|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
.
XXXXXXXXXXXXXXXXXXX
Diğer dinler insan düşüncesinin mahsülü
|
Diğer dinler insan düşüncesinin mahsülü 2/6/2010
Dün, Diyanet İşleri Başkanı sayın Ali Bardakoğlu’nun,” Bir Müslümanın, diğer dinleri hak din olarak göremeyeceğini, İslam inancına göre hak dinin sadece İslamiyet olduğunu” ifade eden konuşmasına yer vermiştik.
Bir insanın Sonsuz Cehenmem azabından kurtulup, ebedi Cennet nimetlerine kavuşabilmesi için, “Hak din”e inanıp, dinin bildirdiği şekilde iman edere, bu dinin kurallarına uygun yaşaması lazımdır.
Son devir İslam Büyüklerinden Abdülhakimi Arvasi hazretleri, geçerli imanının nasıl olması gerektiğini ve dinin genel kurullarını özetli şöyle bildirmektidir:
Îmanın, aslı, kendisi: Server-i âlem olan Muhammed aleyhisselâmın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, tecrübeye ve felsefeye danışmaksızın, tasdik ve îtikat etmektir, inanmaktır.
Bu tasdik; akla uygun olduğu için tasdik ederse, aklı tasdik etmiş olur. Resûlü tasdik etmiş olmaz. Veyahut, Resûlü ve aklı birlikte tasdik etmiş olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, îman olmaz. Çünkü, îman parçalanamaz. Akıl, Resûlün bildirdiklerini uygun bulursa, bu aklın kâmil, selîm olduğu anlaşılır.
İnanılması lâzım şey için, tecribî ilimlere danışıp, tecrübeye uygun ise, inanır, tecrübe ile isbât edemeyince, inanmaz veya şüpheye düşerse, o zaman, tecrübesine inanmış olup, Resûle inanmamış olur ki, böyle îman, kâmil değil, zaten îman olmaz. Çünkü, îman parçalanamaz. Az ve çok olmaz.
Din bilgileri, felsefe ile ölçülmeye kalkışılırsa, bu sefer filozofa inanılmış olup, Peygambere inanılmış olmaz. O hâlde: Îman, Resûl-i Ekrem efendimizin, Allahü teâlâ tarafından, Peygamber olarak, bütün insanlara getirdiği ve bildirdiği emirlerin hepsine itimat ve îtikat etmektir. Bu emirlerin, bilgilerin herhangi birine inanmamak veya şüphe etmek küfürdür. Çünkü, Resûle inanmamak veya itimat etmemek, Resûle yalancı demek olur. Yalancılık kusurdur. Kusuru olan kimse, Peygamber olamaz.
Tabii ki, Allahü teâlânın var olduğunu ve Muhammed aleyhisselâmın, Allahın Peygamberi olduğunu anlamakta, aklın, felsefî ve tecribî ilimlerin yardımı büyüktür. Fakat, bunların yardımı ile Peygambere inanıldıktan sonra, Onun bildirdiği şeylerin herbiri için akla, felsefeye ve tecribî ilimlere danışmak doğru olmaz. Çünkü, akıl ile, tecrübe ve felsefe yolu ile elde edilen birçok bilgilerin, zamanla değişmekte, yenileri bulununca, eskilerinin atılmakta olduğunu gösteren misâller, literatürlerde az değildir.
İslâm dîni, Allahü teâlânın, Cebrâîl ismindeki melek vâsıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların, dünyada ve âhırette rahat ve mes'ûd olmalarını sağlıyan, üsûl ve kâidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, islâmiyetin içindedir. Eski dinlerin, görünür, görünmez bütün iyiliklerini, islâmiyet, kendinde toplamıştır. Bütün saadetler, muvaffakıyyetler ondadır. Yanılmıyan, şaşırmıyan akılların kabûl edeceği esaslardan ve ahlâktan ibârettir.
Yaratılışında kusursuz olanlar, onu red etmez ve nefret etmez. İslâmiyetin içinde hiçbir zarâr yoktur. İslâmiyetin dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz. İslâmiyetin hâricinde bir menfaat düşünmek, serâbdan şarap beklemek gibidir. İslâmiyet, insanların birbirlerini sevmelerini, yardımlaşmalarını, kardeşce yaşamalarını, memleketleri imâr, insanları terfîh etmeyi, Allahü teâlânın emirlerine saygı göstermeyi ve mahlûklara merhameti emredir.
İslamiyet, her mahlûka karşı mes'ûliyyeti emreder. Nefsin temizlenmesini iyi huylu olmayı emredip, kötü huyları, şiddet ile red ve yasak eder. Tenbelliği, boş vakit geçirmeyi red ve men eder İlme, fenne, tekniğe, endüstriye, lâyık olduğu üzere, önem verilmesini, insanların yardımlaşmasını, birbirlerine hizmet etmesini önem ile istemektedir. Fertlerin, evladın, âilenin ve milletlerin haklarını ve vazîfelerini öğretmekte, dirilere, geçmişlere, geleceklere, herkese karşı bir hak ve mes'ûliyyet gözetmektedir. Kısacası İslamiyet; dünya ve âhıret saadetini câmidir. Yani dünya ve ahıret iyiliklerini kendinde toplamıştır.
Başka dinler, böyle değildir. Başka dinlerin hepsi bozulmuş, ilâhî hükmler yerine, insan kafasından çıkan fikirler, düşünceler yer almıştır. Bunun için, lâyetegayyer olamamış, ilerliyen, değişen hayat karşısında, şekiller ve ölü kelimeler hâlinde kalmışlardır. Allahü teâlâ, islâm dînini, hayatın yürümesini, ihtiyaçların değişmesini karşılıyacak, ilerlemeyi sağlıyacak esaslar üzerine kurmuştur. İslâmiyete, orta çağın ihtiyaçları üzerine kurulmuş, değişmez hükümlerdir demek, islâm dînine iftirâ etmektir.
|
|
Receb ayı ve Regaib kandili
|
Yarın akşam, Regaib Kandili’dir. Regaib Kandili Recep ayının ilk Cuma gecesidir. Receb ayının ve Regaib Kandili’nin önemi hadis-i şeriflerde şöyle bildirilmiştir:
“Receb, Allahü teâlânın ayıdır. Receb ayına ikram edene, saygı gösterene, Allahü teala, dünyada ve ahirette ikram eder.”
“Recebin ilk Cuma gecesini (Regaib kandilini) ihya edene, (saygı gösterene), Allahü teâlâ kabir azabı yapmaz. Dualarını kabul eder. Yalnız, yedi kimseyi af etmez ve dualarını kabul etmez: Faiz alan veya veren, Müslümanları aşağı gören, anasına, babasına eziyet eden, karşı gelen çocuk, Müslüman olan ve İslamiyet'e uyan kocasını dinlemeyen kadın, şarkı ve çalgıcılığı sanat edinenler, livata ve zina edenler, beş vakit namazı kılmayanlar.” (Bunlar, bu günahlardan vaz geçmedikce, tevbe etmedikce, duaları kabul olmaz.)
“BU GECEDEN GAFİL KALMA!”
Bir defasında, Peygamber efendimiz, Receb ayında tutulacak oruçların fazîletini anlatıyordu. Orada bulunanlardan, yaşlı ve pîr-i fânî bir zât ayağa kalkıp: “ Yâ Resûlallah, ben Receb ayının hepsini oruç tutamam, dediğinde; Peygamber efendimiz buyurdu ki:
“Sen Receb ayının birinci, on beşinci, sonuncu günleri oruç tut, hepsini tutmuş sevâbına kavuşursun. Çünkü sevaplar on misli yazılır. Fakat sen Receb-i şerîfin ilk cum'a gecesinden gafil olma ki, melekler o geceye Regâib gecesi demişlerdir. Zîra o gece, gecenin üçte biri geçtikten sonra göklerde ve yerde bir melek kalmaz, hepsi Kâ'be-i muazzama etrafında toplanırlar. Allahü teâlâ onlara hitâben:
"Ey meleklerim dilediğinizi benden isteyiniz." buyurur. Onlar:
"Yâ Rabbî, istediğimiz, Receb ayında oruç tutanları mağfiret etmendir." deyip, isteklerini arzederler. Allahü teâlâ:
"Ben, Receb ayında oruç tutanları mağfiret ettim buyurur."
Yine Peygamber Efendimiz buyurdu ki:
- Receb ayında bir gün, bir gece vardır ki, bir kimse o gün oruç tutsa, gecesinde namaz kılsa, ibâdete devam eylese, bir senenin bütün günlerini oruç tutmuş, bütün gecelerini ibâdetle geçirmiş sevâbı verilir. O gün Recebin yirmiyedinci günüdür.
Bazıları Regâib, Berât ve Kadir gecesi nafile namazları cemaatle kılmaktadırlar. Halbuki, nafile namazları cemâatle kılmak mekruhtur. Ayrıca Regâib namazı diye bir namaz kılınmaktadır. Regâib namazı, Recebin ilk cum'a gecesi kılınan nâfile namazdır. Hicretten dörtyüz seksen sene sonra ortaya çıkmıştır. Birçok âlimler bunun, çirkin bid'at olduğunu yazıyor. Çok kimsenin kılmasına aldanmamalı, sünnet sanmamalıdır.
Regaib kandilinin, Resulullah efendimizin babası Hz. Abdullah’ın evlendiği gece ile hiçbir ilgisi yoktur. Memleketimizde ve birçok İslâm memleketlerinde, bir asırdan beri, Abdullah’ın evlendiği geceye, Regaib kandili ismini veriyorlar. Regaib gecesine böyle mana vermek doğru değildir.
Böyle söylemek, Resulullah efendimizin dokuz aydan önce dünyayı teşrif etmiş olduğunu bildirmek olur ki, bu da, noksanlık ve kusurdur. Her bakımdan, her insanın üstünde ve her bakımdan kusursuz olduğu gibi, Amine validemizi nurlandırdığı zaman da, noksan ve kusurlu değildi. Bu zamanın noksan olması, tıp ilminde ayıp ve kusur sayılmaktadır.
BU GÜNLERİ FIRSAT BİLMELİ
Bu mübârek zamanlarda va'dedilen sevâblara kavuşabilmek için, her şeyden önce Ehli sünnet itikadında olmalıdır. İlmihal bilgilerini, ibâdetleri, haramı ve helali öğrenmeli ve yaşayışı bunlara uygun hale getirmelidir. Çok tevbe ve istigfar etmeli, kazaya kalmış oruç ve namazları, bu günleri vesile ederek hemen kaza etmeye başlamalıdır.
Bir an evvel bu borçlardan kurtulmak için çalışmalıdır. Kaza borcu olanın, nafile ibâdetlerle meşgul olması uygun değildir. Nafile ibâdetlerin sevâbına kavuşabilmek için, farzları yapmak ve farz borçlarını bitirmek, haramdan sakınmak lazımdır.
Fırsatı, ganîmet bilmelidir. Bu günlere bir daha kavuşup, kavuşamayacağımız belli değildir. Bu günleri fırsat bilerek günâhlara istigfar etmeli, Allahü teâlânın affetmesi için yalvarmalıdır. İbâdetleri yapmalı, ömrü zayi etmemelidir.
|
Gençler içki ve uyuşturucu batağında
|
Ülkemizde gösterilen bazı tepkileri ve tepkisizlikleri, duyarsızlıkları anlamak mümkün değil. Örneğin toplum için zararı tartışılmayacak kadar açak olan içkiyi, zinayı bırakın yasaklamayayı sınırlama getirilmeye kalkışıldığında bile fevkalade bir tepki ile karşı karşıya kalınıyor. Aslında tepki için başka gerekçeler gösterilse de, gizli gerekçe bunları dinimizin yasaklaması, haram kılmasıdır. Mesela, dinimizin haram kılmadığı sigaraya sınırlamada böyle bir tepki ile karışılaşılmıyor. Sigaranın da zararları ortada, bunu savunmuyorum sadece mukayese yapıyorum; sigaranın aleyhinde olunduğu kadar niçin içkinin aleyhine olunmuyor, bunu dile getirmek istiyorum. Dizilerde, sigara içilmesi yasaklanıyor ama aynı dizilerde su gibi içki içiliyor buna kimse ses çıkartmıyor. İçki sigaradan daha az mı zararlı?
Gerçek şu ki; Türkiye giderek alkol ve uyuşturucu batağına saplanıyor. 1930’lu yıllarda kişi başına 1 litre olan alkol tüketimi bugün 20 litreye yükseldi. Alkol kullanım yaşı 11’e kadar düşerken ülkemizde 7 milyonu bağımlı 25 milyon alkol kullanıcısı bulunuyor. İstatistikler cinayetlerin yüzde 85’i, trafik kazalarının yüzde 65’i ve aile içi şiddet olaylarının yüzde 70’inin de alkolden kaynaklandığını ortaya koyuyor.
Türkiye Yeşilay Derneği tarafından yayınlanan ve birbirinden çarpıcı rakamların yer aldığı raporda ülkenin alkol tuzağına sürüklenişine ilişkin ilginç tesbitler yer aldı. 46 lisede yapılan “alkol, sigara ve uyuşturucu alışkanlıkları” araştırmasına göre alkol kullanan öğrenci sayısı yüzde 23.6 olarak tesbit edildi. Alkole başlama yaşının 11 ve uyuşturucuya başlama yaşının 12’ye kadar düştüğü görüldü.
Bunda da, içkili eğlence reklamları ve alkol tüketimini teşvik eden yayınlar ve özellikle medya organlarındaki reklamlar ile bazı TV dizilerindeki içki kullanımını teşvik edici görüntüler gençlerin alkole alışmalarında etkili oluyor.
Bira alkolizme giden merdivenin ilk ve tehlikeli basamağıdır. Çünkü temini kolay ve diğer içkilere göre daha az tepki görüyor. Çokları da buna sıradan bir meşrubat gözü ile bakıyor. Halbuki, Türkiye’de toplam alkollü içki üretiminin yüzde 92.5’i biradır. İçkiye harcanan toplam paranın yüzde 47.5’i biraya aittir. Gençler arasında içki kulananların yüzde 85’i bira içmektedir. Alkol alanların arasında yapılan araştırmada da, bunların yüzde 85’inin içkiye ilk bira ile başladıkları, zamanla daha yüksek dereceli alkollü içkilere yöneldikleri tespit edilmiştir. İçkinin, ferdi, aileyi, toplumu çökerttiği açıklanan Diyanet dergisinde; içki içmek kadar satmanın da dinen günah olduğu bildirilmektedir.
Resûl aleyhisselâm şöyle buyurdu: “Dört çeşit insan Cennet kokusu duymaz. Hâlbuki Cennetin kokusu beşyüz senelik yoldan duyulacak derecededir. Bunlar; cimriler, yaptıkları iyiliği başa kakanlar, ömrü boyunca içki içenler ve ana- babasına karşı gelenlerdir.”
İçki içip tevbesiz ölenlerle ilgili olarak bir hadîs-i şerîfte de Peygamberimiz aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: “İçki içenler kıyâmet günü kabirlerinden, cifeden daha pis kokar bir hâlde çıkarılırlar. Vücutlarının derileriyle etleri arası yılanlar ve akreplerle doldurulur. Ölünce konuldukları kabri, Cehennem çukurlarından bir çukur hâlinde bulurlar.”
Kim ki içki içene bir lokma yiyecek verirse, Allah onun bedenine bir yılanla bir akrebi musallat eder. Kim ki içki içenin bir ihtiyâcını görüverirse, dînin yıkılmasına yardım etmiş olur. Kim ki içki içene borç verirse, bir mü'minin katline yardım etmiş olur.
Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı kerîmde, "Ey îmân edenler, içki, kumar, tapınmaya mahsûs dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer necistir. Onun için bunlardan kaçının ki, kurtuluşa eresiniz" buyurmuştur.
|
06 Ocak 2006 Cuma |
|
Bütün kötülüklerin kaynağı
|
Bir defasında Hazret-i Osman islâmiyeti tanımakla yeni şereflenmiş bir topluluğa şu nasîhatta bulundu: “Ey insanlar! İçki içmekten sakının. Çünkü, şüphesiz ki içki, bütün kötülüklerin anasıdır. Bir zamanlar sizden önceki kavimlerden birinde bir âbid vardı. Devamlı ibâdetle meşgul olurdu.
Bir gün bir mahalleden geçerken kötü bir kadınla karşılaştı. Kadın, bir bahâne ile onu evine soktu. Kapıyı iyice kapattı. İçeride küçük bir çocuk vardı. Bir kapta da içki bulunuyordu. Kötü niyetli kadın, âbidi içeri alıp, kapıyı iyice kilitledikten sonra hemen niyetini açığa vurdu: “Ya benimle beraber olacaksın, yâhut şu içkiden içeceksin, yâhut da şu çocuğu öldüreceksin. Bunlardan birini yapmadıkça buradan çıkamazsın. Yoksa bağırıp etrafı velveleye verir, evime girip bana tecâvüze yeltendi derim. Kimseye de aksini inandıramazsın! Seni rezil ederim” dedi.
Kötü niyetli kadının bu tehdidi karşısında âbid düşündü. Halkın yanında rezil olmak nefsine ağır geldi. Kendi kendine, "Zinâ yapamam. Çocuğu da öldüremem. Bâri onlara nazaran daha kolay atlatılacak bir günâh olan içkiyi içeyim de sonra tevbe ederim" dedi ve içkiden içti.
Az sonra kafası dönmeye başladı. Kadın bir daha verdi. Derken, iyice sarhoş olup içkinin verdiği şehvet hırsı ile bu defa kendisi kadına saldırdı, onunla beraber oldu. Daha sonra da gördüklerini anlatır diye çocuğu öldürdü.
Ey insanlar! Görüldüğü gibi içki, insana en kötü şeyleri yaptırabiliyor. Bunun için, İçkiden şiddetle kaçının. Zîrâ içki bütün kötülüklerin kaynağıdır. Allaha yeminle söylerim ki, kişinin kalbinde içki ile îmânın birlikte kalması çok zordur. Bu işi yapa yapa zamanla içki içmek normal bir iş hâline gelir. Bunun için, birinin gelmesiyle diğerinin orayı terketmesinden korkulur!.. “
İçki içen, bir nevî deli durumuna düşer. İnsanın hayâ perdesini yıkar. Hadîs-i şerîfte, “İçki içenin hayâ perdesi yırtılır, şeytan ona yoldaş olur, her kötülüğe sevkeder ve her iyilikten alıkor” buyuruldu.
İçki, kişinin aklına da kesesine de zararlıdır. Aklının ve zekâsının zayıflamasına da sebep olur. Peygamber aleyhisselâm, "İçki malı telef eder, aklı giderir" buyurdu.
İçki, arkadaşlar, kardeşler ve dostlar arasında düşmanlığa sebep olur. Nitekim Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde şöyle buyurmaktadır; "Şeytan, içkide ve kumarda ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak ister."İçki, insanı, Allahı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkor. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Şeytan, içkide ve kumarda sizi Allahı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkor." İçki, şehveti kamçılar, dolayısıyla kişiyi zînâya götürür. Hadîs-i şerîfte, “İçki, zinâdan kötüdür” buyuruldu.
İçki, her kötülüğün anahtarıdır. Çünkü, içki içilince her türlü günâhı işlemek kolaylaşır. Hadîs-i şerîfte, “İçkiden sakının! Ağaç dal budak saldığı gibi, içki de, kötülük saçar” buyuruldu. Rahmet melekleri kendisinden uzak olur. Hadîs-i şerîfte, “Rahmet melekleri, sarhoştan uzak durur” “Allaha ve âhırete inanan içki içmesin, içki içilen sofraya da oturmasın” buyuruldu.
Son nefes çok önemlidir. İçki içen dâima korkulu, tehlikeli durumdadır. Çünkü tevbesiz, günahkar hâli îmânsız gitmesine sebep olabilir ölümün ne zaman geleceği belli olmaz.Hadîs-i şerîfte, “İçki ile îmân, bir arada bulunmaz, biri, diğerini uzaklaştırır” “İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür” buyuruldu.
|
07 Ocak 2006 Cumartesi |
|
Bana göre” “Sana göre” hezeyanları
|
Son yıllarda, dış güçlerin teşvik ve yönlendirmesi ile, dini konularda, “Bana göre, benim mantığıma göre, benim anladığıma göre...” ile başlayan ahkam kesmeler başladı. Kurban Bayramı münasebeti ile de, “Bana göre kurban şöyle olacak böyle olacak” hezeyanları eksik olmadı. İşin sinsi boyutunu bilmeyen halk da haklı olarak, “Bu nasıl iştir. Her kafadan bir ses çıkıyor. Ne yapacağımızı bilemiyoruz, kafamız karışıyor” diye tepki gösterdi. Zaten maksat da buydu; bu nasıl dindir, herkes bir şey söylüyor, dedirterek dinden soğutma ve şüphe hasıl etmekti.
Halbuki, hiçbir akıl, hiçbir mantık âhiret bilgilerini, dinde yapılması veya yapılmaması gereken hususları doğru olarak bulamaz, anlayamaz. Bunun içindir ki, her asırda insanlar arasından seçtiği en üstün, en iyi kimseleri peygamber yapmış, kitaplar göndererek yapılacak ve yapılmayacak şeylerin yolunu göstermiştir.
Kör olanın yol gösterenlere teslim olması gibi ve çâresizlikten şaşırmış olan hastanın merhametli doktorlara kendini teslim etmesi gibi, insanların da, aklın ermeyeceği faydalara kavuşabilmeleri ve felâketlerden kurtulabilmeleri için, gönderdiği peygamberlere teslim olmalarını diledi.
Saâdete kavuşmak için, önce kendisine ve peygamberlerine inanmak lâzım olduğunu bildirmiş, sonra kitaplarındaki emirlere uymayı emretmiştir. En son ve Kıyâmete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir.
Peygamberlerin, Allahü teâlâdan bildirdikleri haberlerin hepsi doğrudur. Hepsine îmân etmek lâzımdır. Akıl, doğruyu, iyiyi bulan bir âlet ise de, yalnız başına bulamaz, noksandır. Peygamberlerin gelmesi ile tamamlanmıştır. Kullara özür, bahâne kalmamıştır.
Peygamberlik makâmı aklın ve düşüncenin dışında ve üstündedir. Aklın eremeyeceği, anlayamayacağı çok şeyler vardır ki, bunlar peygamberlik makâmında anlaşılır. Her şey akıl ile anlaşılabilseydi, peygamberler gönderilmezdi. Âhiret azabları, peygamberler göndererek bildirilmezdi. Allahü teâlâ, İsrâ sûresinin onbeşinci âyetinde, “Biz, peygamber göndermedikçe azâb yapıcı değiliz”buyurdu.
Bir kimse, peygamberlerin bildirdiklerini aklına, mantığına vurup ondan sonra inansa, kabûl etse, böyle inanmak da geçerli olmaz. Çünkü, o zaman, peygambere değil aklına inanmış olur. Halbuki, îmân gaybadır.
Akıl çok şeyi anlar. Fakat her şeyi anlayamaz. Anlaması da kusursuz, tam değildir. Çok şeyleri, peygamberler bildirdikten sonra anlamaktadır. Peygamberlerin gelmesi ile, insanların özür ve bahâne yapmaları önlenmiştir. Nisâ sûresinin 164. âyetinde, “Peygamberleri, müjde vermek için ve korkutmak için gönderdim. Böylece, insanların Allahü teâlâya özür, bahâne yapmaları önlendi”buyuruldu.
Akıl, dünya işlerinde bile çok defa yanılmaktadır. Böyle olduğunu bilmeyen yoktur. Din bilgilerini, böyle bir akıl ile tartmaya kalkışmak doğru olamaz. Din bilgilerini akıl ile inceleyip, akla uygun olup olmamasına kalkışmak, aklın hiç yanılmaz olduğuna güvenmek olur ve peygamberlik makâmına inanmamak olur.
Ehli sünnet âlimleri de, Peygamber Efendimizin vârisi oldukları için, Peygamberimizin bildirdiği emir ve yasakları halkın anlayacağı şekilde fıkıh, ilmihal kitaplarında bildirmişlerdir. Herkes bunlara uyarsa farklılıklar ortadan kalkar. Zaten herkes bunlara uyduğu için asırlardır böyle farklılıklar oluşmamıştı. Bugünkü farklı seslerin sebebi, buna uymamaktan eski köye yeni âdet getirmeğe kalkışılmasından kaynaklanmaktadır. |
13 Ocak 2006 Cuma |
Cenab-ı Hakkı tanımak
|
Allahü teâlâ bütün kâinatı nizâm ve âhenk içinde yaratmıştır. Bütün bunlara tesadüfen meydana geldiler demek mümkün değildir. Böyle söyleyenlerin sözleri câhilcedir ve aynı zamanda fen bilimlerine de aykırıdır. Çünkü, fen bunların tesadüfen meydana gelemeyeceğini bildirmektedir.
İnsan, varlıkların yaratılışındaki hikmetleri iyi anlarsa, cenâb-ı Hakkın büyüklüğünü daha iyi anlar. Onun emirlerine daha sıkı sarılır. Meselâ, insan için ipek imal eden ipek böceğinin ipeği, en büyük suni iplik fabrikalarının, çeşitli modern makinelerle yaptığı ipeğin randımanından çok çok üstündür. Mukayese bile edilemez.
Yine, eğer mini mini ağustos böceğinin boyu, bizim ses çıkarmak için kullandığımız araçlar kadar büyütülmüş olsa, yapılan ince hesaplara göre çıkaracağı sesle camlar kırılır, duvarlar yıkılırdı. Bunlar hep kendiliğinden olacak işler midir?
Böyle akıl almaz derecede mükemmel ve muazzam eserler karşısında hayran olmamak kabil midir? Bunlar Yaratıcının ne kadar büyük, ne kadar kudretli olduğunu göstermeğe kâfidir. Pek ufak bir parçasını gördüğümüz bu kâinatın bir Yaratıcısı, bunu kurabilen ve tam olarak anlamaya aklımızın yeterli olmadığı pek muazzam bir kudret sahibi vardır. Bu Yaratıcının hiç değişmemesi ve sonsuz var olması gerekir. İşte bu yaratıcı ALLAH’tır. Her netice de insanı buraya çıkarır.
Bizler okyanusun dibinde yaşayan canlılar gibi bir hava deryasının dibinde yaşamaktayız. Hava ortalama yüz kilometre yükseklikte olup, yukarısında daha hafif gaz tabakaları ile örtülüdür. Okyanusların sekiz yüz metreden daha fazla olan derinliklerinde yaşayan balıklar, havaya çıkarılınca parçalandığı gibi, insanlar da, hava basıncı altından çıkarılınca yaşayamaz.
İnsan derisinin yüz ölçümü, ortalama birbuçuk metre kare olduğuna göre, hava hepimizi onbeş ton kuvvetle ezmektedir. Bu büyük kuvvet altında, pestil hâline gelmeyişimiz, teneffüs sayesindedir. Çünkü, teneffüs yolları, akciğer keseleri, kapiller ve kan damarları ile, vucûdumuzun bütün hücrelerine hava gittiğinden, içimizde de, hâriçteki basınca eşit bir basınç mevcûttur. Kâinatın rastgele, kendiliğinden yaratıldığını iddia edenlere şöyle bir misal verilebilir:
Bir otomobilin parçaları, tabîat kuvvetleri ile mi bir araya gelmiştir? Suyun akıntısına kapılan, sağdan soldan çarpan dalgaların tesîri ile bir araya yığılan çöp kümesi gibi mi bir araya yığılmışlardır? Otomobil tabîat kuvvetlerinin çarpmaları ile mi hareket etmektedir? desek, bize; “Hiç böyle şey olur mu? Otomobil, akıl ile, hesâb ile, plân ile, birçok kimsenin titizlikle çalışarak yaptıkları bir sanat eseridir. Otomobil, dikkat ederek, akıl, fikir yorarak, hem de trafik kâidelerine uyarak şoför tarafından yürütülmektedir” demezler mi?
Tabîattaki her varlık da, böyle bir sanat eseridir. Bir otomobilin tabîat kuvvetleri ile, kendiliğinden, tesâdüfen meydana geleceğini kabûl etmeyen kimse, baştan başa bir sanat eseri olan bu âlemi tabîat yaratmış diyebilir mi? Elbette diyemez. Hesaplı, plânlı, ilimli, sonsuz kuvvetli bir Yaratıcının yaptığına inanmaz mı? “Tabîat yaratmıştır. Tesâdüfen var olmuştur” demek, câhillik, ahmaklık olur.
O halde bu muazzam kâinatın tesâdüfen olmadığı anlaşılınca, bir gaye için yaratıldığı meydana çıkar. Allahü teâlâ, kâinattaki bütün ni’metleri insanın hizmetine sunmuştur. Yani bunları insan için yaratmıştır. İnsanı da, kendisini, Yaratanını tanıması ve O’na ibâdet etmesi için yaratmıştır. |
14 Ocak 2006 Cumartesi
|
İmam yerine TV ekranı
|
Bugün, ABD’de bulunan Turan Yıldız kardeşimin üzüntüsünü sizlerle paylaşmak istiyorum. Değerli kardeşim mailinde üzüntüsünü şöyle dile getiriyor:
“Mısır, Hindistan gibi bazı İslam ülkelerinde camilerde müezzin yerine merkezi sistemle ezan okunduğunu, imam yerine dev TV ler koymaya başlandığını, merkezi sistem ile namaz kıldıran imama (tv deki imama) uymaya başlandığını duymuştum.Hep korkarak aklımdan geçerdi, acaba bu yaygınlaşır biz de görür müyüz, şahid olur muyuz bu sapıklıklara diye. Geçen Kurban Bayramı korktuğum başıma geldi. Başkent "Washington, DC" eyaletinin yanında "Maryland" eyaletinde bir Türk camisi var. Bu camide geçen Kurban Bayramında yeni bir karar alınıp TV ile namaz kılındı. İmamın namaz kıldırdığı mescide kamera sistemi yerleştirildi. Salı sabahı bayram namazı kılınırken, imam otomatik kameradan çekilip arka binadaki TV'den yayınlandı. Oradaki TV ekranı en öne konup, cemaat arkasında ona bakarak namazlarını kıldılar. Yani TV "imam" gibi en öndeydi ve arkada cemaat vardı. Bu olanlar başkent Washington, DC'de görev yapan Türk gazeteciler ve muhabirler tarafından Türkiye'de haberini yapmak için kayda da alındı.
Maalesef her geçen gün buna benzer üzücü hadiselerle karşılaşarak âhirzamanda bulunduğumuzun bir defa daha farkına varıp böyle bid’atlere düşmediğim için kendimin ne kadar büyük bir nimet içinde bulunduğunu anladım. Bunda sizlerin ve tavsiye ettiğiniz kitapların büyük payı olduğunu da söylemek zorundayım. Cenâb-ı Hak hepimizi razı olduğu doğru yoldan ayırmasın, dinimizi bozmak isteyenlere de fırsat vermesin!”
İşte sevgili kardeşimizin maili özetle böyle. Araba yoldan çıkınca nerede duracağı belli olmadığı gibi, insan da bid’at felaketine yakalanınca nerede duracağı belli olmuyor. İlk defa iyi niyetle ortaya atılan, ezanı hoparlör ile okuma bid’ati işi nererelere götürdü. Hoparlör önce minareden caminin içine indi, sonra da imamı caminin dışına attı. Merkezi ezan ile müezzinlere lüzüm kalmadığı gibi bu gidişle merkezi “TV ekranlı” namaz ile imamlara da lüzum kalmayacak.
Yerinde kullanmak kaydıyla tabii ki, teknolojiden istifade edilecek. Ancak teknolojinin de dinin de kendine mahsus kuralları vardır. Teknolojide, müspet ilimde değişme, gelişme esastır; dinde ise değişmemezlik esastır. Bu kurala uyulmazsa, mesela, esası değişmezlik olan din değiştirilmeye, teknolojiye, zamana uydurulmaya çalışılırsa örneğin imam yerine TV ekranı kullanılırsa işte yukarada bahsettiğim garabetlikler ortaya çıkar. Din, din olmaktan çıkar, oyuncak haline gelir.
Bunun için dinimiz, dinde değişiklik, dini tabirle “bid'at” üzerinde çok durmuştur. Peygamberimiz, “Her bid'at sapıklıktır ve her sapık da Cehennemdedir.” buyurmuştur.
Allahü teâlâ, kullarını, kendisini tanımaları ve ibâdet etmeleri için yarattı. İbadetin nasıl yapılacağını da Peygamberimiz vasıtasıyla kullarına bildirdi. Kullarına bırakmadı. Bir insan, kendi görüşü, anlayışı ile ibadet yaparsa, O'na kulluk yapmamış olur. Resûlullahın bildirdiklerinde eksik veya fazlalık bulmuş olur. Hâlbuki dinde eksiklik olmaz. Böyle yapılırsa daha iyi olur demek, Resûlullahın bildirdiğini beğenmemek olur. Hadis-i şerifte “İbadetleri bizim gibi yapmayan bizden değildir “buyuruldu.
Bid’atin bir tehlikesi de tevbe etme durumu olmamasıdır. Çünkü, bu bid'ati iyi bildiği ve karşılığında sevap beklediği için tevbe etmek aklına gelmez. Bir hadîs-i şerîfte, “Bid'at sahibi, bid'atini terk etmedikce, Allahü teâlâ ona tevbe etmesini nasîb etmez.” buyuruldu.
|
20 Ocak 2006 Cuma |
Belli başlı bazı bid’atler
|
Dün, ABD’de bir Türk camiinde imam yerine, “TV ekranı” konulması bid’atinden bahsetmiştim. Bugün de bid’at nedir, belli başlı bid’atler hangileridir, bunun üzerinde durmak istiyorum.
Dinde yapılan her değişiklik ve reform bid'attır. Bid'at, sonradan ortaya çıkartılan şey demektir. Peygamber efendimizin ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, onlardan sonra, dinde meydana çıkarılan, ibâdet olarak yapılmağa başlanan şeylerdir. Meselâ müezzinin sadece kâmet getirmesi gerekirken bunun dışında üç ihlâs okuması bid'attir. Bid'atlerden bazıları şunlardır:
1. Dinin küfür alâmeti dediği şeyleri zarûret olmadan kullanmak, en kötü bid'attır. Îmânın gitmesine sebep olur.
2. Eshâb-ı kirâmı kötüleyen, bid'at sâhibi olur. Ebû Bekir ile Ömer'in hilâfete hakları yok idi demek küfürdür. Mezhepsizlik, mezheblere inanmamak, dört mezhebten birinde olmamak bid’attır. Bu, aynı zamanda Ehli sünnet itikatında olmanın şartıdır.
3. Cenâze olduğunu bildirmek için, minârelerde salât okunması bid'attır
4.. Namazlardan sonra hemen âyet-el-kürsî okumak lâzım iken, önce Salâten tüncînâyı ve başka duâ okumak bid'attır. Namazdan sonra secde edip de kalkmak bid'attır.
5. Namazda selâmdan sonra, üç kerre söylenen (Estagfirullah)ı müezzinin yüksek sesle söylemesi bid'at olur.
6. Eli göğse koyarak, selâmlaşmak bid'attir.
7. İbâdetleri, hoparlörle yapmak (Ezan okumak, namaz kıldırmak, imam yerine TV ekranı koymak...) bid'attır. Televizyondaki, radyodaki imâma uymak câiz olmadığı gibi, bu seslerle ibâdet yapmak da sahîh olmaz. Bid'at ve büyük günâh olur.
8. Sakalın sünnete uygun ya'nî, çenedeki ile birlikte bir tutam uzunlukta olmaması, kısa olması bid'attır.
9. (Zekeriyyâ sofrası) denilen adak bid'attır. Yahûdî âdetidir.
10. Câmide her namazdan sonra birbiri ile müsâfeha etmek bid'attır. (Bayram günleri, câmilerde müsâfeha ederek bayramlaşmak ve namazlardan sonra, âdet etmeden, ara sıra müsâfeha etmek câizdir.)
11. Kur'ân-ı kerîmi şarkı söyler gibi okumak bid'attır. Elhân ile, ya'nî mûsikîye uyarak tecvîdi bozmak bid'at ve dinlemesi de büyük günâhtır. Kur'ân-ı kerîmi, tekbîrleri ve ilâhîleri çalgı ile, ney çalarak okumak, bunun için tehlikeli bid'attır. Kur'ân-ı kerîmi güzel ses ile, tecvîd ile okumalıdır. Tegannî ile, kelimeleri değiştirip nağmeye uydurarak okumak harâmdır.( Itrî efendi, İslâm tekbîrini, segâh makâmında bestelemekle, islâmiyete bir hizmet yapmamış, dîne bir bid'at karıştırmıştır.)
12. Kur'ân-ı kerîmi ücret ile okumak, bâtıl ve bid'attır.
13. Dîni türk mûsikîsi, tasavvuf müziği diye bid'atler uyduruldu. Bunların bid'at olduğu, Kâdî-zâdenin (Birgivî vasıyyetnâmesi) şerhinde uzun yazılıdır.
14. Cenâzede, alkış tutmak, yüksek sesle tekbîr, tehlîl, ilâhîler okumak, mezarı çiçek koymak, matem tutmak siyah elbise giymek yakada resim taşımak bid'attır.
15. Mezâr taşı üzerine âyet-i kerîme, mubârek isimler, şiir, Fâtiha kelimesini yazmak, câiz değildir. Asırlardan beri yazılıyor ise de, kötü bir bid'attır.
16. Ölü evinden yemek, helva dağıtılması bid'attır. Birinci, üçüncü, yedinci, kırkıncı, elliikinci ve elliüçüncü gibi günlerde helva, çörek gibi şeyler yapmak ve kabir başında yemek dağıtmak ve hâfızları, hocaları, mevlidcileri toplayıp, okutup yemek vermek mekrûhtur.
17.Evliyânın kabirlerinde kandil, mum yakmak, çaput bağlamak bid'attır.
|
21 Ocak 2006 Cumartesi |
|
Bu saçmalıkların devamı gelecek
|
Geçen hafta, cami imamının ve müftünün ikazına rağmen, başı açık kadın ve erkeklerden oluşan bir grup Çamlıca'daki Subaşı Camii'nde karışık olarak topluca cuma namazı kıldı. Daha önce cenaze namazına katılma eyleminden sonra kadınların erkekler arasında hem de başları açık olarak cuma namazına katılmalı ikinci bir teşebbüs oldu. Varlıklı, eğitimli ve entel grubun bu ve buna benzer teşübbüslerinin her geçen gün daha da çoğalacağı, eylemlerinin devam edeceği anlaşılıyor.
Bu hareketlerin sebebini araştırmacı - yazar Aytunç Altındal kısa ve öz olarak çok güzel dile getirmiş: "Cuma namazına kadınlar katılamazlar, ayrıca baş açık, makyajlı, namaz asla kılınamaz. Bu sosyete işi abukluklar yeni çıktı. Hıristiyanlıkta protestanlar dinde değişiklikler yapmıştı. Akıllarınca şimdi sıra İslamda. Bunlar da İslamda protestanlaştırma hareketleri yapıyorlar."
Bu tür teşebbüsler, sıradan birkaç kendini bilmez insanın yaptığı basit bir davranış değildir. İçeriden ve dışarıdan gizli eller vasıtasıyla yönlendirilmektedir. Aralarında, yabancı kolej mensuplarının ve Amerikalı bir müzisyenin de bulunması bunu kuvvetlendirmektedir. Eyleme katılanların pek çoğunun belkide bundan haberi yoktur. Asırlardır yaptıkları mücadele ile İslamı yok edemeyeceklerini anlayanların, İslamda reform yaparak, içini boşaltarak değişik bir yolla İslamı yok etmenin planlarıdır bu eylemler.
Kurulduğu günden beri ciddi hiçbir faaliyette bulunmayan, İKT’nın( İslam Konferansı Teşkilatı) geçenlerde “Reform” gündemi ile toplanması, reform konularından birinin de, “ Kadının dindeki yerinin gözden geçirilerek düzeltilmesi” olması işin ciddiyetini ve kapsamını göstermektedir.
Kültür değişiminde, inanç değişiminde ailenin önemi büyüktür. Aile yapısı sağlam ise değişimde istenilen netice tam alınamaz. Ailede de temel taş kadındır. İslamda reformu planlayanlar bunun için kadına el attılar. Ailenin temel taşı olan kadını yerinden oynatarak sokağa çekebilirlerse işlerinin kolaylaşacağının farkındalar.
Konu hakkında görüşlerine baş vurulan ilahiyatçılar tepkililer "Kadınların başı açık namaz kılmaları caiz değildir. Bu namaz olmaz. Temel fıkıh kitaplarımızdaki hükümler bir kadının başı ve vücudu örtülü olarak namaz kılması gerektiğini söylüyor. Cemaatle namaz kılmanın bir adabı vardır. Eğer Allah'ın huzurunda duruluyorsa Allah'ın istediği şekilde durmak gerekir. Çünkü bu kul ile Allah arasındaki en güzel irtibattır. Onun istediği şekilde ona ibadet edip yakarışta bulunmalıyız. Şekli kaideler önemlidir. Kimse kafasına göre kurallar uyduramaz. Bu şekilde namaz caiz olmaz. İbadetin şekli vardır, şartları vardır. İnsanlar ya uyarlar ya uymazlar. Fakat 'Niyetimiz iyi' diyerek değişiklik yapamazlar." diyorlar.
Tepki göstermeye hiç hakları yok aslında. Bu saçmalıkların yolunu açan onlar çünkü. Kendileri yıllardır, fıkıh kitaplarını, ilmihal kitaplarını kötülediler. Kur’an-ı kerim meali okuyun, dininizi asıl kaynaktan öğrenin, dediler. Bu eylem ektikleri tohumun meyvesidir.
Nitekim, eylemcilere "Neden böyle namaz kılıyorsunuz?" sorusu sorulduğunda, ’’Bizim içimiz temiz, düşüncemiz böyle, Kur’andan anladığımıza göre bu şekilde namaz kılabiliriz" cevabını verdiler. Sen saçmalıklara kapıyı ararlarsan, yolu açarsan işte böyle garabetlerle karşılaşırsın, seni de dinlemezler kendilerine göre de bir yol tuttururlar.
Kadınların Cuma namazı eylemi, günlerdir tartışılıyor. Kimisi olur diyor kimisi, olmaz diyor, her kafadan bir ses çıkıyor. Zaten bu eylemin bir maksadı da buydu. Misyonerlerin önde gelen isimlerinden Zwemer’in, 1930'ların başında Kudüs'te Zeytindağı'nda toplanan misyonerler kongresinde yaptığı konuşmayı hatırlayalım:
“Sizin göreviniz, Müslümanların Hristiyan yapılması değildir. Asıl göreviniz onları dinlerini sorgular, tartışılır hale getirmektir. Bu sağlanırsa gerisi kendiliğinden gelir. Bizim yapmak istediğimizi kendi kendilerine yaparlar”
|
27 Ocak 2006 Cuma |
|
Kuralsız ibadet olmaz!
|
Dün, başı açık kadın ve erkeklerden oluşan varlıklı, eğitimli ve entel bir grubun Çamlıca'daki Subaşı Camii'nde topluca karışık cuma namazı kıldığından bahsetmiştik. Daha öncede cenaze namazına katılma eyleminde bulunan bu tür insanların çoğu yaptıklarının farkında değildir. Dedikleri gibi belki de iyi niyetlidirler. Fakat her zaman iyi niyet insanı kurtarmıyor. Çünkü işin neticesi mühimdir; hüküm neticeye göre verilir.
Bu tip eylemlere katılanları ( eylemi yönlendiren militanlar hariç) iki gruba ayırabiliriz. Birincisi; altyapısı olmayan, temel dinî bilgilerden mahrum cahil insanlardır. Bunlar işin aslını bilmedikleri için, kandırılmaya, yönlendirilmeye, istismara müsait kimselerdir. Demagoji ve mantık oyunlarını ilim zannederler; çünkü gerçek ilmi bilmezler. İlimle değil, basit akılları ile hareket ederler. Böyle olduğu için de, tuzağa yakalanmaları kolay olur.
İkincisi; inanç boşluğunda olan kimseler. İnsan, yaratılıştan bir şeye inanma ihtiyacını hisseder. İnsan, doğru veya yanlış bir şeye inanmazsa, huzursuz olur. Bunlar bu tür inançsızlık boşluğuna düşmüş, genelde, dinle pek ilgisi olmayan kimselerdir. Birileri fırsattan istifade edip boşluğu dolduruyor. Sen doldurmazsan birileri doldurur.
Boşluğu da herkes kendine göre dolduracak. Fırsatlar değerlendirilerek İslamda “Reform” un yolu açılacak. Nitekim meşhur bir yazar bir teklif getirerek gerçek niyetini ortaya koyuyor: “ İki-üç yıl önce, ABD’de, Afrika kökenli Müslümanların camilerde, Kiliselerde olduğu gibi rahle sistemi uyguladıklarını görmüştüm. Namaz illa bildiğimiz klasik rükü, secde biçimi ile mi kılınmalıdır. Kadınla erkeği daha kolay yanyana getirecek bir biçimde kılınamaz mı? Müslümanlığın Protestanlıştırılması kavramını geçenlerde Pariste, “Avrupa’nın İstikrar Girişi” adlı bir kuruluş tarafından hazırlanan raporda görmüştüm. Bu kavramı, İslam’da bir reform başlaması anlamında kullanıyorlardı. Sanıyorum bu gelişmenin ilk cesur işaretlerine tanık oluyoruz”
İşte bu tür eylemlerin nihayi hedefi bu. Kuralsız, şartsız herkesin kendine göre bir din anlayışının yolunu açmak. Böylece asırlardır yıkamadıkları İslamı bu yolla içeriden yıkmak. Halbuki, her ibadetin kendine mahsus kuralları vardır. Bu kuralları da koyan dinin sahibi Cenab-ı Haktır. Her Müslüman o kuralları kabul ederek Müslüman olur. Hiçkimsenin kendi anladığına göre kural koyma hakkı yoktur. Kural koymaya kalkışırsa artık o din Cenab-ı Hakkın dini olmaktan çıkar, kuralı koyan kimsenin dini haline gelir. Bu da dinsizlik demektir.
Allahü tealanın koyduğu kurallara uyulmaz herkes yeni kural koymaya, dini değiştirirmeye kalkışırsa, ortaya insan sayısı kadar din çıkar. Artık bu değişik şekillere de din denmez, felsefe, şahsi düşünce denir. Din ile felsefeyi, şahsi düşünceyi birbirinden ayırmak gerekir.
Kimse benim aklıma göre böyle olması lazım diyemez. Çünkü, akıl göz gibidir, İslâmiyet de ışık gibidir. Göz karanlıkta cisimleri göremez. Görmesi için ışık gerekir. Akıl da hakikatı göremez. Görmesi için islâm ışığı gerekir. Eğer islâm, hak ile batılı bildirmeseydi, aklımızla bulmamız mümkün değildi. Herne kadar akıl, iyiyi kötüden ayıran bir kuvvet ise de, her işte ölçü olmaz. Allahü teâlâya ait bilgilerde akıl senet olmaz. Akıl, kendi başına dinin emir ve yasaklarını bilseydi, peygamberlere, âlimlere lüzum kalmazdı.
Allahü teâlâ, kullarını, kendisini tanımaları ve ibâdet etmeleri için yarattı. İbadetin nasıl yapılacağını da Peygamberimiz vasıtasıyla kullarına bildirdi. Kullarına bırakmadı. Bir insan, kendi görüşü, anlayışı ile ibadet yaparsa, O'na kulluk yapmamış olur. Resûlullahın bildirdiklerinde eksik veya fazlalık bulmuş olur. Hâlbuki dinde eksiklik olmaz. Böyle yapılırsa daha iyi olur demek, Resûlullahın bildirdiğini beğenmemek olur. Hadis-i şerifte “İbadetleri bizim gibi yapmayan bizden değildir “buyuruldu.
|
28 Ocak 2006 Cumartesi |
Sergilenen örnek tavır!
|
Herhalde farkedilmiştir, gözden kaçmamıştır geçen hafta ülkemizde bir ilk gerçekleşti: Diyanetiyle, İlahiyatçıları ile, halkıyla herkes ittifak halinde, başı açık kadın ve erkeklerin karışık olarak Cuma namazı kılmalarına tepki gösterdi.Bunun dinde yeri olmadığı, saçmalık olduğu dile getirildi. Özellikle Diyanetin gösterdiği kararlılık takdire şayandır.
İstanbul İl Müftü Yardımcısı İsmail İpek’ın bizzat olayın meydana geldiği camiye gidip dinimize uygun nasıl namaz kılınacağını izah ederek, "Eğer başı açık ve karma bir şekilde kılmak için ısrar ederlerse, dışarı çıkartma görevimiz de, hakkımız da, yetkimiz de var. Kanunlarımız bu görevi bize vermiştir. Burası bir ibadethanedir. İbadethanenin belli usulleri vardır. Buraya gelen bunlara uymak zorundadır. Herkese usulüne uygun ibadet yaptırmak bizim aslî görevimizdir " sözleri ile gösterdiği kararlılık eylemcilerin direncini kırmıştır. Eğer burada böyle bir kararlılık gösterilmeseydi, bu eylem zaman içinde planlandığı şekilde bütün camilere yayılacak, cami cemaati arasında kargaşaya ve kaosa sebep olacaktı. Eylemciler beklemedikleri bu büyük tepki karşısında geri adım atmak zorunda kaldılar. Bunda muvaffak olsalardı, Camilerde, Kilise düzenine geçmede kapıyı aralamış ve Ilımlı İslamın günlük hayata geçmesini sağlamış olacaklardı. Böylece, namaz Hıristiyanlaştırılmış, cami de kiliseleştirilmiş olacaktı.
Tabii ki, bu geri adım atma, bu tür saçmalıkların tekrarlanmayacağı manasına gelmez.Bu eylem bir nabız yoklaması idi. Ortalığın yatışmasını bekleyecekler başka bir konuda, farklı bir eylem şekilleriyle tekrar karşımıza çıkacaklardır. Çünkü, bu tür eylemleri planlayan dış güçler, İslam aleminde bir reform yaptırıp sınırlarını kendilerinin çizdiği “Ilımlı İslamı” hayata geçirmekte kararlıdırlar.
Amerika'daki, 'kadın imamlı Cuma namazı’ eylemini organize eden yayınevinin yöneticisi Jean Eadwın bu eyleme bakınız nasıl destek veriyor, gerçek niyetini nasıl açıklıyor, İslâm'ı sulandırma emellerini nasıl ortaya koyuyor: “Ilımlı İslam geleneksel İslama en iyi bir alternatiftir. Hıristiyanlık bu konuda çağın gereklerine göre kendini değiştirip, ona ayak uydurmasını bilmiş. Müslümanlar arasında da, arkadaşlarımız olan Esra Numani ve Amina Vedud gibi özgür yorumlarını ortaya koyabilenler var. Ne güzel.. Nitekim biz, bu yöndeki görüşlerimize paralel eylem ve düşünceleri destekliyoruz. Örneğin, Esra Numani ve Amina Vedud.. Hep yanlarında olacağız. Türkiye'de bu özgürlüğün Cuma namazında ortaya konulabilmiş olması, bizim için son derece memnuniyet verici. Çünkü Türkiye'yi, Batı uygarlığı içinde tehdit oluşturan İslâmi hükümlere mahkûm edemeyiz. Bu tavır sadece Türkiye'deki dinci çevreleri rahatsız edecektir. Özgürlükler dünyası günümüzde, dinin keyfiyeti bireylerindir. Gerektiğinde İncil'e tezat oluşturan ama toplum için faydalı bir yöntemin hayata geçirilmesi ne kadar normalse, Müslüman kadınların, erkeklerle beraber saf tutmaları, imam olma girişimleri de o kadar tabii karşılanmalı. Tabularımızı yıkmalıyız.”
Tabii ki, burada bahsedilen, “Geleneksel İslam”dan, kırılması gereken “Tabu” lardan maksat, Vahye dayalı orijinal İslam; 14 asırdır tatbik edilen İslam; Kur’anı kerimde geçen İslam. 14 asırlık “İslam”ın “Ilımlı İslam” ile yer değiştirmesini istiyorlar. Gerçek islam olmasın da ne olursa olsun arayışına girdiler. Bu maksatla, Protestan İslam, Kalvenist İslam ve Weber Sosyolojisine Göre İslam... gibi projeler geliştirdiler. Bu konuda, Katolikler, Protestanlar, Evangelistler ve Küresel güçler iş birliği içindeler. Asırlardır bir araya gelemeyen bu güçler İslamı değiştirmede, İslamda Reformda ittifak halindeler.
Fakat işin en güzel tarafı, en sevindirici yönü, bütün bu ittifaklara, sinsi faaliyetlere rağmen halkımızın dinimizi korumada gösterdiği duyarlılıktır. Devleti ile milleti ile, dinimiz İslamın orijinal halinin muhafazasında gösterilen kararlılıktır. Bu kararlılık devam ettiği müddetçe hiçbir güç, dinimizi kendi menfaatleri doğrultusunda değiştiremeyecektir.
|
03 Şubat 2006 Cuma
|
Bu teklifler yeni değil!
|
Dün, kadın erkek karma namaz kılma eyleminin yanlışlığı konusunda tam bir ittfak meydana geldiğinden söz etmiştik. Bu harekete çok az da olsa, dinle alakası olmayan, alınları secde görmemiş, dinle ilgileri yakınlarının cenaze namazında cenazeyi uzaktan seyretmekten ibaret olan bazı yazarlar destek verdi. İşte bunlardan biri, anlamadığı bir konuda bakınız nasıl ahkam kesiyor: “Ben o grubun çok iyi ettiğini düşünüyorum ve yaptıklarını bir reform hareketinin başlangıcı olarak görüp destekliyorum.Kiliseye gidenler birer sıraya ya da sandalyeye oturuyorlar. Müslümanlıkta ise "secdeye kapanmak" gerekiyor. Bu önemli problemin çözülmesi lazım.”
Bu, camileri kiliseye benzetme gayretleri yeni değil aslında. Fırsat buldukça temcit plavı gibi halkın önüne konulur. Bu teklif, ilk defa Batı’nın özellikle İngilizlerin desteği ile 1928’de bazı ilahiyatçıların hazırladıkları rapor ile gündeme gelmiş, hayli tartışmalardan sonra rafa kaldırılmıştı. Bu tartışmalı raporu 20 Haziran 1928 tarihli Vakit gazetesi şöyle vermişti:
“Dinimizde yeni hayata, ilerlemeye uygun olarak, yapılacak yenilikleri, İstanbul ilâhiyyât fakültesi profesörleri rapor halinde hazırlamışlardır. Köprülü Fuâd, İzmirli İsmâ'îl Hakkı, Şerâfeddîn Yaltkaya, Mehmed Ali Aynî ve arkadaşlarının imzalarını taşıyan bu rapor göre: Din de, diğer sosyal teşekküller gibi, hayatın akıntısına uymalıdır. Din, eski şekillere bağlı kalamaz. Türk demokrasisinde, din de, muhtaç olduğu değişimi göstermelidir. Câmilerimiz kâbil-i iskân hâle getirilmeli, sıralar, sandalyalar konulmalı, içeriye ayakkabı ile girilmelidir. İbâdet lisanı türkçe olmalı, âyetler, hutbeler türkçe okunmalıdır. Câmilere müzik âletleri koymalıdır. Hutbeleri imamlar değil filozoflar okumaladır. Kur'an-ı kerimi, kelâm ilmi ile ve tasavvuf ile değil, felsefe ile incelemelidir.”
Osmanlılarda Batı hayranı Mithat Paşa’dan beri, çağdaş ülke olma için Hıristiyan olmayı teklif edenler olmuştur. 1923 yılında, İsmet İnönü, Tevfik Rüştü, Fethi Okyar ve Mahmut Esat Bozkurt, ”İslâmlık, ilerlemeye manidir. Bu dinle yürünmez ve Batı bize ehemmiyet vermez." diyerek Anayasaya, devletin dini “Hıristiyanlıktır” yazılmasını teklif etmişler, fakat kabul görmediği için, Devletin dini, “İslam” ifadesi yazılmıştı. Bugünkü teklifler bunun bir uzantısıdır. İslamı yok edemedikleri, camilerin içine "sıralar" koyup "kilise"ye benzeterek, dinde reform yapmak suretiyle içeriden yok etmek istiyorlar.
İslamiyet her çağa uygundur, reforma ihtiyacı yoktur. Reform, değişiklik gerekiyorsa bunu insanlar değil, dinin sahibi yapar. Nitekim, Cenab-ı Hak, Tevrat’tan sonra İncil’i, daha sonra da, Kur’an-ı kerimi göndererek, diğer dinleri yürürlükten kaldırdı. Hak dinin sadece “İslamiyet” olduğunu, kıyamete kadar dinini koruyacağını bildirdi.
Reform yapmak istiyenlerin ortak özelliği, dinimizin temel fıkıh kitaplarını kabul etmemek, herkesin doğrudan Kur’an-ı kerimden hüküm çıkarılmasını savunmaktır. Halbuki, İslamiyetin bozulmadan bugüne gelmesini sağlayan bu temel fıkh kitaplarımız, Resûlullahın sözlerini ve Eshâb-ı kirâmdan gelen haberleri bildirmektedirler. Hepsi, en salâhiyyetli, yüksek âlimler tarafından yazılmışlardır. Asırlar boyunca, hiçbirinde hiçbir değişiklik olmamıştır. Her çağın ihtiyacını karşılayacak kapasitede olduğu için, değişikliğe lüzüm yoktur.
Bu temel fıkıh kitaplarını her asrın modasına, gidişine göre değiştirmeye kalkışmak, her zaman için yeni bir din yapmak demek olur. Böyle değişiklikleri, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere dayandırdıklarını iddia etmeleri Kur'an-ı kerimi ve hadis-i şerifleri bilmemenin, islâmiyeti anlamamanın bir alâmetidir. İslâmın emirlerinin, yasaklarının zamana göre değişeceğini sanmak, islâm dîninin hakîkatine inanmamak olur.
Bu tür zararlı akımlardan kendimizin ve çocuklarımızın zarar görmemesi için bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da dinimizi, fıkıh, ilmihal kitaplarından öğrenmemiz ve öğretmemiz şarttır. Günümüzündeki karışıklığın, farklı seslerin sebebi de son yıllarda bu değerli kitaplara gereken önemin verilmemesi ve halkın doğrudan Kur’an-ı kerim meallerine yönlendirilmesidir. Dikkat edilirse her sapık, “Kur’andan ben böyle anladım” diyor.
|
04 Şubat 2006 Cumartesi |
|
Huylu huyundan vazgeçmez!
|
Yıllardır Batı’nın; iki yüzlü olduğunu, dostluklarına güvenilemeyeceğini, içlerindeki İslamı yok etme ateşlerinin hiçbir zaman sönmediğini; fırsat bulduklarında bunu acımasızca gerçekleştireceklerini yazdık. Geçen hafta, Avrupa basınında yayınlanan, Peygamber Efendimizi terörist gösteren karikatür olayı da bunu doğrular mahiyetteydi. Böylece, kendileri tarafından ortaya atılan, “Medeniyetler İttifakı”, “Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü” gibi sloganlarda ne kadar samimi olduklarını; bu faaliyetlerdeki maksatlarının, diyalog ve hoşgörü olmayıp, kendi medeniyetlerini, kendi dinlerini hakim kılmak olduğunu ortaya koydular. “Diyalog” yaygaraları ile İslamı zafiyete uğratmak, ayrıştırmak istedikleri meydana çıktı. Hıristiyan din adamlarının baskılar karşısında gecikmeli olarak üzüntülerini beyan etmeleri de timsahın göz yaşı dökmesinden ileri gitmedi. Bir özürle kapanacak çirkin olayı ısrarla savunarak, daha da yaygınlaştırarak İslam alemini ayağa kaldırlar. Resulullah Efendimizin, “ Küfür tek millettir” hadisi şeriflerini bir defa daha hatırlattılar bizlere.
İki yüzlü olduklarını sadece biz söylemiyoruz kendileri de söylüyorlar. Nitekim, İtalya’nın en ünlü karikatüristlerinden Vauro, İslam dünyasında büyük tepkilere sebep olan “karikatür skandalı”nda, Avrupalıları çifte standart uygulamakla suçladı. İl Manifesto gazetesinin karikatüristi Vauro “Bizim karikatürlerimizi sansürlenmeye çalışan Avrupa’daki karikatüristlerin fikir özgürlüğünün bu denli savunulması şaşırtıcı. Geçen yıl yapılan Papa seçiminden sonra çizdiğim Papa aleyhindeki karikatür, Avrupa’nın bir çok basın organında tepkiyle karşılanmıştı. Ancak, aynı Avrupa’nın, Müslümanları kızdıran karikatürleri basın özgürlüğü diye savunması, iki yüzlülükten başka bir şey değildir.”
Dış İşleri Bakanımız Sayın Gülün de ifade ettiği gibi, bu tür tertiplerle son yıllarda, Batı’da İslam düşmanlığı hızla yükselmektedir. İnanıyoruz ki, İslam alemi oyuna gelmeyecek, onların kötü niyetlerini kursaklarında bırakacak. Halbuki, tarih boyunca, müslümanlar, başka dinlere, medeniyetlere her zaman müsamaha, hoş görü ile muamele etmişler. Batı ise, bütün bu hoş görülere rağmen, Müslümanlara hep gaddarca davranmış, her türlü zulmü reva görmüştür. Geçmişte yaptıkları bu zulümleri, kendileri de itiraf etmektedirler.
Nitekim, Alman ilim adamlarından Prof. Graus ve Bayan Threlfall tarafından hazırlanan "Spaneien" yani İspanya ismindeki eserde, İspanyolların Müslümanlara yaptıkları zulümleri şöyle anlatmaktadır:
İspanya'da en önemli şehirlerden biri, Kurtuba'dır. Bu şehir, Endülüs Devleti’nin merkezi idi. Müslümanlar, Târık bin Ziyâd kumandasında, 711'de İspanya'ya geçince, bu şehri kendilerine başşehir yaptılar. Yarı vahşî insanların yaşadığı bu şehri, tam bir medenî şehre çevirdiler. Bir büyük saray, hastahaneler, medreseler yaptılar. Bunların yanında, bir de büyük üniversite kurdular. Avrupa'da ilk kurulan üniversite budur. Ayırca, güzelliği karşısında herkesi hayran bırakan âdetâ büyülenen bir de cami yapılmıştı. O zamana kadar Avrupalılar ilimde ve medeniyette çok geri kalmışlardı. Müslümanlar, onlara ilim, fen ve medeniyet getirdiler.
Hıristiyanlar ise, 1492 de Endülüs Devletini yıkıp Kurtuba'ya girince, ilk iş olarak, bu muazzam câmiye saldırdılar. Câmiye sığınmış olan binlerce Müslümanı, merhametsizce kılıçtan geçirdiler. Endülüs'teki Müslüman ve Yahûdîleri yok ettiler. Sonra da eşsiz sanat eserlerini tahrip ettiler ve bu arada şâheser câmiyi yıkmağa başladılar. Önce minârelerdeki altın ve zümrütle işlenmiş nar şeklindeki başlıkları indirerek yağma ettiler. Caminin ortasına da haç şeklinde bir kilise inşa ettiler.
Hâlbuki, Müslümanlar ilk defa bu memleketleri zaptettikleri zaman, orada yaşayan Hıristiyan ve Yahûdîlere hiç dokunmamış, onların kendi dinlerine göre ibâdet etmelerine kat'iyyen mâni olmamışlardı.
Bugün bu haşmetli binâyı ziyâret edenler, harap olmasına rağmen, İslâm mi'mârîsinin bu büyük eserinin güzelliği, büyüklüğü karşısında hayrân kalmakta, ortada bir cüce gibi görünen kilisenin hâline acımakta ve böyle bir haşmetli eserin bu hâle gelmesine müteessir olmaktadırlar.
|
10 Şubat 2006 Cuma |
Batı, çatışmadan medet umuyor
|
Dün, Müslümanların asırlırdır başka dinden olanlara karşı gösterdikleri hoşgörüye rağmen, Hıristiyanların hep düşmanca tavır içinde olduklarını, “Karikatür olayı”nda da bunu bir defa daha gösterdiklerini yazmıştık. Tarihte yaptıkları katliamlardan bahsederken “Endülüs Faciası”dan, yıkılan tarihi eserlerden ve katledilen masum insanlardan bahsetmiştik.
İspanya’da yıkım o kadar büyük olmuş ki, Kurtuba’daki muazzam caminin içine kilise yapılmasına izin veren İspanya ve Almanya İmparatoru olan 5. Charles bile dayanamayıp, "Yaptığınız vahşeti görünce, size bunun için izin verdiğime çok pişman oldum. Dünyada bir benzeri bulunmayan, bu güzel eseri böylece tahrip edeceğinizi bilseydim, size müsaade etmez ve hepinizi cezâlandırırdım. Yaptığınız bu çirkin kilise, eşi her yerde bulunan âdî bir binâdan ibârettir. Hâlbuki, bu haşmetli câminin bir benzerini yapma imkânı yoktur" demek zorunda kalmıştır.
Halbuki tarih boyunca, hiçbir Müslüman hükümdâr ve kumandan başka dinden oldukları için onların binalarını, tarihi eserlerini yıkmamışlar, kimseye zulüm yapmamışlar, Müslüman âlemini Hıristiyanlara karşı savaşa teşvîk etmemişlerdir. İslâmiyette hiçbir mahlûka zulüm yapmak câiz değildir. Bütün müslüman din adamları, zulme mâni' olmuştur. İşte, binlerce olaydan size küçük bir misâl:
"Fezleke-i târîh-i Osmânî" kitabında şu hadise anlatılmaktadır:
Dâr-üs-se'âde ağası iken emekli olan Sünbül Ağa Mısır'a giderken, gemisi Rodos açıklarında, Malta korsanları tarafından şehîd edildi. Venedik gemileri Mora'ya asker çıkarıp çocuk ve kadın demeden, binlerce Müslümanı öldürdü.
Onsekizinci pâdişâh Sultan İbrâhîm, Hıristiyanların bu katli'âmını işitince pek üzüldü ve bir an için hislerine kapılıp bunlara karşılık olarak, Osmânlı idâresinde misâfir olarak bulunan Hıristiyanlara kısâs yapılmasını, öldürülmelerini emir ve fermân eyledi. Bunun üzerine zamanın Şeyh-ul-islâmı olan Ebüs-Sa'îd Efendi Pâdişâhın huzûruna çıktı. Böyle bir karârın ve haksız yere insan öldürmenin islâm dînine aykırı olduğunu, birinin işlediği suçtan bir başkasının cezalandırılamıyacağını bildirdi. Sultân İbrâhîm, bütün Osmanlı sultânları gibi, islâm dînine ve Allahü teâlânın kitâbına çok bağlı olduğu için, bu nasîhati kabûl ederek, karârından vazgeçti.
Dün olduğu gibi bugün de Müslümanlar, insan haklarını ve barışı savunmakta; hangi dinden olursa olsun herkesin dinini rahatça yaşamasını istemektedir. Bunu da, başkalarına şirin görünmek için değil, İslam dinin emri olduğu için istemektedir. Batı ise, fırsatları kendi menfaatleri doğrultusunda değerlendirmekte, olaylara Haçli zihniyeti ile yaklaşarak medeniyetler çatışmasına zemin hazırlamaktadır.
Avrupa’yı yakından tanıyan Prof. Dr. Ahmet Ağırakça , karikatür olaylarını “Haçlı seferlerinin bir yansıması ve devamı” olarak yorumlayarak nihai hedeflerini şöyle açıkladı: “Haçlı seferlerinin en önemli noktası, kendi içindeki yetersiz kaynaklara mecbur kalan Avrupa’nın bir çıkış araması, buna karşın doğu dünyasının zenginlik içinde olması ve batının gözünü doğudaki bu nimetlere dikmesiydi. Avrupa o zaman maddi sıkıntılarını aşmak için ‘Doğunun sokaklarında bal ve süt akıyor’ diyerek Avrupalıları doğuya yönlendirirken, Müslümanlara hakaret ede ede kendi insanının İslam topraklarına saldırtmak için hazırladı.
Bu çerçeveden bakıldığında, karikatür olayında da aynı mantıktan hareketle cereyan ettiği sonucuna rahatlıkla varabiliriz. Yani Avrupa bugün de kendi insanını İslam ve Müslümanlara karşı kışkırtıp bir çeşit savaş çığırtkanlığı yapıyor ve insanlarını İslam dünyasına karşı topyekun bir savaşa hazırlıyor. Avrupalılar Müslümanlara hakaret ederek onları kışkırtıyor ve infiale zorluyor. Bunun sonucunda da Müslümanların gerek Avrupa’da gerekse dünyanın muhtelif yerlerinde çeşitli olaylar çıkarmalarını bekliyorlar. Böylece Avrupalılar için bir savaş ve saldırma nedeni doğmuş olacak”
Osmanlıyı yıkarak Müslümanları, başsız, sahipsiz bırakan Avrupa, ikinci bir hamle ile de, İslamı yok ederek, dünyayı tamamen Hıristiyanlaştırmak istiyor. Papa, 2000 yılındaki yeni yıl mesajında, "Birinci bin yılda Avrupa Hıristiyanlaştırıldı. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika Hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü bin yılda ise Asya Hıristiyanlaştırılacak!" dememişmiydi?
|
11 Şubat 2006 Cumartesi
|
Şimdi tam zamanı!”
|
Geçenlerde bir yazımda, “Katolikler, Protestanlar, Evangelistler ve Küresel güçler, Misyonerlikte, Hıristiyanlığı yaymada iş birliği içindeler. Asırlardır bir araya gelemeyen bu güçler İslamı değiştirmede, İslamda Reformda ittifak halindeler.” demiştim. ATO tarafından bastırılıp ücretsiz dağıtılan “Misyoner Örgütleri ve Misyonerlik Faaliyetleri” isimli kitabın yazarı Sayın Tuncer Günay da “Misyonerlik zehrinin panzehiri İslâm’dır. Bunu bozmak için İslamı sulandırma hareketleri başlatıldı” diyerek toplumu dikkatli olmaya çağırdı. Sayın Günay’ın ciddi endişeleri ve uyarıları var bu konuda:
Kamuoyunda gündemi sık sık değiştiren “toplum mühendisleri” var. Toplum mühendisleri öyle gündemler oluşturuyorlar ki, asıl konuşulması gereken hadiseler gündemden düşüyor. Ama konunun gündemden düşmüş olması, ciddi olmadığı anlamına gelmez. Misyoner örgütlerin saçtığı tehlike, önümüzdeki günlerde daha da bir ciddiyet kazanacak.
İslâmiyet, misyonerlerin her türlü taarruza rağmen çelik gibi karşılarında duruyordu. Bu duruşu yumuşatabilmek ve bir manevra alanı bulabilmek için uyduruk tartışmalar oluşturmaya başladılar. Bu tartışmalar onların işlerini kolaylaştırıyor, rahat bir nefes almalarını sağlıyordu.
Türkiye’deki Ortodoks ve Protestan temsilcileri, 27 Aralık 2005’te bir toplantı yaparak şöyle bir karar aldılar: ‘Türkiye’de şu ana kadar yürütülen Hıristiyanlaştırma faaliyetleri başarısızlığa uğradı. Daha yoğun çalışılması ve sonuç alınması gerekiyor. Amerika ve Almanya’daki merkezlerden çok tepki geldi. Raporlar iyi değil. Bundan sonra güç birliği yaparak tek parça halinde Türkiye’de yeni bir hareket olarak yeni bir dönem başlatıyoruz.’
Ortodoks ve Protestanların oluşturduğu yeni hareketin adı, Birlikte Dua Hareketi.. Şimdi bundan sonra misyonerler karşımıza “Birlikte Dua Hareketi” olarak çıkacaklar.. Samsun’da, İzmir’de, Kayseri’de, Ankara’da, İstanbul’da ve daha birçok yerde artık Ortodoks ve Protestan ayrımı yok. Birlikte Duacılar’ın sloganları da çok ilginç: ‘Şimdi tam zamanı’
Türkiye’de misyonerlik faaliyetlerini çok rahatlıkla yürütebilmenin tam zamanı. Onlara göre; zemin uygun. Avrupa Birliği müzakere sürecinin başlamasıyla birlikte gelen özgürlük rüzgarı, bunlara propaganda anlamında birçok kolaylık sağlıyor. Örgütlenme, yayın, propaganda kolaylığı sağlanacağı düşüncesiyle faaliyetlerini hızlandırma açısından uygun zaman olduğunu düşünüyorlar. Bu program ile, 10 derece kuzey enlemiyle 40 derece kuzey enlemi arasındaki tüm ülkeler Hıristiyanlaştırılacak. Bunlar daha çok Bangladeş, İran, Türkiye, Pakistan, Irak, Türkî cumhuriyetler ve Arap ülkeleri..
“Türkiye’nin Hıristiyanlaştırılması güçtür” diye raporlar gitmiş misyonerlik faaliyetlerinin merkezlerine. Merkezlerden “O zaman Müslümanlık üzerine çalışın” talimatı gelmiş. Yapılan toplantılarda “Müslümanlığı sulandırarak çalışma alanı bulabileceğiniz delikler açın” denilmiş. Son zamanlarda bir sosyete grubunun kadınlı-erkekli namaz kılmaları, kadınların başı açık şekilde namaza durmaları bununla ilgili. Bizi bir arada tutan en birleştirici unsur İslâm’dır. Eğer misyonerler İslâm’ı sulandırıp rahat faaliyet etme alanı için bir delik açarlarsa, bizi bir arada tutan son maya da bozulmuş olacak. Subaşı Camii’ndeki olay bir denemeydi.
Hıristiyanlar, “diyalogdan” Müslüman dünyasına kendi tezlerini kabul ettirme olarak anlıyor. Tek taraflı bir çıkar söz konusu.. Mevcut potansiyel tehlike çok iyi hissedilmedi ve kavranılmadı.
Misyonerleri tespit etmek ve onlara karşı strateji belirleyip mücadele etmek kolaydır. Ancak birtakım saçma sapan fikirlerle İslâm’ı sulandırma daha tehlikelidir. Kadın ve erkeklerin camide birlikte aynı safta bulunmaları, bazı sapık düşünceli ilahiyatçıların kafa kurcalayan açıklamaları, misyonerlerin İncil dağıtmasından daha yıkıcıdır.
Aykırı harekettlerde bulunanların birçoğunun dışarı ile irtibatları var. Kimisi orada okumuş, kimisi bu çalışmaları destekleyen firmalarında çalışmış. İslamı bozma, yozlaştırma, ılımlı islam, Light İslam gibi faaliyetler dışarının tezgahıdır. Bunlar İslâm’ı sulandırma çalışmalarıdır. Buradan açılacak bir delik sayesinde İslâmiyet üzerinde yapılacak tartışmalarla din zayıflatılırsa, Hıristiyan misyonerlerin faaliyet alanı genişleyacek ve rahat çalışacaklar.
|
17 Şubat 2006 Cuma |
Ne yapmamız gerekir?”
|
Dün, Misyonerlerin strateji değiştirerek yeni taktiklerle yoğun bir şekilde Hıristiyanlığı yayma faaliyetlerinden bahsetmiştik. Haklı olarak bazı okuyucularım arayıp, “ Bu tehlikeden, kendimizi ve çocuklarımızı korunmak için bizim ne yapmamız lazım?” diye sordular.
Bu soruya cevap verebilmek için önce tehlikenin kaynağına inmek gerekir. Ekonomik krizler sebebiyle, yaşam mücadelesi veren, evinin nafakasnı temin için icabında gece gündüz çalışan halkımızda manevi yönden önemli bir boşluk oluştu. Bu, İslamiyeti gereği kadar bilmeme ve yaşamama boşluğu. Dini şuur ile yetiştirilemeyen gençlik, farkında olmadan çeşitli arayışlara girdi. Kendi gayretleri ile içindeki manevi boşluğu doldurma gayretiydi bu. Tam bu safhada devreye giren misyonerler her türlü cazip yaklaşımlarla gençlere el atıp tuzaklarına düşürdüler.
Gençlerimizin, içine düştüğü bu feci, içler acısı halini, Rahip Santoro'nun 11 Mayıs 2004'te Monteveglio Manastırı'nın sorumlusu Rahip Athos Righi'ye Trabzon'dan gönderdiği mektuptaki anektotlar açıkca ortaya koymaktadır:
“ 25 yaşlarında bir delikanlı, dün beni yolda çevirerek “Tam üç aydır kiliseye dua etmeye geliyorum. Hz. İsa'yı seçtim. Ne yapmam gerekir?" dedi. Sonra bir kadın bana, “Kiliseye gelince nefes alabiliyorum, temiz havayı hissediyorum, yüreğimde sakinliği hissediyorum” dedi. İki kız geldi. Ellerinde bir İncil vardı ve benimle konuşmak istediklerini söylediler. Biri bana açıldı. Son zamanlarda kendimi mutsuz hissediyorum, birkaç haftadır Hıristiyanlığı düşünüyorum. Hazreti İsa üzerine bir film izledim, dediğinde onlara, Aziz Jean'in İncili üzerine bir şeyler okudum. Örneğin son yemek bölümündeki hizmetkarın bizim günahlarımızı üstlenmesini. Her sevginin acının, affetmenin, kaybetmenin, kurtulmanın Tanrıya yakınlığın simgesi olduğunu söylediğimde iki genç kız başlarını öne eğerek ve onaylayarak “Tanrı tektir. Ne fark var; ha İslam ha Hıristiyanlık, dediler. Birkaç gündür bir kadın geliyor. Bir televizyonda müzik programları yapıyormuş. Her zaman yüzü asık ve acı çektiği belliydi. Kendisi için dua etmemi istiyordu. Daha sonra bana “Tanrı aşkını bana aşıladığınız için teşekkür ederim” dedi. Anneler günüydü. Bir genç Müslüman elinde çiçeklerle kiliseye geldi ve bana “Bugün Anneler Günü. Ben bu çiçekleri Hazreti Meryem'e sunmak istiyorum” dedi. Bir başka Müslüman genç, kilisenin restorasyonunda, temizliğinde ve yokluğumuzda bekçiliğinde yardım ediyor. Bize gösterdiği alçak gönüllülüğü, saygısı, titizliği ile bizi etkiliyor. En ağır işlere bile gık çıkartmadan “Yaparım” diyor ve yapıyor.” Papaz mektubunu şöyle bitiriyor: Bunlar küçük, ama umuda dair ayrıntılar.
Ayin başına 100 dolar para vererek Müslüman gençleri kiliseye toplayan Papazın bu itirafları, tehlikenin boyutunu, gençlerdeki mevcut inanç boşluğunu herhalde ortaya koyuyor. Bu Müslüman çocuklarının hıristiyanlaşmasında bizim hiç mi sorumluluğumuz yok, bunu başımızı iki elimiz arasına koyup iyice düşünmemiz lazım. Kendimizi sorgulamamız lazım. Bugüne kadar çocuklarımıza dinimizi öğretmekle ilgili ne yaptık, bundan sonra ne yapmamız lazım? Bunun muhasebesini yapmanın zamanı geldi ve geçmek üzere. Yapılacak şey aslında çok kolay. Ecdadımızın asırlardır yaptığı gibi dinimizi İlmihal kitaplarından önce kendimiz iyice öğrenip sonra da çoluk çocuğumuza öğretmektir. Müsait zamanlarda ailece oturup beraberce bu kitapları okumaktır. Çocuklarımızın eline bir meal tutuşturmakla din öğretilemez. Aksine, dinden uzaklaşmanın bir sebebi de, çeşitli şüphelerin oluşmasına sebep olan “Meal” lerdir. “Mealciliğin” bu kadar yaygınlaşması da, Batı’nın, empoze etmesi ile olmuştur. Bunun öncülüğünü de, Zeki Megamiz ve Mihran isimli iki gayri müslim yapmıştır.
Bu tehlikeden korunabilmek için, dinimizi öğrenmenin ve öğretmenin yanında, merak için de olsa, kiliseye gitmemeliyiz, misyonerlerin toplantılarına katılmamalıyız ve dağıttıkları kitapları almamalıyız. Bunları hafife alıp, tartışmaya girmemeliyiz. Çünkü bunlar bu konuda özel eğitim almışlar, demagojiyi iyi bilen kimselerdir. Tartışmada, kafa karıştıracak usulleri, soruları çok iyi bilirler. Tartışabilmek için ilmin yanında, demagoji, tartışma ilmini de iyi bilmek gerekir.
|
18 Şubat 2006 Cumartesi |
|
Sevgili kul olmanın on şartı
Evliyanın büyüklerinden Ali Râmitenî hazretleri, Allahü teâlâ katında sevgili bir kul olabilmenin on şartı olduğunu bildirip bunları şöyle sıralamaktadır:
Birincisi; Zâhirin ve Bâtının temiz olması: Zâhirin temiz olması; giyecek, yiyecek, içeceklerin ve kullanılacak bütün eşyâların temiz ve helal olmasıdır. Bâtının temiz olması ise; kalbin iyi huylarla dolu olmasıdır. Hased etmemek, başkaları hakkında kötülük düşünmemek, Allahü teâlânın düşmanlarından nefret etmek, dostlarına da muhabbet etmek gibi cenâb-ı Hakkın beğendiği iyi huylardır. Kalb, Allahü teâlânın nazargâhıdır. Gönül, kalb temiz olmazsa ibâdetlerin lezzeti alınamaz, mârifete, Allahü teâlâya âit bilgilere kavuşulamaz.
İkincisi; dilin temizliğidir. Dilin zararlı,münâsebetsiz ve uygun olmayan sözleri söylemeyip susması, Kur'ân-ı kerîm okuması, emr-i ma'rûf ve nehy-i münkerde bulunması, Allahü teâlânın emirlerini yapmayı ve yasaklarından kaçınmayı bildirmesi, ilim öğretmesi gibi. Zîrâ sevgili Peygamberimiz; "İnsanlar, dilleri yüzünden Cehenneme atılırlar." buyurdu.
Üçüncü şart; mümkün olduğu kadar kötü insanlardan ve çevreden uzak durmaya çalışmalıdır. Bu sebeple göz, haram şeylere bakmamış olur. Zîrâ kalb, göze tâbidir. Her harama bakış, kalb aynasını karartır.
Dördüncü şart; oruç tutmaktır. İnsan oruç tutmak sûretiyle meleklere benzemiş ve nefsini kahretmiş olur. Hadîs-i şerîfte; "Oruç, Cehenneme kalkandır." buyuruldu.
Beşinci şart; Allahü teâlâyı çok hatırlamak, ismini çok söylemektir. En fazîletli olan zikir, "Kelime-i tevhid”dir. Lâ ilâhe illallah Muhammederresulullah diyen kimse ihlâs sâhibi olur. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, Ahzâb sûresinin kırk birinci âyet-i kerîmesinde meâlen; "Ey îmân edenler! Allah'ı çok zikrediniz." buyurdu. Nefsin arzu ve isteklerinden kurtulmak için devamlı zikretmelidir. Her işinde Cenab-ı Hakkın rızasını düşünmek, hatırlamak da zikirdir.
Altıncı şart; İyi düşüncelere sahip olmaktır. İnsanın kalbine gelen düşünceler dört kısımdır. Bunlar; Rahmânî, melekânî, şeytânî, nefsânîdir. Rahmânî; gafletten uyanmak, kötü yoldan doğru yola kavuşmaktır. Melekânî; ibâdete, tâate rağbet etmektir. Şeytânî; günahı süslemekdir. Nefsânî de; dünyâyı taleb etmek, istemektir. Şeytânî ve nefsânî düşüncelerden kurtulmak gerekmektedir.
Yedinci şart; Allahü teâlânın hükmüne rızâ göstermek, irâdesine teslim olmaktır. Havf ve recâ, korku ve ümid arasında yaşamaktır. Zîrâ Allah'tan korkan kimse, günah işlemez. Ayrıca mümin, ümitsizliğe de düşmez. Allahü teâlâ, ümitsizliğe düşmemeyi emretmektedir.
Sekizinci şart; sâlihlerle, iyi insanlarla beraber olmaktır. Sâlihlerle sohbet edildiği takdirde, günahlara perde çekilir, haramlar gözüne kötü görünür.
Dokuzuncu şart; iyi ve güzel hasletlerle bezenmektir. Bu da, her şeyi yaratan Allahü teâlânın ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Çünkü Peygamber efendimiz; "Allahü teâlânın ahlâkıyla ahlâklanınız." buyurdu.
Onuncu şart; helâl ve temiz lokma yemektir. Bu da farzlardandır. Nitekim Allahü teâlâ, Bekara sûresinin yüz altmış sekizinci ayet-i kerîmesinde meâlen; "Yeryüzündekilerden helâl ve temiz olanını yiyiniz."buyurmaktadır. Peygamber efendimiz ise; "İbâdet on cüzdür. Dokuzu helâlı taleb etmektir." Geriye kalan bütün ibâdetler bir cüzdür. Helâl yemeyen kimse, Allahü teâlâya itâat etme gücünü kendisinde bulamaz. Helâl yiyen kimse de, Allahü teâlâya isyânkâr olmaz. Helâl ve temiz yer, isrâf etmez.
Bunları yapanı Allahü teâlâ sever. Allahü teâlânın sevdiğini ise herkes sever. Çünkü, hadîs-i şerifte, "Allahü teâlâ bir kulunu severse, onun sevgisini kullarının kalbine düşürür." buyuruluyor.
|
24 Şubat 2006 Cuma |
Mahrum kalmanın sebebi
|
Seyyid Emir Hamza hazretleri talebelerine bir nasihatinde buyurdu ki: Bizim bulunduğumuz bu yol, sıdk ve doğruluk üzerine kurulmuştur. Muhterem babam Seyyid Emîr Külâl, "İnsanların Hakk'a kavuşmaktan mahrum kalmalarının sebebi, İslâmiyete tam uymadıklarındandır." buyururdu. Bunun için önce îtikâdı düzeltmek lâzımdır. Şekten, şüpheden, bid'at ve dalâletten ve gayr-i meşrû olan her şeyden kalbi temizlemelidir.
Bizim yolumuzda olanlar, Resûlullah efendimizin sünnetine uyarlar. Yâni İslâmiyete uyarlar. Haram işlerden ve haram yemekten sakınırlar. İnsanların yükünü çekip, kimseye yük olmazlar. Şöhretten sakınırlar. Müslümanlara acıyarak, onlara yumuşak davranırlar. Dâimâ Allahü teâlâdan korkarlar ve günahlarının affedilmesi için yalvarırlar. Gıybet etmezler. Dünyâya, dünyânın rahatlığına ve zînetine güvenmezler. Sâlihlerin ve Eshâb-ı kirâmın yolunda ve onların ahlâkı üzere olurlar.
Ey talebelerim! Dâimâ namaz vakti ne zaman girecek de namaz kılacağım diye bekleyin. Abdesti, namaz vakti girmeden alınız. Namazı huşû ve hudû ile kılınız ve Allahü teâlâdan korkunuz. Namaz vaktinde hiçbir şeyle meşgûl olmayınız. Nitekim Resûl-i ekrem; "Vakit geçmeden namaza, ölüm gelmeden tövbeye acele edin." buyurdu.
Elinizden geldiği kadar hiçbir kmseye hakâret gözü ile bakmayınız. Çünkü o, Alahü teâlânın katında sizden daha makbûl olabilir. Birbirinizi çok seviniz. Sevdiğiniz kimse, Allahü teâlânın dostlarından biri olabilir. Buna çok dikkat ve gayret ediniz. kimseye dünyâlık için tâzim etmeyiniz ki, dîniniz dünyâ uğruna gitmesin
Birisi size husûmet, düşmanlık ederse, onunla meşgûl olmayınız. Çünkü husûmetin sonu gelmez. Allah korusun, bu uğurda dîniniz elden çıkabilir! İnsanların sevgisine de aldanmayınız! Zîrâ bu sevgileri devamlı değildir. İnsanların elinde olana tamâ etmeyiniz. Allahü teâlânın size verdiğine kanâat ediniz. Çünkü tamâ eden, dâimâ sıkıntı ve üzüntü içinde olur. Kanâat eden de, her zaman neşeli ve rahattır.
İnsanlardan ve makamlarından yardım beklemekten ümîdi kesip, yardımı Allahü teâlâdan beklemelidir. Başkalarından yardım bekleyen kimse, insanlar yanında hor görülür. İnsanlarla tamâ etmeyi bırakan kimse, dünyâda da, âhirette de azîz ve mükerrem olur.
Birinin size karşı kusûru olursa, şikâyet etmeyin. Kabahati kendinizde arayın. Dâimâ özür dileyici olun. Kimsenin ayıbını aramayın. İnsanlardan bir sıkıntı gelirse, affedin. Karşılığında iyilik yapmaya bakın. Biri size hürmet göstermezse, sakın ondan dolayı hatırınız kırılmasın. Bir kimse size saygı gösterir ve sizden iyi olarak bahsederse, ona sevinmeyin. İnsanların övmelerini ve kötülemelerini aynı tutarsanız, felâket uçurumuna düşmezsiniz.
Size bir acı haber gelir veya hasta olursanız, Allahü teâlâdan râzı olmaya dikkat edin ve Allah'a hamd edin. Ne kadar hasta olsanız, ayağa kalkamayacak hâlde bulunsanız da, namazı kazâya bırakmayınız. Hastalığınızı, günahlarınıza keffâret biliniz. Zîrâ kula gelen belâlar, onlara sabır ve tövbe ile kalkar.
Her gördüğünüzle değil, îcâbedenlerle konuşun. Konuşmak îcâbederse, yavaş konuşun. Birisi sizinle konuşursa, onu iyi dinleyin. Güldürücü sözler konuşmayın. Mecbur olmadıkça insanlardan bir şey istemeyin. İsterseniz, az isteyin. Hiç kimseye zulüm ve günahta yol göstermeyin. Evinizde iyi ahlâklı olun. Düşünerek söz söyleyin. Hürmet ehli, kendisine hürmet gösterilenler sizi yanına çağırırsa, onunla mağrûr olmayın. Dünyâyı sevenlerden kaçın. Elden geldiği kadar ilmiyle amel eden âlimlerin sohbetinde bulunun. İlim öğrenmekten bir adım geri ve uzak durmayın. Zîrâ ilimsiz amel, şeytanın oyuncağı olur. İlminiz azsa, onunla amel edin, çoğalır.
Her işte esas, ilim ve takvâdır. Îmândan güzel hiçbir nîmet yoktur. Allaha ibâdetten daha iyi amel, iş yoktur. Ölümden iyi ibret yoktur.
|
25 Şubat 2006 Cumartesi |
|
Hazret-i İsa ölmedi
|
Dikkatinizi çekiyor mu bilmiyorum. Son yıllarda, gazetelerde, televizyonlarda dinin emir ve yasaklarının tartışılmadığı, sorgulanmadığı gün olmuyor. Ramazan geliyor, oruç tartışılıyor. Bayram geliyor, kurban tartışılıyor… Namaz, tesettür, kadın, içki…hergün mutlaka bir tartışma konusu bulunuyor. Tartışmalarda ön plana çıkartılan kimseler de, yorumlarını İslama zarar verecek şekilde yapıyorlar. Muteber kitaplarda yazılan, ondört asırdır yaşanan İslama aykırı yanlış yorumlar hep. Bunların plansız, programsız, dış desteksiz olduğu söylenebilir mi?
Bütün bu olup bitenler bana daha önce de yazdığım baş misyoner Zwemer’in misyonerler kongresinde yaptığı şu konuşmayı hatırlatıyor: “Sizin göreviniz, Müslümanların Hristiyan yapılması değildir. Asıl göreviniz onları, dinlerini sorgular ve tartışır hale getirmektir.”
Dini sorgulanır, tartışılır hale getirtmekten maksatları da, alt yapısı olmayan, dini iyi bilmeyen kimselerin zihinlerine, “Biri öyle söylüyor diğeri başka türlü söylüyor, bu nasıl dindir!” şüphesini yerleştirerek dinden soğutmak, uzaklaştırmak ve kendi tuzaklarına düşürmek...
Son günlerde gündeme taşıdıkları konu; İsa aleyhisselamın gelip gelmeyeceği hususu. Halbuki bu tartışılacak bir konu değildir. Hakiki İslam alimleri arasında, kıyamete yakın Hz.İsa’nın geleceği konusunda icma, söz birliği vardır. Bu konuda zihinleri karıştırıp İslamı içeriden yıkmak isteyenlere cevap olarak son devir Ehli sünnet alimlerinden şeyhülislam vekili Zahid el-Kevserî, Hz. İsa’nın kıyamete yakın yeryüzüne ineceği meselesine dair “Nazretu’n-Abira” isminde bir kitap yazmıştır.
