şekilde saygı göstermek) ve güzel ahlâk diye cevap vermiştir.” (Tirmizi, Birr 62)
Anlaşılıyor ki ebedî saadete ulaşmanın yolu takva ve güzel ahlâktan geçiyor. Yani Allah Teâlâ’ya karşı üzerine düşeni yapmak ve insanlara karşı da güzel muamele sahibi olup onlarla iyi geçinmek, kişinin ahiret nimetlerine kavuşmasına vesile oluyor. Kısacası örnek bir mü’min, güzel ahlâk sahibi olması gerektiği kadar aynı zamanda muttaki bir kişiliğe sahip olmalıdır.
Takva, şerefli bir elbisedir ki onunla süslenme şerefine ancak hakkıyla iman edenler nail olur. Allah Teâlâ o elbiseyi ancak katında şerefli kulları olan salih kullarına giydirir. Çünkü onlar Allah’ın emirlerini yerine getirir, yasaklarından da kaçınırlar. Bu hususla ilgili olarak da Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Kişi mahzurlu olan şeyden korkarak mahzursuz olanı terk etmedikçe gerçek takvaya ulaşamaz.” (Tirmizi, Kıyamet 20)
Kişinin zahiri elbise ile süslenmesinden daha hayırlısı Allah’tan korkma ve vera elbisesidir. Çünkü iç güzellik dış güzellikten daha önemlidir. Bakın yüce Rabbimiz bize ne buyuruyor:
“Takva elbisesi, işte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah’ın ayetleridir. Belki düşünüp öğüt alırlar.” 21
Muttaki insanın takva sayesinde erişeceği birçok güzellik vardır. Yani takvanın çok güzel meyveleri vardır. Takva, salih amellerin kabulüdür. İnsanın işlediği güzel işlere derinlik kazandırır. Çünkü takva ile desteklenmiş ve takva ile süslenmiş ameller güzeldir ve kabule daha şayan hâle gelmiş demektir.
Sûfilerden İbrahim b. Şeyban, şerefin, tevazuda; izzetin, takvada; hürriyetin, kanaatte olduğunu ifade etmiştir. 22
Takva üzüntü ve endişenin giderilmesidir. Muttaki insan Allah’ın inayeti ile üzüntü ve tasa içerisinde olmaz. Zira takvanın verdiği güç ve moralle imanın gereği olarak her bela ve musibetin birer imtihan vesilesi olduğunun bilincinde olur.
Takva günahlardan bağışlanmadır. Çünkü takva sahibi insan istiğfarı yani mağfiret talebi bol olan insandır. Muttaki insan, geçmiş ve gelecek tüm günahları bağışlanmış olan Resûl-i Ekrem (s.a.s.) dahi devamlı istiğfarda bulunduğu için bu konuda bizim gibi günahkâr kulların çok daha fazla istiğfarda bulunması gerektiğinin şuurunda olan insandır. Allah Resûlü’nden (s.a.s.) katiyen günah sayılabilecek bir fiilin sudûru görülmemiştir. Buna rağmen günde yetmiş defadan fazla tevbe ve istiğfar ediyordu. Evvela O, mahviyet, murakebe ve muhasebe insanıydı. Her adımda Cenâb-ı Hakk’a doğru bir önceki adıma nisbetle daha fazla yaklaşmış olduğundan, kazandığı bu yeni durum zaviyesinden eski ve mercuh hâline bakıp istiğfar ediyordu. Yani her yeni gününde O, bir evvelki günü istiğfarla anıyordu.
Takva ahiret nimetlerinden faydalanma vesilesidir. Zira bu nimetlere kavuşturacak olan yol takva sınırları içerisinden geçer. Takva, insanın yapacağı güzel ameller için medh ve senadır. Takva gökten ve yerden berekettir.
Takva sahiplerinin bakışları nurlanır ve dünyaları aydınlanır. Çünkü mü’min basiretlidir ve muttaki insan olmaya çalışan kişi bu basireti en üst noktaya taşımaya çalışır. Muttaki insanlar, dünyada bir imtihan içerisinde olduklarının şuurunda olarak, uhrevi meselelere müteallık çalıştığı gibi dünyevi işlerden de tamamen kopuk değildirler.
Allah’ın yardımı muttakiler ile beraberdir. Takva sahipleri için güzel bir akibet vardır.
Hâsılı, takva bir kevser, müttaki de ona ulaşmış bahtiyardır; Hak katında bu mazhariyeti elde etmiş insan da azdır.23