Kevseri, bu konuda Kur’an-ı kerimde bulunan ayetleri ele alarak inceledikten sonra, bu ayetlerin Hz. İsa’nın ineceğini çok açık, sarih, kesin bir şekilde ifade eder. Üstad Kevseri konu ile ilgili hadislerin mütevatir derecesine ulaşan hadisler olduğunu belirtir. Mütevatir hadis, her asırda yalan söylemesi mümkün olmayan çok kimselerin bildirdiği hadislerdir. Akide ve inanç konusunda mütevatir hadisler de Kuran ayetleri gibi bir kaynak oluşturur.
Kevseri, Kuran ve sünnet naslarının yanı sıra, bu hususta eskiden beri Müslüman alimlerin arasında görüş birliği (icma) olduğunu belirtir. İslam alimleri, Hz. İsa’nın kıyametten önce yeryüzüne ineceği ve aynı zamanda zuhur edecek olan kötülük ve şerrin lideri Deccali öldüreceği hususunda birleşmişlerdir.
Bu husus çeşitli muteber sahih hadis kitaplarında yer almış, akaid kitaplarında da kıyamet alametleri arasında sayılmıştır. Bu mesele, yorum yapılamayacak kadar açık olduğu için herkesin paylaştığı ortak bir dini akide olarak kabul edilmiştir.
Çünkü, mütevatir hadisler kesin bir bilgidir. Bu haberlerin doğru veya yanlış olması hiç kimse tarafından tartışma konusu yapılamaz. Bu nedenle Fıkıh usulü alimleri bunlara inanıp gereği ile amel etmenin zaruri olduğu söyler.
Bu konu geçmişte de Ehli sünnetin dışındaki kimseler tarafından zaman zaman dile getirildiği için, İslam alimleri, İsa aleyhisselamın ölmediğine, ruh ve beden ile beraber olarak tekrar geleceğine, Muhammed aleyhisselamın dinine tabi olacağına dair 20’den fazla kitap yazmışlardır. Bunların en meşhurlarından biri, Hindistan’ın büyük alimlerinden Enver Şah Keşmiri'nindir. Enver Şah Keşmirî (1292-1352 Hicri) Hz.İsa’nın yeniden geleceği hakkında bildirilen bütün hadis-i şerifleri bir araya toplamış. “et-Tasrih bimâ tevâtera fi nuzuli el-Mesih” adını verdiği bir eser vucuda getirmiştir. Kitapta, bu konudaki 100’den fazla mütevatir hadis-i şerife yer verilmiştir. Keşmiri, bu eserinde, İsa aleyhisselamın geleceği konusundaki hadisi-i şeriflerin mütevatir olduklarını inkarının küfür olduğunu bildiriyor. (Bu köşede yayınlanan önceki yazılar için; www.mehmetoruc.com sitesine bakılabilir)
|
03 Mart 2006 Cuma |
Hazret-i İsa gelecek
|
Dün, son günlerde bazı “aykırı” düşünce sahibi kimselerin tartışma konusu yaptıkları, Hazret-i İsa’nın gelip gelmeyeceği hususunda, Ehli sünnet alimlerinin “ Hz. İsa ölmedi, kıyamete yakın gelecektir. Bu husus ayeti kerime ve mütevatir hadis-i şerifler olduğundan geleceğine inanmayan dinden çıkar” sözlerini nakletmiştim. Bugün olduğu gibi geçmişte de, Ehli sünnet alimleri arasında bu konuda icma yani söz birliği olmasına rağmen, çatlak ses çıkartan Ehli sünnet dışı marjinal fikirler üreten kimseler çıkmıştır. Bunlar, kendilerini mezhepler üstü gören, aklı vahyin üstünde tutan, İbni Teymiyye, İbni Kayyım, Abduh, Reşit Rıza, Şeltüt, Seyyid Kutup, Fazlurrahman gibi kimselerdir. Bugün ülkemizde, Hz.İsa’nın gelmeyeceğini iddia eden ilahiyatçılar da bunların uzantılarıdır.
Halbuki, Hz.İsa’nın ölmediği Nisa Suresinin 157. ayetinde; göğe kaldırıldığı, 158. ayetinde; Ehli kitabın her birinin Hz.İsa’ya ölmeden önce muhakkak iman edeceği 159. ayetinde, bildirilmektedir. Öldüyse nasıl iman edecekler? Ali İmran Suresi 55. Ayetinde de, “Ey İsa, doğrusu seni teveffi ettireceğim. Seni kendime yükselteceğim ve seni küfredenlerden temizleyeceğim…” buyurulmaktadır. Üstad Kevseri, “Nazretun Abira" kitabında ayette geçen “teveffi” kelimesini şöyle izah etmektedir: Hz. İsa’nın geleceğini inkar edenler, bu kelimenin vefat ve öldürmek manasına geldiğini, dolayısıyla onun ölmüş olduğunu ileri sürmekteler. Halbuki teveffi kelimesinin buradaki manası “kabzetmek ve almak”tır. O halde ayetin anlamı : “Seni yerden alacağım ve semama kaldıracağım” şeklindedir.
Bu konu hadis-i şeriflerde de açıkca bildirilmiştir. İsa aleyhisselamın ruh ve beden olarak geleceğini haber veren 100’den fazla mütevatir hadisi şerif vardır. Bunlardan bazıları:
"Nefsim elinde olana yemin ederim ki, Meryem oğlu İsa, adil bir yönetici olarak aranıza inecektir. Sonra haçı kıracak, domuzu öldürecek ve harbe son verecektir.” (Buhari, Müslim, Müsned-i Ahmed)
"Meryem oğlu İsa, nüzül etmedikçe kıyamet kopmayacaktır..." (Buhari,İbn Mâce)
"On alamet belirmedikçe kıyamet kopmaz: (1) Duman, (2) Deccâl, (3) Dâbbet'ül-Arz, (4) Güneşin batıdan doğması, (5) Meryem oğlu İsa'nın nüzulu, (6) Ye'cüc ve Me'cüc, (7) Üç büyük yer kayması: Biri doğu'da (8) İkincisi batı'da, (9) Üçüncüsü Arap yarımadasında, (10) Yemen'de çıkacak ve insanlığı mahşere kadar körükleyen bir yangın." (Müslim, Ebu Dâvud )
“İsa inecek ve Deccâl'i öldürecek. Bundan sonra İsa yeryüzünde adil bir imam ve hak tanır bir yönetici olarak kırk yıl kalacaktır.” (Müsned-i Ahmed)
"Ümmetimden daima Hak üzere sebat eden ve düşmanları alteden bir grup olacak. Tâ ki Allah'ın hükmü gele ve Meryem oğlu İsa nuzül ede..." (Müsned-i Ahmed)
Hz.İsa, yeni bir din getirmeyecek Muhammed aleyhisselama tabi olarak gelecektir. Allahü teâlâ, bütün peygamberlerden zamanına ulaştıklarında Muhammed aleyhisselama tabi olacaklarına dair söz aldı (Ali imran-81). Hz. İsa, son din olan İslamiyeti dünyaya yayacaktır. Herkesi, Kur’an-ı kerime ve son peygamber Muhammed aleyhisselama imana çağıracaktır! (Göğe kaldırılmada Hıristiyanlar ile aramızdaki fark şu: Onlar, Hz. İsa’nın çarmıha gerilerek öldürüldüğüne, kabre konulduktan sonra diriltirilip göğe yükseltildiğine inanır. Biz Müslümanlar ise, çarmıha gerilenin hain Yehuda’nın olduğuna, Hz. İsa’nın diri olarak göğe kaldırıldığına inanırız.)
Bugüne kadar, Ehli sünnet alimleri, bu açık ifadelere hiçbir yorum getirmemişler, olduğu gibi inanmışlardır. Bundan sonra da, ehli sünnet yolunda olanların böyle inanmaları, Ehli sünnet dışı aykırı yorumlara itibar etmemeleri gerekir.
|
04 Mart 2006 Cumartesi |
|
|
“On dört asırlık uygulama!”
|
Geçenlerde, 14 asırdır tartışılmayan, tartışmayı kimsenin aklından bile geçirmediği, kadınların namazda ve namaz haricinde örtünmeleri konusunu bazı çevreler yine tartışma konusu yaptı. Çok şükür ki, Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, Antalya'da yapılan "İl Müftüleri Hizmet İçi Eğitim Semineri"nin sonunda yaptığı açıklama ile gerçekleri gün ışığına çıkarttı; şüpheleri bertaraf etti. Sayın Bardakoğlu, “On dört asırlık uygulamada kadınların başını örtmeleri dini bir gereklilik olarak kabul edilmiş, Müslüman kadınlar da dinlerinin gereği olduğuna inandıkları için, başlarını örte gelmişlerdir. İslâm'ın tarihsel tecrübesinin ana çizgisi böyledir ve bu konuda münferit farklı görüşlerin bulunması, bu ana görüntüyü bozamaz.” diyerek son noktayı koydu.
Zaten daha öncede, 30 Aralık 1980 tarihinde Din İşleri Yüksek Kurulu, “Cenab-ı Hak, kadınların başörtülerini, saçlarını, başlarını, kulaklarını, boyun ve gerdanlarını örtecek şekilde yakalarının üzerine salmasını emretmiştir.” şeklindeki fetvası ile, örtünmenin Cenab-ı Hakkın açık bir emri yani farz olduğunu bildirmişti.
Dinimizin önemli bir emri olan “setri avret” yani örtünmesi gereken yerlerin örtünmesi hususu sadece kadınlara ait bir konu da değildir. Dinimizde, örtünmesi gereken yerlere “Avret mahalli” denilmektedir. Erkeğin ve kadının avret mahallini örtmesi, hicretin üçüncü senesinde gelen, “Ahzâb” ve beşinci senesinde gelen “Nûr” sûrelerinde emir olundu.
Bu emre göre, erkeklerin avret mahalli, göbekden diz altına kadardır. Buraları açık olarak kılınan namaz sahîh olmaz. Namaz kılarken, vücûdün diğer kısmlarını, kolları, başı örtmek ve çorap giymek erkeklere sünnetdir. Açık kılmaları mekrûhdur.
Kadınların ise, ellerinden ve yüzlerinden başka her yerleri, bilekleri, sarkan saçları ve ayaklarını örtmeleri lazımdır. İnce olup içindeki uzvun şekli veya rengi görünen kumaş, yok demektir. Avret mahallini örtmek, namazda da, namaz dışında da farzdır. Yalnız iken kılarken de, örtmek farzdır. Avret yeri, ancak bir özür ile meselâ helâda açılabilir.
İnsanların, birbirine görünmesi ve bakması, dört türlüdür: Erkeğin kadına, kadının erkeğe, erkeğin erkeğe, kadının kadına bakmasıdır. Erkeğin kadına bakması da üçe ayrılır: Erkeğin yabancı kadına, kendi hanımına ve bakması câiz olan onsekiz akrabâsına bakmasıdır. Erkeklerin yabancı kadının yüzünden ve ellerinden başka yerine bakmaları dört mezhebde de haramdır. Erkeklerin, erkeğin göbeği ile dizi arasına bakmaları haramdır. Bunun dışına, şehvetsiz bakmaları câizdir.
Erkek, nikâhla alması ebedî, sonsuz haram olan onsekiz kadının başına, yüzüne, gerdanına, kollarına, dizden aşağı bacağına, şehvetden emîn ise, bakabilir. Göğüslerine, koltuk ve yanlarına (böğürlerine), uyluk ve dizlerine ve sırtına bakamaz. Kadınların buralarına da Galîz yani “Kaba avret” yerleri denir. Her kadının, buralarını namazda, yabancı erkeklerin yanında, şekli belli olmamak üzere geniş olarak örtmeleri lâzımdır.
Nûr sûresi, otuzuncu âyetinde meâlen, “Ey Resûlüm “sallallahü aleyhi ve sellem”! Mü’minlere söyle, harâma bakmasınlar ve avret yerlerini harâmdan korusunlar! Îmânı olan kadınlara da söyle, harâma bakmasınlar ve avret yerlerini harâm işlemekden korusunlar!” buyuruldu.
“Üç şey, göze cilâ verir: Yeşilliğe, akar suya ve güzel yüze bakmak” ve “Üç şey gözü kuvvetlendirir. Sürme çekmek, yeşilliğe ve güzel yüze bakmak” hadîs-i şerîfleri, bakması halâl olan kimselere bakmanın fâidesini bildirmekdedir. Yoksa, yabancı kadınlara, kızlara bakmak, gözü zayıflatır ve kalbi karartır.
Başka bir hadis-i şerifte de, “Yabancı bir kızı görüp de, Allahü teâlânın azâbından korkarak, başını ondan çeviren kimseye Allahü teâlâ ibâdetlerin tadını duyurur” buyuruldu. İlk görmesi af olunur. Bir hadîs-i şerîfde, “Allah için yapılan cihâdda düşmanı gözleyen veya Allah korkusundan ağlıyan veya harâmlara bakmıyan gözler, kıyâmetde Cehennem ateşini görmiyeceklerdir” buyuruldu.
|
10 Mart 2006 Cuma |
|
Kadının yegane süsü ve güzelliği”
|
Dün, Diyanet İşleri Başkanı ve Diyanet İşleri Yüksek Kurulu’nun; kadınların örtünmesi Cenab-ı Hakkın kesin emridir, böyle önemli ve hassas konunun tartşıılmasının uygun olmayacağına dair görüşlerine yer vermiştim. Bugün de, dinimizin bu emrinin şekli ve önemi üzerinde durmak istiyorum:
Dinimiz örtünmeyi emretmiş fakat şekil üzerinde durmamış, kadının belli bir örtü ile kapanmasını emretmemiştir. Kadının örtünmesinde iki şart vardır: Birincisi, örtünmesi gereken yerlerin örtülmesi. İkincisi, örtünürken uzuvların görünmemesi ve belli olmamasıdır. Bu iki şart yerine geliyorsa kadın istediği şekilde giyinebilir. Örtünme şekilleri örf âdete göre, yaşayışa, iklimlere göre farklı farklı olabilir. Bunlar duruma göre, manto, eşarp, başörtüsü, şalvar, çarşaf vb şeyler olabilir. İlla şu şekilde giyineceksin demek, müslümanı sıkıntıya sokmak olur. Dinin emrini değiştirmek, sınırlamak olur. Kur'ân-ı kerîmde geçen cilbab kelimesinin, çarşaf manâsına gelmediği birçok tefsirde ve pekçok kıymetli fıkıh kitabında yazılıdır.
Hadîs-i şerîfte, “Haramdan cilbab giyen erkeğin namazı kabûl olmaz.” buyurulmuştur.
Başka bir hadîs-i şerîfte de, “Haya cilbabını çıkaran kimseyi söylemek gıybet olmaz.” buyurulmuştur. Bu hadîs-i şerîflerden cilbabın herhangi bir örtü olduğu açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Cilbab, eskiden erkeklerin de, kadınların da giydikleri bir elbise, bir gömlektir.
Örtünmenin şeklini bu şekilde özetledikten sonra, örtünmenin önemi ve sosyal faydası ile ilgilili olarak, Cumhuriyetin kurulmasında emeği geçen o günün önemli aydınlarından ve yazarlarından olan Yakub Kadri Karaosmanoğlu’nun bir makalesine yer vermek istiyorum:
“Bu çirkin asrın ve çirkin muhitin yegâne süsü, yegâne güzelliği sizin başörtünüzdür. Niçin ondan müştekî gibisiniz? O mazrufa bu zarftan muvafık ne olabilir? Sizi böyle gördükçe bir kadının başka türlü nasıl giyinebileceğini düşünüyorum ve örtüsüz bir kadın tahayyül edemiyorum. Yazık değil mi ki o saçlara güneş vursun, o yüzü havalar, tozlar hırpalasın. Yazık değil mi ki -mazallah- o gözlerin harimine kolayca, lâubali bir yabancı gözün kıvılcımı sıçrasın.
Niçin başka cinsten kadınlara bakıp da başınızda garip mütalâalara meydan açıyorsunuz? Onlardan size ne? Siz başlı başınıza bir âlemsiniz. Ben o âleme girdiğim dakikadan itibaren, hariçte başka mevcudiyet var mı, yok mu unuttum bile. Siz niçin kendinizde herkesi unut muyorsunuz?
Söze başlarken demiştim ki, bu çirkin asrın, bu çirkin muhitin yegâne güzelliği sizin örtülerinizdir. Memnun ve müsterih yaşamak için bu kanaat size kifayet etmez mi? Halbuki benim ruhumu sadece bu kanaat dolduruyor. Örtüleriniz bana muhabbet öğretiyor; hayata muhabbeti, aşka muhabbeti, memlekete muhabbeti öğretiyor; bahusus memlekete muhabbeti. Zira sizin örtüleriniz, bu süsleriniz değil midir ki, minarelerden ve o al râyetten (bayraktan) sonra bu serseri ruha biraz âşina ve bir emin mersa (liman) saadeti veriyor.
Gördünüz mü? Başörtünüzden bahsederken haşin adımlarla surlar etrafında dolaşan eski bir kahraman gibi söz söylemeye başladım. Belki bunların hiçbirini yapmayacağım, fakat emin olunuz ki, şu dakikada çok samimiyim. Size, sizin örtülerinize ve süslerinize doğru teveccüh edince kendimi çok bahtiyar hissediyorum.
Sakın onları çıkarmayınız, sakın onları atmayınız. Bu çirkin muhitin ortasında asalet ve zarafete yegâne dâl (işaret) olarak bunlar, sade bunlar kaldı. İnsanlar senelerden beri, insanlığı terzil (rezil etmek) için ve cemiyetlere manzaraların en fenasını vermek için, sevimsiz bir cinnetle her şeyi devirdiler. Bu güruha peyrev olmak (peşinden gitmek) size yakışır mı? Ben sizi zamanların ve insanların fevkinde, onların haricinde biliyorum. Siz mestur ruhlardan değil misiniz? Yaratıcımız sizi bu sıfatla sair mahlûkat arasında mümtaz kılmamış mıydı? O, Kitab'ında sizin isminizi zikretmedi mi?" (Yakub Kadri, Kadınlık ve Kadınlarımız s. 39-41)
|
11 Mart 2006 Cumartesi
|
Hazreti Mehdi de gelecek
|
Son günlerde bazı ilahiyatçılar, hazreti İsa’nın gelmeyeceği iddiasını ortaya atarak yeni bir tartışma daha başlattılar. Geçenlerde, bu konuda icma (ittifak) bulunduğu için, Hz. İsa’nın geleceğine inanmamanın insanı dinden çıkartacağını vesikaları ile bildirmiştik. İmam-ı a’zam, imam-ı Malik, imam-ı Safii, İmam-ı Ahmed, imam-ı Es'ari, imam-ı Maturidi, Suyuti, Teftazani, F. Razi gibi Ehli sünnet büyüklerinin Hz. İsa’nın geleceği konusunda ittifakının bulunduğunu yazmıştık.
Şimdi de, buna bağlı olarak Hazreti Mehdi’nin gelmeyeceği konusu tartışılmaya başlandı. Tartışmayı başlatanlar da yine aynı guruh. Aklı naklin üstünde tutan, kendi akıllarının almadığı hadis-i şerifleri, İslam büyüklerinin sözlerini inkar eden guruh. Geçenlerde bunlardan biri, Hz. İsa konusunda; bütün hadis kitaplarında geçiyor, inkarı mümkün değil ancak bunlar akla mantığa aykırı, kabulü mümkün değil dedi. Bu nasıl bir mantık bu nasıl bir akıl, bu duruma nasıl gelindi anlamak mümkün değil. Şu anektot böyle “aykırı” davranışların sebebini anlamamızı biraz kolaylaştırıyor. 1950’li yıllarda, dini okullar açılıp dini faaliyetler yoğunlaşınca, bazı kesimler rahatsızlıklarını dile getirirler. Daha sonra, “Bu okullara, dini mihraptan yıkmak için müsaade ediliyor!” cevabı ile de rahatlarlar.
Şimdi gelelim hazreti Mehdi konusuna. Hz. Mehdi’nin geleceği hadis-i şeriflerle bildirilmiş, İbni Hacer-i Mekki hazretlerinin (Alamat-i Mehdi), İmam-ı Süyutî hazretlerinin (El-bürhan) ve İmam-ı Şaranî hazretlerinin (Muhtasar-ı Tezkire-i Kurtubi) kitaplarında, iki yüze yakın alameti açıklanmıştır. Bu hadis-i şeriflerden bazıları şunlar:
“Kıyamet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim evladımdan birini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın ismi gibi olur. Ondan önce dünya zulümle dolu iken, onun zamanında adaletle dolar.” (Tirmizî)
“Yeryüzüne dört kişi malik oldu. İkisi mümin, ikisi kâfir idi. Mümin olan Zülkarneyn ile Süleyman aleyhisselam idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrud ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, benim evladımdan biri yeryüzüne malik olacaktır.” (İ.Süyuti)
“Eshab-ı Kehf, Hz. Mehdinin yardımcıları olacak ve Isa aleyhisselam bunun zamanında gökten inecektir. Isa aleyhisselam, Deccal ile harb ederken, Hz. Mehdi, onunla beraber olacaktır. Bunun hükümdarlığı zamanında, her zamankinin aksine olarak ve hesabların tersine olarak, Ramazan-ı şerifin 14. günü güneş ve ilk gecesinde ay tutulacaktır.” (İ.Süyuti”
“Mehdinin başı hizasında bir bulut olacaktır. Buluttan bir melek, "Bu Mehdidir, sözünü dinleyiniz" diyecektir.” (Ebu Nuaym)
“Mehdi gelince daha önce görülmemiş bir bereket olacak, ümmetim rahat edecektir.” (İbni Ebi Şeybe)
“Isa, evlatlarımdan Mehdinin arkasında namaz kılacaktır.” (İbni Hacer-i Mekki)
“Benden sonra fitneler, harpler, hicretler olur. O kadar yayılır ki fitnenin dokunmadığı müslüman kalmaz. Bu kötü durum, Mehdi çıkıncaya kadar devam eder” (Ebu Nuaym)
“Mehdi evlenir, bir oğlu olur. Bu son doğan çocuk olur, ondan sonra kısırlık yayılır, doğum olmaz. Böylece halk tükenir.” (Kurtubi)
İmam-ı Rabbanî hazretleri de, “Yeryüzünü küfür ve kâfirlik kaplamadıkça, Mehdi gelmez” hadis-i şerifini naklederek, hazret-i Mehdi çıkmadan önce, küfür ve kâfirliğin her yere yayılacağını bildirmektedir.
Kütüb-i sitteden Buharî, Müslim, Ebu Dâvud, İbni Mace, Tirmizî ve diğer hadis âlimlerinin bildirdikleri bu hadis-i şerifleri ve Ehl-i sünnet âlimlerinin açıklamalarını akıl ve insaf sahibi hiç kimse inkar etmez, edemez. Tevil de edemez. Herkes dinin hükümlerini tevil etmeye kalkarsa ortada din diye bir şey kalmaz. Bu kadar açık deliller karşısında, Hz. Mehdinin gelmeyeceğini söylemek büyük cahillik ve büyük taassup olur.
|
17 Mart 2006 Cuma |
|
Önceki âlimler cahillikle suçlanır!”
|
Bugün geçmişi inkar; İslam alimlerini, fıkıh kitapları hafife alma, alay etme, hatta hadis-i şerifleri çeşitli bahanelerle (uydurma, akla, mantığı uygun değil gibi) dolaylı inkar günümüz bazı din adamlarının alameti farikası haline geldi. Geriye kalan tek kaynak Kur’an-ı kerime de istedikleri gibi mana vererek, halkın geçmiş ile irtibatını kesmek ve dinde karkaşa çıkarmak istiyorlar. Bu durumu Resulullah efendimiz ondört asır önce “Öyle bir zaman gelir ki, âlimler fitne unsuru olur, camiler ve hafızlar çoğalır, ama, hemen hemen (hakiki) âlim hiç bulunmaz.”, “Daha önce yaşamış âlimler cahillikle suçlanır.” buyurarak haber vermiş, bunun kıyamet alametlerinden olduğunu bildirmiştir.
Kendi foyalarını meydana çıkarttığı için bazı kesimler kıyamet alametleri ile ilgili hadis-i şerifleri de inkar etmektedirler. Halbuki, on büyük alamet çıkmadıkça Kıyamet kopmıyacağını Peygamber efendimiz bildirmiştir. Bunlar:
1- Mehdi gelecek. “Ehl-i beytimden bir zat yeryüzüne hakim olmadıkça kıyamet kopmaz. Onun alnı açıktır, kemer burunludur. Yeryüzü zulümle dolu iken, o, dünyayı adaletle doldurur. İdaresi yedi yıl sürer.” (Müslim).
2- Deccal gelecek. “Deccal çıkınca, tanrı olduğunu söyler. Onun tanrı olduğuna inananın imanı gider.” (İbni Ebi Şeybe)
3- Hz. Isa gökten inecek. “Elbette o (Hz. Isa’nın Kıyamete yakın gökten inmesi) Kıyametin yaklaştığını gösteren bilgidir. Sakın bunda şüphe etmeyin.” (Zuhruf 61-Tibyan)
4- Dabbet-ül-arz çıkacak. (Neml 82)
5- Yecüc ve mecüc çıkacak. Yecüc-mecüc seddi yıkıp çıkar. (Enbiya 96)
6- Duman çıkacak. Yeri göğü duman kaplar. (Duhan 10)
7- Güneş batıdan doğacak. “Güneş batıdan doğmadıkça Kıyamet kopmaz. O zaman herkes iman ederse de fayda vermez.” (Müslim). Ehli sünnet alimleri, bunun fiziki olarak olacağını, mecazi manada yani İslamiyetin Batı’ya yayılacağı manasında olmadığını bildirmişlerdir
8- Ateş çıkacak. “Hicazdan çıkan ateş, Basradaki develerin boyunlarını aydınlatır.” (Müslim)
9- Doğu, Batı ve Arabistanda ay tutulacak ve yer batması olacak. (B.Arifin)
10- Kâbe yıkılacak. (T.Kurtubi)
Küçük alametlerden bazıları da hadis-i şeriflerde şöyle bildirilmiştir:”İlim kalkar, cehalet, anarşi ve ölüm çoğalır.” (İbni Mace), “İşler, ehli olmıyana verilir.” (Buharî), “Ulema, halkın istediği yönde fetva verip, helala haram, harama helal derler; Kur'anı ticarete, menfaate alet ederler.” (Deylemî), “Bu dinin başlangıcı gibi, sonu da garip olur!” (Tirmizî), “Çalgı her yere yayılır, gıybetçi çoğalır.” (Beyhekî), “İnsanlar, yalnız malın, paranın gelmesini düşünür, helalını, haramını düşünmezler” (R.Nasıhin), “Bir camide binden fazla kişi namaz kılar, fakat, içlerinde bir tane mümin bulunmaz” (Deylemî), “Lutilik mubah sayılmadıkça kıyamet kopmaz.” (Deylemî), “Kardeşler farklı dinden olmadıkça kıyamet kopmaz.” (Deylemî).
Hadis-i Şerifle bildirilen diğer alametlerden bazılarını da alimler şöyle bildirmişlerdir:
Bilgin veya âlim denilenlerde, zerre kadar iman olmaz. Herkese iyilik eden müslüman ahmak sayılır. İslâma uymak, ateşi elde tutmak gibi zor olur. Mescidlerde, toplantılarda fâsıkların sesi yükselir. Bid'atler yayılır. Günaha teşvik artar. Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker kalkar. Komşuluk kötüleşir. Cimrilik artar. Akrabalık ilişkileri kopar. Ana-babaya isyan edilir. Menfaat için din alet edilir. Kötülükler başgösterir. İltimas, rüşvet çoğalır. İçki çok içilir. Zekât verilmez. Hanıma uyup, anneye isyan edilir. Zararından korunmak için insanlara müdara edilir. Gençler fâsık olur.
|
18 Mart 2006 Cumartesi
|
Osmanlı huzurun kaynağı
|
Geçen hafta, Çanakkale Savaşı’nın yıl dönümüydü. Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden çekilmesini sağlayacak Birinci Dünya Savaşı’nın önemli bir parçasıdır Çanakkale savaşları. Bu savaşlarda 205 bin askerle, Batılı devletlerden en çok zayiat veren de İngilizlerdi. İngilizleri Osmanlıların üzerine sürenlerin başında, ezeli Türk düşmanı Churçhil geliyordu.
Churçhil, her neye mal olursa olsun bütün Müslümanların hamisi durumundaki Osmanlı Devleti’nin yıkılması taraftarıydı. Bu savaşlarda ve daha sonraki yıllarda bunun tersini savunan pek çok İngiliz devlet adamı da oldu. Hatta bunlar Osmanlıyı savunan, lobiler, dernekler oluşturdular. Lordlar Kamara’sında günlerce fikirlerini savundular. Bunların düşüncesi şuydu: “Tarihi bir hata yapıyoruz. Osmanlı bölgede önemli bir denge unsurudur. Bu denge bozulursa, bu bölgelerde huzur kalmaz. Buna biz sebep olduğumuz içinde tarih bizi hiçbir zaman affetmez.”
Çoğunluk bunun aksini savunduğu için bu fikrin kıymeti harbiyesi olmadı. Osmanlıyı yıktılar ve o günden bugüne bölgede huzur sağlanamadı. Bu bölge kimseye yar olmadı. Mazlumun ahı, kanı yerde kalmadı. Başta İngilizlere yardım eden yerli halk olmak üzere bu yıkımda dahli bulunan herkes ağır bir bedel ödedi ve halen de ödemeye devam etmektedirler.
Bölge aynı, insanlar aynı olduğuna göre bugünkü sıkıntı nereden geliyordu? Bölge aynı, insanlar aynı fakat değişen bir şey vardı; o da bu bölgeyi bugünü kadar idaredenler.
Osmanlıya asırlarca niçin boyun eğiyorlardı bu bölgenin insanları? Çünkü biliyorlardı ki, Osmanlıdan kendilerine zarar gelmez. Yaptıkları herşey onların lehineydi.
Osmanlı idare ettiği insanları, dini ırkı ne olursa olsun sömürü vasıtası olarak görmüyordu. Her şeyden önce onları insan olarak görüyordu. Onların hak ve hukukunu, huzur ve sükunu muhafazayı birinci iş addetmişlerdi kendilerine. Bütün insanların istediği de bu değil miydi zaten. Siz, önce sözde bağımsızlık verip sonra da inim inim inletirseniz tabii ki isyan eder halk. Sözünüzü dinlemez.
Osmanlıda insanlara hizmet esastı. Bunlarda ise kendilerine hizme, sömürü esas. Böyle bir niyetin, adaletsizliğin, zulmün olduğu yerde huzur olur mu? Osmanlılarda herkes, dini ırkı ne olursa olsun adalette eşitti. En üst düzeyde hakkını rahatlıkla arayabilirdi. Hak aramada hiçbir engel ile karşılaşmazdı. Adalet denilince akan sular dururdu. Hiç dikkatinizi çekti mi bilmiyorum. Osmanlının yönetim merkezi olan Topkapı sarayı’nın girişinde, sol tarafta bir levha var. Burada şöyle yazıyor: “ Ya'vî ileyhi külli mazlûmin” yani, “Mazlumların, zulme uğrayanların sığınağı” Altı asırlık ömrün sırrı da buradaydı zaten. Bu, sadece yazıda kalmadı. Tatbik de edildi. Tarihte bununla ilgili sayısız örnekler var. Birini nakledeyim sizlere:
Kânûnî Sultan Süleyman Hân, Budin seferinden dönerken, Edirne yakınlarında, bağların, bahçelerin içinden askerler yollarına devam ediyorlardı. Halk sevinç içinde sultanı karşılıyordu.
Köylünün biri ısrarla pâdişâhı görmek istiyordu. Görevliler pâdişâha yaklaştırmıyorlardı. Bu durumu fark eden pâdişâh: “ Bırakın gelsin” dedi. Kânûnî, gelen kimseye sordu:”Derdin nedir?”
“Sultanım. Bizler fakir köylüleriz. Birkaç dönüm, bağ bahçe gibi arazimiz vardır. Dünden beri askerleriniz, ekinlerimize ve bağlarımıza istemeden de olsa zarar verdiler. Ya zararlarımızı ya ödersiniz veyahut da sizi şikâyet ederim. Kanuni sordu: “Söyler misin beni kime şikâyet edeceksin?” Köylü şöyle cevap verdi: “Size Kânûnî demezler mi pâdişâhım. Seni kânûna şikâyet ederim kânûna...”
Kânûnî, ihtiyar köylünün, kendisi ile böyle rahat bir şekilde konuşmasına hakkını arayabilmesine çok sevindi. Zararını hemen tazmîn ettirdi.
İşte Osmanlıyı altı asır ayakta tutan, halkını huzurlu kılan bu anlayıştı. Bunun da kaynağı İslamiyetti. Huzuru, aydınlığı başka yerde arayan karanlıkta kalmaya mahkumdur!..
|
24 Mart 2006 Cuma |
|
Osmanlının başarısı
|
Osmanlılar üç kıtaya yayılan milletleri asırlarca huzur ve sukun içinde idare ettiler. Osmanlıların, türlü türlü kanı taşıyan, türlü dil konuşan, başka başka âdet ve ananelere bağlı olan çok kültürlü milyonlarca insanı, aralarındaki farkları bıraktırarak, bir inanç veya fikir etrafında toplayıp, altı asır hüküm süren muazzam bir imparatorluk kurduklarını biliyoruz.
Osmanlıların bu başarısı zannedildiği gibi yanlızca askerî değildi. Yanî kaba kuvvete dayanmıyordu. Askerî yöntem Osmanlıların başvurdukları en son çâre idi. Öyleyse, onları gayelerine ulaştıran ve uzun ömürlü kılan esas âmiller nelerdi? Bu başarıyı kazanmakta nasıl ve hangi metodları kullanmışlardı?
Başarılı olmalarını sağalayan birçok metodları vardı. Bu metodlardan biri, belki de en önemlisi örnek bir hayat sunmalarıdır. Anadolu'da yerli halka, gerek inançları ve töreleri, gerekse daha geniş ifâdesi ile kültürleri üzerinde herhangi bir baskı uygulanmamıştır.
Avrupa ortaçağında görülen engizisyonlar ve benzeri uygulamalar, İslâm âleminin hiçbir devrinde görülmediği gibi, Osmanlılarda da ne devlet ve ne de diğer ileri gelenlerce veya belli bazı teşkilatlarca bilinen ve uygulanan şeyler değildi.
Aksine tam bir inanç hürriyeti hâkimdi. Çünkü, İslâmiyetin, "Dinde zorlama yoktur" prensibine Osmanlılar sâdık kalıyorlardı. Kimse zorla Müslüman olmaya zorlanmıyordu. Yaptıkları tek şey; yerli halk arasına Müslüman Türklerin getirilerek yerleştirilmesi, kendi inançlarının gereğini en arı ve duru hâliyle yaşamak suretiyle onlara bir alternatif sunmaları idi.
Bu şekilde, yerli halk, kendi hayat tarzları ile Müslüman Türklerin hayat tarzlarını görüp, mukayese yapabilme fırsatına sahip kılınmış oluyorlardı.
Bu gâye ile Yıldırım Bayezid, İstanbul'u muhasara ettikten bir müddet sonra Timur Han ile araları açılınca, muhasarayı kaldırmak için Bizans ile anlaşırken koydurduğu anlaşma maddelerinden birisinin gereği olarak İstanbul'un Sirkeci kesiminde, Taraklı, Göynük ve Karadeniz sahillerinden 700 hanelik bir Müslüman-Türk mahallesi kurdurmuştur.
Bu tür faaliyetlerin asıl maksadı İslâm ahlâkını gayrı müslimlere tanıtmaktır. Bu tanıtma faaliyetlerine baskı denilemeyeceği gibi, propaganda demek bile güçtür. Çünkü, hiçbir propoganda ve hiçbir reklam gerçeğin yüzde yüz ifâdesi değildir. Bu örnek yaşayış ise gerçeği aynen yansıtmaktır.
Osmanlıların ilk dönemlerindeki kültürel tanıtım faaliyetlerinde ve bilhassa iskân edilen nüfus içerisinde gönüllü olarak yer alan, yahut da başka uç bölgelerine kendiliklerinden giderek yerleşen, tekke ve tasavvuf mensuplarının da önemli payları olmuştur.
Sadece Anadolu'nun değil, birçok ülkenin fethinde, tasavvufun güzel ahlâkı ile bezenmiş kimselerin büyük rolü olmuştur. Resûlullah efendimiz, Hudeybiye anlaşmasını, bütün olumsuz maddelerine rağmen, bir maddesi için kabûl etmişti. Bu madde, Müslümanların müşriklerle rahatça görüşebilmelerini sağlamaktaydı. Bu görüşmeler ile birçok müşrik Müslüman olmuştu. Bir şeye inandırmanın en kolay, en sağlam yolu, görerek yaşıyarak örnek olmaktan geçer.
Meselâ eskiden Alperenler denilen kimseler vardı. Bunların her biri, tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde, dergâhlarda yetişmiş kimselerdi. Dînimizin güzel ahlâkı ile bezenmişlerdi. Hâl ile, söz ile, yaşayış ile örnek kimselerdi. İslâmiyeti yaymak için kendilerini adamışlardı. Eshâb-ı kirâm gibi geri dönmemek üzere çeşitli memleketlere dağılmışlar, oralarda İslâmiyeti tanıtmakla ömürlerini tamamlamışlardı. Tâ Semerkant'tan, Buhara'dan kalkıp Anadolu'ya, Rum diyârına gelmişlerdi.
Tarih boyunca, küfür devam etmiş fakat, zülüm hiçbir devirde payidar olmamıştır. İnsana insan muamelesi yapan, adalet ile hükmeden devletler ayakta kalmış, zulmedenler yok olup gitmişler, tarihte hep lanetle anılmışlardır.
|
25 Mart 2006 Cumartesi |
|
“Kavak eken sopa biçer!”
|
Son iki haftadır, ilköğretim okullarında ve Liselerde meydana gelen olaylar, gazetelerin manşetlerinden ve televizyonların ana haber bültenlerinden inmedi. Bir gazete, “Son iki günde görülen öğrenci olayları” diye verdiği haber özeti okullarımızın içler acısı hallerini gözler önüne seriyor:
“İstanbul'da bir İlköğretim öğrencisi, kendisine "tembelsin" diyen arkadaşını kalbinden bıçakladı, durumu kritik… Endüstri Meslek Lisesi öğrencisi kız yüzünden tartıştığı arkadaşını göğsünden ve bacağından bıçakla yaraladı… Konya'da evlerinin önünde arkadaşlarıyla oynayan ilköğretim okulu öğrencisi arkadaşı tarafından bacağından bıçaklandı. Yozgat’ta 11 yaşındaki bir İlköğretim Okulu öğrencisi maçta arkadaşını bıçakla yaraladı. Yedi yaşında İlköğretim okulu öğrencisine cinsel tacizde bulunduğu geretçesiyle okul müstahdemi tutuklandı. Bir İlköğretim Okulu'nda iki erkek öğrenciye, sınıf ve okul arkadaşları tarafından tuvalette tecavüz edildiği iddiası ortalığı karıştırdıSamsun'da da iki lise öğrencisi arasında çıkan kavgada bir öğrenci bıçaklandı. Yapılan aramada üzerlerinde uyuşturucu bulunan iki lise öğrencisi gözaltında alındı…”
Sadece iki günde bu kadar olumsuz olayın olduğu okullara, anne baba gönül rahatlığı çocuğunu nasıl göndersin? Ayyuka çıkan bu olaylardan sonra olayların sebepleri üzerinde durulması başlandı. Daha doğrusu suçlu aranmaya başlandı. İstanbul Milli Eğitim Müdürü Balıbey, “Biz elimizden geleni yapıyoruz. Bu konuda en büyük görev de ailelere düşüyor. Çocuklarımızı zararlı kültürden koruyamazsak, kültürsüz ve günlük olaylardan etkilenen gençler haline gelecekler. 'Kavak eken sopa biçer' diye bir laf vardır.” diyerek en isabetli teşhisi koydu.
Gerçekten burada en büyük görev ailelere düşmektedir. Çocukları ile daha küçük yaşlardan itibaren ilgilenen, onları başıboş bırakmayan, onlara manevi yönden destek veren aile çocukları bu tür kötü alışkanlıklardan uzak kalmaktadırlar.
Eğer aile çocuğu ile ilgilenmezse bu boşluğu başkaları dolduruyor. Başkaları da, genelde ya sokak oluyor ya da televizon. Sokağın hali ordada. Televizyonların yaptığı tahribat ise herkesin bildiği bir gerçek. Sanki televizyonlar aileyi tahrip etmek, yok etmek için söz birliği yapmışlar. Aileyi parçalamak, evlilik dışı çocuk sahibi olmayı, “birlikteliği” özendirmek için yarış yapıyorlar.
Vatan Gazetesi’den Yüksel Aytuğ’un 25.3.2006 tarihli araştırma yazısı işin vahametini ortaya koymaktadır: “Veled-i zina, yani evlilik dışı çocuk sahibi olma, son günlerde TBMM gündeminde bile yer almıştı. Sebebi de toplumda evlilik dışı çocuk sahibi olmanın giderek kanıksanan bir davranış haline gelmesiydi. Suçlu olarak da gayrı meşru çocuk sahibi olan ünlüler ve bunların haberlerine geniş şekilde yer veren magazin medyası gösteriliyordu. Ancak dikkatlerden kaçan bir durum var. Ekranlardaki yerli dizilerde "veled-i zina" kaynıyor. İşte şaşırtıcı tablo” dedikten sonra yaptığı şu araştırmaya yer veriyor: Şu anda, sekiz ulusal kanalın yayınladıkları dizilerin her birinde, baş rol oyuncuların birinin çocuğu rol gereği gayri meşru. ( Yazıda, kanalların isimleri ve dizilerin adları da verilmiştir.)
Kanallarının aileyi yıkmada böyle bir bombardımana tuttuğu bir ülkenin çocuklarından daha başka ne beklenir. Son yıllarda, Avrupa’da Amerika’da ailenin önemini, ailesiz toplum olamayacağını anlatan filmlere öncelik verilirken, devlet desteği sağlanırken ülkemizdeki bu aileyi yıkıcı dizelere yer verilmesi ve buna RTÜK’ün seyirci kalması anlaşılır bir durum değildir. RTÜK, dizilerde sigara yasağı için gösterdiği hassasiyeti, aileyi yıkıcı dizilere ve dizilerde boşrol oyuncuların su gibi içki içmesinde gösteremez mi? Bunlar sigaradan daha az mı zararlı?
Evet, burada en büyük suç ailede. Çocuğuna dini terbiye vermeyen, ahlakı - ahlaksızığı öğretmeyen, hangi filimleri seyrediyor, kimlerle arkadaşlık kuruyor haberi olmayan, daha ilk öğretimde iken kızının erkek arakadaşı edinmesini normal gören hatta “daha senin erkek arkadaşın yok mu?” diye suçlayan anne babaların, çocukların bu beraberliği ileri noktaya götürmelerinden veya şiddete dönüştürmelerinden şikayet etme hakları yoktur.
|
31 Mart 2006 Cuma
|
Okullardaki şiddet olaylarının sebebi
|
Dün, okullarımızdaki şiddet olaylarından bahsetmiştik. Aslında bu durum sadece ülkemize özel bir konu değildir. Fazlasıyla Batı ülkelerinde de görülüyor bu olaylar. Genel olarak okullardaki eğitim ve öğrenime tepki gösteriyor çocuklar. İsteyerek, severek gidenlerin sayısı çok az. Siz hava muhalefeti dolayısıyla okullar tatil olduğunda, üzülen hiç çocuk gördünüz mü ?
Demek ki, dünyada çocukların yaratılışlarına, mizançlarına uymayan bir eğitim ve öğretim programı uygulanıyor. Öğretilen bilgiler onları tam eğitmiyor; aksine onları olumsuz olaylara itiyor. Batılı ilim adamları, bu sıkıntıların, problemlerin sebepleri üzerinde geceli gündüzlü çalışmaktadırlar. Dr. Benjamin Spock bu problemlerin sebeplerini üç madde halinde şöyle özetlemişti:
“Birincisi; semavi dinlere göre insan şerefli bir varlık olarak yaratılmıştır. Fakat son iki asırdır okullarda okutulan (Özellikle biyoloji, antropoloji, psikolojideki) maneviyattan uzak pozitivist, maddeci, inkarcı bilgiler Allah'a olan inancı temelinden sarstı. İnsanlık için münasip görülen daha aşağı mevkiin yavaş yavaş kabulü derin ve eziyet verici sonuçlar doğurdu, manevi inancımız boşaltıldı; fakat öyle yavaş boşaltıldı ki, çoğumuz nasıl, ne zaman olup bittiğini farkedemedik.( Örneğin bütün dinlerin karşı çıkmasına rağmen bugün hala Batı’da ve bizde okullarda, insanlığın Hz. Adem’den değil de, maymundan geldiğinin öğretilmesi, karşı çıkanların gericilikle suçlanması maneviyattan uzak pozitivist, maddeci, inkarcı eğitimin bir parçasıdır.)
İkincisi; biyoloji, antropoloji ve psikoloji insan varlığını anlamak için değerli ilimlerdir, fakat her biri insanlığı daha ziyade mekanik bir bakışla ve sınırlı olarak tanır. Onlar 'bir bütün olarak insan'ı, özellikle de bizi hayvanlardan ayırt eden, adına 'ruh' dediğimiz manevî halleri, idealizmi hesaba katmazlar. Bu ihmal birçok insanı müstehzi, aşağı bir sonuca götürür. Derler ki, yüksek idealler, gayeler için uğraşmayı bırakalım, bulunduğumuz bu alt tabakada, hayvanî tabiatımızla başbaşa zevkimize bakalım.
Üçüncüsü; eğitimde geçmişe şuursuzca başkaldırı ve düşüncesizce herşeye isyan hakim. Geçmişin inkarı; önceki bilgilerin tamamının yanlış, doğrunun sadece bugün bilinenler olduğu kanaatı. İnsanlarımızın önemli bir bölümü, inançlara, ideallere sahip çıkmadıkça toplum dikiş yerlerinden ayrılmaya devam edecek, dikiş tutmayacak. Eğer çocuklarımıza manevî değerleri kazandırmazsak, onlar televizyon programları, CD’ler ve diğer ticari reklam furyasının tazyiki altında maddeciliğin ortasına düşeceklerdir.”
Bu manevi değerlerden uzak eğitim Batı’da aileyi de temelinden sarstı. California'lı psikiyatrist Judith VVallerstein, ana-babası boşanmış 131 çocuk üzerinde onbeş yıl müddetle inceleme yapmış. "Üzerinde o boşanma hadisesinin tesiri kalmayan, uyumlu, normal bir yetişkin haline gelen bir tek çocuk görmedik." diyor. Hepsi bunalımlı, okulda başarısız, içine kapanık, saldırgan... Psikiyatrist Wallerstein devam ediyor: “ Boşanma ve kadının erkekle eşit olma arzusunu elde etmesi ile her şeyin hallolacağı sanıldı. Gelin nokta bunun ne kadar yanlış olduğunu ortaya koydu”
Batılı uzmanların ortak görüşü: Manevi boşluklarını dolduramadığımız, ruh sağlıklarını koruyamadığımız çocuklardan, birgün, toplum olarak kendimizi korumak zorunda kalacağız.
Manevi boşluk da, ancak İslam ahlakı ile, İslam terbiyesi ile doldurulur. Bunun için her Müslümanın birinci vazîfesi, evlâdına islâmiyeti ve Kur'ân-ı kerîmi öğretmek olmalıdır. Çünkü, evlâd, büyük nimettir. Nimetin kıymeti bilinmezse, elden gider. Çocukların da, anne baba üzerinde hakları vardır. Çocuklarımıza dinin emir ve yasaklarını öğretmek, dine uygun yaşamalarını sağlamak, çocukların haklarını ifâ etmektir. Bu önemli vazifeyi yerine getirmeyen ana-baba baba onun işlediği suçlara ortak olur. Dünyada ve ahırette, bunun bedelini çok ağır öder.
|
01 Nisan 2006 Cumartesi
|
Ayrı bir yol tutmak isteyenler!
|
Önümüzdeki pazar gününü pazartesiye bağlayan gece mevlid kandilidir. Dünyadaki bütün insanlara Peygamber olarak gönderilen, Peygamberlerin sonuncusu ve en üstünü Muhammed aleyhisselâmın doğduğu gecedir.14 asırdır, Resulullah Efendimizin doğduğu bu geceye çok önem verilmiş, bayram kabul edilerek merasimlerle kutlanmıştır. Batı’daki, Resulullaha karşı gösterilen saygısızlık sebebiyle bu sene bu kutlamaların daha görkemli, daha geniş tanıtımlı geçmesi bekleniyor. Böyle de olmalıdır; herkes elinden geleni yapmalıdır.
Mevlid gecesi, Kadir gecesinden sonra, en kıymetli gecedir. Bu gece, O doğduğu için sevinenler, O’na tabi olanlar affolur. O’na tabi olmak, yani O’na uymak; O’nun gittiği yolda yürümektir. O’nun yolu, Kur’an-ı kerimin gösterdiği yoldur. Bu yola Din-i İslam denir. O’na uymak için, önce Müslüman olmak, Müslümanlığı iyice öğrenmek, sonra farzları eda edip, haramlardan kaçınmak, daha sonra, sünnetleri yapıp mekruhlardan kaçınmak lazımdır.
Allahü teâlâ O’nu, dünyadaki bütün insanları saadete davet için gönderdi ve Sebe’ suresinin 28. Ayet-i kerimesinde mealen; “Ey sevgili Peygamberim! Seni, dünyadaki bütün insanlara, ebedi saadeti müjdelemek ve bu saadet yolunu göstermek için, gönderiyorum” buyurdu.
Muhammed aleyhisselama tabi olmak, “Ahkam-ı İslamiye”yi beğenip, seve seve yapmak ve O’nun emirlerini ve İslamiyet’in kıymet verdiği üstün tuttuğu şeyleri ve alimlerini, salihlerini büyük bilip, hürmet etmek ve O’nun dinini yaymağa uğraşmak demektir. Dinine uymak istemeyenleri, beğenmeyenleri, aldırış etmeyenleri ise zelil, hakir ve aşağı tutmaktır.
İki cihan saadetine kavuşmak, ancak ve yalnız dünya ve ahiretin efendisi olan, Muhammed aleyhisselama tabi olmaya bağlıdır. O’na tabi olmak için iman etmek ve Ahkam-ı İslamiyye’yi öğrenmek ve hakkıyla yapmak lazımdır.
Ahirette Cehennem’den kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselama tabi olanlara mahsustur. Dünyada yapılan bütün iyilikler, bütün keşifler, bütün haller ve bütün ilimler, Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin yolunda bulunmak şartı ile, ahirette işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın Peygamberine tabi olmayanların yaptığı her iyilik, dünyada kalır ve ahiretinin harab olmasına sebeb olur. Yani, iyilik şeklinde görünen, birer istidracdan başka bir şey olamaz.
İman için Resulullahı peygamber olduğunu kabul etmek kafi değildir. İman için, O’nun getirdiği dini de kabul etmek, getirdiklerini tasdik etmek, O’nu sevip itaat etmek, nasihatlerini kabul etmek, kendisine hürmet etmek şarttır. Bu hususta Allahü teâlâ mealen; “O halde Allahü teâlâya ve O’nun ümmi nebisi olan Resulüne iman edin, O’na tabi olun ki, doğru yolu bulmuş olasınız” (A’raf suresi: 158). “Kim, Allahü teâlâya ve Peygamberine iman etmezse, muhakkak (bilsin) ki, biz o kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır” (Feth suresi: 13).
Peygamber efendimiz; “Bana kim itaat ederse, Allahü teâlâya itaat etmiş olur. Kim bana isyan ederse, Allahü teâlâya isyan etmiş olur. Benim emrime itaat eden, bana itaat etmiş, emirlerime isyan eden de bana isyan etmiş olur”
Günümüzde bazıları, Resulullahın sünnetini, uygulamalarını kabul etmeyerek tek kaynağın Kur’an-ı kerim olduğunu iddia etmektedirler. Bunlar, islamiyeti yıkmak isteteyenlerin sinsi faaliyetleridir. Allahü teâlâ, Nisâ sûresinde meâlen, “Allah’ı ve peygamberlerini inkar eden, Allah’la peygamberleri arasını ayırmak isteyen “Bir kısmına inanır bir kısmını inkar ederiz” diyerek ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar gerçekten kafir olanlardır. Kafirlere ağır bir azap hazırlamışızdır.” buyurarak bunların gerçek niyetlerini ortaya koymaktadır. (Geniş bilgi için, www.mehmetoruc.com adresine müracaat edilebilir.)
|
07 Nisan 2006 Cuma
|
Kurtuluş O’nu sevmeye bağlı
|
Ahirette Cehennemden kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselama tâbi olanlara mahsustur. Dünyada yapılan hayrat ve hasenat, yani bütün iyilikler, bütün keşfler, bütün hâller ve bütün ilimler Resulullahın yolunda bulunmak şartı ile, ahirette işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın sevgili Peygamberine tâbi olmayanların yaptığı her iyilik, dünyada kalır ve ahiretin harap olmasına sebep olur. Yani, iyilik şeklinde görünen, birer istidractan başka bir şey olamaz.
Muhammed aleyhisselama tam ve kusursuz tâbi olabilmek için de Onu tam ve kusursuz sevmek lazımdır. Bunun alameti de, Onun düşmanlarını düşman bilmek, Onu beğenmeyenleri sevmemektir. Muhabbete müdahene, yani gevşeklik sığmaz. Aşıklar, sevgililerinin divanesi olup, onlara aykırı bir şey yapamaz. İki zıd şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada yerleşemez. İki zıddan birini sevmek, diğerine düşmanlığı icap eder.
Bir kimse, binlerce sene ibadet etse ve ömrünü, nefsini temizlemekle geçirse ve güzel huyları ile yanındakilere ve keşf ettiği aletler ile, bütün insanlara faydalı olsa, Muhammed aleyhisselama tâbi olmadıkça, İslam dinine inanıp müslüman olmadıkça ebedi saadete kavuşamaz.
Peygamber Efendimiz, gelmiş gelecek bütün en üstünü, en güzel huylusu idi. Nitekim kendisi , “İyi huyları tamamlamak, iyi ahlâkı dünyaya yaymak için gönderildim.” buyurmuştur. Semavî dinlerin hepsinde iyi huylar vardı. İslamiyet, bunları tamamlamak için gönderildi. Bu din varken, iyi huy bildirecek başka kaynağa, başka kimseye lüzûm yoktur. Bunun için, Muhammed aleyhisselâmdan sonra, Peygamber gelmiyecektir.
Bir gün Eshabı kiramdan bir zat gelip Resulullah efendimize bazı sualler arz etti. Bu sorular ve cevapları şöyle: “Ya Resulallah, ben insanların en alimi olmak istiyorum” “Allahü teâlâdan en çok korkan, insanların en alimi olur.” “ İnsanların en zengini olmak istiyorum.” “Kanaatkar olursan, insanların en zengini olursun.” “İnsanların en hayırlısı olmak istiyorum.” “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır. Sen de başkalarına yardımcı ol, en hayırlısı olursun.” “İnsanların en adaletlisi olmak istiyorum.” “Kendin için istediğini başkası için de iste. Kendin için istemediğini başkası için de isteme.” “İyi hal ve ikram sahibi insan olmak istiyorum.” “Öyle ise Allah'a ibadet ederken O'nu görür gibi ibadet et. Sen O'nu görmesen de O seni görüyor zaten.” “İmanımın mükemmel olmasını istiyorum.” “ Ahlakını güzelleştir. İmanın kemale ersin.” “Allahın itaatli bir kulu olmayı istiyorum.” “ O halde farzları ihmal etme. Tümüyle yerine getir.” “Rabb'imin huzuruna günah kirlerinden temizlenmiş olarak çıkmak istiyorum.” “Cünüplük guslederken günah kirinden de temizlenmeyi ihmal etme, tevbe, istiğfarla devamlı temizlen.” “Mahşere giderken yolumun aydınlık olmasını istiyorum.” “O halde hiç kimseye zulmetme, kalbini kırma. Gücüne güvenerek hakkından mahrum etme ki, mahşerde yolun adınlık olsun.” “Rabbimin bana merhametini arzuluyorum. Bana acısın istiyorum.” “Rabbinin yarattığı insana ve bütün canlılara merhamet eyle. Sen burada merhametli olursan orada merhamete layık olursun.” “Günahlarımın azalmasını istiyorum.” “Öyle ise tevbe, istiğfarını çoğalt. Bir daha yapmama konusunda azimli ol.” “Rabbimin rızkımı bol vermesini istiyorum.” “O halde abdestli çalışmaya devam et.” “Ayıplarımın yüzüme vurulmamasını istiyorum.” “Sen burada kimsenin ayıbını yüzüne vurmazsan, orada da senin ayıbını kimse yüzüne vurmaz.” “Günah kirlerinden ruhumu nasıl temizlerim?” “Gözyaşıyla. Günahların üzüntüsü ile akan gözyaşı ruhunu temizler.”
NOT: Peygamber Efendimizin, hayatını ve güzel ahlakını en doğru en güzel şekilde öğrenmek için, “ Kâinatın Efendisi” kitabını önemle tavsiye ederim. (Arı Sanat yayınevi, 0212 5204151)
|
08 Nisan 2006 Cumartesi
|
En tehlikeli düşman
|
Son zamanlarda gazete manşetlerinden düşmeyen, “Arkadaşına kanıp evden kaçtı”, “Arkadaşlarının telkini ile uyuşturucu batağına battı”, “Arkadaşının sözlerine kanan genç kız kendini fuhuş tacirlerinin elinde buldu”, “İnternette tanıştığı arkadaşının evine giden genç kız ayıldığında kendini parkta buldu” gibi haberler iyi arkadaş seçmenin önemini bir defa daha gözler önüne serdi. Ayrıca bu olaylar İslam büyüklerinin “ İnsanın üç düşmanı vardır: Nefs, şeytan ve kötü arkadaş. Bunlardan en tehlikelisi kötü arkadaştır” sözlerinin ne kadar doğru olduğunu ortaya koydu.
Gerçekten de, iyi bir arkadaş, iki cihân için, yani hem dünya hem de âhıret için büyük saâdettir. Çok az bulunan bir hazînedir. Kişi iyi bir arkadaşa sahip olunca, çok hamdetmelidir. İnsanın hem dünyasını hem de âhıretini kurtaracak arkadaş bulmak, hele bu zamanda çok zordur. Bunun için iyi kimsenin değeri çok fazladır.
Kötü bir kimse ile görüşüp onu yola getirmek, çok faydalı ise de bu tehlikelidir. Çünkü, başkasını kurtarmak için çalışırken kendisi de o kötülüğe bulaşabilir. Evliyâ, islâm büyükleri birçok kötü ahlâklı kimseleri yola getirmişlerse de, bunu herkes yapamaz. Allah adamları, Allahü teâlânın yardımı ile bunları yola getirmekte ve kendilerine bir zarar gelmemektedir.
Başkalarına tesîr edebilme özelliği ve buna dair donanımı olmıyan kimseler, kendilerini tam olarak düzeltmeden, başkalarını düzeltmeye kalkarlarsa, fayda yerine zarar meydana gelir. Kötülüğün bulaşması, yayılması çok kolaydır, sür'atli olur. İnsanları kötülüğe çekmek, otobanda ilerlemek gibi kolaydır. Çünkü nefs, kötülüğe çekmek için elinden gelen kolaylığı göstermektedir. İyililiğe çekmek ise, dikenli, engebeli yolda ilerlemek gibi zordur. Çünkü nefs bu yolda ilerletmemek için elinden gelen zorluğu gösterir.
Abdülhakîm-i Arvâsi hazretleri buyurdu ki:
"Cüzzam çok bulaşıcı bir hastalıktır. Buna rağmen, sağlam bir insan, cüzzamlı bir kişinin yanında yedi sene kalsa, aynı kaptan yese içse, bu kimseye cüzzamın geçmeme ihtimali vardır. Fakat bir binada kötü bir insan olsa, başka dairede dahi kalsa, ondaki kötü huyların sağlam insanlara geçmeme ihtimali yoktur. Mutlaka geçer. Kötülükler çabuk yayılır, çünkü nefsimiz kötüdür."
Bir sepette bulunan bir tane çürük üzüm, bir çürük elma bütün sepeti çürütür. Fakat sağlam üzümler, elmalar o bir çürüğü kurtaramazlar. Bunun için kötü kimselerden arslandan kaçar gibi kaçmalıdır. Hattâ, böyle kimseler arslandan daha tehlikelidir. Arslan nihayet insanın ölümüne sebep olur. İmânı varsa Cennete gider. Fakat kötü kimse, insanın îmânını da çaldığından hem dünyasını, hem âhıretini mahveder.
İnsan tanıştığı, görüştüğü, beraber olduğu kimsenin iyi arkadaş mı, kötü arkadaş mı olduğunu iyi öğrenmelidir. Bu şöyle anlaşılır:
İyi arkadaş, her zaman, Allahü teâlâyı hatırlatır. Allahü teâlâyı gönül ile, dil ile fiiliyât ile hatırlamamızı sağlar. Bir kimse, beraber olunduğu zaman, Allahü teâlâyı hatırlatıyor, kalbi uyanık tutuyorsa, bilinmelidir ki, gerçekten o iyi bir arkadaştır. Fakat, beraber olunduğu zaman, Allah korkusunu ve Allahü teâlâyı unutturuyorsa, o gerçekten kötü bir arkadaştır. Ondan uzak durmak, sakınmak şarttır.
Sâlih insan, iyi insan demektir. Ehl-i sünnet i'tikâdında olan ve harâm işlemekten sakınan müslümana "sâlih insan" denir. İyi insan olmak için, Allahü teâlâya karşı iyi olmak, Peygamber efendimize karşı iyi olmak ve bütün insanlara karşı iyi olmak lâzımdır. Bir kimsede bu üç iyilikten biri bulunmazsa, buna iyi insan denilemez.
|
14 Nisan 2006 Cuma |
“Ne için ve kimin için yapıyorum!”
|
Müslümanın her işinde, "Ben bunu ne için ve kimin için yapıyorum" diye düşünmesi gerekir. Her işini yaparken iyi niyetle yapması gerekir. Mubâhları yaparken de niyeti düzeltmek lâzımdır. Mubâh, dinimizce emir veya yasak edilmiyen şeylerdir. Bunlar iyi niyyetle yapılırsa sevâb, kötü niyyetle yapılırsa günâh olur.
Eski kitaplarda bu konu anlatılırken şu olay örnek verilir: Adamın biri atı ile yolculuk yaparken yol kenarındaki kuyudan su içmek ister. Fakat atını bağlayacak bir yer olmadığı için suyunu zorlukla içer. Suyunu içtikten sonra da, yakındamki ağaçtan bir dal keserek, gelen yolcular suyunu rahat içsinler diye kuyunun yakınına çakar. Aynı yere gece yolculuk yapan biri gelir. Kuyuya yaklaşırken bu kazık ayağına takılır yere düşer. Bunun üzerine, benim gibi takilip da bir başkası da düşmesin diye, kazağı söküp atar. Yaptıkları iş biribirinin yaptıklarının tam zıddına olmasına rağmen her ikisi de sevap alır. Çünkü niyetleri iyi; bu işi bir müslümanın sıkıntıya düşmemesi için yapıyorlar.
Bunun gibi bir kimse, övünmek, hava atmak, gösteriş yapmak için veya kadınları, kızları avlamak için şık giyinirse, günah işlemiş olur. Ancak, bu kimse, sünnet olduğu için, koku sürünür, şık giyinirken de maksadı, câmiye saygı, câmide yanına oturan müslümanları incitmemek, temiz, sıhhatli olmak, islâmın vakârını, şerefini korumak ise, her niyeti için ayrı sevap kazanır.
Günâhlar, niyetsiz veya iyi niyet ederek işlenirse dahi günâh olmaktan çıkmaz. “Ameller, niyete göre iyi veya kötü olur” hadîs-i şerîfi, tâatlara ve mubâhlara niyete göre sevâb verileceğini bildirmektedir.
Bir kimse, birinin gönlünü almak için başkasını incitse veya başkasının malı ile sadaka verse, yahut harâm para ile mektep, câmi yaptırsa, bunlara sevâb verilmez. Günâh, iyi niyyet ile işlenirse, yine günâh olur. Böyle işleri yapmamak sevâptır. Bilerek yaparsa, büyük günâh olur.
İnsan,bir işe başlarken, niyetine dikkat etmelidir. Niyeti iyi ise, o işi yapmalıdır. Niyeti, yalnız Allahü tealâ için olmazsa, yapmamalıdır. Hadîs-i şerîfte: “Allahü teâlâ, sizin sûretlerinize, mallarınıza, bakmaz. Kalblerinize ve amellerinize bakar” buyuruldu. Yani, Allahü teâlâ, insanın yeni, temiz elbisesine, hayrat ve hasenâtına, malına, rütbesine bakarak sevap ve ikrâm vermez. Bunları ne düşünce ile, ne niyet ile yaptığına bakarak, sevap veya azâb verir.
O hâlde, her mü'mine önce lâzım olan birinci farz , îmânı, farzları, harâmları öğrenmektir. Bunlar öğrenilmedikçe, müslümanlık olamaz.
Harâm olan birşeyi, meselâ içkiyi, din yasak ettiği için değil de midesine dokunduğu için içmese, bu kimse sevâb alamaz.
Harâmdan ancak Allahü teâlâdan korkarak, O yasak ettiği için sakınan, vazgeçen sevap kazanır. Başka bir sebep ile harâm işlemezse, günâhından kurtulur, sevap kazanmaz.
B'zı kimseler, harâma helâle dikkat etmiyor. Dikkat etmedikleri gibi, bir de “Sen kalbime bak, kalbim temizdir. Allah kalbe bakar” diyorlar. Bu sözün dinde yeri yoktur.
Bir kişinin kalbinin doğru ve temiz olduğuna alâmet, dinin emir ve yasaklarına uymasıdır. Böyle söyliyenlerin maksadı, müslümanları aldatmaktır. Bunların bu sözlerine değer verilmez.
Günâhlar içinde yüzen kimsenin, benim kalbim temiz demesi, lağım çukurundan çıkartılan kimsenin, "Benim üzerimde birşey yoktur. Elbiselerim tertemizdir" demesine benzer.
Düzgün niyyet edilmedikçe, hiçbir farz kabûl olmaz. Bunları yapabilmek için de ilim lâzımdır. Câhil sofu, şeytanın maskarası olur. Hadîs-i şerfte: “Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibâdet etmekten daha sevaptır” buyuruldu.
|
15 Nisan 2006 Cumartesi |
|
Ölmüşlerimizi unutmayalım!
|
Eskiden, mezarlıklar ana yollar, ana caddeler üzerinde olur; buralardan gelip geçenler mevtalara Fatiha okurlar, dua ederler; kendileri de ölümü hatırlayarak buna hazırlanmaya çalışırlardı. Şimdi mezarlıklar şehir dışında olduğu için çoğumuz bunlardan mahrum kalıyoruz. Ölümü ve ölülerimizi unuttuğumuz için de, Fatiha ve eskiden onlar için vermeyi alışkanlık haline getirdiğimiz, hayır hasenat sevabından mahrum kalıyorlar. Bunun için de beklenti ve üzüntü içinde oluyorlar. Bugün bununla ilgili yaşanmış ibretli bir olayı nakletmek istiyorum:
Sâlih-i Merrî hazretleri anlatır: Bir gece, seher vakti kalkıp, teheccüd namazını kıldıktan sonra, sabah namazını kılmak üzere câmiye doğru yola çıktım. Yolumun üzerinde bir mezarlık vardı. İçimden, "Sabah namazı vakti girene kadar şurada kalayım" diyerek mezarlığa girdim ve bir mezara dayanıp yere oturdum. Bu sırada kendimden geçip uyumuşum. Uykuda şöyle bir rü'yâ gördüm:
Bütün mezarlık halkı mezarlarından çıktılar ve grup grup olup sohbet etmeye başladılar. Bu arada pejmürde kılıklı bir delikanlı da bir kenara çekilmiş üzgün üzgün oturuyordu.
Çok geçmeden ortaya, içi çeşitli hediyelerle dolu ve üstleri mendillerle örtülü birçok tabak çıktı. Her ölü tabaklardan birini alarak kendi kabrine girdi.
Sonunda yalnız o pejmürde kılıklı delikanlı kaldı. Kendisine hiç tabak kalmadığı için üzgün üzgün kabrine doğru gidiyordu. Ona yaklaşarak, "Seni üzgün görüyorum sebebi nedir? Ayrıca bu tabaklar neyin nesi?" diye sordum. Delikanlı şöyle cevap verdi:
"Gördüğün tabaklar yakınlarının ölülerine gönderdikleri hediyelerdir. Diriler, ölüleri adına sadaka verince veya onlara duâ edince her cum'a gecesi bu hediyeler gelir. Akrabalarımdan sadece annem hayatta, o da ben öldükten sonra adımı ağzına hiç almadı; benim için bir sadaka vermedi, bir duâ etmedi. İşte bunun için üzülmekteyim. Kimse bana hediye göndermemektedir." Bunun üzerine, "Annen nerede oturuyor" diye sordum. O da, bana, annesinin evini ta'rif etti.
Namaz vakti uyandım. Namazımı kılar kılmaz kadının evini aramaya başladım. Tarif üzerine evi buldum. Kapıya varınca kendimi tanıtıp aramızda geçecek konuşmaları hiç kimse duymasın diye tenbih ettikten sonra rü'yâmı kendisine anlattım. Sözlerimi duyunca çok ağladı. Sonra, “Bunları yavrum ve göz bebeğim adına sadaka olarak dağıt. Artık ölünceye kadar onu unutmayacak, ona duâ edecek ve adına sadaka vereceğim” dedi. Ben de yanından ayrıldıktan sonra, verdiği sarı liraları oğlu adına sadaka olarak dağıttım.
Bir hafta sonra cuma namazını kılmak üzere yine yola çıktım. Aynı mezarlığa girip sırtımı bir mezara dayadım. Bir önceki hafta olduğu gibi başım önüme düştü ve gözlerim dalıverdi.
Rü'yâmda yine mezarlarından çıkarak yer yer kümelenmiş ölüler gördüm. Bu arada bir önceki hafta pejmürde kılıklı ve üzgün olarak görmüş olduğum delikanlı da karşımda idi. Fakat bu defa beyaz kıyafetli idi, yüzü gülüyordu. Yanıma yaklaşarak dedi ki:
- Allah, sana iyilikler versin. Senin vasıtanla gelen hediyeler elime geçti.
- Siz ölüler de, cuma gününü biliyor musunuz?
- Tabiî cuma gününü havadaki kuşlar bile bilir.
Bunun için, bilhassa cuma günlerinde ve diğer mübârek günlerde, Kur'ân-ı kerîm okuyup, bol bol hayır hasenat yapıp, ölmüş yakınlarımıza ve bütün müslümanlara göndermeliyiz. Kabir ziyaretlerini ihmal etmemeliyiz. Vefât eden kimseler, dört gözle dünyadaki yakınlarından gelecek hediyeyi bekler. Ölmüş bir kimseye, bir Fâtiha okuyup göndermek, dünyada iken ona, saraylar, köşkler bağışlamaktan çok daha faydalıdır.
|
21 Nisan 2006 Cuma |
Rü'yâda bildirilen beş sır!
|
Önceki Peygamberlerden birisi, birgün bir rü'yâ görür. Rü'yâsında kendisinden, sabahleyin kalkınca karşısına ilk çıkan şeyi yemesi, ikinci olarak karşılaştığı şeyi gizlemesi, üçüncü olarak karşılaştığı şeyi kabûl etmesi, dördüncü olarak, karşılaştığını yeise, ümitsizliğe düşürmemesi, beşinci olarak karşılaştığından da kaçması istenir.
Sabah olur. O peygamber aleyhisselâm kalkınca, karşısında gözüne ilk çarpan büyük ve kapkara bir dağ olur. Bu manzara karşısında duraklar, hayrete düşer ve kendi kendine, "Rabbim bana onu yememi emretti. Rabbim bana, gücümün yetmiyeceği şeyi emretmez" diye düşünür.
Onu yemeğe azmederek oraya doğru yürür. Fakat yanına yaklaşınca dağ birden küçülür, küçülür ve baldan daha tatlı bir lokma hâline gelir. Peygamber onu yiyerek yola koyulur.
Biraz gidince karşısına altın bir tas çıkar. Hemen bir çukur açarak onu toprağa gömer ve tekrar yola koyulur. Fakat biraz gittikten sonra dönüp arkasına baktığında altın tasın toprağın üstüne çıkmış olduğunu görür. Geri döner. Onu tekrar gömerek yine yoluna devam etmek üzere hareket eder. Fakat biraz gidince yine dönüp geriye baktığında, altın tasın yine dışarıda olduğunu hayretle müşâhede eder. Bu dönüp gömmeler birkaç defa tekrarlandığı hâlde altın tas yine üste çıkar. Nihâyet peygamber, "Ben, Rabbimin bana olan emrini yerine getirdim" diyerek onu gömmek için bir daha geri dönmez ve yoluna devam eder.
Biraz gidince, kendisine doğru gelen bir kuşla karşılaşır. Kuşun peşinde de bir şâhin var. Kuş, “Ey Allahın nebîsi, beni kurtar” diyerek Peygamberden yardım ister, Peygamber de onu himâyesine alarak, "Üçüncü olarak karşılaştığın şeyi kabûl et" emri gereğince onu yeninin içine saklar. Bu arada onu avlamak için peşinden gelmekte olan şâhin gelip, “Ey Allahın nebîsi, ben aç idim. Sabahtan beri onu avlayıp karnımı doyurmak için uğraşıyordum. Tam yakalıyacağım sırada onu benden aldın. Rızkıma mâni olma!” der. Bu sırada Peygamber aleyhisselâm, "Benden, üçüncü olarak karşılaştığımı kabûl etmem, dördüncü olarak karşılaştığımı da yeise düşürmemem istenmişti. Üçüncü bu kuş. Onu kabûl edip kurtardım. Ya dördüncüyü ne yapayım? Onu ümitsizliğe düşürmemem lâzım" diye düşünür. Yanında bulunan etten biraz keserek beklemekte olan avcı kuşa atar. O da onu alıp gidir. O uzaklaşınca saklamakta olduğu kuşu da salıvererek yoluna koyulur.
Yolda ilerlerken beşinci olarak pis kokulu bir cîfe ile, pislik ile karşılaşır. Geceki rü'yâ gereğince ondan da süratle uzaklaşır. O gece rü'yâsında kendisine gündüz olan hâdiselerdeki hikmet, sır şöyle izâh edilir:
"Birinci olarak, çok büyük ve kapkara bir dağ olarak gördüğün ve sonradan baldan daha tatlı bir lokma hâline gelen şey, öfke ve kızgınlıktır. Öfke, önce büyük bir dağ hâlindedir. Sabır edildiği ve yenildiği zaman baldan daha tatlı bir lokma olur.
İkinci olarak karşılaştığın altın tas, güzel ve iyi amellerdir. İyi ve güzel ameller, hareketler, davranışlar ne kadar örtülürse örtülsün, yine de açığa çıkar ve kendilerini belli ederler.
Üçüncü olarak, sakladığın kuş, sana sığınana ihânet etmemeni, himâyene almanı öğretmek istemektedir.
Dördüncü hâdise, birisi senden bir şey istedi mi, kendi ihtiyâcın olsa bile onun hâcetini görmek gerektiğine işârettir.
Beşinci olarak karşılaştığın ve kendisinden kaçtığın pis kokulu cîfe gıybete işârettir. Gıybet eden, ötekini-berikini çekiştiren insanlardan, pis kokulu cîfeden kaçarcasına kaç!..
|
22 Nisan 2006 Cumartesi
|
Sultan II. Abdülhamid Han’ın hal' edilmesi
|
Bugün, Osmanlı İmparatorluğunun yok olması ile noktalanacak büyük bir maceraya sürüklenişinin yıl dönümüdür. Yani, Sultan II. Abdülhamid Han’ın hal edilip, bir avuç maceraperestin iş başına geçtiği gündür.
Abdülhamid Han, şahsi gayretleri ile dahiyane siyasetiyle devleti 33 yıl ayakta tutabilmişti. Başta İngilizler olmak üzere, Abdülhamid Han’ı devirmedikçe Osmanlıyı yok etmelerinin mümkün olmadığını anlayan dış güçler bu yola tevessül ettiler. Üstelik işin en üzüntü verici yanı, bu hal işinin bırakın altı asırlık bir devletin sultanına, sıradan bir Müslüman Türk vatandaşına bile yakışmayacak şekilde yapılmasıdır.
Abdülhamid Han, her türlü baskıya rağmen şu iki şeyi yapmamakta ölümü pahasına da olsa direnmişti. Bunlardan birisi Ermeni meselesi, diğeri Yahudilerin toprak talepleri.
Memleketin bütünlüğü konusunda fevkalâde hassasiyet gösteren Abdülhamîd Han, Berlin andlaşrnasının, Ermenilerle ilgili 61. maddesini tatbik etmemişti. Bunun Ermeni muhtariyetini doğuracağını görerek; “Ölürüm de bu maddeyi uygulayamam” demişti.
Sultan Abdülhamîd Han’ın şiddetle karşı koyduğu konulardan biri de Filistin meselesi idi. Yahûdiler Arz-ı Mev’ûd (vâdedilmiş topraklar) üzerinde devlet kurma çalışmalarına İngiltere’de başlamışlardı. Başına da Theodor Herzl getirilmişti. Herzl, binbir zorlukla sultan Abdülhamîd Han ile görüşme imkânı bulabildi. Ondan Filistin’de bir aristokratik cumhuriyet kurmak için izin istedi ve bâzı tekliflerde bulundu. Hattâ, Osmanlı Devleti’nin bütün borçlarını ödemeyi taahhüd etti. Sultan, teklifleri kabul etmeyerek târihe altın harflerle geçen şu cevâbını vermişti:
“Ben bir karış dahi olsa toprak satmam; zîrâ bu vatan bana değil milletime âittir. Milletim bu devleti kanlarını dökerek kazanmış ve yine kanıyla mahsuldar kılmıştır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. Benim, Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne’de şehîd düşmüşlerdir, bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanlarında kalmışlardır. Bu vatan bana âid değildir. Türk milletinindir ve ben onun hiç bir parçasını veremem. Yahûdiler milyarlarını kendilerine saklasınlar. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsâde edemem.”
Herzl, Abdülhamîd Han’ın bu cevabından sonra da arzusundan vaz geçmedi. Batı’nın desteği ile Jön Türkleri, Ermeni ve Rumları pâdişâha karşı kışkırttı ve onları ikna etti. İttihatçılar bir kısım mebuslarla Yeşilköy'de yaptıkları gizli bir toplantıda, Sultan Abdülhamid Han'ı tahtından indirme kararı alınca Rum mebus Yorgiyadis; "Yapmayın efendiler! günahtır, günah. Sultan Abdülhamid Han, bu memleketin nûrudur. Dünyâda denge unsurudur. O'nu tahtından indirirseniz dünyâ perişân olur." demiştir. Bunun üzerine hiddetlenen mebuslar, “ Hain, alçak, mürteci” diye bağırarak sille tokat kendisine dışarı attılar. Bu toplantıda tefsir yazarı Elmalı Hamdi Yazır da vardı. Kimler yoktu ki; o günün nerdeyse bütün din adamları. Mehmet Akif, Saidi Nursi.. vs. O'nun bu feryadını, ne yazık ki, o günün siyasetçileri ve din adamları bir Rum mebusu kadar anlayamamışlardı.
Nihayet, 27 Nisan 1909 günü Ayan ve Meb’ûslar meclisi toplandı. Gazi Ahmed Muhtar Paşa, önceden kararlaştırıldığı gibi Pâdişâh’ın hal’ edilmesini teklif etti. Hal’ fetvasının ilk müsveddesini de Elmalılı Hamdi Yazır yazdı. Alınan Hal’ kararını tebliğ için gönderilen hey’etin teşekkül tarzı ise, Türk târihinin en yüz kızartıcı hâdiselerinden birisi oldu. Hey’ette tek bir Türk yoktu. Hey’et, Yahûdi Emanuel Karasso, Arnavut Esat Toptanî, Ermeni Aram ve yaveri gürcü Arif Hikmet Paşa’dan ibaretti.
Pâdişâh, hal’ kararını tebliğe gelenlerin kimler olduğunu sorup öğrenince; “Bir Türk pâdişâhına, İslâm halîfesine hal’ karârını bildirmek için bir Yahûdi, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?!” demekten kendini alamadı. Hey’et pâdişahın huzuruna girerek kararı tebliğ edince, Pâdişah, bunlara şöyle çıkıştı:"Ben Türklerin, Müslümanların hâlifesiyim. Hâl' edecekse beni onlar hâl' etmeliydi. Sen Yahûdîsin!, sen Ermenisin!, sen nankörsün!"
|
28 Nisan 2006 Cuma |
|
Büyüklüğü hakkında herkes hem fikir
|
Dün, Abdülhamid Han’ın hüzün verici bir şekilde padişahlıktan uzaklaştırılmasından bahsetmiştik. Bugün de biraz şahsiyetinden bahsedelim.
Sultan Abdülhamîd Han’ın büyüklüğü, üstün meziyetleri hakkında yerli yabancı aklı selim olan herkes hem fikir. Şahsiyeti hakkında İngiliz koramirali Sir Henry Woods hatıratında bakınız ne yazmaktadır: “Bana göre sultan Abdülhamîd, gelmiş geçmiş Osmanlı pâdişâhları arasında en müstesna mevkii işgal edenlerden biridir... Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan beri gelen en başarılı hükümdarlardandır. Çok sakin ve gösterişten uzak bir hâlde yaşardı. Bir mes’eleye çözüm ararken, mütehassıslarını dinler, ancak onların fikirlerine esir olmazdı. Eğer Sultan Abdülhamîd Han olmasaydı, devleti akıllıca idare etmeseydi, devlet çoktan yıkılmış olurdu. Sultan Abdülhamîd düşürülmeseydi, Birinci cihan savaşı patlamayacaktı. Aksini farz etsek bile Sultan, Türkiye’yi tarafsız bırakacak ve harbden sonra hiç yıpranmamıış bir Türkiye, yıpranmış devletler arasında sivrilecekti.
Avrupa büyük basınını günü gününe ve mühim kitapları yayınladıkları aynı yıl tercüme ettirip, okur veya okuturdu. Bu şekilde 6.000 kitap tercüme ettirmiştir ki, defterler hâlinde kütüphanesinden çıkmıştır.
Sabahın erken saatlerinden gecenin geç saatlerine kadar çalışarak pek az uyurdu. Halifelik sıfatına, diğer pâdişâhlardan çok daha ehemmiyet vermiştir. Dünyânın her tarafındaki Müslümanlarla meşgul oldu. Gerçek aile babası, çocuklarına düşkün, onları iyi terbiye eden, hoşsohbet bir hükümdardı. Orduyu kullanmaya azmetseydi, hiç bir kuvvet onu tahtından indiremezdi. Ama buna yanaşmadı. Zâten savaşa ve kavgaya değil, ince diplomasiye inanırdı.”
Sultan Abdülhamid Han körü körüne taklitten hoşlanmazdı. Batı medeniyeti hakkında şunları söylemektedir: "Avrupa'nın bilim ve teknolojini daima takdir ettim. Fakat Hıristiyanlığı ve Hıristiyanlık kültürünü hiçbir zaman Müslümanlığa tercih etmedim ve üstün taraflarını da görmedim. Marifet, bu medeniyeti kendimize uydurabilmektir. Ben bu medeniyetin iyi taraflarını hatta sarayıma getirdim.”
Abdülhamid Han zamanın ilim adamlarına ve evliyasına hürmet ederdi. Onları saraya çağırır görüşür, çeşitli ihsanlarda bulunurdu. Çok dini kitap dağıttı. Onun bu hizmetleri sayesinde Anadolu’nun ücra köşelerindeki mektep ve medrese talebeleri kitaplara ulaşabildiler.
Abdülhamid Han İslamiyetin emirlerine uymak hususunda çok titiz idi. Joan Haslip isimle İngiliz yazar diyor ki: “Hiçbir yabancı devletin baskısı, Abdülhamid’i İslamiyetin emirlerine uygun olmayan bir reformu yapmaya ve imtiyazı vermeye asla mecbur edemezdi.”
Abdülhamid Han hiç abdestziz yere basmazdı. Yatagının basında dâimâ temiz bir tuğla bulundurur yataktan kalktığında çesme mahalline kadar abdestsiz yere basmamak için bununla teyemmüm ederdi. "Bunca Müslümanın halîfesi olarak, biz sünnet ölçülerine dikkat etmezsek, ümmet-i Muhammed bundan zarar görür!.." derdi.
Sultan Abdülhamid Han’ın evliyalığı hakkında kimsenin şüphesi yoktur. Beylerbeyi Sarayında nöbet tutan bir polisin o gece çocuğu dünyâya gelecekmiş. Birkaç çocuğu daha var. Ailesi kalabalık. İttihatçılar zamanında herşey pahalı. Geçim sıkıntısına düşen Polis bunalıma girer. Böyle sıkıntı, felaket içerisinde yaşamaktansa, yarın sabah nöbeti teslim ettikten sonra, rıhtımdan kendimi denize atıp öleyim, bu sıkıntılı hayattan kurtulayım diye karar verir. Sabahleyin, tam nöbeti teslim etmeye birkaç dakika kala sarayın üst katından pencere açılır Sultan Abdülhamid seslenir: “Evlat, evlat, al şu keseyi” diye yukarıdan bir kese altın atar. “Bu sana hediyyem olsun. Çoluk-çocuğuna sarfedersin. Sakın intihar etmeye kalkışma, intihar çok büyük günâhdır” der.
Hükümdarlığı zamanında da, Yavuz Sultan Selim Han’ın türbedarı şiddetli geçim darlığına düşer. Bu sıkıntılı bir ruh haleti içinde, “Bir de evliyadan olduğunu söylerler Yıllarca türbedarlığını yaptım yoksulluk içindeyim" diyerek sandukaya hiddetle vurur. Ertesi sabah aniden Abdülhamid Han, bu türbedarı huzuruna çağırarak bir yıllık ihtiyacının hepsini karşılar. Sonra da, “Madem sıkıntın var, niçin benden istemeyip de gidip dedemden isteyip onu rahatsız ettin!” der.
|
29 Nisan 2006 Cumartesi |
İmam-ı azam Ebu Hanife
|
Yarın, Hanefi Mezhebi’nin kurucusu, İmam-ı azam Ebu Hanife hazretlerinin ölümünün yıl dönümü.( 699-767) Bu vesile ile bugün ve yarın tarihte ender rastlanan bu büyük islam aliminden bir nebze bahsetmek istiyorum. Çok şey borçluyuz bu büyük zata. Bazıları unutturmak isteseler de, yeryüzündeki bütün Ehli sünnet Müslümanların bu büyük âlime şükran borçları vardır. Çünkü O, Müslümanları altından kalkamayacakları büyük bir yükten kurtarmıştır.
İmam-ı azam hazretleri, fıkıh ilmini sistemleştirerek Müslümanlara büyük kolaylık sağladı. Fıkıh ilmi Peygamber efendimizden beri vardı. Ancak, İmâm-ı azam Ebû Hanîfe hazretleri fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdı ve usûller, metotlar koydu. Ayrıca Resûlullahın ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği i'tikâd, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi.
İmâm-ı azam hazretleri, usûller, metotlar koyarken, hüküm bildirirken dört kaynağı esas alıyordu. Yânî, Kur'ân-ı kerîmde açıkça bildirilmiş ise, ona göre hüküm veriyordu. Açıkça bildirilmemiş ise, hadîs-i şerîflerde o husûs açıkça bildirilmiş midir buna bakıyordu. Burada da yoksa, bu konuda icma' ya'nî Eshâb-ı kirâmın söz birliği var mı buna bakıyordu. Burada da yoksa, kıyâs yapıyordu, ictihâd ediyordu. Bu herkesin yapabileceği kolay bir iş değildir.
Eshab-ı kiramdan sonra gelen müctehidlerin en büyüğü, imam-ı azam Ebu Hanife’dir . Bu büyük imam, her hareketinde, vera’ ve takva üzere idi. Her işinde Peygamberimize tam manası ile tabi idi. Öyle yüksek bir dereceye ulaşmıştı ki, buraya kimse varamadı.
Bugün bütün dünyada tatbik olunan ahkam-ı islamiyyenin dörtde üçü, onundur. Kalan dörtte birinde de, ortaktır. İslamiyette ev sahibi, aile reisi odur. Bütün diğer müctehidler, onun çocukları gibidir.
Hanefi mezhebi, Osmanlı devleti zamanında her yere yayıldı. Devletin resmi mezhebi gibi oldu. Bugün, dünya yüzünde bulunan Müslümanların yarıdan fazlası ve Ehl-i sünnetin pekçoğu, Hanefi mezhebine göre ibadet etmektedir.
İmam-ı a’zamın takvada üzerine yoktu. Kufe şehrinin köylerini haydudlar basıp, koyunları kaçırmışlardı. Bu çalınan koyunlar şehirde kesilip, halka satılabilir düşüncesi ile, o günden itibaren, yedi sene, Kufe’de koyun eti alıp yemedi. Çünkü, bir koyunun, en çok yedi yıl yaşayacağını öğrenmişti. Haramdan bu derece korkar, her hareketinde islamiyyeti gözetirdi. İnsanlık dolayısı ile kulların hakkını gözetmekde kusur etmesinden korkduğu için, teklif edilen Temyiz başkanlığını bile kabul etmedi. Bu şüzden şehid edildi.
İmam-ı azam, Allahü teâlânın rızasından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir âlimdi. Dinden soranlara İslamiyeti dosdoğru şekliyle bildirir, taviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. Onun fetvalarına herhangi bir siyasi düşünce ve şahsi dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar asla girmemiştir. Zamanındaki siyasi olaylara hiç karışmamış, kendisine yapılan haksızlıklara, zülümlere rağmen talebelerini de karıştırmamıştır. Devlete karşı hiçbir zaman isyanda bulunmamış, yanlışları nasihat ederek, ikaz ederek düzeltme yolunu tercih etmiştir. Kendisinden sonra mensupları da böyle davranmışlar. Bunun için tarih boyunca Ehli sünnet inancında olanlar, hiçbir isyana, anarşiye karışmamışlar, devlet ile uyum içinde yaşamışlardır.
Resulullah efendimiz, İmam-ı azamın geleceğini haber verdi. Hadis-i şerifde, “Adem ve bütün Peygamberler “aleyhimüsselam”, benimle öğündüğü gibi, ben de, ümmetim içinde, soy adı Ebu Hanife, ismi Nu’man olan bir kimse ile öğünürüm ki, ümmetimin ışığı olacakdır. Onları, yoldan çıkmaktan, cehalet karanlığına düşmekden koruyacaktır” buyurdu.(Mevduat-ülulum,Dürül muhtar,İbni Abidin)
|
05 Mayıs 2006 Cuma
|
İmâm-ı azam ve fıkıh ilmi
|
Dinin hükümlerini bildiren ilme "Fıkıh ilmi" adı verilir. Fıkıh ilmi, insanların yapması ve yapmaması lâzım olan işleri bildirir. Fıkıh ilmi çok kıymetli bir ilimdir. Fıkıh bilgisi okumak, geceleri nâfile namaz kılmaktan daha sevaptır. Şu hadîs-i şerîfler, fıkıh ilminin şerefini göstermeğe kâfîdir:
“Herşeyin dayandığı bir direk vardır. Dînin temel direği, fıkıh bilgisidir.”
“İbâdetlerin efdali, en kıymetlisi, fıkıh öğrenmek ve öğretmektir.”
Ehli sünnet inancına göre, her Müslümanın dört mezhepten birinin fıkıh hükümlerini öğrenip buna göre amel etmesi şarttır. Bir Müslümanın bir mezhebe uyması demek, o kişinin, "Benim, dinimin emir ve yasaklarını dinin dört kaynağından çıkartmam mümkün değildir. (Meselâ, Hanefî mezhebinde olan bir kimse) Bunun için ben İmâm-ı azam hazretlerinin ilminin üstünlüğüne inanıyorum. O'nun bildirdiği bütün hükümlerin, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun olduğuna itimat ediyorum. Bunun için de İmâm-ı azam hazretlerini kendime rehber ediniyorum, dinde ne bildirdiyse doğru kabûl ediyorum." demesidir.
Zaten, ibâdetlerini belli bir mezhebe göre yapmayan bir Müslümanın îmânını muhafaza etmesi çok zordur. Uçurumun hemen kenarındaki insan gibidir. En ufak bir rüzgârla kendini uçurumun dibinde bulur. Çünkü, kişinin kendi başına dinin bütün emir ve yasaklarını Kur'ân-ı kerîmden çıkartması mümkün değildir.
Dört mezhebin, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiş olan emir ve yasaklarına uymalarında hiç ayrılıkları yoktur. Yalnız, açıkça bildirilmeyenleri anlamakta ayrılmışlardır. Şöyle bir benzetme yapacak olursak, hacıların, birinin hava yolu ile, diğerinin kara yolu ile, bir değerinin demiryolu, bir diğerinin de deniz yolu ile Kâ'be-i şerîfe götürülmesi gibidir. Neticede her biri aynı yere gitmektedir ve hedef aynıdır. Hepsi aynı yerde buluşmaktadır. Ayrılık şekildedir. Aslında ayrılık yoktur. Biri Kâ'beye diğerleri başka yere gitmemektedir.
Bu kadarcık ayrılıklar da, Allahü teâlânın müslümanlara rahmetidir. İklim şartları, sağlıkları, çalıştıkları ve yaşadıkları yerler başka başka olan insanlara, hangi mezhebe uymak kolay gelirse, onun "Fıkıh" kitaplarına göre ibâdet ederler.
Mezheplere inmayan bir kimseye, sen hangi mezhebe göre abdest alıp namaz kılıyorsun diye sorulduğunda, “Hangi mezhebe göre olacak, islama göre!” diyor. Şu cehalete bakın. Mezhebine inanmadığını, büyüklüğünü kabul etmediğini söylediği imam-ı azam Ebu Hanife hazretlerine göre, abdest alıyor, namaz kılıyor ve diğer ibadetlerini yapıyor fakat bundan haberi yok. Maalesef yıllardır yapılan, mezhep düşmanlığı halkımızı bu hale getirdi. Halbuki mezhep, usuldür, kaidedir, sistemdir. Mezhebe tabi olmayan sistem dışına çıkar. Sistem dışına çıkanın da, dinini imanını koruması mümkün değildir. Bunun için, son devir kıymetli alimlerinden Şeyhülislam vekili Zühidül Kevseri “Mezhepsizlik, dinsizliğe köprüdür” demiştir.
Oniki imamdan, İmam-ı Muhammed Bakır, Ebu Hanife’ye bakıp “Ceddim Muhammed aleyhisselamın dinini bozanlar çoğaldığı zeman, sen onu canlandıracaksın. Sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın! Sapıkları doğru yola çevireceksin! Allahü teala yardımcın olacak!” buyurdu.
Evliyanın büyüklerinden olan Sehl bin Abdüllah Tüsteri hazretleri “Eğer Musa ve İsa aleyhimesselamın ümmetlerinde, imam-ı azam Ebu Hanife gibi bir zat bulunsaydı, bunlar Hz. Musa ve Hz. İsa ile ilgisi kalmamış yehudiliğe ve Hıristiyanlığa dönmezdi”. (Bugün, İmam-ı azam hazretlerinin ölüm yıldönümüdür. Bu vesile ile okuyucularımdan ruhuna birer Fatiha okumalarını istirham ediyorum)
|
06 Mayıs 2006 Cumartesi
|
Nice canları yok eden hastalık
|
Kalb hastalıklarının, yani kötü huyların en tehlikelisi, mal ve makam hırsıdır. Tarih boyunca bu hırs yüzünden nice canlar, nice devletler yok olup gitmişlerdir. “Hubbürriyaset” denilen, bu hastalığın tehlikesini şu hadis-i şerifler açıkca göstermektedir: “İki aç kurd, bir koyun sürüsüne girdiği zaman, yaptıkları zarardan, mal ve şöhret hırsının yapacağı zarar daha çoktur.”, “İnsana zarar olarak, din ve dünya işlerinde parmakla gösterilmesi yetişir.”
İnsandan en son çıkacak huy, baş olma, emretme huyudur. Emir almak, peki demek İnsana en zor gelen şeydir. İnsanın malına, canına gelen çoğu zarar bu yüzden gelir:
Günün birinde, gözünün biri kör olan bir adam, köyüne muhtar olmak ister. Bu uğurda varını yoğunu harcar. Fakat, gözünün biri yok diye köy halkı muhtar seçmez bunu. O da kızar köyü terk eder. Bir gün yolu garip bir köye düşer. Körler köyüymüş burası, herkesin gözü körmüş. Adam, “Hiç değilse benim bir gözüm var. Körler ülkesinde şaşılar kral olur, derler. Ben de buraya muhtar olayım” der.”
Körlerin gözleri yokmuş ama, elleri, kulakları, burunları çok hassasmış. Adam onların şaşkın şaşkın hallerine bakıyormuş. Yürümeleri, konuşmaları doğrusu her işleri başkaymış.
Bir gün körlerden biri, öteki körün malını çalmış. Tek gözlü adam bunu görmüş. Bağırarak ilan etmiş, bu malı falanca çaldı diye. Körler şüphe ile yaklaşmış bu söze. Kendisine, “Nereden biliyorsun o kadar uzaktan duyulmaz ki” demişler. Bu da, “Ben duymadım gördüm. Gözüm var benim. Görüyorum.” demiş.
Körler, göz diye, görmek diye bir şey bilmiyorlarmış. Uzun yıllar içinde çoktan unutmuşlar bu hissi. Bunun için sormuşlar, “Ne demek görmek, nasıl görüyorsun yani, duyulmayacak mesafeden anlıyor musun ne olup bittiğini?” O da, “Anlıyorum tabii.” deyince, “İnanmayız, imtihan edeceğiz seni.” demişler.
Adamı almışlar uzakça bir yere dikmişler. Tecrübeleriyle biliyorlarmış o uzaklıktan hiçbir şeyin işitilmeyeceğini. Sonra, “Anlat bakalım, şimdi biz ne yapıyoruz?” demişler. Adam anlatmış: “Oturuyorsunuz, konuşuyorsunuz. Şu ayağa kalktı, bu elini oynattı, beriki bacağını sallıyor vs...” Derken körler bir evin içine girmişler, bağırmışlar: “ Anlatmaya devam et!” O da cevap vermiş, “İçeri girdiniz göremiyorum ki.” Körler bilmedikleri için içeri girmenin ne olduğunu: “Ne olmuş yani içeri girmişsek. Elli santim fark etti, anlat anlat, diye ısrar etmişler. “ “Arada duvar var görmüyorum.” deyince körler: “Sen atıyorsun demişler. Demincek tesadüf etti. Bak şimdi bilemiyorsun.” “Çıkın dışarı söyleyeyim.” “ Bu kadar uzaktan duyunca; ha içerisi, ha dışarısı, ne çıkar yani.” “Ben duymuyorum, ben görüyorum” diyormuş adam.
Öyle şey olmaz, demişler. Sende bir bozukluk var. Saçmalıyorsun, acayip şeyler söylüyorsun. Hekime muayene ettireceğiz seni. Adamı yaka paça köyün hekimine götürmüşler. Hekim de kör tabii. Elleriyle yoklayarak muayene etmeye başlamış adamı. Yoklamış yoklamış ve parmaklarını adamın yüzünde gezdirirken: “Buldum, bozukluk burada!...” demiş. Adamın açık olan gözünü kastediyormuş. “Saçmalaması bundan dolayı, ben şimdi hallederim, düzeltirim onu...” diyerek, parmağını bastırdığı gibi gözünü çıkartmış adamın. “Şimdi normale dönde o da bizim gibi oldu artık” demiş.
Böylece, baş olma sevdası ile körler ülkesinde muhtar olmaya kalkan tek gözlü adam o tek gözünden de olmuş.
İnsanın bu kötü huydan kurtulması için, önce malın, mülkün, müdürlüğün geçici olduğunu ve iyi yolda kullanılmadığı takdirde zararlarını, tehlikelerini düşünmelidir. Çünkü, âhirette Allahü teâlâ, "Ey kulum, ben sana şu kadar mal verdim, şu kadar sene müdürlük verdim, bununla benim dinime, benim kullarıma ne hizmet ettin?" diye soracak.
|
12 Mayıs 2006 Cuma |
|
Ahmaklığın alâmeti
|
Dün, makam sahibi olma, baş olma hırsının insanın başını akıl almaz belaları, sıkıntılara soktuğundan bahsetmiştik. Bu hırsın bir sebebi, insanın övülmeyi, kendisinden bahsedilmesini sevmesidir. Her insan kendini beğenir, kendini üstün, iyi sanır. Medholunmak, övülmek, nefse tatlı gelir. Bunun, övülmeye sebep olan bir üstünlük, iyilik olmadığını düşünmelidir.
Çünkü hadîs-i şerîfte, “Övülmeyi sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kusûrlarını göremez olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasîhatları işitmez olur.” buyuruldu.
Övülmeyi sevmek gibi övmek de zararlıdır. Peygamber efendimizin yanında bir kimse, başka birini övdü. Ona buyurdu ki:
“Yazık sana, o kimsenin boynunu kestin. Eğer bu söylediklerini övdüğün kimse duysaydı iflâh olmazdı. Bir kimseyi övmek isterseniz, "Falancayı böyle sanıyoruz. Allaha karşı kimseyi temize çıkartamayız. Herkesi murâkabe eden, Allahtır. Allah indinde de böyle ise iyidir" demelisiniz.”
Peygamber efendimiz, başka bir zamanda birisini öven bir kimseye buyurdu ki:
“Senin övdüğün kimse, burada bulunup dediklerini kabûl etse ve bu hâl üzere ölse, Cehenneme giderdi.”
Övmenin zararları ile ilgili diğer hadîs-i şerîflerde de buyuruldu ki:
“Yüzüne karşı övdüğünün boğazına keskin kılıç çalmış gibi olursun.”
“Birini övmek, keskin kılıçla onun peşine düşmekten daha zararlıdır.”
“İnsanları övenlerin yüzüne toprak saçın!” (Yanî onları hakîr görün, sözlerine ehemmiyet vermeyin demektir.)
İnsanların övmesine sebep olan şan-şöhret, bir âfet, felâket olabilir. Onun için meşhur olmaktan, uzak durmaya çalışmalıdır! Meşhur olmayı, parmakla gösterilmeyi istemek çok tehlikelidir. Peygamber efendimiz Eshâbına,
- Bir kimsenin parmakla gösterilmesi zarar olarak kendine yetişir, buyurunca,
- Yâ Resûlallah, hayır işlerde parmakla gösterilmek de böyle midir? diye sordular. Buyurdu ki:
- Evet, hayırlı işlerde de olsa onun için şer, kötü olur. Ancak Allahın merhamet ettiği, koruduğu müstesnâdır. Şer işlerinde parmakla gösterilmek zaten zarardır.
İnsanlar genellikle, mal mülk ile, evlâd ile, makam-rütbe ile güzellikleri ile övünürler. Bunlarla övünmek, insana hiç yakışmaz. Çünkü bunlar, kendinde daimi bulunan üstünlükler değildir. Gelip geçen, kendinde kalmıyan, insandan çabuk ayrılan şeylerdir. Mal, mülk ahlâksızlarda, kötü kimselerde de bulunur. Hem de onlarda daha çoktur.
Bunlarda üstünlük olsaydı, bunlara kavuşmayanların ve kavuşup da elinden çıkanların, çok aşağı kimseler olmaları lâzım gelirdi. İnsanlar, bunlar iyi olduğu için değil, nefislerinin hoşuna gittiği için peşlerinden koşuyorlar. Halbuki bunlar onların felaketlerine sebep oluyor. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “İnsanı felâkete sürükleyen şeyler üçtür: Cimrilik, nefse uymak, kendini beğenmek.”, “Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar, nefse uymak ve ölümü unutup, dünya arkasında koşmaktır.”
Nefse uymak, islâmiyete uymaya mâni olur. Ölümü unutmak, nefse uymaya sebep olur.
Hadîs-i şerîfte, “Aklın alâmeti, nefse galip ve hâkim olmak ve öldükten sonra lâzım olanları hâzırlamaktır. Ahmaklık alâmeti, nefse uyup, Allahtan af, merhamet beklemektir” buyuruldu.
|
13 Mayıs 2006 Cumartesi |
Onların dininden olmadıkça
|
1950’li yıllarda dinini, örfünü daha rahat yaşayabilmek için Müslüman Türk bir aile Yunanistan’dan Türkiye’ye göç etmeye karar verir. Trenle gelip Sirkeci’de inerler. Ailenin 70’li yaşlarındaki ihtiyarı, etrafına şöyle bir baktıktan sonra oğluna dönüp, “ Oğlum bir yanlışlık oldu herhalde, biz İstanbul’da inecektik. Burası Osmanlının payitahtı İstanbul’a benzemiyor; bizim geldiğimizden yerden farkı yok” der. Bu amca çoktan rahmetli olmuştur. Şimdi mezarından kalkıp günümüz Müslümanının halini bir görse kim bilir ne diyecek?!..
Günümüz Müslümanının önceki Müslümanlara benzerliği her gün azalıyor. Bir İslam âliminin buyurduğu gibi: “Siz eshab-ı kiramı görseydiniz, deli derdiniz. Onlar sizi görseydi, acaba bunlar müslüman mı, diye tereddüt ederlerdi”.
1800’lü yıllardan bu yana Batı kültürüne açık hızlı bir değişim yaşıyoruz. Bu değşim iki yönde oluyor; biri teknolojide diğeri kültürde, inançlarda. Değişim ilim için, teknoloji için olsa amenna, kimsenin bir şey diyeceği yok. Çünkü dinimiz böyle yapmayı emrediyor. Peygamberimiz, “ İlim Çin’de bile olsa gidip alınız!” buyuruyor. Fakat biz tersini yapıyoruz, ilmin dışında ne rezalet varsa alıp getiriyoruz.
Osmanlı da kuruluşundan beri yönünü hep batıya çevirmişti. Ta Viyana kapılarına kadar dayanmıştı. Fakat onların örf adetini, inancını almak için değil, bilakis kendi örfünü, kültürünü yaymak için oradaydı. Balkanlardaki Müslüman nüfus bu çalışmanın ürünüdür. Bugün Batı bunun intikamını alma peşindedir. Buna, “öğrenim” adı altında ülkelerine aldığı Osmanlı çocuklarının beyinlerini yıkayarak başladı.
Bunlardan biri de, Abdullah Cevdet’tir. İctihad dergisini Cenevre'de çıkardığı yıllarda, Avrupa kamuoyuna, Avrupa'nın ileri gelen fikir adamlarına, 'Müslüman halkın değişmesi için gerekli çarelerin neler olabileceği'ne dair bazı sualler sorar.
Bu suallere cevap verenler arasında bulunan bir Fransız edebiyatçı Abdullah Cevdet'e müstehzi, alaycı bir ifadeyle ve fakat kendinden emin bir tavırla şöyle der: “Kur'an'ı kapa, kadınları aç!” Abdullah Cevdet ise güya laf altında kalmaz ve kendisine söylenilen bu sözü şu şekilde değiştirerek mukabelede bulunur: “Hem Kur'an'ı, hem kadınları aç!”
Nihayetinde Abdullah Cevdet inanmasa da, İslamı bilen bir Osmanlı aydını. Kur’an-ı kerimin kapatılamayacağını bildiği için, Kur’an açık kalsın fakat bir hükmü, önemi olmasın manasında böyle bir cevap veriyor.
Bir milleti ayktta tutan kendi milli ve manevi değerleridir. Bugün tarihe mal olmuş, unutulmuş milletler, kendi orijinal değerlerini muhafaza edemedikleri için yok oldular. Bu özenti her yıl ilerleyerek, taklitten de çıkarak, dinleri de dahil artık tamamen onlardan olma şekline dönştü. Nitekim, bir zamanlar "Türkiye'yi İslâmiyet'ten ayırıp, çağdaşlaştırmak için nasıl Hıristiyan yapmamız lazım"tartışmasını başlatmıştı. Batı hayranı Mithat Paşa da, aynı şeyi söylememiş miydi?
Batı’ya aşk derecesinde bağlanmışız bir kere. Aşk insanı kör sağır eder .Onların bize karşı niyetleri, hal hareketleri görülememiş bu yüzden. Bu halimizi gören Avrupa da kendini naza çekmiş, yaptırmak istediklerini bir bir yaptırmış bu zaafımızdan yararlanarak. Fakat bir türlü memnun edemiyoruz. Memnun olmaları da mümkün değil. Çünkü Kur’an- ı kerimde geçiyor, onların dininden olmadıkça onları memnun edemezsin diye...
Bu günleri Resulullah efendimiz zaten haber vermişti. Bir hadis-i şerifinde, “Yemin ederim ki bir zaman gelir siz, Hıristiyan ve Yahudilere öylesine tâbi olursunuz ki, âdetlerinin peşinde, karış karış, onların ardı sıra yürürsünüz, arşın arşın, saat saat, adım adım onları takip edersiniz hatta öyle olur ki, eğer onlar kertenkele deliğine girseler, oranın tehlikeli olduğunu, zehrli olduğunu düşünmeyerek siz de oraya dâhil olursunuz.”(İmamı Süyûtî)
|
19 Mayıs 2006 Cuma |
|
Kaleyi içeriden fethettiler!
|
Dün, toplum olarak kendi öz değerlerimizden, temel esaslardan çok uzaklaştığımızdan bahsetmiştik. Esastan uzaklaşınca geriye sadece görüntü kalıyor. Nitekim Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde, “Öyle bir bir zaman gelir ki: İslâmın isminden başka ve dinin sadece şekil ve âdet olmaklığından başka bir şeyi kalmaz.”
Gelişmelere bakınca o günlerde olduğumuz veya günlere hızla yaklaştığımız anlaşılıyor. Bu hale düşmemizde pek çok kesimin, kimsenin dahli varsa da, esas suçlunun hangi kesim olduğunu Üsküdar’dan değerli okuyucumuz Ahmet Uzuner lütfedip gönderdiği yazısında bakınız nasıl ifade ediyor:
İslamiyet dış etkilere, yıkıcı akımlara karşı dayanıklıdır. Geçmişte dine dışarıdan zarar pek vermek mümkün olmamıştır. Çünkü İslamı temsil eden alimler bu tür akımları bertaraf etmeyi bilmişlerdir. Kale içeriden zarar görmüştür. Bugün İslamiyeti layıkıyla temsil edecek ulemadan mahrumuz; aksine yanlış temsil, yanlış sözler ve davranışlar İslama sempatisi olanları da soğutuyor. Maalesef bazı ilahiyatçılar ulu orta konuşmaları ile dine çok zarar vermekteler. Bu ilahiyatçılar, İslam dini etrafında şüphe uyandırıcı söylemler geliştiriyor, zaman içinde bu söylemler tereddüt ve zihin karışıklığına yol açıp Müslümanlığı hem inanç hem amel seviyesinde itibardan düşürüyor.
Kadın erkek karışık başı açık namaz, abdestsiz Kur’an’ın ele alınıp okunması, adetli iken kadınların namaz kılması ve oruç tutması, kurban kesme yerine sadaka verilmesi gibi konular ile halkımızı en ciddi zihin karışıklığına düşürmüşlerdir.
Bir kısım ilahiyatçılar, tarih boyunca Müslümanların dinî bir vecibe bilip yerine getirdiği ibadetleri öylesine gözden düşürdüler ki, yapılıp yapılmaması arasında bir fark kalmadı nerdeyse.
Halbuki din, kendi içinde birtakım rükünler ihtiva eder. O dinin mensupları belli bir düzen, sıralama ve kutsiyet atfedilmiş hareketlere, rükünlere büyük bir önem verirler. Bunların kaynağı Peygamber efendimizin tatbikatıdır, sünnetidir. İslamda bütün dinî kuralların kaynağı Kur’an ve sünnettir. İlahiyatçılar, dini öyle bir şekle soktular ki, ne rükün kaldı ne kutsiyet. Peygambersiz din olmaz. Eğer sünneti ortadan kaldırırsanız veya zayıflatırsanız, din de ortadan kalkar. Geriye ruhu, manevi lezzeti kurumuş, şekli kurallar manzümesi kalır.
İlahiyatçılar oryantalistlerin etkisiyle sünneti cahilce Arapların geleneklerine indirgediler. Kur’an-ı kerimin ahkam ayetlerini inkar eden tarihselciler, yani dinin bazı emir yasaklarının o zamanki insanlar için geçerli olduğunu savunan ilahiyatçılar, İslamiyeti kuralları olmayan herkese göre yorumu farklı ahlaki, felsefi bir inanç sistemi haline getirmeye yeltendiler.
İslamî hayat ve hassasiyetler öylesine zayıfladı ki, planlı yollarla “nasıl oruç tutulmaz”, “nasıl namaz kılınmaz”, “niçin örtü takılmaz”, “nasıl kurban kesilmez” “ nasıl zekat verilmez” fetvalarıyla ün yapan bir ilahiyatçı zümre teşekkül etti.
Hiçbir yükümlülüğü, helali-haramı olmayan bir din (dinsizlik) ortaya atılmak isteniyor. İlahiyatçılar, kendi yorumlari ile, niçin açık ve belli hükümlerin gerekmediğini anlatıp insanları meşruiyet krizinden, günah korkusundan kurtarmaya çalışırken, dinini rükünleriyle yaşamak isteyenleri de, “Hurafeci” “Gelenekçi” “Zorlaştırıcı” gibi ifadelerle suçladılar. Herkese telkin edilen din, “Protestanlaştırılmış” bir İslamiyet. “Tanrıyı sev ve dilediğini yap!” dini(!). Bunlara göre hükümler, farzlar, vacipler, sünnetler, haramlar fazlalık; insanlara yük.
Hıristiyanlığı kuralsız, ibâdetsiz “haramsız, yasaksız bir dîn” haline getirdikleri gibi; şimdi de İslâmiyeti bu hale sokmak istiyorlar.
|
20 Mayıs 2006 Cumartesi |
|
Hayatın kıymetini bilmek
|
Günümüz dünyasında, “insan hayatı” her gün değer kaybetmektedir. İnsanlar medenileştikçe, yeni yeni teknolojilere sahip oldukça, biribirlerini katletmeleri de eskiye oranla daha da artmakta, öldürmeler daha da teknikleşmektedir. Halbuki insanın dünyaya gelmesinden maksat, hayatta kalmaları; sonsuz hayat için, ahiret hayatı için hazırlık yapmalarıdır. Dinin gayesi de bu konuda insanlara yol göstermektir. İnsanların bu kadar acımasız olmalarının sebebi dinden uzaklaşmaları, dinin rehberliğine, peygambere sırt çevirmeleridir. Hayatın gayesini bilmeyen, ölümden sonsına inanmayan bir insanın kendi menfaati, üç günlük dünya hayatı için yapamayacağı iş yoktur.
Resûlullah efendimiz sonsuz Cennet hayatının kazanıldığı dünya hayatının değerlendirilmesinde, kıymetinin bilinmesinde şu nasihatlerde bulunuyor:
“Beş şeyden önce beş şeyi ganîmet bil:
1- İhtiyarlığından önce gençliğin,
2- Hastalığından önce sıhhatin,
3- Meşgâlelerinden önce boş vakitlerin,
4- Fakirlikten önce zenginliğin,
5- Ölümünden önce ömrün.”
Resûlullah efendimiz bu beş şeyde çok ilimleri toplamıştır. Sınırlı olan dünya hayatının en verimli şekilde nasıl geçirileceğini bildirmiştir. Zîrâ insan, ihtiyarlığında yapamadığı amelleri gençliğinde yapabilir. Yine, gençliğinde bir günâhı işlemeğe alışan insan, ihtiyarlığında onu terk etmeye kolay kolay muktedir olamaz. O halde, bir gencin, gençliğinde sâlih ve hayırlı amelleri âdet edinmesi gerekir. Tâ ki, ihtiyarlığında onları kolaylıkla yapabilsin.
Sağlığı yerinde insan, malında ve kendi irâdesinde hükmünü daha çok ve daha kuvvetle yürütebilir. O hâlde, sağlıklı insanın, bu sıhhati ganîmet bilmesi ve gerek mâlî ve gerekse bedenî ibâdetler husûsunda güzel amellerde bulunması lâzımdır. Zîrâ hastalanınca beden zayıflar, kuvvetten düşer ve ibâdetleri hakkıyla yapamaz olur. Malı ve serveti üzerindeki tasaruf hakkı da üçte bire iner.
Kişi, hayatta oldukça, ameller işlemeğe muktedir olabilirl. Ölünce amel kesilir. O halde bir mümine yaraşan, bu fânî hayâtı boşa geçirmemek ve ebedî hayâta hazırlanmaktır.
Ehl-i hikmetten biri şöyle der: “Ey insan! Çocukluğun oyunla geçer, gençliğin gafletle. İhtiyarlayınca da zayıf düşersin. Acaba sen, şanı yüce olan Allah için ne zaman sâlih ameller işleyeceksin?
Sen, öldükten sonra şânı yüce olan Allaha ibâdet edemezsin. Ne yaparsan hayatta, bu dünyada yapabilirsin. Ölüme ve ölüm meleğinin gelişine ancak bu dünya hayâtında hazırlanabilirsin. Öyleyse onu dâima hatırlamaktan hiçbir an geri kalma. Zîrâ o, senden gâfil değildir...”
Bir defasında Peygamber efendimiz gülüşmekte olan bir topluluğu gördü. Onlara hitâben buyurdu ki:
“Eğer sizler, zevk ve eğlenceleri yok eden şeyi çok çok anmış olsaydınız, bu gördüğüm durumda olmazdınız. O, sizi meşgul ederdi. Böyle gülüşüp durmazdınız. Zevk ve eğlenceleri yok eden şeyi yanî ölümü çok anınız. Kabir, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur.” |
26 Mayıs 2006 Cuma |
Hayatı anlamak ölümü idrake bağlı
|
Dün, hayatın önemi üzerinde durmuştuk. Ölümü idrak edemeyen, ölüm esnasında ve ölümden sonra başına gelecekleri bilmeyen hayatın kıymetini bilemez. Peygamberimiz, “Lezzetleri yıkan, eğlencelere son veren ölümü çok hâtırlayınız!” buyurmuştur. İslâm büyükleri, her gün en az bir kere ölümü hatırlamayı âdet edinmişti. Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretleri her gün yirmi kere, kendini ölmüş, mezara konmuş düşünürdü. Çünkü, ölümü çok hatırlamak, dinin emirlerine sarılmaya ve günâhlardan sakınmaya sebep olur. Haram işlemeye cesâreti azaltır. Daima ölümü düşünen kimsenin ömrü uzun olur. Ölümü unutup, çok uzun ömürlü olacağını zannedenlerin ise ömrü kısa olur.
Resûlullah efendimiz, Ensârdan birinin başı ucunda ölüm meleğini gördü. Ona hitâben dedi ki: “Ey ölüm meleği! Dostuma iyi muâmele et. Zîrâ o bir mümindir.”
Ölüm meleği cevâben dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Ben her mümine iyi muâmele ederim. Ben insanoğlunun rûhunu alırım. Rûhunu aldığım şahsın âile efrâdından, yakınlarından birisi vâh edince derim ki:
- Bu feryâd da ne? Allah’a yeminle söylerim ki, biz ona zulmetmedik. Ecelini geriye bırakmadığımız gibi öne de almadık. Onun rûhunu almakta bizim bir müdâhalemiz yoktur. Sizler, ey bu ölünün yakınları! Eğer Allahın hükmüne rızâ gösterirseniz, ecrini alırsınız. Yok, O’nun hükmüne râzı olmaz, feryâd-figân ederseniz günâha girersiniz. Sizin bize bir kapınız, bir merdiveniniz yoktur. Fakat biz size mutlak yine geleceğiz. Sakının, sakının. İster karada olsun, ister denizde, ister muhkem evlerde bulunsun, isterse çadırlarda. Hiçbir âile efrâdı yoktur ki, ben, her gün mutlaka onların yüzüne dikkatle bakmış olmayayım. Hattâ öyle ki, onların küçüklerini de büyüklerini de tanırım. Her birini şahsen tanırım. Allah’a yeminle söylerim ki, yâ Resûlallah! Ben şânı yüce olan Allahın emri olmadan bir sivrisineğin canını bile kabzedemem!..
Hazret-i Ömer, Ka’b-ül-Ahbâr’a dedi ki:
- Ey Ka’b, bize ölümden bahset.
- Ölüm, insanoğlunun vücûduna sokulmuş bir diken ağacına benzer. Bu ağacın her bir dikeni onun bir damarına batar. Sonra o ağacı kuvvetli bir insan şiddetle çeker. Her bir dikeni bir damara saplanan bu ağaç, çekilince kopardığını koparır, bıraktığını bırakır...
Dört şey vardır ki, onların kadrini ancak dört kişi bilir:
1- Gençliğin kadrini ancak ihtiyarlar bilir.
2- Selâmetin kadrini ancak belâya düçâr olanlar bilir.
3- Sıhhatin kadrini ancak hastalar bilir.
4- Hayâtın kadrini de ancak ölüler bilir.
Abdullah ibni Ömer anlatır: Babam sık sık şöyle derdi:
- Ölmek üzere olan, fakat aklı başında bulunan birisi, yanındakilere ölümü niçin anlatmaz şaşarım!..
Nihâyet gün oldu. Babamın da ölüm ânı geldi. Aklı başındaydı. Konuşabiliyordu da. Kendisine dedim ki:
- Babacığım, ecel gelmeden önce sen, “Ölmek üzere olan, fakat aklı başında bulunan birisi, yanındakilere ölümü niçin anlatmaz şaşarım!” derdin.
Benim bu hatırlatmama cevâben dedi ki:
- Ey oğulcuğum! Ölüm, anlatılabilecek bir şey değil. Bununla berâber sana ondan bir nebze bahsedeyim. Allah’a yeminle söylerim, şu ân, iki omzumda sanki birer dağ var. Sanki rûhum iğnenin deliğinden çıkarılıyor. Sanki vucûdumda bir diken ağacı var. Sanki gökler çökmüş de ben yerle bu ikisi arasında sıkışmışım... |
27 Mayıs 2006 Cumartesi
|
Fethin yedi asırlık mücadelesi
|
Üç gün önce İstanbul’un fethinin 553. yıl dönümü merasimlerle kutlandı. İstanbul’un fethi Müslümanlar için mukaddes bir ideal, yüce bir gayedir. Bunun için bu uğurda sayısız şehid verdiler. Bütün bu gayretlerin, sehadetlerin sebebi neydi? Peygamber efendimizin, şu müjdesiydi: “İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdar ne güzel hükümdar ve onun askerleri ne güzel askerlerdir.”
İşte bu hadis-i şerif, bütün İslam hükümdar ve kumandanlarını, erlerini harekete geçiriyordu. Hepsi bu müjdeye kavuşma arzusu ile kavruluyorlardı. Bunun için defalarca teşebbüse geçildi.
İstanbul’un fethine ilk teşebbüs; Hz.Osman devrinde 655 tarihinde yapıldı. O zaman Müslümanlar kuvvetli bir donanmaya sahiptiler. Suriye valisi Hz. Muaviye 654 Kıbrıs Seferini müteakip, Bizans’a bir donanma gönderdi.
Bundan istenilen netice alınamayınca Hz. Muaviye, oğlu Yezid kumandasında bir ordu gönderdi. Bu ordu, İstanbul surları önüne gelerek şehri kuşattı. Bu kuşatmada büyük sahabelerden hazret-i Ebu Eyyub-i Ensari de bulunuyordu. İstanbul 669 baharında iyice kuşatılmasına rağmen fethedilemedi. Hazret-i Ebu Eyyub-i Ensari bu kuşatmada dizanteriden vefat edip, İstanbul surları yakınına defnedildi.
673’te Hz. Muaviye devrinde yedi yıl süren bir deniz seferi daha tertip edildi. Yaz mevsiminde mütemadiyen İstanbul’a taarruz eden Emevi donanması, muvaffak olamadı
714’te büyük bir ordu ile İstanbul üzerine yürüyen Abdülmelikoğlu Mesleme ve Mervan oğlu Ömer bin Abdülaziz, 716’da şehri karadan ve denizden kuşattılar. İslam donanması, Haliç’in ağzında bağlı zincire kadar yaklaştı. Kara kuvvetleri de, İstanbul surlarına dayandı ve kuşatma başlamış oldu. Ancak, yeterli ikmalin yapılamaması, kötü hava şartları ve Bizans entrikaları neticesinde fetih yine gerçekleşemedi.
781’de Abbasi halifelerinden El-Mehdi oğlu Harun Reşid kumandasındaki İslam ordusu, Bizans İmparatorluk ordusunu İzmit yakınlarında yenerek Boğaziçi sahillerine kadar geldi. Bizanslılar haraca bağlanıp, geri dönüldü.
Uzun bir aradan sonra İstanbul’u fethetme görevini Osman Gazi üzerine aldı. Hadis-i şeriflerle müjdelenen ulvi gayeyi gerçekleştirmek şerefine mazhar olmak arzusuyla faaliyetlerde bulundu. Osman Gazi’nin ölüm döşeğinde oğlu Orhan Gaziye; “İstanbul’u al gülzar et.” diyerek vasiyette bulundu.
İstanbul fethinin “ilahi bir vaad” olduğu inancını taşıyan Osmanlılar da, ısrarla bunun üzerinde durdular. 1391’de Sultan Yıldırım Bayezid Han şehri kuşattı ve Boğaziçi’nde Anadolu (Güzelce) Hisarını yaptırdı.
1422 yılında Osmanlı Sultanı İkinci Murad Han tarafından dört ay kadar süren çok şiddetli taarruzların yapıldığı kuşatmada, her türlü savaş taktiği ve zamanın teknik imkanları kullanıldı. Fakat, Bizanslılar kadını erkeği dahil bütün ahali ile şehri savundular. Meşhur Bizans entrikası tatbik edilerek, Anadolu’da Osmanlı’ya karşı ittifak tesis edilince, iki düşmanla uğraşmanın güçlüğünden kuşatma kaldırıldı.
İstanbul’un son kuşatması Fatih Sultan Mehmed Han tarafından 1453’te yapıldı. Ve hadis-i şerifte bildirilen müjdeye böylece kavuşuldu. Peygamber efendimizin bir mucizesi daha gerçekleşmiş oldu.
|
02 Haziran 2006 Cuma |
|
Elde tutmak almaktan daha zor
|
Dün, İstanbul’un fethinin tarihi seyrinden bahsetmiştik. Bir şehri, bir ülkeyi elde tutmak, almaktan daha zordur. Bunda da en büyük unsur yerli halkın desteğidir. Bu destek olmadıça alınan yer uzun süre elde tutulamaz. Bu destek de ancak, yerli halka adil davranmak, onların huzur ve güvenliğini sağlamakla elde edilebilir.
İşte, Fatih Sultan Mehmet Han ve daha sonraki sultanlar önce bunu sağladı. Fatih İstanbul’a girdiğinde, Ayasofya ağzına kadar kadın-erkek Rumlarla dolu idi. Hepsi korku ve endişe içinde idi. Sultan, Ayasofya’da şükür namazını kıldıktan sonra yerlere kapanan ahaliye, rahip ve Ortodoks patriğine şöyle seslendi: “Kalkınız! Ben Sultan Mehmed, sana ve bütün ahaliye söylüyorum ki, bugünden itibaren ne hayatınız ve ne de hürriyetiniz hususunda benim adaletimden endişe etmeyin!..”
Evet, adalet; ayakta kalabilmenin vazgeçilemez şartıdır...Çünkü, Adalet mülkün temelidir. Temel sarsıntıya uğrarsa, binanın ayakta kalması mümkün olmaz. Fakat, adaleti tatbik etmek kolay bir iş değildir. Adalet, herkese tatbik edildiği zaman gerçek adalet olur. Adalet, kuvvetliden yana değil de, haktan yana olursa, bir değer ifade eder.
Zulüm payidar olmaz. Bizans’ın yıkılmasının sebebi nasıl zulüm ise, Osmanlının İstanbul’u elde tutma sebebi de adalettir. Her şey inceldiği yerden, zulüm kalınlaştığı yerden kopar. Küfür devam edebilir, fakat, zulüm asla... Eninde sonunda zulüm sahibini yok eder. Adalet ise sahibini mamur eder. Bunun sayısız örnekleri vardır tarihte.
Hocası Akşemseddin hazretleri Sultana şu nasihatini sık sık tekrarlardı:
“Şunu unutma! İki sınıf ilmiyle amel ederse, halk kurtulur, rahat eder. Bunlar; âlimler ve kadılardır. Eğer bu iki sınıf bozulursa, bütün halk bozulur ve ortalığı fitne, fesat kaplar. Düzen bozulur, devletin yıkılması kaçınılmaz olur.” Zaman zaman da Hz. Ali’nin şu sözünü naklederdi: “Adalet; halkın dirliği ve düzeni, idarecilerin ise süsü ve güzelliğidir.”
İstanbul’un fethinden sonra üç papaz “Kendi dinimizden olan böyle zulüm yaparsa, başka dinden biri kim bilir neler yapar?” diyerek zindandan çıkmamışlardı. Bunu öğrenen Fatih Sultan Mehmed Han, papazların ellerine birer serbest dolaşma kağıdı verip, onlardan, memleketin her tarafını gezip görmelerini, Osmanlı Devleti ile Bizans’ı mukayese etmelerini istedi.
Papazlar, birçok şehir dolaştılarsa da, bir mahkemeye tesadüf edemediler. Her kasabada kadı var, fakat dava yok. Birkaç ay dolaştıktan sonra, nihayet Bursa’da bir mahkemenin olacağını haber alıp, oraya koştular. Mahkemede Kadı davacıya söz verdi:
“Bir hafta önce bir at satın aldım. Evime götürüp bakımını yaptım. Ancak ertesi gün at rahatsızlandı. Gelip durumu size arzetmeyi düşündüm. Ancak o gün sizi bulamadım. Sonra da at öldü. Hükmünüzü talep ederim.”
Kadı, atı satanı da suçlayamazdı. Çünkü atın durumu ortaya çıkmamıştı. Öbürü de vaktinde müracaatı yapmıştı. Tek eksik taraf; kendisinin vazife yerinde bulunmamasıydı. Bunun için de atın fiyatını kendi cebinden ödeyip, davayı bitirdi kadı efendi.
Papazlar buradan ayrılarak, artık başka yere gitmek ihtiyacını duymadan doğru İstanbul’a gelir ve hemen Fatih’in huzuruna çıkıp, derler ki:
“Bundan sonra biz karar verdik, artık zindana çekilmeyeceğiz. Çünkü sizde bu adalet oldukça, dininizden olmayan Hıristiyan papazlarının dahi zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz!”
Tarihte buna benzer daha nice yaşanmış olaylar vardır... İşte Osmanlı’nın kısa zamanda üç kıt’aya hükmetmesinin sırrı burada yatıyor... Tabiî ki yıkılmasının da...
|
03 Haziran 2006 Cumartesi |
Tarih olan davranışlar
|
Gün geçtikçe, “dürüstlük” , “doğruluk”, “güvenirlilik” , “ sözünde durma”, “takva sahibi olma” gibi kavramlar geçmişteki insanlara ait davarış şekilleri olarak tarihteki yerini almaktadır. Çünkü günümüzde hemen hemen herkes biribirinden şüphe etmekte, kimse kimseye tam güvenmemektedir.
Halbuki bu haller, bir müslümanın dünya ve ahıret huzuru için çok önemlidir. Nitekim Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Ey ümmet ve eshâbım! Siz bana, altı şeyi tekeffül ediniz. Bu altı şeye riâyet edeceğinize söz veriniz. Ben de size Cenneti tekeffül edeyim, Cennetlik olacağınıza dâir size söz vereyim:
1- Konuştuğunuz zaman doğru söyleyiniz!
2- Va'dettiğiniz zaman va'dinizi yerine getiriniz!
3- Size bir şey emânet edilince, emânete hıyânet etmeyiniz!
4- Kendinizi zînâdan koruyunuz!
5- Gözlerinizi harâma yumunuz!
6- Ellerinizi harâmdan çekiniz, harâma yaklaştırmayınız!”
Tenbih-ül Gafilin kitabında bu hadis-i şerif şöyle açıklanmaktadır: Resûlullah efendimiz bütün hayırları bu altı şeyde toplamıştır. Bu altı şeyden birincisi olan, "Konuştuğunuz zaman doğru söyleyiniz" cümlesine kelime-i tevhîd de girer, insanlarla olan konuşmalar da. Yanî kişi, "Lâ ilâhe illallah Muhammederresulullah" dediği zaman, bunu cânu gönülden tasdîk ederek söylemeli, insanlarla olan günlük konuşmalarda yalan söylememeli, doğru sözden ayrılmamalıdır.
"Va'dettiğiniz zaman va'dinizi yerine getiriniz" cümlesi, kulun Allaha olan va'dlerini de, kullara olan va'dlerini de içine alır. Kulun Allaha olan va'dlerinde durması, ölünceye kadar îmânda sebât eylemesi ve kulluk vazîfelerini gereği gibi ve vaktinde edâ etmesidir. Kullara olan va'dlerinde durması ise, günlük yaşayışında onlara vermiş olduğu her türlü sözünü yerine getirmesidir.
"Size bir şey emânet edilince ona hıyânet etmeyiniz" sözü de hem Allah ile kul arasındaki emânet, hem de kişi ile diğer insanlar arasındaki emânete şâmildir. Zîrâ emânetler iki kısımdır: 1- Allah ile kul arasında olan emânetler, 2- İnsanların birbirleri arasında olan emânetler. Allah ile kul arasındaki emânetler, Allahü teâlâlanın kuluna farz kıldığı ibâdetlerdir. Bunlar, Allahın birer emânetidirler. Onları vaktinde edâ etmek kulun üzerine farzdır.
Kulların birbirleri arasındaki emânetlere gelince, bunlar da gerek para, mal, gerek söz, gerekse diğer husûslarda birbirlerine bıraktıkları emânetlerdir. Hangi husûsta olursa olsun, kişinin kendisine bırakılan emâneti ona hiç halel getirmeden sâhibine teslim etmesi gerekir.
"Zînadan korumak" ifâdesine gelince; bu iki türlü olur: 1- Harâmdan kendisini bizzât korumakla. 2- Başkasının mahrem yerlerini görmesine fırsat vermemekle.
Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Allah, bakana da bakılmasına fırsat verede de lânet etsin.” "Gözlerinizi harâma yumunuz" ifâdesinin izâhı da şöyle: İster kadın olsun, isterse erkek olsun, bir kimsenin, dînen bakması câiz olmayan yerlerine bakmaması gerekir. Bunlardan başka, Allahın verdiği o gözlerle, dünyaya ve dünya malına da kıskançlıkla, hased ile bakılmamalıdır. Nitekim Allahü teâlâ buyurur:
“Sakın, kendilerini denemek için onlardan bir kesimini faydalandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine, gözlerini dikme! Rabbinin ni'meti hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir.”
Hz. Ali buyurdu ki: “Doğruluk emanet, yalancılık hıyanettir. İnsaf rahatlık, şer küstahlıktır. Emanete hıyanet etmemek, imandandır; güleryüzlülük ihsandandır. Doğruluk kurtarır, yalan felâkete sürükler. Kanaat insanı zengin yapar, yerinde kullanılmayan zenginlik azdırır. Dünya aldatır, şehvet kandırır. Lezzet oyalar, nefsin arzuları alçaltır. Haset yıpratır, nefret çökertir.”
|
09 Haziran 2006 Cuma |
|
Şimdi iş tersine döndü
|
Eskiden, bir mahallede, bir mahalde yalan söyleyen, yalancılığı bilinen insan sayısı üçü beşi geçmezdi. Şimdi ise iş tersine döndü, doğru sözlülüğü ile bilinen, tanınan insan sayısı üçü beşi geçmiyor. İnsanlar hiç sıkılmadan biribirilerinin gözünün içine baka baka yüzleri bile kızarmadan yalan söyliyebiliyorlar.
Halbuki, dinimiz İslamiyette olduğu gibi, önceki bütün dinlerde de yalan söylemek haram idi, büyük günahtı. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki:
“Ey ümmetim ve eshâbım! Doğruluğa yapışınız! Size doğruluk gerek. Şüphesiz ki doğruluk, insanı iyiliğe sevkeder. İyilik de Cennete götürür. Kişi doğru oldukça ve dâimâ doğru insan olarak kalma yollarını araştırdıkça Cenâb-ı Hakkın nezdinde sıddîk, çok doğru, sâdık insan olarak yazılır. Yalandan sakının. Zîrâ şüphesiz ki yalan insanı harâmlara, kötülüklere sevkeder. Bunlar da Cehenneme götürür. Kişi yalancı oldukça ve yalan söyleme yollarını araştırdıkça, Cenâb-ı Hakkın nazarında çok yalancı insan olarak yazılır.”
İbni Mes'ûd hazretleri buyurdu ki:
Münâfığın üç alâmetinden ibret alınız. Onu bu üç tavrı ile değerlendiriniz: Konuştu mu yalan konuşur. Va'dedince sözünde durmaz. Sözleştiği zaman haksızlık ve zulüm eder.
Kur'ân-ı kerîmde buyuruldu ki:
“İçlerinden kimi de, "Eğer Allah bize lûtfundan ihsân ederse, yemin olsun ki zekâtını vereceğiz, muhakkak sâlihlerden olacağız" diye Allaha söz vermişti. Ne zaman ki Allah kendilerine lûtfundan verince de onunla cimrilik edip, va'dlerinden döndüler. Onlar öyle dönektir işte!”
Lokman Hakîme, “Güzel ahlâkın özü nedir?” diye sorulduğunda, “Doğru sözlü olmak, emâneti sâhibine vermek ve kendini ilgilendirmeyen şeyleri terketmektir.” buyurdu.
Peygamber efendimize soruldu: “Yâ Resûlallah, mü'min korkak olabilir mi?”, “Evet.”, “Cimri olur mu?”, “Evet.”, “Peki, mümin yalancı olur mu?”, “Hayır, aslâ!”
Huzeyfe ibni Yamânî hazretleri buyurdu ki:
- Resûlullahın zamanında bir adam bir yalan söyledi mi bununla münâfık olurdu, ya'nî bu bir yalan onun münâfıklığına delîl sayılırdı. Hâlbuki bugün ben, sizden birinin günde on yalanını duyuyorum...
Müslümanın, kendisini münâfıklık alâmetlerinden koruması gerekir. İnsan kendisini yalancılığa alıştırır, onu kendisine huy edinirse, durumu tehlikeli olur. Yalancılığın ve söylediği yalanların günâhı kendisine yüklendiği gibi, o husûsta kendisine uyanların günâhı da yine kendisine yüklenir.
Abdullah ibni Mes'ud hazretleri buyurdu ki:
“Sözün en doğrusu Kelâmullahtır. En şereflisi zikrullahtır. Körlüğün, basîretsizliğin en zararlısı kalb körlüğü, kalb basîretsizliğidir. Az olup fakat kifâyet eden, çok olup fakat gâfil edenlerden daha hayırlıdır. Nedâmetlerin, pişmanlıkların en fazlası kıyâmet günündeki nedâmettir. En hayırlı zenginlik gönül zenginliğidir. Azıkların en hayırlısı takvâdır. İçki günâhların da'vetçisidir. Kazançların en şerlisi, en kötüsü fâizle elde edilen kazançtır. Hatâların en büyüğü dilin yalanıdır.”
Resûl aleyhisselâm şöyle buyurur: Yalan ancak üç yerde câizdir:
1- Düşmanla yapılan harpte. Zîrâ harp bir hileden ibârettir.
2- Dargın iki mü'minin arasını bulma husûsunda.
3- Hanımını idâre etme husûsunda.
Yalanın caiz olduğu bldirilen üç hususun dışında yalandan uzak durmalıdır. Şu hadis-i şerifler yalanın kötülüğünü açık şekilde ortaya koymaktadır: “Yalan, Cehennem kapılarından bir kapıdır.”, “Yalandan sakının! Çünkü yalan günaha, günah da Cehenneme sürükler.”, “Yalan rızkı azaltır.”
|
10 Haziran 2006 Cumartesi |
İsviçreli bayan milletvekilin feryadı!
|
Almanya 2006 Dünya Kupası final maçları geçen hafta başladı. Başkent Berlin’de toplanan 32 ülkenin taraftarları şov ve gösterilerle Dünya Kupası’nda yerlerini aldı. Final maçları devam ederken tarihi Brandenburg kapısı ile ünlü Siegeseule arasında yaklaşık bir milyon değişik ülkeden gelen insanlar da sınır ölçü, tanımayan bir eğlence ve fuhuş batağına saplandı.
Maçlarla ilgili yorumları spor servisimizdeki konunun uzmanı arkadaşlar fazlasıyla yapıyorlar. Ben bu maçların, insani değerleri, aileyi hiçe sayan fuhuş cephesini ele almak istiyorum. Yıllardır insan haklarından bahseden, kadınların özgürlüklerini savunan Batı’nın kadını nasıl istismar ettiğini, nasıl seks kölesi haline getirdiğini gözler önüne sermek isitiyorum. Ayrı rezalet, Atina 2004 olimpiyatlarında ve diğerlerinde de yaşanmıştı.
Köleliği kaldırmakla övünen Batı, kadını köleden de aşağı duruma getirdi. Eskiden kölelerin bile kendine göre bir hukuku vardı. En azından bir sahibi vardı, kiminle yatıp kalktığı belli idi. Şimdi Batı’da özgürlük adı altında, köleliği bile aratan uygulamalara şahit oluyoruz.
Bu, insanı aşağılan, adete hayvan muamelesi gösterilen uygulamalardan insaf sahibi pek çok Batı aydını bile rahatsız olmaya başladı.
Nitekim, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nin İsviçreli bayan milletvekili Ruth-Gaby Vermot-Mangold, 'Dünya Kupası öncesi kadın trafiği' adlı bir yazı yayınlayarak, vatandaşı olan, dünya futbolunun patronu Sepp Blatter’e, “ modern kölelik” olarak tanımladığı fuhuş konusunda 'kesin konumunu' alması gerektiğini söyleyerek,"FİFA, bu tür organizasyonlardaki insan trafiğini mutlaka göz önünde bulundurmak zorunda. FİFA ve onun başkanı Sepp Blatter, fuhuş konusundaki sorumluluklarını kabul etmek zorundadır. Sayın Blatter, Dünya Kupasında fuhuş konusunda bir önlem almazsa ve bu belaya karşı önlem almamız konusunda bizlere yardımcı olmazsa bunun bir parçası olur" demişti.
Konseyin Portekizli Milletvekili Jose Mendes Bota ise konuyla ilgili olarak, "Seks, bira ve futbol Bay Futbol ile Bayan Fuhuş'un evliliği olacak" diyerek Blatter'i bu konuda duyarlı olmaya çağırdı.
Dünyanın önde gelen sivil toplum örgütlerinden bazıları daha önce yaptıkları açıklamalarda, Doğu Avrupa ülkelerinden yaklaşık 60 bin kadının Dünya Kupası finalleri vesilesi ile fuhuş amaçlı giriş yaptığını ve bunun da ülkedeki suç örgütleri taraf ından organize edileceğini duyurdu. Avrupa Konseyi milletvekilleri de Dünya Kupası'nda mücadele edecek olan futbolculara ve maçları izlemeye gidecek olan taraftarlara 'fuhuşa karşı kırmızı kart' çağrısında bulundu.
Uluslar arası MTV kanalı da, sürekli yayınladığı uyarı spotlarıyla genç izleyicilerine “Bir hayat kadınıyla birlikte olmadan önce iki kez düşünmelerini” tavsiye etti. Kanalın spotlarında, “Hareketlerinizin sorumluluğunu alın. Para karşılığı, birlikte olacağınız kadınların “fuhuş tacirlerinin köleleri” olduğunu unutmayın. Bunu bir eğlence olarak görmeyin, böyle görürseniz onların seks ticaretini körüklemiş olursunuz” uyarısını yaptı. ABD'deki kadın hakları savunucuları da Almanya'ya, Dünya Kupası sırasında seks tacirlerine mani olunması çağrısında bulundu.
Seks ticaretinde kullanılacakların sayısı, Almanya'daki 400 binin üzerindeki hayat karınına ilaveten dışarıdan gelecek birçoğu zorla fuhuşa itilmiş, her yaştan 60 binin üzerindeki hayat kadını ile beraber yaklaşık 500 bini buluyor.
Bu güne kadar Batı kadını, ticarette, reklamda alabildiğine istismar etmişti. Bir futbol kalmıştı, ona da bulaştırdı. Hem de bir kupada yaklaşık 500 bin kadını dünyanın her tarafından gelen aç kurtların önüne atarak… Bu mu kadın haklarını, kadınlara özgürlüğü savunmak. Herhalde bunlarda algılama bozukluğu var. Çünkü köleliği özgürlük olarak algılıyorlar.
|
16 Haziran 2006 Cuma |
Modern kölelik anlayışı
|
Dün, Almanya’daki Dünya Kupası maçlarında 500 bin kadının cinselliğinin istismar edildiğinden, “modern köle” olarak kullanıldığından bahsetmiştim. Ben zannederdim ki, Dünya Kupası, Dünya Olimpiyat gibi oyunlada sadece spor yapılır ve seyredilir. Böyle değilmiş, mahalli idarenin binlerce kişiye kapalı ve yarı açık genelevi sunma görevi de varmış.
Bu sunumların, insanoğlunun maneviyattan, dinin kontrolundan çıktığında neler yapabileceğini göstermesi bakımından çok ibretli. İşin tuhafı bütün bunları, özgürlük ve medeniyet adına yapmaları. Bir taraftan kadın haklarından bahsederlerken diğer taraftan kadını seks kölesi yapmaları.
İnsanı insan yapan, hayvanlardan ayırt eden hayayı, ahlakı yok ediyorlar; bunu da insanlara hizmet olarak sunuyorlar. İşin garibi bu tür istismarlara kadın hakları savunucu derneklerden ciddi bir tepki gelmemesi. Demek ki olup bitenden herkes memnun. Nitekim Dünya Kupası maçlarında fuhuşun önlenmesi için tedbir alınması teklifine,FIFA Başkanı Josepp Blatter, kurumun kadınları koruma gibi bir görevlerinin olmadığına dikkat çekerek, bu talebi reddetti. O zaman, kadınları kim koruyacaksa onun devreye girmesi gerekmez mi? Yok ki, olmayan kurum nasıl devreye girsin!
Batı, ellerindeki tahrif edilmiş İncil’de bile geçen, Lut kavminin fuhuştan dolayı başlarına gelenler ile Pompei halkının başına gelenlerden ibret almıyorlar. Aslında bunların Hıristiyanlığa falan da inandığı yok. İnansalar böyle yapmazlar; şehvetin esiri olmazlar.
Batı’nın, ahlaksızlığa kapılarını açması, sadece bu Dünya Kupası maçları ile sınırlı değil tabii ki. Her türlü kültürel, sportif faaliyetlerde bu tür ahlaksızlık organizasyonun bir parçası haline gelmiş. Kültürel, sportif, ticari... her yerde kadın istismarı var. Ahlaksızlık, fuhuş, her türlü sapıklık Batı medeniyetinin bir parçası haline gelmiş.
Doğu Avrupa ülkelerinden her yıl yüz binlerce kadın fuhuş için Batı Avrupa ülkelerine getiriliyor. AB tarafından yapılan bir araştırmaya göre, Doğu Avrupa ülkelerinden getirilen yaklaşık 500 bin kadını fuhuşa zorlayan şebekelerin toplam geliri her yıl yaklaşık 15 milyar euro'yu buluyor.
Uluslararası Af Örgütü raporuna göre “ yüzlerce kadın, fuhuşu örgütleyen çeteler tarafından oradan oraya götürülüyor ve esir muamelesi görüyorlar.” Böylece, 21.yüzyılda ” modern kölelik” resmen doğrulanmış oluyor.
Avrupa’daki yabancı hayat kadınının çoğu geçim sıkıntına düşmüş Rusya, Litvanya, Polonya, Ukrayna ve Bulgaristan'dan getiriliyor. Araştırmada, Fuhuşa zorlanan kadınların çoğunun ölümle tehdit edildiği, tecavüze uğradığı ve sürekli baskı altında tutulduğu, fahişelik yapan her 2 yabancı kadından birinin kandırılarak bir Batı Avrupa ülkesine getirildiği ifade edildi.
Batı’da aile hayatı artık bitti. Cinsi hayattaki sapıklık hayvanlarda bile yok. Yapılan araştırmaya göre, birlikte yaşayan çiftlerin yaklaşık yarısının, partnerleriyle akit yaparak aynı evde oturdukları tespit edildi. Merkezi İstatistik Bürosu'nca yapılan kayıt taramasına göre, evlenmeden birlikte yaşayan eşlerin sayısı milyonlarla ifade ediliyor.
Batı ülkelerinin çoğunda nüfüs artış oranı eksilerde olduğu için artıya geçirmek için teşvikler verilmektedir. Diğer traftan da, nüfüs artınışının kaynağı olan aileyi yıkıcı her türlü ahlaksızlıkların önü açılmaktadır. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu…
Peygamber Efendimiz de, ahir zamanda fuhuşun, zinanın çok yayılacağını, sokaklarda, caddelerde aleni olacağını haber veriyor. Hatta yoldan geçenler, yolun kenarına çekilin de, yürümemize mani olmayın denileceğini bildiriliyor. Artık hızlı bir şekilde, o günlere gittiğimiz anlaşılıyor. İnsanlar insani değerlerden hızla uzaklaşıyorlar. Bunların hali ayet-i kerimede şöyle bildiriliyor: “ Onlar hayvan gibidirler; hatta hayvandan daha aşağıdırlar.”(Furkan,44).
|
17 Haziran 2006 Cumartesi
|
Tersini yaparak doğruyu bulma metodu
|
Geçen pazar ÖSS sınavı yapıldı. Sınava katılan bütün öğrencilere haklarında hayırlısı neyse onun olmasını temenni ediyorum. Bu arada sınav öncesi, bir din görevlisinin açıklaması dikkatimi çekti. Görevli aklınca, öğrencilerin sınav öncesi İslam büyüklerinin türbelerine gidip dua etmelerinin, bu büyükleri vesile kılmalarının yanlış olduğu söyliyerek onları uyarıyordu: “Bazı öğrencilerin yanlış yaptığını görüyoruz. ÖSS öncesi türbe gibi yerleri ziyaret edip, bu insanlardan yardım dilemek caiz değildir, yanlıştır. Hatta, bu tür durumlarda kâr beklerken zarar edilebileceği de unutulmamalıdır."
Bu yanıltıcı açıklamayı ve uyarıyı(!) fırsat bilen, her vesile ile İslami değerlerden insanları uzaklıştırmayı kendilerine gaye edinmiş malum zevatlar, malum kanallarda hemen boy gösterdiler. İşi daha da ileriye götürüp, türbe ziyaretinin, türbede dua etmenin, buradaki İslam büyüğünden yardım istemenin şirk, küfür olduğunu söylediler.
Yıllardır bu kimseler, “hurafe” “şirk” yakıştırmaları ile halkımızı manevi değerlerimizden uzaklaştırmaya çalışmakta; halkımız da inadına bunların söylediklerinin tersini yaparak manevi değerlerini korumaya çalışmaktadır.
Geçmiş yıllarda bir Ramazan-ı şerifte, birisi çıkıp, “ Hırka-i şerif, sakal-ı şerif ziyareti şirk, kimse gitmesin!” demişti. Bu açıklamasından sonra, Fatih’de, Hırka-i şerif camiine büyük bir akın olmuş, izdiham sebebiyle ziyaretler güçlükle yapılabilmişti.
Halkımız akli selim sahibi olduğu için doğruyu bulmada önemli bir metot geliştirdi; bu malum zevatlar ne söylüyorlarsa tersini yaparak en doğruyu buluyor. Bu defada öyle oldu, İstanbul’da başta Eyüp Sultan hazretlerinin türbesi olmak üzere meşhur bütün türbeler dolup taştı. Sadece İstanbul değil Anadolu’da da durum aynıydı: Örneğin Kayseri'de en çok ziyaret edilen yerlerden biri olan Hz.Mevlana'nın hocası Seyyid Burhanettin Hazretleri'nin türbesinde de ÖSS öncesi büyük hareketlilik gözlendi. Seyyid Burhanettin Hazretleri Hizmet Vakfı sorumlusu Eyüp İpek, “Hareketlilik Cuma ve Cumartesi günleri doruk noktaya ulaştı. Tüm uyarılara rağmen vatandaşlar hurafelerden vazgeçirilemedi” diyerek ziyaretlerden diğerleri gibi o da şikayetçi oldu.
Halkımızın inancıyla oynama, asli değerlerinden uzaklaştırma gayretleri yeni değil, sadece bu olay ile de sınırlı değil tabii ki. Tanzimattan beri, halkının örf ve adetlerinden, inancından uzak, sesleri gür çıkan entellektüel bir azınlık, her fırsatta, her olayda temcit pilavı gibi böyle dayatmaları halkın önüne koymaktadır. Gerçek niyetlerini halktan çekindikleri için açıkca ortaya koyamasalar da, çeşitli kılıflarla, dolaylı yollardan halkın önüne sürüyorlar. Örnek mi, sayamayacağımız kadar çok: Zinanın suç sayılması istendi, bunlar hemen karşı çıkıp, “hayır suç sayamazsınız” dediler. Gençlerimiz bağımlı olmasınlar diye içkiye sınır konulmak istendi, bütün güçleri ile ortaya çıkıp, içki içmemek gericiliktir diyerek buna da mani oldular. İhtiyaç olan yerlerde cami yapılmak istendi, bu kadar camiye ne lüzum var deyip buna da engel odular. Fakat kilise yapımına karşı çıkmadıkları gibi alkış da verdiler. Okullarda, insanı yaratan Allahtır, denildiğinde, böyle söymemek gericiliktir, insan maymundan geldi diyerek tepki gösterdiler. Merak ediyorum; dünyada halkının değerlerine bu kadar uzak, bu kadar düşman başka bir “aydın” kesimi var mı? İşin sevindirici tarafı halkımızın doğruyu bulmada sağlam bir metodu oluğu için gür seslerine rağmen manevi değerlerdimize istedikleri zararı veremediler.
Konumuza dönecek olursak; öğrenciler türbe ziyaretlerinde, belki aşırılıklar ve yanlışlıklar yapmış olabilirler. Bunu düzeltmeye çalışmayıp, 14 asırdır yapıla gelen türbe ziyaretlerini tamamen ortadan kaldırma teşebbüsleri art niyetli olduklarının bir göstergesidir.
Yarın da, dinimizde türbe ziyaretinin önemi ve âdabı üzerinde durmak istiyorum.
|
23 Haziran 2006 Cuma |
Ona yaklaşmak için vesile arayın!”
|
Dün, ÖSS imtihanı sebebiyle, İslam büyüklerinin türbelerine gidip dua eden öğrencileri bundan uzaklaştırmak için, bazı çevrelerce başlatılan kampanyadan bahsetmiştik. Hatta 14 asırdır devam ede gelen bu duanın, hurafe, şirk olduğunu söyleyen bile çıktı. İngilizlerin İslamiyeti içeriden yıkmak için kurdukları Vehhabiler de aynı şeyi söylemektedirler. Hatta bunlar, Resullullah efendimizin türbesinde, “Şefaat Ya Resulallah” diyenleri bile şirk ile itham etmektedirler.
Halbuki, Peygamberlerin, evliyanın kabirlerine giderek, onları vesile etmenin, vesile olmaları için onlara yalvarmanın caiz olduğunu, İslam büyükleri çeşitli yollardan ispat etmişlerdir. Maide suresi 35. âyet-i kerimesinde mealen, (Ey müminler! Allahü teâlâdan korkun ve Ona yaklaşmak için vesile arayın!) buyuruldu.
Kabir başına gidip, dileğini, arzusunu doğrudan ondan istemek, onun yaratacağına inanmak tabii ki şirktir, küfürdür. Akli başında olan hiçbir Müslüman zaten böyle bir şey düşünmez. Yaratmanın sadece Allahü tealaya mahsus olduğu bilir. Dileğini bu zatın vesilesi ile, onun hürmetine, Allahü tealanın yaratacacağını bilir ve inanır. Bunun için, Müslümanların ruhlardan ve ölülerden bir şey istemeleri, bunlara tapınmak, onları mabud yapmak olmaz.
Âdem aleyhisselam, yasak edilen ağaçtan yiyerek, Seylan adasına indirilince, Muhammed aleyhisselamı vesile ederek dua etti. Allahü teâlâ da, “Ey Âdem, Muhammed aleyhisselamı vesile ederek, yerdekiler ve göktekiler için şefaat isteseydin, şefaatini kabul ederdim” buyurdu.
Evliyanın büyüklerinden Ebu Hasan-ı Harkani hazretleri, sefere çıkan talebelerine, “Sıkışınca benden yardım isteyin” buyurdu. Yolda talebeler eşkıyaya yakalanınca, bu sözü unutup, kurtulmaları için doğrudan Allahü teâlâya dua ettiler, fakat kurtulamadılar. Bir talebe “Ya Ebel Hasan, imdat!” dedi. Sadece o talebe kurtuldu. Seferden dönünce hocalarına, “Biz Allah’tan yardım istediğimiz halde soyulduk. Fakat şu arkadaşımız, sizden yardım isteyince kurtuldu. Bunun hikmeti nedir?” dediler. O da, “Allahü teâlâ günahkâr kimselerin duasını kabul etmez. Arkadaşınız, benden yardım isteyince, onun duasını Allahü teâlâ bana duyurdu. Ben de, “Ya Rabbi bu talebemi kurtar!” dedim. Allahü teâlâ da kurtardı. Ben sadece vasıta oldum, dua ettim. Kurtaran Rabbimizdi” diye cevap verdi.
Mevlana Celaleddini Rumi son hastalığında, “Ben ölünce üzülmeyiniz! Her yerde benimle olunuz, beni düşününüz! İmdadınıza yetişir, size yardım ederim. Ruhumun, bu dünyada iki türlü bağlılığı vardır: Biri, bedenime olan bağlılığı, ikincisi, sizlere olan bağlılığı. Allahü tealanın inayeti ile ruhum bedenden ayrılınca, bedene olan bağlılığı da, size olur.” buyurdu.
Büyük bir âlim vefat edince, feyz vermesi kesilmez, daha da artar. Kınından çıkmış kılıç gibi olur. Ali Ramiteni hazretleri, “Günah işlememiş bir dil ile dua ediniz ki, kabul olsun!” buyurdu. İnsanlar bu duruma kendilerini layık görmekdikleri için, bu büyükleri vesile ediyorlar.
İsa aleyhisselama gelip dediler ki, siz dua ediyorsunuz, devasız hastalıklar iyi oluyor. Hangi duayı okuyorsunuz, bize de söyler misiniz? İsa aleyhisselam da onlara okuduğu duayı söyledi. Adamlar bir süre sonra tekrar geldiler, efendim okuyoruz okuyoruz bir şey olmuyor, acaba bize yanlış dua mı öğrettiniz derler. İsa aleyhisselam, “Dua doğru ama ağız yanlış” buyurdu.
Deniz yolculuğunda vapura biniyor, vapurun yardımıyla gidiyoruz. Onu vâsıta ederek deniz üzerinde gidebiliyoruz.. Ölmüş olan evliyâdan da yardım istemek, onları vâsıta, vesîle kılmaktır. Her şeyi yaratan Allahü teâlâdır. "Sebeplere yapışın!" buyurduğu için bir sebebe yapışıyoruz.
Kısaca kabir ziyaretinin nasıl yapılacağından da bahsederek yazımıza son verelim: Kabir yanına gelince, önce selâm verilir. Mezarın sağ yanına, yani kıble tarafına, ayak ucuna yakın durulur. E'ûzü ve Besmele ile bir Fâtiha ve onbir İhlâs okunur. Sevâbı Resûlullah efendimizin ve bütün peygamberlerin "aleyhimüsselâm" ve Eshâb-ı kirâmın ve Evliyâ-i izâmın "aleyhimürrıdvân" rûhlarına ve bu zâtın rûhuna hediyye edilir. Sonra bunlar vesile edilerek, Cenab-ı Haktan, istekte bulunulur. Gelen kimse almasını bilir ise, o zât da vermeğe ehil, olgun bir velî ise ve şartları gözeterek beklerse, elbette birşey ele geçer.
Dert ve dilek için yatırlarda bulunan ağaçlara çaput bağlamak, türbelere mum dikmek caiz değildir. İşte hurafe olan bu gibi şeylerdir.
|
24 Haziran 2006 Cumartesi
|
Dünya ahlaksızlık kuşatması altında
|
Ahlaksızlık, fuhuş, cinsi sapıklık bütün dünyayı sardı. İnsanlık, büyük bir tehlike altında. Toplumlar cinsi sapıklıklarda, erkek erkeğe evlilik izninden tutun da, 8-10 yaşındaki çocukları bile fuhuş ticaretinde kullanacak kadar âdileşti. Ahlaksızlık, geçmişte pek çok kavmin, milletin yok olmasına sebep olmuştur. Buna, Lut kavminin ve Pompei halkının başına gelenler ibretli iki örnektir. Lut kavmi, Kur’an-ı kerimde; “El-mü’tefikât = Alt üst edilen yer” olarak bildirilen bölgede yaşardı. Bu bölgede, fuhuş ve ahlâksızlık olan söz ve fiiller, herkesin içinde alenî olarak yapılıyordu. Edep ve haya tamamen yok olmuştu. Ayıp ve günah olarak bilinen her şey topluluk içinde rahatça yapılıyor, bugün olduğu gibi onlar daha çok itibar görüyordu. En kötüsü; bu yapılan çirkin ve iğrenç hareketlerden kimse kimseyi sakındırmıyor, bu hareketleri yapmayanlar ise, toplumun dışına itilip ayıplanıyordu.
Nihayet, Allahü teala bunları, yerin dibine batırarak bu kavmi helak etti. Bu ahlâksız, lanetlenmiş toplumun yaşadığı bölgede, cenâb-ı Hakkın gadabının nişanesi olarak, pis kokulu ve siyah bir su çıkıp göl oldu. O şehirlerin izleri hâlâ durmaktadır. Bunda insanlar için ibret vardır. Allahü teâlâ, “...o beldede bir işaret bıraktık” buyurarak, bu durumu haber verdi.
İtalya’nın Napoli şehri yakınlarında yaşayan Pompei halkı ise, ahlaksızlıkta, fuhuşta Lut kavmini aratmayacak bir hal almıştı. Bütün ikazlara rağmen, eğlence adı altında yapılan türlü ahlâksızlıklarda bir azalma görülmeyince, Vezüv yanardağı 79 yılı Ağustosunun 24’ünde büyük bir gürültüyle patladı. Havadan kızgın taşlar, kaya parçaları ve kızgın lâv yağmaya ve sel gibi akmaya başladı. Çılgın insanlar o anda ne hâldeyse, o şekilde öldü. Bugün, bunların bu halini o bölgeyi gezenler ibretle seyretmektedir.
Bugün dünyanın pek çok yerinde ahlaksızlık, gazete, dergi, TV, internet ile eski halleri aratmayacak şekilde yaygınlaşmasına rağmen buralara bir umumi bela gelmiyorsa, ahir zaman peygamberi Muhammed aleyhisselamın yüzü suyu hürmetine gelmemektedir. Çünkü, Cenab-ı Hakın, peygamberimizin ümmetine umumi bela vermeyeceğine dair vaadi vardır. Fakat bunlar kendi belalarını kendileri bulmaktadırlar. Örneğin bu tür ahlaksızlıkların yaygın olduğu ülkelerin çoğunda nüfus hızla azalmaktadır, bir müddet sonra yok olacaklardır.
Bu ülkelerdeki ahlaksızlığın boyutunu kendileri bildirmektedir. Örneğin, AB’nin istatistik kurumu Eurostat’ın verilerine göre, 25 AB üyesi ülkede her yıl evlenenlerin yarısı boşanmaktadır. Doğumların yüzde 31.6’sı evlilik dışı ilişkiden olmaktadır. Evlilik dışı ilişkiden doğum oranı en yüksek ülkeler, yüzde 58 ile Estonya, yüzde 55 ile İsveç ve yüzde 45 ile Letonya ve Fransa’dır.. Birlik ortalamasında çocuklu ailelerin yüzde 13’ünde anne ya da babadan biri bulunmamaktadır. Yüzde 24’le İngiltere ilk sıradadır. AB’nin nüfus artış oranı 2005 yılında bir önceki yıla göre yüzde 16 gerilemiş durumdadır. AB ülkelerindeki her 100 gençten 30’u AIDS’li. Yine Avrupa’da alkole başlama yaşı ortalama 14.6, İtalya’da ise 12.2’ye inmiş durumda. Sadece, Avrupa mı; Amerika’sı, Uzakdoğu’su, Çin’i kısacası bütün dünya bu konularda birbirleri ile yarış içindeler.
Bu içler acısı hali, Uzman Psikolog Rukiye Karaköse şöyle yorumlamaktadır: “Aile toplumun sigortasıdır. ‘Aile psikolojisi’ güçsüz kalmış, dejenere olmuş Avrupa’da, boşuna çocuk psikolojisi kitabı yazmasınlar, ahkam kesmeyi bıraksınlar. Kendi toplumlarındaki dejenerasyonu ve yozlaşmayı nasıl düzeltecekleri üzerinde kafa yorsunlar. Doğan her 3 bebekten 1'i veled-i zina. Babanın olmadığı yerde, sağlıklı aile yapısının olmadığı tek ebeveynli evlerde büyüyen çocuklar, topluma da kızgın büyüyecekler ve manevi duyguları, ahlaki yapıları zayıf olacak.”
Manevi inancı zayıflamış, hatta yok olmuş milletler freni patlamış otomobil gibi uçuruma yuvarlayıp yok olmaya mahkumdurlar!
NOT: Prof.Dr. Ekrem Buğra Ekinci'den İki yeni kitap
Marmara Üniversitesi, İslam Hukuku tarihi Profesörü Ekrem Buğra Ekinci'nin
"İslam Hukuku tarihi" ve "İslam Hukuku" isimli iki yeni kitabı yayınlandı. Bu iki kitapta, İslam hukukunun kaynağı, delilleri, uygulanışı gibi merak edilen hususular geniş olarak anlatılmaktadır.
Bu iki kitabı da, daha önce değerli hukukçumuzun, "Osmanlı Mahkemeleri", Eski Şeriatlar" "İslam Hukukunda Değişimin Sınırı" kitaplarını yayınlayan Arı Sanat Yayınevi neşretti. (0212 5204151)
|
30 Haziran 2006 Cuma |
Ülkemizdeki cinsellik patlaması
|
Dün, dünyayı kuştan, toplumlar için büyük tehlike arz eden ahlaksızlıklardan, fuhuştan bahsetmiştik. Günümüzde dünya küçüldü, dünyanın öbür ucunda bir ahlaksızlık, hayasızlık akımı başladıysa, dünyanın diğer ucundaki insanlara TV’ler ve internet ile aynı anda ulaşabiliyor. Dolayısıyla, toplum olarak bu tehlikelerle biz de karşı karşıyayız. Olumsuzlukların bize yansımaması mümkün değildir.
Gün geçmiyor ki, medyada taciz,.tecavüz haberleri eksik olmuyor. Özellikle, öğrenim süresince okullarımızdaki bu tür olayların çokluğu fuhşun hangi noktaya geldiğini göstermesi bakımından önemlidir. Okullardaki, taciz, tecavüz olaylarının 12-13 yaşa inmesi tehlikenin boyutunu göstermesi bakımından kaygı verici. İşin en korkuncu da, fuhşun emniyete, basına yansımayan boyutudur. Genelde zorlama, tecavüz olduğunda emniyete intikal ediyor. Gençlerin kendi rızaları ile olan beraberlikleri medyaya yansımadığı için çok kimsenin bundan haberi yok.
Ortaöğretim çağındaki 3 bin 500 genç arasında yapılan bir araştırma, cinselliğin ilköğretim çağlarına kadar düştüğünü gösteriyor. Araştırmaya göre, gençlerin yüzde 80’ni flört yapıyor. Bunların yüzde 19.9'u karşı cinsle ilişkiye girmiş. Bunların da yüzde 25'i 13 yaş ve altında.(Lise ve üniversite öğrencilerinin halini siz düşünün)
Bu tehlikeli gelişme beraberinde birçok olumsuzlukları da getiriyor. Nitekim, Jinemed Hospital Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Teksen Çamlıbel, 18 yaş ve altında kürtaj patlaması yaşandığını belirterek, “Cinsel ilişki yaşının düşmesi, kürtajı artırdı, 18 yaşından küçükler, ailelerinden habersiz gizlice kürtaj oluyor. Ancak bu kürtajlar, birçok sorunu da beraberinde getiriyor. Kalıcı arazlar bırakıyor.” dedi.
Peki, cinselliğin bu kadar yoğunlaşmasının, toplum için tehlikeli hal almasının sebebi nedir? Öğrenim için gönderilen çocukların derslerinden çok bu işlerle meşgul olmalarının sebebi, bunlara her ortamda cinsellik pompalanmasındır, beyinlerinin meşgul edilmesidir. Televizyon dizilerinde, reklamlarda, internette devamlı cinsellik pompalanmaktadır. Cinsellik, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar ön planda; ekranda, filmde, klipte, defilede, dizide hep başrolde. Bu yetmiyormuş gibi, bir de ailelerin ilgisizliği, hatta teşviki yangını körüklüyor. Birçok aile, erkek arkadaşı olmayan kızını aşağılamaktadır. Karşı cins gençlerin ders çalışması bahanesi ile birbirlerinin evlerine gelip gitmeleri, yalnız kalmaları hatta birbirlerine yatılı misafir olmaları olumsuzlukların önünü açıyor. Bugün maalesef bu davranışları normal görmeyenler, gericilikle suçlanır hale geldi.
Sen bir taraftan gençlere her fırsatta cinsellik pompalayacaksın, sokaktaki, okuldaki yaşayışını kontrol etmeyeceksin, ardından kapalı bir ortamda yalnız kalmalarına imkan vereceksin sonra da, bir şey olduğunda şunu bunu suçlayacaksın. Adama demezler mi: Suç sende, atalarımızın, “ateşle barut bir arada bulunmaz!” sözünü hiç duymadın mı? Bazılarının insan tabiatına aykırı bir iddiası var: Neymiş efendim, kız erkek devamlı bir arada bulunursa, alışırlarmış, akıllarına kötü düşünce gelmezmiş. Buna kargalar bile güler. Bir araya geldiklerinde bu düşünce akıllarından zaten hiç çıkmıyor ki, akıllarına gelmemiş olsun. Çünkü bu eğilim, kadın ve erkeğin yaratılışında var. Bu düşünce, bu dürtü sayesinde insan nesli devam ediyor. Bu düşünce, arzu istek olmasa, bugüne kadar insan nesli çoktan tükenmişti. Bu arzuyu yok etmek mümkün olmadığına göre, geriye kontrol altına almak ve meşru ölçüler dahilinde gidermek kalıyor.
Hastalık da, tedavisi de belli. Çocuklarımıza, her gün her saat cinselliği hatırlatan, dürten yayınlara, yaşayışlara mani olamıyorsak, en azından çocuklarımızı bunlardan uzak tutmalıyız. Günün her saatinde, nerede, kiminle bilmemiz gerekir. Zaman kötü, çocuklarımıza sahip olamıyoruz, diyerek ipin ucunu tamamen bırakmak onlara yapılabilecek en büyük kötülüktür. Devir, ne kurtarabilirsen o kardır, devridir. Ümitsizliğe kapılmadan elimizden gelen her türlü tedbiri almak zorundayız. Yoksa son pişmanlık fayda vermez! (Çocuk eğitimi, Ailenin önemi gibi konularda, “Huzurun kaynağı Aile” kitabını -Arı Sanat yayınevi- önemle tavsiye ederim.)
|
01 Temmuz 2006 Cumartesi |
|
Yüce Kitabımızı okuyamamanın vebali
|
Bir Müslümanın, bir Müslüman çocuğunun, yüzüden tecvide uygun olarak kitabımız Kur’an-ı kerimi okuyamaması, namaz surelerini ve dualarını ezberlememesi, imanın, islamın şartları, namaz, abdest gibi zaruri ilmihal bilgilerini bilmemesi kadar yanlış, affedilemez ihmal olamaz. Bu, yapılamayacak, altından kakılamayacak bir yük de değil. Fakat bir iş, ne kadar kolay olursa olsun, onu yapmakta kararlılık gösterilmezse, ciddi bir şekilde üzerine eğilinmezse netice almak mümkün olmaz.
Çok şükür 40’lı yıllarda olduğu gibi bir yasak da yok. Yasak olmadığı gibi bütün cami görevlileri yaz talilinde çocuklarımıza yüce kitabımız Kur’an-ı kerimi öğretebilmek için seferber olmuş haldeler. Bütün bu imkanlara rağmen, bir Müslümanın kendisi veya çocukları Kur’an-ı kerimi bilmiyorlarsa bu, affedilecek, hoş görülecek bir davranış olmaz. Zaten aklı başında bir MüslümanIn da bu kadar önemli bir konuda ilgisiz kalması düşünülemez.
Gerçekten de ilgisiz kalınmıyor, herkes çocuğunu en yakın camiye gönderiyor. Ancak bu yetmiyor, yoğun talep karşısında çocuklarla görevliler yeteri kadar ilgilenemiyorlar. Bunun için anne - baba, camiye göndermekle kalmamalı, bunun takibini de yapmalı; biliyorsa akşamkları öğrendiklerini kendisi tekrar ettirmeli, bilmiyorsa tanıdığı birine bunu yaptırmalı.
Hatta imkanı olanlar üç beş kuruş verip, özel ders aldırmalı. Camide bir hocanın, 25-30 çocukla uğraşması, bir - iki çocuk ile ilgilenmesi bir değildir. İmkanı olan da olmayan da, Anadolu Liselerine, Fen Liselerine, üniversiteye hazırlık için milyarlarca parayı çekinmeden verirken, çocuğunun dini için 150-200 milyon gibi cüz’i bir parayı çok görmesini anlamak mümkün değil. Çocuğun ahıretine yatırım yapmayıp, sadece dünyası için yatırıp yapmak ona yapılacak en büyük kötülüktür. Bunun vebali büyük olur. Çocuklarına dinlerini öğretmedikleri için onların mürted, dinsiz olmalarına sebep olmuş olur. Bir müslümana vebal olarak bu yeter!
Öğrendikten sonra, unutulmamasını da sağlamak öğretmek kadar önemlidir. Çocuklarımızın çoğu öğreniyor daha sonra tekrar unutuyor. Unutmamanın yolu da tekrardan geçer. Bunun için, yaz tatilinden sonra da, az da olsa hergün bir miktar Kur’an-ı kerim okunmasını sağalamak ve takibini yapmak gerekir. En az yılda bir kere hatim indirmeyi perensip edinmeliyiz. Bu o kadar zor bir iş değildir; günde 5-10 dakika ayırıp iki sayfa Kur’an-ı kerim okunduğu takdirde yılda bir hatim yapılmış olur.
Güzellikle, tatlılıkla çocuklara namaz kılmaları teşvik edilip bu sağlanırsa, namaz surelerini ve dualarını devamlı tekrar edeceğinden bunların da unutulmaması sağlanmış olunur. Bundan daha da önemlisi, dinin direği dikilmiş olur. Çünkü, hadis-i şerifte, “Namaz dinin direğidir!” buyurulmuştur.
Eğer bizden sonra da, çocuklarımızın, torunlarımızın Müslüman kalmalarını istiyorsak, - ki istemek zorundayız, istemeyen dinden çıkar- çocuklarımızla sadece yaz tatilinde değil, yılın 365 gününde ilgilenmemiz, her akşam en azından 15-20 dakikamızı buna ayırmamız şarttır. Bunun mazereti, bahanesi olmaz. Çünkü bundan daha önemli bir iş, vazife olamaz.
Bu ilgisizlik, şuursuzluk devam ettiği takdirde, özellikle yurt dışında olan Müslümanların, iki - üç nesil sonra, çocuklarının adlarının, Hans, Corc, Jozef … olması kaçınılmaz olacaktır. Türkiye’de de, belki isimleri âdet olarak Ahmet, Mehmet, Ali olarak kalacak ancak inançları, yaşayışları bunlardan farkı olmayacaktır.
İçeride ve dışarıda İslam düşmanları İslamiyeti yok etmek için, özellikle gençlerin dinden bihaber yetişmeleri için yoğun bir çalışma içindeler. Eğer bizler onlardan daha yoğun bir şekilde, çocuklarımızla ilgilenmez, dinimizi en güzel şekilde öğretmezsek onların çalışmalarına destek olmuş, yani farkında olmadan İslam dinin yıkılmasına yardım etmiş oluruz!..
|
07 Temmuz 2006 Cuma
|
En hayırlı kimse
|
Dün, yaz tatilini fırsat bilerek çocuklarımıza, Kur’an-ı kerim ve zaruri ilmihal bilgilerinin öğretilmesinin luzumundan bahsetmiştik. Bugün de faziletinden bahsetmek istiyorum. İ’tikâdı düzgün bir kimse, Kur’ân-ı kerîmi okuyup, sâlih Müslümanların yazdığı ilmihâl kitaplarında bildirildiği gibi amel ettiği, ibâdet yaptığı takdirde büyük sevâblara kavuşur.
Kur’ân-ı kerîm okumakla alâkalı olarak sevgili Peygamberimiz buyurdu ki:
“Ümmetimin en hayırlısı, Kur’ân-ı kerîmi öğrenen ve öğretendir.”
“Hoca çocuğa Besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü teâlâ çocuğun anasının, babasının ve hocasının Cehenneme girmemesi için senet yazdırır.”
“Ümmetimin yaptığı ibâdetlerin en kıymetlisi, Kur’ân-ı kerîmi, Mushafa bakarak okumaktır.”
“Kur’ân-ı kerîm okunan evden arşa kadar nûr yükselir.”
“Kur’ân-ı kerîm okunan evin hayrı artar, sâkinlerini sıkmaz, melekler oraya toplanır, şeytanlar oradan uzaklaşır. Kur’ân-ı kerîm okunmayan ev, içindekilere dar gelir, sıkıntı verir, bereketsiz olur. Bu evden melekler uzaklaşır, şeytanlar oraya dolar.”
“Kur’ân okuyun! Kıyâmette şefâ’at eder.”
Kur’ân-ı kerîm okurken, bunun Allahü teâlânın kelâmı olduğunu düşünmelidir. Kur’ân-ı kerîme dokunmak için, abdestli olmak lâzım olduğu gibi, onu okumak için de, temiz kalb lâzımdır. Allahü teâlânın büyüklüğünü bilmeyen, Kur’ân-ı kerîmin büyüklüğünü anlayamaz.
Kur'ân-ı kerîm okunurken, sessizce ve saygı ile dinlemelidir. Çalgı, oyun arasında, eğlence yerlerinde okumamalıdır. Uygunsuz okunurken, susturmak mümkün değilse, oradan uzaklaşmalıdır.
Kur’ân-ı kerîmi okumak, mühim sünnettir. Tecvîd ilmine uygun olarak ve hürmet ile okunan Kur’ân-ı kerîmi dinlemek farz-ı kifâyedir. Okuyanlara verilen sevâbların aynısı, dinleyenlere de verilir.
Dinde reform yapmak, dîni bozmak isteyenler, “Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını bilmeden okumanın faydası olmaz, ma’nâsını bilmeyen meâl okumalı” diyorlar. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri buyuruyor ki: “Ma’nâsını anlayarak da, anlamayarak da Kur’ân-ı kerîm okuyan cenâb-ı Hakkın rızâsına kavuşur.”
Ayrıca, dinimizi meallerden öğrenmemiz de mümkün değildir. Zaten ilmihaller, Kur’an-ı kerimin emir ve yasaklarını bizim anlayacağımız seviyeye getiren kitaplardır. İçlerindeki bilgiler Kur’an-ı kerimin dışındaki bilgiler değildir. Son yıllarda, dinin anlaşılmaması veya yanlış anlaşılması, böylece dinin zarar görmesi için halkımız planlı bir şekilde meale yönlendirilmektedir. Bu yönlendirilmede sinsi İslam düşmalığı vardır.
Kur’ân-ı kerîmin nasıl okunacağını, ne maksatla okunacağını, bunula nasıl amel edileceğini Eshâb-ı kirâm, İslâm âlimleri, mezhep imâmlarımız asırlar önce bildirmişler ve 14 asırdır bu şekilde yapılmıştır. Din, fıkıh kitaplarından, ilmihal kitaplarından öğrenilmiştir.
Asırlardır, çeşitli dildeki, ırktaki Müslümanlar Arapça bilmedikleri, ma’nâsını anlamadıkları hâlde Kur’ân-ı kerîmi okumuşlar, hadîs-i şerîflerde bildirilen faydalara, sevâblara kavuşmuşlardır. Ma’nâsını bilmeden okunmaz diyenlerin maksadı Müslümanları, bu faydalardan, sevâblardan mahrûm bırakmaktır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Kur’an-ı kerimi okuyun ve onu ezberleyin! Allahü teâlâ, içinde Kur’an-ı kerim bulunan kalbe, azab etmez.”
“Hafızasında Kur’an-ı kerimden bir şey bulunmayan, harap bir ev gibidir.”
“Kur'anı hıfzeden kimse ölünce, Allahü teâlâ toprağa onun etini yememesini emreder. Toprak, "Ya Rabbi, senin kelamın içinde iken ben onu nasıl yiyebilirim?" diye cevap verir.”
Neden bahsederse bahsetsin, Kur’an-ı kerimin her âyeti, her harfi şifadır.
“İlaçların en iyisi Kur’an-ı kerimdir!
“Kur’an-ı kerimden şifa beklemeyen, şifaya kavuşamaz.”
|
08 Temmuz 2006 Cumartesi
|
Dört sınıf insanın ibretlik hali
|
Resûlullah efendimiz, her gün, sabah namazını kıldırdıktan sonra, cemaate dönüp; “Hasta olan kardeşimiz var mı? Ziyaretine gidelim” buyururdu. Hasta yoksa; “Cenazesi olan var mı? Yardıma gidelim!” buyururdu. Cenaze olursa, yıkanmasında, kefenlenmesinde yardım eder, namazını kıldırır, kabrine kadar giderdi. Cenaze yoksa; “Rüya gören varsa anlatsın! Dinleyelim, tabir edelim!” buyururdu. Cündüb oğlu Semûre hazretleri anlatır:
Resulullah efendimiz bir sabah namazından sonra hastası, cenazesi olan olmayınca, "Bu gece rüyâ göreniniz var mı?" diye sordu. Biz, "Hayır!" diye cevap verdik. Resûlullah, "Fakat bugün ben rüyâ gördüm" dedi ve anlatmağa başladı:
Rüyamda iki kişi gelerek elimden tuttular. "Yürü!" dediler. Kendileriyle beraber yürüdüm. Beni engebesiz bir arâziye götürdüler. Orada iki kişiye rastgeldik. Birisi çökmüş bir vaziyetteydi. Diğeri de ayakta duruyordu. Bunun elinde iri ve sert bir kaya parçası vardı. Bu kayayı, önünde çökmekte olanın kafasını olanca hızıyla indirerek onun kafasını yarıyor, sonra da yuvarlanan kayanın peşinden giderek alıp geliyordu. Fakat adamın yarılan kafası eski hâline gelmeden geri dönmüyordu. Döndüğünde aynı hareketi yine yapıyor ve bu işleme böylece devam edip gidiyordu. Beni götürenlere, "Sübhânallah bu da ne?" dedim. Bana, "Yürü!" dediler.
Onlarla beraber yürüdüm. Biraz gidince bir adama rastgeldik. Başını yaslayıp yatmıştı. Başka birisi de onun yanında ayakta duruyordu. Elinde demirden kancalar vardı. Bu kancaları yerdekinin ağzının bir yanından takıyor, tâ başının geri tarafına kadar avurdunu yırtıyordu. Bir tarafını bitirince diğer tarafına geçiyor, aynı hareketi o yanına da yapıyordu. Bir tarafını yırtarken diğer tarafı eski hâline geliyor, bu sefer o, o tarafına geçerek aynı işleme devam edip gidiyordu. Beni götürenlere "Sübhânallah, bu da ne?" diye sordum. Bana, "Yürü!" dediler.
Biraz gidince bir binâ ile karşılaştık. Bu binanın üst tarafı bir fırın ağzı gibi dar idi. Alt tarafı da genişti. İçine şöyle bir göz attım. Bir de ne göreyim, orası çıplak erkek ve kadınlarla doluydu. Altlarından da kendilerine doğru bir ateş bir alev geliyor. Alev vurduğu zaman, neredeyse dışarıya fırlayacak şekilde yükseliyorlar, alev çekilince yine içine dönüyorlar. Alev tekrar aşağıdan yukarı doğru hücum ettiği zaman hep birden bağrışıyorlar ve bu işlem böylece devam edip gidiyordu. Ben bunu görünce, "Sübhânallah, bunlar da kim?" dedim. Beni götürenler, "Yürü!" dediler.
Beraberce yürüdük. Geniş bir nehre geldik. Bu nehrin kan kırmızısı suyu vardı. İçinde bir adam yüzmekteydi. Nehrin kenarında da başka bir adam duruyor ve yanına yaklaşınca, ağzına bir taş atıyordu. Ben yine, "Sübhânallah, bu da ne?" dedim. Beni götürenler, "Yürü!" dediler. Sonra da gördüğüm bütün bu acâyip şeyleri şöyle izâh ettiler:
Taşla başının yarılmakta olduğunu gördüğün ilk adam, önce Kur'ân-ı kerime sarıldığı hâlde sonradan onu bir kenara iten, onun esaslarına riâyet etmeyen ve beş vakit farz namazı kılmayan kişidir.
Kafasının arka tarafına kadar avurtlarının yırtılmakta olduğunu gördüğün şahıs, sabahtan akşama kadar bir sürü yalan söyleyen ve bu yalanları etrafı kaplayan kişidir.
Fırına benzer evdeki gördüklerin, zînâ eden erkek ve kadınlardır.
Suyu kan rengindeki nehirde yüzmekte olduğunu gördüğün şahıs, tefecilik yapan kişidir.
|
14 Temmuz 2006 Cuma
|
Örnek bir anne portresi
|
Aileyi ayakta tutmada, sabrın, tahammülen ve hoşgörünün önemi büyüktür. Geçmişte bunlar kuvvetli olduğu için boşanmalar çok azdı. Günümüzde ise bunlar her gün biraz daha zayıfladığı için boşanmalar hızla artmaktadır. Geçmişle bu günün mukayesesini yapabilmek için 1860 doğumlu bir Osmanlı kadının haleti ruhiyesini oğlunun kaleminden sizleri sunmak istiyorum:
Anam pek mübârek bir kadındı. Kendi hâlinde sessiz, ev işi ve çocuklarıyla meşgul olan bir anneydi. Gayet zeki ve işbilirdi. Her sözünde bir hikmet vardı. Bana daima nasîhat eder, beni fazîlete teşvik ederdi. Namuslu olmayı, kimsenin hakkını yememeyi, yalan söylememeyi, elden gelirse iyilik etmeyi ve emsâli fazîletleri söyler, beni eğitirdi. Beni fazîlete sevkeden özellikle onun bu terbiyesidir.
Öyle sözleri vardır ki; bu kadar tahsil ettim, üniversite bitirdim, o sözler hâlâ bende kıymetini kaybetmemiştir. Hayatımda bana düstur olmuşlardır. Annemin bir gün namazını bıraktığını bilmiyorum. Eve alınan kibritleri, üzerindeki canlı resimleri kazımadan eve sokmazdı. Hem ev işlerini yaptı, hem beş çocuğunu büyüttü. Hem de babamın dükkânının işini görürdü. Ayakkabıcı olan babamın, kunduraların yüzlerini evde makine ile hep o dikmiştir.
Babam sert mizaçlı bir adamdı. Onu yumuşaklıkla güzelce idâre ederdi. Babasından mîrâs kalan boynundaki gerdanlık altınları babama sermâye olarak vermiş olan annem, bunu ağzına bile almazdı.
Babam bazan ona sertlik gösterirdi. Annemin ona bir defacık olsun karşılık verdiğini görmedim. Bir defa, artık üniversite son sınıflarına gelmiştim. Babam anamı azarladı ve biraz da hırpalayıp gitti. Babam haksızdı. Bu haksızlığa isyân eder bir hâle geldim. Anam bir odaya çekildi. Biliyordum ki; ağlamak için çekildi. Bana pek dokundu. Yanına gittim; baktım ağlıyor. Dedim ki: "Ana! bu nedir? Daha ne vakte kadar çekeceksin? Ben artık büyüdüm. Başımda yerin var. Seni başımda taç gibi taşırım. Sen de ona söyle! Artık yeter, de! Nedir senden çektiğim bu, de!"
Bu hâlde bile bana cevabı şu oldu: "Oğlum bu nasıl söz! O benim erkeğimdir. Kadınların erkeklerine itâat etmeleri vazîfeleridir. Onların Cenneti kocalarının ayağı altındadır. Ben ona nasıl karşılık veririm?"
Bu yüksek fazîlete hayran oldum. Bana onun bir dersi de bu oldu. Akşam babam geldiği vakit, anam sanki hiçbir şey yokmuş gibi babama muameleler etti, sözler söyledi, hizmet etti. Babam da hatâsını anladı, daha iyi oldu.
Hakîkî bir ana olan bu kadın bütün çocuklarını büyük bir şefkatle severdi. Yemek, elbise gibi şeylerde bizi birbirimizden aslâ ayırmazdı.
Ah ne yazık ki; ittihatçılar beni yurt dışına attıkları vakit ölmüştü. Ölüm döşeğinde "Ah, yavrum! Bir kerecik olsun görmiyerek ölüyorum" diye diye vefât etmiş. Bu içimde hicrândır. Ve bu hicran mezarıma kadar gidecektir. Onun mübârek yüzünü, elini bir daha öpemedim. Onu bir daha kucaklayıp "A, benim sevgili anam!" diyemedim. Duâsını alamadım.
Meb'us olduğum zaman istememiş, kabûl ettim diye üzülüp ağlamıştı. Ve: "Sen doğru adamsın başına bin belâ gelir. Seni kaybetmek istemiyorum" demişti.
Sonra hapis, sürgün, sokakta vurulmak, idâm cezâsı, vs... Her şey başıma geldi. Hapishanelerde anamın bu sözlerini acı acı hatırladım. Nihayet dediği gibi beni kaybederek hasretle öldü.
Serbest olunca, mezarına gidip doyasıya ağladım. Fırsat buldukça da mezarına gelip, onbir ihlâs bir fâtiha okuyorum. Yaptığım hayır hasenatın sevâbını ona da gönderiyorum. Namazlardan sonraki duâlarımda onu unutmuyorum. Elimden başka ne gelir?
|
15 Temmuz 2006 Cumartesi |
|
“Vücudümün her zerresi dile gelse…”
|
Zamanının din ve fen bilgilerinde zirvede olan büyük İslam alimi İmam-ı Gazali hazretleri, “Astronomi ve anatomi bilmeyen, Allahü tealanın varlığını ve kudretini anlayamaz.” der. Bugün hayatta kalmamızda önemli bir yeri olan duygu organlarımız üzerinde biraz durmak istiyorum.
Duygu organlarımız, dışarıya açılan birer penceremizdir. Etrafımızı beş duygu organımız ile tanıyoruz. His organlarımız olmasaydı, hiçbir şeyden haberimiz olmıyacaktı. Kendimizi bile bilemiyecektik. Yürüyemiyecek, birşey yapamıyacak, yaşıyamıyacaktık.
Anamız, babamız olamıyacak dolayısıyla biz de var olamıyacaktık. Rûhumuza tatlı gelen güzellikleri göremiyecek, güzel sesleri duyamıyacak, onları sevemiyecektik.
Bir canlının yaşayabilmesi için beş duyu organı şarttır. Bunlar olmasa, canlının, cansız bir cisimden, bir kaya parçasından farkı olmayacaktı. Çünkü, bu hislerimizden biri eksik olduğunda, diğerleri bunu tamamlar, yardımcı olur. Meselâ, gözleri görmiyen kimse, bastonla, dokunma organları ile bu eksikliği kısmen de olsa ihtiyacını görecek kadar giderir. Kendini tehlikelerden korur, yolunu bulur. İşitme organı ile, sesin tahlilini yapar. Uzaklığı, yakınlığı tayin eder, ne sesi olduğunu ayırt eder.
Kulağı işitmiyen kimse, gözünün yardımıyla, işâretlerle merâmını anlatır. Zaten, bir his organı yok ise, diğer organlar veya bu organlardan biri normalin üzerinde faaliyet gösterme kapasitesine sahiptir. Çok daha hassastır.
Dokunma duygusu hiç olmayan, yemeği ağızında çiğneyemez, diliyle dolaştıramaz, yutamaz. Çünkü, ağzında birşey olduğunu hissetmez. Yürüyemez, çünkü yürüyebilmesi için, yere bastığını hissetmesi lâzımdır. Bu his olmayan dengesini kaybeder, ayakta kalamaz.
Her canlının hayatını devam ettirebilmesi için, çiftleşmesi şartı vardır. Bu olmazsa hayat biter. İşte bu fiiliyatın olabilmesi için, beş duygu organı şarttır. Bu duygular yok ise, bir araya gelmenin, üremenin, çoğalmanın imkânı yoktur.
Bu duygu organlarımız, muazzam birer cihazdır. Bu kadar gelişmiş teknolojiye rağmen, duygu organlarının tam olarak yerini alacak cihazlar geliştirilememektedir. Geliştirilenler ise, normal bir organın çok az bir fonksiyonunu yerine getirebilmektedir.
Allahü teâlâ herşeyi en güzel ve en faydalı olarak yarattı. Meselâ, dünyamızı güneşten yüzelli milyon kilometre uzakta yarattı. Daha uzakta yaratsaydı, hiç sıcak mevsim olmaz, çok soğuktan ölürdük. Daha yakın yaratsaydı, çok sıcak olur, hiç bir canlı yaşayamazdı.
Dünya belli bir güzergâh takip ederek, güneşin etrafında dönmekte, yolundan hiç sapmadan muntazam olarak dolaşmaktadır. Diğer gezegenler de, kendilerine tayin edilen yoldan, güzergâhtan hiç sapmadan boşlukta seyir etmektedirler. Bunların hepsinin kendiğilinden olduğunu, rastgele, yol aldıklarını kim iddia edebilir. Birisi böyle bir iddiada bulunsa, bunun aklından şüphe edilmez mi?
Teneffüs ettiğimiz havaya baktığımızda da rastgele bir karışım olmadığını görürüz. Etrafımızı saran hava hacminin % 21'i oksijendir. Oksijen hücrelerimize kadar girip, oraya gelmiş olan gıda maddelerini yakarak, bize kuvvet, enerji veriyor.
Oksijenin havadaki miktarı daha çok olsaydı, hücrelerimizi de yakar, hepimiz kül olurduk. Miktarı % 21 den az olsaydı, gıdâlarımızı yakamazdı. Enerjisizlikten yine, hiç bir canlı yaşayamazdı. Bütün bunlara tesadüf denebilir mi? Diyenlere aklı başında insan gözü ile bakılabilir mi?
Cenab-ı Hakka bu nimetlerin karşılığı olarak durmadan şükür etsek, yapılması gereken şükrün binde birini bile yapmış olamayız. Acizliğimizi, zavallılığımızı görüp Allahü tealanın merhametine, ihsanını sığınmaktan başka yapılacak bir şey yok. Şair ne güzel söylemiş:
Vücudümün her zerresi, gelse de dile / Şükrünün binde birini yapamaz bile.
|
21 Temmuz 2006 Cuma |
Tesâdüfen oluyor saçmalığı
|
Dünyada herşey değişiyor. Canlılar ölüyor, cansızlar yıpranıp eskiyor, zamanla onlar da yok oluyorlar. Nitekim, dedelerimiz, eski milletler yok olmuşlar, binâlar, nice şehirler yok olmuş. Bizden sonra da başkaları meydana gelecek. Bu mu'azzam, çok büyük değişiklikleri yapan bir kuvvet vardır. Allaha inanmıyanlar, "Bunları tabiat yapıyor. Herşeyi tabiat kuvvetleri yaratıyor" diyorlar.
Bunun böyle olmadığını kendileri de pekâlâ biliyorlar. Bir otomobilin parçaları, tabiat kuvvetleri ile mi bir araya gelmiştir? Suyun akıntısına kapılan, sağdan soldan çarpan dalgaların te'sîri ile biraraya yığılan çöp kümesi gibi biraraya yığılmışlar mıdır? Otomobil tabiat kuvvetlerinin çarpmaları ile mi hareket etmektedir?
Aklı başında birisi, bu sorumuza güler. Hiç böyle şey olur mu? Otomobil, akıl ile, hesâb ile, plân ile, birçok kimselerin, titizlikle çalışarak yaptıkları bir san'at eseridir. Otomobil, dikkat ederek, akıl, fikir yorarak, hem de trafik kâidelerine uyarak, şoför tarafından yürütülmektedir demez mi?
Tabiatteki her varlık, otomobil ile mukayese bile edilemiyecek büyüklükte bir san'at eseridir. Bir yaprak parçası, mu'azzam bir fabrikadır. Bir kum tanesi, bir canlı hücre, fennin bugün biraz anlıyabildiği ince san'atların birer sergisidir.
Bir otomobilin tabiat kuvvetleri ile, tesâdüfen hâsıl olacağını kabûl etmiyen kimse, baştan başa bir san'at eseri olan bu âlemi tabiat yaratmış diyebilir mi? Elbette diyemez. Hesâblı, plânlı, ilimli, sonsuz kuvvetli bir yaratıcının yaptığına inanmaz mı? Tabiat yaratmıştır, tesâdüfen var olmuştur demek, saçmalığın, ahmaklığın ta kendisidir!
İslâm düşmanlarının, kendilerine önder, rehber olarak gösterdikleri, İngiliz doktoru Darwin bile, "Gözün yapısındaki san'at inceliğini düşündükçe, hayretimden tepem atacak gibi oluyor" demiştir.
Bugün fennin buluşları, başarıları diye öğündüklerimiz, bu tabiat san'atlarından birkaçını görebilmek ve taklîd edebilmekten ibârettir. Uçağın yapımında, kuşların; helikopterin yapımında, helikopter beceğinin örnek alınması gibi.
Bir ineği düşünelim. İneğin yediği, yemyeşil ot, bembeyaz, protein ve mineraller bakımından zengin süt hâlinde gelmektedir. İneğin kimya fabrikası, bu otu süte çevirebilmektedir.
İpek böceğinin durumu da bundan farklı değil. İpek böceği de, yine yemyeşil dut yaprağını yiyip, bembeyaz saf ipek imâl edebilmektedir.
Bu şekilde misâlleri çoğaltarak, milyonlarca misâl bulmak mümkün. Bugün her türlü teknik gelişmeler zirvede olmasına rağmen, saf süt imâlı yapılamamaktadır, saf ipek imâl edilememektedir. Uygun kan bulunamadığı için binlerce hasta ölmektedir. Vücut fabrikasında hiç haberimiz olmadan imâl edilen kan, imâl edilememektir.
Baştan başa bir san'at eseri olan bu âlemi, kainatı tabiat yaratmış, kendiliğinden yaratılmış demek mümkün mü? Elbette mümkün değil. Hesâblı, plânlı, ilimli, sonsuz kuvvetli bir yaratıcının yaptığına aklı başında olan herkes hemen inanır. Tabiat yaratmıştır, tesâdüfen var olmuştur demek, câhillik, ahmaklık olur. Aklı başında olan kimselerin söyliyeceği söz değildir.
Daktilo ile yazmasını bilmeyen bir kimse, bir daktilonun tuşlarına gelişigüzel, meselâ beş kerre bassa, elde edilen beş harfli kelimenin türkçe veya başka bir dilde bir ma'nâ ifâde etmesi acaba ne derece mümkündür? Şâyet gelişigüzel tuşlara basmakla bir cümle yazmak istenilse idi, bir ma'nâ ifâde eden bir cümle yazılabilecek mi idi? Kaldı ki, bir sahîfe yazı veya kitap teşkîl edilse, sahîfenin ve kitabın, tesâdüfen belli bir konusu bulunacağını sanan kimseye akıllı denilebilir mi?
Bütün bunlar, Cenab-ı Hakkı tanımaya, büyüklüğünü idrak etmeye vesile olacak ibretli olaylardır. Tanımanın, idrak etmenin alameti de, O’nun emir ve yasaklarına uymaktır. Yaşayışında O’nun tayin ettiği dairenin dışına çıkmamaktır.
|
22 Temmuz 2006 Cumartesi |
Sevapların on misli yazıldığı ay
|
Geçen Çarşamba, mübarek üç ayların başlangıcı olan Receb ayının birinci günü idi. Dün de, bu ayların ilk mübarek gecesi olan Regaib Kandili idi. Bu vesile ile kandillerle ilgili bazı yanlışlıkları dile getirelim. Memleketimizde ve birçok İslâm memleketlerinde, bir asırdan beri, Peygamberimizin babası Abdullah'ın evlendiği geceye, Regâib kandili ismini veriliyor. Regâib gecesine böyle manâ vermek doğru değildir.
Böyle söylemek, Resûlullah efendimizin dokuz aydan önce dünyayı teşrîf etmiş olduğunu bildirmek olur ki, bu da, noksanlık ve kusûrdur. Her bakımdan, her insanın üstünde ve her bakımdan kusûrsuz olduğu gibi, Amine vâlidemizi nûrlandırdığı zaman da, noksan ve kusûrlu değildi. Bu zamanın noksan olması, tıp ilminde ayıp ve kusûr sayılmaktadır. Regâib kandilinin, Resûlullah efendimizin babası Hz. Abdullah'ın evlendiği gece ile hiçbir ilgisi yoktur.
Regaib Gecesi'nin kıymeti, çeşitli hadîs-i şerîfler ile bildirilmiştir. Receb ayı, kıymetli aylardan olduğu için her gecesi kıymetlidir. Her cum'a gecesi de kıymetlidir. Bu iki kıymetli gece bir araya gelince daha kıymetli olmaktadır. Allahü teâlâ, bu gecede mü'min kullarına râğibetler yâni ihsânlar, ikramlar yapar. O gece yapılan duâ reddolmaz ve namaz, oruç, sadaka gibi ibâdetlere kat kat sevap verilir. O geceye hürmet edenleri affeder.
Bazı camilerde bu gecede Regâib namazı diye bir namaz kılınmaktadır. Regâib namazı diye bir namaz yoktur. Hicretten dörtyüz seksen sene sonra ortaya çıkmıştır. Birçok âlimler bunun, çirkin bid'at olduğunu bildirmişlerdir. Çok kimsenin kılmasına aldanmamalı, sünnet sanmamalıdır. Hatta bazı camilerde de bu namaz cemâ'atle kılmaktadırlar. Halbuki, nafile namazları cemâ'atle kılmak mekruhtur. Böyle mubarek gecelerde kazası olan kaza namazı kılmalı, kazası olmayan da Allah rızası için nafile namaz kılmalıdır.
Bir yanlış da, kadınların bu gecelerde cami cami dolaşmalarıdır. Kadının en makbul namazı evinde kıldıklarıdır. Yine orucunu tutup evinde diğer ibadetlerle ile meşgul olmasıdır.
Bir gün Peygamber efendimiz, Receb ayındaki ibâdetlerin fazîletini anlatıyordu. Yaşlı bir zât, “Yâ Resûlallah, ben Receb ayının hepsini oruç tutamam, dediğinde; Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Sen Receb ayının birinci, onbeşinci, sonuncu günleri oruç tut, hepsini tutmuş sevâbına kavuşursun. Çünkü sevaplar on misli yazılır. Fakat sen Receb-i şerîfin ilk cum'a gecesinden gafil olma ki, melekler o geceye Regâib gecesi demişlerdir. Zîra o gece, gecenin üçte biri geçtikten sonra göklerde ve yerde bir melek kalmaz, hepsi Kâ'be-i muazzama etrafında toplanırlar. Allahü teâlâ onlara hitâben: "Ey meleklerim dilediğinizi benden isteyiniz." buyurur. Onlar: "Yâ Rabbî, istediğimiz, Receb ayında oruç tutanları mağfiret etmendir." deyip, isteklerini arzederler. Allahü teâlâ: "Ben, Receb ayında oruç tutanları mağfiret ettim buyurur."
Peygamber efendimiz, başka bir zaman da Receb ayının hilâlini görünce Selmân-ı Fârisî hazretlerine:
- Ey Selmân, erkek ve kadın mü'minlerden biri Recebde her rek'atında fâtiha-i şerîfeyi bir kere, ihlâs-ı şerîfi ve Kâfirûn sûresini üç kere okuyarak otuz rek'at namaz kılsa, Allahü teâlâ onun günâhını elbette magfiret eder ve ona yılın bütününü oruç tutmuş gibi sevab verir. O kimse gelecek yıla kadar namaz kılanlardan olur ve mahşer yerinde susuzluktan emîn olur, buyurdu.
Hadîs-i şerîifte bildirilen otuz rek'at namaz, nâfile namazlardandır. Nâfile namazlar, 2 veya 4 rek'atte bir selâm verilerek kılınır. Eftal olanı, iki rek'atte bir selâm vermektir.
Kaza borcu olanlar, Receb ayında kaza namazlarını kılarken bu namaza da niyyet ederlerse, hadîs-i şerîfte bildiriler bu büyük sevaba da nail olurlar.
|
28 Temmuz 2006 Cuma |
Mübarek günler ve geceler
|
Geçtiğimiz Cuma akşamı ragaib kandili idi, Ağustosun 20’ sinde de Miraç Kandili var. Arkasından Berat Kandili, Kadir gecesi.. devam edecek. Mübârek geceler, İslâm dîninin kıymet verdiği gecelerdir. Allahü teâlâ kullarına çok acıdığı için bazı gecelere, bazı günlere kıymet vermiş, bu gecelerdeki, günlerdeki duâ ve tevbeleri kabûl edeceğini bildirmiştir.
Kıymetli geceye kendinden sonra gelen günün ismi verilir. Önceki günü öğle namazı vaktinden, o gecenin fecrine kadar olan zamandır. Yalnız, Arefe ve üç Kurban günlerinin geceleri böyle değildir. Bu dört gece, bu günleri takip eden gecelerdir.
Senenin belli günleri kıymetli olduğu gibi, belli ayları da diğerlerinden farklıdır, diğerlerine göre daha fazîletlidir. Senenin belli günleri gibi, haftanın günleri de farklıdır. Allahü teâlâ, bazı günleri de diğerlerinden daha fazîletli yaratmıştır. Diğer ümmetlerde de bu günler farklı olmuştur. Müslümanların cum'a günü kıymetlidir. Sevgili Peygamberimiz buyurdu ki:
“Cumartesi günleri yahûdîlere, pazar günleri nasârâya verildiği gibi, cum'a günü, müslümanlara verildi. Bugün, müslümanlara hayır, bereket, iyilik vardır.”
Bu mübârek aylarda, gecelerde, günlerde va'dedilen sevâblara kavuşabilmek için, her şeyden önce i'tikadı düzeltmelidir. Ehli sünnet itikadına sahip olunmalıdır. İlmihal bilgilerini, ibâdetleri, haramı ve helali öğrenmeli ve yaşayışı bunlara uygun hale getirmelidir. Çok tevbe ve istigfar etmeli, kazaya kalmış oruç ve namazları, bu günleri vesile ederek hemen kaza etmeye başlamalıdır.
Bir an evvel bu borçlardan kurtulmak için çalışmalıdır. Kaza borcu olanın, nafile ibâdetlerle meşgul olması uygun değildir. Nafile ibâdetlerin sevâbına kavuşabilmek için, farzları yapmak ve farz borçlarını bitirmek, haramdan sakınmak lazımdır.
Fırsatı, ganîmet bilmelidir. Bu günlere bir daha kavuşup, kavuşamayacağımız belli değildir. Bu günleri fırsat bilerek günâhlara istigfar etmeli, Allahü teâlânın affetmesi için yalvarmalıdır. İbâdetleri yapmalı, ömrü zayi etmemelidir.
Mübârek aylar ve geceler günâhkâr ve yaratılış gayesini unutan insanlara kerem ve ihsan sahibi yüce Allah tarafından tanınan ve eğer değerlendirilirse çok büyük kazançlara vesile olan bir fırsattır.
Bu aylarda ve gecelerde içimizi ve dışımızı bilen Rabbimize karşı, nefsimizi muhasebeye çekmeli, O'nun bizim dünya hayatımızı ve âhıret hayatımızı huzur ve saadet içinde geçirmemiz için gönderdiği İslâma tam teslim olup olmadığımızı gözden geçirmeli, hiç vakit geçirmeden İslâmın rahmet, bereket, mağfiret, fazilet ve hayat bahşeden çeşmesinden kana kana nasip almak için bu ayları başlangıç yapmalıyız.
"Bana açılan duâ ellerini boş olarak geri çevirmek benim şanıma yakışmaz" ve "Duâ edin cevap vereyim"buyuran Rabbimizin bu va'dinden istifade ederek, kendimize, âilemize, komşularımıza, milletimize ve bütün Müslümanlara dua etmeliyiz.
Bu gecelerde kaza namazı nafile namaz kılmanın yanında Kur'ân-ı kerîm okumalı, duâ ve tevbe etmeli, sadaka vermeli, Müslümanları sevindirmeli, bunların sevâblarını ölmüşlere de hediye etmelidir. Gündüzleri de oruç tutmalıdır. Bu gecelere saygı göstermelidir. Saygı göstermek, günâh işlememekle olur.
Mübârek günlerde ve aylarda yapılan duâlar kabûl edildiği gibi, bu aylarda yapılan bedduâlar da reddolunmaz. Bunun için, büyükleri, bilhassa ana-babayı üzmemeli, onların bedduâsını almamalıdır. Bu geceyi fırsat bilip, büyüklerimizi ziyâret etmeli, onların gönüllerini ve hayır duâlarını almalıdır. Yakınları uzakta olanlar, telefonla arayıp kandillerini tebrik etmelidir. Bütün Müslümanlar, mübârek günlerde, gecelerde birbirlerini arayıp tebrikleşmelidir.
|
29 Temmuz 2006 Cumartesi |
İnsan başıboş değildir
|
Toplumun gözü önünde olan, sanatçı, politikacı, ilim adamı gibi kimseler yaşayışlarına, sözlerine dikkat etmek zorundalar; hatta buna mecburlar. Çünkü, sorgulamadan, yaptıkları doğru mu yanlış mı demeden, onları körü körüne taklit eden pek çok hayranları vardır.
Geçenlerde bir bayan sanatçı bir açılışta yaptığı konuşmada, “Mutlu bir birlikteliği olduğunu” söyledikten sonra “evliliği hiç düşünmediğini” de ilave etti. Hızını daha da alamayarak, “"Eğer babaannemin döneminde yaşasaydım evlenip bir sürü çoluk çocuk yapardım, ama şu zamanda evliliğe inanmıyorum. Evlilik gibi çirkin bir şey asla yapmam. Evlenip de kimsenin kahrını çekemem. ’Yok oraya gittin, yok buraya gittin’ diye kimseye hesap veremem."dedi.
Ertesi gün bu konuşma gazetelerde, TV’lerde, “Evlilik gibi çirkin bir şey asla yapmam” başlığı ile verildi.
Kendini bilmez bir sözde sanatçının bu kısa konuşması ile devirdiği çamlara bakın: Gençleri, birliktelik adı altındaki nikahsız, gayri meşru hayata özendiriyor. Evliliğin, lüzumsuz, hatta zararlı, kötü bir davranış olduğu imajını veriyor. En önemlisi de toplumun temel taşı olan aileyi hiçe sayarak yıkılmasını teşvik ediyor.
Neymiş efendim, kimseden emir almazmış, kimseye hesap vermezmiş. Toplumda hesap vermeyen, emir almayan insan var mıdır? Bu kendini bilmez, çalıştığı manken şirketine, emrinde olduğu patrona hesap vermiyor mu? Her istediğini yapabiliyor mu?
İnsanlar medeni olarak yaratılmışlardır. Bir cemiyet, bir toplum içinde yaşamak zorundadırlar. İnsanı hayvanlardan ayıran en önemli fark da budur. İnsanlar hayvanlar gibi başı boş değildirler. Akıllarına gelen her şeyi yapamazlar. En alttaki memurdan tutun da, Cumhurbaşkanına varana kadar, herkes bir yerlere hesap vermek zorundadır. Resmi kurum olsun, özel şirkette olsun herkes belli kurallara uymak, başında bulunan amirinin, müdürünün direktiflerine göre hareket etmek zorundadır.
Bunun gibi ailede bir kurumdur. Bunun ayakta kalabilmesi için belli kuralları vardır. Kadın veya erkek evde, ben istediğim gibi hareket ederim, diyemez. Her nedense, akşama kadar işyerinde, kendisine bir zarar gelmesin, işten atılmasın diye müdürünün ağzının içine bakan, her türlü kaprisine katlananlar, akşam eve gelince kahraman kesiliyorlar. Eşler işyerlerinde şeflerine, patronlarına gösterdikleri itaatin, saygının yarısını evde birbirlerine gösterseler boşanmalar durur, aileler dağılmaktan kurtulur.
Aile toplumun vazgeçilemez bir parçasıdır. Ailesiz bir toplum düşünülemez. Bir toplumun yıkılmasının yolu aileyi yıkmaktan geçer. Dış güçler, Türklerdeki sağlam aile yapısını bildikleri için, aileyi yıkmadıkça Türk toplumunu zarar veremeyeceklerini çok iyi biliyorlar. Bunun için, son 50-60 yıldan beri bütün güçlerini bu yöne çevirdiler. Gazetelerde, TV’lerde “magazin” adı altında, yukarıda bahsettiğim tür haberlere çarşaf çarşaf yer vererek ailenin temeline dinamit koydular.
Son yıllarda bu çalışmalarının neticelerini almaya da başladılar. Yapılan araştırmalara göre, evlenen gençlerin yarısı 1-2 yıl içinde ayrılıyor. Ayrılınca ne oluyor, çocuklar ortada kalıyor. Aile şefkatinden mahrum kalan çocuklar, her türlü kötülüğe açık oluyorlar. Uyuşturucu bağımlısı çocukların çoğunun dağılmış aile çocukları olması bunun açık göstergesidir.
Başka ne oluyor? Fuhuş alabildiğine yayılıyor. Fuhuş tacirleri, çaresiz kalmış koca kahrı çekmem diyen kadınları köle olarak kullanıyor. UNODC'nin raporuna göre, insan tacirlerinin asıl mağdurları kadınlar. İnsan tacirleri tarafından mağdur edilen her 100 kişiden 77'si kadın, 33'ü çocuk. Bunların yüzde 87'si seks kölesi olarak kullanılıyor.
İşte, “Evlilik gibi çirkin bir şey asla yapmam” zihniyetinin bedeli bu. Bu bedeli de maalesef en feci şekilde ödeyenler de kadınlar ve çocuklar…
|
04 Ağustos 2006 Cuma |
|
Huzurun gerçek adresi
|
Bazı şeylerin geri dönüşü zordur, hatta çoğu zaman mümkün değildir. Bugün bütün dünyada aile önemli bir yara aldı. Ölüm kalım mücadelesi veriyor. Aileyi bu hale Batı getirdi. Patronlar kadını istismar ederek, ceplerini doldurmak istediler. Ceplerini doldurdular fakat ailenin için boşalttılar. Hiçbir toplumda huzur kalmadı. Rüzgar eken fırtına biçer. Siz huzurun kaynağını kurutursanız netice bu olur. Şimdi birçok ülke hatasının farkına vardı, geri dönüş yapmak istiyor fakat ok yaydan çıktığı için bundan geri dönüş imkanı yok.
Batı’nın etkisiyle bizde de aile bağları hayli zayıfladı fakat daha kopmadı. Yol yakınken ailenin kıymetini bilelim, aile bağlarını kuvvetlendirmek için elimizden gelen her şeyi yapalım. Yoksa son pişmanlık fayda vermez.
Bunun için eşler birbirlerinin kıymetini bilmeli, ufak tek şeyler yüzünden birbirlerini kırmamalı, üzmemelidir. Kırıcı her hareket, aile bağını zedeler, zamanla da kopmasına sebep olur. Aileler de, evli çocuklarına yerli yersiz müdahale edip onları huzursuz etmemelidir. Genelde huzura, rahata kavuşmak için yapılan boşanmalar tarifi mümkün olmayan huzursuzluklara sebep olmaktadır. Çünkü huzurun kaynağı ailedir, başka yerde huzur aramak beyhudedir.
Günümüzde her sokak başında, özellikle kadınları istismar etmek için pusuya yatmış o kadar kötü niyetli kimseler var ki… Sözde manken, şarkıcı, artist, tezgahtar, konfeksiyoncu şu kursu bu kursu adı altında akıl almaz tuzaklarla karşı karşıya genç kızlarımız..Nitekim, Marmara Üniversitesi Rektörü, barınma sorunu olan kız öğrencilerin kadın satıcılarının eline düştüğünü ifade etti.
Yine, ‘Bazı manken ajansları fuhuş merkezi gibi’ diyen uzun yıllardır İstanbul’da görev yapan bir Emniyet yetkilisi de sokağın ne hale geldiğini bakınız nasıl anlatıyor: “Uyuşturucu ve fuhuş ortak işleyen çark. Bu çarkın içerisindeki insanların bazıları yetenekli; bazısının sesi güzel, bazısının fiziki özellikleri var. Çevrelerindeki insanlar tarafından televizyona çıkmaya teşvik edilip ünlü yapılıyorlar. Fuhuş piyasasında ne kadar ünlü olursanız fiyatınız o kadar artar. Fuhuştan kazanılan para ise uyuşturucu için kullanılıyor. Manken olmak için ajanslara gelen gençler ilk olarak fuhşa itiliyor. Kızlar ve erkekler bilinçli olarak aynı odalarda, birlikte yatırılıyor. Manken olacağım diye buralara başvuran gençler fuhuş pazarına itilmiş oluyor.”
Bütün bu olumsuzlukların sebebi, gençlerin aile hayatından soğutulup serbestlik, özgürlük adı altında sokağa dökülmesidir.
Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi Doç. Dr. Halil Altuntaş, aileyi yıkıcı programlar, yayınlar sebebiyle, üniversite gençliğinin, yüzde 33'ünün evliliğe sıcak bakmadığını söyleyerek ''bu olumsuz yönelişin sebepleri üzerinde ciddiyetle durmak gerektiğini'' ifade etti. Olumsuz sebepler ile ilgili olarak da şunları söyledi: “Evliliğe soğuk bakmak nikahsız birlikteliğe yönelişin bir göstergesidir. Bu durum, toplumdaki dini ve ahlaki değerlerin, eğitimli genç nesil üzerindeki etki alanının daralma sürecine girdiğini gösteriyor. Bazı gazeteler ve televizyon programları bu yönelişi teşvik diyor. Magazin dünyasının öne çıkartılan simalarının, evliliğin bağlayıcı ve özgürlükleri kısıtlayıcı olduğu yönündeki beyanları gençleri evlilikten uzaklaştırıyor. ‘Ayrıldık ama iki medeni insan gibi arkadaşlığımız sürüyor' sloganı da eksik edilmiyor. Bu tür mesajlar, heyecanları ve hevesleri henüz oturmamış gençlerin aile kurumuna bakışları üzerinde şüphesiz büyük tahribat yapmaktadır.''
Evliliğe sıcak bakmayan sanatçı camiasında aslında manevi huzursuzluk had safhadadır. Bütün ömürleri boyunca bunun ıstırabını çekerler. Fakat bunun itirafını yaşları 70’i geçince yaparlar. Nitekim, Türk Sanat Müziği sanatçısı Müzeyyen Senar, ahir ömründe, “Ne sahne ne başka bir şey isterdim. Bir erkekle ömür boyu aile hayatı yaşamak isterdim.” İtirafında bulunmuştur.
Cenab-ı Hak, “Allah, evlerinizi, sizin için, bir huzur ve sükûn yeri yaptı.” buyurarak.(En-Nahl/80.), huzurun adresini bildirmiş. Huzuru başka yerde arayan, çölde susuz kalmış kimsenin su diye serap peşinde koşmasına benzer!.. Bu koşma sonunda onu helaka götürür.
|
05 Ağustos 2006 Cumartesi
|
Kanla alınan para ile satılamaz!”
|
Filistin halkının dramatik hali ortada. Her gün tüyler ürpertici manzaralarla karşılaşıyoruz. Osmanlı idaresinde bulunduğu 400 yıllık huzurlu bir dönemden beri, Filistin halkı hiç huzur görmedi. Yaşanan acılar, felaketler her gün arta arta bugüne gelindi. Tarihten ibret almak gerekir. İbret alınmazsa aynı şeyler tekerrür eder. Bunun için öncelikle, Filistin’in dününü ve bugününü bilmemiz lazım.
Hazret-i Ömer’in halifeliği zamanında 637’de Kudüs’ün fethiyle Filistin, Müslümanların hâkimiyeti altına girdi. 1516 senesinde de, Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı topraklarına katıldı. Osmanlı Devleti’nin son zamanlarına kadar, Filistin halkı bolluk, refah ve huzur içinde yaşadı.
İngiltere 19. asrın başlarında Ortadoğu’nun zenginliklerinden faydalanmak, dünya hâkimiyetini devâm ettirebilmek ve İslâm ülkelerini bölmek için Filistin’de bir Yahûdî Devleti kurulması ve bunun için dünya Yahûdîlerini bir bayrak altında toplama fikrini otaya attı.
Bu târihlerde Filistin’de sadece 8000 Yahûdî bulunuyordu. Bu kadar az kişi ile devlet kurulamayacağı için Filistin’in zirâate elverişli bölgelerine Yahûdîlerin göçü teşvik edildi. Buralar Filistinlilerden yüksek paralarla ile satın alındı.
1897’de İsviçre’de Basel şehrinde ilk siyonist kongresi Dr. Theodor Hertzel başkanlığında 200 delege ile toplandı ve bu kongrede mühim kararlar alındı. İkinci siyonist kongre 1898’de yine Basel’de toplandı. İki milyon sterlin sermâyeli “Karen Kaymet” adlı bir vezne vâsıtasıyla Filistin’de, Yahûdî kolonileri teşkiline karar verildi.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han bu çalışmaları yakından takip ediyordu. Osmanlı tahtına çıkınca ilk icraatı, Filistin’in bütün topraklarını sarayın (Osmanlı Hânedanının) mülkü hâline getirmek olmuştur. Böylece Filistin’de toprak satışı kesin olarak önlendi. Ayrıca Filistin’e 33 senelik saltanatı esnâsında tek bir Yahûdînin girmesine izin vermedi.
Siyonizm teşkilâtının lideri Dr.Theodor Hertzel birçok defâ saraya ve Bâbıâli’ye mektup yazdı. İngiltere’nin aracılığı ile Theodor Hertzel ve Haham Moşe Levi, Sultan Abdülhamîd Han ile görüştüler. Dr.Theodor Hertzel, Sultan Abdülhamîd Han’a, Filistin’de altın para karşılığı toprak sattığı takdirde, başta Osmanlı Devleti’nin bütün borçlarını ödemek olmak üzere birçok vaatte bulundu.
Sultan Abdülhamîd Han bu teklifler karşısında çok hiddetlendi ve yüksek sesle: “Dünyânın bütün devletleri ayağıma gelse ve bütün hazînelerini kucağıma dökseler, size siyonistlik adına bir karış yer vermem. Ecdâdımızın ve milletimizin kanıyla elde edilen bir vatan, para ile satılamaz. Derhal burasını terk edin. Defolun!” demiştir.
Bu teşebbüsten sonra, İngilizler başta Abdülhamid han olduğu müddetçe Yahudi Devleti’nin kurulamayacağını anladılar. Bu maksatla İttihat veTerakki Partisine destek vererek, onun vasıtısayla padişahı tahtdan uzaklaştırdılar. Abdülhamid Han’ın indirilmesinden sonra kurulan ilk hükümete üç Yahûdî bakan (mâliye, ticâret ve zirâat ile nâfia bakanlıkları) soktular. İttihat ve Terakki Hükümeti’nin ilk icraatlarından biri, azınlıkların da toprak satın alabileceğine dâir kânun çıkartmak oldu. İttihat ve Terakki’nin en büyük ihânetlerinden biri de bu idi.Yahûdîler geniş topraklar alarak üzerlerine tapuladılar. Sultan Abdülhamîd Hanın şahsî (Hânedan) arâzisi kasten ve yok pahasına Yahûdîlere satıldı.
Târih kitaplarında Birinci Dünyâ Harbinin hakîkî ve zâhiri sebepleri olarak çok şeyler söylenmiştir. Fakat gerçek sebep Osmanlı Devletini yıkmak ve Yahûdî devleti kurmaktı.
1919’da Filistin’de, Arapların sayısı, Yahûdîlerin 16 misliydi. 1922’de 600.000 Araba karşılık 80.000 Yahûdî bulunuyordu. Yahûdî göçü, 1932’den sonra hızlandı ve Hitler’in Almanya’da iktidara gelişi ve Yahûdî aleyhtarı politikası sebebiyle Yahûdîlerin Filistin’e göçleri aşırı derecede arttı. 1947’de ise Yahûdî sayısı ile Arap sayısı eşit duruma geldi.
Yarın, Yahudi devletinin kuruluşunu ve bağımsızlık hareketlerini ele alalım.
|
11 Ağustos 2006 Cuma |
|
|
Yağmurdan kaçarken doluya tutuldular
|
Uzun yıllar yapılan planlı çalışmalar sonunda, 2. Dünya Savaşı bittiğinde, Filistin’de Yahudiler nüfusun çoğunluğunu ele geçirmişlerdi. Savaş, müttefiklerin gâlibiyeti ile de bittiğine göre İngilizlerin sözlerinde durup Filistin’i Yahûdîlere hediye etmesine artık hiçbir mâni kalmamıştı.
İngiltere şartlar oluşunca, Filistin meselesini Birleşmiş Milletlere getirdi. 29 Kasım 1947’de ABD’nin baskısı ve 25 oyla Filistin’in Arap ve Yahûdîler arasında taksimine karar verildi. Ardından İngilizler Filistin manda idâresini kaldırıp, yerlerini Yahûdîlere terk ederek, süratle Filistin’den çekildiler.
İngilizlerin Filistin’i terk edişlerinin ertesi günü, 14 Mayıs 1948’de Yahûdîler, İsrâil’in kuruluşunu îlân ettiler. 11 dakika sonra ABD ve 2 saat sonra Rusya İsrâil’i resmen tanıdı. 11 Mayıs 1949’da Birleşmiş Milletler, 1 oy farkı ile İsrâil’i Birleşmiş Milletlere üye kabul etti.
Daha sonraki yıllarda üç defa Arap- İsrail savaşı çıktıysa da, Batılı devletler bu savaşların neticesini İsrail’in lehine çevirmeyi başardılar. 1967’deki üçüncü Arap- İsrail savaşı sonunda, Sina Yarımadası-Gazze, Batı Şeria, GolanTepeleri ve Kudüs’ün tamâmı İsrâil’in eline geçti.İsrâil bu baskın ve taarruza 16 senede hazırlandı.İsrâil’in ilk başbakanı Ben Gerionkonuşmasında:
“Filistin’in bugün elimizdeki haritası, İngilizler tarafından çizilmiştir. Yahûdî milletinin bir diğer haritası daha vardır ve bu haritada bizim hudutlarımız Nil Nehrinden Fırat’ın doğusuna kadar uzanır. Bu hedefi, istikbaldeki genç nesillerimiz gerçekleştirecektir.” demiştir.
Şimdi ise “istikbaldeki gençler” tayin edilen hedefe varmanın mücadelesini veriyorlar.
Batılı güçler, bu haksız gasbın neticesinde Filistin halktan bir tepkinin olacağını, bağımsızlık mücadelesi vereceklerini tahmin ediyorlardı. Filistin halkı bu mücadeleye girmeden önce, kendi adamlarını bu sözde mücadelenin içine soktular. Sözde, bağımsızlık örgütleri kurdurdular.. İşte isimlerinden bile ne oldukları belli olan bu örgütler:
Yaser Arafat başkanlığındaki koyu arap milliyetçisi fakat Mao’nun halk savaşı taktiğini benimsemiş El-Fetih Teşkilâtı; Dr.George Habbaş başkanlığında Marksist-Leninist ideolojiye sâhip, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi; Ürdünlü Hıristiyan Naif Havatmen liderliğinde koyu Marksist Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi; Irak Baas sempatizanı olan Abdülvehhab Kayalı liderliğinde Arap Kurtuluş Cephesi; Suriye taraftarı El-Saika; Filistin Genel Yönetimi Halk Kurtuluş Cephesi ile Filistin Silahlı Mücâdele Komutanlığı gibi yedi büyük ve birçok küçük teşkilât kuruldu. 1969’da bu teşkilâtlar, El-Fetih lideri Yaser Arafat etrafında Filistin Kurtuluş Teşkilâtı olarak birleşti.Yaser Arafat, Birleşmiş Milletlerce ve pekçok ülke tarafından Filistinlilerin kânûnî temsilcisi kabul edildi. 15 Kasım 1988’de toplanan Filistin Millî Konseyinin aldığı bir kararla “Filistin Devleti” kuruldu. Fakat devletin memurlarının maaşını Batılı ülkeler ve İsrail veriyordu.
El - Fetih’in Batılıların himayesinde olduğu anlaşılınca, bu defada yine yerli halkın sünni itikatına ters düşüncedeki Hamas, İslâmi Cihad Hareketi, Hizbullah gibi dış destekli başka kurtuluş örgütleri ortaya çıktı. Örneğin, İslami Cihad Hareketinin kurucu ve lideri Dr. Fethi Şikâki, İran yanlısı olup,: "Humeyni, İslâmi Çözüm ve Alternatif" adlı bir kitap yazmıştı.
Bütün bu ideolojik yapılanmalarda en çok Hasan el-Bennâ, Seyyid Kutub ve İzzettin Kassam'ın fikirleri esas alınmıştır. Bunlar ise, şiddet yanlısı, Müslümanı terörist gibi gösteren, İslamı kendilerine göre yorumlayan dinde reform yanlısı kimselerdir. Dolayısıyla, sünni Ehli sünnet inancına mensup Filistin halkının inancına uymayan düşüncelerdi bunlar.
Kısacası, Osmanlıdan sonra Filistin halkı, kendine doğru yolu gösteren, kendi inancına, yaşayışına ters düşmeyen bir rehber bulamamıştır. Hep yağmurdan kaçayım derken doluya tutulmuştur. Geçmişine sahip çıkan, halkın inancına ters düşmeyen temsilcisilcilere kavuşana kadar da bu sıkıntıların devam edeceği anlaşılıyor. Çünkü yanlış istikamete gidilerek hedefe varılamaz.
|
12 Ağustos 2006 Cumartesi
|
Evliler uzun ömürlü olur!”
|
Batı’ya göre, sağlam bir kurumumuz vardı; bu da geleneklerimize sıkı sıkıya bağlı Türk ailesi idi. Fakat son yıllarda bu kurumumuz da büyük yaralar almaya başladı. Geleneksel aile yapımızdan hızla uzaklaşıyoruz. Maalesef eski aile yapımızın muhafazası için hiçbir ciddi bir çalışma da yapmamaktadır. Geçenlerde, günlerce basını meşgul eden, çocuk kaçırma olayının perde arkasında yaşananlar ailenin içler acısı halini gözler önüne serdi; kimin eli kimin cebinde belli değil.
Yine geçenlerde, daha çok gençlerin ilgi gösterdiği meşhur bir star, beş yıldır beraber yaşadığı bayan ile evlenmeyi düşünmediği söyledikten sonra; “Ben evliliğe inanmam. Çocuk sahibi olacağım zaman evlenirim.” diyerek hayranlarına kötü bir örnek oldu.
Batı ile münasebetlerimiz arttıkça, Türk toplumu da hızlı bir şekilde insani değerlerden uzaklaşmaktadır. Halbuki evlilik, aile sadece insanlara mahsus bir olgudur. İnsanın dışında hiçbir canlıda aile mefhumu yoktur. Beraberlikleri sadece nesillerini sürdürecek kadardır.
İnsanlık aile ile başlar. Yüce kitabımız Kur’an-ı kerimde bildirildiği gibi, aile bir erkek ile bir kadından ibarettir. Hucurat suresi on üçüncü ayet-i kerimesinde mealen: “Ey insanlar! Biz sizleri bir erkek ile bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız için milletlere ve kabilelere ayırdık.” buyurulmaktadır.
İnsanoğlunun, insani değerleri bırakıp hayvani özelliklere özenmesini anlamak mümkün değildir. Evliliği sadece cinsel ilişki olarak görmek, çocuk sahibi olmak için bir vasıta kabul etmek insanı tanımamanın, insanın hayvandan farklı olarak bir de ruhunun olduğunu bilmemenin alametidir.
Evliliğin, ruhen ve bedenen insanı verdiği sayısız faydalar vardır. Evlenmemiş kimselerin genelde kişiliği oturmamıştır, sağlam bir karaktere sahip değildirler. İnsaf sahibi her ilim adamı bunu açıkca ifade etmektedir. Tanınmış ilim adamlarımızdan Prof. Dr. Osman Müftüoğlu evliliğin, ailenin önemini bakınız nasıl dile getiriyor:
“Evlilik, sadece bedensel sağlığımızı korumaz; duygusal ve zihinsel sağlığımızın korunmasında da önemli olduğunu gösteren yüzlerce bilimsel çalışma var. Bu çalışmaların ortak noktası, zihinsel sağlık için güçlü bir aile ve sosyal bağların çok önemli olduğudur.
Evlilik kurumu, sosyal ilişki ağımızın önemli bir parçasıdır. Evlilik, yaşam kalitesi ve süresi üzerinde etkili bir faktördür. Özellikle erkeklerde evli olup olmamak, yaşam kalitesini derinden etkiler. Evli erkekler, bekâr erkeklere oranla daha az hastalanır. Duygusal ve bedensel açıdan kendilerini daha iyi ve mutlu hissederler. Bekar erkeklerde yaşlılık sorunları daha erken yaşlarda ortaya çıkıyor ve çoğu kez daha ağır seyrediyor.
Evlilik kurumunun her iki cinste de yaşam süresi ve kalitesi üzerine olumlu etkileri olduğu muhakkak. Ama evlilik erkekler için biraz daha önemli bir sosyal bağdır. Evli erkeklerin eşlerini kaybettikten sonra yaşam kaliteleri süratle düşüyor. Evlilere oranla daha kısa ömürlü oluyorlar.
Yalnızlık hiçbir canlı için iyi değildir ama insanlar için dayanılması en güç durumlardan biridir. Güçlü aile, sosyal bağlar, yalnızlık duygusunu azaltır. Bazen sıradan kalabalıklar içindeyken bile rahatlamamız bundandır.
Yaşınız ilerledikçe mükemmelliğe olan tutkunuz törpülenmekte, huzur anlayışınız sadeleşmektedir. Kişisel kusurlarınızı yaşlandıkça daha kolay fark eder, başkalarının kusurlarını sorunsuzca affedersiniz. Eğer iyi ilişkiler kurabilen biriyseniz ve yalnızlığınızı azaltabilecek güçlü sosyal bağlara sahipseniz, yaşlanma yolculuğunuz daha kolay ve neşeli olacaktır.
Evlilik, yalnızlığı azaltmakta ve güçlü sosyal bağlar kurdurmakta çok güçlü bir çözümdür. Güvenebileceğiniz, birlikte yürüyebileceğiniz, paylaşabileceğiniz, geleceği birlikte planlayabileceğiniz, beraberce üretebileceğiniz, zorluklara birlikte katlanabileceğiniz bir hayat arkadaşınız varsa hayatınızın daha sağlıklı, keyifli, huzurlu ve rahat geçeceğinden hiç kuşkunuz olmasın.”
|
18 Ağustos 2006 Cuma |
Şerli olanlarınız bekarlarınızdır”
|
Evliliğin insan hayatında çok önemli bir yeri vardır. Çünkü, neslin devamı buna bağlıdır. İnsanların ruhen ve bedenen rahat ve huzur içinde yaşamalarında evliliğin, ailenin büyük rolü vardır. Dün, evliliğin ruhi, bedeni ve sosyal yönden faydalarına değinmiştim. Bugün de, evliliğin dinimizdeki yeri üzerinde durmak istiyorum. Peygamber efendimiz;
"İslamiyette ruhbanlık (evlenmemek) yoktur"
"Nikah yapmak benim sünnetimdir. Sünnetimi yapmayan kimse, benden değildir"
“Bedeni ve maddi güç mevcut iken İslamda evlenmemek şeklinde bir uygulama yoktur.” buyurmuştur.
Peygamber efendimiz her zaman evlenmeyi teşvik buyururdu. Aileye, evliliğe çok önem verirdi. Bir defasında Resulullah efendimiz gençlere şöyle hitap etti: “ Ey gençler, sizlerden kimin evlenmeye gücü yetiyorsa evlensin. Çünkü evlilik gözü harama bakmaktan sakındırır, haya ve iffeti korur.”
Peygamber efendimizin Eshabının bekar kalmasını istemezdi:
”Şerli olanlarınız bekarlarınızdır”, “ Allahü teâlâ, harama düşmekten korkarak evlenene mutlaka yardım eder, “ buyurmuştur.
Evlenme hususunda Kur’an-ı kerimde mealen şöyle buyurulmaktadır:
“ Aranızdaki bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden elverişli olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah, (lütfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir. Evlenme imkânını bulamayanlar ise, Allah, lütfu ile kendilerini varlıklı kılıncaya kadar iffetlerini korusunlar “(Nur: 32,33))
“Kaynaşmanız için size kendi cinsinizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peydâ etmesi de O'nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.” (Rum: 21)
Temim kabilesinden Ukkaf bin Bişr Resulullahın yanına geldiğinde ona, evli olup olmadığını sordu. Hayır cevabı alınca, “Evlenmen için gerekli malın var mı?” diye sordu.. “Var, ey Allahın Resulü!” cevabını alınca. “Evlenmeyen şeytanın işini kolaylaştırır, onun kardeşlerinden olur. Hıristiyan olsaydın rahiplerine katılırdın. Olmadığına göre bu bekârlık niye? Bizim yaşayışımızın gereği evlenmektir. Biliniz ki, sizin en kötüleriniz bekârlarınızdır. İbadetli ve ahlaklı kulları saptırabilmek için şeytanların kadınlardan daha güçlü bir silahı yoktur. Şeytanlar ancak evli olan ibadetli ve ahlaklı kulları saptıramazlar!”
Sonra bu zata seslenerek,” Yazılar olsun sana ey Ukkaf! Hemen evlen! Evlenmezsen gidip gelenlerden; bocalayanlardan olursun.” buyurdu.
Bunun üzerine Ukkaf, “Beni evlendir ey Allahın Resulü!” dedi. Resulullah efendimiz de, “Seni Gülsüm kızı Kerîme ile evlendirdim” buyurdu. (Müsnet)
Başka bir zamanda da buyurdular ki:
"Evleniniz. Ben sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere övünürüm. Sakın ha! Hıristiyan rahipleri gibi bekârlığa yapışır olmayınız" (Camiü's-Sagir ).
Buharî’de bildirilen hadis-i şerifte de, "...Allah'a yemin ederim ki, ben sizin Allah'tan en çok korkanınız ve en çok takva sahibi olanınızım. Bununla beraber ben bazen oruç tutarım, bazen de oruçsuz bulunurum. Nafile namaz kılarım, gecenin bir kısmında da uyurum. Kadınlarla da evlenirim. İşte bu benim sünnetimdir, her kim benim bu sünnetimden yüz çevirirse, o Benden değildir." buyurulmuştur. (Evlilik ve aile hakkında daha geniş bilgi için “HUZURUN KAYNAĞI AİLE” kitabını önemle tavsiye ederim. (Arı Sanat Yayınevi, 0212 5204151)
|
19 Ağustos 2006 Cumartesi
|
Sabredenlerle beraberim!”
|
Hayatın tamamının “sabır” olduğu gerçeğini unutup incir çekirdeğini doldurmayan şeyler yüzünden bir kaşık suda fırtınalar kopartan insanlar haline geldik. Eskiden, günlük hayat insanı sabra alıştırıyordu, hatta zorluyordu. Elektirik yok, su yok, yol yok... Çocukluğumda ilçeye merkep ile pazar alış verişine gidişi hatırlıyorum. Dört saat gidiş dört saat dönüş. Giderken de gelirken de yüklü oluğu için hayvana binme imkanı da yok. Hiç kimsenin bundan şikayeti de olmazdı. Sıradan bir işti. Eskiden hacca gidişi hatırlayalım. En az üç ay sürüyordu. Yolda çekilen zorluklar, konaklama tesisleri olmadığı için orada çekilen sıkıntılar… Ama kimsenin şikayeti yoktu. Sevinç içinde gidip gelinirdi.
Şimdi öyle mi? Atlıyor arabasına veya otobüse, dört saatlik yol iniyor 20 dakikaya. Atlıyor uçağa üç aylık yol iniyor 1.5 saate. Bu örnekler günlük hayatın her safhası için geçerlidir. Teknolojik gelişmeler günlük hayatta büyük kolaylıklar getirdi. Dolayısıyla insanoğlu her isteğine en kısa zamanda ulaştığı için sabretmeyi unuttu; her arzusunun hemen olmasını istemeye başladı. Teknolojinin her derde deva olacağını zannediliyor. Sıkıntısız hayat olmaz, giden sıkıntıların yerini başka zorluklar alır.
En önemlisi de, eskiden dini telkinlerle devamlı sabır aşılanırdı, tevekkül etmenin, sabretmenin faziletleri anlatılırdı. Dini eğitim ve yaşayış zayıflayınca sabra tahammül de kalmadı.
Tahammül kalmayınca da, “sabırsızlık” had safhaya ulaştı. Olaylara gösterilen tepki, isyan, imanın şartı olan “Kaza ve kadere” iman akidesini zedeler hale geldi.
Bunun için sıkıntılara en güzel ilaç olan sabrın ne olduğunu, faziletleni dini kitaplardan okuyup öğrenmemiz lazımdır.
İslâm büyükleri sabrı çeşitli şekilde tarif etmişlerdir:
"Sabır, acı şeyi yüzünü ekşitmeden içmektir. Yâni, şikâyet ve feryatta bulunmadan, hoşnutsuzluk göstermeden, gelen belâya katlanmaktır."
"Sabır, muhalefetten sakınmak, belâların acılığını yudum yudum tadarken, sâkin olmak, geçimde fakirlik başgösterince zengin görünmektir."
"Sabır, belâ gelince güzel edeple durmak, şikâyetsiz olmak, belâda fâni, yok olmaktır."
"Sabır, âfiyet gibi belâ ile de arkadaş ve ahbap olmak, onunla bulunmaktır."
Hazret-i Ali buyurdu ki:
"Sabrın îmândaki yeri, başın bedendeki yeri gibidir. Başsız beden olmayacağı gibi, sabırsız da îmân olmaz."
Şakîk-i Belhî hazretleri buyurdu:
"Musîbete sabretmeyip feryat eden, Allahü teâlâya isyân etmiş olur. Ağlamak, sızlamak, belâ ve musîbeti geri çevirmez."
Belâlara sabretmek, kurtuluşa sebep olan güzel huylardandır. Sabır, peygamberlerin hasletlerindendir. Peygamber aleyhisselâma, “Îmân nedir?” diye sorulduğunda, “Sabırdır” buyurdu. Yine sabırla ilgili olarak; “Sabır, Cennet hazinelerinden bir hazinedir.”, “Mü'mine gelen her dert, üzüntü, hastalık, eziyyet, sıkıntı, günâhlarına keffârettir.”, “Hoşlanmadığın şeye sabretmende büyük hayır vardır.” buyurdu.
Sabrın büyüklüğü ve fazîleti sebebiyle Kur'ân-ı kerîmde yetmişten fazla yerde sabır ve sabredenlerin sevâblarının hesapsız verileceği bildiriliyor. Allahü teâlâ, “Elbette sabredenlerle beraberim.” buyuruyor.
Peygamber efendimiz, büyük taşları kaldırıp kuvvet denemesi yapan bir topluluğa buyurdu ki: “Bu taşı kaldırmaktan daha zorunu bilir misiniz? Bundan daha zorunu size bildireyim mi? Öfkeli bir kimse, öfkesini yener, sonra sabır yolunu tutarsa, sizin en ağır taş kaldırmanızdan daha zor bir işi yapmış olur.”
|
25 Ağustos 2006 Cuma
|
Depresyonun ilacı: Sabır ve tevekkül
|
Dün, teknolojik gelişmelerin günlük hayatta büyük kolaylık sağladığından fakat beraberinde bazı olumsuzlukları da getirdiğinden bahsetmiştik. Bu gelişmelerde din ihmal edildiğinden, hatta dine meydan okunduğundan insanların ruh dengesi bozuldu. On kişiden birinin kişiliği bozuk bir toplum haline geldik. Teknolojinin zararı faydasından çok oldu. Çünkü insanın maddeye ihtiyacı oranında manaya da ihtiyacı vardır. Manevi boşluk, olaylar karşısında gösterilmesi gereken, tevekkül ve sabrı zayıflattı. Bu da insanlarda, antisosyallik, depresyon gibi kişilik bozukluklarına sebep oldu.
Bugün kişilik bozukluklukları dünyayı tehdit eder boyutları ulaştı. Dünya Sağlık Örgütü'ne göre gelecek yıllarda depresyon dünyanın en önemli sağlık sorunu olacak. Modernleşmenin getirdiği yalnızlaşma, sosyal dayanışma sistemlerinin çözülmesi depresyonu bir salgın hastalık boyutuna taşıyacak.
Kişilik bozukluklarının boyutunu ve tehlikesini konunun uzmanı Doç. Dr. Kemal Sayar bakınız nasıl dile getiriyor: “ABD'de yapılan araştırmalar kişilik bozukluğunun iki katına çıktığını gösteriyor. Bunda genç nesillere değer aktarılamamasının ve televizyon kültürünün üzerinde duruluyor. Antisosyalitede ülkemizde de büyük bir patlama var. Medya aracılığıyla merhametin olmadığı bir dünya sunuluyor. Televole gibi programlar toplumun altını oyuyor.Türk televizyonları Türk toplumunun ruh sağlığını tehdit eden en büyük unsurdur. Bu programlar, insanları değersizleştiriyor, metalaştırıyor. Bunun sonucunda da toplumda birbirine saygı duymayan, nesne muamelesi yapan bir gençlik türüyor.”
Toplumları bu tehlikelerden kurtarmak için ilim adamları çalışmalar yapıyorlar. Fakat gündemleri yine maddi; maneviyat yok. İnsanı sadece maddi bir varlık gördükçe, dünyanın yaradılış gayesini bilmedikçe, bunu kabullenmedikçe insanoğlunun, sıkıntıdan depresyondan kurtulması mümkün değildir.
Dünya mihnet ve sıkıntı üzerine kurulmuştur. Sıkıntının ise, sabretmekten başka çâresi, kabullenmekten, katlanmaktan başka kurtuluş yolu yoktur. Üç sabır çok kıymetlidir: Tâ'ate sabır, günâh işlememeğe sabır, belâ ve sıkıntıya sabır.
Başa gelen her sıkıntının; hastalık, ölüm, malının elden çıkması ve göz, kulak gibi uzuvların görmemesi ve işitmemesi gibi insanın isteği ile ilgisi olmayan musîbetlere sabretmekten fazîletli sabır yoktur. Belâlara sabır, sıddıkların derecesidir. Bunun için Peygamber aleyhisselâm duâ ederken: "Yâ Rabbî! Bana o kadar yakîn ver ki, musîbetler bana kolay ve hafif gelsin!" buyurdu.
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Allahü teâlâ buyurdu ki: Belâ gönderdiğim kimseler sabredip insanlara şikâyet etmezse, onlara îmânla ölmeyi nasip ederim.”
“Allahü teâlâ buyurdu ki: Ben kullarımdan herhangi birine, bedeninde, malında veya evlâdında bir musîbet verdiğim vakit onu güzel bir sabırla karşılarsa, Kıyâmet günü onun için mîzân ve hesap kurmaktan hayâ ederim.”
“Her hangi bir mü'mine bir felâket geldiği vakit, Allahü teâlânın buyurduğu gibi "Allahtan geldik, Allaha gideceğiz" dedikten sonra, Allahım, bu felâketten dolayı beni mükâfatlandır ve bundan hayırlısını bana ver, derse, mutlak sûrette Allahü teâlâ dileğini yerine getirir.”
Bir kimse Resûlullah efendimizin huzûruna gelip, “Ey Allahın Resûlü, malım gitti, param gitti, vücûdum hasta oldu, bunun mükafatı nedir? diye sorunca, Peygamber efendimiz buna şöyle cevap verdi: “Malı gitmeyen, parası bitmeyen ve hasta olmayan kimsede hayır yoktur. Zîrâ Allahü teâlâ bir kulunu severse, onu belâya mübtelâ kılar. Ona belâ verdiğinde, ona sabır ihsân eder.”
Abdullah bin Mübârek hazretleri buyurdu ki:
"Musîbet birdir, kişi, feryat eder, ağlar, sızlarsa, iki olur. Biri musîbet, diğeri sevâbın gitmesi. Bu musîbet öncekinden daha büyüktür. Sabredenlerin karşılığı ise hesapsızdır. Yâni sabredenlere verilen sevâbın miktarını Allahü teâlâdan başkası bilmez."
|
26 Ağustos 2006 Cumartesi
|
Câhil kimselerin âlâmetleri
|
Şu altı özellik, cahillik alâmetidir. Câhiller, ahmaklar bu alâmetler ile belli olur:
Birincisi: Cahiller, yerli yersiz her şeye hemen öfkelenirler, sinirlenirler. İnsana, hayvana ve hoşlanmadıkları her şeye hemen kızıp öfkelenirler. Hattâ cansız varlıklara bile kızarlar, onlara zarar verirler.
İkincisi: Mallarını, paralarını faydasız işlerde sarfederler. Âhırette faydası olmayan, hattâ âhırete zarar verecek işler yapan yerlere harcarlar. Akıllı insana yaraşan, malını, mülkünü, servetini faydalı yerlere harcamak, hiç bir sevâbı ve hiç bir faydası olmayan yerlere harcama yapmaktan sakınmaktır. Âhırette, malı nereden kazanıp nereye harcadığı sorulacaktır. Malını, servetini faydasız yerlerde harcamak, câhillik alâmetlerindendir.
Üçüncüsü: Hemen hemen erkese bütün sırlarını söyleler. Müslüman nerede nasıl konuşacağını bilir. Her sözün her yerde söylenmiyeceğini bilir. Müslüman kendi sırrını rastgele söylemediği gibi, başkasının emânet ettiği sırrı da, başkasına söylemez. Sır saklamasını bilmemek de câhillik alâmetlerindendir.
Dördüncüsü: Herkese îtimât ederler. Herkese güvenip malını emânet etmek de câhillik alâmetlerindendir. İtimat edilecek kimseyi iyi tanımak lâzımdır. Birkaç defa karşılaşıp konuşmakla kişi anlaşılamaz. Bunun için eskiden büyüklerimiz, kişiyi tanımak için, "Onunla yolculuğa çıktın mı, onunla alış - veriş yaptın mı?" diye sorarlardı.
Beşincisi: Dostunu, düşmanını bilmezler. Müslümana yakışan, dostunu tanıyıp ona bağlanmak, düşmanını tanıyıp ondan da uzak durmaktır. Kişinin baş düşmanı kötü arkadaştır, kötü çevredir. Bundan sonra nefs ve şeytan gelir. Bunun için her müslümanın bu düşmanların oyununa gelmemek için çok uyanık olması gerekir.
Altıncısı: Faydalı, faydasız demeden akıllarına geldiği gibi konuşurlar. Akıllı olan bir kimse, müslümana yakışmayan, faydasız söz söylemez, bilâkis ya dünya ile alâkalı veya âhıreti ile alâkalı sözler konuşur. Faydasız, lüzûmsuz ve fuzûlî, boş sözler konuşmak câhillik alâmetlerindendir.
İsâ aleyhisselâm buyurdu ki:
Allahü teâlâyı unutarak konuşulan her söz boştur. Tefekkür ile geçmeyen her sükût hâli gaflettir. İbretli olmayan her bakış kıymetsizdir. Sözü Allahı zikir, sükûtu tefekkür, bakışı ibret olanlara ne mutlu!..
Rebî' bin Haysem hazretleri her sabah kalkışından bir kâğıt ile bir kalem alarak o gün konuştuğu her sözü yazar, akşam olunca da onlarla kendisini muhâsebeye çekerdi.
İşte zâhidlerin ameli böyleydi. Onlar, dillerini koruma husûsunda, her türlü külfete katlanırlar. Dünyada kendi kendini hesâba çekerlerdi. Herkesin kendisini hesâba çekmesi gerekir. Zîrâ dünyada kendi kendini hesâba çekmek, âhırette hesâba çekilmekten çok daha kolaydır. Yine dünyada diline sâhip olmak, âhirette nedâmet duymaktan daha kolaydır.
Rebî' bin Haysem ile yirmi sene arkadaşlık eden birisi, bu kadar uzun müddet zarfında ondan hiç fuzûlî söz işitmediğini bildirmiştir.
Evzâî hazretleri, "Mümin az konuşur, çok iş yapar. Münâfık ise çok konuşur, az iş yapar" buyurdu.
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Beş şey vardır ki münâfıkta bulunmaz. Bunlar; dinde bilgi sâhibi olmak, dilini fuzûliyattan, boş şeylerden korumak, güler yüzlü olmak, kalbinde nûr bulunmak ve müslümanlar arasında sevilmektir.
Lokman Hakîm, oğluna yaptığı öğütlerde buyurdu ki:
"Ey oğulcuğum, kötü arkadaşlarla düşüp kalkan selâmet bulamaz. Kötü yerlere girip çıkan töhmet altında kalır. Diline hâkim olmayan nâdim olur."
|
01 Eylül 2006 Cuma |
|
Akıllı kimselerin alâmetleri
|
Dün cahil, ahmak kimselerin özelliklerinden bahsetmiştik. Bugün de akıllı kimselerin alâmetlerinden bahsedelim. Hikmet ehli zatlar akıllı kimselerin özelliklerini şöyle bildirmişlerdir:
Akıllı kimse, sadece iyiyi ve kötüyü anlayan değil, iyiyi görünce onu alan ve kötüyü görünce de onu terk edendir.
Akıllı, ileriyi gören, düşünen, zararını kârını bilen sonunda pişman olacağı işi yapmayan kimsedir.
Akıllı kimse, emellerini kısa tutup, sabaha bile çıkamayacağını düşünen, ibâdetine kuvvet verecek ve irfan yolunda yürüyecek miktardan fazla geçim derdi olmayandır.
Akıllı, şehvetten kendini koruyan, âhıreti dünya ile değişmeyendir.
Akıllı, yalnız ihtiyâcı kadar ve delille konuşur, sâdece âhıretinin ıslâhı için çalışır.
Akıllı, günâhlardan sakınır, ayıp işlerden uzak durur. Günâhlarını tövbe ile örter.
Akıllı kimse, ibâdetle, nefsin arzusuna karşı gelendir.
Akıllı kimse, dilini kötü söz ve gıybetten koruyan, kalbini şek ve şüpheden temizleyendir.
Akıllı kimse, kendisine birşey söylendiği zaman, söyleyenin sözü bitmeden, cevap vermez. Cevapta acele etmez. Soruyu dikkatle dinler, soru bittikten sonra düşünüp öyle cevap verir. Önce düşünür, sonra söyler. İhtiyaç olmadan konuşmaz.
Akıllı kimse, adımını atmadan önce basacağı yeri iyice görür, sonra oraya adımını atar.
Akıllı insan, önce kendi ayıplarını görür. Kendi ayıbını görmiyen kimse, başkasının güzelliklerini göremez. Kişinin, kendi ayıbını görememesi, kötülük olarak ona yeter. Çünkü ayıbını göremiyen kimse, bu ayıbından kurtulamaz.
Akıllı kimse, her zaman kalbini kontrol eder. Allahü teâlânın emrettiği şeyleri yapıp, yasak ettiklerinden sakınır. Allahü teâlâdan gâfil olmaz ve emirlerini yapmakta gevşeklik etmeyip, uyanık olur. Böyle olan kişi işlerinde tedbîrli olur.
Akıllı kimsenin ilimle uğraşmasından maksadı, onunla amel etmektir. Çünkü, bundan başka bir gâye için ilim öğrenen kişi, şöhretini ve kibrini artırmış olur.
İnsanların bir kısmı dili sebebiyle ikrâm görür. Bir kısmı dili yüzünden hor görülür, sevilmez. Akıllı kimse, dili sebebiyle sevilmiyenlerden olmaz. O, kendini diliyle herkese sevdirir.
Şu dört hasleti kendisinde bulundurmıyan kimseye akıllı ve ilim sâhibi denmez. Birincisi; Allah korkusu. Bütün hayır ve fazîletlerin başı budur. İkincisi; güzel bir hayâ, utanma duygusu. Asâlet bununla anlaşılır. Üçünçüsü; yumuşaklık. Dördüncüsü; emri altında bulunanlara cömertlik yapmak.
Akıllı kimse, bayağı ve düşük kimselerle arkadaş olmaz. Onları dost edinmez. Böyle kimseler, yılan gibidir. Onların, sokmak ve zehirden başka sermâyesi yoktur.
Bir kimse, öldükten sonra, malının zamanın en akıllı olanına verilmesini vasiyet etse, dünyaya düşkün olmayana vermek lazımdır. Çünkü onun dünyaya kıymet vermemesi, aklının çok olduğunu gösterir.
Peygamber Efendimiz de, akıllı kimseleri şöyle tarif buyurmuşlardır:
“Akıllı kimse, ölmeden önce hesabını gören, ölümden sonra kendisine yarıyacak şeyleri yapan kimsedir”
“Akıllı ve tedbirli kimseler, yarına ulaşamayacağı düşüncesiyle, içinde bulundukları ânı en iyi değerlendiren, bu yolda gayret sarfedenlerdir.”
“Akıllı kimse için dört saat vardır: Biri Rabbine yalvardığı saattir. İkincisi kendi nefsini hesâba çektiği saattir. Üçüncü saat, Allahü teâlânın kudretini kâinâtta görüp hissettiği, tefekkür ettiği saattir. Dördüncü saat ise, yiyip içtiği saattir.”
“İnsanlar, ya âlim veya talebedir. Bu ikisinden olmıyanda hayır yoktur.”
Akıllı olan kimse, ya âlim olur ya talebe. Ya öğretir, ya öğrenir!
|
02 Eylül 2006 Cumartesi |
|
Müzmin bekarların savunmaları
|
Evliliğin öneminden ve faydalarından sık sık bahsetmem sebebiyle, bazı müzmin bekarlar savunmaya geçip, “Evleniyor da ne oluyor, üç-beş ay sonra ayrılıyorlar; ayrılmasalar da evde huzursuzluk, sıkıntı eksik olmuyor” diyerek kendilerini haklı göstermeye çalışıyorlar.
Önce şunu söyleyeyim; ayrılmalar zannedildiği kadar çok değil. Muhafazakar, dindar çevrelerde boşanmaların oranı diğerlerine göre çok düşük. Yüzde onu bile geçmiyor.(Diğer kesimlerde % 40 civarında) Fakat olumsuzluklar çok konuşulduğu, devamlı gündemde tutulduğu için, evlenenlerin çoğunun ayrıldığı zannediliyor.
Huzursuzluk ve geçimsizlik de böyle. On aileden birinde geçimsizlik varsa hep bu konuşulduğu için sanki hepsi huzursuzmuş gibi algılanıyor. Buna sebep de, geçimsiz ailelerin bu konuda kendilerini haklı çıkarmak için her ortamda bu olumsuzlukları dile getirmeleridir. Ayıp telakki edildiği için de, geri kalan dokuz aile “huzurlu” bir yuvalarının olduğunu, geçimsizlik problemlerinin olmadığını anlatmıyorlar. Anlatmadıkları için de onlar da, huzursuz aile sınıfına dahil edilmiş oluyorlar. Aslında bu ayıp olan, günah olan bir şey değildir. Zaman zaman yeri geldiğinde, Cenab-ı Hakkın verdiği bu huzur nimeti izhar edip, tereddütlü gençlerin gönüllerine su serpmelidirler, onları cesaretlendirmelidirler. Çünkü dinimizde, iyiliğe, hayara vesile olan onu işlemiş gibi sevap alır. Dinimizin emri gereği iki gencin evlenip yeni bir yuva kurmalarına vesile olmak çok büyük sevaptır. Bu ailede işlenen her sevaba buna vesile olanlar da ortak olur. Ulu orta konuşup, evlenmelerine mani olanlar da onların işledikleri günahlara ortak olurlar.
Her ailede ufak tefek sıkıntılar oldur. Bu hayatın gerçeğidir. Hayatın diğer safhalarında hiç sıkıntı olmuyor mu? Dünya hayatının tamamı zaten başlı basına sıkıntıdır. Ailenin, bu az bir sıkıntının karşılığı sayısız nimetleri de var. Bu nimetleri görmemizlikten gelip sadece olumsuzlukları dile dolamak insafsızlık olur.
Sanki bekarlığın hiç mi sıkıntısı yok? Aslında bekarlık başlı başına problemli bir hayattır. Bekarlık, güzelim aile hayatını tepip kendi elleriyle kendini rezilliğe atmaktan başka bir şey değildir. Daha önce de yazdık; evlilik sağlık açısından bedenin maddi ve ruhi yönden sigortasıdır. Bunu ben söylemiyorum, tıpda söz sahibi doktorlar söylüyor.
Bu kadar derine dalmaya da gerek yok. Herkes çevresindeki müzmin bekarların, ileri yaşına rağmen hiç evlenmemiş kimselerin haline baksın yeter. Böyle kimselerin perişanlıklarını, ruhi dengesizliklerini görmemek için kör ve sağır olmak lazım.
Dinimizin emir yasaklarında bilinen bilinmeyen sayısız, hikmetler faydalar vardır. Kadını da erkeği de O yarattığına göre, onların nasıl huzurlu olacaklarını, bedenen ve ruhen nasıl sağlıklı olacaklarını da en iyi O bilir; bundan şüphemiz yok. Kur’an-ı kerimde “ Allah, evlerinizi, sizin için bir huzur ve sükun yeri yaptı.” (Nahl 80) buyurduğuna göre, huzuru başka yerde aramak lüzumsuzluk, boş iş olur. Hatta yaratılışa aykırı olduğu için zararlı bir iş olur.
Demek ki, Cenab-ı Hakkın emrine uyup, yine O’nun emrettiği gibi bir yuva kurulursa, kadın-erkek hem dünya hem de ahırette huzur içinde olur.
Tabii ki, her nimetin bir külfeti olduğu gibi, bu “Huzur” nimetinin de bir külfeti olacaktır. Güle kavuşmak isteyen üzerindeki, birkaç küçük dikene de katlanacak. Cenab-ı Hak o kadar ihsan sahibidir ki, bu küçük dikerlere sabrı bile karşılıksız bırakmıyor. Dünyada ve ahırette misliyle bunun karşılığını veriyor. Peygamberimiz bakınız bunu nasıl müjdeliyor: “Hanımının huysuzluklarına katlanan erkek belâlara sabreden Hz. Eyyüb gibi mükâfâtlara kavuşur. Kocasının huysuzluklarına sabreden kadın da, Hz. Âsiye gibi sevâba kavuşur.”
Bu büyük nimet yetmez mi? Bir Müslüman için bundan büyük nimet olur mu?
|
08 Eylül 2006 Cuma |
Ailede sıkıntıların sebepleri
|
Dün, az da olsa evlilikte bazı sıkıntıların olabileceğini fakat bunun evlenmeye bir engel teşkil etmeyeceğinden bahsetmiştik. Aslında bunu en asgari düzeyi indirmek de bizim elimizde. Bu da, evliliğin genel kurallarına uymada göstereceğimiz hassasiyette bağlı. Evlilikte görülen sıkıntıların sebeplerini bir kaç maddede özetleyelim:
1- Evlilikte gençlerin küfvü yani, dengi kuralına uymamak: Gençler inanç, yaşayış, dindarlık, örf ve adet gibi konularda biribirlerine denk olmalıdır. Kadının, dört hususta erkekten aşağı olması gerekir: Yaşı ve boyu ve hısımı ve akrabası. Dört şeyde de, kadının kocasından üstün olması gerekir. Güzellikte, edepte, iyi huyda ve takva sahibi olmada.
Buna göre, dinimize uygun yaşamayan bir kadın dindar bir gence denk olamaz. Dindar bir kız da, dini yaşayışı ve inancı zayıf erkeğe denk olamaz. Zaten örf ve adet olarak da erkek, kadının evinde olmasını, çocukları ile bizzat ilgilenmesini ister. Okumuş kariyer sahibi çok bilmiş kadın tipinden hoşlanmaz. Aslında, en dindarından en sosyetisine kadar her erkeğin içinde bu arzu vardır. Çevre baskısı ile bunu dile getiremektedirler. Son yıllarda dünyaca ünlü Feminist kadın örgetleri bile yaptıkları yanlışlığın farkına varıp kadını evine çekme yollarını aramaktadırlar.
Aileler, çeşitli sebepleri bahane ederek, denklik meselesine uymadıkları için aile içi sıkıntılar artmaktadır. Mesela, erkek ekonomik sebeplerle çalışan bir kadın alıyor, sonra da kıskançlık krizine girip öfkesini eşinden çıkartıyor.
2- Evlilik öncesi ve sonrası ailelerin haddini aşan müdahaleleri. Bilhassa erkek annesi kadınlar, oğluna uygun bir eş değil, kendine uygun bir gelin aramaktadırlar. Kendi oğullarının huyunu, yaşayışını göz ardı etmekteler. Evlendikten sonra da, gelinini kızı olarak görüp dizinin dibinden ayırmak istememektedirler. Her yere onunla gidip, egosunu tatmin için yanında muhafız gibi taşımaktadırlar. Gelin gelindir, gelin hiçbir zaman kızı gibi olmaz. Halbuki, gelinin de kendi yaş grubuna göre bir çevresi vardır. O ancak orada rahat eder. Onu rahat edemediği yerde kalmaya zorlamak, sıkıntıya depresyona sokar. Yine, evlendirdiği kızınının peşini bırkamayan anne babalar da, damadını depresyona sokar. Boşanmaların çoğu, ailelerin yersiz müdahaleleri ile olmaktadır. İyilik yapalım derken kötülük yapmış oluyorlar.
Bunun için aileler kendi hallerine bırakıp uzaktan ilgilenmelidirler. Müdahaleler ile ayakta tutmak değil, onların kendi kendileri ile ayakta kalmalarına fırsat vermeli, bu konuda onlara yardımcı olmalıdır. Problemlerde kabahati önce kendi kızında, kendi oğlunda aramalıdır.
3- Gençlerin evlilik ve aile hayatı konularında yeterli bilgilerinin olmamasıdır. Dinimize göre aile müessesesinin de kuralları var. Erkeğin hanımına karşı, hoşgörülü, yumuşak huylu olması gerekir. Fakat bunun da bir sınıra var. Her yaptığına da hoşgörü gösteremez. Çünkü, kadının işlediği her günahtan erkeğe de pay vardır. Erkeğin de, kadının da hakları ve sorumlulukları var. Bunlar bilinmez, sınırlar aşılırsa karşı tarafa zulüm yapılmış olur. Zulum olan yerde de huzur olmaz. Son yıllarda, Müslüman kadınlar da, Feministlerin, kadın programlarının etkisinde kalıp haklarını aşan taleplerde bulunuyorlar; bu da zulümdür.
Dinimize göre, nikah nedir, talak, boşanma nedir, şartları nedir gençler bunları bilmelidir. Bunları bilmeyen bir genç erkek, dinimize göre günah olan, bid’at olan olan, cahil halk arasında yaygın olan “üçten dokuza..” veya bir çırpıda, boşsun boşsun boşsun sözlerini söyleyip, geri dönüşü olmayan bir yola giriyor. Ondan sonra da, eyvah ben ne yaptım, şimidi ne olacak deyip çaresizlik içinde kıvranıyor.
Tabii ki, erkeği bu hale getiren kadının da bunda büyük suçu var. Herşeyin bir kaynama noktası var. Kadın bunu düşünmeden, yorgun argın eve gelmiş kocasına, bunu neye almadın, bunu niçin yaptın, bu yapılır mıydı, sen nasıl erkeksin… gibi sözlerle bunaltıyor. Sonuda da erkeğin çileden çıkmasına sebep oluyor. O da daha sonra yaptığına pişman oluyor. Fakat olan oluyor. Mesela, erkeğin yaptıklarından, işlediği günahlardan kadın mesul değildir. Ondan bunların hesabını soramaz. Sormaya kalkarsa sınırı aşmış olur, bu da sıkıntı getirir.
Bunun için kadın- erkek, sınırını iyi bilmeli, nerede ne kadar konuşacak, bunun hesabını iyi yapmalıdır. Bunları bilmiyorsa, okuyup öğrenmelidir. İslam büyüklerinin huzurlu aile hayatları örnek alınmalıdır.
|
09 Eylül 2006 Cumartesi |
İlim Çinde de olsa alınız!”
|
Pazartesi günü okullar açılıyor. Eğitim ile ilgili tartışmalar yine yoğunlaşacak. Her eğitim döneminde tartışmaların yaşanması eğitim sistemimizin tam oturmadığı, biryerlerde bazı eksikliklerin olduğunu gösterir. Bu eksikliklerin de, eğitimde başarıyı yakalamış, sistemini oturtmuş modellerden istifade ederek tamamlamak gerekir. İlim nerede, kimde olursa olsun, ilimdir bundan istifade etmek gerekir. Peygamber efendimizin, “ İlim Çinde de olsa alınız!” emrinde de buna işaret vardır.
Bu vesile ile, ABD’nin başarıyı yakalamış eğitim sisteminin temel ilkelerini, değerli araştırmacı yazar Ayşe Göktürk Tunceroğlu’nun, Babıali Kültür Yayıncılığı tarafından basılan “Amerika Amerika” kitabından özetliyerek eğitimcilere, velilere ve öğrencilere sunmak istiyorum. Hep, dilimizi öğretemedik, ezbercilikten kurtulamadık, çocuklarımızı hayata hazırlayamadık, devletimizi. milletimizi tam sevdiremedik… gibi konulardan şikayet eder dururuz. İşte bunların nasıl sağlandığının cevabı:
ABD'de okullarda eğitimin gayesi çocuğun "Amerikalı" olarak yetişmesidir. Okula giren her çocuğa "Amerikalılık" sıfatları yavaş, yavaş, sevdire sevdire, büyük bir maharetle giydirilir. Eğitim hayatının prensipleri hep bu"Amerikalı"yı gerçekleştirecek şekilde düzenlenmiştir.
Amerika’da, okularda herşeyden önce çocuklara dört dörtlük dil öğretilir. Öğretmenler "Dilimizi bu sıralarda öğretemezsek bir daha hiçbir yerde öğretemeyiz." düşüncesinde hem fikirdirler. İlköğretimde dilbilgisi kuralları, doğruokuma, doğru yazma, kelime hazinesini zenginleştirme ve el yazısı ile başlayan dil eğitimi orta öğretimde derinleşir.Her ay şiir, deneme, makale yazma ödevleri vardır. Noktalama işaretlerine ne kadar önem verdiklerini görüp şaşarsınız. Noktanın, virgülün, noktalı virgülün nerelere konacağı anayasa maddesi gibi kesindir, her hata puan götürür.
Lisede dört sene boyunca, her dönem alınması gereken sadece iki ders vardır: İngiliz dili ve Edebiyatı ile Jimnastik. Matematik, fizik, kimya, tarih... diğer hiçbir ders için bu şart yoktur, onları arzuya ve kabiliyete göre birer, ikişer, üçer sene almak mezuniyet için yeterlidir ama bu ikisini her sene almayan öğrenci liseyi bitiremez..
Ayrıca Amerika’da okul, çocuğu hayata hazırlar. Ne ilkokullarda, orta öğretim için kolejlere girebilmek telâşının hummalı yarışı vardır, ne de ortaokul ve lise kayıtsız şartsız üniversiteye hazırlanma yeri kabul edilir. Zaten üniversite, behemahal girilmesi gereken bir kapı, tek hedef değildir. Lise öğrencisi üniversiteye gerçekten gitmek isteyip istemediğini, kabiliyetlerini düşünür, dört yıl boyunca ödeyeceği öğrenim parasını hesap eder. Üniversiteye gidememek bir genç için hayatının kayması demek değildir. Bu durumda, genellikle, üniversitelere ya gerçekten çok başarılı, idealist, iddialı öğrenciler devam ediyor ve okullar, çeştli kurumlar onlara burs veriyor; ya da ailesi çok zengin olup, zevk için, kültür olsun diye okuyanlar gidiyor.
Böylece mezuniyetten sonra birinci gruptakiler işsiz kalmıyor, şirketler böyle üstün başarılı öğrencilere hemen kapılarını açıyor; ikinci gruptakiler de zaten bir an önce işe girip para kazanma telâşında olmuyorlar. Genç, üniversiteyi bitirdiği halde garsonluk yapma ihtimali varsa üniversiteye değil, hemen garsonluğa başlıyor. Amerika, hangi iş olursaolsun çalışmanın ayıp olmadığı, çalışanın kazandığı bir ülke.
Lise öğrencisi olup da ücretli işler yaparak para kazanmayan, babasının vereceği harçlığı bekleyen genç azdır. Öğrencilerin çalışması okul tarafından teşvik edilir, kolaylıklar sağlanır. Amerikalı çocuk rahattır, ama hazırcı değildir. Küçük yaşlardan itibaren ona kendi ayaklan üzerinde durmak öğretilir, küçük yaşlardan itibaren "adam" yerine konur. Onyedi yaşındaki genç arabası olsun ister, ama babam alsın diye beklemez. Benzin pompalar, garsonluk, kasiyerlik yapar, kazandığı para ile elden düşme bir araba tedarik eder. (Bu konuya yarın da devam edeceğiz inşaallah)
|
15 Eylül 2006 Cuma
|
Okuma alışkanlığı gelişmişliğin işareti
|
Dün, ABD’nin eğitimdeki önemli temel ilkelerinin bazılarından bahsetmiştik. Amerika’nın eğitimde çok önem verdiği hususlardan biri de, öğrencilere okuma alışkanlığının kazandırılmasıdır. Genelde, okuma alışkanlığı zirvede olan ülkeler, teknolojide de zirvedeler. Bunun için ABD’de, okullarda buna çok önem verilir. Öğrencilere sadece eğitim verilmez, onlara okuma ve kitap sevgisi kazandırılır. Birbirinden cazip yollarla çocuklar kitaba ısındırılır. Kitap okuyan çocuk mahallî televizyona çıkar, bedava pizza yer, hediye kitap kazanır.
İlkokulda haftada bir gün bir ders saati okulun kütüphanesinde geçirilir, ödünç kitap alınır. Öğrencilerin evdeki kitaplıklarından kitap getirip, birbirleriyle değiş tokuş ettikleri özel haftalar vardır. Yılda iki defa bir yayıneviyle Okul-Aile Birliği ortaklaşa olarak okulda kitap fuarı düzenler, öğrenciler sınıf sınıf gelip gezer, istedikleri kitap varsa satın alırlar. Böylece çocuklar daima kitapla yüzyüze gelir, kitaba dokunur, kitabı severler. Çocuk kitapları, ders kitapları ve bütün kitaplar son derece özenli basılmıştır.
İlk ve orta tahsilde öğrenci ve kitap karşı karşıya değil, iç içedir. Öğrenci bilgileri okuyup ezberleyip geçmez. Her bilginin tatbikatı vardır. Cemiyet meseleleri (siyaset, savaş, uyuşturucu, şiddet olayları) hakkında öğrenciye kuru bilgi verilmez. Televizyonda haber dinlemeleri, gazeteden makale okuyup kesip getirmeleri istenir ve o konuda yorum yazdırılır, anket, röportaj, münazara yaptırılır. Deneysiz fen dersi yoktur. "Söylersen unuturum, gösterirsen hatırlıyamayabilirim. Eğer beni işin içine kanştırırsan, işte o zaman anlarım." sözünü düstur edinmişler
Amerika'da okullarda müşahhaslık esastır. Bilgiyi, fikri müşahhaslaştırarak sunmak öğretmenin vazgeçilmez görevidir. Okunan her bilgi, her düşünce resimle, fotoğrafla, maketle göze hitabeder hale getirilir. Göze hitabeden bu malzemelerin çoğunu da öğrenciler kendileri yaparlar. Sınıf duvarları, koridorlar, yemek salonu öğrencilerin yaptığı resimler, grafikler, karikatürler, yazdıkları kompozisyonlar, çektikleri fotoğraflarla doludur, bazı yerlerde duvarlar o kadar doludur ki badananın rengini anlayamazsınız.
Çocuğa vatan, millet, bayrak, tarih sevgisi okutularak öğretilmez, gösterilir.Çocuk pencereden baktığında bahçede çıplak bir direk değil, dalgalanan Amerikan bayrağını görür. Bayrağın hafta başında törenle indirilip dürülüp bükülüp gözlerden gizlenmesini, hafta sonlarında okul boşaldığında tekrar göndere çekilmesini şart koşan birkanun yoktur. ABD bayrağı okullarda ve bütün resmî daireler de hafta içi günlerde direğinde asılıdır. Okulun her yerinde,yemekhanede, dershanelerde mutlaka bayrak vardır. Öğrenciler her sabah ayağa kalkıp sınıftaki bayrağın karşısında hep bir ağızdan, sağ elleri kalplerinde, and içerler.
Amerika'da eğitim hayatının böylesine müspet özellikleri var da her öğrenci okuldan mükemmel bir genç olarak mı çıkıyor? Elbette hayır! Ama çıkanlar yetiyor. Bir düzine vagonu sürükleyip götüren bir tane lokomotif değil midir zaten?
Gençliğin eğitimi konusunda evin okuldan daha çok etkisi vardır. Çünkü eğitim "okul"da değil evde başlar. Eğitim zincirinin ilk halkası evdir. Televizyonu, sofrası, sokağı, mahallesi bu ilk halkaya dahildir. O ilk halka sağlam değilse zincir tamamlanamaz.
Evde kafasına hiçbir şey sokmadığımız, ilgilenmediğimiz, kendisine zaman ayırmadığımız, "adam" yerinekoymadığımız, yahut büsbütün "adam"dan sayıp salıverdiğimiz, doğru eğitemediğimiz çocuğun, başarısızlıkları, bunalımları karşısında bütün suçu okula yüklemek haksızlıktır. George Bernard Shavv'ın şu iğneli sözü doğrudur: "Sadece okulda eğitilen çocuk eğitimsiz kalır."
|
16 Eylül 2006 Cumartesi |
Günahların yok olduğu rahmet ayı
|
Ramazan ayına tekrar kavuşacak olma sevinci içindeyiz. Nasib olursa yarın akşam ilk teravih namazını kılacağız, gece de sahura kalkacağız. Ramazan ayının diğer aylar, Ramazan orucunu da diğer ibadetler nezdinde ayrı bir yeri ve önemi vardır.
Adem aleyhisselamdan beri hak dinlerin hepsinde oruç vardı. Oruç tutmak bize, yâni ümmet-i Muhammede hicretten, Peygamber efendimizin Mekke'den Medine'ye hicretinden onsekiz ay sonra, Şa'bân ayının onuncu günü, Bedir gazâsından bir ay önce farz oldu.
Ramazan, yanmak demektir. Çünkü bu ayda oruç tutan ve tevbe edenlerin günâhları yanar, yok olur. İslâmın beş şartından dördüncüsü, mübârek Ramazan ayında, hergün oruç tutmaktır. Resûl aleyhisselâm: “Ramazan ayı gelince, Cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar bağlanır” buyurdu.
Allahü teâlâ, yapılan amellerin karşılığını, o amelin durumuna göre, değişik olarak vermektedir. İbâdetlerde, iyiliklerde bire karşı ondan, yedi yüze kadar ihsan etmektedir. Orucun sevabını ise, “Karşılığını ben veririm” buyurmuştur. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
“Ameller, Allahü teâlâ katında yedidir. İkisi vâcibi gerektirir. İkisi misli iledir. Birisi on katdır. Birisi yedi yüz mislidir. Birisinin sevabını ise Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Vâcibi gerekli kılan amellerden birincisi şudur ki, Allahü teâlâya ortak koşmadan ihlâsla kulluk yapana Cennet vâcib olur. Ortak koşarak ölene ise Cehennem vâcib olur. Misli ile olan amelden birincisi, günah işleyene misli ile karşılık verilir. Diğeri ise, iyi amel için niyyet ettiği şeyi yapamıyana yapmış gibi sevap verilir. Bire on verilen amel, iyiliklerin sevâbıdır. Kötülüklerin günahının aksine iyiliklere bire on sevap verilir. Bire yediyüz sevap verilen amel, helâl malından Allah yolunda vermektir. Sevabını yalnız Allahü teâlânın bildiği amel, Allah için tutulan oruçtur. Onun karşılığını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez.”
Allahü teâlânın, “Âdem oğlunun her ameli kendisi için, yalnız orucu benim içindir.”buyurması ile şu ihsana kavuşulur. Kıyâmet günü olunca, Allahü teâlâ kuluna hesap sorar. Öyle ki hiç sevabı kalmaz. Yalnız orucu kalır. Bunun üzerine Allahü teâlâ, kulun ihtiyâcı olan sevap kadar kendi fazlından ihsân edip, kulunu orucu sebebiyle Cennete sokar. Herkesin sevâba ihtiyacı aynı değildir. Cenâb-ı Hak da orucu sebebiyle kuluna bol bol ihsanda bulunur.
Cenâb-ı Hakkın, Orucun karşılığını ben veririm, buyurmasının hikmetlerinden biri şudur: Allahü teâlâ, kula mahsûs olan yemek ve içmek gibi şeylerden münezzehtir. Oruç tutmakla Cenâb-ı Hakkın ahlâkından birine yapışılmış olur. Bununla çok sevâba kavuşulur.
Bu ay, öyle bir aydır ki, ilk günleri rahmet, ortası af ve mağfiret ve sonu Cehennemden âzâd olmaktır. Bu ayda, emri altında olanların yâni işçinin, memurun, askerin ve talebenin vazîfesini hafîfletenleri Allahü teâlâ affedip, Cehennem ateşinden kurtarır.
Peygamber efendimiz buyurdu:” Bu ayda dört şeyi çok yapınız! Bunun ikisini Allahü teâlâ çok sever. Bunlar, Kelîme-i şehâdet söylemek ve istiğfâr etmektir. İkisini de, zaten her zaman yapmanız lâzımdır. Bunlar da Allahü teâlâdan Cenneti istemek ve Cehennem ateşinden O'na sığınmaktır. Bu ayda, bir oruçluya su veren bir kimse, Kıyâmet günü susuz kalmıyacaktır.”
Her ibadette olduğu gibi, oruç tutmada da niyet çok önemlidir. Oruç Allah rızası için tutulmalıdır. Rejim için, âdet olarak tutulan orucun faydası olmaz. Peygamber efendimiz şöyle buyurdu: “ Bir kimse, Ramazan ayında oruç tutmayı farz bilir, vazîfe bilir ve orucun sevabını, Allahü teâlâdan beklerse, geçmiş günâhları affolur.”
|
22 Eylül 2006 Cuma |
|
|
Ramazanda bahşedilen beş ihsan
|
Ramazan ayı, diğer aylarla mukayese edilemeyecek kadar önemli bir aydır. Sevapların, mükafatların kat kat fazlasıyla verildiği bir aydır. Bunun için bu ayın kıymetini bilip, fırsatları kaçırmamak lazımdır.
İslâm âlimlerinin büyüklerinden, İmâm-ı Rabbânî hazretleri Ramazan ayının üstünlüğünü şöyle bildirmektedir: “Ramazan-ı şerîf ayında yapılan nâfile namaz, zikir, sadaka ve bütün nâfile ibâdetlere verilen sevâb, başka aylarda yapılan farzlar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu ayda, bir oruçluya iftâr verenin günâhları affolur. Cehennemden âzâd olur. O oruçlunun sevâbı kadar, ayrıca buna da sevâb verilir. O oruçlunun sevâbı hiç azalmaz.
Resûlullah, bu ayda, esîrleri âzâd eder, her istenilen şeyi verirdi. Bu ayda ibâdet ve iyi iş yapabilenlere, bütün sene, bu işleri yapmak nasip olur.
Bu aya saygısızlık edenin, günâh işleyenin bütün senesi, günâh işlemekle geçer. Bu ayı fırsat bilmelidir. Elden geldiği kadar ibâdet etmelidir. Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmalıdır.
Bu ayı, âhıreti kazanmak için fırsat bilmelidir. Kur'ân-ı kerîm Ramazanda indi. Kadir gecesi, bu aydadır.”
Ramazân-ı şerîfte, hurma ile iftâr etmek sünnettir. Güneşin battığı iyi anlaşılınca, önce E'ûzü ve Besmele okuyup "Allahümme yâ vâsi'al - magfireh igfirli ve li- vâlideyye ve li-üstâziyye ve lil mü'minîne vel mü'minât yevme yekûmülhisâb" denir. Bir iki lokma iftârlık yiyip, “Zehebezzama' vebtelletil urûk ve sebe-tel-ecr inşâallahü teâlâ.” duâsını okumak sünnettir Bundan sonra yemeğe başlanır.. (Duânın başındaki "Z" peltek olan "Zel" harfidir. Zama'daki ise "Zı" harfidir. Sebe'deki "S" ise peltek "Se" dir.)
Oruca, akşam ezânından, ertesi gün, dahve vaktine yâni öğleye bir saat kalana kadar niyet edilebilir. İmsâk vaktinden evvel niyet ederken, “Niyet ettim, yarın oruç tutmaya” denir. İmsaktan sonra niyet ederken, “Bugün oruç tutmaya” denir. Kazâ ve keffâret orucuna ve mu'ayyen olmayan adak oruçlarına fecirden sonra niyet edilemez.
Ramazanda, iftârı acele etmek ve sahûru, geciktirmek sünnettir. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem", bu iki sünneti yapmağa çok dikkat ederdi. Sahûru geciktirmek ve iftârı çabuk yapmak, belki insanın aczini gösterdiği için sünnet olmuştur. Zaten ibâdet, aczi ve ihtiyâcı göstermek demektir.
Ramazan-ı şerîf orucu, her müslümana farz olduğu gibi, tutamıyanların kazâ etmeleri de farzdır. Herhangi bir özür ile Ramazanda oruç tutamıyanlar, Ramazandan hemen sonra, kazâsını tutmalıdır.
Hadîs-i şerîfte, “Ay'ı görünce oruç tutunuz! Tekrâr görünce, orucu bırakınız!” buyuruldu. Ramazana başlamak için Şa'bânın yirmidokuzuncu günü, güneş battıktan sonra, hilâli, yâni gökte yeni Ay'ı aramak ve Ay'ı görmek, eğer görülmezse, Şa'bân ayını otuz güne tamamlamak lâzımdır. Ramazanın girişi dine uygun yapılmayan yerlerde, oruca takvimlerdeki bildirilen günde başlamak ve bayramdan sonra, başlangıç ve bitişteki hata ihtimaline karşı iki gün kazâ orucu tutmak gerekir.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Allahü teâlâ benim ümmetime, Ramazan-ı şerîfte beş şey ihsân eder ki, bunları hiçbir peygambere vermemiştir:
1- Ramazanın birinci gecesi, Allahü teâlâ mü'minlere rahmet eder. Rahmet ile baktığı kuluna hiç azap etmez.
2- İftâr zamanında, oruçlunun ağız kokusu, Allahü teâlâya, her kokudan daha güzel gelir.
3- Melekler, Ramazanın her gece ve gündüzünde, oruç tutanların affolması için duâ eder.
4- Allahü teâlâ, oruç tutanlara, âhırette vermek için, Ramazan-ı şerîfte Cennette yer ta'yîn eder.
5- Ramazan-ı şerîfin son günü, oruç tutan mü'minlerin hepsini affeder. Yâni Ramazan ayının tamamını oruçlu geçirenleri affeder.”
|
23 Eylül 2006 Cumartesi |
Fırsat ayında fırsatları kaçırmayalım
|
Ramazan-ı şerif ayı, Müslümanlar için bir fırsat ayıdır: Derlenip toparlanma, tevbe istigfar ederek, günahlardan kurtulma ayıdır. Allahü teâlânın ihsanlarından istifade edip sermayeyi kurtarma, hatta kâra geçme ayıdır. Çünkü bu ayda yapılan ibadetlere, iyiliklere, sadakalara verilen karşılık diğer aylardakine göre kat kat fazladır.
Bu ayda, Allah için ufak bir iyilik yapmak, başka aylarda, farz yapmış gibidir. Bu ayda, bir farz yapmak, başka ayda yetmiş farz yapmak gibidir. Bu ayda ibadet ve iyi iş yapabilenlere, bütün sene, bu işleri yapmak nasip olur. Bu aya saygısızlık edenin, günah işleyenin bütün senesi, günah işlemekle geçer. Bu ayın fırsat ayı olduğu unutulmamılıdır. Elden geldiği kadar ibadet etmelidir. Allahü tealanın razı olduğu işleri yapmalıdır. Bu ayı, ahireti kazanmak için fırsat bilmelidir. Bu ay nasıl geçerse, senenin diğer onbir ayı da öyle geçer.
Allahü teala, kullarına iyilik etmek, günahlarını affetmek için, onlara bahaneler, fırsatlar ihsan buyurmaktadır. Mesela, beş vakit namaz kılan kimsenin, bu vakitler arasında işlediği günahları kıldığı namaz hürmetine affeder. İşlediği günahlar kıldığı namazlardan aldığı sevaplar ile kapatılamadıysa o zaman kıldığı Cuma namazı ile bir haftalık günahlarını affeder. Bu da yetmediyse, sene içindeki mübarek günlerde ve gecelerde yaptığı ibadetler hürmetine affeder. Bunlar da yetmediyse, Ramazan-ı şerif ayında, tuttuğu oruç ve yaptığı diğer ibadetler, iyilikler, hayır hased hurmetine birikmiş bir senelik bütün günahlarını affeder.
Cenab-ı Hak, yapılan her ibadetin, her iyiliğin, hasenetın karşılığında ne kadar sevap vereceğini bildirmiş, fakat ikisini bildirmemiş, sevap hanesini açık bırakmış, hesapsız olarak vereceğini bildirmiştir. Bu iki şeyden birisi, yemek yedirmek diğeri oruç tutmaktır.
Yemek yedirmek her zaman kıymetlidir. Ramazan ayında yapılınca, yani iftar verilince daha kıymetli olmaktadır. Yetmiş kat daha fazla sevap verilmektedir. Ayrıca bu yemek, hesapsız sevap verileceği bildirilen oruçlu kimseye verilince kıymeti kat kat artmakta, büyük bir nimete dönüşmektedir. Bunun için bu nimetten mahrum kalmamak gerekir. İmkan nisbetinde Ramazan boyunca iftar verip, hesapsız sevaptan istifade etmek gerekir.
İftar yemekleri başka sevaplara da vesile olmaktadır. İftar yemeği sebebiyle, komşular, eş - dost bir araya gelmekte, yemek esnasında ve yemekten sonra yapılan sohbetlerle, hasret giderilmekte, karşılıklı muhabbet, sevgi hasıl olmaktadır. Müslümanların bir araya gelmesi, birbirlerinin yüzüne muhabbetle bakması bile sevaptır.
İftarlar vesilesi ile bir-iki gün öncesinden evde hanımlar arasında tatlı, hoş bir telaş başlamakta, hazırlıklar yapılmakta, zevkli yorgunluklar yaşanmakta dolayısıyla hanımlar da bu hesapsız sevaptan paylarına düşeni almaktadırlar. Dışarıda lokantalarda, çoluk çocuk karışık, hoş olmayan uygunsuz ortamlarda, iftar vererek hanımları bu sevaptan mahrum bırakmamalıdır. Ayrıca, evlerdeki hanımların Besmele ile hazırlanmış bu hoş iftar yemekleri ve sohbetleri güzel İslam adetidir. Zaruret olmadıça asırlardır devam eden bu güzel İslam adeti terk edilmemelidir. Kâr beklerken bu zarara dönüşmemelidir.
Ramazan-ı şerifte, yapılan ibadetlere, yapılan iyiliklere, ihsanlara kat kat, hesapsız sevap verildiği gibi, bu ayda işlenen günahlara ve yapılan kötülüklere de kat kat fazla günah yazılmaktadır. Bunun için bu ayda, ibadetlerimizi aksatmadan daha dikkatlı yapmalıyız. Çok sabırlı olup, kimseyi üzmemeliyiz. Herkese iyilik yapıp, hayır dualarını almalıyız.
Hadis-i şerifte, “Bu ay, sabır ayıdır. Sabır edenin gideceği yer Cennettir. Bu ay, iyi geçinmek ayıdır. Bu ayda müminlerin rızkı artar. Bir kimse, bu ayda, bir oruçluya iftar verirse, günahları af olur. Hak teala, onu Cehennem ateşinden azad eder. O oruçlunun sevabı kadar, ona sevap verilir.” buyuruldu.
|
29 Eylül 2006 Cuma |
Kur'ân-ı kerîm ve Ramazan ayı
|
İslâm âlimlerinin ve evliyânın en büyüklerinden olan, ikinci bin yılının yenileyicisi İmâm-ı Rabbânî hazretleri, “Mektûbât” isimli eşsiz kitabında, Kur’an-ı kerim ile Ramazan-ı şerifin bağlığını ve hurmanın üstünlüğünü, fazîletini şöyle anlatmaktadır:
Mübârek Ramazan ayında, bütün iyilikler, bütün bereketler bulunur. Her iyilik, her bereket, Allahü teâlânın zâtından gelmektedir. Her kusûr, her kötülük de, mahlûkların zâtlarından ve sıfatlarından hâsıl olmaktadır. Nisâ sûresinin yetmişsekizinci âyetinde, “Sana gelen her güzel şey, Allahü teâlâ'dan gelmektedir. Sana gelen her kötülük de, kendindendir.” buyuruldu.
Bu üstünlüklerin hepsi de, kelâm şânında bulunmaktadır. Kur'ân-ı kerîm, bu kelâm şânının hakîkatinin hepsinden hâsıl olmuştur. Bundan dolayı, bu mübârek ayın, Kur'ân-ı kerîm ile tam bağlılığı vardır. Çünkü, Kur'ân-ı kerîmde bütün üstünlükler bulunmaktadır. Bu ayda da, o üstünlüklerden hâsıl olan bütün iyilikler bulunmaktadır. Bu bağlılıktan dolayı, Kur'ân-ı kerîm bu ayda nâzil oldu. Ramazan-ı şerif ayının Kur’an-ı kerim ile bağlığı olduğu için, bu ayda bütün hayırları ve bereketleri kendinde toplamıştır.
Bekara sûresinin yüzseksenbeşinci âyetindeki “Kur'ân-ı kerîm, Ramazan ayında indirildi.” İfadesi bunu bildirmektedir. Kadir gecesi bu aydadır. Bu ayın özüdür? Kadir gecesi, çekirdeğin içi gibidir. Ramazan ayı da, kabuğu gibidir. Bunun için bir kimse, bu ayı saygılı, iyi geçirerek bu ayın iyiliklerine, bereketlerine kavuşursa, bu senesi iyi geçerek, hayırlı ve bereketli olur. Ramazan-ı şerif ayı, bir kimseden razı olursu, o kimseye müjdeler olursun. Bir kimseye gücenirse, bereketinden ve hayrından pay almazsa, o kimseye yazıklar olsun.
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
“Oruçlu olan kimse, hurma ile iftâr etsin! Çünkü hurma bereketlidir.”
Resûl "aleyhisselâm", hurma ile iftâr ederdi. Hurmanın bereketli olması, şöyledir ki; onun ağacına “Nahle” denir. Bu ağacın yaratılışında, topluluk ve adâlet vardır. İnsanın yaratılışı da böyledir. Bunun içindir ki, Peygamber "aleyhisselâm" Nahle ağacına, Âdem oğullarının halasıdır, dedi. “Halanız olan nahleye saygı gösteriniz! Çünkü bu ağaç, Âdem aleyhisselâmın çamurundan kalan artıktan yarıtılmıştır.” buyuruldu.
Görülüyor ki, nahle, Âdem aleyhisselâmın çamurundan yaratılmıştır. Nahlenin bereket buyurması, bunda herşeyin bulunduğu için olsa gerektir. Bunun için, nahlenin meyvesi olan hurma yenince, insanın parçası, dokusu olur. Böylece, hurmada bulunan herşey, insana da aktarılmış olur.
Hurmada bulunan sayısız üstünlükler, bunu yiyende de bulunur. Hurmayı yiyen herkes böyle olur ise de, oruçlu kimse, iftâr zamanında, şehvetlerden ve dünyanın geçici zevklerinden temiz olduğu için, hurmadan pekçok istifâde eder. Anlattığımız faydaları daha tam ve daha olgun olur. Resûl aleyhisselâm, “Mü'minin sahurunun hurma ile olması, ne güzeldir.” buyurdu. Bu da, belki, hurma insanın dokularına karışınca, insanın hakîkatini tamamladığı içindir.Oruçlu iken, böyle şey olmadığı için, bunun karşılığı olarak sahûrda hurma yemenin güzel olduğunu bildirmiştir.
Hurma yemek, çeşitli yemekleri yemek gibi faydalı olmaktadır. Hurmanın bu bereketi, kendisinde herşey bulunduğu için, iftâr zamanına kadar insanda kalır. Hurmanın bu faydası ancak islâmiyete uygun olarak yenildiği, islâmiyetten kıl ucu kadar ayrılık bulunmadığı zamandır. Tam faydasına kavuşmak için, bir ağacın bir meyvesi olarak değil, bereketini düşünerek yemek lâzımdır. Yalnız bir meyve olarak yenirse, yalnız madde, kalori faydası elde edilir. İşin iç yüzü bilinerek yenirse, bereketine kavuşulup, rûhu da besler.
|
30 Eylül 2006 Cumartesi |
|
Resûlullahın veda hutbesi
|
Ey Eshâbım!
Hamd Allahü teâlâya mahsûstur. O’na hamdeder, O’ndan af diler ve O’na tevbe ederiz. Nefslerimizin şerrinden ve günâhlarımızdan Allahü teâlâya sığınırız. Allahın doğru yola ilettiğini saptıracak, saptırdığını da doğru yola getirecek yoktur.
Şehâdet ederim ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. O birdir. O’nun eşi, ortağı yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve Resûlüdür.
Ey Allahın kulları!
Ben size, Allahü teâlâya itâat etmenizi tavsiye ederim. Size hayır olan şeylerden söz açmak ister ve bundan sonra derim ki: Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada bir daha buluşamayacağım. Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu beldeniz -Mekke- nasıl mukaddes bir belde ise, Rabbinize kavuşuncaya kadar kanlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir, birbirinize harâmdır.
Ey Eshâbım!
Yarın Rabbinize kavuşacaksınız. Ve bugünkü her hâl ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski dalâletlere dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız!
Kimin yanında bir emânet varsa, onu sahibine versin! Borç mutlaka yerine verilecektir! Kiralanan şey sahibine iâde edilecektir! Hediyeler hediye ile karşılanır. Başkalarına kefil olanlar, kefâletin mes’uliyetini de üzerine almış olur. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız.
Allahın kesin emriyle, fâizcilik artık harâmdır. Câhiliyetten kalma çirkin âdetlerin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz, Abdulmuttalib’in oğlu amcam Abbâs’ın fâizidir.
Ey Eshâbım!
Câhiliyet devrinde güdülen kan da’vâları da kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan da’vâsı, Abdulmuttalib’in torunu Rebîa’nın kan da’vâsıdır. Câhiliyetten kalan örf ve âdetler de kaldırılmıştır. Ancak Kâ’be’ye dâir hizmetçilik ve hacca gelenlere sâkilik yapmak âdetleri bâkidir. Zulmetmeyiniz! Zulmetmeyiniz! Zulmetmeyiniz!
Ey nâs!
Artık şeytan sizin şu topraklarınızda, kendisine tapılmaktan ümidini kesmiştir. Fakat tapınmanın dışında basit gördüğünüz amellerinizde de şeytana uymanız onu memnun edecektir.
Harp edebilmek için harâm ayların yerlerini değiştirmek, şüphesiz ki, küfürde çok ileri gitmektir. Bu, kâfirlerin kendisiyle dalâlete düşürüldükleri bir şeydir.
Bir sene helâl olarak kabûl ettikleri bir ayı, öbür sene harâm olarak ilân ederler. Onlar, Allahü teâlânın harâm kıldığını helâl, helâl kıldığını harâm ederler. Hiç şüphesiz ki, zaman Allahın gökleri ve yeri yarattığı gündeki şekil ve nizâma dönmüştür.
Ey insanlar!
Kadınlara hayırla muamele etmenizi ve Allahü teâlâdan korkmanızı tavsiye ederim. Çünkü onlar emriniz altındadır. Siz kadınları Allahın emâneti olarak aldınız ve onların nâmuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz.
Ey İnsanlar!
Şunu biliniz ki, sizin kadınlar üzerinde haklarınız olduğu gibi, kadınların da sizin üzerinizde hakları vardır. Kadınlarınızın sizin üzerinizdeki hakları, meşru bir şekilde her türlü yiyecek ve giyeceklerini te’mîn etmenizdir. Kölelerinize de yediğinizden yedirmeye, giydiğinizden giydirmeye dikkat ediniz. Affedemiyeceğiniz bir hatâ yaparlarsa, aslâ eziyet etmeyiniz! Çünkü onlar da Allahın kullarıdır. Üstünlük ancak takvâ ile olur.
Ey mü’minler!
Sözümü iyi dinleyiniz, iyi anlayınız ve iyi muhafaza ediniz! Muhakkak ki, Rabbiniz birdir. Babalarınız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem de topraktandır. (Devamı yarın)
|
06 Ekim 2006 Cuma |
Üstünlük ancak takvâ iledir!”
|
(Dünden devam)
Veda hutbesinde Resulullah efendimiz devamla buyurdu ki:
Ey insanlar!
Müslüman Müslümanın kardeşidir. Böylece bütün Müslümanlar da kardeştir. Allah katında en hayırlınız, Allahtan en çok korkanınızdır. Arab’ın Acem’e, Acem’in Arab’a, sarı ırkın siyah ırka, siyah ırkın da sarı ırka üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir.
Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecâvüz etmek, gönül rızâsı olmadıkça bir başkası için helâl değildir. Haksızlık da yapmayın! Haksızlığa boyun da eğmeyin!
Ey Eshâbım!
Nefslerinize de zulmetmeyiniz. Nefslerinizin de üzerinizde hakkı vardır. Allahtan korkun. Emîr olarak başınıza burnu, kulağı kesik bir köle dahî seçilmiş olsa, Allahın kitabı ile hükmettiği müddetçe, onu dinleyiniz ve ona itâ’at ediniz!
Ey Eshâbım!
Allah, her hak sahibine hakkını vermiştir. Babasından başkasına neseb iddia eden soysuz veya efendisinden başkasına intisâba kalkan nankör, Allahın gazâbına, meleklerin ve bütün insanların la’netine uğrasın! Cenâb-ı Hak bu gibi insanların ne tevbelerini, ne de adâlet ve şehâdetlerini kabûl eder.
Ey nâs!
Her suçlu kendi suçundan bizzat kendisi mes’uldür. Hiçbir babanın işlediği suçun cezâsını evlâdı çekmez. Hiçbir evlâdın suçundan da babası mes’ul edilemez. Size bir emânet bırakıyorum ki, ona sıkı sarıldıkça, yolunuzu şaşırmazsınız! O emânet Allahın kitabı Kur’ân-ı kerîmdir. (Başka rivayetlerde; “Sünnetim” ve “Ehl-i beytim” diye de bildirilmiştir.)
Ey mü’minler!
Allahtan korkun! Beş vakit namazınızı kılın! Ramazan ayındaki oruçlarınızı tutun! Mallarınızın zekâtını verin! Sizden olan âmirlerinize itâ’at edin ki, Rabbinizin Cennetine giresiniz.
Aşırı gitmekten sakının! Geçmiş ümmetlerin mahvolmalarının sebebi, aşırı gitmeleriydi. Hac usûllerini benden öğrenin! Bilemiyorum, belki bu seneden sonra bir daha sizinle burada buluşamıyacağım.
Dikkat ediniz! Şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız! Allaha hiçbir şeyi ortak koşmayacaksınız! Allahın harâm ve dokunulmaz kıldığı canı, haksız yere öldürmeyeceksiniz! Zinâ etmeyeceksiniz! Hırsızlık yapmayacaksınız! İnsanlar Lâ ilâhe illallah… deyinceye kadar onlarla cihâd etmek üzere emrolundum. Onlar bunu söyledikleri zaman, kanlarını ve mallarını korumuş olurlar. Hesapları ise Allaha aittir.
Ey nâs!
Yarın beni sizden soracaklar. Ne diyeceksiniz? Risâletimi tebliğ ettim mi? Vazîfemi yaptım mı?
Bütün Eshâb-ı kirâm, “Evet, yemîn ederiz, Allahın risâletini tebliğ ettin, vazîfeni yaptın. Bize vasiyet ve nasîhatte bulundun. Böylece şehâdette bulunuruz” dediler. Bunun üzerine Resûl-i ekrem efendimiz mübârek şehâdet parmağını kaldırarak buyurdu ki:
- Şâhid ol yâ Rab! Şâhid ol yâ Rab! Şâhid ol yâ Rab!
Vefatları esnasında ise son sözleri şunlar oldu:
“Aman! Aman! Ellerinizdeki kölelerinize iyi davranınız! Onların üzerlerine elbise giydiriniz, karınlarını doyurunuz. Onlara yumuşak konuşunuz. Namaza, namaza devam ediniz. Kadınlarınız ve köleleriniz hakkında Allahü teâlâdan korkunuz!.. Ey Allah’ım! Bana rahmetini ihsan eyle!.. Beni Refik-i ala zümresine kavuştur!..”
Cebrail aleyhisselama da son arzusunu şöyle bildirdi; "Allahü teâlâ katında üç muradım vardır: Biri; ümmetimin günahkarlarına beni şefaatçı etmesi, ikincisi; dünyada yaptıkları günahlardan dolayı onlara azab etmemesi, üçüncüsü; Perşembe ve Pazartesi günleri ümmetimin amellerinin bana bildirilmesi."
Cebrail aleyhisselam, Allahü teâlâdan, bu üç arzusunun da kabul edildiği haberini verdi. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz rahatladılar.
|
07 Ekim 2006 Cumartesi |
İslamiyette aklın ve naklin yeri
|
Yaklaşık iki asırdır bu konu tartışılır. Batılı felsefeciler ve Hıristiyan din adamları her fırsatta”akıl” meselesini gündeme taşırlar. Geçenlerde Papa 16.Benediktus’un, Peygamber efendimizi ve dinimiz İslamiyeti hedef alan sözlerinde de yine bu konu dile getirildi. Bu konuşmasında Papa özetle, İslamiyetin bir şiddet dini olduğunu, Peygamber efendimizin dini şiddet ile yaydığını ve İslamiyette aklın yeri olmadığını iddia etti. Şimdi, kısaca aklın dinimizdeki yeriie bildirelim, sonra da Papa’nın böyle bir konuşma yapmaktaki maksadı neydi, ona bir bakalım.
İslamiyette aklın yeri yoktur, demek açık bir iftiradır. Çünkü, Kur’an-ı kerimde pek çok yerde, “Akletmez misiniz, aklınızı kullanmaz mısınız?” gibi ifadeler geçmektedir. Peygamber efendimizin de aklın önemini anlatan sayısız hadisi vardır. “Aklı olmayanın dini yoktur.” , “Kişi, ilmi ve aklı sayesinde kurtulur.”, “Akıllı kimse kurtuluşa ermiştir.” , “Akıl imandandır.” , hadis-i şerifleri bunlardan birkaçıdır.
Görüldüğü gibi dinimizde aklın çok önemli bir yeri var. Fakat akıl her şeyin üzerinde değildir. Çünkü, her ne kadar akıl, iyiyi kötüden ayıran bir kuvvet ise de, her işte ölçü olmaz. Akıl göz gibidir. İslamiyet de ışık gibidir. Göz karanlıkta cisimleri göremez. Görmesi için ışık gerekir Allahü teâlâya ait bilgilerde akıl senet olmaz. Akıl, kendi başına dinin emir ve yasaklarını bilseydi, Peygamberlere, kitaplara âlimlere lüzum kalmazdı..
İslam bilgileri fen ve din bilgileri olmak üzere ikiye ayrılır. Din bilgileri, yalnız nakil ile yani vahiy ile anlaşılır. Bunların kaynağı, Kur’an-ı kerim ile hadis-i şeriflerdir. Ahıret bilgileri, ibadetlerin nasıl yapılacağı ve din bilgilerinin çoğu böyledir. Akıl bunlara eremez. Bu bilgilerde akıl ile nakil çatışırsa, nakle uyulur, aklın yanıldığı anlaşılır.
Fen bilgilerine gelince; her Peygamber, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emretmiş, Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmiştir. Müslümanlar bu genel ölçüler içinde akıllarını, zekalarını kullanarak buluşlar yapmışlar insanlığa faydalı olmuşlardır. Müslüman fen adamları pek çok buluşta diğer ilim adamlarına öncülük etmişlerdir. Nakil ile fen bilgisinde çatışma olduğu zaman, akla uyulur. Yani nakil, akla uygun olarak açıklanır.
Şimdi gelelim, Papa’nın niçin böyle bir konuşma yaptığı konusuna: Birincisi, Müslümanları şiddet yanlısı göstermek. İslam karşıtlığında birliği sağlamak, haçlı zihniyetini canlandırmak.
İkincisi, “akıl” konusunu ortaya atarak demek istiyor ki,”Biz nakli yani vahyi atıp, her şeyde aklı, felsefeyi esas aldık, dinde reform yaparak bu güce ulaştık. Siz de böyle yaparsanız, vahyi terk edip, sadece aklı esas alırsanız sizler de gelişirsiniz.”
Aslında bu söylediğine kendisi de inanmıyor. O da biliyor ki, Batı’nın gelişmişliği ile Hıristiyanlığın hiçbir ilgisi yok. İslam aleminin geri kalmasının da İslamiyetle bir ilgisi yok. Gelişmişlik, gelişmemişlik insanların çalışması ve yaşayışıyla ilgili bir mesele! Papa da bilir ki, asıl aklın yeri olmadığı din bugünkü Hıristiyanlıktır. Teslis, yani üçlü ilah inancı, her doğan masum yavrunun günahkar kabul edilmesi, para karşılığı günahların affedilmesi gibi daha nice akla, mantığa ters inaç var Hıristiyanrlıkta.
İnanmadığı halde niçin söylüyor? Müslümanların dinlerini sorgulamasını istiyor. İKT, Ezher, Diyanet ve daha birçok dini kuruluş, şimdi bu konuda Papa’ya cevap hazırlığında. Cevapları da, nakle önem vermeyen Batı yanlısı ilahiyatçılar hazırlayacağından nakilden yana değil akıldan yana bir tavır sergilenecek. Bu cevaplar, tartışılacak, kafalar karıştırılacak, böylece Papa’nın istediği gibi, İslam aleminde vahy inancı sarsılacak, akılcılık ön plana çıkacak. Nihayet, Hıristiyanlıkta olduğu gibi, tarihselcilik öne çıkartılacak, din akla göre yeniden yorumlanacak, sorgulacak; ortaya İslamiyetle ilgisi olmayan fakat adı İslam olan bir din ortaya çıkacak. Batı’nın, Papa’nın da en büyük arzusu da bu zaten. (Yarın da, İslamın şiddet dini olduğu iftirasına değinelim inşaallah)
|
13 Ekim 2006 Cuma |
Müslüman olmada zorlama yoktur
|
Dün, aklın ve naklin dinimizdeki yerinden kısaca bahsetmiştik. Papa’nın ezeli İslam düşmanlığını yansıtan konuşması bir bakıma faydalı da oldu, denebilir. Çünkü Müslümanların uyanmalarını, gerçeği görmelerini sağladı. Bundan önceki Papa 2. John Paul’un Müslümanlara sinsice yaklaşımları, İslam alemine yönelik sözde hoşgörü ve barış mesajları Vatikan’a, Papalığa karşı bir sempati uyandırmıştı. Hıristiyanlığın da hak din olduğu, mensuplarının Cennete gideceği iddiaları yayılmaya başlanmıştı. Çok şükür Diyanet’in, “Hak din sadece İslamiyettir, diğer dinler batıldır, geçerliliği kalmamıştır” açıklaması ve hutbelerde bu konuya geniş yer verilmesi Vatikan’ın bu sinsi oyunu bozdu.
Aslında bundan önceki Papa’nın İslam düşmanlığı şimdikinden daha fazlaydı. Müslümanların Hıristiyanlara karşı 14 asırlık bakışını, inancını değiştirmek, böylece İslamiyeti içerden yıkmak için dostmuş gibi göründü. Yeni Papa’nın son çıkışı ile, “Küfür tek millettir” hadis-i şerifinin hükmü bir defa daha tecelli etti. Müslüman alemi, Hıristiyanlaların Müslümanlara bakışında değişiklik olmadığını, düşmanlıkta azalma değil artma olduğunu, bunlardan dost olamayacağını açıkca anladı. İmanın alameti olan “Hubbi fillah ve Bugd-ı fillah” inancını tazeledi.
Dün, bugün için, İslamiyette zorlamanın, şiddetin olmadığından bahsedeceğiz, demiştik. Bununla ilgili cildler dolusu kitap yazılabilir; yazılmıştır da. Bunun en kısa, en güzel ispatı şu: İslamiyette şiddet, zorla Müslüman yapma olsaydı, bugün Ortadoğdu’da, Anadolu’da, Balkanlar’da hiçbir gayrimüslimin olmaması lazım gelirdi. Müslümanlar, geçmişte bu bölgelerde bunu yapacak güçteydiler, hiçbir devlet gücü buna mani olamazdı. Buna rağmen, bunlara din değiştirmeleri için zorlama yapılmadı, sadece İslamiyet tebliğ edildi, Müslüman olan oldu, olmayan korkusuzca dinini yaşamaya devam etti.
Buna karşılık Hırisityanlar ne yaptı? Avrapa’ya insanlığı, Medeniyeti getiren ve İspanyada 800 yıl hüküm süren Endülüs devletini yıkıp, Müslüman olan halkı Hıristiyan olmaya zorladılar, kabul etmeyenleri bir kişi kalmayana kadar katlettiler. Müslümanlıktan iz bırakmadılar. Sadece Müslümanları değil, Yahudileri hatta farklı mezhepten olan dindaşlarını bile hunharca katlettiler.
Sadece Endülüs mü ne gezer? Haçlı seferlerinde, İstanbul’da yüz binlerce Ortodoks Hıristiyanı, Kudüs’te yüz binlerce Müslümanı ve Hıristiyan’ı kılıçtan geçiren onlardı. Roma meydanında insanları diri diri yakan, Güney Amerika’da yerli halkı yok eden, onları tarihten silen, medeyetlerini ortadan kaldıran onlardı. “Otuz Yıl”, “Yüz Yıl” savaşlarında farklı Hıristiyan mezhebinden oldukları için yüzbinlerce dindaşını katleden de onlardı. Bunların hepsinin arkasında da Vatikan vardı.
Müslümanlar arasındaki Hıristiyanlar ise, Peygamber efendimiz zamanından beri her devirde, devlete baş kaldırmadıkça, Müslümanlar arasında rahat ve huzur içide yaşamışlar, Müslümanlar her zaman onların hakkını hukuku korumuş, hatta gayrimüslimin hakkı Müslüman hakkından daha önemli tutulmuştur. Bunun sayısız örnekleri vardır.
Mesela, Belgrad’ın fethinde Şeyhülislam, yerli halka zarar verilmemesi için padişahın karşısına dikilmiş ve halka verilecek zararın hesabını Allaha veremeyeceğini, halkın kendisine Allahın emaneti olarak verildiğini söyleyerek padişahtan askerin halka zarar vermesine mani olmasını istemiştir.
Bursa müzesi arşivinde ise ikiyüz sene öncesine ait bir mahkeme kaydında şöyle ibretli bir hadise anlatılıyor: Altıparmak’ta bir Yahudinin arsasına câmi yapılıyor. İş mahkemeye düşüyor. Arsanın Yahûdiye ait olduğu anlaşılınca mahkeme, câminin yıkılmasına, arsanın Yahûdîlere verilmesine karâr veriyor.
Adâlete bakınız! Nerede görülmüş böyle bir uygulama? Bursa tamamen Müslümanların idaresinde olan bir şehir. Arsa sahibine hakkı verilmediği takdirde, müracaat edebileceği başka bir merci de yok. Bütün bunlar, gerçek ahlâkın, yüksek ahlâkın eseridir. Bu yüksek ahlâkın kaynağı da Resûlullah efendimizdir.
|
14 Ekim 2006 Cumartesi
|
Oruç tutanları affettim!”
|
Peygamber efendimizin, “İlk günleri rahmet, ortası af ve magfiret ve sonu Cehennemden azâd olmaktır.”buyurduğu Ramazan-ı şeref ayının sonuna geldik. İnşaallah bizler de Cehannemden azad edilen, kurtulan kimseler sınıfına dahil oluruz. Bu ayın diğer aylardan çok farklı üstünlüğü ve fazileti vardır. Resulullah efendimiz, Ramazan-ı şerîf ayının bu üstünlüklerini şöyle bildiriyor:
Cennet her sene, Ramazan-ı şerîfin gelmesiyle süslenir. Ramazanın ilk gecesinde, Arş'ın altında Mesire adlı bir rüzgar esip, Cennet ağaçlarının dallarını, budaklarını, kapılarının halkalarını sallar. Dinliyenlerin hiç duymadıkları güzel sesler onlardan duyulur. Cennet meleklerinin büyüğü olan Rıdvan'a, bu gece hangi gecedir, diye sorulduğunda, bu gece Şehr-i Ramazanın ilk gecesidir, diye cevap verir. Bunun üzerine Allahü teâlâ buyurur ki:
- Ey Rıdvan! Cennet kapılarını aç! Ey Mâlik Cehennem kapılarını kapa! Ey Cebrâil, yeryüzüne in şeytanları bağla, hapset ki, Habibimin ümmetinin orucunu bozmasınlar.
Allahü teâlâ Ramazan-ı şerîfin her gecesinde üç defa buyurur ki:
- Benden birşey istiyen var mıdır? İstediğini vereyim. Tevbe eden var mıdır? Tevbesini kabûl edeyim. İstigfar eden var mıdır? Magfiretime kavuşturayım.
Allahü teâlâ Ramazan-ı şerîfin her gününde, iftâr vaktinde, kendilerine azap edilmesi gereken milyonlarca kişiyi Cehennemden azâd eder. Cum'a günü ve gecesi olunca, her saatte azap edilmesi gereken bin kerre bin kişiyi Cehennemden azâd eder.
Ramazan-ı şerîfin son günü olunca, o gün Ramazan-ı şerîfin ilk gününden son gününe kadar Cehennemden azâd ettiklerinin toplamı kadar kimseleri Cehennemden azâd eder.
Kadir gecesi olunca, Allahü teâlânın emriyle, Cebrâil aleyhisselâm yeşil bir sancakla büyük bir melek kalabalığı içinde yeryüzüne inip sancağını Kâ'beye diker. Cebrâil aleyhisselâmın altıyüz kanadı vardır. Bu kanatlarını ancak Kadir gecesinde açar. Kanatları açılınca doğuyu batıyı kaplar. Cebrâil aleyhisselâm meleklere:” Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin arasına girin, der.”
Melekler de, aralarına girip, ibâdet eden, namaz kılan, zikreden kimselere selâm verip, onlarla musâfeha ederler. Duâlarının kabûl olunduğunu bildirirler. Tan yeri ağarıncaya kadar böyle devam eder. Daha sonra, Cebrâil aleyhisselâm meleklere "Herkes yerli yerine gitsin." der. Melekler, Cebrâil aleyhisselâma sorar: “Ey Cebrâil! Allahü teâlâ Muhammed aleyhisselâmın ümmetinin isteklerini verdi mi?”
Cebrâil aleyhisselâm şöyle cevap verir: “Allahü teâlâ onlara nazar etti. Dört sınıf insan hariç diğerlerini affeyledi. Bunlar: İçki içmeğe devam edenler, ana-babasına âsî olanlar, yakın akrabâya ziyâreti terkedenler ve Ehl-i sünnet vel-cemâ'atten ayrılanlar...”
Bayram sabahı olduğunda, Allahü teâlâ meleklerini her tarafa dağıtır. Melekler yeryüzüne inerler. Sokak başlarına dururlar. Cin ve insanlardan başka her canlının duyabileceği bir sesle seslenirler: “Ey Muhammed aleyhisselâmın ümmeti, çok büyük sevâblar veren, büyük günâhları affeden Rabbinize dönün!”
Câmiye gitmek üzere evlerinden çıktıklarında, Allahü teâlâ meleklerine şöyle buyurur:” Ey benim meleklerim, siz şâhit olunuz ki, Ramazan-ı şerîfte oruç tutanlardan râzı oldum ve onları affettim.” Daha sonra Allahü teâlâ şöyle buyurur: “Ey kullarım, bugün benden dilediğinizi isteyiniz! Bugün âhıretiniz için istediğiniz her şeyi veririm. Dünyanız için istediğiniz şeye de sizin için nazar ederim. Benim emirlerime uyduğunuz müddetçe, ben sizin hatalarınızı, kusurlarınızı örterim. Sizi rezil ve rüsvâ etmem. Sizler evlerinize magfiret olunmuş olarak dönünüz. Zira beni râzı ettiniz, sizden râzı oldum.”
|
20 Ekim 2006 Cuma
|
Azlık çokluk değil niyet önemli
|
Yapılan hayır hasenata bire yetmiş sevap verildiği bu mübarek Ramazan ayı yarın son buluyor. Bu sevaba nail olabilmek için az - çok hayır hasenatta bulunduk. Zaten önemli olan verilenin azlığı çokluğu değil, ne niyetle verildiğidir. Niyetin ne kadar önemli olduğunu bildirmek için eshab-ı kiramdan Sehl bin Hanif hazretlerinin başına gelen ibretli olayı nakletmek istiyorum bugün:
Sehl bin Hanîf hazretleri, Peygamber aleyhisselâmın yanından hiç ayrılmazdı. Devamlı O'nun hizmetlerinde bulunmayı bir şeref sayar, bütün savaşlara katılırdı. Hendek gazâsı hazırlıklarında ve hendek kazmada hiç durmadan akıllara durgunluk veren gayretle çalışmıştı.
Bu gazâda müşriklere çok ok atmış. Peygamber efendimizin sevgisini daha çok kazanmıştı. Hendek gazâsına katılarak onların üzerlerine yürümüş, burada da büyük kahramanlıklar göstermişdi.
Hicretin sekizinci yılında Mekke fethine katılmış, hemen bunun ardından Hüneyn gazâsına iştirak etmişti. Burada bütün kuvvetiyle düşmanlarla savaşmıştır. Sehl bin Hanîf hazretlerinin bu üstün gayreti ile ilgili olarak hakkında Allahü teâlâ tarafından bir âyet-i kerîme bile gönderilmiştir. Şöyle ki:
Hicretin dokuzuncu yılında, Peygamber aleyhisselam Tebük savaşı hazırlığına başlayınca, bütün Eshabı yardıma çağırdı. Peygamberimizin teşviklerinin sonunda bilhassa zengin olanları çok miktarda yardım ettiler.
Bu hâli gören Sehl bin Hanîf hazretleri çok duygulandı. Fakir olduğu ve Peygamberimizin bu yardım davetine katılamadığı için çok üzüldü. Hemen eve gidip çocuklarının ihtiyaçları için ayırmış olduğu iki ölçek hurmayı getirerek Peygamber efendimize teslim etti ve, “Ey Allahü teâlânın Resûlü! Bundan başka evde hiçbir yiyecek şeyimiz yoktur. Bu benim ve kızımın yardımlarıdır. Kabûl buyurunuz ve bize bereketle duâ edin” diye yalvardı.
Peygamber aleyhisselâm, hazret-i Sehl bin Hanîf'in getirdiği hurmaları bizzat kendi mübârek elleriyle diğer hurmaların üzerine koyup bereketle duâ etti.
Bu hali gören, münâfıklar, “Allahü tealânın Sehl bin Hanîf'in iki ölçek hurmasına ihtiyacı yoktur! Bu kadarcık hurma getirilir mi, ayıp değil mi “diyerek onun bu istek ve arzusunu ayıplayarak kınadılar. Hatta Sehl bin Hanîf hazretlerinin Allahü teâlâya ve Peygamber aleyhisselâma karşı olan samimi duygu içerisindeki davranışını, hafife alarak Medine şehrinin sokaklarında alay konusu ettiler. Sokakta onu gördükleri zaman güldüler. Münâfıkların bu davranışları üzerine, Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmin Tevbe sûresinin yetmiş dokuzuncu âyet-i kerîmesini indirdi: "Sadaka hususunda bağışlarda bulunan mü'minlerle bir türlü, gücünün yettiğinden başkasını bulamayan fakirlerle başka türlü eğlenenler yok mu? Allahü teâlâ onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için pek acıklı bir azâb vardır." Allahü teâlâ bu âyet-i kerîme ile Sehl bin Hanîf'in samimi hareketini övdü. Münâfıkları ise susturdu.
Halis niyetle, Allah rızası için yapılan hayır hasenatın, sadakanın dünyada ve ahırette pek çok faydası vardır: 1- Malı temizler: Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Malınızdaki günah kirlerini sadaka ile temizleyin!” 2- Günahları temizler. 3- Hastalıktan ve belâdan korur. 4- Muhtaçları sevindirir. 5- Rızkı artırır, malı bereketlendirir. Şeytan, malı ya israf ettirir veya cimrilik ettirir, hayra harcamaktan alıkor "Yoksul olursun, elin daralır" diye korkutur.
Sadakanın malı azaltmayacağı ayet-i kerimelerde de şöyle bildirilmiştir:
“Mallarını Allah yolunda harcayanların hali, yedi başak bitiren ve her başağında yüz dane bulunan bir tohuma benzer. Allah dilediğine daha fazla da verir.” (Bekara 261)
|
21 Ekim 2006 Cumartesi |
|
Hak teâlâ ile yarışa kalkışmanın neticesi
|
Evimize yeni bir cihaz alınca, önce cihazı monte eden yetkili servis elamanlarından nasıl kullanacağımızı göstermesini isteriz. Bununla kalmaz, cihazın kullanma klavuzunu dikkatlice okur. Buna uygun kullanmaya çalışırız. Burada peşin bir kabulümüz var. O da şu: Bu cihazı imal eden mühendisler, bunun verimli bir şekilde nasıl kullanılacağını bizden çok iyi bilirler. Bu cihazdan istenilen faydayı tam olarak elde edebilmek için bunu imal eden mühendislerin tavsiyelerine uymak zorundayız. Aksi takdirdi bozulur devre dışı kalır.
Bunun gibi insan da, milyonlarca sistemden müteşekkil akıl almaz bir cihazdır. Ayrıca insanın bir de ruhi yönü vardır. Çünkü insan, belli bir maksatla ruh ve bedenden yaratılmıştır. Yaratılış maksadına uygun kullanılması için onun ruh ve beden sağlığını korumak şarttır. Bu da ancak kullanma klavuzuna uygun kullanmakla mümkündür. İnsanın yaratıcısı olan, Cenab-ı Hak, peygamberler vasıtası ile bunları bildirmiş. İnsan buna uymayıp, kendi kafasına göre kullanma klavuzu yazmaya kalkışırsa işler karışır. Allahü teâlâ, insanın, bedenen ve ruhen sağlam kalabilmesi için, ölçüler bildirmiş, sınırlar koymuş. Bu sınırları aşan sıkıntıya düşer.
Telafisi mümkün olmayan sosyal yarar
Günümüz insanı bu gerçeği unutup, insan için yeni bir kılavuz veya klavuzlar çıkartma gayretine girmiş bulunmaktadır. Çıkarttığı kılavuzlar, insanın yaratılışına gerçek klavuza uymadığı için de toplumlar sıkıntıdan sıkıntıya, felaketten felakete sürükleniyor.
Bu konuda pek çok örneği ele alabiliriz. Ben aileyi ele almak istiyorum. Yaratıcımız, Cenab-ı Hak, sosyal hayatta ailenin yerini bildirmiş, ailenin huzuru için kurallar koymuş. Fuhuşu, zinayı, gayri meşru ilişkiyi yasaklamış… Bu kuralları yok farzedip yeni kurallardan medet beklemek seraptan su beklemek kadar abestir. Yeni kurallar, yeni düzenler topluma çok pahalıya mal olmuştur. Telafisi mümkün olmayan sosyal yaralar açmıştır. Şimdi size bununla ilgili birkaç örnek sunayım:
1950’li yıllarda, porno yayınların, müstehcenliğin çok yaygın olduğu İsveç’te, bilim adamları, sosyologlar toplanıp bir rapor hazırladılar. Raporda da, “Bu zararlı furyadan kurtulabilmek için, bunları serbest bırakalım; bu bir hevestir, yasağa karşı bir tepkidir. Piyasa belli bir doyuma ulaştıktan sonra, bunun zararlı bir şey olduğunu herkes anlar ve kendiliğinden ortadan kalkar bu tehlike.” diye belirtmişler.
Bunun üzerine, İsveç Parlamentosu, gayri meşru ilişkiyi kısıtlayan bütün yasaları ortadan kaldırdı bir çırpıda. Peki bu serbestliğin neticesinde ne oldu? Aksine, piyasa doymak bilmedi. Bu furya hergün hızını daha da artırarak ilerledi. Normal ilişkilerin yanında her türlü sapık ilişkiler boy göstermeye başladı. Bununla da kalmadı; arkasından alkolizm ve uyuşturucu müptelâsı furyası başladı. Bu sapıklıklar tabiî bir hâl aldı.
Artık iş çığırından çıkmıştı İsveç’te. Birtakım ruh ve sinir hastalarının yaşadığı, intihar olaylarının en önde olduğu bir ülke oldu İsveç. Mutluluk için yaptıkları yanlış tedavi sonunda, İsveç; alkol ve uyuşturucu müptelâsı, ruhen tükenmiş bunak, melânkolik, şizofren insanlarla dolu mutsuzluk ülkesi oldu. Aile hayatı yok oldu. Aile şirket hâline dönüştü. Karı koca arasındaki aşk ve muhabbetten eser kalmadı. İsveç, “Açık hava akıl ve ruh hastalıkları hastanesine” dönüştü. Yalnız İsveç mi? Hayır. Bu bulaşıcı ruh hastalığı, kısa zamanda, diğer Avrupa ülkelerine, Amerika’ya da yayıldı.
Çekilen sıkıntıların sebebi
Bugün bu ülkeler geri dönüşün yollarını aramaya başladı. Aileyi tekrar kazanabilmek için, meşru evliliği, aileyi destekleme faaliyetlerini başlattı. Bu maksatla, aile hayatını özendirici, filmler hazırlanıyor, evlenen gençlere maddi destek sağlanıyor. Fakat istenilen neticeyi alamıyorlar. Çünkü iş çoktan çığırından çıkmıştı. Evlenme oranının düşmesi, boşanmaların büyük artış göstermesi ve doğan çocukların yüzde 30'nun evlilik dışı olması, Güney Avrupa ülkelerinde evlenmeden birlikte yaşamayı tercih eden çiftlerin oranı yüzde 70'e yükselmesi, bunun bir göstergesiydi.
Geçenlerde, ev bahçelerinde gömülü yeni doğmuş 15 çocuk cesedi bulundu. Çöp bidonlarında cenin eksik olmaz oldu. Almanya başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesi, çöplerden ve bahçelerden çıkan bebek cesetlerine çare arıyor. Avrupa’da, “Babyklappe” (bebek kutusu) uygulaması başlatıldı. Günün her saatinde kadınlara bebeklerini buralara bırakabilme imkanı verildi. Buldukları çare de bu. Baştan yanlış yola girilip, her şeyi serbest bırakmakla insanlara iyilik yaptıklarını zannedenlerin yapabilecekleri ancak bu olur. Trafik kazalarını önlemek için tedbir almayıp hatta kazaları artıcı teşviklerde bulunup kazadan sonra, ölüleri defnetmenin, yaralıları tedavi etmenin yollarını aramaya benziyor yaptıkları.
Bütün bu sıkıntıların sebebini son devrin İslam büyüklerinden Abdülhakim-i Arvasi hazretleri bakınız nasıl izah ediyor: “Gördüğünüz her musibet her felaket, hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezasıdır. Bu da, kuralları kendiniz koymaya kalkışmanın, Hak teâlâ ile yarışa kalkışmanın neticesidir. “
|
05 Aralık 2006 Salı |
|
Alman spikerin feminizm isyanı
|
Onlar tersini iddia etseler de, İslam inancının, İslam yaşayışının hakim olduğu bölgelerdeki kadınlar hariç, geçmişte de, günümüzde de, kısacası her devirde kadınlar hep istismar edilmiş, sömürülmüş bir nevi köle statüsüne tabi tutulmuştur.
Batı, bu köleliği zaman zaman farklı kılıflara sokmuş, özgürlük adı altında onları aldatmaya devam etmiştir.Kadının duygusallığı, kazanç aracı olmaya elverişli olması hep istismar edilmiştir. Batı sözde kadın haklarını savunurken, gerçek niyetinden hiçbir zaman vazgeçmedi: Kadın, yine kazanç aracı, yine zevk aracı olarak kullanılacaktı. Yine ezilecekti ve horlanacaktı ama, bunun yöntemi farklı olacaktı. Yani kadın yine istismarcıların arabasına koşulan at durumunda kalacak, ama ne var ki, arabayı arkadan kırbaçlanarak çekmesi yerine, önüne yeşil bir gözlük takılarak yeşil ota kavuşmak ümidiyle koşturacak ve yine aynı arabayı çekecekti. Değişen sadece bu olacaktı.
Bu maksatla Fransız devriminden sonra feminizm kavramı ortaya atıldı. Feminist felsefesi önce İngiltere’ye, daha sonra ABD ve bütün Avrupa ülkelerine yayıldı. Bu akım zamanla; erkeklere düşmanlık, kadınların sokakları, barları geceleri erkeklerle paylaşmak, analıktan, ev kadınlığından nefret etmek, aileyi, nikahı red etmek gibi sosyal hayata, insan tabiatına tamamen aykırı, çok zararlı bir akım haline getirildi. Bu zararın faturası yine kadına çıkartıldı. Kadın Dimyad’a prince giderken evdeki bulgundan da oldu.
Özgürlük aldatmacası
Çok şükür, son yıllarda feminizm girdabına sokulan bazı entel kadınlar, oynanan oyunları görmeye başladılar. Kendilerini feminizm bataklığına sokan çevreleri sorgulama sürecine girdiler. Almanya’nın ünlü bayan spikerlerinden Eva Herman, Almanya’nın ciddi siyasi dergilerinden Cicero’da, “Özgürleşme yoksa bir aldatmaca mı?” adlı makalesiyle bu konuyu masaya yatırdı. Herman’ın,” Kadınların eşitlik mücadelesi, doğum oranlarının eksiye düşmesine sebep oldu. Bu da ülkenin geleceğini etkiledi. Ayrıca, doğalarına aykırı hareket etmeleri sebebiyle kadınlar mutsuz oldular.” Ve “Feminizm adı altında, yıllardır kadınların istismar edildi.” gibi zözleri tartışmalara yol açtı.
Eva Herman bununla da kalmadı. Bir makale ile konuyu anlatmanın mümkün olmadığını görüp, DAS EVA PRINZIP adlı kitabında da bu konuya geniş yer verdi.
Ünlü spikerin, bugün gelinen noktayı anlatırken kullandığı “Doğurganlığıyla aileyi ayakta tutacak temel unsur kadındır. Kendi doğal rollerini bırakıp erkeklerle rekabete girişen kadınlar hiçbir alanda tam başarı sağlayamıyor.” ifadesi sert tatışmalara sebep oldu. Kitabı yayınlayan Pendo Yayınevi ise tanıtımda şu ifadelere yer veriyor: “Feminizm koca bir yanılgıdan mı ibaret? Eva Herman tabulaştırılan konulara cesur bir yaklaşımla yeniden yorum getiriyor. Kadınlığa ve kadının gerçek yerine dikkat çekiyor.”
Herman’a katılan isimlerden Alman aktris Uschi Glas da, “Kadın ve aileye verilen destek artırılmalı. Normal kadınlar bir koltuğun altına kaç karpuz sığdıracaklarını bilemedikleri için debelenip duruyor.” dedi..
Bu arada Herman’ın bu çıkışları bazılarını rahatsız etti. Çalıştığı TV kanalı, spikerinin yazıları ile artık tarafsızlığını kaybettiği kanaatine vararak işine son verme hazırlığında iken,. yeni kitabı çıkan Herman, kanaldan ayrılma kararı aldığını açıkladı.
Temennimiz odur ki, feminim tuzağına düşürülen diğer kadınlar da bir an önce oynanan oyunun farkına varırlar. Patronların, fuhuş tacirlerinin oyuncağı olmaktan kurtulup ailenin baş tacı olurlar. Yok olma yolunda hızla ilerleyen aile kurtarırlar.
Şeref ve itibar İslamda
Batı’da, kadın ticarette, reklamda, cinsellikte istismar edilip ruhi dengesi bozulurken, İslâm memleketlerinde, asırlardır huzur dolu bir hayat yaşadı. Müslüman erkek, hanımını mesud etmek için elinden gelen her türlü gayreti gösterdi. Hanımına karşı dâimâ güleryüzlü oldu. İslam ahlakı ile ahlaklanmış bir Müslüman onu değil dövmek, üzmekten bile çekindi. Bu yüzden İslâm ülkelerinde feminizm îtibâr görmemişti. Fakat son yıllarda, din cahili, aile mefhumundan uzak “İslamcı” entel kadınlar arasında da yayılmaya başladı. İnşallah Batılı entel kadınlar gibi bunlar da gittikleri yolun çıkmaz sokak olduğunun farkına varırlar.
Dinimizde, istismarcılığın esas alındığı feminizmin yeri yoktur. Dinimiz, kadına layık olduğu değeri vermiştir. Peygamber efendimiz; “Müslümanların en faydalısı, hanımına karşı iyi ve faydalı olandır.” ve “Cennet, anaların ayakları altındadır.” buyurmuştur. Ayrıca Vedâ Hutbesi’nde kadınların haklarının gözetilmesini, bu hususta Allah’tan korkmayı, kadınların erkekler üzerinde, erkeklerin kadınlar üzerinde haklarının bulunduğunu belirtmiştir. İslâmiyet, 14 asır önce âilenin temelini meydana getiren kadına layık olduğu şeref ve îtibârı vermiştir. Başka yerde şeref arayan çölde serapta su arayan gibi hayal peşinde koşmuş olur.
|
19 Aralık 2006 Salı |
|
|
İki farklı Mevlana ile karşı karşıyayız
|
Geçen hafta, önceki senelerde olduğu gibi yine, gerçek Mevlana’yı tanımakla, anmakla ilgisi olmayan bir “Mevlana’yı anma haftası” yaşadık. Anma törenlerinde artık, bir İslam büyüğü, bir tasavvuf önderi değil de, feyz kaynağı Batı felsefesi ve Hümanizm olan bir felsefeci tanıtılmaktadır. Halbuki Hz. Mevlana’nın feyz kaynağı İslamiyettir, İslamiyetin bildirdiği iman esaslarıdır. Törenlerin, “Ben sağ olduğum müddetçe Kur’an’ın kölesiyim./ Ben Muhammed muhtarın yolunun tozuyum.” beytinde geçen, ne Kur’an-ı kerim ile, ne de aşığı olduğu Resulullah efendimiz ile ilgisi yok. Tanıtılan ilah ile, Mevlana’nın inandığı İlah da farklı. Tanıtılan ilahın sadece şefkat ve merhameti var; gadabı, cezalandırması yok. Halbuki, Hz. Mevlana’nın inandığı ilahın, şefkat ve merhametinin yanında, emirlerine uymayan, son peygamberine ve son dinine inanmayan inançsızlar için, günahkarlar için gadap ve cezalandırması da var. Allahü teâlânın rahmeti bol olduğu gibi azabı da şiddetlidir. Kur'an-ı kerimde mealen: “Elbette azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim 7) buyurulmaktadır.
Kahrı da cezası da şiddetli
Allahü teâlânın,"Esma-i hüsna"sından, doksandokuz isminden biri de Kahhar’dır, istediğini kahreder. Ayeti kerimede mealen, “Allah’ın kahrı da, cezası da pek şiddetlidir.” (Nisa 84) buyuruldu. Esma-i hüsna’dan biri de Müntekim’dir, intikam alıcıdır. (Al-i İmran 4). Allahü teâlâ, son Peygamberi Muhammed aleyhisselama ve Kur’ana inanmayanlardan elbette intikam alacak ve onları sonsuz olarak Cehennemde bırakacaktır.
Hz. Mevlana’nın bilhassa “Gel, gel her kim olursan ol gel! Allaha şirk koşanlardan, mecûsilerden, puta tapanlardan da olsan gel!” sözleri de çok istismar ediliyor hümanistlerce. Mevlana hazretleri bu mısralarıyla, batıl, geçersiz dinini bir tarafa bırakıp, hakiki saadete gel, müslüman ol, ancak kurtuluş buradadır, demektedir.
Hz. Mevlana, kimin sevileceğini, kimin sevilmeyeceğini, kimin dost, kardeş edinileceğini de çok iyi bilir. Çünkü, kölesi olduğunu bildirdiği Kur’an-ı kerimde geçen, “Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar, İslam düşmanlığında birbirinin dostudur. Onları dost edinen de onlardan olur. Allahü teâlâ, kâfirleri dost edinip, kendine zulmedenlere hidayet etmez.” (Maide 51), “Müminler, kâfirleri dost edinmesinler! Onları dost edinenler, Allah’ın dostluğunu bırakmış olur.” (Al-i İmran 28), “Müminler ancak kardeştir” (Hucurat 10) ayeti kerimelerine aykırı hareket etmez.
Hz. Mevlana, ileride kendisini farklı tanıtacaklarını bilmiş olacak ki, yukaradaki beytinin devamında, “Benim sözümden bundan başkasını kim naklederse/ Ben ondan da bizarım, o sözlerden de bizarım.” diyerek kendini farklı tanıtanlardan uzak olduğunu, onlarla bir ilgisinin bulunmadığını, onların bu sözlerinden üzüntü duyduğunu bildirmiştir.
Bugün iki farklı Mevlana ile karşı karşıyayız. Bizim bildiğimiz gerçek Mevlana onların bildirdiğinden farklı, hatta hiçbir benzerliği yok. Bizim bildiğimiz Mevlana Celaleddin-i Rûmi, olgun, alim ve veli bir Müslüman... Onun çeşitli din, mezheb, meşreb sahibi kimseleri kendisine hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevazuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, İslam dininin emrettiği güzel ahlakından bazı örneklerdir. Onda, bunlardan başka İslam ahlakının diğer husûsları da kemal derecede mevcuttu. Bunların hepsini saymak, İslamiyeti tamam olarak anlamak ve anlatmakla mümkün olur. Mevlana’yı, yalnız bir mütefekkir, şair gibi düşünmek ve öylece anlamaya çalışmak, aslı bırakıp, herhangi bir özelliği içinde sıkışıp kalmaya benzer.
İslam büyüğü böyle anılmaz!
Bu ise, en azından Mevlana’yı çok eksik ve yarım anlamaya, hatta hiç anlamamaya sebep olabilir. Hz. Mevlana, “Ben Kur’an-ı kerimin çizdiği dairenin dışına çıkmam. Beni bu dairenin dışında aramayın! Dinimizin yasakladığı şeyleri bana yüklerseniz üzülürüm” diyor.
Buna rağmen, Hz. Mevlana’ya mal ederek, yıllardır çalgı aletleri eşliğinde törenler yapılmakta... Halbuki, ney, rebap, tambur gibi çeşitli çalgı aletleri çalınarak yapılan törenler ve ayinler, ilk defa onbeşinci asırda ortaya çıkmıştır. İlk mevlevi bestelerinin bestelenmesi de aynı zamana rastlar.
Bu tarih, Mevlana hazretlerinin yaşadığı devirden 3-4 asır sonradır. Onun Mesnevi’sinde geçen “Ney” kelimesi, bazı edebiyatçılar tarafından çalgı aleti olan ney şeklinde düşünüldüğü için, yanlış olarak, kendisinin ney çaldığı veya dinlediği sanılmıştır.
Allahü tealanın ve Onun peygamberi Muhammed aleyhisselamın aşkı ile yanan Celaleddin-i Rûmi, ney çalmadı. Mûsiki dinlemedi ve raks etmedi. Yani dans etmedi. Bunları yaptı demek, Mevlana hazretlerine en büyük iftiradır.
Dinimize göre, bir islam büyüğü, ney, def çalarak, dönerek, müzik ile anılmaz. Dine, insanlığa yaptığı hizmetleri anlatılır. Fatiha okuyarak, hatim indirerek, dua ederek ruhuna gönderilir. Anma böyle olur. Bu güne kadar böyle olmuş…
Bugün, Hz. Mevlana’ya en büyük hizmet, en büyük iyilik, Mevlana’yı Mevlana olmaktan çıkartan zihniyetten kurtarmaktır. İnanç turizmi maskaralığına alet edenlerin elinden kurtarmaktır.
|
26 Aralık 2006 Salı |
|
“İçinizde gizli olan düşmanı anlatsam…”
|
Başa gelen sıkıntılar görünüşte bela gibi görünse de, çoğu zaman bunun bir bela olmayıp bizim için bir nimet olduğu anlarız. Bunun için sabırlı olup neticeyi beklememiz lazımdır. Bununla ilgili Mevlana hazretleri Mesnevi’de şöyle bir kıssa anlatır:
At üstünde giden akıllı bir kimse, uyuyan birisinin ağzına bir yılanın girdiğini gördü.Bunun tehlikesini bilen bu kimse, uyuyan adama birkaç topuz vurarak uyandırdı ve ağacın altındaki çürümüş elmaları göstererek, “Bunları ye!” dedi. Zorlayarak bütün çürük elmaları yedirdi.
Adam topuzun korkusundan o kadar çok elma yedi ki, ağzından geri gelmeye başladı.Kederli adam dedi ki; “Ey yolcu! Niçin hiç sebep yok iken bana çürük elmaları yedirerek zulmettin? Sana rastlamam benim için ne büyük tâlihsizliktir. Ne mutlu seninle karşılaşmayana. Bir suç ve günâh işlemeden, dîni olmayanlar bile bu eziyeti revâ görmezler.”
Adamın böyle bedduâ etmesine aldırmayan süvârî, bu defada onu ovada durmaksızın koşturmaya başladı. O kimse, saatlerce ağlaya ağlaya koştu. Nihâyet safrası kabardı ve kusmaya başladı. İstifra ederek; iyi, kötü ne varsa içerdekilerin hepsini çıkardı. Bu arada, o yılan da dışarı çıktı. O, görünüşü korkunç kara yılanın dehşetinden, bütün dertlerini unuttu.
Dedi ki: “Meğer sen, melek gibi bir insan imişsin veya Allahü teâlânın bir rahmeti. Ne mübârek bir saatmış ki beni gördün. Ölecekken benim hayâtımı kurtardın. Sen, beni bir anne gibi arar dururken, ben de senden merkep gibi kaçıyordum. Ne mutlu senin yüzünü görebilene veya her zaman senin muhitinde bulunabilene. Senin için bu kıymetli canım fedâ olsun. Ben ise, sana karşı sert konuştum, küstahça davrandım.
Ey efendi! Ey şâhların şâhı! Sana söylediğim kötü sözler hep bilgisizliğim sebebiyledir. Duruma birazcık vâkıf olsaydım, böyle boş sözlerden elbette sakınırdım. Ey güzel huylu kimse! Vaziyeti birazcık anlatsaydın, seni över, duâ ederdim. Ey iyi huylu kimse! Lüzûmsuz, delice konuşmalarımdan dolayı beni affet.”
Atlı da; “Eğer sana vaziyeti anlatsaydım, korkudan ödün patlardı. Sana yılanın karnına girdiğini bildirseydim, zehirden önce seni korku öldürürdü” dedi.
Peygamber efendimiz buyurdu ki: “İçinizde gizli olan düşmanı anlatsam, yiğitlerin ödü patlar, akıllıların aklı mahvolurdu. Ne gönlünüzde duâ edip yalvarmaya, ne oruç tutmaya ve ne de namaz kılmaya kuvvet bulamazdınız.”
Bunu bilenler, kedinin pençesindeki fare gibi olur. Kurt gören kuzu gibi şaşırırdı. İçindeki düşmanı bilseydin, ne elmayı yiyebilir, ne de kusmak için mecâlin kalırdı. Sen konuşmalarında haddi aştıkça, ben içimden; “Yâ Rabbî! İşimi kolaylaştır” diye duâ ediyordum. Hem sebebi söylemeye ruhsatım, hem de seni bırakıp gitmeye kudretim yoktu. O zaman Efendimizin şu duâsını hatırladım: “Yâ Rabbî! Benim kavmime hidâyet ihsân eyle. Çünkü onlar, hidâyeti bilip bulamıyorlar.”
Dertli olan kimse şükür secdesine kapandı ve dedi ki: “Ey benim devletlim, hazînem! Ey asil kimse! Senin mükâfâtını Allahü teâlâ versin. Zîrâ bu güçsüz kulun sana teşekkür etmeye kuvveti yok. Ey yüce er! Sana bu şükrün hakkını Allahü teâlâ versin. Bende, ona söyleyebilecek ne bir ağız, ne de hoş söz yok.”
İşte, akıllı olanların düşmanlığı böyledir bil. Akıllının zehiri bile can için bal olur. Akılsızın dostluğu ise, insana cefâ olur. Bu hikâye onun misâlidir.
Akıllı kimse, aza-çoğa bakmaz. Çünkü her ikisi de sel gibi sür’atle geçmektedir. Sel, ister sâf, berrak, ister bulanık aksın. Mâdem ki bâkî değildir, öyle ise sözünü etme. Her dert ölümden bir parçadır. İnsan arslan da olsa, onun birisini dahî kovamaz.
Ölümün bir parçası olan dert ve belâlar sana tatlı gelirse, Allahü teâlâ sana ölümü tatlı eyler. Bedene gelen hastalıklar, ölümün elçisidir. Ölüm elçisinden yüzünü geri çevirme.
Hayatı dertsiz, elemsiz geçenin, ölümü de acı olur. Nefsine tapanın rûhu için kurtuluş yoktur. Akıl, insana ayak bağı olursa, sen onu akıl kabûl etme. O, ancak yılan ve akreptir.
Fakir, altın gibi bir söz söylese, onu takdîre lâyık görmezler. Ayakkabı dar ise, yalınayak yürümek daha iyidir. Su ile ateşin karışmasına bir tencere mâni olursa, ateş, suyu buharlaştırıp mahveder. Diken, gülün güzelliği yüzünden affedilir. Parça bütününün içinde kaybolur. Gündüz gibi nûrlu olmak istiyorsan, gece gibi karanlık olan varlığını, nefsini yak!
Bu dünya zahmet ve belâ yeridir. Bu dünyaya gelen, bu musîbetlere mâruz kalacaktır. Bir kimsenin ana-baba, kardeş, evlât veya dostlarından biri ölebilir. Kişi, çeşitli hastalıklara mâruz kalabilir, iftiraya uğrayabilir, malını mülkünü kaybedip iflâs edebilir. Bu felâketlere sabretmezse devamlı huzursuz olur, doğru dürüst ibâdet edemez.
Dünya ve âhıret hayatını kazanmak istiyenin açlığa, insanların kötülemesine ve çeşitli musîbetlere sabretmesi lâzımdır. Kim Allahtan korkarak sabrederse sıkıntılardan kurtulur. Sabreden murâdına erer.
Eyyüb aleyhisselâmın sabrı, dillere destan olmuş ve Allahü teâlâ onu sabrından dolayı övmüştür. Allahü teâlâ sabredenleri sevdiğini ve ecirlerinin hesapsız ödeneceğini bildirmiştir. Sabır, erişmek istenen şeylerin anahtarıdır. Her hayra sabırla ulaşılır. Ne mutlu sabredenlere...
Mukadder olan şey başa gelir, eğer sabredilirse ecri görülür. Sabredilmez, bağırılırsa, günâha girilir ve huzursuz olunur.
|
02 Ocak 2007 Salı |
|
|
Cennete girmede öncelik verilecek olanlar
|
Cenab-ı Hak, ahırette Cennete girmelerinde bazı kullarına öncelik vererek onları mukafatlandırır. Öncelik verileceklerin birincisi, dünyada göz nûrundan mahrûm olan âmâlar gelir. Allahü teâlâ bütün âmâları toplayıp:”Siz, bugün benim cemâlimi görmekte diğer insanlardan önce ve üstünsünüz!” buyurur.
Hâllerine sabreden, îmân ehli bütün âmâlar bir yerde toplanır. Cenâb-ı Hakkı görme saâdetine mazhar olurlar. Daha sonra, bütün âmâlar, Şuayb aleyhisselâmın beyaz sancağı altında toplanırlar. Arş'ın sağ tarafında, sayısız zînet ve nûrdan bayraklarla donatılmış ve bütün murâdları hâsıl olmuş hâlde burada kalırlar.
Âmâların mükâfatı verildikten sonra, ikinci olarak şöyle bir nidâ işitilir: “Ey dünyada dert-belâ sâhibi olanlar, hastalık çekenler toplanın!”
Dert ve belâlara sabreden, îmân ehli kimseler bir yerde toplanır. Eyyûb aleyhisselâmın yeşil bayrağı altında Arş'ın sağ tarafına gönderilir.
Âhırette, dünyada iken yapılan iyi amelleri işliyenler, belli bir ölçü, oran dahilinde mükâfatlandırılacaktır. Meselâ namaz kılan, oruç tutan, diğer hayırlı amelleri işliyen kimselere, bire on, yetmiş, yediyüz misli gibi sevâb verilecektir. Ancak, dert ve belâlara sabredenlerin mükâfatları karşılıksız verilecektir. Nitekim hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
“Kıyâmet gününde her amelin mükâfatı ölçü ile verilir. Ancak belâ ehline mükâfat ölçü ile verilmez, hesâbsız bir şekilde verilir. Dünyada sağlıklı ömür sürenler, bu hâli görünce imrenerek derler ki: Ah ne olaydı biz de dünyada belâlarla parça parça olsaydık da bu sevâbdan mahrûm kalmasaydık. Ancak bu sevâblar, sabredenler içindir.”
Üçüncü olarak, harâm işlemeye gücü yettiği, imkânı bulunduğu hâlde, nefslerine hâkim olup harâm işlemiyenler çağrılacaktır. Bunlara da türlü türlü Cennet elbisesi giydirildikten sonra, Yûsüf aleyhisselâmın yeşil bayrağı altında toplanırlar, bütün murâdlarına kavuşturulduktan sonra Arş'ın sağ tarafına gönderilir. Bunlarla ilgili olarak, Kur'ân-ı kerîmde şöyle buyurulmuştur: “Cennet, Allahtan korkup harâmlardan sakınanların yurdudur.”
Dördüncü olarak yine bir nidâ işitilir: “Nerede o benim, rızâm için birbirlerine muhabbet edip kardeş olanlar, birbirlerini sevenler?”
Bir nidâ üzerine, dünyada yalnızca Allah rızâsı için birbirlerini sevenler, bu sevgiyi herşeyin üzerinde tutanlar bir yerde toplanır. Diğerleri gibi cenâb-ı Hakkın cemâliyle müşerref olduktan sonra, İdris aleyhisselâmın kırmızı yâkuttan sancağı altında öncekiler gibi bunlar da Arş'ın sağ tarafına geçerler.
Beşinci olarak da şöyle bir nidâ işitilir: “Nerede o, dünyada ıssız yerlerde, Allah için ağlıyanlar, benim rızâm için göz yaşı dökenler?”
Allahü teâlâ bunların göz yaşları ile şehîdlerin kanını ve âlimlerin mürekkebini tarttırır. Allah için ağlıyanların göz yaşları ağır gelir. Bunlar da, Nûh aleyhisselâmın alaca sancağı altında toplanırlar. Her çeşit Cennet ni'metlerine gark olmuş bir hâlde, meleklerin tazimleri ile Arş'ın sağ tarafına geçerler.
Altıncı olarak, şöyle bir nidâ gelir: “Nerede o şehîdler? Nerede o dünyada kanını sırf benim rızâm için akıtanlar, benim yolumda şehîd düşenler?”
Bu davet üzerine, şehîdler kanları akar vaziyette istenilen yerde toplanırlar. Burada Allahü teâlânın cemâli ile müşerref olduktan sonra, Yahyâ aleyhisselâmın kırmızı sancağı altında olarak Arş'ın sağ tarafına alınırlar.
Bu arada âlimler derler ki: “Yâ Rabbi, bizden öncekiler, bizim haber vermemizle, bu sevâblara nâil olmak için çalışıp, bu derecelere kavuştular. Bunların bu derecelerine kavuşmalarına biz sebep olmuştuk.”
Allahü teâlâ bunlara şöyle cevap verir: “Ey benim âlim kullarım. Siz benim peygamberlerim gibisiniz. Sizler dünyada benim emirlerimi diğer kullarıma bildirdiniz. Bunun için diğerlerinden farklı olarak sizlere şefâ'at etme hakkı vereceğim. Bundan dolayı sizleri geri bıraktım. Dünyadaki dostlarınıza, tanıdıklarınıza, akrabâlarınıza şefâ'atçi olabilirsiniz. Sizin hatırınız için ben onların günâhlarını bağışlıyacağım.”
Bu cevâba âlimler sevinir. Sonra İbrâhim aleyhisselâmın beyaz sancağı altında, türlü türlü Cennet ni'metlerine gark olmuş hâlde Arş'ın sağ tarafına geçerler.
Yedinci olarak şöyle bir nidâ gelir: “Nerede o dünyadaki fakîr olan kullarım?”
Bu davet üzerine, dünyada fakîr olup, çeşit çeşit sıkıntılara, Allah rızâsı için, mükâfatını âhırette almak için sabreden fakîrler bir araya gelirler. Bunlara, Cennet elbiseleri ve binmeleri için buraklar verilir. Daha sonra, Îsâ aleyhisselâmın sarı sancağı altında Arş'ın sağ tarafına giderler.
Sekizinci olarak, şükreden zenginler davet edilir. Bunlar, Süleymân aleyhisselâmın elindeki çeşit çeşit renklerden meydana gelen sancağı altında, Arş'ın sağ tarafına gönderilirler. Bunların sancağının renk renk olması, her birinin çeşitli sebeplerden zengin oluşundandır.
Ancak, gerek fakîrlerin, gerekse zenginlerin bu devlete kavuşabilmeleri için, fakîrlerin sabredici, zenginlerin şükredici olması lâzımdır. Hâlinden şikâyetçi olan, sabretmeyen isyankâr fakîrler, şükretmeyen; zenginliklerini Allah yolunda harcamayan, hayır hasenat yapmıyan; servetini, Allahü teâlânın yasak ettiği yerlerde kullanan zenginler bu devletten, bu nimetlerden istifade edemeyecekler.
Âhırette, fakîrliği sebebiyle dînin emirlerine uymadığını ma'zeret gösteren kimselere, Îsâ aleyhisselâm örnek gösterilecektir. Yine zenginliği, malının mülkünün çokluğu sebebiyle dînin emirlerini yerine getiremediğini ma'zeret gösteren zenginlere de, Süleymân aleyhisselâm misâl gösterilecektir.
Fakîrler sabretmemiş ve zenginler şükretmemiş ise, şiddetli şekilde azâba düçâr olacaklardır. Cennette çeşit çeşit ni'metlere kavuşan fakîrler ve zenginler, şükür ve sabır sebebiyle bunlara kavuşacaklardır.
|
09 Ocak 2007 Salı
|
“Keşke bu kadar güzel olmasaydım!”
|
Sahip olunan, zeka, zenginlik, şöhret, kadınlar için güzellik gibi bazı değerler, yerinde, zamanında, kontrollü bir şekilde kullanılmadığı takdirde insanın başına büyük sıkıntılar açabiliyor, hatta kişinin dünyasını karartabiliyor. Bu değerler, iki yüzü keskin bıçak gibidir. İyilikte kullanılırsa iyiliğe, kötülükte kullanılırsa kötülüğe sebep olurlar. Nitekim aklın kontrolünde olmayan, aklı tahakkümü altına alan nice üstün zekalı kimseler, kendilerinin hatta ülkelerinin felaketine sebep olmuşlardır. Yine nice zengin kimseler, ihtiyaçsızlığın verdiği azgınlık ile içki, uyuşturucu ve fuhuş bataklığına saplanmıştır. Hatta çokları bu bataklıktan çıkamayarak hayatları intihar ile son bulmuştur.
Bilhassa güzellik ve şöhret gibi özellikler, art niyetliler tarafından istismar edildiği için kadınların başına büyük belalar açmıştır. Sanatçıların renkli hayatı, genç kızlarımızın rüyalarını süslemiş, onlar gibi olma arzusunu kamçılamıştır. Genç kızlarımızın güzellikleri bu arzularına kavuşmada onlara cesaret vermiştir.
Aile hayatı özlemi
Halbuki şöhret sahibi bu sanatçıların, bir görünen yüzleri vardır bir de görünmeyen. Büyük çoğunluğu neşeli, huzurlu görünmesine rağmen içleri kan ağlamaktadır. Aile hayatları yoktur. Çocuk ve sıcak huzurlu aile hayatı özlemi içinde kıvranırlar. Her zaman, bunalımda ve depresyondadırlar. Bu bunalımlarını içki, uyuşturucu ve ilaçlarla atlatmaya çalışırlar. Susamış kimselerin tuzlu deniz suyu ile susuzluklarını gidermeye çalışmaları gibi, bunalımları daha da artar. Bir müddet sonra güzellikleri kalmayınca, yıllarca kendisinden nemalanan çevresindeki şakşakçıları bunu bir bir terk ederler. Tek başına çaresiz, sefil bir hale düşerler.
Gazetelerde bu hale düşmüş pek çok sanatçının içler acısı halini görüyoruz. Bunlardan bazıları, başkalarına ibret olsun diye, pişmanlıklarını, geçmişte yapmış oldukları hataları, yanlışlarını dile getiriyorlar. İşte size yıllarca istismar edip işleri bittikten sonra bir kenara attıkları bir kadının hazin itirafı:
“Yıllar önce, eğlence dünyasında en beğenilen sahne sanatçısıydım. Cazibem herkesi büyülerdi. Benim şarkı söylediğim gazinoya girebilmek bir ayrıcalıktı. O şöhretli günlerin bir gün biteceğini, yaşlanacağımı, hayranlarımın beni terk edip de tek başıma Galata’daki şu döküntü evde bir kediyle baş başa kalacağımı hayal bile edemezdim. Herkesin bana hayran olduğu o günlerde azıcık bir tebessümle baktığım erkekler, dünyanın en şanslı erkeği sayalardı kendilerini.
Şimdi keşke diyorum, ailemin ikazlarını dinleseydim. Keşke bu kadar güzel bir kız olmasaydım. Vasati bir fiziki görüntü yeterdi mutlu bir yuva kurmam için. Eğer yeniden dünyaya gelecek olsam, sadece beni seven tek erkeğin dikkatini çekmeyi kafi bulur, başka hiçbir erkeğin sevgisine ihtiyaç duymazdım. Beni şımartarak, söz dinlemez hale getiren o güzellik, şimdi beni nasıl bir sonuca getirdi; işte perişan akıbetimi siz de görüyorsunuz. Evlenemedim, çocuklarım, kocam olmadı. Âşık olanların hiçbiri gerçekte yuva kurmak niyetiyle değil, bir müddet eğlenmek kastıyla peşimde koşuyorlardı. Şimdi diyorum ki; keşke herkesin peşimde koştuğu o güzel kız olmasaydım. O günkü hayranlarım bugün adımı dahi unuttular. Neye yaradı benim güzelliğim, şöhretim?
Ama artık çok geç
Genç kızlarımıza tavsiyem şu: Şöhreti değil, mütevazi bir evliliği, sıcak aile yuvasını tercih etsinler. Şöhret, yağmurla akıp giden kirli boya gibidir. Bir müddet sonra yok olup gidiyor, insan içine düştüğü itibarsızlığıyla baş başa kalıyor. Namusunu kaybeden tövbe edip de eski haline tekrar dönüş yapsa bile kimse inanmıyor. Yakınları utancından bir daha kendisine sahip çıkamıyor. Herkes ona eski haliyle aşağılayarak bakmayı sürdürüyor. Eğer zamanında aile büyüklerimin ikazlarına uyarak şımarmayıp kendimi korusaydım, ehli namus biriyle mutlu bir yuva kurar, bana sahip çıkmaktan utanmayacak yakınlarımla şimdi ben de mutlu bir hayat yaşardım. Ama artık iş işten geçti. Şimdi tek faydam, benim bu sonumdan gençlerin ders almasıdır!..” ( Huzurlu, mutlu bir aile için, nelere dikkat edilmesi gerektiği hususunda, “Huzurun kaynağı Aile” -Arı Sanat Yayınevi- kitabını önemli tavsiye derim.)
Bütün çekilen bu sıkıntıların sebebi, insanın yaratılış gayesine uygun hareket etmemesidir. Kur’an-ı kerimde. “Allahü teâlâ, kullarına zulmetmez, onlar kendilerine zulmediyorlar. (Yani onları azaba, sürükleyen çirkin işleridir.)” buyurulmaktadır.(Nahl 33)
Cenab-ı Hak, insanı başıboş bırakmamış; dünya ve ahıret huzuru için yapılacak ve yapılmayacak hususları da bildirmiştir.Nitekim ayeti kerimede mealen “Sizi boş yere yarattığımızı, hakikaten huzurumuza getirmeyeceğimizi mi sandınız?” (Müminun 115) buyurulmuştur.
Rahat ve huzur için, insanın sahip olduğu değerleri kullanmada akla; aklında dine tabi olması lazımdır. Bu zincir koptuğu takdirde, insanın dünyası da ahıreti de kararır.
|
16 Ocak 2007 Salı |
|
Dinimize göre tedavi usülleri
|
Dinimize göre, bedenimiz bize bir emanettir. Emaneti korumak, kollamak nasıl önemli bir vazife ise, bedenimizi de tehlikelerden korumak önemli bir görevdir. Bunu yapmayan, ihmal eden mesul olur, günaha girer, Cenab-ı Hakka karşı sorumlu olur. Her işte olduğu gibi, bedeni korumada da yapmamız ve yapmamamız gereken şeyler bildirmiştir.
Peygamber efendimiz, “İlim ikidir: Beden bilgisi, din bilgisi” yani ilimler içinde en lüzumlusu, ruhu koruyan din bilgisi ve bedeni koruyan sıhhat bilgisidir diyerek, her şeyden önce, ruhun ve bedenin zindeliğine çalışmak lazım geldiğini emir buyurmuştur. Görüldüğü gibi, İslamiyet, beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeği emir ediyor. Çünkü, bütün ibadetler, iyilikler, bedenin sağlam olması ile yapılabilir.
Dinimize göre, tedavi şu şekilde yapılır:
1- Bilinen ilaçları kullanarak.
2- Kur'ân-ı kerîm okuyarak, duâ ederek.
3- Sadaka vererek.
Bu üç usül, hepsi beraber olduğu gibi, tek tek veya ikisini kullanarak da yapılabilir. Hadîs-i şerîfte, “Ey Allahın kulları! İlaç kullanın!” buyuruldu. Yine Peygamber efendimiz.,”Hastalarınızı sadaka vererek tedavi ediniz.” buyurdu. Bir defasında da, “Her hastalığın ilacı vardır. Yalnız ölüme çâre yoktur” buyurdu. İlaç, kazâ ve kaderi değiştirir mi? diye sorduklarında, “Kazâ ve kader, insana ilacı kullandırır” buyurdu.
“Şifayı veren benim!”
Mûsâ aleyhisselâm hastalanmıştı. İlacını söylediler.
- İlaç istemem, Allahü teâlâ şifâsını verir, dedi.
- Bu hastalığın ilacı meşhûrdur ve tecrübe edilmiştir, az zamanda iyi olursunuz, dediler.
- Hayır, ilaç istemem, dedi ve hastalık arttı.
O zaman vahy gelip, Cenâb-ı Hakkın, “İlaç kullanmazsa şifâ ihsân etmem” emri bildirilince, ilacı içti ve iyi oldu. Vahy ile, Allahü teâlânın, “ Sen tevekkül etmek için, benim âdetimi, hikmetimi değiştirmek istiyorsun. İlaçlara, faydalı tesîrleri kim verdi? Elbette ben yaratıyorum” buyurduğunu bildirdi.
Bütün bu misâllerden anlaşılıyor ki Allahü teâlâ, ilaçları, şifâ için sebep yapmıştır. Ekmek ile suyu doyurmağa sebep yaptığı gibi, ilaçları da, hastalıkları gidermeye sebep yapmıştır. Bütün sebepleri yaratan, bunlara tesîr kuvveti veren, Allahü teâlâdır.
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki, “Mûsâ aleyhisselâm, yâ Rabbî! Hastalığı yapan kimdir, hastalığı iyi eden kimdir, dedi. Cenâb-ı Hak, Her ikisini de yapan benim, buyurdu. O hâlde, tabîbe ne lüzûm var deyince, Onlar, şifâ için yarattığım sebepleri bilir ve kullarıma verir. Ben de onlara, bu yoldan rızk ve sevâb veririm, buyurdu.”
Görülüyor ki, doktora gitmeli, ilaç kullanmalıdır. Fakat, şifayı doktordan ve ilaçtan bilmemelidir, şifâyı Allahü teâlâdan istemelidir. İlaç içip de iyi olmayan, ameliyât masalarında kalıp can veren az değildir.
Meşru tedavi yollarını bırakıp, cinci hocalardan , büyücülerden şifa beklemek Müslümana yakışmaz. Bilhassa kadınlar bu konuda ifrata kaçıyorlar. Kocasının işi mi bozuldu, kocası eve sinirli mi geliyor, hemen cinci hocada soluk alıyorlar. Onlar da, dinde yeri olmayan, hatta haram, küfür olan sihir, büyü gibi gayri meşru yollara yönlendiriyorlar. Her işi bozulmayı, her sinirlenmeyi bir şeye bağlamak da yanlıştır. Bunlar pek çok insanın başına gelen günlük sıradan olaylardır. İşleri doğru yapmalı, sinirlenmemeyi, sinirlendirmemeyi öğrenmelidir.
Sihir, yâni büyü yapmamalıdır ve sihir yaptırmamalıdır, harâmdır ve küfre en yakın olan, en fenâ harâmdır. Sihre ait ufak bir şey yapmamağa çok dikkat etmelidir. Hadîs-i şerîfte, “Müslüman sihir yapamaz. Allah saklasın îmânı gittikten sonra, sihri tesîr eder.” buyuruldu.
Necaset, necasetle temizlenmez
Yapılan sihiri, sihir ile bozmaya çalışmak necaseti necaset ile temizlemeye benzer ki temizlenmediği gibi daha çoğalır. Sihirden, büyüden korunmak ve kurtulmak için çeşitli âyetler, duâlar vardır. Bunlarla büyüden kurtulmak mümkündür. Büyü yapılmış olan kimse, (Âyât-ı hırz)ı sabah ve ikindi namazlarından sonra, yedi gün birer kere okur ve üstünde taşırsa, şifâ bulur. Bir miktar suya, (Âyet-el-kürsî) ve (İhlâs) ve (Mu'avvizeteyn) okumalı. Büyülenmiş kimse bundan üç yudum içmeli, kalan ile gusl abdesti almalıdır. Nazar değmesi haktır. Nazar değen kimseye şifâ için (Âyet-el-kürsî), (Fâtiha), (Mu'avvizeteyn) ve (Nûn sûresi)nin sonunu okumak muhakkak iyi gelir.
Dua etmek, Kur’an-ı kerim okumak da, hastalıklara iyi gelir. Önceleri karşı çıkılırken günümüzde bütün doktorlar, tedavide duanın önemli bir yeri olduğunu söylüyorlar. Hadîs-i şerîfte,”İlaçların en iyisi Kur'ân-ı kerîmdir.” buyuruldu. Hastaya okunursa, hastalığı hafîfler. Eceli gelmemiş ise, iyi olur. Eceli gelmiş ise, rûhunu teslîm etmesi kolay olur.
Harâm işleyenin ve kalbi gâfil olanın duâsı kabûl olmaz, istenilen netice tam olarak alınamaz.Ehl-i sünnet i'tikâdında olmayanın okuması fayda vermez. Allahü teâlâ, herşeyi bir sebep ile yaratmaktadır. Bir şeye kavuşmak isteyen, o şeyin sebebine yapışır. İnsana sıhhat, şifâ vermek için, duâ etmeyi, sadaka vermeği ve ilaç kullanmağı sebep yapmıştır. Şifâyı ilaçtan değil, Allahü teâlâdan beklemelidir.
|
23 Ocak 2007 Salı |
Sınırsız olan nefsin arzularıdır!
|
Genel olarak iktisat şöyle tarif edilir: Sınırsız ihtiyaçları, sınırlı kaynaklarla karşılama ilmi. Bu, daha çok Batı’nın, kapitalist düşüncenin, ye iç eğlen anlayışına uygun bir tarif. Çünkü bizim kültürümüzde, inancımızda ihtiyaçlar sınırsız değildir. Fıkıh kitaplarında, ilmihal kitaplarında insanın aslî ihtiyaçları belirtilmiştir. Yani insanın ihtiyaçları sınırlıdır. Peki, Batı’nın tarifinde geçen sınırsız ihtiyaç nedir? Burada bildirilen ihtiyaç, nefsin arzularıdır. Çünkü, insan nefsi doymak bilmez, sınır tanımaz. Batılılar, hayatlarını nefsin arzuları üzerine bina ettiklerinden onlara göre ihtiyaçlar sınırsızdır.
Dinimizde, yerli yersiz hatıra gelen her şeye sahip olmak değil, sadelik yani luzumlu olan şeylere sahip olmak esastır. Hersekli Arif beyin dediği gibi, “ Mir’âtın i’tibârı belî sâdeliktedir!” Aynanın, itibarı, güzelliği sade olmasından, süslü desenli olmamasındandırdır. Çünkü sade olan aynanın görüntüsü net olur, insanı olduğu gibi gösterir; olduğundan farklı göstermez.
İnsanın güzelliği, itibarı da sadeliktedir. Aşırılıklardan kaçıp asli ihliyaçları ile yetinmesindedir. İnsanın bir evi, bir arabası, hayatiyetini devam ettirecek kadar yemesi içmesi yani nafakası asli ihtiyacıdır.
Aramızdaki fark
Nefsin arzuları sonsuz olduğu için bunlarla yetinmez, yazlık kışlık ev ister, villa ister köşk ister. Normal bir araba ile yetinmez, spor araba ister, jip ister, yat ister ister de ister. Yeme içmede de böyle. Bedenin ihtiyaçlarını karşılayacak gıda maddeleri ile iktifa etmez. Bedeni için zararlı olan, içki, uyuşturu gibi zararlı şeyler de ister. Yine dinimize göre, evlilik bedeni ve ruhi bir ihtiyaçtır. Dinimiz, bu ihtiyacın karşılanması için, belli sınırlar dahilinde evliliğe müsaade eder. Fakat nefs bununla yetinmez. İnsanı, her akşam başka biri ile yatıp kalkmaya, cinsel sapıklıklara sürükler.
İşte Batı ile aramızdaki fark burada. Onlar, nefsin arzularını ihtiyaç olarak görüp bütün gayretleri ile önünü açtıkları, bütün imkalarını nefsin arzularını tatmin için kullandıklarından, her türlü insanlık dışı sapıklık kabul görmüştür. Adeta nefs bütün insanları esir almış durumdadır. Nefsin esiri olmayı huzurlu olmanın kaynağı kabul etmişlerdir. Halbuki, nefs hayvan gibidir. Sen onu güdersen götürür seni sonsuz ahıret huzuruna. O seni gödürse götürür seni kendi ahırına.
Hadis-i şerifte, “İnsanoğlunun iki dere dolusu altını olsa, üçüncüsünü isterdi. Onun gözünü ancak bir avuç toprak doyurur.” buyuruldu. Nefsin arzuları, ihtiyaçları bitmez. Bitmediği gibi, asli ihtiyacın dışındaki her şey insana yüktür, sıkıntıdır; zararı faydasından çok daha fazladır. Nefsin her ihtiyacını karşılamakla rahata huzura kavuşulsaydı, meşhur zenginler rahat ve huzur içinde olurlardı. Halbuki toplumun en huzursuz insanları bunlar. Bunun için İslam büyükleri, O lazım bu lazım. İnsana her şey lazım. Rahat etmek için ise, ‘Bu bana lazım değil demek lazım” demişlerdir.
Nefs öyle bir şeydir ki, mümkün değil ya, faraza bütün maddi ihtiyaçları karşılandı kabul edelim bununla da yetinmez. Kendisinin tek söz sahibi olmasını ister. Herkesin kendi emrinde olmasını ister. Bu da yetmez, herkesin kendine tapınmasını ister. Allaha ortak olmak ister. Daha da ileri giderek bizzat ilah olmak ister. Hadis-i kudside, Allahü teâlâ, “Nefsine düşmanlık et, çünkü nefsin, benim düşmanımdır” buyuruyor. Demek ki nefsin her isteğine boyun eğmek, Allahü teâlânın bu düşmanına yardım etmek olur. Dinin bütün emir ve yasakları nefsi ezmek, taşkınca isteklerini önlemek içindir. Dine uyuldukça nefsin istekleri azalır. Nefs, temizlenmedikçe, terbiye edilmedikçe üstünlük sevdasından vazgeçmez.
İnsanın, Allahü teâlânın marifetine kavuşmasına mani olan en kuvvetli düşman nefsin arzularıdır. Bu arzular bitip tükenmez. Hepsi de çok zararlıdır. Maksudun, mabudundur buyuruluyor. Maksadın, arzun ne ise, ilahın odur. “Nefslerinin arzularını ilah edinenler” âyet-i kerimesi, bunun vesikasıdır.
Ahmaklığın alameti
Her işte, nefsin arzularına uymak, nefse tapınmak olur. Nefsin her arzusuna uyan, harama, küfre düşer. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Akıllılık alameti, nefse hakim olmak ve öldükten sonra gerekenleri hazırlamaktır. Ahmaklık alameti, nefse uyup, Allah’tan af ve merhamet beklemektir.”
Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan, nefsin arzularına uymayı sınırlayan, hem de nefsi temizleyip emmarelikten yani aşırı, taşkın olmaktan kurtaran emirler ve yasaklar gönderdi. Bir insan, işlerini yaparken, İslam dinine uyarsa, nefsi emmarelikten kurtulup mutmainne olur. Bu zaman şehveti ve gadabı faydalı olarak çalıştırır. Bu bakımdan nefse uymak, tatlı gelir. Dine uymak ise, bu arzuları frenlediği için acı, zor gelir. Akl-ı selim sahibi olan, nefsine uymaz. İslam dinine uyar. Aklı dinlemeyen kimse ise, nefsine uyar.
İslamiyet, nefsin arzularının tamamen yok edilmesini değil, dine uygun kullanılmasını emreder. Süvarinin atını ve avcının köpeğini yok etmesi değil, bunları terbiye ederek, kendilerinden faydalanması gerektiği gibidir. Nefsin arzuları, avcının köpeği ve süvarinin atı gibidir. Bu ikisi olmadıkça, ahiret nimetleri avlanamaz. Fakat, bunlardan faydalanmak için, terbiye ederek, dine uygun kullanılmaları gerekir. Nefsin her arzusunu ihtiyaç kabul etmemek gerekir
|
30 Ocak 2007 Salı |
Dini öğrenme ve yaşamada öncelik sırası
|
Cenab-ı Hak insanı hayvanlar gibi boşıboş bırakmamış; neyi yapacağını neyi yapmayacağını da bildirmiştir. Emirlerine uygun yaşayanlara sonsuz Cennet nimetlerini müjdelemiştir. Bu nimete kavuşabilmek için öncelikle yapılacak ve yapılmayacak şeyleri öğrenmek, bilmek gerekir. Sonra da, bildiği ile amel etmek gerekir.
Öğrenilecek ve yapılacak işlerde öncelik sırası vardır. Bu sıra gözetilmezse sonraki yapılanlar geçersiz olabilir. Bunu için bu sırayı bilmek ona göre hareket etmek lazımdır.
Cenâb-ı Hakkın bütün insanlardan ilk önce istediği îmândır. Son din olan islâmiyete inanmalarıdır. Bir insanın îmânı yoksa, yani, Muhammed aleyhisselâma ve ona gönderilen dine inanmamış ise, insanlara ne kadar iyi, faydalı iş yaparsa yapsın hiçbir faydası olmaz. Meselâ Edison ampulü bulmak suretiyle, gecelerin aydınlanmasına, bütün insanların rahat etmesine vesîle oldu. Fakat, Müslüman olmadığı için bu iyiliğin âhırette kendisine hiç bir faydası olmayacaktır.
Önce îmândan sorulacak
Yine, insanları doyurmak, onlara ikrâmda bulunmak çok sevaptır. Muhammed aleyhisselâma inanmamış çok zengin bir kimse, yeryüzündeki bütün fakir ve muhtaç kimseleri doyursa, onların her türlü ihtiyaçlarını görse, âhırette bu yaptıklarının yine hiç faydasını görmiyecektir. Çünkü Allahü teâlâ, bütün insanlardan, önce îmân etmelerini istiyor. Bundan sonra diğer emir ve yasaklarına uyulmasını istiyor. Îmân olmadıkça, diğer yapılanlar değerlendirmeye alınmayacaktır. Âhırette, önce îmândan sorulacaktır. Eğer imânı yoksa kişi, hiç bir iyiliğinin faydasını görmeyecektir.
İkinci olarak istenilen şey, îmânın yani inanılacak îmân bilgilerinin hakiki islâm âlimlerinin bildirdiklerine uygun olmasıdır. Yani imânı, Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıklarına uymuyor ise, bu kimsenin yaptığı ibâdetlerin, kıldığı namazın, tuttuğu orucun, yaptığı hayır hasenâtın hiç mi hiç kıymeti olmaz. Çünkü Muhammed aleyhisselâma inanıp müslüman olduktan sonra da, bu inanmanın, i'tikâdın, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği gibi olması lâzımdır. Yani onların bildirdiği esaslar dahilinde olmalıdır. Rastgele bir îmân da makbûl değildir.
Her bid'at sâhibinin, türedi reformcuların ve doğru yoldan kayarak dalâlete düşerek, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkardıklarını iddia ettikleri bozuk fikirleri geçerli değildir. Cehenneme gideceği hadîs-i şerîfle bildirilen 72 bozuk fırkanın hepsi bozuk fikirlerini Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden çıkardıklarını iddia etmişlerdir.
Îmânın, i'tikâdın bozukluğu o kadar büyük bir günâh, o kadar büyük suç ki, ibâdetleri yapmamanın, harâm işlemenin günâhı ile mukayese bile edilemez. Deniz yanında damla bile değildir. Bunun için îmânın düzgün olmasına çok önem vermeliyiz.
Üçüncü olarak düzgün bir îmândan sonra, herkese lâzım olan şey, amel ile ilgili dinin emir ve yasaklarını öğrenmektir. Bütün işlerimizi, öğrendiklerimize uygun yapmaktır. İlk önce öğrenilecek ve yapılacak en önemli ibâdet de, namaz ve İslamın diğer oruc, zekat, hac… gibi emirleridir. Namazın dinde ayrı bir yeri ve önemi vardır. Âhırette îmândan sonra, namazdan sorulacaktır. Namaz dinin direğidir. Direk olmaz ise bina ayakta kalamaz, eninde sonunda yıkılır. Namaz kılmıyanın diğer ibâdetleri kabûl olmaz, yani va'dedilen o büyük sevâba kavuşamaz. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki,
“Kıyâmet günü, îmândan sonra, ilk suâl namazdan olacaktır.”
“Allahü teâlâ buyuracak ki, ey kulum, namaz hesâbının altından kalkarsan, kurtuluş senindir. Öteki hesapları kolaylaştırırım!”
“Namaz dînin direğidir. Namaz kılan, dînini doğrultmuş olur. Namaz kılmıyan, dînini yıkmış olur.”
İ'tikâdı düzeltmeden önce dinin emir ve yasaklarını öğrenmenin hiç faydası olmaz. Bu ikisi birlikte düzelmedikçe de, ibâdetlerin faydası olmaz. Din, bu üç esas üzerine kurulmuştur. Bütün bunlar da ancak, ilim sahibi olmakla elde edilir. Bunun için dinimiz ilim öğrenmeye ve öğretmeye çok önem vermiştir.
Din ilmihalden öğrenilir
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Doğru ilim sahibi olan ve ilmi ile amel eden bir âlim ile Peygamberler arasında bir derece fark vardır. Bu bir derece, peygamberlik makâmıdır”
“Bir kimse din âlimlerinin ve sâlihlerin yani İslâmın beş şartını devam üzere yapanların yanına gitse, her bir adımına Hak teâlâ, kabûl olmuş nâfile bir hac sevâbı ihsân eder. Zîrâ, âlimleri ve sâlihleri Hak teâlâ sever. Allahü teâlânın evi olsaydı, bu kimse o evi ziyâret eyleseydi, ancak bu sevâbı kazanırdı.”
“Ya âlim, ya talebe veyahud bunları dinleyici ol! Bu üçünden olmayıp dördüncüsünden olursan, yani hiçbirinden olmazsan helâk olursun.”
Dînini öğrenmeyenin dîni, îmânı gider. Din düşmanlarının yalanlarına aldanıp kâfir olur. Dînini de, doğrudan doğruya, tefsirlerden, meâllerden, hadîs-i şerîf kitaplarından öğrenmek istiyen yanlış anlar, sapıtır,hak yoldan ayrılmış olur da haberi olmaz. Bunun için dinimizi, “Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye” gibi nakli esas alan muteber ilmihal kitaplarından öğrenmeliyiz.
|
06 Şubat 2007 Salı |
|
Aile hayatı medeniyetin aynası
|
Medeniyetler, insanın refah ve huzurunu esas alırlar. Bunu sağlayabilen medeniyetler uzun ömürlü olur. Huzuru sağlayabilmek için de, insanı iyi tanımak lazımdır. İnsan sadece maddi bir varlık değildir; ruh ve bedenden meydana gelmiştir. Sadece beden olarak görüp, bedeni ihtiyaçlarını temin etmekle insanlar huzurlu kılınamazlar. Manevi ihtyaçların da, en az, maddi ihtiyaçlar kadar karşılanması gerekir.
İslam medeniyetleri, insanın bu iki yönünü esas aldıkları için toplumlarında refah ve huzuru sağlayabilmişler bundan dolayı da uzun ömürlü olmuşlardır. Batılı seyyahlar, en uzun ömürlü hanedan imparatorluğu olan Osmanlı medeniyetindeki huzurlu aile hayatını öve öve bitirememektedirler.
Bugün dünyaya hakim olan Batı Medeniyetinde, sadece bedeni ihtiyaçlar esas alındığı için Batı medeniyeti çöküşe geçmiştir. Batılılar, insanlar zengin olup her ihtiyacı karşılandığında huzurlu olacaklarını zannetmişler. Bütün planlarını buna göre yapmışlar. Hesap yanlış olunca, aksine insanlar zengin oldukça daha da huzursuz olmuşlardır. Huzurlu olabilmek için daha da zengin olmak istemişler, bu onları daha da huzursuz etmiştir. Bu kısır döngü bugün bütün hızı ile devam etmektedir.
Boşanma oranı; %70
Batılılar, para kazanmak ve zengin olmak için her şeyi mubah görmüşler, para kazanmak için akla hayale gelmedik para tuzakları kurmuşlardır. Örneğin mal satabilmek için birçok günler ihdas ettiler. Bunlardan biri de yarınki “Sevgililer Günü” dür. Böyle günlerin, fuhuşu, gayri meşru ilişkileri artıracağını düşünmeyip, sadece satacakları malların hesabını yapmışlardır.
Bir toplumun huzurlu olup olmadığı, ailenin huzurlu olmasıyla anlaşılır, aile hayatı toplumun aynasıdır. Eğer aile hayatı dimdik ayakta ise, meşru evlilikler çoğalıp, boşanmalar azalıyorsa, insan neslinin devamı için şart olan çocuk doğum oranları normal seyrinde ise o toplum huzurludur.
Bunların aksine bir şeyler oluyorsa o toplumda, o medeniyette tehlike çanları çalıyor demektir. Bugün Batı’da, boşanma oranları yüzde 70’e dayanmış durumdadır. İki evliden biri veya üç evliden ikisi boşanıyor. Avrupa’da pek çok ülkede, artık nüfus artışları eksidedir. Evlilik sıradan bir olay değildir. Evliliğin hem maddi hem de ruhu pek çok faydası vardır. Yapılan araştırmalara göre, bonanmış kimselerdeki ölüm oranı: kadınlarda 2, erkeklerde 3 kat daha fazladır.
Aile hayatı, çocuk sevgisi, insanın yaratılışında olan bir özlemdir. Bu normal şartlarda sağlanmazsa, başka yollardan bu boşluk doldurulmaya çalışılır. Hiçbir şey de bu boşluğu doldurmaz insanlar bunlarla kendilerini teselli etmeye çalışır. Bugün, köpek, kedi ve diğer hayvanlara duyulan sevgi, Batı’daki bazı ailelerde cinnet noktasina varmış durumdadir. Avrupalılar artık yataklarını dahi hayvanlarla paylaşır hale gelmişlerdir. Peygamber efendimiz, “Köpek beslemek, evlat yetiştirmekten daha cazip olacak ” buyurarak, bu günleri haber vermiştir.
Batı insanı, aileyi, meşru evliliği reddediyor artık. Kadın için erkek, erkek için kadın, her ikisi için çocuklar birer yük olarak algılanıyor. Bunlar, rahatlarını kaçıracak, hayatlarına sınır getirecek engeller olarak görülüyor. Her nimet külfet mukabilidir. Tabii ki bunların bazı sıkıntıları olacak, fakat bunlar sebebiyle gelen huzur hiçbir maddi değer ile ölçülemez.
Sıcak aile ortamının verdiği huzurdan mahrum kalan insanlar da, mutluluğu haplarda, teselliyi alkol ve uyusturucuda, sevgiyi hayvanlarda arıyor. Aradığı mutluluğu uyusturucuda da bulamayan Avrupalı, şeker gibi depresyon hapı tüketiyor.
Bu olumsuzluk zannedilmesin ki sadece Avrupa’da ve Amerika”dadır. Japonya’da, Uzak Doğu’da, Rusyaya’ da, kısacası Batı Medeniyetinin etkisi altında olan bütün ülkelerde de vardır. Oranları farklı farklı olmakla beraber bütün hızıyla devam etmektedir.
Batı medeniyeti çöküşte
Batının fikir hocalığını yapan, The Sunday Time gazetesi bir yorumunda bu tehlikeye işaret ederek, "Batının tantanalı çağı artık bitmiştir. Batı bütün müessese ve kurumlarıyla hızlı bir çöküştedir. Bundan böyle halkı Müslüman olan ülkeler hızla kalkınacaklar, her tarafta islam medeniyeti yükselecektir. Bu kaçınılmazdır. Bu gelişme her halükarda Batının son derece aleyhinedir. Ne var ki Batı bunu gördüğü halde çare üretemiyor." demek zorunda kalmıştır.
Zulüm payidar olmaz. Ağlayanın malı kimseyi uzun süre güldürmez. Batı bugünkü medeniyetini, Uzakdoğu’dan, İslam ülkelerinden gasp ederek elde ettikleri altınlar, mücevherler üzerine kurdular. Bunun için rahat ve huzur bulmaları mümkün değil.
Bizim Batı’nın bu içler acısı halinden ibret alıp, aynı akıbete düçar kalmamak için aileye, manevi değerlerimize sahip çıkmamız lazımdır. Bunun için, evlilik çağına gelen çocuklarımızı evlenmeleri için teşvik etmeliyiz. Evlilikleri zorlaştırmayıp, aksine önünü açmalıyız. Evliliğe yardımcı olanlar büyük sevap aldığı gibi, meşru bir sebep olmadan mani olanlar da büyük günaha girerler. Gençlerin işledikleri günahlara ortak olurlar.
|
13 Şubat 2007 Salı
|
Sunulan reçete yanlış olunca…
|
Geçen hafta, Avrupa ve ABD’deki boşanma oranlarından, ailenin çöküşünden ve Batı’da aile hayatından hızlı bir kaçışın olduğundan bahsetmiştik.
Tabii ki, bu durum sadece, ABD ve Avrupa ile sınırlı değil. Bu çöküş Batı kültürünün hakim olduğu bütün ülkelerde oranları farklı olsa da devam etmektedir.
Bu arada, ülkemizde bu olumsuzluklardan nasibini almaktadır. Son yıllarda boşanma oranları hızla artmakta, buna bağlı olarak evlilikler azalmakta, evlilik yaşı yükselmektedir. Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü'nün verileri bu ürkütücü tabloyu gözler önüne sermektedir: 1990 -1995 arasında yüzde 12, 1995 -2000 arasında yüzde 21 olan boşanma oranları, 2000-2005 yılları arasında korkunç bir grafik çizdi ve yüzde 270 seviyelerine ulaştı.
Boşanma oranının bu kadar yükselmesinde; “Ekonomik özgürlüğe kavuşun”, "Eşlerinize başkaldırın!", “Koca kahrı çekmeyin” türü propaganda yapan "TV'lerdeki kadın programları"nın, yine gazete, dergi ve televizyonlardaki magazin programlarının büyük rolü olduğu bir gerçek. Bu durum, toplumun temel taşı olan ailenin çökmeye başladığını ve Türkiye'yi de, geçen hafta bir nebze bahsettiğimiz "Batı'nın akıbeti"nin beklediğini ortaya koydu.
Yanlış yönlendirme
Olayın sadece bir yönü ele alınıyor programlarda. Kadının, boşandıktan sonra başına gelenlerden, çoğunun eski günleri mumla aradığından bahsedilmiyor. Dağılan aileden kalan çocukların içler acısı halleri ekrana yansıtılmıyor. Onların ileride topluma nasıl kin bağladığından, intikam hırsı ile giriştikleri akıl almaz işlerden, kendilerine ve topluma verdikleri zararlardan bahsedilmiyor.
Bu programlar, sadece boşanma oranlarını artırmakla kalmadı, ekrana çıkarttıkları yüzde, birlik, ikilik uç misallerle, insanlıktan nasibini almamış örneklerle gençleri evlenmekten, yuva kurmaktan da soğuttu. Nitekim daha önceleri, erkeklerde 20, kızlarda 18 olan evlenme yaşı, bugün erkeklerde 28, kızlarda 25’dir. Bu durum genç kızlarımızın, demek ki, evlilik buymuş, erkekler böyleymiş, diyerek evlenmekten vazgeçmelerine sebep oldu.
Bu da, gençlerin ruhen ve bedenen sağlıklarını bozdu. Dinimizin her emrinde olduğu gibi, evlenmenin de insanın sağlığı üzerinde önemli bir tesiri vardır. Yapılan araştırmalarda, bekarların ölüm oranlarının daha fazla olduğu tespit edilmiştir.
Sağlıklı evliliklerin devam etmediği toplumlarda huzurdan bahsetmek mümkün değildir. Aile hayatının olmadığı, dolayısıyla her türlü cinsel sapıklığın, fuhşun kol gezdiği toplumda huzurdan nasıl bahsedilebilir.
Programlarda, huzurlu bir evlilik için öğrenimin ve kadının ekonomik bağımsızlığının, çalışmasının üzerinde ısrarlı bir şekilde durulmaktadır. Öğrenimin çiftleri anlamada, tanımada, çocukların eğitiminde önemli bir etken olduğu vurgulanmaktadır. Uyumlu, sağlam aile yapısı için öğrenimin kaçınılmazlığı işlenmektedir.
Yapılan araştırmalar, istatistiki veriler bunun hiç de böyle olmadığın, hatta tersi olduğunu göstermektedir. Boşanma davası açan kadınların durumuna ilişkin yapılan araştırmada şu sonuçlar elde edilmiştir.
Boşanma davası açan kadınlardan %80 i çalışan kadın, %20 si ev ise hanımı.
Bu çalışan kadınların eğitim düzeylerine ilişkin araştırmada ise şu sonuç elde edilmiştir: Bunların, %60 i üniversite mezunu, %28 i lise mezunu, %12 si ilk okul mezunu.
Bu rakamlar, yapılan telkinlerin ne kadar sağlıksız, ne kadar art niyetli ve yönlendirmeli olduğunu açık bir şekilde ortaya koyuyor.
Bu durum şu gerçeği bir defa daha ortaya koyuyor: Televizyonların, gazetelerin, dergilerin, kadın hakları ile ilgili sivil kuruluşların, kadının lehine olarak savundukları her şey kadının aleyhine sonuçlanmaktadır. Kadının durumunun iyileşmesi bir yana her gün daha da kötüye gitmektedir. Çünkü sundukları reçete yanlıştır.
Reçete belli
Halbuki doğru reçete belli. Evlenmede, evliliğin devamında dinimizin emir ve yasakları esas alır, çocuklarımızı bu şuur ile yetiştirirsek, kadın da erkekte huzurlu olur. Aile yıkılmaktan kurtulur.
Ne hazindir ki, bütün bunlara rağmen, Batı’nın perişan hali ortada iken, bizler olup bitenden ders almıyor, sonu belli olan bu yanlış yolda hızla ilerlemeye çalışıyoruz. Yapılan yoğun propagandalar gözümüzü kör ettiğinden olanları değerlendirecek durumda da değiliz. Manevi değerlerimizi birer birer kaybediyoruz. Sıra ailede artık; aileyi yıkmadıkça kendilerine tamamen benzetemeyeceklerini Batılılar çok iyi biliyorlar.
Bir milleti yıkmak isteyen iç ve dış düşmanlar, ilk tahribatlarına aileden başlarlar. Nitekim, silah gücü ile Osmanlıyı yıkamayanlar, bu yıkımı aileden başlattılar. Elit tabakanın evlerine soktukları yabancı mürebbiyelerle ile, Batı kültürünü aşıladılar; her türlü ahlaksızlığı, fuhşu da bu yolla aileye soktular. Böylece, 14 asırlık İslami aile yapısını sarstılar. Şimdi yapılmak istenen sarsılan aileyi tamamen çökertmek. Bu konuda hayli yol aldıklarını da yukarıdaki rakamlar göstermektedir.
|
20 Şubat 2007 Salı |
Zaman, ne kurtarabilirsen kârdır zamanı
|
Eskiden aile büyüklerimizden sık sık duyduğumuz bir dua vardı. Her fırsatta, “ Bu günümüzü aratma ya Rabbi!” diye Cenab-ı Hakka niyazda bulunurlardı. O zamanlar bu yakarışın önemini pek anlayamazdık. Günümüzdeki gelişmelere bakınca, her gelen günün geçmiş günleri nasıl arattığı açık bir şekilde görülünce daha iyi anlıyoruz.
Bu hızlı değişimi pek çok konuda görmemiz mümkün. Ancak görselikte daha barız. Örneğin, sinemaların yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı 70’li yıllarda, Müslüman aileler çocukların ahlakları bozulmasın diye onları sinemaya göndermezlerdi. Bunun için çocuklar gizli saklı giderlerdi. Şimdi televizyonlarda zaman zaman nostalji olarak yayınlanan o eski beğenmediğimiz filimlere bakıyoruz da, hepsinde güzel bir mesaj var. Mesela, şarkıcı, aktris olmak için evden kaçan genç kızlar kötü yollara düşüyor, başına olmadık işler geliyor. Film, evden kaçmasaydım, başıma bu işler gelmezdi mesajı ile bitiyor. Şimdi ise, evden kaçmaması mesajı değil, evden kaçması mesajı veriliyor. Özellikle buna özendiriliyor.
‘Üç dizim, üç cüzüm var’
Beterin de beteri varmış. Bu beğenmediğimiz sinema filmleri gün geldi televizyonlar ile evlere girdi. Çocuklarını ahlakları bozulmasın diye sinemaya göndermeyen, dedeler, nineler gelinleri ile yetişkin kızları ile oturup film seyretmeye, dizi takip etmeye başladılar. Geçenlerde otobüste tesettürlü iki yaşlı bayanın konuşmasına kulak misafiri oldum. Biri diğerine soruyor,” ne yapıyorsun, vaktini nasıl geçiriyorsun?” O da cevap veriyor: “Ne yapacağım bu yaştan sonra, ‘üç dizim, üç cüzüm var’ bunlarla vakit dolduruyorum.” Anlıyorsunuz her gün televizyonlardan takip ettiği üç TV dizisi, bir de günlük dini vecibe olarak Kur’an-ı kerimden okuduğu üç cüzü varmış. İşte zamanızdaki Müslüman tipi, ondan da vazgeçemiyor diğerinden de. Aklınca ikisini birden götürmeye çalışıyor. Başlangıçta biraz zorluk çekiliyor mesela dizilerdeki açık sahneler geldiğinde başlarını sağa sola çeviriyolar fakat daha sonra buna da alışyorlar. Zaman bunların da ahlak anlayışlarını da değiştirdi.
Mütedeyyin Müslüman aileler bu değişimi hazmetmeye çalışırken bu defa da, bilgisayar vasıtasıyla evlere sınır tanımayan internet girdi. Sinemalarda oynatılan filmlerin, TV dizilerinin seyirci tepkisine göre kendilerinin yaptıkları bir otokontrolları var. RTÜK var. Bunun için ahlaksızlıkta belli sınırları korumak zorundalar. İnternet gelince bütün sınırlar, sansürler kalktı. En müstehcen filmden tutun da, porna filmlerin her türlüsü yani ahlaksızlığın her çeşidi evlere girdi. Erkek çocukların kız arkadaş, kız çocuklarının erkek arkadaş bulmak için sokağa çıkıp aramalarına da ihtiyaç kalmadı. Evde oturduğu yerde Chat yaparak bir değil pek çok arkadaş edinebilmektedir. Hatta bu yolla edinilen sanal arkadaşlık daha etkili olmaktadır. Sadece bekar gençler değil pek çok evli eşler de bu sanal hastalığa yakalanmış durumdadır. Neticede nice yuvalar yıkılmakta, sayısız çocuk sıcak aile yuvasından mahrum kalmaktadır.
İnternet bağlantısı olmayan aileler sevinmesinler. Bu bağlantı olmadan da ahlaksız filmler eve girebiliyor. Çünkü her köşede, peynir ekmek gibi satılan CD’ler ile de bu iş pekala yapılabiliyor. Parası olmayanlar da biribirlerinden CD takası yapıyor.
Şimdi gelde eskiler gibi, “Ya Rabbi, bu günlerimizi aratma!” diye dua etme. Kim bilir ileride daha neler göreceğiz, nelere şahit olacağız. Televizyonlar sinamaları arattı. İnternet de televizyonları arttı. İnşallah interneti de arar hale gelmeyiz.
Karamsarlığa kapılmayalım
Diyecekseniz ki, gelişen bu teknolojinin hiç mi faydalı yönü olmadı. Tabii ki oldu. Günlük işlerimizde büyük kolaylıklar sağlandı. Aklı başında olan hiçbir insan bunu inkar edemez. Fakat getirdikleri yanında götürdükleri çok fazla. Çünkü hüküm, ekseriyete göre verilir. İnsanlığa zararı mı fazla, yoksa faydası mı? Buna bakılır. Her yeni buluş, ona hangi zihniyet hâkim ise, onun zihniyetine hizmet eder. Vel hasıl ebebeynin, özellikle de çocukların işi çok zor. Fakat zor şartlarda yapılan ibadetin ecri, sevabı da bu oranda çok olur.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen, ümitsizliğe kapılmadan, elimizden geldiği kadar kendimizi ve çocuklarımızı bu tehlikelerden korumaya çalışmamız lazım. Artık bu saatten sonra yapılacak bir şey yok, kararmsarlığına kapılıp, ipin ucunu tamamen bırakmamalıyız. Bu zamanda, bunların kötülüğünü bilmek, kabullenmemek, elinden geldiği kadar zararından korunmak veya en aza indirmek için mücadeleye devam etmek de bir nimet.
Zamanımız, ne kurtarabilirsek kârdır zamanı. İslam büyüklerinin dediği gibi, bir şeyin hepsi ele geçmezse, tamamını da elden kaçırılmamalıdır.
|
06 Mart 2007 Salı |
Ayakta kalabilmenin yolu
|
Her milletin kendine has, kültürü, örfü, manevi değerleri vardır. Bir milleti ayakta tutan da bu değerlerdir. Bu değerlerini muhafaza edemeyen bir millet, eninde sonunda yok olmaya, tarih sahnesinden çekilmeye mahkumdur. Mesela, Osmânlı Türklerini, Sakarya kenârından, kısa bir zamanda, Viyana kapılarına götüren unsur, Sultân Osmân'ın ve çocuklarının sımsıkı sarıldıkları islâm dîninin, rûhu ve bedeni tekâmül ettiren ışıklı yolu idi. Biliyorsunuz, onbirinci asırda, Türkler üç büyük dalga hâlinde, üç yöne yayılmışlardı.
Birincisi, Gaznevî hükümdârları emrinde, Kalaç ve diğer Türk boylarının, Hindistan'a olan yayılmalarıdır. Bunlar dînini ve medeniyyetini de götürdüler. Bugün Hindistân'da yüz milyonu aşan bir müslümân topluluğunun bulunması, bu yayılma hareketinin bir netîcesidir.
İkincisi, Oğuz Türklerinin, Îrân'dan geçerek, Malazgirt zaferinden sonra, Bizans elinde bulunan Anadolu'ya yayılmalarıdır. Oğuzlar da, islâm dîni ile müşerref olarak gelmişti mâlûm. Bugün, aradan asırlar geçtiği hâlde, hâlâ ayaktayız, Anadolu'da oturuyoruz ve dünya siyâsetine karışıyoruz.
Eriyip yok oldular
Üçüncü yayılma hareketi, Karedeniz'in kuzeyinden, Balkanlar'a doğru oldu. İçlerinde bir kısım Oğuzlar da bulunan Peçenek ve Koman Türkleri, Balkan yarımadasına yerleşti ama, maalesef ki, bunlar islâm dîni ile şereflenmiyerek gelmişti. Bunun için, etrâflarını saran hıristiyan devletlerin baskısı ile, kısa zamanda kendilerini unuttular. Eridiler, yok oldular. Hindistân'da, Anadolu'da ve başka yerlerde, bugün yaşamakta olan soydaşları gibi olamadılar.
Görülüyor ki, Türk devletlerini ve milletlerini, ayakta tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet îmândır, islâmdır. Adâlet, iyilik ve doğruluktur.
Türklerin bu özelliğini tesbit eden başta İngilizler olmak üzere Batılı milletler, 1800’lü yıllardan itibaren onları, kendi değerlerinden uzaklaştırma projeleri hazırladılar. Bu niyetlerini çeşitli vesilelerle dile getirdiler. Bunlardan biri de, Osmanlı devletinde Rus sefîri olarak uzun seneler çalışan İgnatiyef’in mektubudur. Bu mektubu sultân ikinci Mahmûd Hân zamanında, Fener Patrikhânesinin kapısında idam edilen, devlete isyan eden, Rum isyânının baş plânlayıcısı,Patrik Gregoryos yazmıştır. Hâlâ bunun asıldığı, idam edildiği kapı, "Kin kapısı" olarak adlandırılmakta ve kullanılmamaktadır.
Mektubunda, diyor ki: "Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak gayri mümkündür. Çünkü Türkler, müslüman oldukları için çok sabırlı ve dayanıklı insanlardır. Gâyet mağrûrdurlar ve izzet-i iman sâhibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rızâ göstermelerinden, padişâhlarına, devlet adamlarına, kumandanlarına, büyüklerine, olan itâ'at duygularından gelmektedir.
Türkler zekîdirler ve kendilerini müsbet yolda sevk-i idâre edecek liderlere sâhip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gâyet kanâ'atkârdılar. Onların bütün meziyyetleri, hattâ kahramanlık ve şecâ'at duyguları da an'anelerine olan bağlılıklarından, ahlâklarının güzelliğinden gelmektedir.
Türkelerde önce itaat duygusunu kırmak ve mânevî bağlarını parçalamak, dînî metânetlerini zaâfa uğratmak, zayıflatmak, icap eder. Önce mâneviyatları sarsılacak. Bunun da en kısa yolu, millî geleneklerine ve mâneviyatlarına uymayan hârici fikirler ve hareketlere alıştırmaktır.
Mâneviyâtları sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden şeklen çok kudretli kalabalık ve zâhiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddî vâsıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir. Bu sebeple Osmanlı Devletini yıkmak için mücerred olarak harp meydanlarındaki zaferler kâfi değildir. Hattâ sâdece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vekârını tahrîk edeceğinden, manevi bağlarının daha da kuvvetlenmesine sebep olabiliriz. Yapılacak olan, Türklere birşey hissettirmeden, bünyelerindeki tahrîbatı tamamlamaktır."
İbret alınacak iki husus
Bu mektup aslında gençlere ders kitaplarında ezberletilecek kadar mühimdir. Mektupta ibret alınacak çok şey varsa da, en önemlisi şu iki husûstur:
1- Türklerin mâneviyatının ve dîninin yıkılması için, Türkleri yabancı fikir ve âdetlere alıştırmak.
2- Türklere hissettirmeden bünyelerindeki tahrîbâtı tamâmlamaktır.
Batı bu arzularına kuvuşmak için 150 yıldır, milletimizi kendi inanç, moda, örf, âdet ve ahlaksızlıklarını taklîde zorlamakta, hatta dayatmaktadır.
Günümüz insanının, yaşayışına, ahlak anlayışına baktığımızda Batı’nın istediği doğrultuda hayli mesafe alındığı açık bir şekilde görülmektedir.
Bizlere medeniyet olarak sunulan bu yaşayış medeniyet değildir. Milletimizin bünyesinde tahrîbât yapmaktır. Batının ilim, fen, teknik ve her sâhadaki fennî gelişmelerini almak elbette lâzımdır. Zâten islâmiyyet bunu emreder. Peygamber efendimiz, "İlim Çin'de de olsa gidip alınız." buyurmuştur. Yapmamız gereken, Batı’yı her şeyi ile aynen kopya etmek değil, kendi değerlerimizi muhafaza ederek, Batı’nın bilim ve teknolojisinden istifade etmek olmalıdır. Aksi takdirde, eninde sonunda yok olmaya mahkumuz.
|
13 Mart 2007 Salı |
|
|
Çocuğumuza karşı vazîfelerimiz
|
Son yıllarda, çocuk cinayetleri ve intiharları, uyuşturucu ve içki kullanımı, cinsel tacizler ilköğretim düzeyine kadar indi. Çocuklarımızın bu feci hale düşmesinde, çevrenin rolü olduğu gibi anne babanın da önemli bir ihmalinin olduğu gerçeğini kabul etmek zorundayız. Anne - babadan, aileden gerekli eğitimi almış olsalardı, bu çocuklar böyle yollara tevessül etmezlerdi. Her ana babanın, çocuğun doğumundan itibaren, ona karşı dini vazîfeleri vardır. Bunların pek çok faydaları, hikmetleri vardır. Bunları yapan rahat eder. Bu vazîfeler yapılmadığı takdirde, çocuk iyi yetişmez, bundan dolayı anne - baba huzursuz olur, ayrıca büyük vebâle ve günâha girer.
Çocuk doğup, kendisine müjdelenince, önce böyle nimetler ihsân ettiği için Cenâb-ı Haka şükür etmelidir. Peygamber efendimize İslâmda doğan bir çocuk getirildiğinde, "Yâ Rabbî, bunu sâlih kullarından eyle! Bunu Müslüman olarak büyütüp yetiştir" diye duâ ederdi. Biz de böyle dua etmeliyiz. Çocuk olması için ısrarcı olmamalıdır. Çocuk, ana-baba için bir nimettir. Nimet olduğu gibi, hayırsız olduğu takdirde, dünya ve âhıret için büyük sıkıntıdır. Çok ana-babaya, hayırsız çocukları sebebiyle dünya hayatı zindan olmuştur. Bunun için, "Yâ Rabbî, dünya ve âhıretim için hayırlı olacak ise, bana çocuk ver! Hayırsız olacak ise verme!" diye duâ etmelidir.
Kız çocuğu olmuşsa bunun için üzülmemelidir. Hadîs-i şerîfte, “İlk çocuğunun kız olması, kadının bereketindendir”buyuruldu. Allahü teâlâ Şûrâ sûresinde, “Dilediğine kız çocukları verir, dilediğine erkek çocukları verir” buyurmaktadır. Bir hadîs-i şerîfte, “Kimin kız çocukları olur, onlara râzı olur, iyi yetiştirir ve dengi ile evlendirirse, bu kız çocukları onun için Cehennemden perde olurlar” buyuruldu.
Çocuğun akîkasını kesmelidir. Akîka, çocuk nimetine karşılık, Allahü teâlâya şükür etmek niyyeti ile hayvan kesmektir. Hicretin sekizinci yılında İbrâhim dünyaya gelince, yedinci günü, Resûlullah efendimiz İbrâhim'in başını tıraş ettirip, saçının ağırlığı kadar gümüş sadaka verdi ve akîka olarak iki koç kesti.
Akîkayı keserken, "Yâ Rabbî, bu çocuğumun akîkasıdır. Bu vesîle ile, çocuğuma sıhhat ve âfiyet ver! Kazâlardan belâlardan koru! İslâm terbiyesi ile yetiştirmek nasip eyle! Onu ve bizleri Cehennem azâbından uzak eyle!" diye duâ etmelidir.
Çocuğu doğuran kadının emzirmesi faydalıdır. Nitekim hadîs-i şerîfte, "Çocuğa, annesinin sütünden hayırlısı yoktur" buyuruldu. Annenin sütü yoksa çocuğu sâliha, aslı temiz, soylu olan bir kadın emzirmelidir. Çünkü kadınların sütü, çocukta tesîrini gösterir ve eserleri bir gün ortaya çıkar. Hadis-i şerifte, “Evlat, emdiği süte göre hallenir!” buyuruldu. Tohum iyi olunca, ekin de iyi olur. Bunun için çocuğa helal lokma yedirmelidir. Hadis-i şerifte, “ Haramdan çekinin. Çünkü, haramın binası er geç harap olur!” buyuruldu.
Hastalık dışında çocuğunun ağlamasından sıkılmamalıdır. Çünkü çocuğun ağlaması, zikir, tehlîl ve Allahü teâlâ için hamddir. Anası ve babası için ise duâ ve istiğfardır. Nitekim hadis-i şerifte, “Müminin çocuğu dört ay lâ ilâhe illâllah, dört ay Muhammedün Resûlullah ve dört ay, Allahümmağfir lî ve livâlideyye " (Yâ Rabbî, beni ve anamı-babamı mağfiret eyle) der. “ buyuruldu. Konuşmaya başlayınca ilk önce La ilahe illallah. Muhammedenresulullah sözü söyletilmelidir. Sonra, Mü'minun sûresinin 116. âyeti, sonra Âyet-el-kürsî'yi ve Haşr sûresinin sonu olan Hüvallahüllezî'yi okuyup öğretilmelidir.
Çocuğuna güzel isim koymalıdır. Çünkü kıyâmette o, kendi ismi ve babasının ismi ile çağırılır. Çocuğa konacak en uygun isim Abdullah, Abdurrahman ve benzeri isimlerdir. Resûlullah efendimiz, “Allah indinde en güzel olan isimler, Abdullah, Abdurrahman'dır” buyurdu. Bu ikisi çok sevgili isimlerdir. Çünkü biri, Allahü tealânın en yüksek ismi olup, şehâdet kelimesinde tevhîdin kendisine mahsûs kılındığı Allah, diğeri Onun Rahmân ismine izâfe edilmiştir. Bu ise rahmetinin umûmî olduğunu gösteren bir ism-i ilâhîdir.
Peygamber efendimiz, Hazret-i Hasan doğduğu zaman, kulağına ezân okumuştur. Ezân okuyacak kimse, çocuğu yastık gibi yumuşak bir şey üstüne koyarak kucağına alır, yavaşça sağ kulağına ezân, sol kulağına da ikâmet okur. Sonra ismini söyler.
Çocuk doğar doğmaz, hemen isim konabilir, bir hafta kadar geciktirmekte de mahzûr yoktur. Mühim olan çocuğa güzel isim koymalıdır! Bir ismin güzel olması için mutlaka Kur'ân-ı kerîmde bulunması lâzım değildir. Güzel isimler çoktur. Bunların çoğu Türkiye Gazetesi Takvimi'nde bildirilmiştir. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Çocuğa güzel isim vermek, dînini öğretmek ve vakti gelince evlendirmek, evlâdın babası üzerindeki haklarındandır.” “Kötü ismi olan, bunu güzel isme çevirsin!”
Bir hadîs-i şerîfte, "İsmini Muhammed verdiğiniz çocuğa karşı hürmetli olun. Ona yer verin, ona karşı asık suratlı olmayın" buyuruldu. Resûlullah efendimiz, çocuğuna Muhammed ismini verip, sonra ona lânet etmeyi, sövmeyi, çirkin hitâblarda bulunmayı yasaklamıştır. Ecdâdımız Osmanlılar bu mubârek isme gereken saygıyı göstermede kusûr yaparız korkusuyla, Muhammed yerine Mehmed demişlerdir. Bizler de ecdâdımız gibi hareket etmeliyiz. Hele bu zamanda bu saygının eksiksiz gösterilmesi hiç mümkün değildir.
|
27 Mart 2007 Salı |
Çocuğumuza karşı vazîfelerimiz (2)
|
Çocuğun süt emme zamanı bitince, terbiyesi ile meşgûl olmalı, kötü ahlâk ve huy edinmesine engel olmalıdır. İnsan tabiatı kötülüğe meyyaldir, çabuk bozulabilir. Bunun için, boş bırakılmamalı iyi ahlâklı, hayalı olmasına çok dikkat etmelidir. Çocuğunu İslâm terbiyesi ile yetiştirmek, nâfile ibâdetle meşgul olmaktan daha hayırlıdır.
İlk terbiye, çocuğu kötü arkadaşlardan men etmek, alıkoymak olmalıdır. Çünkü, çocukların rûhu temiz bir ayna gibidir. Bundan sonra İslâmın şartlarını, dînin emirlerini ve sünnetin edeblerini öğretmeli ve bu öğretme işine devam etmelidir. Öğrenmek istemezse müsâmaha göstermemeli, ısrar etmelidir. Gerekirse, azarlamalıdır. Peygamber efendimiz, çocuk yedi yaşına gelince, ona namaz kılmasını emredilmesini, on yaşına gelince, kılmazsa zorlayarak kıldırılmasını emir buyurmuşlardır.
İyi hallerini övmeli, kötü hallerini ayıplamalı ve böylece iyiliğe teşvik etmelidir. Elden geldiği kadar açık sitem etmeli, yanlışlıkla yaptı, unutarak etti deyip, cür'etini arttırmamalıdır. Gizli bir şey yapmışsa, hemen yüzüne vurmamalı, hayâ perdesini yırtmamalıdır. Tekrar yaparsa, yalnız iken onu tembih etmeli, azarlamalıdır. Yaptığı o işin, çok çirkin olduğunu söylemeli, bir daha yapmaması için korkutmalıdır. Sık sık azarlamamalıdır. Yoksa azarlamak, ayıplamak âdet hâline gelir. "İnsanlar yasaklara karşı meyilli ve harîs olurlar." sözü gereğince, tekrar yapmaya koyulabilir. Bunun için iyi idâre etmelidir.
Edep öğretilmeli
Çocuğun gözünde yemeyi, içmeyi; pahalı şeyler giymeyi önemsiz göstermeli, yaşamaktan maksadın bunlar olmadığı izah edilmeli; hep yemeye, içmeye, israfa, lükse düşkün olmaması için uyarmalıdır.
Önce yemek yemenin edeplerini öğretmelidir. Yemek yemekten maksad, bedenin sağlığını korumaktır, lezzet almak değildir demelidir. Yemek ve içmek ilâç gibidir, onunla açlık ve susuzluk giderilir demelidir. Çeşitli yemeklere alıştırmayıp, bir yemekle yetinmeyi öğretmeli, iştihâsını zabt ettirmeli, istediğini değil, bulduğunu yemeğe alıştırmalı, lezzet ve zevklere önem vermemesini öğretmelidir. Zaman zaman çocuğa kuru ekmek vermeli, zaman olur ki, ondan başka bir şey bulamadığı olur. Onun için öyle alıştırmalıdır. Çirkin sözleri, müzik dinlemeyi men etmelidir.
Gündüz ve gece çok uyutmamalı, pahalı elbiselere alıştırmamalı, yaya yürütmeli, bineğe binmesini öğretmeli, oturma, kalkma ve konuşmanın edeplerini anlatmalıdır. Babasıyla ve dünya malı ile arkadaşlarına övünmekten, yalan söylemekten men etmeli, doğru veya yalan yemin etmemesini tembih etmelidir. Büyüklerin yanında susup oturmasını, sorulursa, kısa cevap vermesini öğretmeli, hep iyi konuşmayı âdet etmesini anlatmalıdır. İlim öğrenmeye çok teşvik etmelidir.
Çocuğu cömertliğe alıştırmalı, mal ve mülkü gözünden düşürmelidir. Çünkü para ve mal sevgisinin zararı, zehirden çoktur. Bütün kötülüklerin kaynağı; parayı, dünyâyı sevmektir. Boş zamanlarında çocuklara oyun oynamak için izin vermelidir. Zararsız oyunlar çocuğun bedeni ve ruhi gelişmesini sağlar.
Zamanı gelince Sünnet ettirmeli, sünnet İslâmiyyetin şi'ârıdır, alâmetidir. Çocuğun sünnet olma yaşı kesin bildirilmemiştir. Yedi ile on iki arası en iyidir. Sünnet ederken, topluca yüksek sesle bayram tekbîri söylemelidir.
Eğer ilim sâhibi olacaksa, ilim tahsîli için gerekli terbiye verilmelidir. San'at sâhibi olacaksa, o sanatla meşgûl etmelidir. Bu arada dînî vecîbeleri öğrenip yapmasını da ihmal etmemelidir. Kâbiliyetinin hangi ilim ve sanata daha yatkın olduğunu anlayıp, o tahsîl ve sanata vermelidir. Zîrâ Peygamber efendimiz; "Kişi ne için yaratılmışsa, o işi ona kolaylaştırılır." buyurdular. Bir sanatı öğrenince, geçimini ondan sağlamasını istemelidir. Onun zevkini alıp daha iyi yapmaya çalışmalı ve o sanatın inceliklerini öğrenmeli, branşında ihtisâs sahibi olmalıdır.
Çocuğa büyüklerin âdeti olan temiz, helal bir kazanç getirecek iş yaptırmalıdır. Baba veya anasından kendine ulaşan mala, mülke güvendirmemelidir. Çalışma, kazanma ve bir ev idâre etmeyi başardığında, onu saliha bir kızla hemen evlendirmelidir.
Beddua edilmemeli
Anne - Baba, çocuğuna hep hayır ile duâ etmeli, bedduâ etmemelidir. Hadîs-i şerîfte, "Babanın çocuğuna duâsı, peygamberin ümmetine duâsı gibidir" buyuruldu. Yanî babanın çocuğuna duâsı, peygamberin ümmetine duâsı gibi kabûl olunur.
Bunun için anne-baba, çocuğuna bedduâ etmemelidir. Çünkü kabûl edilir ve ona zarar verir. Kendisi de zarar görür. Adamın biri, Abdullah bin Mübârek'e gelip, çocuklarından birini şikâyet etti. Abdullah bin Mübârek, çocuğuna bedduâ ettin mi? buyurdu. Evet dedi. Onu sen bozdun, o beğenmediğin hâle sen düşürdün, buyurdu.
Çocuklarını sevgi ve şefkatle, merhametle sevip öpmelidir. Birisi Resûlullahı, torunu Hasan'ı öperken gördü. Benim on oğlum vardır. Hiçbirini öpmüş değilim dedi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz, "Merhamet etmiyene merhamet edilmez" buyurdu.
|
03 Nisan 2007 Salı
|
Hac badetini turistik seyahate dönüştürmeyelim
|
Geçen hafta başlayan hac kayıtları için rekor sayıda müracaat yapıldı.İslamın beş şartından biri olduğundan haccın dinimizde önemli bir yeri var. Hacca giden Müslümanların haccın şartlarını eksiksiz yerine getirmelerinin yanında, gittikleri mekanların kudsiyetini bilip saygıda kusur etmemesi, asırlar öncesine gidip o günler ile hallenmesi lazımdır.
Resulullah efendimiz ve mübarek eshabdan kalan eserleri bulup onların mübarek nazarlarının bulunduğu bu mekanlara nazar etmelidir. Modern yapılara, birinci sınıf geniş asfalt yollara, Haremi Şerif ve Mescidi Nebevideki cilalı parlak yer mermerlere ve süslü sutunlara, görkemli tünellere, klimalı serin lüks otel odalarına, suni yeşilliklere ve otomotik sulama sistemlerine, son sistem asansörlere ve modern tuvaletlere takılıp kalmamalıdır. 30-40 katlı modern gökledelenler, bilmem kaç yıldızlı otellerler hacca gidenlerin başlarını döndürmemelidir. Bunlar hiçbir kutsi değeri olmayan mekanlardır. Aksine, bunların her birinin yok edilen bir kutsi yapının üzerine inşa edildiği unutulmalıdır. Peygamber efendimiz ve Eshabı, buralarda hangi şartlarda nasıl yaşadılar, nerelerde kaldılar, İslamı yaymak için neler yaptılar bunlar düşünmelidir.
Buralara gidecek hacıların, Gazetemizin Kültür Sanat sayfasında, 19.3.2007 tarihinde, “ Bir zamanlar Hicaz” manşeti ile eski ve şimdiki hali yayınlanan Cennetül Mualla ve Cennetül Baki kabristanlarına iyice bakmalarını arzu ederdim. İçinde, başta Hazret-i Hadîcet’ül Kübra validemizin zarif türbesi olmak üzere pek çok türbe ve Ebu Talib, Abdülmuttalib, Peygamberimizin oğulları Kasım ve Abdullah Abdullah bin Zübeyr’in kabirleri olan Cennetül Mualla; yine eşsiz sanat özelliği olan Ehli beyit türbesi, Efendimizin hanımlarının ve kızlarının türbesi ve daha nice Eshabı kirama ait türbe ve mezarın bulunduğu Cennetül Baki, 20. asrın başlarına kadar sağ salim duruyordu. Çünkü Osmanlı bunları gözü gibi korumştu. Hacca gidenler, kabristanının eski haline bakıp bunu hafızasına nakşedip, gittiği zaman o günkü halini gözü önüne getirerek öyle ziyaret etmelidir. 1920’de bütün mezarlar, türbeler yıkıldı. Başta müminlerin annesi Hazret-i Haticetü’l-Kübrâ validemizin türbesi olmak üzere bütün türbeler ve kabirler yerle bir edildi. Yine, başta annemiz Hazret-i Âişe’nin türbesi olmak üzere, Efendimizin mübarek annesi Amina'nın mezarı buldozerlerle yıkıldı Uhud Savaşı’nın yapıldığı yerde Hazret-i Hamza’nın türbesi, diğer şehitlerin mübarek kabirleri vardı, bir de cami bulunuyordu, onlar da yıkıldı, hâk ile yeksan edildi. Bugün bunların yerleri düzlenmiş haldedir.
Sadece bu iki kabristan değil, Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere de böyle idi. Her tarafı geçmişi hatırlatan tarihi eserlerle dolu idi. Günümüzde ise, eskiden kalma çok az yapı kaldı. Bunlar da yıkılma sırasını bekliyor. Peygamberin ilk eşi Hz Hatice'nin evi yıkıldı ve yerine abdesthane/şadırvan yapıldı. Peygamberin en yakın dostu Hz Ebu Bekir'in evi şimdi Hilton Oteli'nin kompleksi içinde. 1200 yıllık Ebu Kubeys Camii'nin yerinde Kraliyet Sarayı var. Yıkımlardan Peygamberimizin doğduğu ev de nasibi aldı, şimdi yerinde kapıları ve pencereleri kilitli uyduruk bir kütüphane var. Yıkılan 350 yıllık Ecyad Kalesi yerine kıralın sarayı yükseliyor. Kabe'yi kuşatan gökdelenlere her yıl bir yenisi daha ekleniyor:
The New York Times'a yazan Hasan M. Fettah, 10 Mart tarihli yazısında Mekke'nin içler acısı halini bir kez daha dikkatimize sundu. Müslümanlardan başka herkese yasak olan şehrin milyarlarca dolarlık bir dönüşüm projesiyle nasıl asli kimliğinden uzaklaştırıldığını, bu kutsal kenti nasıl Dubai'ye dönüştürdüğünü, dev alışveriş merkezlerinin, lüks otellerin, milyonlarca dolar değerindeki residansların Kabe'yi nasıl da kalplerden söküp çıkardığını yazdı.
1400 yıllık kutsal mekanlar, bir alışveriş merkezine, turizm merkezine, lüks tüketim merkezine dönüştürülüyor. Her şey yatırım, ticaret, para kazanma üzerine bina ediliyor. Kabenin yakınındaki daire fiyatları milyon dolarlarla satılıyor. Kabe'ye yakınlığına göre fiyatlar 3- 5 milyon dolar arasında değişiyor. Kabe-i Şerife ne kadar yukarıdan bakıyorsa fiyatta o kadar artıyor.
Bu gidişle bir müddet sonra eski Mekke’den birşey kalmayacak. Bu mekanlar kutsal bir özelliği olmayan, uluslar arası ticaret ev alışveriş merkezi haline gelecek. Dünyanın yedinci gökdeleninin yapıldığı Mekke'de Osmanlı döneminde Kabe'den yüksek bina yapılmazdı. Şimdi 130 gökdelenin inşası planlanıyor. Herhalde bunlar ahir zaman alametleri. Çünkü Efendimiz, “Ahir zamanda, deve çobanları birbirleriyle “benim binam daha büyük” diye çekişecekler.” buyurmuştu.
Evet, günümüz şartlarında modern binalara da ihtiyaç var. Bunlar pek ala, kutsal mekanların uzağında yapılabilirdi. İlla Kabeyi şerife tepeden bakması şart değildi. Bu iki şehir İslamın en önde gelen kutsal mekanlarıdır. Onlar zaman üstü mekanlardır. Buraları ziyaret eden Müslümanlar, İslâmın ilk halini, havasını, kültürünü, medeniyetini, sanatını; en önemlisi de ruhaniyetini, maneviyatını hissetmeli, görmeli, hissetmeli ve yaşamalıdır. Aksi takdirde, dünyanın herhangi bir yerindeki modern mekanları ziyaret eden bir turistin durumuna düşer.
Şimdi de, ecdadımızın bu kutsal mekanlara bakışına, eşsiz saygısına iki örnek verelim: Osmanlıdan önce hutbelerde, “Sultânül-haremeyn” yani mübârek yerlerin sultanı denilirdi. Yavuz Sultan Selîm Hân 1517 senesinde, Mısır’ı fethedip, Mekke ve Medîne’yi idâresi altına alınca, alışkanlıkla kendisine de sultânül-haremeyn diyen hatîbi susturup; “Benim için, o mübârek makâmların hizmetçisi olmaktan daha büyük şeref olamaz. Bana, Hâdimül-haremeyn deyin!” ikazında bulunmuştu.
Sultan Abdülmecîd hân, ağır hasta idi. Yatakta oturamıyor, hep yatıyordu. Yalnız, mühim şeyler okunuyor, emirleri alınıyordu. Sırada bulunan bir kâğıt için, “Medîne ahâlisinin bir dilekçesi okunacak” denildi. Bunun üzerine, “Durun, okumayın! Beni oturtun!” dedi. Arkasına yastık koyup, oturtuldu. Sonra şöyle devam etti: “Onlar, Resûlullah efendimizin komşularıdır. O mübârek insanların dilekçesini yatarak dinlemekten hayâ ederim. Ne istiyorlarsa, hemen yapınız! Fakat, okuyunuz da, kulaklarım bereketlensin! “ Bir gün sonra da vefât eyledi. Bütün Osmanlı bu düşüncede ve bu hurmette idi. Nereden nereye?
|
10 Nisan 2007 Salı |
Başarı için gemileri yakmak şart
|
Müslümanlar, hangi milletten olurlarsa olsunlar, dinin emirlerine tam hakkıyla sarılıp, bozuk fikirlere sapmadıkları müddetçe hep başarılı olmuşlar; insanlığa, medeniyete büyük hizmet etmişlerdir. Geçmişte bunun pek çok örnekleri vardır. Bunlardan biri de, Müslümanların Endülüs’teki başarılarıdır.
Tarık Bin Ziyad, Emevî halifesi Velîd bin Abdülmelik zamanında (705-715) Kuzey Afrika valisi, Mûsâ bin Nusayr’ın âzâdlı kölesi idi. Mûsâ bin Nusayr, onda, sağlam karakter, kahramanlık, azim ve irâde, isâbetli karar verme, fasîh konuşma, dinliyenlerde derin tesîrler uyandıracak kuvvetli bir hitâbet görünce, onu Endülüs'ü (İspanya'yı) fetihe gönderdi.
Târık bin Ziyâd, emrindeki dört gemi ve yedibin asker ile 711 yılında Endülüs'e hareket etti. Yolculuk esnasında, geminin güvertesinde kendisini hafif bir uyku hâli kapladı. Rüyâda karşısında Peygamber efendimiz vardı. Resûlullah ve Eshâbı, kılıçlarını kuşanmış, yaylarını germiş halde idiler. Peygamber efendimiz: “ Ey Târık!.. Yoluna devam et!” buyurdu. Târık bin Ziyâd uykudan uyandığında, sevincinden yerinde duramıyordu. Endülüs'ün fethinden artık emîn idi.
“Geri dönüş yok!”
Bu sevinç içinde karaya çıkan Târık bin Ziyâd bütün gemileri yaktırdı. Sonra da askerlerine şöyle hitâp etti:
“Ey mücâhid kardeşlerim! Görüyorsunuz, arkamızda deniz, önümüzde Endülüs var. Artık geriye dönüşümüz kalmadı. Bu toprakları almaktan başka çâremiz yoktur.
Ey askerlerim, bize ancak doğruluk ve sabır yaraşır. Kısa zamanda hedefe varamazsak, kendimizi telef etmiş ve karşı tarafa cesâret vermiş oluruz. Bunun için herhâlükârda, harbi kazanmamaz gerekmektedir. Biliyorum ölümden korkmazsınız fakat, ölmek çâre değildir. Hedefimiz ölmek değil, İslâmı yaymaktır.
Ey askerlerim, benim durumum da sizinkinden farklı değildir. Bildirdiğim tehlîkeler, aynen benim için de geçerlidir. Kendimi tehlîkeden bertaraf edip, sizleri ölüm ile karşı karşıya getirmiş değilim!
Sıkıntılara, tehlîkelere katlanmadan, rahata kavuşulamaz. Sıkıntılara katlanın ki, sonunda tatlı meyveleri toplıyalım. Halîfemiz sizin yiğitliğinizi, kahramanlığınızı bildiği için bu işle görevlendirdi.
Yapacağınız kahramanlık asırlarca anılacak, bütün müslümanlardan hayır dua alacaksınız. Savaşta, sizden önde olacağım, bütün gücümle saldıracağım.Eğer, hedefe varamadan şehîd düşersem, hemen içinizden birini komutan tayin edin, savaştan dönmeyin!.”
Târık bin Ziyâd'ın bu ateşli sözleri, müslüman eskerleri heyecanlandırdı. "Gemileri yakmak" tabiri işte bu hâdiseden beri kullanılır oldu.
Nihâyet iki ordu karşı karşıya geldi. Düşman eskerleri 100 bin civârındaydı. Târık bin Ziyâd elçiler göndererek şu teklîfte bulundu: “Seni ve halkını İslâma davet ediyoruz. Müslüman olursanız kardeşim olursunuz, bağrımıza basarız. Kabûl etmezseniz, cizye ve harac vererek canınızı kurtarırsınız. Bunu da reddederseniz, aramızı kılıç düzeltecektir.”
Kral, askerlerinin çokluğuna güvenerek, bu teklîfi kabûl etmedi. Müthiş bir savaş başladı. Târık bin Ziyâd, akıl almaz bir şekilde savaşıyordu. Çarpışa çarpışa, Kral Roderiche ulaştı. Seri bir kılıç darbesiyle onu yere serdi. Krallarının öldüğünü gören, düşman askerleri, şaşkın şekilde, sağa-sola kaçmaya başladılar. Mücâhidler, kısa zamanda, düşman askerlerinin çoğunu kılıçtan geçirdiler ve bir kısmını da esîr aldılar. Müslümanlar böylece, 275 sene hüküm sürecekleri, İspanya'ya (Endülüs'e) girmiş oldular. Burada, Avrupalılara insanlığı, medeniyeti öğrettiler. Hıristiyanlık âlemini uyandırıp, bugünkü ilerlemenin esas temelini ortaya koydular. O zamanın Avrupası, ilimden, medeniyetten bîhaberdi... Karanlık çağlarını yaşıyordu.
Kısa Endülüs'te ilim ve fen çok ilerledi. Sarayı ve devlet dâireleri birer ilim kaynağı oldu. Her memleketten ilim öğrenmek için Kurtuba'ya akın akın toplandılar. Kurtuba'da büyük ve mükemmel bir tıp fakültesi kurdu. Avrupa'da ilk yapılan tıp fakültesi de yine budur. Avrupa kralları ve devlet adamları, tedâvî için kurtuba'ya gelir, gördükleri medeniyete, güzel ahlaka, misâfirperverliğe hayrân kalırlar, iyileşip ülkelerine dönerlerdi.
Dinden uzaklaşınca…
Ancak, bir müddet sonra maalesef ilerlemenin, bu medeniyetin lokomotifi olan islâm ahlâkını, Allahü teâlânın emirlerini bıraktılar. Hatta ve hatta, Ehl-i sünnet i'tikâdından ayrıldıkları gibi, bir de düşman oldular. Din yerine felsefi inançlara sarıldılar. Yalnız ilim ve fennin tek başına kendilerini hedefe götüreceğini zannettiler.
Böyle oldukları için de, Pirene dağlarını aşamadılar. 1031'de Ümeyye devleti çöktü. Daha sonra, İspanyollar, Gırnata şehrini de alıp müslümanları kılıçtan geçirdiler. O güzelim sanat eserlerini yerle bir ettiler... Böylece Allahü teâlânın emirlerine uymamanın cezâsını buldular. Fakat bu çöküş bir açıdan faydalı oldu. Eğer, İspanya fâciası olmasaydı, felsefeci İbnürrüşd'ün ve İbni Hazm'ın bozuk fikirleri, din ve îmân hâlini alıp dünyaya yayılacak, bugünkü hazîn levha, asırlar öncesinden meydâna çıkacaktı.
|
17 Nisan 2007 Salı
|
"Emir olunmadıkça hareket etmeyiz"
|
Bir asırdır Ortadoğu karışık, hergün daha da karışmakta, akan kan bir türlü durdurulamamakta. Osmanlının tarih sahnesinden çekilişinin üzerinden neredeyse bir asır geçti; bu bölgelerde hala Osmanlının boşluğu doldurulamadı. Doldurulamaz da. Osmanlıyı yıkanlar da bunu biliyordu.
İngiliz Lordlar Kamarası’nda bu husus günlerce tartışıldı. Churchill, her neye mal olursa olsun Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını savunuyordu. Bunun tersini savunan pek çok İngiliz devlet adamı da vardı. Hatta bunlar Osmanlıyı savunan, lobiler, dernekler oluşturdular: “Tarihi bir hata yapıyoruz. Osmanlı bölgede önemli bir denge unsurudur. Bu denge bozulursa, bu bölgelerde huzur kalmaz. Buna biz sebep olduğumuz içinde tarih bizi hiçbir zaman affetmez.” fikrini savunuyorlardı. Churchill yanlıları galip geldi. Altı asırlık, hoşgörü ve denge unsuru Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına karar verildi.
Şimdi, başta ABD olmak üzere pek çok devlet Osmanlının, üç kıta üzerine yayılan insanları, çeşitli din, ırk ve kültür farklılıklarına rağmen, altı asırdan fazla nasıl idare ettiğini araştırıyor.
En iyi yönetim
Meşhur İngiliz tarihçisi Toynbee, “Bütün tarih boyunca, Ortadoğu ve Balkanları hakimiyetinde birleştiren tek devlet Osmanlı İmparatorluğudur; ne Persler ne Roma ne de Arap imparatorlukları, buna muvaffak olmuşlardır. Buralarda en geçerli, en uzun, en iyi yönetimi, Osmanlılar kurabilmiştir.” demek zorunda kalmıştır.
Aslında Osmanlının başarısı, devletin kurucusu Osman Gazi’nin oğluna yaptığı şu vasiyette gizlidir: “Zâlim olma! Alemi adaletle şenlendir. Ve Allah için dine hizmeti terk etme. Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbal ve hilm göster! Askerine ve malına gurur getirip, İslamiyet ehlinden uzaklaşma! Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız Allahın dinini yaymaktır. Yoksa, kuru gavga ve cihangirlik davası değildir.”
Kendisinden sonraki bütün Osmanlı padişahları, bu vasiyeti devletinin anayasası kabul ettiler. Bu doğrultuda, her işlerinde İslamiyet'e uydular. İslam ahlakından, İslam adaletinden hiç ayrılmadılar. Bu yüzden Abdülgani Nablusi gibi bazı İslam büyükleri, “Yeryüzünü salih kullarıma miras bırakırım” mealindeki ayet-i kerimenin Osmanlı sultanlarını övdüğünü bildirmişlerdir.
Osmanlı Padişahları, her işlerini dine uygun olarak yapmaya çalışmakla beraber, önemli işlerinde de mutlaka manevi bir işaret beklerlerdi. Bunun pek çok örnekleri vardır. Mesela, devletin güçlenmesinde, büyümesinde büyük hizmetleri geçen, Osmanlı sultanlarının en dirayetli, en kararlı padişahlarından Yavuz Sultan Selîm Han'ın sır arkadaşı Hasan Can, pâdişâhla aralarında geçen bir hâdiseyi şöyle nakletmektedir:
Bir sabah, namazımı kıldıktan sonra, hemen Sultânın hizmetine koşmuştum. Bana, bu gece hiç görünmedin, ne yapıyordun?” diye sordu. “Birkaç geceden beri uykusuz kaldığım için, bu gece gaflet bastırıp hizmetinizden uzak kaldım” diyerek özür diledim. Bunun üzerine, “ Öyleyse şimdi anlat bakalım, bu gece nasıl bir rüyâ gördün?” dedi. “Anlatılacak değerde bir rüyâ görmedim” diye cevap verdim. Bunun üzerine, “Bu nasıl sözdür? İnsan bir gecenin tamamını uyku ile geçirsin de hiç rüyâ görmesin. Hayret doğrusu!” dedi.
Huzurundan ayrıldıktan sonra, Hasan Ağanın yanına gittim. Kendisini üzüntülü gördüm. Hazînedârbaşı dedi ki:
- Kardeş! Ağa bu gece bir rüyâ görmüş. Daha o uykunun mahmurluğundadır.
- Allah rızâsı için söyleyin ki, devletlü Pâdişâhımız, elbette bir rüya görmüşsündür diye hiç durmadan beni sıkıştırdı durdu. Herhâlde bu türlü ısrâr edip durmaları sebepsiz yere değildir. Ona iyi bir armağan olur, hemen anlatınız!
Şöyle anlattı:
"Bu gece rüyâmda, bu eşiğinde oturduğunuz kapıyı hızlı hızlı çaldılar. Ne haber vardır deyip kapıya koştum. Baktım ki, kapı biraz aralanmış dışarısı görünüyor, fakat bir adam sığacak kadar değildir. Bu aralıktan baktığımda gördüm ki, Harem dâiresi nûr yüzlü kimselerle dolu. Ellerinde bayraklar, silâhlar ve başka âletler ile hazır vaziyette duruyorlardı. Kapı dibinde ise nûr yüzlü dört kişi duruyordu. Onların ellerinde de birer sancak vardı. Pâdişâhımızın sancağı, kapıyı çalanın elindeydi.
Haremeyn'in hizmeti
O zât, bana dedi ki:
- Biz neye geldik, bilir misiniz? Ben de "Buyurun" dedim. Bunun üzerine:
- O gördüğün kişiler, Resûlullah efendimizin eshâbıdır. Bizi dahî Resûl-i ekrem efendimiz gönderip, Sultan Selîm Hâna selâm söyledi ve buyurdu ki: "Haremeyn'in (Mekke ve Medîne'nin) hizmeti kendisine verildi, kalkıp gelsin."Gördüğün bu dört kimsenin birisi Ebû Bekr-i Sıddîk, diğeri Ömer-ül Fârûk ve bir diğeri de Osmân-ı Zinnûreyn'dir. Ben de, Ali bin Ebî Tâlib'im. Bunu hemen varıp Selîm Hâna söyle! dedi ve gözümün önünden yok olup gittiler."
Hasan Ağanın rüyâsını hemen koşup Sultana aynen naklettim. Anlattıkça mübârek yüzü kızarmaya başladı ve nihâyet dayanamayıp, mübârek gözlerinden yaşlar boşandı.
- Ey Hasan Can! Sana demez miyiz ki, biz, bir tarafa memur olunmadıkça hareket etmeyiz. Ecdâdımızdan her biri evliyâlıktan nasîbini almışlardır. Herbirinin nice kerâmetleri vardır, dedi. Meğer ki kendisi de aynı rüyâyı görmüş.
|
24 Nisan 2007 Salı |
|
Nankörlük eden cezasını bulur
|
İnsanoğlu aciz, muhtaç, zavallı bir varlıktır. Sahip olduğu maddi manevi her nimete, Cenab-ı Hakkın, ihsanı ve dilemesi ile kavuşmaktadır. Sağlıklı olması, hayatiyetini idame ettirecek dünyalık nimetlere kavuşması, hep bu ihsan ile olmaktadır.
İnsanoğlu o kadar acizdir ki; bir gün sonra, kendisinin ve yakınlarının hayatta kalıp kalmayacağından, sağlıklarının bu şekilde devam edip etmeyeceğinden, mal varlığının elinde kalıp kalmayacağından, nafakasını temin ettiği işinin devam edip etmeyeceğinden emin değildir.
Bütün bunlara rağmen insanoğlu, pek çok zaman acizliğini, zavallığını unutup, sahip olduğu nimetleri kendinden bilmektedir. Gaflete düşüp; bu nimete kendi eliyle, kendi çalışmasıyla kavuştuğu zehabına kapılmaktadır. Allahü teâlânın lutfu ve ihsânı olduğunu unutmaktadır.
Cezasız kalmaz
İnsanı, yaptıklarını kendinden bilmeye, övünmeye sürükleyen, şükretmeyi unutturan sebeplerin başında cehâlet ve gaflet gelmektedir. Bu kötü huydan kurtulmak için, her şeyin Allahü teâlânın dilemesi ile ve yaratması ile meydana geldiğini ve akıl, ilim, ibâdet etmek, mal ve makam gibi kıymetli nimetlerin, Allahü teâlânın lutfu ve ihsânı olduklarını düşünmek lâzımdır.Böyle düşünmemek, Cenab-ı Hakka karşı nankörlük olur. Bu da cezasız kalmaz.
Ebû Hüreyre hazretleri, bununla ilgili Peygamber efendimizden şöyle bir kıssa nakleder:
İsrâiloğullarından, üç kişi vardı. Birisi, vücûdunda çeşitli benekler bulunan, görünüşü çirkin bir kimseydi. Diğeri kör, öteki de saçları dökülmüş bir keldi. Allahü teâlâ bunların üçünü de bir melek vâsıtası ile imtihân etti.
Önce, cildi çirkin görünene insan kılığında bir melek gönderdi. Melek kendisine dedi ki:
- En çok sevdiğin, istediğin şey nedir?
- Cildimin, görünüşümün güzel olmasıdır. Cildim güzel olursa, başkalarının çirkin gördüğü, aşağıladığı bu hastalıktan kurtulmuş olurum. Allahtan en çok bunu isterim.
Melek, o kimsenin cildine elini sürdü. Hastalığı tamamen geçti. Benek benek olan vücûdu güzel bir hâle geldi.Sonra tekrar sordu:
- Hangi malı çok seversin?
- Deve yâhut sığır.
Kendisine hemen on tane dişi deve verildi. Melek:
- Allah bunları sana mübârek etsin, diyerek yanından ayrıldı.
Melek sonra, başı kel olanın yanına geldi, aynı şeyi ona da sordu:
- En çok sevdiğin, istediğin şey nedir?
- Allahın bana güzel bir saç vermesini, insanların hoş karşılamadığı, kellikten kurtulmayı isterim. Melek, onun başına elini sürdü. Kelliği kaybolup, güzel saçları oldu. Melek daha sonra:
- En çok sevdiğin mal hangisidir? diye sordu. O da:
- Sığır, diye cevap verdi.
Hemen kendisine, yavrulamak üzere olan inekler verildi. Melek:
- Allah, sana bunları mübârek kılsın, diyerek yanından ayrıldı.
Son olarak da gözleri kör olanın yanına gelerek:
- Hangi şeyi daha çok sever ve istersin? diye sordu. O da:
- Allahın gözlerimi açmasını, böylece insanları ve her şeyi görmeyi isterim, dedi.
Melek, eli ile mesh etti. Adamın gözleri açıldı. Sonra da:
- En çok sevdiğin mal nedir, diye sordu. O da:
- Koyun, dedi.
Kendisine yavrulamak üzere olan koyunlar verildi.
Üçüne de verilen hayvanlar çoğaldı. Develer, sığırlar ve koyunlar birer vâdiye sığmayacak hâle geldi. Bir zaman sonra Melek, cildi, görünüşü bozuk olan kimsenin eski sûretinde olarak yanına geldi. Kendisine dedi ki:
- Ben yoksul bir adamım, bir deve vermeni isterim.
O, bu isteği hoş karşılamadı ve istenilen deveyi de vermedi. Bunun üzerine Melek dedi ki:
- Ben seni tanıyor gibiyim. Sen, insanların cildinden nefret ettiği kimse değil misin? Sonra Allah, sana bu ni'metleri verdi.
- Hayır, bu mal bana babadan, dededen kaldı.
- Eğer yalan söylüyorsan, Allah seni eski hâline döndürsün.
Bu kimse hemen eski hâline geldi.
Melek daha sonra, başı kel olanın yanına gitti. Aynı şekilde onu da imtihan etti. O da diğeri gibi cevap verdiği için, Allah onu da eski hâline getirdi.
Melek daha sonra gözleri kör olanın yanına gitti. Ona dedi ki:
- Ben yoksul bir kimseyim. Senden bir koyun istiyorum.
- Ben önce kör idim. Allah bana göz ni'metini verdi. Bu ni'metin şükrünü yapmam mümkün değil. İstediğin kadar koyun alabilirsin.
Bunun üzerine melek dedi ki:
- Malın senin olsun. Siz üç kişiydiniz. Üçünüz de imtihâna tâbi tutuldunuz. Sen imtihânı kazandın. Allah senden râzı oldu. Fakat iki arkadaşın imtihânı kaybetti. Ni'metin kıymetini bilmedikleri için cezâlandırılıp eski hâllerine getirildiler.
İbret alınmadığı için
Geçmişte bu konu ile ilgili daha pek çok ibretli olaylar yaşanmıştır. Cenab-ı Hak Sebe halkına, pek çok nimetler vermişti. Bunlara karşılık olarak da bu kavme, nimetlere şükür etmelerini, gönderdiği Peygambere iman etmelerini istedi. Fakat, Sebe halkı Peygambere inanmadılar. Üstelik, "Allahın bize nîmet verdiğine filan da inanmayız. Bunları biz kendimiz kazandık. " dediler. Sebe sûresinde, Sebe halkı için, “(Onlara dedik:) Rabbinizin rızkından yeyin ve O'na şükredin. Ama onlar yüz çevirdiler. Bu yüzden üzerlerine Arim selini gönderdik.” buyuruldu.
İnsan gafil olduğu için, olaylardan ibret almamış, bunun için de tarih boyunca sık sık gaflete düşmüş başına olmadık işler gelmiş. İnsanın dünyada sıkıntıya düşmesi âhırette sonsuz nimetlerden mahrum kalması hep bu gaflet sebeyle olmuştur.
|
01 Mayıs 2007 Salı
|
Gazaba uğramış kimseler
|
Bütün sıkıntıların, perişanlıkların, olumsuzlukların sebebi; aşırılıklar, sınır tanımamazlıklar ve haddini bilmemezliklerdir. Cenab-ı Hak insanı, başıboş bırakmamış, neyi yapacağını, neyi yapamayacağını bildirmiş, herşeyin ölçüsünü, sınırını tayin etmiştir. Bu sınırlara uymayan, haddi aşan sıkıntılara maruz kalmıştır. Örneğin sevgi meselesi. Dinimizde sevginin de sınırları vardır. Anne baba sevgisi, çocuk sevgisi, karı-koca sevgisi ve dünya malı sevgisi gibi her birinin kendine göre sınırı vardır. Mesela dünya malına olan sevgi ve bağlılık; hayatta kalmak için bir vasıta ve ahıreti kazanmak için bir vesile noktasında kalmaz, ona tapma noktasına gelirse sınır aşılmış olur. Arkasından, sıkıntılar belalar gelir. Kitaplarda bununla ilgili pek çok ibretli kıssalar bildirilmektedir:
İsa aleyhisselam, havarileri ile seyahat ederken, bir köye uğradı. Köy halkının kimisini kapı önünde, kimisini sokak ortasında ölü buldu. Bu manzarayı görünce, İsa aleyhisselam havarilerine buyurdu ki:
- Bunlar Allahü teâlânın gazabına uğramış kimselerdir.
Havariler dediler:
- Bunların günahlarının ne olduğunu öğrenmek isteriz.
Bunun üzerine, İsa aleyhisselam Allahü teâlâdan ölüm sebebini bildirmesini niyaz etti. Allahü teâlâ şöyle bildirdi:
“Gece olunca sen kendilerine sor! Cevabını alırsın.”
Ona köle olmayın
Gece olunca, İsa aleyhisselam sordu:
- Ey köy halkı, başınıza gelen nedir?
İçlerinden birisi cevap verdi:
- Ey Allahın peygamberi, dünya malı sevgisine dalmamız sebebiyle bu hâle geldik.
- Dünyayı nasıl sevdiniz?
- Dünyayı ahireti kazanmada bir vasıta, bir gaye bilmedik. Bir annenin çocuğunu kaybettiği vakit ağladığı, bulduğu vakit sevindiği gibi, biz de dünya malını kaybettiğimiz zaman çocuklar gibi ağlar, bulduğumuz zaman da çok sevinirdik.
- Peki niçin hep sen konuşuyorsun, başkaları konuşmuyor?
- Ben onların yanında bulunuyordum. Onlardan değilim. Onlar şimdi çok fecî bir şekilde azap gördüklerinden, cevap verecek hâlleri yoktur. Ben cehennemin bir kenarında bekliyorum. Sonum ne olacak bilmiyorum.
Bunun üzerine İsa aleyhisselam havarilerine buyurdu:
- Dünyayı kendinize efendi edinirseniz, o da sizi kendisine köle eder. Dünyalık peşinde koşan, durmadan tuzlu su içen gibidir. İçtikçe harareti artar. Ey havarilerim, sizin için ben dünyayı sırtüstü yere vurdum. Sakın benden sonra onu ayağa kaldırmayın! Çünkü o habistir. Onu seven Allaha isyan eder. Ahiret ancak onu terketmekle elde edilir.
Hasta, hastalığı sebebiyle, yemeğin tadını alamadığı gibi, dünyaya bağlılıkta sınırı aşan bir kimse de, ibadetlerin tadını alamaz. Bir gün peygamber efendimiz, Dahhak hazretlerine sordu:
- Tuzlu ve baharatlı yemekleri yiyip, üzerine süt içen sen misin?
- Evet öyledir, ya Resulallah.
- Bu yemekler nereye gidiyor, ne oluyor?
- Sonu mâlum, ya Resulallah.
- İşte Allahü teâlâ, dünyanın sonunu Âdemoğlunun yediği yemeğin sonuna benzetmiştir.
Birgün Musa aleyhisselam yolda giderken, ağlayan bir kimse gördü. Dönüşte, aynı kişinin yine ağladığını görünce dedi ki:
- Ya Rabbî! Bu kimse senin korkundan durmadan ağlıyor, senden af diliyor.
Allahü teâlâ buyurdu ki:
- Ya Musa! Onun gözyaşları ile beyni de aksa yine affetmem. Çünkü onun kalbinde dünya sevgisi var.
Hz. Ali’ye dünyayı sorduklarında, buyurdu ki:
- Dünya helaline hesap, haramına azap olan bir yerdir.
Bişr-i Hafî hazretlerine dediler ki:
- Falan zengin öldü.
- Dünyayı topladı. Fakat kendini dağıtarak ahirete gitti.
- Fakat, birçok iyilik yaptı, hayır hasenatta bulundu.
- Hayır ona fayda vermez. Çünkü o, dünyanın peşinde koşuyordu. Kalbinde dünya sevgisi vardı. Yaptıkları dünyalık menfaat içindi.
Kötülüklerin kaynağı
Muhammed aleyhisselama peygamberliği bildirildiğinde, şeytanlar İblisin başında toplanarak, üzüntülerini bildirdiler. Bunun üzerine İblis onlara sordu:
- Bunlar dünyayı severler mi?
- Evet, dünyayı severler.
- Öyleyse üzülecek birşey yok. Onlara birçok haksız kazanç sağlatırım. Lüzumsuz masraf yaptırırım ve lüzumlu yere para harcatmam. Zaten her kötülük bu üç şeyden meydana gelir.
Bütün bu olaylarda anlatılan dünya; ahıretini unutturan, harama sürükleyen, zevk ve safaya düşüren, dinden uzaklaştıran mallardır. Dünya mallarına sevgide, bağlılıkta, sınır aşılmaz bunların geciçi şeyler olduğu bilinir, ahıreti kazanmada vesile olarak kullanılırsa bunlar zararlı değil faydalı dünyalıklar haline dönüşür. Dinimiz böyle malı kötülememiş, aksine methetmiştir.
|
08 Mayıs 2007 Salı |
|
|
Kılınış sırasına göre namazın hükümleri
|
Namazda yapılan fiillerin, hareketlerin, okunacak şeylerin hükümlerini bilmek lâzımdır. Bu hükümler bilinmezse, bunlar yapılmadığında veya yanlış yapıldığında, telâfisi, düzeltilmesi mümkün olmaz. Meselâ, yapılması farz olan bir fiil, unutulduğunda namaz olmaz. Yapılması vacib olan bir fiil unutulduğunda ancak secdei sehv ile telafisi mümkün olur.
Namazdaki bu fiilerin hükümleri sırasıyla şöyle: Kıyam yani ayakta durmak farz, elleri kulağın hizâsına kaldırmak sünnet. Ellerin ayasını, içini kıbleye yöneltmek sünnet. Erkeklerin baş parmağını kulağın yumuşağına değdirmesi ve kadınların, ellerini omuz hizâsına kaldırmaları müstehab.
İlk tekbîr, yanî (Allahü ekber) demek farz. Diğer ara tekbîrler sünnet. Tekbîr aldıktan sonra, el bağlamak sünnet. Sağ eli, sol elin üstüne koymak, sünnet. Erkeklerin, ellerini göbekten aşağı bağlaması ve kadınların, göğsüne koyması sünnet. Erkeklerin, sağ elin parmaklarıyla sol elin bileğini pekçe kavraması müstehab.
Kıyam, rükü ve secde
Kıyamda, İmâm olsun, cemâ'at olsun ve yalnız olsun Sübhâneke okumak sünnet, E'ûzü okumak sünnet,Besmele okumak sünnet. İmam ve yalnız kılan için Fatiha-i şerife okumak vacib. Fatihadan sonra, üç ayet, yahut, üç ayet kadar uzun bir ayet okumak vacib. Sünnetlerin ve vitrin her rekatinde, yalnız kılarken farzların iki rekatinde, ayakta Kur’an-ı kerimden bir ayet okumak farz. Fatihadan sonra, hafif sesle “amin” demek sünnet. Kıyâmda, ayakta iki ayak arasında dört parmak açıklık bulundurmak, rükü'a giderken topukları birleştirmek sünnet.
Rükü'da belini eğmek farz. Bir kere (Sübhânallah) diyecek kadar kalmak vâcib. Üç kere (Sübhâne rabbiyel azîm) demek sünnet. Beş kere veya yedi kere demek müstehab. Rükü'dan kıyâma doğruldukta ve iki secde arasında doğrulup oturdukta, bir kere (Sübhânallah) diyecek kadar beklemek, vâcib. Rüküdan kalkarken imamın ve yalnız kılanın (Semiallahü limen hamideh) demesi sünnet. Rüküdan kalkınca (Rabbena lekel-hamd) demek sünnet
Secdede, başını secdeye koymak farz. Bir kere (Sübhânallah) diyecek kadar beklemek vâcib. Üç kere (Sübhâne rabbiyel a'lâ) demek sünnet. Beş kere veya yedi kere demek müstehab. Secdede burnu, alın ile beraber yere koymak vacib. (Secdeye giderken yere yakın olan uzuvlar önce konulur, kalkarken de tersi yapılır. Secde yaparken, önce iki diz, sonra iki el, sonra burun ve sonra alın yere konur. Baş parmaklar, kulaklar hizâsında olur.)
Secdede, ayakların, en az birer parmağını yere koymak farzdır. Ayakları ve başı örtmek sünnettir. (Başı açık, yalın ayak ve kısa kollu gömlek ile namaz kılmak mekruhtur. )
Ayak parmaklarının uçlarını kıbleye karşı tutmak, otururken sol ayağını yere yatırıp, sağ ayağını dikip oturmak sünnet. Secdede dirsekleri bedenden, karnı da uyluklardan açık tutmak müstehab. Namazda, kıyamda secde yerine bakmak, rüküa gittiği zaman, ayaklarına bakmak, secdede burnun iki yanına bakmak, tehıyyata oturunca, dizlerinin üstüne bakmak müstehab.
Rükuda ellerini dizlerinin üzerine koyup, parmaklarını açmak, secdede, el parmaklarını bitiştirmek, tehiyyatta, elleri dizlerinin ucu ile beraber tutup, parmaklarını kendi haline bırakmak sünnet.
(Kadınlar, namaza dururken, ellerini omuzlarına kadar kaldırır. Ellerini kol ağzından dışarı çıkarmaz. Sağ avucu sol üzerinde olarak göğüs üstüne kor. Rükü'da az eğilir. Belini kafası ile düz tutmaz. Rükü'da ve secdede parmaklarını açmaz. Birbirlerine yapıştırır. Ellerini dizlerinin yukarısına kor. Dizlerini büker. Dizlerini tutmaz. Secdede kollarını, karnına yakın olarak yere serer. Karnını uyluklarına yapıştırır. Kadınlar, teşehhüdde, ayaklarını sağa çıkararak yere oturur. El parmaklarının ucu dizlerine uzanır. Parmakları birbirlerine yapışık olur.)
Vitir namazının üçüncü rekatinin sonunda kunut duası okumak vacib. Ka'de-i ûlâda, yani ilk oturuşta oturmak, vâcib. Ka'de-i ahîrede, yani son oturuşta oturmak farz. Son ka'dede tehıyyât okumak vâcib.
Ka'de-i ahîrelerde, salevât yanî Salli - Bârik okumak sünnet. İkindi ve yatsının dört rek'at sünnetlerinde her ka'dede, her iki oturuşta da salevât düâlarını okumak sünnet, diğer duâları okumak müstehab. Selâm vermek, vâcib. Ve selâmda, iki yanına bakmak sünnet. Dikkatle bakmak müstehab.
Hükümleri bilmek lazım
Namazın farzlarından birini terk eden veya unutan, namaz içinde telafi etmemişse namazı olmaz yeniden kılar. Namazın vaciblerinden birini bilerek yapmamak, namazı bozmaz. Fakat günah olur. Yeniden kılınması vacib olur. Bir vacibi unutarak yapmayan, (Secdei sehv) eder. Bir vacibi veya secdei sehvi unutan affolur. Secdei sehv, bir farzın tehirinde veya bir vacibin terk ve tehirinde yapılır. Bir farzı veya vacibi vaktinden önce veya sonra yapan da secdei sehv yapar. Birkaç kere secdei sehv icab etse, bir kerre yapmak yetişir. Secdei sehv yapmak için, bir tarafa selam verdikten sonra, iki secde yapıp oturur ve namazı tamamlar.
Sünnetleri terk etmek ise, namazı bozmaz fakat mekruh olur, yani namazın sevabını azaltır. Namazın kabul olması veya sevabının eksik olmaması için bildirilen hükümlerin eksiksiz olarak yerine getirilmesi gerekir. Bunun için de bu hükümlerin doğru olarak bilinmesi lazım.
|
15 Mayıs 2007 Salı |
Müşahhas tapınmaktan mücerret tapınmaya
|
Meşhur Amerikan fen adamı Edison'u hepiniz bilirsiniz. Birçok buluşları yanında, ilk elektrik ampulünü yaparak her yeri aydınlatan meşhur bir kâşiftir. Bu ünlü fen adamının pek bilinmeyen bir yönünü, onun en yakın mesâi arkadaşı olan Martin André Rosonoff şöyle anlatır:
“Birgün laboratuvara girince, Edison'u kendinden geçmiş, çok dalgın bir halde, hiç kımıldamadan, elinde tuttuğu bir kaba baktığını gördüm. Yüzünde büyük bir hayret, hürmet, takdîr ve ta'zîm ifâdesi vardı. Yanına tam yaklaşıncıya kadar, geldiğimin farkına varmadı bile.
Sonra beni yanında görünce, elindeki kabı bana gösterdi. Kap, cıva ile doluydu. Bana,
- Şuna bak, dedi. Bu ne mu'azzam bir eserdir! Sen cıvanın hârikulâde birşey olduğuna inanır mısın?
- Cıva, hakîkaten hayrete değer bir maddedir, diye cevap verdim.
Edison konuşurken sesi titriyordu. Sonra mırıldandı:
- Ben cıvaya bakınca bunu yaratanın büyüklüğüne hayrân oluyorum. Buna ne türlü hâssalar vermiş. Bunları düşündükçe, aklım başımdan gidiyor.
“Ben bir hiçim”
Sonra tekrar bana döndü, konuşmasına şöyle devam etti:
- Bana dünyadaki bütün insanlar hayrandır. Benim yaptığım birçok keşifleri, birçok yeni buluşları birer hârika, birer başarı zannediyorlar. Beni, insan üstü bir varlık gibi görmek istiyorlar.
Hâlbuki, ne büyük hatâ! Ben, beş para bile etmiyen bir hiçim. Benim keşiflerim esâsen dünyada bulunan, fakat o zamana kadar insanların göremedikleri büyük hârikaların ufacık bir kısmını meydana çıkarmaktan ibârettir.
Bunu ben yaptım diyen bir insan, en büyük yalancı, en büyük budaladır. İnsan, elinden hiçbir şey gelmiyen âciz bir mahlûktur. İnsan, ancak bir parça konuşabilen, biraz düşünebilen bir mahlûktur. İyi düşünse, kibre, gurûra kapılmaz, aksine, ne kadar boş olduğunun farkına varır.
İşte ben de, bunları düşündükçe, ne kadar kudretsiz, ne kadar âciz, ne kadar zayıf bir mahlûk olduğumu anlıyorum. Ben mûcidim ha! Asıl mûcid, asıl dâhî, asıl yaratıcı işte O'dur, Allahtır!”
Ünlü Rus yazarı Solzhenitsyn da, komünizmin baskınısından kaçıp Amerika'ya yerleştiği zaman, kendisinin büyük sıkıntılardan, rûhî bunalımlardan, makina olmaktan kurtulacağını zannetmişti.
Birgün, bir üniversitede Amerikan gençlerini başına toplıyarak onlara, şöyle hitap etti:
"Ben buraya gelince, çok bahtiyâr olacağımı zannetmiştim. Ne yazık ki, burada da büyük bir boşluk hissediyorum. Çünkü siz, artık maddenin esîri olmuşsunuz.
Evet, burada hürriyet var, herkes istediğini yapıyor. Fakat, ancak maddeye ehemmiyet veriyor. Rûhları bomboş. Hâlbuki, insanı hakîkî insan yapan, onun gelişmiş, temizlenmiş rûhudur. Size tavsiyem şudur: Rûhunuzu geliştirmeye, güzelleştirmeye bakın! Ancak o zaman, memleketinizde bulunan ve sizi de üzen çirkinlikler yok olmaya başlar.
Dîne önem verin! Din, insan rûhunun gıdâsıdır. Dînine bağlı insanlar, her işte sizin en büyük yardımcınız olacaktır. Çünkü, onları Allah korkusu doğru yoldan ayırmaz. Sizin en büyük zâbıta kuvvetiniz bile, herkesi gece gündüz murâkabe edemez. İnsanları fenâlıktan alıkoyan polis değil, onların duyduğu Allah korkusudur."
Aslında sadece bu iki zat değil, bütün fen adamları, ilim adamları Yaratıcının varlığına inanmakta ve kendi anlayışları doğrultusunda başkalarını da buna yönlendirmeye çalışmaktadırlar. Fakat, İslamiyet ile şereflenemedikleri için, ne kendilerine ne de başkalarına faydaları dokunuyor. Ruhi boşluklarını dolduramıyorlar. İnsanın rûhu da, bedeni gibi gıdâya muhtâçtır. Bu da, ancak gerçek bir îmân ile kâbildir ve Allahü teâlânın yolunu ancak gerçek din gösterir.
Dün olduğu gibi bugün de, herkes dinin lüzümuna inanmakta. Dinin insanın iç aleminde, toplumların kontrol altında tutulmasında, huzurun sağlanmasında önemini dile getirmekte. Dinli dinsiz herkes bu konuda aynı düşüncede. Çünkü yaratıcıya inanma, insanın yaratılışında, mayasında vardır. Ateist olduğunu söyleyenler bile farkında olmadan bir şeye inanmaktadır. Cenab-ı Hakkın, yarattığı canlı cansız bütün varlıklardaki nizam ve intizamı görüpte inanmamak mümkün değildir. Ancak aklından bir zoru olanlar inanmakta tedettüde düşer.
Kendi arzusuna göre din!
Günümüzdeki esas sıkıntı inanmamakta değil, çünkü öyle böyle herkes bir şeye inanıyor. Esas sıkıntı, neye, nasıl inanılacak konusunda. İnsan kendi düşüncelerine, kendi arzularına göre bir şeye inanmak istiyor. İnandığı şeyin kendisine sınır getirmesini istemiyor. Dinin sınırlarını kendisi koymak istiyor. Bu da dinsiz din anlayışıdır. İnsanlar, eskiden kendilerinin yonttukları müşahhas tanrılara tapınıyorlardı, şimdi de mücerret olan, iç dünyalarında teşekkül ettirdikleri tanrılara tapınıyorlar.
Bu da, Cenab-ı Hakkın gönderdiği, insanların dünya ve ahıret saadetini temin edecek bir inanç, bir din olmadığı için de, rahat ve huzura kavuşamıyor. İnsanoğlu her türlü, konfora, maddi imkanlara rağmen huzursuzluktan, sıkıntıdan, inanç boşluğundan bir türlü kurtulamıyor.
Hangi dinden, hangi inançtan olursa olsunlar bütün insanlar, İslamiyete yönelmedikçe, Müslümanlar da, İslamiyetin emir ve yasaklarını kendi arzularına göre yorumlamaktan vazgeçmedikçe, Cenab-ı Hakın vadettiği gerçek huzura kavuşmaları mümkün değildir.
|
22 Mayıs 2007 Salı |
İstanbul'un fethinin manevî cephesi
|
Bugün İstanbul'un fetih günü. İstanbul, 554 sene önce bugün fethedilmişti. Bu önemli fethin bir görünen cephesi, bir de görünmiyen, manevî cephesi vardır. Bilinen cephesini yani, siyasi ve askeri yönden yapılan çlışmaları herkes biliyor. Bu önemli fethin yıl dönümü vesilesi ile bilinmiyen veya az bilinen manevî cephesi üzerinde durmak istiyorum bugün.
Bütün hazırlıklarını tamamladıktan sonra Fâtih Sultan Mehmed Hân, fetihten önce Akşemseddin, Akbıyık Sultan, Molla Güranı, Molla Hüsrev gibi zamanının bütün âlimlerinden, evliyâsından yardım istedi. Bu manevî komutanları yanına aldı. Uzakta olanları da manevî yolla yardıma çağırdı. Bunlardan biri de, Semerkand’da bulunun zamanın en büyüğü ve kutbu Ubeydullah-i Ahrâr hazretleridir. Torunu Hâce Muhammed Kâsım bu hâdiseyi şöyle anlatır:
Dedem, Ubeydullah-i Ahrâr hazretleri, bir gün âniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, atına binip Semerkand'dan sür'atle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tâbi olup, arkasından onu takip ettiler. Biraz yol aldıktan sonra, Semerkand'ın dışında bir yerde talebelerine, “Siz burada durunuz, arkamdan gelmeyiniz!” buyurur.
“Sana yardıma geldim!”
Sonra atını Abbâs Sahrâsı denilen sahrâya doğru sürer. Bu emre rağmen Mevlânâ Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha peşinden gider. Abbâs Sahrâsı'na varınca, atının üstünde sağa-sola gidip geldiğini, sonra da birdenbire gözden kaybolduğunu müşâhede eder.
Ubeydullah-i Ahrâr bir müddet sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sorduklarında onlara, “Türk sultanı Sultan Muhammed Hân İstanbul'da kâfirlerle harbediyordu, benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allahü teâlânın izniyle gâlip geldi. Zafer kazanıldı.” buyurdu.
Bu hâdiseyi nakleden ve Ubeydullah-i Ahrâr hazretlerinin torunu olan Hâce Muhammed Kâsım, babası Hâce Abdülhâdî'den de şunu nakleder:
“Yıllar sonra Bilâd-ı rûm'a (Anadolu'ya) gittiğimde, Sultan Muhammed Fâtih Hân'ın oğlu Sultan Bâyezîd Hân, bana babam Ubeydullah-i Ahrâr'ın şeklini ve şemâlini ta'rif edip, “Semerkand taraflarından, şu şekil ve şemâle sâhip, beyaz atlı bir zât, babama yardıma geldi” dedi. Ben de tarif ettiği zâtın babam Ubeydullah-i Ahrâr olduğunu ve beyaz bir atının olup bazan ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine Sultan Bâyezîd Hân bana şöyle anlattı:
Babam Sultan Muhammed Fâtih Hân'dan duydum: İstanbul'u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli bir ânında Allahü teâlâya yalvarıp, zamanın kutbunun imdâdıma yetişmesini istedim. (Şeklini ve şemâlini ta'rif ederek) Şu şu vasıfta ve şu şekilde beyaz bir at üzerinde bir zât yanıma geldi. Bana, “Korkma!” buyurdu. Ben de, “Nasıl endişelenmiyeyim, küffâr askeri pek çok dedim.”
Ben böyle söyleyince, “Şuraya bak!” dedi. Baktım, orada büyük bir ordu gördüm. “İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, kösün tokmağına üç defa vur. Orduna hücûm emri ver” buyurdu.
Fâtih Sultan Mehmed Hân, yanında bulunan evliyalardan en çok hocası Akşemseddin hazretlerinden yardım gördü.Surların önünde, Bizanslılarla kıyasıya bir savaş oluyor, fakat surları aşarak şehre girmek mümkün olmuyordu. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Hân, hocası Akşemseddîn hazretlerine haber gönderip, yanına gelmesini istedi. Fakat hocasının gelmediğini görünce, kendisi hocasının bulunduğu çadıra gitti.
İçeri baktığında, hocasının kuru toprak üzerine secdeye kapandığını, sarığının düşmüş olduğunu, kendinden geçmiş bir hâlde, fethin gerçekleşmesi için Allahü teâlâya duâ ettiğini gördü. Gözlerinden akan yaşlar toprağı ıslatmıştı. Fâtih Sultan Mehmed Hân, bu hâli görünce sessizce oradan ayrılıp, askerinin yanına gitti. Kısa bir zaman sonra da, fetih gerçekleşti.
Asker, İstanbul surlarından içeri girince, Akşemseddîn hazretleri, genç pâdişâha bir yer alındığında halka nasıl muâmele edileceği husûsundaki, dinin emrini bildirdi. Kimseye zulüm yapılmamasını, dinlerinden dönmek için zorlamaktan kaçınılmasını istedi.
“İstanbul'un manevî fâtihi”
Fâtih Sultan Mehmed Hân da, toplanan Hıristiyan halka, "Herkes işine gitsin, kimseye dokunulmıyacaktır. Hiç kimse dininden dönmesi için zorlanmıyacaktır" diye ilân ettirdi.
İstanbul'a girişte tarihte benzerlerine az rastlanan mütevazilikler yaşandı. Halk, yaşlı biri olduğu için, Akşemseddîn hazretlerini pâdişâh zannedip, tezâhürâtta bulunuyorlardı. O da:
- Ben pâdişâh değilim, diyerek hazret-i Fâtih'i gösteriyordu. O da:
- Sultan Mehmed benim fakat, O benim hocamdır. İstanbul'un ma'nevî fâtihi O'dur, diyordu.
Askerlere ganîmet dağıtım işi bittikten sonra Akşemseddîn hazretleri bir konuşma yaptı:
- Ey gâzîler, bilin âgâh olun ki, cümleniz hakkında, âhır zaman Peygamberi, server-i kâinât efendimiz, "Ne güzel askerdir onlar" buyurmuştur. İnşâallah cümlemiz affedilmiştir. Aldığınız ganîmet mallarını isrâf etmeyin. Harap olmuş İstanbul'un i'mârında, pâdişâhımıza yardımcı olun! O'nun emirlerine itâat edip, O'na muhabbet besleyin!
|
29 Mayıs 2007 Salı |
|
|
Gördüklerine inanamadılar
|
Geçen hafta İstanbul’un fethinin manevi cephesini ele almıştık. Bu hafta da, fetih sonrası yaşananları, ibretli anekdotları sizlere sunmak istiyorum. Fatih Sultan Mehmet Han fetihten sonra yerli halka tam bir İslam adaleti sundu. Kimsenin ibadetine, ticaretine karışılmadı. Fetihten önce yapılan zulümler, haksızlıklar bir bir kaldırılmaya başladı. Bir gün bu maksatla, Osmanlı askerleri, Bizans hapishânelerini kontrol ediyorlardı. En ücrâ bir mahzende haksız yere kapatılan üç papaz buldular. Askerlerin serbest bırakmalarına rağman dışarı çıkmayan bu üç papazı alıp Fâtih Sultan Mehmed Hân'a götürdüler. Fâtih Sultan Mehmed Hân, onlara hapsedilmelerinin ve dışarı çıkmamalarının sebebini sordu. Papazlar şöyle cevap verdiler:
“Biz, Bizans'ın en ileri gelen papazları idik. İmparatorun zulüm ve işkencelerinden, yaptığı rezâlet ve sefâhetten dolayı kendisini îkâz edip, sonunun yakın olduğunu söyledik. O da, bizim doğru sözümüze aldırmayıp, zulmüne devâm etti, bizi zindanlara attırdı. Kendi dinimizden olan biri böyle yaparsa kimbilir sizler ne yaparsınız. Onun için dışarı çıkmadık.”
Bunun üzerine, Fâtih Sultan Mehmed Hân şu teklifi yaptı: ”Şimdi siz dışarı çıkın, ülkemde isteğiniz yeri dolaşın, dışarısını beğenmezseniz tekrar içeri girin!”. Teklifi kabul etmeleri üzerine, ellerine serbest dolaşma kağıdı verip gönderdi. Papazlar, ellerindeki berâtle her yere girip çıkmaya başladılar. Merak ettikleri her şeyi sorup öğrendiler.
Davanın böylesi!
Anadolu’nun en ıssız yerlerinde, en kalabalık sokaklarında dolaştılar. Her tabakadan kimsenin yanına gidip sohbet ettiler, ama hiç kimseden bir kötülük görmediler. Bir gün Bursa’da, çarşıya girip, sabahın erken vaktinde birşeyler almak istediler. Siftah yapan bir dükkândan, komşuları siftah yapmadığı için ikinci birşey alamadılar. Namaz vakitlerinde, kimsenin dükkânını kapatmaya bile lüzûm görmeden, çarşıda kim varsa herkesin câmiye gittiğine şahid oldular.
Hiç kimse, bir başkasının malına, canına, ırzına, nâmusuna zarar vermeyi aklından bile geçirmiyordu. İstisnâsız herkes, yaptığı işi Allah rızâsı için yapıyor, devletinin bekâsı, sultanın ömrü, ordunun muzafferiyeti için duâ ediyordu.
Papazlar, kaç şehir dolaştıkları hâlde, dava görülen bir mahkemeye tesâdüf edemediler. Her kasabada kâdı var, fakat da'vâ yoktu. Hırsızlık yok, kâtillik yok, nâmussuzluk yok, eşkıyâlık ve dolandırıcılık yok, kötülük yoktu. Birkaç ay dolaştıktan sonra, şehrin birinde bir mahkemenin olacağını haber alıp, oraya koştular.Dinleyici olarak içeri girdiler. Davâlı ve davâcı geldi. Kâdı yerine geçip meseleyi dinledi. Adamlardan biri anlattı:
"Efendim, bendeniz bu din kardeşimin tarlasını arzu ettiği fiyat üzerinden satın aldım. Birkaç sene ekip kaldırdım. Fakat bu sene çift sürerken, sabanımın demirine birşey takıldı. Kazıp çıkardım. İçi altın dolu bir küptü. Küpü götürüp, daha önce tarlayı satın aldığım bu kardeşime vermek istedim.O kabûl etmedi.”
Diğeri ise, “Ben tarlamı, altı ve üstüyle birlikte sattım. Onun ekip kaldırdığında bir hakkım olmadığı gibi, toprağın altında da bir hakkım olamaz. Senelerdir ben o tarlayı sürerim, benim nasîbim olsaydı ben bulurdum.” diyordu.
Üç papaz, altın küpünün kimin olacağına dâir mahkemeyi ibretle seyrediyorlardı. Kâdı efendi, bu iki mübârek müslüman arasında hüküm vermekte güçlük çekmedi.
Sorup soruşturdu. Birinin temiz ve sâliha bir kızı, diğerinin de sâlih bir oğlu vardı. Küpte bulunan altını onlara düğün masrafı ve çeyiz olarak kabûl edip, nikâhlarını kıydı. Tarlayı satan ve satın alan bu işten memnun olup, kâdı efendiye duâlar ederek evlerinin yolunu tuttular. Papazlar da şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemez bir hâlde oradan ayrıldılar.
“Böyle devam ederse…”
Papazlar, seyahatlerine devâm ettiler. Yine birgün, bir mahkemeye şâhid oldular. Kâdı efendi, davâcıya söz verdi. O da meseleyi şöyle anlattı:
"Bir hafta önce bu kardeşimden bir at satın aldım. Evime götürüp bakımını yaptım. Ancak birkaç gün sonra at rahatsızlandı. Atın daha önceden hasta olması mümkün olabileceği gibi, ben aldıktan sonra da hastalanması mümkün idi. Atı satın aldığım arkadaşa birşey diyemedim. Gelip durumu size arzedeyim ki, aramızı bulasınız diye düşündüm. Ancak o gün sizi bulamadım. Siz şehir dışına gitmiştiniz. Siz geri gelmeden de at öldü. Hükmünüzü talep ederim.”
Kâdı efendi düşündü. At ölmüş, onlar arasında davâ bitmişti. Suç kendisinindi. Atı satanı suçlayamazdı. Çünkü atın durumu ortaya çıkmamıştı. Öbürü de vaktinde mürâcaatı yapmıştı. Tek eksik taraf; kendisinin şehirde, vazîfe yerinde bulunmaması idi. O hâlde atın ücretini o ödemeliydi. Atın fiyatını öğrenip, kendi cebinden bedelini verdi.
Papazlar, bütün bunları gezip gördükten sonra, İstanbul’a dönüp pâdişâhın huzûruna çıktılar. Gördüklerini bir bir arz edip; "Bu millet ve devlet, böyle giderse, kıyâmete kadar devâm eder" dediler. "Böyle bir ahlâk ve yaşayışa sâhip olan insanların dîni, elbette Allahü teâlânın hak dînidir" deyip, Kelime-i şehâdet getirip müslüman olmakla şereflendiler
|
05 Haziran 2007 Salı |
İstenilen şüphelerden uzak halis bir iman
|
Son yıllarda, kültür seviyesinin biraz yükselmesi, öğrenim düzeyinin biraz artmasıyla mıdır nedir, insanlarda her konuda “Bana göre şöyle”, “Bana göre böyle” densizliği öne çıkmaya başladı. Bu, sadece günlük işlerde olsa neyse diyeceğiz ama, maalesef dini konularda da yaygınlaşmaya başladı. Her önüne gelen kısa aklı ile dini yorumlamaya kalkışıyor.
İnsanoğlu, her devirde olayları farklı farklı yorumlamış, önceleri doğru dediğine sonra yanlış demiş; örneğin Batıda, 17. yüzyılda, vahiy red edilip akıl esas alınmışken şimdi birçok Batılı aydın bile, “akla veda” kitapları, makaleleri yazmaktadır.
Halbuki akıl, ne her şeydir ne de, veda veya feda edilecek bir şeydir. Dinimiz, aklın olması gereken yerini bildirmiştir. Bunu kabul eden, buna göre hareket eden, dünyada da ahırette de rahat eder.
Dinimize göre, akıl göz gibi, İslamiyet de ışık gibidir. Yani aklın doğru karar verebilmesi için İslamiyet ışığına ihtiyacı vardır. Bunun için aklı, fenne, göze tâbi kılmamalı, aksine gözü akla tâbi kılmalıdır! Çünkü, akıl hiçbir zaman tek başına hakkı, doğruyu bulamaz.
Hangi akıl
Nasıl bulsun ki, en yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce derece vardır. Dünya işlerinde bile yanılan akla, din işleri emanet edilemez. Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, selim olmayan akıl, bezen doğruyu bulur, yanılması ise, daha çok olur. En akıllı denilen kişi, uzman olduğu dünya işlerinde bile, çok hata eder. Hele ahiret bilgilerinde akla hiç güvenilemez. Akıl tek başına doğruyu bulabilseydi, dinlerin, peygamberlerin gönderilmesine luzum olmazdı.
Bunun için sadece akıl ile, mantık ile yola çıkan yolda kalır, kurda kuşa yem olur. Tarihte bunların pek çok örnekleri vardır. Bunlardan biri şudur:
Ebû Sa'îd Abdullah ve İbn-üs-Sakkâ ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî daha küçük yaşta iken ilim öğrenmek için Bağdat'a gitmişlerdi. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri o zaman çok genç idi. Hâce Yûsüf-i Hemedânî hazretlerinin, Nizâmiyye Medresesi'nde va'z ettiğini duymuşlardı. Bunlar, onu ziyaret etmeye karar verdiler. İbn-üs-Sakkâ, “Ona bir soru soracağım ki cevâbını veremeyecek” dedi. Ebû Sa'îd Abdullah, “Ben de bir soru soracağım. Bakalım cevap verebilecek mi?” dedi. Küçük yaşına rağmen büyük bir edeb timsâli olan Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de, “Allah korusun. Ben nasıl soru sorarım? Sâdece huzûrunda beklerim, onu görmekle şereflenir, bereketlenirim” dedi.
Nihâyet Yûsüf-i Hemedânî hazretlerinin bulunduğu yere vardılar.
Hemedânî hazretleri İbn-üs-Sakkâ'ya dönerek:
- Yazıklar olsun sana, ey İbn-üs-Sakkâ! Demek bana, cevâbını bilemeyeceğim suâl soracaksın ha! Senin sormak istediğin suâl şudur. Cevâbı da şöyledir, diye cevapladıktan sonra, Senden küfür kokusu geliyor, buyurdu.
Sonra Ebû Sa'îd Abdullah'a dönerek:
- Sen de bana bir suâl soracaksın ve bakacaksın ki, ben o suâlin cevâbını nasıl vereceğim? Senin sormaya niyet ettiğin suâl şudur, diyerek cevapladıktan sonra: Fakat sen de edebe riâyet etmediğin için, ömrün hüzün, sıkıntı ile geçecek, buyurdu.
Sonra Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine döndü:
- Ey Abdülkâdir! Bu edebinin güzelliği ile, Allahü teâlâyı ve Resûlünü râzı ettin. Ben senin Bağdat'ta bir kürsîde oturduğunu, çok yüksek bilgiler anlattığını ve yine senin zamanındaki bütün evliyânın, senin onlara olan yüksekliğin karşısında boyunlarını eğmiş hâlde olduklarını görüyor gibiyim, buyurdu.
Aradan uzun seneler geçti. Hakîkaten Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, zamanında bulunan evliyânın en üstünü, baş tâcı oldu. Öyle yüksek derece ve makamlara kavuştu ki, insanlardan ve yüksek zâtlardan herkes gelerek, boyun bükerek mübârek sohbetlerinden istifâde ettiler.
Akıl esas alınınca…
İbn-üs-Sakkâ'ya gelince; o Yûsüf-i Hemedânî ile aralarında geçen o hâdiseden sonra, dînî ilimlerle meşgûl oldu. Çok güzel konuşurdu. Fakat hep aklını ön plana çıkartırdı. Cenâb-ı Hakkın varlığını akli, mantiki yüz delil ile ispat eder hâle geldi. Şöhreti zamanın sultanına ulaştı. O da bunu elçi olarak Bizans'a gönderdi. Hıristiyanlar buna çok alâka gösterdiler. Orada İmparatorun kızına aşık oldu. Kız, hıristiyan olursan o zaman seninle evlenirim deyince, Hıristiyan oldu. Bu defa da o kısa aklını öne çıkartarak yüz delil ile ilâhın üç olduğunu ispata kalkıştı.
Ebû Sa'îd Abdullah’ın ömrü ise çeşitli sıkıntılar ile geçti. Böylece Yûsüf-i Hemedânî hazretlerinin, her üçü hakkında da söylediği aynen meydana geldi.
Aklı esas alarak böye bir felakete düçar kalmamak için, doğru, halis bir imana sahip olmak gerekir. Bunun için de, Muhammed aleyhisselamın bildirdiği şeylere, akla, tecrübeye ve felsefeye danışmaksızın, tasdik ve itikat gerekir. Akla uygun olduğu için tasdik ederse, aklı tasdik etmiş olur. Resulü tasdik etmiş olmaz. Cenab-ı Hakkın bizlerden istediği, şüpheden uzak, halis bir iman, halis bir dindir. Nitekim, ayeti kerimede mealen, “Biliniz ki, Allahü teala için olan din, yalnız Onun için olan halis dindir” (Zümer-3) buyuruldu.
|
12 Haziran 2007 Salı
|
Cenaze namazı farz bir ibadetir
|
Yaşanan olaylardan ahir zamana hızla yaklaştığımız anlaşılıyor. Ahir zamanda yaşanacak olumsuz olaylar pek çok ise de, bunları şu üç ana konuda toplayabiliriz. Haksız yere insan öldürülmesi, ahlaksızlığın yaygınlaşması ve dinden, dini yaşayıştan hızla uzaklaşılması.
Her gün bombaların patlaması, genç ihtiyar kadın çocuk onlarca, yüzlerce hatta binlerce masum insanın bir anda hayatını kaybetmesi bunun açık alametidir. Yaşanan ahlaksızlıkları ise saymakla bitiremeyiz. Fuhuşta, gayri meşru ilişkilerde yaş sınırı 12-13 yaşlarına kadar indi. Batı’da aile hayatı nerede ise bitmek üzeredir. Gayri meşru ilişkiler sıradan, normal bir davranış olarak algılanmaktadır artık. Bu çarpık anlayış şekli, bizde de, sanatçı ve entellektüel çevreyi kuşatmış haldedir. Buralardan da, hızlı bir şekilde halka sirayet etmektedir. Bu tehlikeden ancak, kararlı bir şekilde aile hayatını sürdürerek, çoluk çoğuna sahip çıkıp bunları tehlikelerden uzak tutanlar kurtulabilmektedir.
Curcuna hakim
Dini inanç ve yaşayışta ise, tam bir curcuna hakim. Kim neye inanıyor belli değil. Daha doğrusu inanıp inanmadığı da belli değil. Adam hem Kiliseye gidiyor, hem Camiye; nikahını hem Camide hem Kilisede yaptırıyor. Cenaze merasiminde hem imam hem de papaz bulunuyor. Boynunda nal gibi kolye haç taşıyor. Bu nasıl Müslümanlık, sen Müslüman mısın Hıristiyan mısın, diye soran yok.
Hiçbir dine inanmayan, ateistlerin durumu daha karışık. Ömründe caminin yakınından geçmemiş, her fırsatta İslamın aleyhinde olmuş bir kimse öldüğünde inancına, yaşayışına aykırı olarak cami avlusuna getirilip musalla taşına konuyor. Namazdan sonra, imamın nasıl bilirsiniz sorusuna cemaatin hep bir ağızdan “iyi biliriz” cevabından sonra Müslüman mezarlığına defnediliyor. Karşı koyma gücü olsa bu yapılanlara çoktan isyan edecek ama, elinden bir şey gelmiyor zavallının.
Son yıllarda cenaze merasimlerinde de tam bir karmaşa yaşanıyor. Cenaze merasimine gelenlerin bir çoğu cenaze namazını uzaktan seyrediyor. Cenaze, sipariş üzerine istediği şarkı ve türkü ile uğurlanıyor. Bazen de, dini merasim dine saldırı eylemine dönüştürülüyor; İslam karşıtı sloganlar atılıyor.
Bütün bu karışıklıkların sebebi, herkesin safını, yerini tam bildirmemesi, bildirenlerin de, bu konuda yeterli bilgisinin olmamasıdır. Dinimiz her hususta olduğu gibi, cenazeye yapılacak dini vecibeleri bildirmiş. Cenazeyi yıkamak, namazını kılmak ve defnetmet farzı kifayedir.
Eğer cenaze merasimi dini inançtan dolayı yapılıyorsa, dinin bildirdiği şekilde yapılması lazımdır. Bunun dışında, şunun bunun yapması ile, ölenin vasiyeti ile yapılanlar dini vazife olmaz. Yapanın düşüncesi olur. Her yapılan kabul görür, mani olunmazsa bir müddet sonra, ortada din diye bir şey kalmaz. İnsanların din adı altında uydurdukları, safsata yığını haline gelir. Maalesef bu safsatalar her gün çoğalmaktadır.
Her ibadette olduğu gibi, günümüzde cenaze merasimlerinde de, Peygamber efendimizin bildirdiği şekilde sünnete uygun merasim neredeyse kalmadı. Bunun için, az da olsa, bu ibadetin sünnete uygun bir şekilde yapıldığı yerlerin kıymeti bilinmeli, bunun büyük bir nimet olduğu unutulmamalıdır. Devamı için gayret gösterilmelidir.
Cenazeye, çiçek ve çelenk götürmek ve bunları mezar üstüne koymak ve matem tutmak, matem alametleri taşımak, yakaya rozet, resim gibi şeyler takmak, İslam adeti değildir. Müslümanların bunları yapması haramdır ve meyyit için zararlıdır. Hadisi şerifte, “Cenazeyi yüksek sesle ve ateş, ışık ve başka şeyler taşıyarak götürmeyiniz!”(Künuz-üd-dekaık). buyuruldu.
Dine saygısızlık
Son günlerdeki şehid cenazelerinde yaşananlar da dine uygun davranışlar değildir. Cenaze merasimleri, siyasi gösteri, protesto mahalli değildir. Böyle şeyler dine ve ölüye saygısızlıktır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bildirdiği gibi, "Cenaze merasimlerinde huzur, huşu, sakinlik esas olmalıdır. Bunu bozacak bir tavır içine girilemez. Cenazelerimiz, cenaze adabına uygun, şehidimize karşı en samimi duygularla uğurlanmalıdır. Dinimize aykırı tutum ve davranışlardan kaçınılmalıdır. Tekbir de dahil, huzuru, sakinliği bozacak, alkış, şarkı, nutuk, yükses sesle konuşma gibi davranışların dinimizde yeri yoktur. İbadet ve siyasetin yerini karıştırmamalı, buna yol açacak beyanlardan kaçınmalıdır.”
Cenazelerde, yüksek sesle ağlamak bağırıp çağırmak da haramdır. Ağlamayı sessiz bir şekilde yapıp, üzüntümüzü kalbimizde saklamalıyız. Bağırıp çağırmak, kaza kadere isyan etmek manasına gelir. Müslüman iyi - kötü başa gelen her şeyin Cenab-ı Hakkın takdiri ile olduğuna inanır. İmanın altı şartından biri de budur. Peygamber efendimiz, ölü için yüksek sesle ağlamanın ölüye sıkıntı vereceğini bildirmiştir. Bu hadis-i şeriflerden bazıları şöyledir: “Ölüleri methederek arkasından yüksek sesle ağlamak cahiliye adetidir”, “Ölü, yakınlarının kendisine bağırarak ağlamasından azap [sıkıntı] duyar.”, “Üzülünce, yüzünü yolan, elbisesini yırtan ve bağırıp çağıran bizden değildir.”
|
19 Haziran 2007 Salı |
|
Mevlâ görelim n’eyler
N’eylerse, güzel eyler
|
TEFVîZNÂME
Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretleri
Hak, şerleri hayr eyler,
Zannetme ki gayr eyler,
Ârif ânı seyr eyler,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Sen Hakk’a tevekkül kıl
Tefvîz et ve râhat bul,
Sabr eyle ve râzı ol,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Kalbin âna bend eyle,
Tedbîrini terk eyle,
Takdîrini derk eyle,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Hallâk u Rahîm oldur,
Rezzâk u Kerîm oldur,
Fa’âl ü Hakîm oldur,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Bil kâdî-yi’l hâcâtı,
Kıl ana münâcâtı,
Terk eyle mürâdâtı,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Bir iş üstüne düşme,
Olduysa inâd etme,
Haktandır o, red etme,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Haktandır bütün işler,
Boştur gam u teşvişler,
Ol, hikmetini işler,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Hep işleri fâyıktır,
Birbirine lâyıktır,
N’eylerse, muvâfıktır,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Dilden gamı dûr eyle,
Rabbinle huzûr eyle,
Tefvîz-i umûr eyle,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Sen adli zulüm sanma,
Teslim ol nâra yanma,
Sabr et, sakın usanma,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Deme şu niçin şöyle,
Bir nicedir ol öyle,
Bak sonuna, sabr eyle,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Hiç kimseye hor bakma,
İncitme, gönül yıkma,
Sen nefsine yan çıkma,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Mü’min işi, reng olmaz,
Âkıl huyu ceng olmaz,
Ârif dili teng olmaz,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Hoş sabr-ı cemîlimdir,
Takdîri kefîlimdir,
Allah ki vekîlimdir,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Her dilde O’nun adı,
Her canda O’nun yâdı,
Her kuladır imdâdı,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Nâçâr kalacak yerde,
Nagâh açar, ol perde,
Derman eder ol derde,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Her kuluna her ânda,
Geh kahr u geh ihsânda,
Her anda, o bir şânda,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Geh mu’tî ü geh mânî’,
Geh darr ü gehi nâfî’,
Geh hâfid ü geh râfî’
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
Geh abdin eder ârif,
Geh emîn ü geh hâif,
Her kalbi odur sârif,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Geh kalbini boş eyler,
Geh hulkunu hoş eyler,
Geh aşkına tûş eyler,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Az ye, az uyu, az iç,
Ten mezbelesinden geç,
Dil gülşenine gel göç,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Bu nâs ile yorulma,
Nefsinle dahi kalma,
Kalbinden ırak olma,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Geçmişle geri kalma,
Müstakbele hem dalma,
Hâl ile dahî olma,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Her dem O’nu zikreyle,
Zeyrekliği koy şöyle,
Hayrân-ı Hak ol, söyle,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Gel hayrete dal bir yol,
Kendin unut O’nu bul,
Koy gafleti hâzır ol,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Her sözde nasîhat var,
Her nesnede zîynet var,
Her işte ganîmet var,
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Bil elsine-i halkı,
Aklâm-ı Hak ey Hakkî
Öğren edeb ü hulku
Mevlâ görelim n’eyler,
N’eylerse, güzel eyler...
***
Vallahi güzel etmiş,
Billahi güzel etmiş,
Tallahi güzel etmiş,
Allah görelim n’etmiş,
Netmişse güzel etmiş...
-----------------------------------
Tefvîz: (Allaha) Bırakma, ısmarlama
Derk: İyice anlama.
Mürâdât: İstekler, arzular.
Teşviş: Karıştırma.
Fâyık: Üstün
Dûr: Uzak.
Umûr: İşler.
Reng: Hile, oyun.
Teng: Yük, denk
Geh: Bazan
Mu’ti: İtaat eden.
Nâfi’: Faydalı.
Râfi: Yükselten
Hâif: Korkma
Sârif: Değiştiren
Hulk: Yaratılış, mizaç
Elsine: Diller
Dâr: Zarar, zararlı.
Hâfid: Aşağı düşüren
|
26 Haziran 2007 Salı |
Dinimiz yeni nesillere nakledilmezse…
|
Geçen hafta bazı gazetelerin tenkit ettiği, nasıl böyle bir şey yapılır diye ilgili kuruluşları topa tuttuğu bir konu vardı: Kıbrıs’ta, yaz tatili sebebiyle, Türkiye’den, Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan gönderilecek resmi görevlilerce çocuklara, Kur’an-ı kerim ve zaruri iman ibadet bilgilerinin öğretilmesi konusu.
Kıbrıstaki ve Türkiye’deki bazı basın organları ve sivil örgütler buna şiddetle tepki gösterdiler. Biz böyle bir programın uygulanmasını istemiyoruz, diye kampanyalar başlattılar. Bu, yapılması istenilen kurs zaten bu mecburi bir uygulama da değildi; çocuğunu ister gönderirsin, ister göndermezsin bu tepki neye. Maksat belli; çocuğuna bunları öğretmek isteyenlere de mani olmak. Sonunda mani de oldular. Kıbrıs Milli Eğitim Bakanı, “ Burada din deyince insanlarda büyük bir ürküntü meydana geliyor” diyerek böyle bir uygulama düşünmediklerini açıkladı.
İnaçsızların, inançsızlıklarındaki bu kararlılık bizlere ibret olmalı; gaflette olanlarımızı uyandırmalı. Kıbrıstaki ve Türkiye’deki Müslümanlar, çocuklarına dinlerini öğretmeleri için ellerinden geleni yapmalı, gerekirse özel ders aldırarak yüce dinimiz öğretilmelidir. Çok şükür ülkemizde böyle bir yasak yok. Bu bir fırsattır. Yaz tatilinde çocuklarımıza hem tatil yaptırmalı hem de onlara zaruri din bilgileri öğretilmelidir.
Dinin temeli
Her Müslüman, inancını kendisinden sonra gelen nesillere aktarmak zorundadır. Bu zaruri bir görevdir. Bu görev yapılmazsa, bir müddet sonra din yok olur. Vebal olarak bu bizlere yeter. Peygamber efendimiz, “Dinin temel direği, fıkıh bilgisidir.” “İbadetlerin en kıymetlisi fıkhı öğrenmek ve öğretmektir.” buyurmuştur. Bu kadar önemli olan, dinin temeli olan, fıkıh bilgisini yani, imanın şartlarını, islamın şartlarını anlatan ilmihal bilgilerini çocuklrımıza mutlaka öğretmek zorundayız.
Bir Müslümanın, bir Müslüman çocuğunun, yüzüden tecvide uygun olarak kitabımız Kur’an-ı kerimi okuyamaması, namaz surelerini ve dualarını ezberlememesi, imanın, islamın şartları, namaz, abdest gibi zaruri ilmihal bilgilerini bilmemesi kadar yanlış, affedilemez ihmal olamaz. Bu, yapılamayacak, altından kakılamayacak bir yük de değil. Fakat bir iş, ne kadar kolay olursa olsun, onu yapmakta kararlılık gösterilmezse, ciddi bir şekilde üzerine eğilinmezse netice almak mümkün olmaz.
Peygamber efendimiz, “Ümmetimin en hayırlısı, Kur’ân-ı kerîmi öğrenen ve öğretendir.” Ülkemizde, bütün cami görevlileri yaz talilinde çocuklarımıza yüce kitabımız Kur’an-ı kerimi öğretebilmek için seferber olmuş haldeler. Bütün bu imkanlara rağmen, bir Müslümanın kendisi veya çocukları Kur’an-ı kerimi bilmiyorsa bu, affedilecek, hoş görülecek bir davranış olmaz. Zaten aklı başında bir MüslümanIn da bu kadar önemli bir konuda ilgisiz kalması düşünülemez.
Bunun için anne - baba, çocuklarını camiye göndermeli, göndermekle kalmamalı, bunun takibini de yapmalıdır. Hatta imkanı olanlar ücretini verip, özel ders aldırmalı. Camide bir hocanın, 25-30 çocukla uğraşması, bir - iki çocuk ile ilgilenmesi bir değildir. İmkanı olan da olmayan da, Anadolu Liselerine, Fen Liselerine, üniversiteye hazırlık için milyarlarca parayı çekinmeden verirken, çocuğunun dini için 200-300 milyon gibi cüz’i bir parayı çok görmesini anlamak mümkün değil. Çocuğun ahıretine yatırım yapmayıp, sadece dünyası için yatırıp yapmak ona yapılacak en büyük kötülüktür.
Öğrendikten sonra, unutulmamasını da sağlamak öğretmek kadar önemlidir. Çocuklarımızın çoğu öğreniyor daha sonra da unutuyor. Unutmamanın yolu da tekrardan geçer. Bunun için, yaz tatilinden sonra da, az da olsa hergün bir miktar Kur’an-ı kerim okunmasını sağalamak ve takibini yapmak gerekir. En az yılda bir kere hatim indirmeyi perensip edinmeliyiz. Bu o kadar zor bir iş değildir; günde 5-10 dakika ayırıp iki sayfa Kur’an-ı kerim okunduğu takdirde yılda bir hatim yapılmış olur.
Namaz dinin direği
Güzellikle, tatlılıkla çocuklara namaz kılmaları teşvik edilip bu sağlanırsa, namaz surelerini ve dualarını devamlı tekrar edeceğinden bunların da unutulmaması sağlanmış olunur. Bundan daha da önemlisi, dinin direği dikilmiş olur. Çünkü, hadis-i şerifte, “Namaz dinin direğidir!” buyurulmuştur.
Eğer bizden sonra da, çocuklarımızın, torunlarımızın Müslüman kalmalarını istiyorsak, - ki istemek zorundayız, istemeyen dinden çıkar- çocuklarımızla sadece yaz tatilinde değil, yılın 365 gününde ilgilenmemiz, her akşam en azından 15-20 dakikamızı buna ayırmamız şarttır. Bunun mazereti, bahanesi olmaz. Çünkü bundan daha önemli bir iş, vazife olamaz.
Bu ilgisizlik, şuursuzluk devam ettiği takdirde, özellikle yurt dışında olan Müslümanların, iki - üç nesil sonra, çocuklarının adlarının, Hıristo, Yorgo, Hans, Corc, Jozef … olması kaçınılmaz olacaktır. Türkiye’de de, belki isimleri âdet olarak Ahmet, Mehmet, Ali olarak kalacak ancak inançları, yaşayışları bunlardan farkı olmayacaktır.
|
03 Temmuz 2007 Salı |
|
Hünerli ev hanımı yetişmezse
|
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) hazırladığı 2006 yılı verilerine göre, evli çiftlerin yüzde 42,6'sı, evliliklerinin ilk 5 yılında boşanıyor. Boşanmaların yüzde 4,2'si bir yıl dolmadan olurken, yüzde 38,4'ü ise 1. ile 5. yılları arasında gerçekleşiyor.
Boşanmaların ilk yıllarda bu kadar yüksek olması, gençlerin evlilik ve aile konusunda yeterli bilgi sahibi olmadıklarını, problemleri aşabilmede zayıf kaldıklarını göstermektedir. Evliliğin, ilk yıllarında bazı uyumsuzlukların olması kaçınılmaz bir durumdur. İki farklı ruh ve mizaçtaki insanın bir araya gelmesinin tabii sonucudur bu.
İşte bütün hüner, sanat bu farklılıkları orta bir yerde buluşturabilmektedir. Burada gençlere büyük iş düşmektedir. Özellikle de kadına. Çünkü yuvayı dişi kuş yapar. Eskiden büyük ailelerde, yani annenin ve büyük annenin bulunduğu ailelerde, kızlara bu hüner kazandırılırdı. Kadın, bir sanatkar gibi aile yuvasını büyük bir hünerle inşa ederdi. Deyim yerinde ise, ev hanımlığı bir meslekti. Bu meslekte mahir olmanın ailenin devamında ve huzurunda önemli bir yeri vardı.
Büyük ailelerin dağılmasından ve kadının ev hanımlığı mesleğini bırakıp başka mesleklere yönelmesinden sonra, istenilen manada ev hanımı yetişmez oldu. Bu da, ailede sarsıntı meydana getirdi. Bu, ıstırap verici ve düşündürücü bir gelişmedir. Çok kimse bunun farkında değil. Aksine, ailede iyiye doğru gittiğimiz sanılıyor, kızlarımızın gözlerinin ev dışında, sokakta olmasını bir medeniyet, bir ilerleme hali zannediliyor.
Halbuki, bizi çekip çeviren, eğiten, ahlakımızı düzelten, yaşayışımızı düzenleyen evlerimizdir, ailelerimizdir. Bunda da en büyük pay anneye, evin hanımına düşmektedir. Hünerli ev hanımı yetişmezse, ilk eğitim olacağı olan bu evlerin bir otelden farkı kalmaz.
Cemiyet halinde yaşaması gereken insanların ilk nüvesi evdir, ailedir. Bir ailenin
bütün fertleri kendi kazançlarının, kendi istikballerinin peşinde bulunursa elbette diğerlerini düşünemezler. Herkes silahı omuzda bir asker gibidir. Kendi işine ve ev dışındaki istikbaline bakar.
Tutumlu, bilgili, hamarat, evine bağlı, ev idaresinde sanatkar, ev kadınları birer birer içimizden eksiliyor. Yerlerine yenileri yetişmiyor. Yeterli aile eğitimi almamış okumuş kızlar çok defa bunu kocasına karşı bir silah olarak kullanılıyor. Az bir tazyik karşısında kocadan ayrılıp hayatını kazanmağa kalkışıyor. Zaten evlenmek üzere olan kızlardan, “Yapamazsam, ayrılır işime devam ederim” türü sözleri sık sık işitiyoruz. Kurulan yuvayı ıslaha, o erkeğin huyunu düzeltmeğe, onu ev erkeği etmeğe çalışmak akla gelmiyor. Akla ilk gelen hemen ayrılmak. Nasıl olsa ekonomik bağımsızlığı da var ya.
Bunun için kızlarımıza aile huzurunu yokluk içinde de olsa, zaman zaman sıkıntılar da olsa yaşatma, kocasını idare edip memnun etme, gibi konularda yetiştirmemiz lazım. Fakat, maalesef ,günün genç kızı, düşmandan kaçar gibi ev hayatından kaçıyor, huzuru sokakta arıyor. Halbuki huzurun kaynağı, evdir, ailedir.
Eskiden böyle konuları, ev idaresinde mahir anneler, evin yaşlı neneleri yeri zamanı gelince anlatırlardı. Şimdi bunları anlatan da kalmadı. Şimdikiler, bilerek veya bilmeyerek kızlarına daha işin başında en hızlı şekilde yuva nasıl yıkılır bunu öğretiyorlar. Yapmak zor yıkmak kolay çünkü. Yıkmayı değil, yapmayı başarmamız lazım. Bunun için:
Şartlar ne olursa olsun, evin kadını kocasına saygıda kusur etmemelidir.
Eşinin kişiliğini aşağılayıcı sözlerden kaçınmalıdır. “Sen beceriksizsin, ihtiyaçlarımızı karşılayamıyorsun." gibi, suçlayıcı, aşağılayıcı davranışlardan uzak durulmalıdır. Mevcut ile yetinmeyi öğrenmelidir. Kocasının bir hatasını, yanlışını bulunca, “Ben sana dememiş miydim, gördün mü, yanlışın ortayı çıktı. Zamanında beni dinleseydin, bu duruma düşmezdin” gibi sözlerle onu üzmemelidir. Bu tür yüze vurmanın bir faydası olmadığı gibi aksine çok zararı vardır. İnat edip hatada ısrarına sebep olur. Bu da aradaki sevgiyi azaltır.
Eşinin geçmişteki hatalarını ikide bir ısıtıp ısıtıp önüne koymamalıdır. Hatasız insan olmaz. Geçmişteki kötü hatıraları unutmalı, hiçbir zaman gündeme getirmelidir.
Eşler karşılıklı olarak aileler arasında saygıyı giderecek davranışlara müsaade etmemelidir. Ailelerin olumlu olumsuz davranışları mukayese, münakaşa konusu yapılmamalıdır. Ailelerin hatalarını, senin ailen şöyle, benim ailem böyle diye taraflar birbirlerinin yüzüne vurmamalıdır.
Çok bilmişlikten, iğneli, kinayeli sözlerden uzak durmalıdır. "Senin ne demek istediğini anlıyorum. Ben bir bakışta aklından geçenleri anlarım." türü luzumsuz, faydasız davranışlardan kaçınılmalıdır. Problemlerde taraflar hiçbir zaman yüzde yüz haklı olamazlar. Oranları farklı da olsa her iki tarafta da hata olabileceği unutulmalıdır.
Her zaman, karşı tarafı sükünetle, sabırla dinlemeli. Cevabı yumuşak ve tatlı sözlü olmalı, ses tonunu yükseltmekten her zaman kaçınılmalıdır. Evin hanımı söyleyeceklerini söyleyip, son sözü evin erkeğine bırakmalıdır. Sosyal hayatta, son sözü söylecek bir merci olmadığında, kargaşanın, kaosun kaçınılmaz olacağı gerçeği unutulmalıdır. Son sözün, en doğru, en isabetli olması da gerekmez.
Eşler, aralarındaki problemleri kendi imkanları, tecrübeleri ile çözemezlerse, güvenilir, sır sahibi tecrübeli kimselerden yardım istemekten kaçınılmamalıdır.
|
10 Temmuz 2007 Salı |
Mübarek aylar, günler ve geceler
|
Dün, mübarek üç ayların ilki olan Receb ayına girdik. Perşembe akşamı da, üç aylardaki mübarek gecelerin ilki olan Regaib gecesini idrak edeceğiz.
Mübarek geceler, İslam dininin kıymet verdiği gecelerdir. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, bazı gecelere kıymet vermiş, bu gecelerdeki, dua ve tevbeleri kabul edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibadet yapması, dua ve tevbe etmeleri için bu geceleri sebep kılmıştır.
Kıymetli geceye, kendinden sonra gelen günün ismi verilir. Önceki günü öğle namazı vaktinden, o gecenin fecrine kadar olan zamandır. Yalnız, Arefe ve üç kurban günlerinin geceleri böyle değildir. Bu dört gece, bu günleri takib eden gecelerdir.
Bu geceleri ihya etmeli, yani kaza namazları kılmalı, Kur'an-ı kerim okumalı, dua, tevbe etmeli, sadaka vermeli, Müslümanları sevindirmeli, bunların sevaplarını ölülere de göndermelidir. Bu gecelere saygı göstermelidir. Saygı göstermek, günah işlememekle olur.
İmam-ı Nevevi hazretleri, “Gecenin oniki kısmından bir kısmını (bir saat kadar) ihya etmek, bütün geceyi ihya etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir”.buyuruyor. Fıkıh kitaplarında saat demek, bir miktar zaman demektir.
On mübarek gece
Müslümanların on mübarek gecesi vardır: Kadir Gecesi, Arefe Gecesi, Fıtır Bayramı gecesi, Kurban Bayramı Geceleri, Mevlid Gecesi, Berat Gecesi, Mirac Gecesi, Recep Ayı ve Regaib Gecesi, Muharrem Gecesi, Aşure Gecesi.
Bui on geceden, Mevlid Gecesi, Berat Gecesi, Mirac Gecesi ve Regaib gecesine “Kandil” geceleri denir.
Bildirilen bu on geceden başka, fıtr bayramının diğer geceleri, Zil-hicce ayının ilk on geceleri, Muharremin ilk on geceleri ve her Cuma ve pazartesi gecesi de mübarektir.
Bu gecelerin ve günlerin faziletleri hadis-i şeriflerde şöyle bildirilmiştir:
“Kadir Gecesi'ni ihyâ edene, bir saatlik sevap olarak, yüz senelik ibâdet sevabı verilir.”
“Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan dua, tevbe, red olmaz. Fıtr bayramının ve Kurban bayramının birinci geceleri, Şabanın onbeşinci (Berat) gecesi ve Arefe gecesi”
“Allahü teâlâ, ibadetler içinde, Zil-hiccenin ilk on gününde yapılanları daha çok sever. Bu günlerde tutulan bir gün oruca, bir senelik oruç (nafile oruç) sevabı verilir. Gecelerinde kılınan namaz, Kadir gecesinde kılınan namaz gibidir. Bu günlerde çok tesbih, tehlil ve tekbir ediniz!”
“Bir Müslüman, Terviye günü oruç tutarsa ve günah söylemezse, Allahü teala, onu elbette Cennete sokar.”
“Arefe gününe hürmet ediniz! Çünkü Arefe, Allahü tealanın kıymet verdiği bir gündür.”
“Arefe gecesi ibadet edenler, Cehennemden azad olur.”
“Arefe günü oruç tutanların, iki senelik günahları af olur. Biri, geçmiş senenin, diğeri, gelecek senenin günahıdır.” (Arefe, Zil-hiccenin dokuzuncu günüdür. Başka günlere Arefe denmez!).
“Arefe günü bin İhlas okuyanın bütün günahları af olur ve her duası kabul olur. Hepsini Besmele ile okumalıdır.”
“Receb, Allahü teâlânın ayıdır. Receb ayına ikram edene, saygı gösterene, Allahü teala, dünyada ve ahirette ikram eder.”
“Recebin ilk Cuma gecesini ihya edene (saygı gösterene), Allahü teâlâ kabir azabı yapmaz. Dualarını kabul eder. Yalnız, yedi kimseyi af etmez ve dualarını kabul etmez: Faiz alan veya veren, Müslümanları aşağı gören, anasına, babasına eziyyet eden, karşı gelen çocuk, Müslüman olan ve İslamiyet'e uyan kocasını dinlemeyen kadın, şarkı ve çalgıcılığı sanat edinenler, livata ve zina edenler, beş vakit namazı kılmayanlar.”(Bunlar, bu günahlardan vaz geçmedikce, tevbe etmedikce, duaları kabul olmaz.)
“Cebrail “aleyhisselam” bana geldi. Kalk, namaz kıl ve dua et! Bu gece, Şabanın onbeşinci gecesidir dedi. Bu geceyi ihya edenleri, Allahü teala af eder. Yalnız, müşrikleri, büyücüleri, falcıları, hasisleri, alkollü içki içenleri, faiz yiyenleri ve zina yapanları af etmez.”
“Berat gecesini ganimet, fırsat biliniz! Çünkü, belli bir gecedir. Şabanın onbeşinci gecesidir. Kadir gecesi, çok büyük ise de, hangi gece olduğu belli değildir. Bu gece, çok ibadet yapınız. Yoksa, kıyamet günü pişman olursunuz!”
Bu sevablara kavuşabilmek için
Zünnûn-i Mısrî hazretleri buyurdu ki:
“Receb tohum ekme, Şa'ban sulama, Ramazan ise, hasat ayıdır. Yâni ekip suladığını biçip toplayacak bir aydır. Herkes ektiğini biçer. Amelinin, ibâdetinin karşılığını alır. Tohum ekmeyen, hasat mevsimi gelince pişman olur.”
Bir zamanda veya bir yerde veya birşeyi okumakta, yapmakta, çok sevap verileceğini işitince, o sevaba kavuşmağı niyet ederek, düşünerek yapana, bu haber doğru olmasa bile, Allahü teala, o sevapları ihsan eder. Fakat, bunun İslamiyet tarafından yasak edilmemiş birşey olması lazımdır. Nafile ibadetlerin sevabına kavuşabilmek için, imanda, Ehli sünnet itikadına sahip olmak ve farzlarda kusur olmamak ve günahlara tevbe etmek ve ibadet olarak yapmağa niyet etmek şarttır.
|
17 Temmuz 2007 Salı
|
Aristo usulü nifak tohumu ekme metotları
|
Milattan önce ( 356 - 323) yılları arasında yaşayan Makedonya kralı Filipin oğlu İskender, babasından sonra kral olunca, kısa zamanda Yunanistan, İran, Anadolu, Suriye, Mısır, Horasan, Hirat ve Belhi işgal etti. Dünyanın yarısından çoğunu zaptetmesi ve kazandığı zaferler, ahlakını bozdu. Zulme başladı. Yaptığı zulümlerle kendi sonunu hazırladı ve sonunda İşret ve sefahetle öldü.
Babası, İskender’i onüç yaşında meşhur felsefeci Aristo’nun terbiyesine bırakmıştı. Kendisini Aristo yetiştirdiği için sıkıntıya düştüğünde hemen ondan yardım isterdi. Seferleri esnasında hocası Aristo’ya bir mektup yazarak şunu sordu: ''Zaptettiğim topraklardaki insanları tahakkümüm altında tutabilmek için neler yapmalıyım:
1- Ülkenin ileri gelen insanlarını sürgüne mi göndereyim ?
2- Ülkenin ileri gelen insanlarını hapse mi atayım ?
3- Ülkenin ileri gelen insanlarını kılıçtan mı geçireyim?”
Arısto kendisine şu cevabı verdi:
1- Sürgüne gönderme! Sürgünde toplanıp sana karsı başkaldırırlar,
2- Hapse atma! Hapishaneler militan yuvası olur, iş kontrolden çıkar,
3- Kılıçtan geçirme! Onlardan sonraki kuşak intikam hırsıyla büyür, tahtını sallar.
Anlaşma yollarını tıka!
Bu konuda sana tavsiyem şu olsun: ''Zaptettiğin ülke insanları arasına nifak tohumları ekeceksin. Halkı birbirine düşman edeceksin. Onlar birbirleriyle savaşırken, hakem olarak kendini kabul ettirip arabulucu olarak karşılarına çıkacaksın. Sonra aralarını düzeltir gibi görünüp anlaşmaya giden bütün yolları tıkayacaksın!”
İşte, bugün Batı’nın uyguladığı metot, Aristo’nun asırlar önce ortaya attığı bu metotdur. Batı’da bunu en iyi tatbik eden de İngilizler. Tarihteki o meşhur İngiliz oyunlarının kaynağı bu metot. Dün ve bugün, İslam ülkelerinde yaşanan olayları, iç çekişmeleri gözümüzün önüne getirirsek oynanan oyunlar daha iyi anlaşılır.
İngilizler, Londra’da yetiştirdikleri Ali Cinnah ve arkadaşları vasıtasıyla Hindistan’da, bağımsızlık bahanesiyle, Müslüman halkı birbirine düşürüp iç savaş çıkartıp, sonra da, onlara hakemlik yapıp, Pakistan ve Bangaldeş isminde iki devlet kurarak Müslümanları Hindistan’dan koparıp parçalamadılar mı? Aralarında hala iç çekişme devam etmiyor mu?
Osmanlı’nın çağdaş bir devlet hale gelmesi için sözde yardımcı olmak maksadı ile, Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı’nı hazırlatarak devletin idari yapısına dinamit koymadılar mı? Sonra da, Milliyetçilik tohumlarını ekerek, farklı ırktaki milletlerin birer birer İmparatorluktan kopartarak Osmanlıyı dağıtmadı mı? Dağıtmakla kalmayıp, sonra da, bu devletleri birbirine düşman etmediler mi? Asırlardır kardeşce yaşadıkları Türk halkını Araplara; Arapları Türklere düşman etmediler mi? Yıllardır, Ordoğu’da, oluluk gibi kan akmasının tek sebebi Müslüman halklar arasına ekilen bu nifak tohumları değil mi?
Filistin meselesinin bir türlü hallolmamasının sebebi bu, tavşana kaç, tazıya tut oyunu değil mi? Filistin meselesinin bitmesi için yıllardır kendileri sözde hakemlik yapıyorlar. Tam bitme noktasına geldiği an ektikleri nifak tohumları ile daha da karma karışık hale getiriyorlar. Çünkü maksatları çözüm değil, çözümsüzlük.
Nifak tohumu ekmelerinin yolu tabii ki tek değil. Bunlarda yol çok. 11 Eylül öncesi, İslamiyetin dünyada hızla yayıldığını görünce, Müslümanlar arasında şiddet yanlısı fanatik gruplarlar oluşturarak, onlara el altından her türlü desteği verdiler. Maksatları İslamiyeti şiddet yanlısı bir din olarak gösterip, yayılmasına mani olmaktı. Muvaffak da oldular. Bugün Avrupa’da, ABD’de, Müslümanlara iyi gözle bakılmıyor. Nereden bir canlı bomba çıkıp ortalığı kan gölüne çevirecek korkusu ve endişesi yaşanıyor. Daha neler neler anlatmakla bitmez…
Sadece siyasette değil, dinde de nifak tohumları ektiler. Eskiden Müslümanlar, Ehli sünnetin dört mezhebi üzerine ibadet ederler, bu mezhepler arasında en ufak bir çekişme, münakaşa olmazdı. Mezhepler, kardeşliğin, huzurun, birlik ve beraberliğin esasını teşkil ediyordu.
Sevginin yerini nefret aldı!
Bu beraberliği bozmak için önce kendilerinden Müslüman kılığına soktukları casusları sonra da, yerli işbirlikçileri vasıtasıyla Müslüman halk arasında mezhep düşmanlığını yaydılar. Mezheplerin luzumsuzluğu, dinde yeri olmadığı iftirası her platformda işlendi. Cahil bırakılan mezheplerden, dinin esaslarından haberi olmayan halk, doğrudan Kur’an-ı kerime yönlendirildi. Kur’anı kerimden ve Hadisi şeriflerden herkes kendi anlayışına göre hüküm çıkarmaya kalkınca da, bugünkü akıl almaz manzaralar ortaya çıktı. Dinde yeri olmayan, intihar saldırıları, canlı bomba vahşetleri yaygınlaştı. Müslümanlar arasında senin anladığın yanlış, benim anladığım doğru münakaşaları başladı. Farklı görüşleri ihtiva eden sayısız, klik, fraksiyon ortaya çıktı.
Böylece Müslümanların arasında olması şart olan, sevginin yerini kin ve nefret aldı. Öyle ki, Müslümanlar birbirlerini küfürle itham noktasına geldiler. Müslümanlar biribirleri ile uğraşmaktan bir araya gelemedikleri için de Batı, İslam ülkelerini üzerindeki tahakkümüne rahat bir şekilde devam etmektedir. Aristo’nun nifak tohumu ekmek metodu, bugün de hükmünü aynen icra etmektedir.
Bu zehirli nifak tohumların zararından ancak, Ehli sünnet itikadında olup, dinini bilen ve yaşayan kimseler korunabilmektedir.
|
24 Temmuz 2007 Salı |
“Hiç telâş etme! Zulmetmediysen zulme uğramazsın!”
|
Günümüzde, dini hassasiyetler zayıfladığı için, insanların biribirlerine karşı davranışlarında hakka, hukuka riayette de zafiyetler görülmektedir. İnsan, kendi sınırları dahilinde kalmaz sınırı aşarsa, başkasının alanına girmiş olur; bu da zulümdür.
Başka bir ifade ile zulüm, başkasının malına, mülküne tecâvüzdür. Başkasının malını haksız olarak zorla elinden almak, eziyet etmek, işkence etmek hep zulümdür. Zulmün en kötüsü de, din ve vicdan hürriyetine mâni olmaktır; inanca ve ibadete müdahaledir.
Dinimizde, kul hakkı ve zulüm üzerinde çok durulmuştur. Allahü teâlâ birçok günahı affedebilir veya cezâsını âhirete bırakabilir. Fakat, zulüm günahını affetmez, cezâsını mutlaka dünyada iken verir. Ayrıca âhirette de cezâsını çektirir. Bunun yaşanmış yüzlerce, binlerce örnekleri vardır:
Çok eskiden İran’da Feridun adında zâlim bir hükümdar vardı. İdâresini zulüm ve baskı ile yürütürdü. Birgün gördüğü bir kadına göz koyarak, bunu sarayına getirmeleri için adamlarına emreder. Adamları buna derler ki:
Sabaha çıkamadı
- Efendimiz, o göz koyduğunuz, bir marangozun karısıdır. Kendisi ve kocası çok dindar olup, muhitte oldukça sevilen kimselerdir. Düşmanlarınız, sizin bu arzunuzu duyup, aleyhinize işi büyütürler. Bir bahane bulmalısınız. Mesela, marangoza bu gece sabaha kadar yapamayacağı bir iş teklif ediniz. Sonra da emrinizi yerine getirmedi bahânesiyle, kendisini idam edersiniz. O zaman göz koyduğunuz karısı dul kalır, kendiliğinden size gelir. Böylece aleyhinizde hiçbir dedikoduya sebebiyet verilmemiş olur.
Zâlim Feridun, akılcılarının verdikleri bu aklı pek beğenerek, marangozu çağırtıp şöyle der:
- Bu gece sabaha kadar, öd ağacından olmak şartıyla, on tane süslü taput yapacak ve şafak vakti göndereceğim adamlarıma teslim edeceksin. Şayet adamlarım geldiği anda, bunları eksiksiz teslim etmezsen, seni sarayımın zindanında astıracağım, haberin olsun!..
Marangozun, “Hükümdarım! Buna imkân yok, verdiğiniz mühleti birkaç hafta uzatmanızı istiyorum.Sabaha kadar ancan bir taput yapabilirim” sözüne, “Ben anlamam, şafak vakti göndereceğim adamlarıma, ya on taputu, yahut da buna mukabil kendi kafanı teslim edeceksin!.”.
Marangoz heyecan ve telâş içinde evine gelip, gözyaşı döküp ağlamaya başlar. Ağlamasının sebebini ısrarlı olarak hanımının sorması üzerine de, zâlim hükümdarın teklifini anlatıp, gözyaşları içinde helâllık dilemeye başlar. Kadın, kocasına, “Dur bakalım, acele etme” der ve ilâve eder:
- Sen, hiç kimseye zulmettin mi?
- Hayır, benim hiç kimseye zulmetmediğimi sen de biliyorsun.
- Öyleyse, boşuna telâş etme! Zulmetmediysen zulüm görmezsin.
Gün aydınlanırken, kapı vurulmaya başlar. Heyecandan elleri, ayakları titreyen marangoz, “Eyvah, işte geldiler. Hanım hakkını helal et!” der. Kapıyı açtığında hükümdarın adamları, “Bu gece yarısı, hükümdar Feridun, âniden öldü. Onun cenâzesi için bir tabut yapmanı, yeni hükümdar emretti” derler.
Karı-koca sevinç içinde birbirlerine bakarlar... Sonra da adamcağız, hazırladığı tabutu vermek üzere hızla marangozhaneye koşar.
Peygamber efendimiz, zalimlerin ve zalimlere yardım edenlerin kendisinden uzak olduğunu bildiriyor: “Öyle emirler gelir ki, yalan söyler ve zulmederler. Onların yalanlarını tasdik eden ve zulümlerine yardım edenler, benden değildir, ben de onlardan değilim. Onların yalanlarını tasdik etmeyen ve zulümlerine yardımcı olmayanlar bendendir, ben de onlardanım.”
Tarih boyunca, hiçbir zulüm devamlı olmamış. Zaman zaman dinsiz diktatörler, ellerini kana boyayıp, memleketlere hakim olmuş, zulüm, fesad ile insanları inleterek dünyayı korkutmuş iseler de, çabuk yıkılmışlar ve tarih boyunca, lanetle anılmışlardır. Örümcek yuvası gibi çabuk kurulan tuzakları, sabah rüzgarı gibi ferahlatıcı, hafif bir kuvvetle uçmuş, insanlığa yarar birşey bırakmamışlardır. Zalim devletler, ne kadar büyük ve kuvvetli görünmüş iseler de bu zunu sürmemiş, yıkılıp yok olmuşlardır. Çünkü zulüm payidar olamaz.
Zulüm payidar olmaz
Zulüme dayanan devletler, bir anda parlayan kibrite benzer ki, etrafındaki saman, talaş gibi hafif şeyleri tutuşturur, eli yakar, evleri harab eder. Kendi ise, hemen söner, biter. Adalete dayanan milletler ise, kaloriferlerin radyatörü gibidir. Radyatör, birşeyi yakmaz, odaları ısıtarak, insanlara rahatlık verir. Sıcaklığı aşırı, zararlı değildir. Fakat hararet, enerji kaynağına maliktir. İslamiyet de, böyle faydalı bir enerji kaynağı olup, kendisine bağlanan fertleri, aileleri ve cemiyetleri besler, kuvvetlendirir.
Geçmişte, yalnız kendi rahatlarını, keyiflerini düşünen krallar, diktatörler, İslam dininin, kendi zulümlerini, kötülüklerini meydana çıkardığını görerek, cinayetlerini, hıyanetlerini gizleyebilmek ve yalanlarına herkesi inandırabilmek için, İslamiyet'e saldırıp yok etmek istemişlerdir. Ancak, yalanları ortaya çıkınca da, yok olup gitmişler. İslam güneşi ise dünyayı aydınlatmaya devam etmiş. Kıyamete kadar da devam edecek!..
|
31 Temmuz 2007 Salı
|
Cennete gitmek çok kolay!
|
Her Müslümanın en büyük arzusu ahırette Cennette olabilmek. Hepimiz, şu kısa dünya hayatı öyle böyle geçer, çünkü sayılı günler, ya ahıret hayatında Allah korusun sonsuz olarak Cehennemde kalırsam benim hali nice olur, korkusu ve endişesi içindeyiz. Aslında Cennete gidebilmek o kadar zor bir iş değil. Zaten Cenab-ı Hak, insana gücünün üzerinde yük yüklememiştir. Günlük hayatımızı, Cenab-ı Hakkın emrettiği doğrultuda dizayn etmemiz kafi. Bu ayrıca, geçici dünya hayatımız için de, mutlaka yapılması gereken, bize dünya rahatlığı da sağlayan şeyler. Bunları Peygamber efendimiz altı maddede özetlemiş; bunlar yapıldığı takdirde, Cennet için kefil oluyor, garanti veriyor.
Resûl aleyhisselâm buyurdu ki: “Ey ümmet ve eshâbım! Siz bana, altı şeyi tekeffül ediniz. Bu altı şeye riâyet edeceğinize söz veriniz. Ben de size Cenneti tekeffül edeyim, Cennetlik olacağınıza dâir size söz vereyim:
1- Konuştuğunuz zaman doğru söyleyiniz!
2- Va'dettiğiniz zaman va'dinizi yerine getiriniz!
3- Size bir şey emânet edilince, emânete hıyânet etmeyiniz!
4- Kendinizi zînâdan koruyunuz!
5- Gözlerinizi harâma yumunuz!
6- Ellerinizi harâmdan çekiniz, harâma yaklaştırmayınız!”
Doğruluk Cennete götürür
Resûlullah efendimiz bütün hayırları bu altı şeyde toplamıştır. Bu altı şeyden birincisi olan, "Konuştuğunuz zaman doğru söyleyiniz" cümlesine kelime-i tevhîd de girer, insanlarla olan konuşmalar da. Yanî kişi, "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resululluh" dediği zaman, bunu cânu gönülden tasdîk ederek söylemeli ve buna uygun davranmalıdır. Resulullahı son peygamber, İslamiyeti son din olarak kabul etmelidir. Bugün için, başka hak din olduğuna da inananın “tasdik”te samimi olmadığı anlaşılır. İnsanlarla olan günlük konuşmalarda yalan söylememeli, doğru sözden ayrılmamalıdır.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki:
“Ey ümmetim ve eshâbım! Doğruluğa yapışınız! Size doğruluk gerek. Şüphesiz ki doğruluk, insanı iyiliğe sevkeder. İyilik de Cennete götürür. Kişi doğru oldukça ve dâimâ doğru insan olarak kalma yollarını araştırdıkça Cenâb-ı Hakkın nezdinde sıddîk, çok doğru, sâdık insan olarak yazılır. Yalandan sakının. Zîrâ şüphesiz ki yalan insanı harâmlara, kötülüklere sevkeder. Bunlar da Cehenneme götürür. Kişi yalancı oldukça ve yalan söyleme yollarını araştırdıkça, Cenâb-ı Hakkın nazarında çok yalancı insan olarak yazılır.”
Huzeyfe ibni Yamânî hazretleri buyurdu ki: “Resûlullahın zamanında bir adam bir yalan söyledi mi bu münâfık kabul edilirdi, yanî bu bir yalan onun münâfıklığına alâmet sayılırdı. Hâlbuki bugün ben, sizden birinin günde on yalanını duyuyorum”
Günümüzde yalan çok yaygınlaştı. İnsan kendisini yalancılığa alıştırır, onu kendisine huy edinirse, durumu tehlikeli olur. Yalancılığın ve söylediği yalanların günâhı kendisine yüklendiği gibi, o husûsta kendisine uyanların günâhı da yine kendisine yüklenir.
"Va'dettiğiniz zaman va'dinizi yerine getiriniz" cümlesi, kulun Allaha olan va'dlerini de, kullara olan va'dlerini de içine alır. Kulun Allaha olan va'dlerinde durması, ölünceye kadar îmânda sebât eylemesi ve kulluk vazîfelerini gereği gibi ve vaktinde edâ etmesidir. Kullara olan va'dlerinde durması ise, günlük yaşayışında onlara vermiş olduğu her türlü sözünü yerine getirmesidir.
"Size bir şey emânet edilince ona hıyânet etmeyiniz" sözü de hem Allah ile kul arasındaki emânet, hem de kişi ile diğer insanlar arasındaki emânete şâmildir. Zîrâ emânetler iki kısımdır: 1- Allah ile kul arasında olan emânetler, 2- İnsanların birbirleri arasında olan emânetler. Allah ile kul arasındaki emânetler, Allahü teâlâlanın kuluna farz kıldığı ibâdetlerdir. Bunlar, Allahın birer emânetidirler. Onları vaktinde edâ etmek kulun üzerine farzdır.
Kulların birbirleri arasındaki emânetlere gelince, bunlar da gerek para, mal, gerek söz, gerekse diğer husûslarda birbirlerine bıraktıkları emânetlerdir. Hangi husûsta olursa olsun, kişinin kendisine bırakılan emâneti ona hiç halel getirmeden sâhibine teslim etmesi gerekir.
"Zînadan korumak" ifâdesine gelince; bu iki türlü olur:
1- Harâmdan kendisini bizzât korumakla. 2- Başkasının mahrem yerlerini görmesine fırsat vermemekle. Resûl aleyhisselâm buyurdu ki:
“Allah bakana da bakılmasına fırsat verede de lânet etsin.”
"Gözlerinizi harâma yumunuz" ifâdesinin izâhı da şöyle: İster kadın olsun, isterse erkek olsun, bir kimsenin, dînen bakması câiz olmayan yerlerine bakmaması gerekir. Bunlardan başka, Allahın verdiği o gözlerle, dünyaya ve dünya malına da kıskançlıkla, hased ile bakılmamalıdır. Nitekim Allahü teâlâ buyurur:
“Sakın, kendilerini denemek için onlardan bir kesimini faydalandırdığımız dünya hayatının çekiciliğine, gözlerini dikme! Rabbinin ni'meti hem daha hayırlı, hem de daha süreklidir.”
İşte Cennetlik olmanın altı maddelik formülü..
|
07 Ağustos 2007 Salı |
|
Mutlu olmanın iki şartı
|
Bir zamanlar zengin bir tüccarın, her türlü imkana sahip, bir eli balda bir eli yağda olan şımarık bir oğlu varmış. Yediği önünde yemediği arkasında olan bu genç, sahip olduğu bütün varlıklara rağmen bir türlü mutlu olamıyordu. Mutlu olamadığı gibi, susuz kimsenin, susuzluğunu gidermek için deniz suyu içmesi gibi, sahip olduğu her yeni imkan onu daha çok sıkıyor, kendisini boğulacak hale getiriyormuş.
Oğlunun bir türlü mutlu olamadığını gören bu tüccar, mutlu olmanın sırrını öğrenmesi için oğlunu, insanların en bilgilisi olarak bilinen bilge bir şahsın yanına göndermiş. Delikanlı günlerce yol yürüdükten sonra, sonunda aradığı kimsenin bir tepenin üzerinde bulunan evine varmış.
Delikanlı, girdiği evde, hummalı bir manzara ile karşılaşmış. İnsanların biri girip, diğeri çıkıyormuş. Evin sahibi sırayla içerideki insanlarla konuşuyormuş ve bundan dolayı da, delikanlı, sıranın kendisine gelmesi için çok uzun bir süre beklemek zorunda kalmış.
Sonunda sıra kendisine gelmiş. Sıkıntısını ve mutlu olma arzusunu anlatmış. Ev sahibi, bilge şahıs, delikanlının ziyâret sebebini açıklamasını dikkatle dinlemiş. Kendisine, “Mutluluğun sırrını hemen söyleyemem” demiş. Arkasından, “Git, bahçeyi dolaş! İki saat sonra da benim yanıma gel!” demiş.
Mutluluğun sırrı
Hemen arkasından ilâve etmiş: “Ama, senden bir ricada bulunacağım!” Sonra da delikanlının eline büyük bir kaşık vererek, içine küçük bir kaşık ile iki kaşık yağ koymuş. Arkasından tenbih etmiş: “Etrafı dolaşırken bu kaşığı elinde tutacak ve yağı dökmeyeceksin!”
Delikanlı dışarı çıkıp etrafı dolaşmaya, verilen süreyi doldurmaya başlamış. Fakat gözü hep kaşıktaymış. İki saat dolar dolmaz, hemen çıkmış o kimsenin huzuruna. Hikmet ehli kimse, “Güzel”, demiş. Sonra gence sormuş:
- Bahçıvan başının, on yıllık bir çalışma sonunda meydana getirdiği eşsiz güzellikteki bahçeyi, çiçekleri, emsâlsiz lezzetteki meyveleri gördün mü?
Utanan delikanlı hiçbirşey göremediğini îtiraf etmek zorunda kalmış. Çünkü kendisine verilen iki damla yağı dökmemek için hiçbir tarafa bakamamış. Böylece, başka bir şeye de dikkat etmemiş.
Ev sahibi demiş ki: “Öyleyse git, etraftaki güzelliklere bakarak, bahçeyi tekrar dolaş!”
Delikanlı kaşığı alıp, tekrar dışarı çıkarak gezmeye başlamış. Bu sefer bahçeleri, çevredeki dağları, çiçeklerin güzelliğini, bulundukları yerlere yakışan sanat eserlerinin zarâfetini görmüş. Hikmet ehli zatın yanına dönünce, gördüklerini bütün ayrıntılarıyla anlatmış.
Ev sahibi sormuş: “Peki sana emânet ettiğim iki damla yağ nerede?”
Kaşığa bakan delikanlı, iki damla yağın dökülmüş olduğunu görmüş. Bunun üzerine, ev sahibi, demiş ki:
- Sana verebileceğim tek bir nasîhat var: Mutluluğun sırrı, dünyanın bütün hârikalarını görerek, Allahü teâlânın büyüklüğünü idrak etmektir; ama iki kaşık yağı da unutmadan.
Sonra iki kaşık yağı yorumlamış:
- Bu iki kaşık yağdan birincisi, inançlı olmak; Allahü teâlâya inanmak, O’nun emirlerine önem vermek ve bütün gücü ile bunlara uymaya çalışmak. Yapamadıkları için de tevbe edip bunlara saygılı olmak. Başta sağlığımız olmak üzere sahip olduğumuz bütün nimetleri ondan bilmek.
Eğer sağlığımız yerinde olmazsa, başka şeyleri görmemiz zaten mümkün değildir. Acılar içinde kıvranan kimse, dünyanın en güzel gül bahçesinde olsa bile gözü bir şey görmez. Kuş tüyünden yatakta yatsa, bu yatak iğneli yatak gibi gelir ona.
İkincisi, vermek; ihtiyaç sahiplerine, muhtaçlara hayır hasenat yapmak. Bunlara, yaratandan dolayı, acımak ve merhametli olmak. O’nun sevdiklerini, dostlarını sevmek. Onları dost edinmek. Dostları olmayan kimse için dünyanın zindandan farkı yoktur. Sevmek ve sevilmek, insanı hayata bağlayan, bütün sıkıntıları unutturan en güzel ilâçtır.
Seven ve acıyan, herkese, her şeye iyilikle bakar. Kötülük düşünemez. İyileri iyi oldukları için sever. Kötülere ise kötü oldukları için acır. Onların da iyi olmaları, hidâyete kavuşmaları için çırpınır.
Bu iki şeyin hakîkatına varan, varlıklarını diğer insanlarla paylaşan, onların sıkıntılarını gideren gerçek mutluluğa kavuşur. Bu mutluluğun verdiği haz, bütün sıkıntıları örter.
Merhamet için gönderildim
Peygamber efendimize bir bedevî gelip, “Ben câhil biriyim. İslâmiyeti kısa olarak benim anlayabileceğim şekilde ta’rif eder misiniz?” diye sorduğunda, Peygamber efendimiz buyurdu ki: "et- ta'zimü bi emrillah veş-şefekatü alâ halkıllâh” yani, İslamiyet,Allahü teâlâyı, emirlerini büyük bilmek, bunlara saygılı olmak ve yarattıklarına acımak, merhamet etmektir, buyurdu.
Başka bir hadis-i şeriflerinde de, “ Ben lânet etmek için gönderilmedim. Hayır duâ etmek, her mahlûka merhamet etmek için gönderildim. Ben, insanların azap çekmesi için değil, herkese iyilik etmek ve insanların huzura kavuşması için gönderildim.” “Merhamet edenlere Rahman da merhamet eder…“ buyurmuştur.
|
14 Ağustos 2007 Salı |
“İhtiyarları baban, gençleri kardeşin bil!”
|
İslam tarihinde, devlet başkanlarının ayrı bir yeri ve önemi olmuştur. Yaşları ne olursa olsun halk, devlet başkanını her derdiyle ilgilenen bir “baba” olarak görmüş; devlet başkanları da halkını, ailesinin birer ferdi kabul etmişlerdir. Ülkesindeki her olaydan kendilerini mesul tutmuşlardır. Hazreti Ömer’in, “Dicle nehri kenarında koyun güden çobanın, bir koyunu zayi olsa, korkarım ki, Allahü teâlâ, niçin o çobanın koyunlarını gözetmedin diye benden sorar” sözü meşhurdur.
Hemen hemen bütün devlet başkanları bu anlayışta idiler. Bu anlayışın zirvede olduğu başkanlardan biri de, Ömer bin Abdülaziz’dir.
Kendisinden önceki devlet başkanı Süleyman bin Abdülmelik’in ölümünden sonra, vasiyeti açıldığında, iki oğlu olmasına rağmen kendisinden sonra, Ömer bin Abdülaziz'in devlet başkanı yapılmasını istediği görüldü.
Ömer bin Abdülaziz bunu duyunca, bu ağır yükün altına girmekten korkarak, bu görevi kabûl etmedi. Fakat, orada bulunanlar, ittifakla kabûl etmesini istediler. Bunun üzerine mecbûren kabûl etti. Sonra kürsiye çıkıp şunları söyledi:
Çalışma şartları
“Ey insanlar! Bizimle beraber çalışacak kimselerde şu beş şartın bulunması lâzımdır:
1- Halkımız her hâlini bize ulaştıramaz, bunun için halkımın hâlini bana bildirmek.
2- Hayırlı işlerde bize yardımcı olmak.
3- Kimse hakkında gıybet etmemek.
4- Boş şeylerle meşgûl olmamak.
5- Hayra delâlet eden işlerle meşgûl olmak, zararlı şeylerden uzak olmak.
Bir kimsede bunlar yoksa bizimle beraber olmasın!”
Sonra kendini saraya götürmek üzere alay atlarını getirdiler. Yanındakilere, “Bu atlar nedir?” diye sordu. “Bunlar sizin atlarınızdır. Sizi saraya götürmeye geldiler.” cevabı üzerine, “Benim bunlara ihtiyâcım yoktur. Benim bineğim bana yeter. Ayrıca, şu anda orada rahmetlinin çocukları oturuyor, onlar taşınana kadar ben yine eski kıl çadırımda kalırım.”
Hizmetçisi, kendisini çok üzüntülü görünce sebebini sordu. Ömer bin Abdülaziz dedi ki:
“Doğudan batıya kadar bütün müslümanların haklarını koruma işi bana verildi. Bundan daha zor bir iş olur mu? Üzüntümün sebebi budur.”
Sonra hanımına şöyle bir teklifte bulundu:
“Büyük bir yük altına girdim. Belki bundan sonra sana karşı gereken vazifemi yapamayabilirim. Seni serbest bırakıyorum. Buna rağmen benimle beraber yaşamak istersen, üzerindeki bütün zînetleri Beyt-ül-mala hediye etmeni istiyorum. Peygamber efendimizin sevgili kızları, hazret-i Fâtıma gibi, ma'nevî süslerle zînetlenmeni istiyorum.”
Bunun üzerine, hanımı bütün zînetlerini hediye etti.
Ömer bin Abdülaziz hazretleri devlet başkanlığı makamına oturduğu gün, zamanının büyük âlimlerinden bazılarını çağırıp, onlardan nasîhat aldı. Alimlere sordu:
- Halk bu makamı büyük bir ni'met olarak görüyorsa da ben taşıyamıyacağım kadar ağır bir yük olarak görüyorum. Bu yükün altına mecbûren girmiş bulunuyorum. Bu yükü nasıl taşıyabilirim, bu konudaki nasîhatleriniz nedir?
Âlimler kendisine şu nasîhatte bulundular:
- Yarın kıyâmet günü kurtulmak istersen, halkın ihtiyarlarını baban, gençlerini kardeşin ve küçüklerini de evlâdın bil! O zaman bütün müslümanlara kendi evindeki, ana-baba, kardeş ve evlâd gibi muâmele etmiş olursun!
Ömer bin Abdülaziz hazretleri, üzerine aldığı bu mesûliyetten çok korkardı. Herkese nasıl adâletle muâmele yapabileceğini düşünür, kendisini hiç düşünmezdi.
Birgün suç işlemiş birini gördü. Ona cezâ vermek isteyince suçlu kendisine hakaret etti. Ömer bin Abdülaziz, ona cezâ vermekten vazgeçti. Sebebini sorduklarında:
- Araya nefsim girer, bana hakaret ettiği için cezâ veririm diye korktum, onun için vazgeçtim, buyurdu.
Devlet başkanlığı döneminde en çok üzerinde durduğu konu adalet oldu. Bunun için kendisine “ikinci Ömer” denildi. Devletin bütün imkanlarını halka aksettirdi. Ömer bin Abdülaziz zamanında, refah o kadar yükselmişti ki, müslümanlar zekâtını verebilmek için, günlerce yol yürümek, zekât verecek kimse aramak zorunda kalıyorlardı. Çünkü herkes zengindi. Fakir kimse bulmada zorluk çekiliyordu.
Kalbinizi düzeltin
Ömer bin Abdülaziz hazretleri son konuşmasında buyurdu ki:
Ey insanlar, içinizi, kalbinizi düzeltin. Eğer kalbinizi düzeltirseniz, işleriniz de düzelir, a'zâlarınız, gözleriniz, ayaklarınız, kulağınız, elleriniz hayırlı ameller işler. Allahü teâlânın râzı olduğu işler ile meşgûl olur, âhıret için sâlih ameller işlersiniz.
Her yolculuğun kendine has bir azığı, hazırlığı vardır. Âhıret yolculuğu için de, takvâyı azık edinin! Allahü teâlânın vereceği ni'metleri görmüş gibi sevinin ve vereceği cezâyı, azâbı da görmüş gibi korkun! Tûl-i emele yâni uzun emele kapılmayın, hiç ölmiyecekmiş gibi dünyaya sarılmak, bitmek bilmeyen istek ve arzûların peşinden koşmak, insanın kalbini katılaştırır. İnsanı, düşmanı olan şeytanın eline düşürür.
Dünyaya aldanmış, huzûr ve saâdet arayan nice insanlar gördük. Huzûr ve saâdet ancak Allahü teâlânın rızâsını kazananlar içindir. Neşe, sevinç de kıyâmetin zorluğunu atlatanlar içindir.
|
21 Ağustos 2007 Salı |
Cenâb-ı Hak seni şehid etsin”
|
Elinden geldiği kadar dinimizin emir ve yasaklarına uymaya çalışan, İslam ahlakı ile ahlaklanmayı kendine şiar edinen bir arkadaşım var. Bu arkadaş, iyilik gördüğü, sevdiği kimseler ile görüşmesinden sonra, ayrılırken samimi duygular içinde, “Cenab-ı Hak seni şehid etsin” der. Şehidliğin önemini, kıymetini bilen kimseler de, bundan memnun olurlar, onlar da kendisine aynı temennide bulunurlar.
Bir gün bu arkadaş boş bulunup, dinle pek ilgisi olmayan bir kimse ile görüşüp ayrılırken, aynı temeniyi teklarlayınca, ortam birden soğudu, karşısındakinin tebessümü anında ciddiyete hatta hiddete dönüştü. Sonra kendini toparlayıp, “ Teessüf ederim, bu nasıl temennidir, demek ki sen benim ölmemi istiyorsun. Ben sana ne kötülük yaptım.” dedi.
Bu arkadaş, maksadının kötülük olmadığını, iyiliği için böyle söylediğini anlatmaya çılıştı, fakat nafile, ne söylediyse onu memnun edemedi. Çünkü bunun dini altyapısı yoktu, şehidliğin ne olduğunu bilmiyordu. Arkadaş, ölümünü istemediğini, fakat eninde sonunda öleceksin Allahü teala senin canını şehid olarak alsın manasında söylediğini ifade ettiyse de, bunları anlayacak idrakte değildi. Ölüm onun aklında, gündeminde olmayan bir şeydi. Sanki hep başkaları ölecek, kendisine sıra gelmeyecekti.
Ölüm bizi unutmaz!
Toplumumuzun halktan kopuk, yarınını düşünmeyen, dünyayı hep yiyip içmek, eğlenmekten ibaret sanan bazı sosyatik entel kesimlerinde, ölümden hiç bahsedilmez, bahsedenler de hoş karşılanmaz, “Şimdi ne güzel eğleniyoruz, ölümden bahsetmenin zamanı mı” diye sitem ederler. Bilmezler ki, isteserler de istemeseler de, konuşmasalar da, ölüm her zaman onların yanında. Çünkü bundan kaçış yok; bugüne kadar bundan kaçıp kurtulan hiç olmamış.
Hal böyle olunca, ondan kaçmak değil, ölüm gerçeğini kabul etmek ve buna hazırlanmak gerekir. Ölüm gerçeğini idrak eden ve bir gün onun mutlaka kendisine de geleceğini bilen kimsenin, ona hazırlanmaması akıllı bir insanın yapacağı bir iş değildir. Peygamber efendimiz, “ İstediğin gibi yaşa bir gün öleceksin! Kimi seversen sev bir gün ayrılacaksın! Ne yaparsan yap bir gün hesabını vereceksin!” buyurdu.
Birkaç saatlik yolculuğa çıkan bile az çok hazırlık yapar. Sonsuz yolculuğa çıkmak hiç hazırlıksız olur mu? Bu hazırlık, hayatta ahırete yarar işler yapmak ve kötü amellerden, işlerden uzak durmakla olur.
Gerçek bir Müslüman, hayatının her anında, faydalı ameller içinde bulunmalıdır. Zira, ölümün ne zaman ve nerede geleceği hiç bir suretle belli olmaz. Resulullah efendimiz, ölümün sıkıntısını ve acılığını açıkça belirtmiştir.
Dünya hayatının sıkıntılarına sabredip, tahammül göstermek, ölüm sıkıntısına tahammül etmekten daha kolaydır. Çünkü ölüm sıkıntısı ahıret azabı cinsindendir. Ahıret azabı ise dünya azabından daha sıkıntılı ve daha şiddetlidir. Dünya sıkıntısı ile mukayese bile edilemez.
Resulullah efendimiz bir nasihatında şöyle buyurdu:”Beş şeyden önce beş şeyi ganimet bil: İhtiyarlığından önce gençliğin, hastalığından önce sıhhatin, meşgalelerinden önce boş vakitlerin, fakirlikten önce zenginliğin , ölümünden önce ömrün kıymetini bil”
Resulullah efendimiz bu beş şeyde bir çok ilimleri toplamıştır. Zira insan, ihtiyarlığında yapamadığı amelleri gençliğinde yapabilir. Yine, gençliğinde bir günahı işlemeğe alışan insan, ihtiyarlığında onu terk etmeğe kolay kolay muktedir olamaz. O halde, bir gencin, gençliğinde iyi ve hayırlı amelleri adet edinmesi gerekir. Ta ki, ihtiyarlığında onları kolaylıkla yapabilsin.
Sağlıklı insan, malında ve kendi iradesinde hükmünü daha çok ve daha kuvvetle yürütebilir. O halde, sağlıklı insanın, bunu ganimet bilmesi ve gerek mali ve gerekse bedeni ibadetler hususunda faydalı amellerde bulunması lazımdır. Çünkü hastalanınca beden zayıflar, kuvvetten düşer ve ibadetleri hakkıyla yapamaz olur.
İnsan, Allahın helalinden verdiği azığa kanaat etmeli, ona razı olmalı, onu ganimet bilmeli ve diğer insanların elindekine tamah etmemelidir. Kişi, hayatta oldukça iyi ameller işlemeğe muktedir olabilir. Ölünce amel kesilir. Bunun için bir mümine yaraşan, bu fani, geçici hayatı boşa geçirmemek ve sonsuz hayata hazırlanmaktır.
Ömür gafletle geçerse!
Hikmet ehli bir zat şöyle der:” Ey insan! Çocukluğun oyunla geçer, gençliğin de gafletle geçerse; ihtiyarlayınca zayıf düşeceğine göre, acaba sen, şanı yüce olan Allah için ne zaman faydalı ameller işleyeceksin?”
Ekin ekme, tohum atma yeri dünyadır. Ekin ekmeden mahsul beklemek, akıllı kimsenin yapacağı iş değildir. İnsanın, öldükten sonra Allahü tealaya ibadet etmesi mümkün olmaz. Ne yapılırsa hayatta iken bu dünyada yapılır. Ölüme ve ölüm meleğinin gelişine ancak bu dünya hayatında hazırlanılabilir. Öyleyse onu daima hatırlamaktan hiç bir an geri kalmamalı. Çünkü o, bizden gafil değildir. Peygamberimiz, “Lezzetleri yıkan, eğlencelere son veren ölümü çok hatırlayınız!” buyuruyor. Ölümü hatırlayın, güzel ahlaklı olur, kendisine ve çevresine faydalı olur. Uzun ömürlü olur.
|
28 Ağustos 2007 Salı
|
Dost ve akraba ziyaretleri
|
Batı kültürü, ferdiyetçilik, bencillik üzerine kurulmuştur. Bunun için, ben gemimi yürüteyim de, gerisi ne olursa olsun, mantığı hakim. Bu anlayış sadece toplumda değil, aile fertlerinde, akrabalar arasında da geçerli. Onsekiz yaşına gelmiş kız veya erkek çocuklarına, hazır yiyici gözü ile bakıyorlar. Bunun için evden uzaklaştırıyorlar. Bu çocuklar, nerede kalacaklar, nasıl yaşayacaklar; uyuşturucu bağımlısı mı olacaklar, terörist mi olacaklar, anne babanın umurunda değil. Onlar, çocuklarının evden ayrılmaları ile, ekonomik olarak daha rahat olacaklarının, daha kaliteli yaşayacaklarının, daha iyi yerlerde tatil yapabileceklerinin düşüncesindeler.
Bu anlayış ve düşünceler insanları, hızlı bir şekilde insanlıktan uzaklıştırmakta hayvani yaşayışa yaklaştırmaktadır. Çünkü, hayvanlar aleminde, akrabalık bağları yavruların büyümesi, kendi ayakları üzerinde durabilecek hale gelmeleri ile son bulur. Fakat, yaratılış icabı olan evlad sevgisini içlerinden söküp atamıyorlar. Bu boşluğu doldurmak için de, herkes evinde köpek besliyor. Böylece sözde kendilerini teselli ediyorlar. Evladın yeri başka olduğundan, bunun boşluğunu hiçbir şeyin dolduramayacağından dolayı da, evlad hasreti içinde kıvranıyorlar. Rahat etmek için yaptıkları bu davranış şekli, eve huzur değil aksine, huzursuzluk getiriyor. Ömürleri, stres ve sıkıntı içinde geçiyor. Bunun için Batı halkının büyük bir çoğunluğu psikolojik tedavi görüyor.
Fayda her iki tarafa
Bu anlayış, Batı kültürünün yayıldığı her ülkede hızla kendini hissettirmektedir. Ülkemiz de bundan nasibini almaktadır. Buna bağlı olarak, akrabalık ve dostluk ilişkileri her gün biraz daha azalmakta, herkes kendi kabuğuna çekilmektedir. Çok kimsenin, eskiden akrabalık, dostluk ilişkelerinin en yoğun şekilde yaşandığı bayramları, artık sahil boylarında kendi başına tatilde geçirmesi bunun tipik örneğidir.
Halbuki insan medeni olarak yaratılmıştır. Yani kendi başına yaşayamaz. İnsanlar birbirlerine muhtaçtır. Maddi yönden muhtaç olduğu gibi, sosyal yönden de birlikte yaşamaları bir zarurettir. Bu birliktelik, önce aile fertleri arasında olur. Aile fertleri birbirini sever sayar. Sonra akrabalar arasında olur. Akrabalarını arayıp sorar, sıkıntısı varsa onlara yardım eder. Birisinin sıkıntısının giderilmesi, sadece sıkıntıda olanın rahatlaması gibi idrak ediliyorsa da bu böyle değildir, aslında sıkıntıyı gideren de manevi yönden rahatlar. Yani hal hatır sormada, yardımlaşmada rahatlama tek yönlü değildir. Her iki tarafa da faydası vardır.
Aile fertleri ve akraba çevresi ile biraz daha genişleterek yakın çevresi ve dostları ile arası iyi olan insanlar rahat ve huzurlu olur. Böyle fertlere sahip toplum da huzurlu olur. Zaten nihai maksad da bu değil mi?
İnsanlık için, toplum için maddi ve manevi sayısız faydası olduğu için dinimiz, akraba ve dost ziyaretlerine çok önem verir. Kişinin dinine, çoluk çocuğuna zarar gelmeyecek sıla-i rahimde, birçok güzel haslet mevcuttur:
Birincisi: Sıla-i rahimde, Allahü teâlânın rızası vardır. Sıla-i rahim yapan, yani akraba ve dostlarına sırf Allah rızası için ziyarette bulunan kişi, Allahü teâlânın rızasını kazanır.
İkincisi: Sıla-i rahim yapmakla, akraba ve dostlarının gönlüne bir sürur, bir sevinç verilmiş olur. Hadis-i şerifte, “Amellerin en faziletlisi, gönlüne sürur veren ameldir” buyuruldu. Başka bir hadis-i şerifte de, “Allah indinde, en kıymetli amel, mümini sevindirmek, sıkıntısını gidermek, borcunu ödemek veya karnını doyurmaktır.” buyuruldu.
Üçüncüsü: Akraba ve dostlar ziyaret edilmekle, onların arasındaki akrabalık bağlarının kopmasını arzulayan ve bunun için çeşitli vesveseler veren şeytan kederlendirilmiş olur.
Dördücüsü: Akraba ve dostlar ziyaret edilmekle ömür bereketlenir, uzar. Hadis-i şerifte, “Sıla-i rahm, malı çoğaltır, ailede sevgiyi artırır ve ömrü uzatır.”buyuruldu.
Beşincisi: Akraba ve dostların ziyaret edilmesi, rızkın bolluğuna ve bereketliliğine sebep olur. Hadis-i şerifte, “Rızkının bol, ömrünün uzun olmasını isteyen, sıla-i rahm etsin!” buyuruldu.
Altıncısı: Sıla-i rahim yapmakla, ölmüş olanlar sevindirilmiş olur. Zira ecdadımız, bizlerin dost ve akrabalarımıza yapacağımız ziyaretlere sevinirler.
Neşe ve sevinç artar
Yedincisi: Sıla-i rahim; sevgi, muhabbet bağlarının kuvvetlenmesine vesile olur. Zira bir kimseyi sevindirecek veya kederlendirecek bir hâl vâki olduğunda, onun bütün akraba ve dostlarının dört bir yandan toplanıp, kendisine yardımcı olmaları, onun neşe ve sevincinin artmasına yardım eder.
Sekizincisi: Akraba ve dostları ziyaret etmek, öldükten sonra da ecrin artmasına vesile olur. Zira sağlığında akraba ve dostlarına ziyaretlerde bulunup, onların gönüllerine neşe katan kişi, öldükten sonra, yakınları onun her iyiliğini andıklarında, kendisi için duâ edecekler, rahmet talebinde bulunacaklardır.
Ancak, dostları, akrabaları kötü kimseler ise, onlara yaptığı iyilikler, yardımlar sebebiyle işledikleri günahlara, ortak olacaktır. Öldükten sonra da sıkıntıdan kurtulamayacaktır. Bunun için, akraba da olsa, dinine, imanına zarar gelecek kimselerle samimi olmamalıdır. Zaruret miktarı görüşmelidir.
|
04 Eylül 2007 Salı |
Hiç kimse mükemmel değildir!
|
Dünya ve ahıret huzuru için en büyük tehlike, insanın gerçek dostlardan uzaklaşıp nefsi ile başbaşa kalmasıdır. Nefis ve şeytan, boynuna taktığı iple bunu istediği tarafa götürür. Dostlardan uzaklaşmaya da, onlarda gördüğümüz hatalar ve kusurlar sebep oluyor. Kendi kusurlarımız değil, başkalarının kusurları gözümüze batıyor.
Atalarımız, “Kusursuz dost arayan dostsuz kalır” demişler. Çünkü insan demek, zaten kusur demektir, eksiklik demektir. İnsan âcizdir, güçsüzdür. Âciz bir kuldan ancak kusur meydana gelir.
Evliyanın büyüklerinden Hâris-i Muhâsibî, “Kulluk, insanın âciz olduğunu idrak etmesi, anlamasıdır” demiştir. İnsanın bu olduğu bilinirse, ileride hayal kırıklığına düşülmemiş olur. Kişi görüştüğü kimselerden her an bir hata, bir yanlışlık beklentisi içinde olmalıdır. İnsan çiğ süt emmiş, derler. Nerede, ne zaman ne yapacağını tahmin etmek mümkün değildir.
“Öldüm, bittim, yıkıldım, falancadan böyle bir hareket beklemiyordum, beni hayal kırıklığına uğrattı, onun bu hâlini görünce şoke oldum” gibi sözleri çok kimseden duymuşsunuzdur.
Önce insanı tanımayılız!
Böyle hayal kırıklığına uğrayanlar, önce insanı iyi tanısalardı yıkıma uğramazlardı. Bunun için herşeyden önce şu hususları bilmek ve kabullenmek gerekir:
1- Hiç kimse mükemmel değildir. Bazı insanlar diğerlerine göre daha üstündür, ama hiç kimse tam anlamıyla mükemmel değildir. İnsanoğluyla ilgili en yaygın özellik; insanların hata yapmasıdır. Hem de her türlüsünden... Hatadan, günah işlemekten sadece peygamberler korunmuştur. İstisna olanlar yalnız onlardır. Bunun dışında, âlim de olsa, evliya da olsa herkes nefsine uyup günah işleyebilir. Önemli olan hatasını anlayıp tevbe etmesidir.
Şair ne güzel söylemiş:
İnsan beşer, durmaz şaşar,
Eyler hata, üçer beşer.
Düz ovada yürür iken,
Ayağını sürçer, düşer!
2- Karşımızdaki kişi mutlaka bizden farklıdır. Bizim kopyamız değildir. Onun için, karşımızdakinden, kendimiz gibi düşünmeyi, kendimiz gibi giyinmeyi, kendimiz gibi yaşamayı, aynı şeyden zevk almayı beklemeye hakkımız yoktur. Dolayısıyla bizim gibi değil diye ondan uzak olamayız. Herkesi olduğu gibi kubullenmek zorundayız. Zaten farklı hâlleri olduğundan dolayı o başkadır, biz başkayız... Cenab-ı Hak böyle yaratmış. Yaratılan, Yaratanın yaptıklarını beğenmeme hakkına sahip değildir. Hakkı olmadığı için de, beğenmemesinin bir değeri, kıymeti olmaz.
3- Her insan, “Hata yaptın”, “Yanlış yaptın”, “Bu da yapılır mıydı” gibi sözlerden hoşlanmaz. Kendi fikrimizin ayrı olması, bizim bir hakkımız ise, karşımızdakinin de farklı olması onun hakkıdır.
Herhangi bir hadisede, hiçbir insan yüzde yüz hatalı veya yüzde yüz haklı olmaz. Aralarında oran farkı vardır. Biri yüzde seksen haklı ise, diğeri yüzde yirmi haksızdır. Oranı diğerine göre az da olsa, onda da hata payı vardır. Hiç kimse durup dururken bir diğerinin kalbini kırmaz, onu üzmez. Az veya çok mutlaka bir sebebi vardır. Çoğumuz, “Bende de hata olabilir, fakat bu kadar tepki gösterecek bir şey yapmadım ki” deriz.
Şunu hiçbir zaman unutmayalım: Her maddenin bir kaynama noktası vardır. Kimi madde 60 derecede kaynar, kimisi 100 derecede, kimisi de 5000 derecede kaynar. Ama neticede mutlaka kaynar.
İnsan da böyledir. Bazısı yüzde onluk bir hatada kaynar, bazısı da yüzde doksandokuzda... Ama mutlaka kaynar. Kızmak, üzülmek, kırılmak insanın özelliğindendir. Bu özellikleri olmasa insan, insan olmaktan çıkar, melek olur.
Eğer bütün insanlar aynı ve mükemmel olsaydı, dünyanın nizamı bozulurdu. Hiç kimse ne tamamen iyi, ne de tamamen kötüdür.
Sevgi, hataları örter
Eğer düşüncelerimizi kontrolsüz tutarsak, neredeyse herkesi hatalı, kusurlu görür, herkeste sevmeyecek bir yan buluruz. Benzer biçimde, eğer düşüncemizi uygun biçimde kontrol edersek, insanlara karşı olumlu düşünürsek, aynı insanı sevip, ona hayran kalacak birçok şey bulabiliriz. Bunun için herkesin iyi yönlerini görmeye çalışmalıyız. Gerçek sevgi zaten kötülükleri örter, göstermez.
Birisi, kendi ayıbını, kusurunu bildirmesi için, evliyanın büyüklerinden İbrahim Ethem hazretlerine yalvarınca, “Seni kendime dost edindim. Her hâlin, hareketlerin, bana güzel görünüyor. Ayıbını başkalarına sor” dedi.
|
05 Eylül 2007 Çarşamba |
|
Kul nasıl olur da yaratanını bilmez!”
|
İslâm âlimlerinin büyüklerinden Abdullah bin Mübârek hazretleri bir yolculuğunda, koyun otlatan bir gence rastlar. Aralarında şöyle bir konuşma geçer: “Evlâdım, Allahü teâlâyı bilir misin?”, “Kul nasıl olur da yaratanını bilmez!”, “Peki, Allahü teâlânın varlığını ne ile anlıyorsun?”, “Bu koyunlar ile.”, “Bu koyunlar ile nasıl biliyorsun, izâh eder misin?”, “İzâh edeyim efendim. Bu koyunlar kendi başlarına kalamazlar. Bunları koruyan birisi lâzımdır ki, bunlara su ve ot versin, kurt ve diğer tehlikelerden korusun. Bundan anladım ki, bu âlemdeki herşey, bir koruyucuya muhtaç. Bu binlerce yaratığı korumaya, ihtiyaçlarını görmeye ancak Allahü teâlânın gücü yeter. İşte bu koyunlar ile Allahü teâlâyı böyle bildim.”
Abdullah bin Mübârek hazretleri tekrar sorar: “Allahü teâlâyı nasıl bilirsin? Allahü teâlâ neye benzer?”, “Allahü teâlâ hiçbir şeye benzemez.”, “Bunu nasıl anladın?”, “Yine bu koyunlardan.”, “Onları dikkatle inceliyorum. Ne onlar, bana benzerler ve ne de ben onlara benzerim. Buradan, bir çoban koyunlarına benzemezse, Allahü teâlânın elbette kullarına benzemiyeceğini anladım. O hiçbir şeye benzemez. Bizim bilmediğimiz şekilde görür, işitir.”
Abdullah bin Mübârek hazretleri devam eder: “Sözlerin çok güzel. Peki hiç ilim öğrendin mi?”, “Üç ilim öğrendim. Bunlar; gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi. Gönül ilmi şudur ki: Allahü teâlâ bana kalb verdi. Bu kalb ile O'nu bileyim, O'nun sevdiklerine gönül vereyim, sevmediklerine gönlümü bağlamıyayım, onlardan uzak olayım. Dil ilmi şudur ki: Bana dil verdi. Bu dil ile O'nu anayım. O'nun istemediği sözleri söylemiyeyim. Beden ilmi şudur ki: Bana beden vermiştir. Bu beden ile O'nun emrettiği şeyleri yapayım, yasak ettiği şeylerden uzak durayım.”
Bu defa da, genç sorar: “Efendim hep beni konuşturdunuz, sizin bana söyleyeceğiniz şeyler yok mudur?”
“Tabiî var evlâdım, Allahü teâlânın zâtî ve sübûtî sıfatları vardır. Zâtî sıfatları şunlardır: Vücûd; Allahü teâlâ vardır. Kıdem; Allahü teâlânın evveli yoktur. Bekâ; sonu yoktur. Vahdaniyet; Allahü teâlâ birdir, eşi, ortağı yoktur. Muhâlefetün-lil Havâdîs; Allahü teâlâ hiçbir mahlûka benzemez. Kıyâm bi Nefsihî; Allahü teâlânın varlığı kendindendir. Hiçbir şeye muhtaç değildir, mekândan münezzehtir.
Sübûtî sıfatları ise şunlardır: Hayat; Allahü teâlâ diridir. İlim; Allahü teâlâ herşeyi bilir. Sem'; Allahü teâlâ işitir. Basar; Allahü teâlâ görür. İrâde; Allahü teâlâ dilediğini yaratır. Kudret; Allahü teâlânın herşeye gücü yeter. Kelâm;Allahü teâlâ söyleyicidir. Tekvîn; Allahü teâlâ yaratıcıdır. Bunları bilmek, ma'nâlarına inanmak her Müslümana farzdır.”
Genç tekrar sorar: “İman sahibi olmak için bu kadar bilgi kafi midir?”
“Hayır evladım, bunlar imanın altı şartından sadece birincisi. Her müslümanın imanın altı şartlarını bildiren Amentü’yü ezberlemesi ve manalarını, mesela melek, nedir, peygamber nedir… kısaca bilmesi gerekir.”
İmanın ikinci şartı, Meleklere İman. Meleklerin, nurdan yaratıldıklarını, onlarda dişiliğin erkekliğin olmadığını, hiçbir zaman günah işlemediklerini, en üstünleri, Cebrâil, Mikâîl, İsrâfîl, Azrâîl "aleyhimüsselâm" olduğuhu bilmek gerekir.
İmanın üçün şartı Kitaplara imandır: Cenabı Hak 104 kitap göndermiştir. Bunların dördü büyük kitaptır. Bunlardan Tevrât, Mûsâ aleyhisselâma, Zebûr, Dâvüd aleyhisselâma, İncîl, Îsâ aleyhisselâma, son olarak da Kur'ân-ı kerîm, son peygamber Muhammed aleyhisselâma gönderilmiştir.
Îmânın dördüncü şartı, Peygamberlere imândır. Peygamberlerin yedi sıfatı vardır: Sıdk, Emânet, Tebliğ, İsmet, Fetânet, Adâlet, Emnü'l-azl. Yani, sözlerinde sâdıktırlar, hıyânet etmezler, dini tebliğ ederler, bütün günâhlardan uzaktırlar, diğer insanlardan daha akıllıdırlar âdildirler, görevlerinden alınmazlar.
İmânın beşinci şartı, Kıyâmet gününe inanmaktır. Kıyâmet günü, kabirden kalkınca başlar, insanlar Cennete ve Cehenneme gidinceye kadar devam eder. Müslüman olmayanlar sonsuz olarak Cenennemde kalacaktır.
Îmânın altıncı şartı, Hayır ve şerrin Allahtan olduğuna inanmaktır. Bu, kazâ kadere inanmak demektir. Kazâ, kader, yanî alın yazısı, bir insanın doğumundan, ölümüne kadar, başına gelecek, işlerdir. Kazâ da, bu işlerin başa gelmesidir.
Amentünün sonundaki, Kelime-i şehâdetin kısaca ma'nâsı da şöyle:
"Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh" demek, "Ben şehâdet ederim ki, Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed aleyhisselâm O'nun kulu ve resûlüdür" demektir.”
|
11 Eylül 2007 Salı |
Bu akşam ilk teravih yarın ilk oruç
|
Çok şükür, yarın mübarek Ramazan ayına tekrar kavuşacağız inşaallah. Bu mübarek ay'ı, İnşaallah en iyi şekilde değerlendiririz. Geçmiş bir yılın muhasebesi yapıp, yanlışlarımızı düzeltir, işlemiş olduğumuz günahlar için tevbe istigfar ederiz. Günahlardan temizleniriz.
Zaten Ramazan, yanmak demektir. Çünkü bu ayda oruç tutan ve tevbe edenlerin günahları yanar, yok olur. İslâmın beş şartından dördüncüsü, mübarek Ramazan ayında, hergün oruç tutmaktır.
Peygamber efendimiz buyurdu ki;
“Ey Müslümanlar! Üzerinize öyle büyük bir ay gölge vermek üzeredir ki, bu aydaki bir gece ki, bu Kadir gecesidir, bin aydan daha faydalıdır. Allahü teâlâ, bu ayda, hergün oruç tutulmasını emretti. Bu ayda, geceleri teravih namazı kılmak da sünnettir.
Bu ayda, Allah için ufak bir iyilik yapmak, başka aylarda farz yapmış gibidir. Bu ayda, bir farz yapmak, başka ayda yetmiş farz yapmak gibidir.
Bu ay sabır ayıdır
Bu ay, sabır ayıdır. Sabredenin gideceği yer cennettir. Bu ay, iyi geçinmek ayıdır.
Bu ayda müminlerin rızkı artar. Bir kimse, bu ayda, bir oruçluya iftar verirse, günahları affolur. Hak teâlâ, onu cehennem ateşinden azad eder. O oruçlunun sevabı kadar, ona sevab verilir.”
“Bu ay, öyle bir aydır ki, ilk günleri rahmet, ortası af ve magfiret ve sonu cehennemden azad olmaktır. Bu ayda, emri altında olanların, yani işçinin, memurun, askerin ve talebenin vazifesini hafifletenleri Allahü teâlâ affedip, cehennem ateşinden kurtarır.”
“Bu ayda dört şeyi çok yapınız! Bunun ikisini Allahü teâlâ çok sever. Bunlar, Kelime-i şehadet söylemek ve istigfar etmektir. İkisini de, zaten her zaman yapmanız lazımdır. Bunlar da Allahü teâlâdan cenneti istemek ve cehennem ateşinden Ona sığınmaktır. Bu ayda, bir oruçluya su veren bir kimse, Kıyamet günü susuz kalmayacaktır.”
Ramazân-ı şerîfte, hurma ile iftâr etmek sünnettir. Güneşin battığı iyi anlaşılınca, önce E'ûzü ve Besmele okuyup "Allahümme yâ vâsi'al - magfireh igfirli ve li- vâlideyye ve li-üstâziyye ve lil mü'minîne vel mü'minât yevme yekûmülhisâb" denir. Bir iki lokma iftârlık yiyip, “Zehebezzama' vebtelletil urûk ve sebe-tel-ecr inşâallahü teâlâ.” duâsını okumak sünnettir Bundan sonra yemeğe başlanır.. (Duânın başındaki "Z" peltek olan "Zel" harfidir. Zama'daki ise "Zı" harfidir. Sebe'deki "S" ise peltek "Se" dir.)
Ramazan ayında yapılan ibadetlere, diğer aylarda yapılan ibadetlerden kat kat fazla sevap verilir. Bunun için bu ay'ı çok iyi değerlendirmek lazımdır. Allahü teâlâ, Ramazan orucunu farz, gecelerini ihya etmeyi de sünnet eyledi. Ramazana mahsus olan teravih namazını ihmal edilmemilidir.
Vitir namazı, yalnız Ramazan ayında cemaatle kılınır. Teravih namazı, vitirden önce ve yatsının son sünnetinden sonra kılınır. Teravih namazını, iki rekatte bir selam vermek suretiyle kılmak daha iyidir. Dört rekatte bir selam vermek de olur.
Teravih namazı, evde yalnız olarak da kılabilir, günah olmaz. Fakat camideki cemaat sevabından mahrum kalınır. Evde, birkaç kişi ile cemaatle kılınırsa, yalnız kılmaktan yirmiyedi kat fazla sevap kazanılır.
Teravihin sünnet olması
Peygamber efendimiz, 3-4 gün teravihi cemaatle kıldırdı, daha sonra evden çıkmadı. Sebebi sorulunca, “Teravih namazının size farz olacağından korktuğum için evden çıkmadım” buyurdu. (Buhari)
Teravihin 20 rekat oluşu ve cemaatle kılınması hadis-i şerifle bildirilmiştir. Sünnet olduğu İcma ile sabittir. Peygamber efendimiz, teravihi, 8, 12 ve 20 rekat olarak da kılmıştır. İbni Abbas hazretleri bildiriyor ki, Resulullah, yatsıdan sonra, vitirden önce, 20 rekat namaz kıldıktan sonra, “Ramazanda 20 rekat teravih namazı kılanın, yirmi bin günahı affolur” buyurdu.
Allahü teâlâ mübarek Ramazan ayını gönderip, ona hususî bir kıymet verince, Hazreti Ömer, bu büyük nimetin şükrünü eda etmek için, yirmi rekat namaz kılmayı kendisine vazife bildi. Eshab-ı kiram da bunu beğendiler. Durumu Peygamber efendimize bildirdiler. O da beğendi. Cebrail aleyhisselam gelip, Peygamber efendimize bildirdi ki:
- Allahü teâlâ, Ömer'in ve eshabının yaptığı bu ibadeti kabul eyledi. Onda hatim okuyanları cennete koyacağına, onlardan razı olacağına söz verdi.
Müekked sünnet olan teravihi ihmal etmemelidir! Hadis-i şerifte, “Ramazanda inanarak ve sevabını umarak teravih namazı kılanın, geçmiş günahları affolur” buyuruldu.
|
12 Eylül 2007 Çarşamba |
|
Zekât vermenin maddi ve manevi faydaları
|
Ramazan ayı, aynı zamanda zekat ayı olarak bilinir. Bu yanlıştır; Ramazan ayı oruç ayıdır. Çünkü tutulması farz olan oruç sadece Ramazan ayında tutulur. Zekat için böyle bir ay yoktur. Kişi ne zaman zengin olmuşsa, yani nisab miktarı olan 96 gr. altına veya bu değerde paraya veya bu değerde ticaret malına kavuşmuş ise, bu günü hicri ay olarak, mesela Recebin biri, Şabanın onu, Ramazanın üçü gibi bir kenara yazar. Bir sene sonra, aynı günde zenginliği devam ediyorsa kırkta birini zekat olarak verir. Zenginliği devam ettiği müddetçe de hep bu ayda bu günde zekatının hesabını yapıp verir. Daha çok sevap kazanayım diyerek bunu Ramazan ayına bırakmak uygun değildir. Zekat mazeretsiz geciktirilmez. Ancak zekat hesap günü Ramazan ayından sonraki aylarda ise, ileride verilecek zekata mahsuben bu ayda verebilir.
Zekâtın bir ibadet olarak, Cenab-ı Hakkın emrini yerine getirilmesi yanında, insanlara ruhî, ahlâkî ve insanî yönden pek çok faydaları da vardır. Zekât sadece fakirlere ve ihtiyaç sahiplerine yapılan bir yardımdan ibaret değildir. Zekatın bir hedefi de insanı maddenin üzerine çıkarmak, onu maddenin kölesi değil, efendisi haline getirmektir. Bu bakımdan zekâtın, alanada verenene de sayısız maddi manevi faydası vardır.
Kur’an-ı kerîm’de, “Onların mallarından zekât al ki bununla onları temizleyip yüceltesin.” Bu iki kelime yani “temizleme” ve “yüceltme” maddî – manevî her türlü temizleme ve yüceltmeyi içine almaktadır.
Zekât kişiyi, manevi kirlerden temizleyip yücelttiği gibi, cimrilik kötü huyundan da temizler, kurtarır. Cimrilik insan mayasında var olan öyle bir huydur ki, kişi malından yalnız kendisi yararlanmak, başkalarına hiç kaptırmamak ister. Kur’an-ı Kerîm’de “İnsanoğlu pek cimridir” buyrularak bu huya işaret edilmiştir.
İşte zekât kişiyi bu hastalıktan kurtaran etkili bir ilâçtır. Allahü teâlânın emrine uyarak her sene elindekinin bir kısmını hak sahibi kimselere veren kimse, başkalarına vermeye alışır; maddenin ve menfaatin esiri olmaktan kurtulup onlara hâkim duruma gelir. Böylece kişi Allah’tan başka hiçbir kimseye kölelik etmemiş olur. Kur’ân-ı kerîmde “Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” buyuruldu
Allahü teâlânın övdüğü bir sınıf vardır ki başlıca özellikleri Allah’tan korkmaları ve Allah yolunda harcama yapmalarıdır. Cenab-ı Hak, leyl süresinde, kendisine karşı gelmekten sakınanın ve cimrilik yapmayıp elinde bulunanı Allah yolunda harcayanın işini kolaylaştıracağını; bunun aksinri yapanının işini zorlaştıracağını bildirmektedir.
Zekâtla vermeye alışan insan, egoistlikten kurtulur; yalnız kendisini düşünmez, başkalarını da düşünür. Artık o, bir defa zekât vermeye alışınca, gerektiğinde zekât dışında da başkalarına yardım edecektir. Başkaları için kendi malından fedakârlık yapan kimse, başkalarının malına ve hakkına dokunmamaya da dikkat edecektir. İşte bütün bunlar, zekâtın insana kazandırdığı değerlerdir.
Her nimetin bir şükrü vardır. Zekât da Allahü teâlânın kişiye ihsan ettiği zenginliğe karşı bir şükürdür. İmam-ı Gazalî hazretleri buyurdu ki: “Allahü teâlânın kuluna bedeninde ve malında ihsan ettiği nimetler vardır. Bedenî ibadetler beden nimetinin, malî ibadetler de mal nimetinin bir şükrüdür”
Şükür Allahü teâlânın ihsan ettiği nimet cinsinden olmalıdır ki nimete karşılık olsun. Bu yüzden zekât Allahü teâlânın verdiği mala karşı en güzel bir şükürdür.
Zekât kin ve kıskançlığı önler. Zekât, alan kimseleri kıskançlık ve kin ateşinden korur. Ayrıca zekât, zenginle fakir arasında kuvvetli bir bağ, derin bir sevgi meydana getirir. Fakire yardım elini uzatan zengin, servetin Allahü teâlânın takdiri meselesi olduğunu, onun kişiye bir üstünlük sağlamadığını idrak eden, insanların en iyisinin, zengin olsun, fakir olsun Allah’tan en çok korkan kimse olduğu şuuruna varan, böylece fakire sadece fakir olduğu için yukardan bakmayan kimsedir.
Fakir de kazancından bir kısmını kendisine veren, çok kazandıkça daha çok verecek olan zengine ve servetine düşman gözlerle bakmayacak, kendisine şefkatle muamele eden bu insana karşı sevgi besleyecek, hayır duâda bulunacaktır. Peygamber efendimiz,“Mallarınızı zekâtla koruyunuz” buyurmuştur.
Zekât, fakirlerin hayatını, ihtiyaçlarını, cemiyyetin tekeffül eylemesi, garanti etmesi demektir. Dinimize göre, bir şehrin bir köşesinde, bir müslüman, açlıktan ölse, şehirdeki zenginlerden birinin, az bir zekât borcu kalsa, onun mesulü olur.
|
25 Eylül 2007 Salı |
Zekât dünya sevgisinden kurtarır
|
Bütün kötülüklerin başı, dünya sevgisi ve dünyaya düşkünlüktür. Hadis-i şerifte, “Dünya sevgisi bütün hataların başıdır”, “Ateşle su bir kapta bulunamayacağı gibi, dünya ve ahiret sevgisi de bir müminin kalbinde birlikte bulunmaz.” buyuruldu. (Sevilmemesi emredilen dünya, mekruhlar ve haramlardır. Ahırete yönelik mallar dünya sayılmaz)
İşte insanı bu tehlikeden koruyacak, kurtaracak en etkili ilaç da zekattır. Fahreddîn Râzî hazretleri bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Dünya sevgisine dalmak gönülden Allah sevgisini giderir. Cenab-ı Hak, mal sahiplerini, mallarından bir kısmını ayırıp, emrettiği yerlere vermekle yükümlü kılmıştır. Tâ ki kişideki mala karşı meyil kırılsın, tamamen mala yönelme engellensin ve insanın saadetinin mal toplamakla meşguliyette değil, malı Allahü teâlânın razı olacağı yerlere harcamakta olduğu unutulmasın.
Kişi zengin oldukça bu zenginliğinin kendisine o zamana kadar sahip olmadığı bir takım güç ve imkânlar sağladığını görmekte ve zenginliği arttıkça gücünün ve imkânlarının da arttığını müşahede etmektedir. Bu güç ve imkânlarının artması ona büyük zevk vermektedir. Böylece aldığı bu zevk sebebiyle insan daha çok kazanmak için gayret sarfetmekte, daha çok kazandıkça hırsı da o nisbette artmaktadır. Böylece fasid bir daire içine girilmektedir.
Dinimiz, zekât vasıtasıyla bu fasid daireyi kırmış, mal sahibinden, bunun bir kısmını Allah rızasını elde etme yolunda harcamasını istemiştir. Tâ ki nefis sonu olmayan bu karanlık yoldan ayrılıp, Allahü teâlânın rızasını talep ve ona kulluk yoluna yönelsin”
Allahü teâlâ müslümanın mal toplamasına ve dünya lezzetlerinden istifade etmesine müsaade etmiştir. Fakat zengin olmanın insanın yegâne gayesi olmasına müsaade etmemiştir. İnsan daha yüce ve ulvî gayeler için yaratılmıştır. Dünya insan için yaratılmıştır; insan dünya için değil. Bilâkis insan âhiret için, Cenâb-ı Hakka kulluk için yaratılmıştır. Dünya âhiret yolunda sadece bir merhale, bir vasıtadır.
Mal dininizin nazarında bir hayır ve nimettir. Fakat öyle bir nimet ki insan kötülüklerle imtihan olduğu gibi, o nimetle de imtihan olmaktadır. “Mallarınız, çocuklarınız sizin için bir imtihandır.” buyuruldu.
İşte zekât kişinin bu imtihanda başarılı olmasını sağlıyan bir araçtır; kişiyi malını Allah yolunda harcamaya alıştırır.
Zekât, insanın manevi yönden temizlenmesine vesile oldğu gibi, malı da korur. Peygamber efendimiz buyurur ki “Malının zekâtını verdiğinde onun şerrini senden gidermiş olursun.” Bir başka hadîs-i şerîfte “Zekât bir mala karışırsa mutlaka onu helâk eder.” buyruldu. Malının zekâtını vermeyenler üzerinde fakirin hakları kalmakta, bu da hem o malı kirletmekte, hem de Allahü teâlânın gadabının o mal üzerine çekilmesine sebep olmaktadır.
Bazı büyük felâketlerin temelinde, fakire hakkını vermeyen zenginlerin bu davranışlarının yattığını bilmek gerekir. Yine hadîs-i şerîfte “Bir kavim zekâtı vermezse gökyüzünden yağmurun yağmasını önlemiş olur. Hayvanlar olmasa yağmur yağmaz.” buyurulmaktadır.
“Zekât malı temizler ve onun artıp gelişmesine sebep olur” dendiğinde şüphesiz bununla kastedilen helâl maldır. Yoksa çeşitli şekillerde haram yoldan kazanılan malı zekât temizleyip artırmaz.
İnsanın dinini, canını, namusunu koruması için mal ve zenginliğe ihtiyaç vardır. Bu yüzden İslâmiyet meşru zenginliği yasaklamamış bilakis teşvik etmiştir. Zekatı verilen mal meşru maldır. İslâmiyette zenginlik bir gaye değil, bir vasıtadır; insanların temiz ve iffetli yaşamalarını sağlıyan, onları bir lokma ekmeğin peşinde koşturmayıp, Allaha bağlayan, ona kulluk etmelerine imkân veren bir vasıta... Bu yüzdendir ki Peygamber efendimiz şöyle duâ etmiştir: “Allah’ım senden hidâyet, takvâ, iffet ve zenginlik isterim.”
İşte dinimiz, zenginlerden alınıp fakirlere verilen zekâtı farz kılarak onların maddî-manevî ihtiyaçlarını gidermiştir. Böylece fakir, hem ihtiyaç ve sıkıntı içerisinde yaşamaktan kurtulacak, hem de cemiyete ve Cenab-ı Hakka karşı vazifelerini daha iyi yapabilecektir.
Aynı zamanda o kendisini cemiyetin dışına atılmış bir varlık olarak değil, kendisine cemiyette değer verlilen, sıkıntıda kaldığı zaman yardım edilen, cemiyetin bir parçası olarak görecektir. Zekât hak sahiplerine verilirken, İslâmiyet fakirlerin rencide edilmemelerini bilhassa istemiştir. Zekât verilirken onun zekât olduğunu söylemek gerekmemektedir. Kur’an-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: “Ey iman edenler! Malını gösteriş için hayra veren, gerçekte Allah’a ve âhiret gününe inanmayan kimseler gibi başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle sadakalarınızı (zekât ve sair hayırlarınızı) iptâl etmeyiniz.”
|
26 Eylül 2007 Çarşamba |
|
Ehli sünnet yolunun esasları
|
Ehli sünnet vel cemaat yolu; Peygamber efendimiz ve onun Eshabının yolu. İslamda, Cennete götüren orta yol, ana cadde. Bunun dışındakiler, ana caddeden ayrılmış çıkmaz sokak. Bu yolun reisi, kurucusu İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleridir. İslâm âleminde Eshâb-ı kiramdan sonra yetişen büyük âlimlerin en başta gelenlerinden.
Hicri ikinci asrın ortalarına doğru, Dehriyyun denilen dinsizler ve Mutezile, Cebriye, Harici, Şia gibi İslamın ana caddesinden ayrılmış akımlar, bozuk düşünceleri ile İslama büyük zararlar vermeye başlayınca, İmam-ı a’zam hazretleri Ehli sünnetin esaslarını toparlayıp ortaya koydu. Bu büyük imamın yaptığı yeni dini kurallar koymak değil, zaten mevcut olan bu esasları sistemleştirmek, yeni usuller, kaideler koyarak diğer akımlardan ayırmak. Ehli sünnet yolunu daha kolay, daha anlaşılır hale getirmek. Böylece, Müslümanların Peygamberimiz ve Eshabının yolundan ayrılmalarına mani olmak.
Müslümanların rehberi
İslam âlimleri, imam-ı a’zamı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve evliyayı da bu ağacın dallarına benzetmişler, Onun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemalata (olgunluklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir.
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, Peygamber efendimizin ve Eshabının yolunu, yani inancını, yaşayışını (Ehl-i sünnet i’tikâdı) adı altında bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefâtından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün müslümanlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur.
İmâm-ı a’zam hazretleri 12 madde halinde sıraladığı Ehli sünnet yolunun esaslarını vasiyet olarak şöyle bildirdi:
“Kıymetli dostlarım, azîz kardeşlerim! Biliniz ki, Ehl-i sünnet ve’l-cemâat mezhebi haktır ve oniki haslet üzeredir. Bu oniki husûsiyeti kabûl edip, bunlara uyanlar bid’atten uzak olur. Bu hasletlere riâyet ediniz, bunlardan ayrılmayınız ki, Peygamber efendimizin şefaatine nail olasınız.
1- Îmân; kalb ile tasdîk, dil ile ikrâr etmektir. Kalb ile bilmek, yahut sâdece dil ile ikrâr etmek, değildir. Eğer dil ile ikrâr, yalnız başına îmân olsaydı, münâfıklarda mü’min olurdu. Sadece bilmek de îmân olmaz. Çünkü sadece bilmek îmân olsaydı, Yahûdiler de, Hıristiyanlar da mü’min olurdu.
Îmânda çoğalma ve azalma düşünülemez. Ancak îmânın çoğalması, küfrün azalması ile, küfrün çoğalması îmânın azalması ile olması gerekir. Bir kimseye bir anda hem mü’min ve hem kâfir nasıl denilebilir. îmânda şüphe caiz değildir. Nitekim Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde: “İşte onlar hak mü’minlerdir; işte diğerleri de tam kâfirlerdir.” buyuruyor. Peygamber efendimizin tevhîd sahibi (ehl-i tevhîd, ehl-i kıble) ümmeti, günah sebebi ile kâfir değillerdir, îmân, amelden başkadır.
Amel de îmândan cüz değil, ayrıdır. Çünkü amel ba’zı vakitlerde emir olunmuş, ba’zı vakitlerde ise kuldan istenmemektedir. Hayz ve nifas hâlinde olan kadının namaz kılmaması, oruç tutmaması, fakîrin zekât vermemesi böyledir. Ama îmândan muaf tutulan ân yoktur. Fakîre îmân lâzım değildir denemez. Hayz ve nifas sahibi, oruçlarını kaza eder. îmânı kaza ederler denemez.
Hayrın ve şerrin takdîri Allahü teâlâdandır. Eğer birisi, hayır ve şerrin, kötülüğün takdîrini Allahü teâlâdan başkasından bilirse, müşrik olur.
Ameller üç kısım
2- Ameller üç kısımdır: Farz, Fazîlet, Günah.
Farz, Allahü teâlânın emri, rızası, takdiri ve yaratması ile olur.
Fazîlet; Allahü teâlânın emri ile de değildir. Lâkin irâdesi, beğenmesi, rızâsı ve yaratması iledir.
Günahlara gelince; Allahü teâlânın beğenmesi, rızâsı, teşviki ile değildir. Lâkin O’nun yaratması iledir. Bununla muâhaze olunur; hesaba çekilir. Çünkü kulun fi’li ile, kendi isteği iledir.
3. Arş üzerinde istiva, yerleşme ve oturma ma’nâsında değildir. Allahü teâlâ zamandan, mekândan münezzehdir. Arş mahlûkdur. Önceden yok idi. Sonradan yaratıldı.
4. Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın kelâmı, vahyi, tenzili ve sıfatıdır. (Bütün sübût sıfatları gibi) kendi değildir, gayri de değildir. Mushaflarda yazılıdır, dillerde okunur, gönüllerde saklanır. Yalnız bir perde, bir vâsıta ile değil, mürekkep, kâğıt, yazma işi, harfler, kelimeler ve cümlelerin hepsi, kulların O’na ihtiyaçları sebebi ile, Kur’ân’ın âletleridir. Allahü teâlânın kelâmı mahlûk, sonradan olma değildir. Zâtı ile kâimdir. Ma’nâsı, bu sayılan şeylerde anlaşılmaktadır. Kur’ân-ı kerîm mahlûktur diyen kâfir olur. (Devamı yarın)
|
02 Ekim 2007 Salı
|
Ehli sünnet yolunun esasları (2)
|
5. Bu ümmetin Peygamber efendimizden sonra en üstünleri Hz. Ebû Bekir, sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman, sonra Hz. Ali’dir (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmâîn). Ya’nî üstünlükleri hilâfetteki sıralarına göredir. Allahü teâlâ onlar hakkında Vâkı’a sûresi 10 ve 11. âyet-i kerîmelerinde; “İşte onlar Sâbikûndur, onlar mukarreblerdir” buyuruyor. O halde içlerinde en esbâkı, en önde ve önce geleni, en üstünüdür. Onları seven her mü’min muttaki, onlara düşman olan ise, münâfık ve şakîdir.
6. Kul, bütün fiilleri, yaptıkları ile mahlûktur. Amelleri, ikrârı, bilmesi de mahlûktur. Fail, işi yapan mahlûk olunca, yaptıkları elbette mahlûk olur.
7. Yaratıcı ve rızık verici Allahü teâlâdır. Rûm sûresi kırkıncı âyetinde; “Sizi yaratan, rızık veren, sonra sizi öldüren ve dirilten Allahü teâlâdır.” buyuruyor. Helâldan mal, para kazanmak helâl, haramdan kazanmak ise haramdır, insanlar üç kısımdır:
Biri, imânda hâlis mü’minler; biri küfründe ısrar üzere olan kâfirler, üçüncüsü de, nifakında sabit olan münâfıklardır. Allahü teâlâ, mü’mine amel ve ibâdeti, kâfire imânı, münâfıka ihlâsı farz etmiştir. Nitekim Bekâra sûresi yirmibirinci âyetinde: “Ey insanlar! Rabbinize ibâdet ediniz.” Başka bir âyette, “Ey mü’minler! Tâat ve ibadet ediniz” ve “Ey kâfirler! îmân ediniz, ey münâfıklar ihlâs üzere olunuz” buyuruyor.
8. Allahü teâlâ hiçbir şeye muhtaç değildir. Kur’an-ı kerimde, “Allah müstağnidir. Sizler ise muhtaçsınız.” buyuruldu.
9. Mest üzerine mesh caizdir. Mukîm için müddeti yirmidört saat, misâfir için üç gün üç gece, ya’nî yetmişiki saattir. Hadîs-i şerîfte böyle bildirilmiştir. Bunu inkâr edenin kâfir olmasından korkulur. Çünkü bu hadîs-i şerîf mütevâtire yakındır. Yolculukta dört rek’atli farzları iki rek’at kılmak ve oruç tutmak, Kur’ân-ı kerîm ile sabittir. Nitekim Allahü teâlâ;: “Seferi olduğunuz zaman, namazı iki rek’at kılmakla, sizden zorluk kaldırıldı” ve bir başka âyet-i kerîmede de, “Sizden biriniz hasta olursanız, yahut seferde olursanız, bu haldeki oruçlarını sonra tutsun” buyurur.
10. Allahü teâlâ kaleme yazmayı emredince, kalem, yâ Rabbi ne yazayım dedi. “Kıyâmete kadar olacak her şeyi” emr-i ilâhisi geldi. Allahü teâlâ Kamer sûresi elliikinci âyetinde; “Bununla beraber, işledikleri herşey defterlerindedir.” buyuruyor. (Yaptıkları her şeyden hesaba çekileceklerdir)
11. Azâb vardır ve olacaktır. Olmama ihtimâli yoktur. Münker ve Nekir’in kabirde suâl sormaları haktır. Hadîs-i şerîfler böyle olduğunu bildirmektedir. Cennet ve Cehennem yok olmazlar. Allahü teâlâ Cennet için “Mü’minlere hazırlanmıştır”, Cehennem için de; “Kâfirlere hazırlanmıştır” buyuruyor. Allahü teâlâ, Cennet ve Cehennemi mükâfat ve ceza için yarattı. İkisi de devamlı olup, geçici değillerdir. Mîzân haktır. Allahü teâlâ: “Kıyâmet gününde amellerin tartılması için terazi kurulur” buyuruyor. Herkesin amel defterinin okunması haktır. Âyet-i kerîmede: “Bugün senin hesabın için amel defterini okuman kâfidir.” buyuruldu.
12. Allahü teâlâ insanları, öldükten sonra, kıyâmette diriltecek. Bir araya toplayacak. O günün (hesab günü) uzunluğu, dünyâ senesi ile ellibin yıldır. Sevâb, azâb ve hakların görülmesi içindir. Allahü teâlâ; “Uzunluğu ellibin sene olan günde” buyuruyor. Bir âyet-i kerîmede de: “Allahü teâlâ kabirler de olanları diriltir” buyurmaktadır.
Cennettekilerin Allahü teâlâyı nasıl olduğu bilinmiyen, bir şeye benzetilmeden ve cihetsiz, ya’nî herhangi bir yönde olmadan görmeleri haktır. Bir âyet-i kerîmede: “Bütün yüzler, Rablerine bakınca parlar” buyurulmuştur. Muhammed Mustafâ’nın (aleyhisselam) şefaati haktır, olacaktır. Cennetlik olan mü’minlere ve büyük günâhı olanlara şefaat edecektir. Hz. Âişe, Hadîce-i Kübrâ’dan sonra bütün kadınların üstünü ve mü’minlerin anneleridir.
Cennet ehli Cennette, Cehennemdekiler de Cehennemde sonsuz kalır. Allahü teâlâ Bekâra sûresi 82. A’râf sûresi 42. Yûnus sûresi 26 ve Hûd sûresi 23. âyetlerinde mü’minler için “Onlar Cennetliklerdir, orada ebedi kalacaklardır” buyurdu. Kafirler için de “İnkar edenler ve ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar cehennemliktir. Onlar orada ebedi kalacaklardır.” ( Bekara-39) buyurmaktadır.
İmâm-ı a’zamın vasıyyeti budur. Bu i’tikâd üzere olan Ehl-i sünnet ve Cemâat mezhebindendir denir. Bu i’tikâd üzere ölürse kurtulmuşlar zümresinden olur.
|
03 Ekim 2007 Çarşamba
|
“Sakın benden sonra eskiye dönmeyin!”
|
Resulullah efendimiz “Veda Hutbesi ”inde buyurdu ki:
Ey insanlar! Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha birleşemiyeceğim.
Ey insanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübarek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir. Her türlü tecavüzden korunmuştur.
Eshabım! Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bu günkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulanmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.
Eshabım! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin! Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, o ayağımın altındadır. Lakin borcunuzun aslını vermeniz gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız.
“Şeytana kanmayın!”
Eshabım! Cahiliyet devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdülmuttalib’in torunu (amcamoğlu) Rebia’nın kan davasıdır.
Ey insanlar! Harbedebilmek için haram ayların yerlerini değiştirmek, şüphesiz ki, küfürde çok ileri gitmektir. Bu, kâfirlerin kendisiyle dalalete düşürüldükleri bir şeydir. Bir sene, helal olarak kabul ettikleri (bir ayı), öbür sene haram olarak ilan ederler. Cenab-ı Hakk’ın helal ve haram kıldıklarının sayısına uydurmak için bunu yaparlar. Onlar, Allahü teâlânın haram kıldığını helal, helal kıldığını da haram ederler. Hiç şüphe yok ki, zaman, Allahü teâlânın yarattığı gündeki şekil ve nizamına dönmüştür.
Ey insanlar! Bugün şeytan, sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hakimiyetini kurma gücünü ebedi surette kaybetmiştir. Fakat siz; bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız, bu onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız!
Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allahü teâlâdan korkmanızı tavsiye ederim. Siz, kadınları, Allahü teâlânın emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allahü teâlâ adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız; onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; onların, aile mahremiyetinizi, sizin hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru bir şekilde, her türlü yiyim ve giyimlerini temin etmenizdir.
Ey müminler! Size bir emanet bırakıyorum ki, ona sıkı sarıldıkça, yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet, Allahü teâlânın kitabı Kur’an-ı kerimdir. (Başka rivayetlerde; “Sünnetim” ve “Ehl-i beytim” diye de bildirilmiştir.)
Ey mü’minler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz! Müslüman, Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz, başkasına helal değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisi vermiş olsun.
Eshabım! Nefsinize (kendinize) de zulmetmeyiniz. Kendinizin de üzerinizde hakkı vardır.
Ey insanlar! Allahü teâlâ her hak sahibine hakkını (Kur’an-ı kerimde) vermiştir. Varise, vasiyete lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa, ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz, yahud efendisinden başkasına intisaba kalkan nankör, Allahü teâlânın gazabına, meleklerin ve bütün Müslümanların lanetine uğrasın! Cenab-ı Hak, bu gibi insanların ne tövbelerini, ne de adalet ile şehadetlerini kabul eder.
Üstünlük takvada!
Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Allah katında en kıymetliniz, takvası çok olanınızdır. Arabın Arab olmayana bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.
Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?!...”
Eshab-ı kiram; “Allahü teâlânın dinini tebliğ ettin. Vazifeni yerine getirdin. Bize vasiyet ve nasihatte bulundun, diye şehadet ederiz” dediler.
Bunun üzerine Resul-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz, mübarek şehadet parmağını kaldırarak cemaat üzerine çevirip indirdiler ve; “Şahid ol ya Rab! Şahid ol ya Rab! Şahid ol ya Rab!” buyurdular.
|
09 Ekim 2007 Salı |
Resulullah efendimizin son nasihatları
|
Resulullah efendimiz, veda haccını tamamlayıp Medine-i münevvere döndükten sonra, ahırete göç vaktinin geldiğine dair işaretler vermeye başlamışlardı. Bir gün Baki kabristanlığını ziyaretinde yanlarında bulunan Ebu Müveyhib’e dönerek; “Ey Ebu Müveyhib! Ben, dünya hazineleri ile ahiret nimetlerini seçmede serbest bırakıldım. İstersen dünyada baki ol, sonra Cennet’e git, istersen Likaullah (Allahü teâlâya kavuşmak) hasıl olup Cennet’e gir dediler. Ben, Likaullahı ve sonra Cennet’i seçtim” buyurdu. Sonra rahatsızlanıp Hane-i saadetlerine çekildiler.
Eshabı kiram efendilerimiz çok üzülüyordı. Resulullah efendimiz bunları teselli için mescide teşrif ettiler. Minbere çıkarak Allahü teâlâya hamd ve sena ettikten sonra, Eshab-ı kirama; “Ey Eshabım! Size nasihatım olsun ki, Muhacirlerin büyüklerine saygı gösteriniz! Ey Muhacirler! Size de vasiyetim şudur ki, Ensara iyilik ediniz! Onlar size iyilik etti. Evlerinde barındırdı. Geçinmeleri sıkıntılı olduğu halde, sizi kendilerinden üstün tuttular. Mallarına sizi ortak ettiler. Her kim Ensar üzerine hakim olur ise, onları gözetsin, kusur edenleri olursa affetsin” buyurduktan sonra Hane-i saadetlerine döndüler.
Kendinizi aldatmayın!
Bir müddet sonra, Hazret-i Ali’nin ve Fadl bin Abbas’ın kollarına girerek tekrar mescidi teşrif edip Eshab-ı kirama şöyle buyurdular;
“Ey Muhacirler ve ey Ensar! Vakti belli olan bir şeye kavuşmak için acele etmenin faydası yoktur. Allahü teâlâ, hiçbir kulu için acele etmez. Bir kimse Allahü teâlânın kaza ve kaderini değiştirmeye, iradesinden üstün olmaya kalkışırsa, onu kahr ve perişan eder. Allahü teâlâya hile etmek, O’nu aldatmak istiyenin işleri bozulup, kendi aldanır.
Biliniz ki, ben sizlere karşı rauf ve rahimim. Siz de bana kavuşacaksınız. Kavuşacağınız yer, Kevser havuzunun başıdır. Cennet’e girmek, bana kavuşmak isteyen, boş yere konuşmasın.
İnsanlar, Allahü teâlânın emirlerine itaat ederse, hükumet başkanları, amirleri, valileri onlara merhamet ve şefkat eder. Fısk, fücur, taşkınlık yapar, günah işlerlerse, merhametli başkanlara kavuşamazlar.
Benim hayatım, sizin için hayırlı olduğu gibi, ölümüm de hayırdır ve rahmettir. Eğer bir kimseyi haksız yere dövmüş veya fena bir söz söylemiş isem, bana aynı şeyi yaparak hakkını almasına; birinizden haksız bir şey almış isem, geri istemesine razıyım ve helallaşmağa hazırım. Çünkü, dünya cezası, ahiret cezasından pek hafiftir. Buna katlanmak daha kolaydır.”
Âlemlerin efendisi, şiddetli ağrılarının olduğu bir gün de, mescide toplanan Eshabına buyurdu ki: “Ey Eshabım! Siz, insanların en üstünleri, en şereflilerisiniz. Sizden sonra kim gelirse gelsin, siz hepsinden önce Cennete girersiniz. Dini ayakta tutmakta metin olun ve Kur’an-ı azimi imam (rehber) edinin. Dinin hükümlerinden gafil olmayın”buyurdu.
Âlemlerin efendisi, son anlarında da şu tavsiyelerde bulundular:
“Aman! Aman! Ellerinizdeki kölelerinize iyi davranınız! Onların üzerlerine elbise giydiriniz, karınlarını doyurunuz. Onlara yumuşak konuşunuz. Namaza, namaza devam ediniz. Kadınlarınız ve köleleriniz hakkında Allahü teâlâdan korkunuz!..”
Sonra Cebrail aleyhisselam geldi. Efendimiz, “Ne müjde getirdik?” diye sorunca, pek çok mujdeyi sıraladı. Fakat Resulullah efendimiz, her defasında “Başka ne getirdin?” diye soruyorlardı. Bunun üzerine, Cebrail aleyhisselam; “Ya Resulallah! Neyi soruyorsunuz!” dedi. Peygamber efendimiz; “Benim bütün endişem, üzüntüm ve kederim, benden sonra geride bıraktığım ümmetimdir” buyurdu. Hazret-i Cebrail; “Allahü teâlâ kıyamet günü, sen razı oluncaya kadar ümmetini bağışlayacak, bütün peygamberlerden önce seni, bütün ümmetlerden önce senin ümmetini Cennet’e koyacaktır” dedi.
Üç arzu
Sevgili Peygamberimiz, Cebrail aleyhisselama; “Allahü teâlâ katında üç muradım vardır: Biri; ümmetimin günahkarlarına beni şefaatçı etmesi, ikincisi; dünyada yaptıkları günahlardan dolayı onlara azab etmemesi, üçüncüsü; Perşembe ve Pazartesi günleri ümmetimin amellerinin bana arzedilmesidir. (Eğer amelleri iyi ise dua ederim, Allahü teâlâ kabul eder. Kötü ise şefaat edip, amel defterinden silinmesini isterim)” buyurdu.
Cebrail aleyhisselam, Allahü teâlâdan, bu üç arzusunun da kabul edildiği haberini verdi. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz rahatladılar.
|
10 Ekim 2007 Çarşamba
|
Hazret-i Ali’nin oğluna nasihati
|
Ey oğul! Mümin, baktığında ibret alır. Bir şey verilirse, şükreder. Musibet ve belaya uğrayacak olursa, sabreder. Konuşacak olursa, Allahü teâlâyı hatırlatır.
Ey oğul! En güzel haslet, Allahtan korkup O’na sığınmak, O’nun sana farz kıldığı şeyleri yerine getirmek, ecdadının ve geçmiş iyi insanların izini takip etmektir.
Ey oğul! Her hususta önce Allaha sığın, O’ndan başarı dile. Seni şüpheye düşürecek veya bir kötülüğe itecek şeyleri terk et.
Ey oğul! Her canlının ölümünü elinde tutan kim ise yaşamasını elinde tutan da O’dur. Varlıklara can verip yaşatan kim ise öldürecek olan da O’dur. Zenginleri fakir, fakirleri zengin yapan yine O’dur. Her türlü belayı ve hastalığı veren de O, şifa ve devasını veren de O’dur.
Dünya taşıyla, toprağıyla, rengiyle, şekliyle, ağaçlarıyla ve meyveleriyle Onundur, Onun takdiri üzerine hareket etmektedir.
İyilikten başkasını emretmez!
Ey oğul! İlâhî kudret karşısında kendi küçüklüğünü ve zayıflığını düşünerek hareket et. O’nun karşısında acizliğini ve güçsüzlüğünü düşün. Her hususta O’na ihtiyacın vardır. O’na yönel, rızasını dile. Cezasından kork. Emirlerini yerine getirmeye çalış. Çünkü O iyilikten başkasını emretmez. Yasaklarından kaçın, çünkü O kötülükten başkasını yasaklamaz.
Ey oğul! Diğer insanları tıpkı kendin gibi tut. Kendi nefsin için istediğin şeyi başkaları için de iste. Kendi nefsin için sevmediğin şeyi başkaları için de sevme. Kendine iyilik yapılmasını istediğin gibi başkalarına da iyilik et.Başkalarında kötü gördüğün şeyi kendin için de kötü gör. Başkalarına yaptığın şey kadar sana da yapılırsa ona razı ol. Yaptığından fazlasını isteme. Sana söylenmesini istemediğin şeyi sen de diğerlerine söyleme. Başkalarının seni nasıl görmesini istiyorsan, sen de başkalarını öyle gör. Kendini beğenmek kesinlikle doğru değildir. Kibir kalbin âfetidir
Ey oğul!. Bütün gücünle çalış, malını senden sonra gelecek mirasçılar için hazırlayıp biriktirme. Allah için bağışlanacak yerlere dağıt. Arzu ettiğin bir şeyi elde edersen onu kendinden bilme. Allah'a şükret ve Ondan her zaman kork.
Ey oğul! Önünde, seni âhirete götürecek uzun bir yol ve sıkıntılı günler var. Dünya malından sana yetecek miktarını düşün ve sadece onu al. Başkasını yüklenme. Zira ondan zarardan başka bir şey gelmez. Gücünün yetmediği şeylere karışma.
Fakirleri görürsen onlara yardım et. Onlar hem üzerindeki ağırlığı kaldırırlar, seni malın felaketinden kurtarırlar, hem de ihtiyacın olduğu zaman (kıyamet gününde) onu sana geri verirler. Gücün yettiği kadar sadakayı arttır. Eğer böyle yapmazsan ihtiyacın olduğu zaman onu ararsın, fakat bulamazsın.
Ey oğul! İffeti muhafaza ederek çalışmak kötülükle zengin olmaktan hayırlıdır.
İnsanın sırrını en iyi yine kendisi muhafaza eder. Bazı kimseler bulunur ki, kendi zararına çalışır. Çok konuşan, dostlarını gücendirir, düşünceli olan insan iyi görür. İyi kimselerle düş kalk ki, onlardan olasın. Hayırsız kimselerden uzak dur ki, onlardan ayrılmış olasın.
Ey oğul! Haram ne kötü yemektir. Güçsüzlere zulüm, zulmün en çirkinidir. Tecrübe ettiğin şeylerin hayırlısı sana ibret verendir.
Ey oğul! Dostunun düşmanını dost edinme ki, dostuna düşmanlık etmiş olursun.
Kin ve kızgınlığını hazmet. Çünkü ben, sonu bundan daha tatlı, daha lezzetli bir lokma görmedim. Sana sertlik gösterene yumuşak ol ki, o vakit o da yumuşasın.
Düşmanına da iyilik et!
Ey oğul! Düşmanına iyilikle muamele et. Çünkü bu iki zaferin biridir. Kardeşinle münasebeti kesmek istesen dahi geri dönülecek bir yer bırak. Belki birgün olur münasebete lüzum görülür. Hakkında iyi düşünen kimsenin zannını hareketlerinle tasdik et. Aranızdaki samimiyete bakarak kardeşinin hakkını zayi etme. Çünkü hakkını zayi ettiğin kişi hiçbir zaman senin kardeşin olamaz.
Ey oğul! Keder yüzünden gelecek sıkıntıyı sabır ve metanet kuvvetiyle ve ilmi yakin elde ederek defet. Gerçek dost, sen yokken seni tasdik edendir.
Nefsin arzularına uymak bir çeşit körlüktür. Asıl garip, bir dosta sahip olmayan kişidir.
Hakka tecavüz eden kişi çıkmaz yola girer. Kifayet miktarı ile kanaat eden doğru yolu bulmuş olur. Kötülüğü geciktir, çünkü onu ne vakit istesen yapabilirsin.
Ey oğul! Kişi kendi sırrını başkalarından daha iyi muhafaza eder. Çok kimse var ki, kendi zararına çalışır. Çok konuşan çok yanılır, Düşünen kimsenin görüşü kesinleşir. Her konuşan doğru konuşmayabilir. Her isteyen isabet etmemiş olabilir. Her giden de geri dönmeyebilir.
Akıl, müminin dostu; ilim, veziri; sabır, askerlerinin komutanı ve amel ise silahıdır.
|
16 Ekim 2007 Salı |
|
Akıllı insan olmanın alâmetleri
|
Hazret-i Ali’nin oğluna nasihati;
Ey oğul! Akıllı ol! Akıllı; şehvetten uzaklaşan, ahireti dünya ile değişmeyendir. Akıllı, yalnız ihtiyacı kadar ve delille konuşur, sadece ahiretinin ıslahı için çalışır. Akıllı, günahlardan sakınır, ayıplardan uzak durur.
Ey oğul! Önünde çıkılması ve geçilmesi pek güç bir basamak vardır. Orada yükü hafif olanlar ağır olanlardan daha kolay geçer. Üzerinden zorla geçenler çabuk geçenlerden daha zararlıdır. Bu basamağa ulaşan her insan ya Cennete veya Cehenneme gider. Bu menzile ulaşmadan önce kendi nefsine dön ve hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çek. Oraya ulaşmada yolunu düzelt. Ölümünden sonra Allahı razı etmek için sana hiç fırsat verilmez.
Ey oğul! Yerin ve göklerin içinde bulunan her şeyi elinde tutan Rabbimiz, sana kendisinden istemek ve dua etme nimeti verdi. Duana icabet edeceğine de söz verdi. Sana bir şey vermesi için kendisine dua etmeni emretti. Ondan rahmet dile ki sana rahmet etsin. O, seninle kendisinin arasına bir perde koymadı ve seni korumak için başkasına teslim etmedi.
O seni ayıplamaz!
Ey oğul! Bir kötülük işlediğin zaman O’na dön ve tevbe et. O, kendine döndüğün için seni ayıplamaz. İşlediğin günahın cezasını vermekte acele etmez. Yaptığın suçu başkalarına bildirmez. Tevbe etmeni de zorlamaz. Günahları niçin işlediğin hakkında seninle münakaşa etmez.
Ey oğul! Allahın rahmetinden ümidini kesme. Ancak O, günahtan dönmeyi sevapla mükâfatlandırır. Kötülüğün karşılığını bir, iyiliğin karşılığını da on misli kabul eder.
Sana dönme ve tevbe kapısını açık bıraktı. O’na hitap edersen hitabını duyar, içinden bir şey istersen, ne istediğini bilir. O, gizliyi açık olan şey gibi bilir. İstediğini arz etmeden, içini Ona dökmeden dertlerini ve sıkıntılarını bildirmeden O bilir. İşlerinde muvaffak olmak için Ona sığın.
Ey oğul! Yapacağın işler senin ve dinin için haylırlı olsun. Sana günah yükleyecek işleri yapmaktan sakın. Mal yanında kalmaz, sen de malın yanında kalmazsın. Dünya için değil, âhiret için yaratıldın. Ölüm için yaratıldın, burada yaşamak için değil.
Ne zaman terk edeceğini bilmediğin bir menzildesin. Âhiret için kâfi derecede azık hazırlayabileceğin bir yerdesin. Âhiret yolunu tutmuş, gitmek üzeresin.
Nereye kaçarsan kaç, seni takip eden ölümden kurtulamazsın. Onun seni bir kötülük üzerinde iken yakalamasından ve tövbe etmemekten kork.
Şayet böyle bir şekilde yakalanırsan kendi kendini helak etmiş olursun. O zaman seni hiçbir kimse kurtaramaz. Ölümü çok hatırla. Bugün ele geçirmek için çırpındığın ve âhirette kendisinden hesaba çekileceğin şeyleri şimdiden düşün. Hesap için hazırlıklı ol.
Ey oğul! İnsanların dünyada uzun süre yaşamaları ve istedikleri gibi gezip tozmaları seni aldatmasın. Dünya, havlayan köpek ve vahşî hayvanlar gibidir. Birbirlerine saldırırlar. Zengin fakiri yer, büyük küçüğü ezer, kahreder.
Bazıları konaklamış kervanın hayvanları gibi bağlı, bazıları da bağından boşanmış, başıboş, sonu meçhul bir yolun yolcusu olmuştur ki, bunlardan birinci grup fakirler ve hiçbir şeye gücü yetmeyen zayıflar; ikincisi ise, kuvvetli olanlardır.
Bil ki, bunlar sarp bir vadide bela ve âfete uğramış sürüler gibidir. Kendilerini güdecek bir kimse olmadığı gibi, bu vadiden kurtuluş yolunu gösterecek de yoktur.
Bunlar, dünya denizinin içine girerek dalgalarla ölüm kalım savaşı verdiler. Dünyayı bir kurtarıcı sandılar. Oynadılar, oynaştılar, fakat ondan sonrasını düşünmediler.
Bu gafletten uyanıldığı zaman cehaletin haktan gizlediği şeyler şüphesiz meydana çıkacaktır. Bütün insanlar bineklere binmişler, pek kısa bir zaman sonra da bu neticeye ulaşacaklardır.
İlim maldan hayırlıdır!
Ey oğul! Her isteyen isteğine kavuşamayabilir. Her kötülük işleyen de mahrum olmayabilir. Bir kötülük seni en üstün mertebelere ulaştıracak olsa bile kendi nefsini ondan alıkoy. İlim, maldan daha hayırlıdır. İlim seni, sen de malı korursun. İnsan, malı kendisini korumak için toplar. Fakat malı toplarken kendini onun yolunda harcamaktan sakın. Aksi takdirde kaybettiğin şey topladığından çok daha hayırlı ve iyidir.
Allah ile aranda bir perdenin olmasını istemiyorsan açgözlülükten sakın. Tamahkârlık seni felâkete götürür. Sen kendine düşen payı idrak edebilir ve ona uyabilirsin. Allahtan gelen az da olsa kullardan gelen çok şeylerden daha iyidir.
Ey oğul! Ahmak adamın seninle irtibatı kesmesi, akıllıya kavuşmaya denktir.
Ey oğul! Susarak kaçırdığın bir şeyi telâfi etmek konuşarak gücendirdiğin bir kalbi tamir etmekten daha kolaydır. Tulumdaki suyu muhafaza etmek, ağzını sıkı bağlamakla olur.
|
17 Ekim 2007 Çarşamba |
|
Kötü huy, kötü ahlâk nedir?
|
Kötü ahlâk, kötü huy nedir? Kötü huyun tarifi, kişiye göre, topluma göre, inanca göre değişir. Meselâ, Hıristiyanlıkta, şarap içmek iyi sayıldığı, dini âyinlerinde, kırmızı şarap içtikleri için, onlara göre şarap içmemek kötü huydur. Meselâ Hindular için, ineğe tapmamak, ona gereken saygıyı göstermemek kötü huydur. Dinimize göre ise, her ikisi de kötüdür.
Bunun için önce neye göre iyi veya kötü, bunu bilmek lâzımdır. Müslümanın iyi veya kötüde ölçüsü, dinimizdir. Örf ve âdetler, kişilerin alışkanlıkları değildir. Dinimiz birşeyin kötü olduğunu bildirmiş ise, bütün insanlar onu iyi bilse, müslümanın düşüncesinde en ufak bir değişiklik olmaz. İnsana dünyada ve âhırette zarar veren herşey, kötü ahlâktan meydana gelmektedir. Yanî, zararların, kötülüklerin başı, kötü huylu olmaktır.
Kötülüklerin en kötüsü, küfürdür. Yanî İslâm dininin son din, Muhammed aleyhisselamın son peygamber olduğuna inanmamaktır. Dinimize göre küfür o akadar kötü bir huydur ki, kâfirin hiçbir iyiliği, hayrâtı, hasenâtı, âhırette faydalı olmaz. Zulüm ile öldürülse bile kâfir, şehîd olmaz. Cennete girmez. Çünkü şartlarına uygun imânı olmıyanın hiçbir iyiliğine sevâb verilmez. Bütün iyiliklerin temeli, son din İslamiyete inanmak ve dinin emirlerine uymaktadır. Dinin emirlerine uymak herşeyden önce gelir. İnsanların daha önceki dine aykırı örf ve âdetlerini terk etmesi, bir tarafa bırakması şarttır.
Herkese, kötü ahlâktan uzaklaşması, yanî dinin emir ve yasaklarına uyması farzdır. Bunun için her müslümanın yakınlarına, çevresine bu hususta nasîhat etmesi lazımdır.
Haram işleyenlerin, bid’at sahiplerinin, kalblerini temiz zannetmeleri kendini ve müslümanları aldatmaktır. Peygamber efendimiz, “Günaha devam edenlerin zamanla kalbi mühürlenir. O, artık sevap işleyemez olur”buyuruyor.
Şems suresinde de, “Nefsini tezkiye eden (kötülüklerden temizleyip faziletlerle dolduran) kurtuldu. Nefsini günahta, dalalette bırakan zarar etti” buyuruldu. (Şems 9-10)
Dünyada rahata, huzûra kavuşmak, kardeşçe yaşayabilmek, âhırette de, sonsuz azâbdan kurtulmak, ebedî ni'metlere, saâdetlere kavuşmak, ancak ve ancak İslam dinine uymakla olur.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki: İslamiyet, dünya ve ahiretteki bütün seadetleri ele geçirten bir sermayedir. İslamiyet'in dışında aranılacak, imrenilecek hiçbir iyilik yoktur.
Abdülhakiki Arvasi hazretleri de, İslamiyet'in içinde hiçbir zarar yoktur. İslamiyet'in dışında hiçbir menfeat yoktur ve olamaz, buyurmuştur.
Bazıları, ben dinin emirlerini yerine getirmiyorum, namaz kılmıyorum, fakat kalbim temiz, kötü ahlâklı değilim diyorlar. Bu mümkün değildir. Kötü huylar, insanın kalbini, rûhunu hasta eder. Bu hastalığın artması, kalbin, rûhun ölümüne, yanî küfre sebep olur. Kişinin îmânı gider de, haberi bile olmaz.
Küfür, kalbin, rûhun en büyük zehiridir. Îmânı olmıyanın,” (Kalbim temizdir. Sen kalbe bak” gibi sözleri, boş lâflardır. Her türlü günâhı işleyip de benim kalbim temiz demek kadar ahmakça bir söz olmaz. Çünkü, işlenen her günâh kalbi kirletir. Hadis-i şerifte,
“Bir kimse, günah işlediği zaman kalbinde siyah bir nokta hasıl olur. Eğer tevbe ederse, o leke silinir. Tevbe etmeyip tekrar günah işlerse, o leke büyür ve kalbin tamamını kaplar, kalb, kapkara olur.” buyuruldu.
Kalb hastalıklarının şirkten, îmânsızlıktan sonra en kötüsü, bid'at işlemektir. Bid'atlardan sonra da günâhlardan sakınmamak gelir.
Bid'at, Peygamber efendimiz ve Eshâbının zamanında yapılmayıp da daha sonra ortaya çıkartılan ve ibâdet olarak yapılan şeylerdir. Daha sonra da kötü huy olarak, günâh işlemek, insanların haklarına dikkat etmemek, başkalarına zulüm etmek gelir. Zulmün de en büyüğü, bir insanın dinini öğrenmesine mâni' olmaktır. Bu, kul haklarının en büyüğüdür.
İ'tikâdda ve ahlâkta ve amelde emir olunanları terkedene azap yapılacaktır. Azâba sebep olan şeyleri terk etmek lâzımdır. Meselâ namaz kılmamak en büyük günâhlardandır. Bu günâhı terk etmek, yanî beş vakit namazı hergün kılmak şarttır.
Kötü huylardan kurtulmak için müslümanın herşeyden önce kalbini temizlemesi lâzımdır. Çünkü, kalb, bütün bedenin reîsidir, başıdır. Bütün uzuvlar kalbin emrindedir. Peygamber efendimiz, “İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. Bu iyi olursa, bütün uzuvlar iyi olur. Bu kötü olursa, bütün organlar bozuk olur. Bu, kalbdir” buyurdu.
Kalbin iyi olması için temizlenmesi lâzımdır. Kalbin temizlenmesi için de, kötü huyları bırakıp iyi huylara sahip olmak ve dinin bütün emir yasaklarını yerine getirmek uymak lazımdır. Bir kimsenin kalbinin temiz olup olmaması, uyması ile anlaşılır.
|
23 Ekim 2007 Salı |
|
Kötü huydan kurtulmak için
|
Kötü huyların hepsi için esas ilâç, en tesirli ilâç, hastalığı, zararını, sebebini ve ilâcını bilmektir. Sonra, bu hastalığı kendinde teşhîs etmek, aramak, bulmak gelir. Bu teşhîsi kendi yapar. Yâhut bir âlimin, rehberin bildirmesi ile veya onun kitabını okuyarak anlar.
İnsan kendi kusûrlarını zor anlar. Güvendiği arkadaşına sorarak, kusûrunu öğrenir. Sâdık olan dost, onu tehlikelerden, korkulardan muhâfaza eden kimsedir. Böyle bir arkadaş bulmak çok zordur.
Düşmanlarının kendisine karşı kullandıkları kelimeler de, insana ayıplarını tanıtmağa yarar. Çünkü düşman, insanın ayıplarını arayıp, yüzüne çarpar. İyi arkadaşlar ise, insanın ayıplarını pek görmezler.
Birisi İbrâhîm Edhem hazretlerine,
- Aybımı, kusurumu bildirir misin? diye yalvarınca,
- Seni dost edindim. Her hâlin, hareketlerin, bana güzel görünüyor. Aybını başkalarına sor! dedi. Başkasında bir ayıp görünce, bunu kendinde aramak, kendinde bulursa, bundan kurtulmağa çalışmak da, kötü huylardan kurtulmayı sağlar. “Mü'min mü'minin aynasıdır” hadîs-i şerîfinin ma'nâsı budur. Yanî, başkasının ayıplarında, kendi ayıplarını görür.
Îsâ aleyhisselâma,
- Bu güzel ahlâkını kimden öğrendin? diye sorduklarında,
- Bir kimseden öğrenmedim. İnsanlara baktım. Hoşuma gitmiyen huylarından uzak durdum. Beğendiklerimi ben de yaptım, buyurdu.
Lokman hakîme,
- Edebi kimden öğrendin? dediklerinde,
- Edepsizden! dedi. Yanî onun yaptığı kötü şeyleri yapmamaya çalışmalıdır.
Selef-i sâlihînin, Eshâb-ı kirâmın, velîlerin hayat hikâyelerini okumak da, iyi huylu olmağa sebep olur.
Kötü huydan kurtulmak için, bunun zıddını yapmak için, çok uğraşmak lâzımdır. Meselâ, cimri olan kimse, her vesîle ile az çok demeden başkasına birşeyler vermeye kendini zorlamalıdır. Çünkü, insanın alıştığı şeyden kurtulması çok zordur. Kötü şeyler nefse tatlı gelir.
Kötü ahlâkın zararlarını okumak, işitmek de, faydalıdır. Kötü huyun zararını anlatan hadîs-i şerîfleri okuyan kimse kendini frenler.
Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
“Her günâhın tevbesi vardır. Kötü ahlâkın tevbesi olmaz. İnsan, kötü huyunun tevbesini yapmayıp, daha kötüsünü yapar.”
“Sıcak su buzu erittiği gibi, iyi ahlâk da, hatâları eritir. Sirke balı bozduğu gibi, kötü ahlâk, hayrâtı, hasenâtı mahveder.”
İnsanın, kötü şey yapınca, arkasından kendini cezalandırmalıdır. Bu, nefse güç gelen şeyi yapmağı âdet edinmesi de, faydalı ilaçtır. Meselâ, bir kötülük yaparsam, şu kadar sadaka vereceğim veya oruç tutacağım, gece namazları kılacağım diye yemîn etmelidir. Nefis, bu güç şeyleri yapmamak için, onlara sebep olan kötü âdetini yapmaz.
İyi huylu olmak için ve iyi ahlâkını muhâfaza edebilmek için, sâlih kimselerle, iyi huylularla arkadaşlık etmelidir. İnsanın ahlâkı, arkadaşının huyu gibi olur. Ahlâk, hastalık gibi sârîdir. Kötü huylu ile arkadaşlık etmemelidir. İnsanın üç büyük düşmanı olan; nefs, şeytan ve kötü arkadaştan en tehlikelisi sonuncusudur. Yani kötü arkadaştır, kötü çevredir.
Evliyânın büyüklerinden Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri bu konu ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
"Veba hastalığı çok bulaşıcı bir hastalıktır. Buna rağmen, sağlam bir kimse, vebalı bir hasta ile aynı odada kalsalar, aynı yatakta yatsalar, aynı kaptan yemek yeseler, bu şekilde yedi sene kalsalar sağlam kimseye hastalık geçmeme ihtimali vardır. Ancak, güzel huylu bir kimse, kötü huylu kimsenin kaldığı bitişik odada bir akşam bile kalsa sağlam kimseye kötülük, zulmet geçmeme ihtimali yoktur."
Hadîs-i şerîfte, “İnsanın dîni, arkadaşının dîni gibi olur” buyuruldu. Faydasız şeylerden, oyunlardan, zararlı şakalaşmaktan ve münâkaşa etmekten uzak durmalıdır. İlim öğrenmeli ve faydalı işler yapmalıdır. Ahlâkı bozan, şehveti harekete getiren zararlı kitapları, gazeteleri okumamalı, böyle radyo ve televizyondan uzak kalmalıdır.
Harâm helâl demeden mal, mülk arkasında koşanlardan hiçbiri murâdına kavuşamamıştır. Malı, makamı hayır için arıyan ve hayır işlerde kullanan, rahata, huzûra kavuşmuştur. Allahü teâlâdan korkmak, bu deryânın gemisidir. Hadîs-i şerîfte, “Dünyada, kalıcı değil, yolcu gibi yaşamalı! Öleceğini hiç unutmamalı!” buyuruldu.
Bu hadis-i şerife tam olarak kalben inanan, kimseye kötülük yapamaz. Melek gibi olu.
|
24 Ekim 2007 Çarşamba |
Şeytanın maskarası olmamak için
|
Dini tam olarak yaşayabilmek için, dinin emir ve yasaklarını çok iyi bilmek lazımdır. Bunun için dinimiz ilme ve âlime çok önem vermiştir. Hadis-i şerifte, “Şeytana karşı bir fakih, bin abidden (ibadet çok yapandan) daha kuvvetlidir.” buyuruldu. Çünkü fakih, dinini bilen kimsedir, âlimdir. Bilen kimsenin kaldırılması, yoldan çıkartılması çok zordur. Peygamber efendimiz, “Âlimin âlim olmayana üstünlüğü, peygamberin ümmetine üstünlüğü gibidir.” buyurmuştur. Dinin emir ve yasaklarını ve bunların önemini bilen kimse, şartlar ne olursa olsun, dine aykırı işyapmaz. Bilmeyen, kötü kimselerin, şeytanın maskarası olur. Bunun geçmişte örnekleri çoktur:
Eski kavimlerde vaktinin çoğunu ibâdet ile geçiren, "Âbid Bersîsâ" isminde genç biri vardı. Bu kimsenin duâsı makbûl idi. Ne için duâ etse kabûl edilirdi. Bunun için her sıkıntısı olan ona gider, duâ isterdi. Hasta olan kimselere de duâ ediyor, duâsı sebebiyle hastalar şifâ buluyordu.
Şeytanların başı İblis, bu âbidi yoldan çıkarmayı düşündü. Fakat ne kadar uğraştıysa buna muvaffak olamadı. Bu işi neticelendirmek için bütün kurmaylarını toplantıya çağırdı. Onlara dedi ki:
- Şu Âbid Bersîsâ, nice zamandır bize meydan okuyor. Onu bir türlü yoldan çıkartamadık, acze düştük. Bu işi hanginiz başarabilir.
İblisin önde gelen adamlarından birisi söz istiyerek dedi ki:
Ben bu işi üzerime alıyorum. Artık bu işi hâllolmuş bilin. Kısa zamanda sizi memnun edecek, neticeyi takdim edeceğim.
Âbid'i yoldan çıkarmayı üzerine alan şeytan, toplantıdan çıkar çıkmaz bir eve gitti. Gittiği evin sahibi, hâli vakti yerinde zengin bir kimseydi. Güzel de bir kızı vardı. Şeytan, işe önce bu kızdan başladı. Çeşitli evhamlar, vesveseler vererek kendisini hasta olduğuna inandırdı. Kızı hastalık hastası yaptı.
Kızlarının hasta olduğunu gören ana-babası onu tedâvi ettirmek istediler. Bu tedâvinin yapılması için de hatırlarına, meşhur Âbid Bersîsâ geldi. Kızlarını alıp, doğruca Âbid'in evine vardılar. Âbid kızın şifâ bulması için duâ etti. Kız rahatladı, hiçbir hastalık alâmeti kalmadı. Neşe içinde evlerine geri döndüler.
Şeytan bir zaman sonra, tekrar kızın yanına varıp, ona yine hasta olduğuna dair vesveseler vermeğe başladı. Kız eski hâline döndü. Ana-babası kızlarını tekrar alıp, Âbid'e gittiler. Şeytan yolda giderken, bunlara "Eğer kızınızı birkaç gün Âbid'in yanında bırakırsanız hastalığı tamamen geçer. Aksi takdirde, sık sık getirip götürmeniz gerekir" diye vesvese verdi.
Neticede, kızlarını orada bırakmaya karar verdiler. Fakat Âbid bunu kabûl etmedi. Çünkü, Âbid evinde yalnız kalıyordu. Gündüzleri oruç, geceleri de namaz kılarak geçiriyordu. Dünya ile ilgisi kalmamıştı. Bunun için kızı kabûl etmek istemedi.
Fakat, ana-babası çok ısrar ettiler: “Kızımızın sana bir zararı olmaz. İbâdetlerine engel teşkil etmez. Sen zaman zaman onu okur, ona duâ edersiniz. Biz senin ve onun bütün masraflarını karşıladığımız gibi, ayrılırken de fazlasıyla dünyalık bırakacağız" dediler.
Genç Âbid, âlim olmadığı için iki gencin, ateş barut misali bir arada kalmalarının başına ne belalar açacağını düşenemedi. Çok ısrar ettikleri için, iyi niyetle kızı evde bıraktı. Halbuki iyi niyetle de olsa haram işlenemezdi.
Kız az zaman sonra şeytanın da tahrikiyle, Âbid'in dikkatini çekecek şeyler yapmağa başladı. Önceleri Âbid buna aldırış etmedi. Fakat şeytan kızı rahat bırakmıyordu, devamlı Âbid'e karşı tahrik ettiriyordu. Önceleri kızın güzelliğini pek fark etmiyen Âbid, kızın eşsiz güzelliğini görünce, o da nefsine mağlup oldu. Bu defa da Âbid'e vesvese vermeğe başlıyan şeytan: "Senin çok sevapların var. Cenâb-ı Hak affedicidir, günâh ne kadar büyük olursa olsun, affeder, kızla beraber olduktan sonra tevbe edersin. Bir defacık işlenen günâhtan ne çıkar" şeklinde telkinde bulunuyordu.
Âbid, nefsiyle ve şeytanla epey bir mücadele ettikten sonra, teslim bayrağını çekti sonunda, kızın arzusunu yerine getirdi.
Daha sonra kendine geldiğinde, yaptığı işten utanmaya pişmanlık duymaya başladı. Rûhu bunalıma düştü. Tuttuğu oruçları, sabaha kadar kıldığı namazları bırakmış şimdi ne yapacağım, endişesine düşmüştü. Âbid'in bu durumu şeytan için kaçırılmıyacak bir fırsattı. Zaten bu hâle düşmesini dört gözle bekliyordu. Hemen ona akıl hocalığı yapmaya başladı. (Devamı yarın)
|
30 Ekim 2007 Salı
|
Şeytanın maskarası olan Bersîsâ’nın haiz sonu
|
Dünden Devam
Şeytan "Âbid Bersîsâ"’nın dünyalık arzusunun ve nefsi duygularının harekete geçmesi ile oluşan perişan hâlini fırsat bilerek, ona şu aklı verdi:
“Sen zina yaparak kötü bir iş yaptın. Yaptığın bu kötü iş başkaları tarafından duyulursa, halk nazarında rezil-rüsva olursun. Ayrıca kanunun pençesine düşüp yaptığının cezasını en ağır şekilde çekersin. Şimdi senin bir tek kurtuluş yolun kaldı. Bunu yaparsan kurtulursun, yoksa hâlin perişanlık olur. Bu işten kurtulmanın yolu, kızı öldürüp, gizlice gömmendir. Ana-babası kızı almağa geldiklerinde, hastalıktan öldüğünü ve defnedildiğini söylersin. Zaten senden böyle bir kötü iş beklemedikleri için sana inanırlar. Dürüstlüğün, dindarlığın herkesçe malumdur. Bunun için hâdiseyi araştırma isteğinde bulunmazlar.”
Şeytanın verdiği bu telkinler, Âbid'in aklına yattı. Başka türlü bu sıkıntıdan kurtulamam diye düşündü. Hemen şeytanın bu fikrini tatbike başladı. İşlediği çirkin suçu yok etmek maksadıyla, kızın üzerine atıldı. O'nu boğarak öldürdü. Sonra da gece kimse görmeden evinin bahçesine gömdü.
Bir müddet sonra, kızın anası ile babası kızlarını almaya geldiler. Âbid onlara: “Başınız sağ olsun. Kızınız hastalıktan kurtulamayıp vefât etti. Cenazesi, bekletilmesi uygun olmadığı için hemen kaldırıldı. Size sabır tavsiye ederim, ölen ile ölünmez” diyerek onları teselli etti.
Kızın ana-babası, Âbid'den hiçbir kötülük beklemedikleri için, çok üzülmekle beraber, birşey söylemeden perişan hâlde oradan ayrıldılar. Âbid onların gitmelerinden sonra rahat bir nefes aldı. Aklınca tehlikeyi atlatmış, halka rezil-rüsva olmaktan kurtulmuştu.
Şeytan bu defa da, üzüntü içinde olan kızın ana-babasına vesvese vermeğe başladı. "Kızınızın başına ya kötü bir iş geldiyse, siz araştırmadan Âbid'in sözüne inanıp döndünüz. O da bir insan, yanlış iş yapabilir. Nefsine uyabilir. İşin mahiyetini öğrenmekle bir zararınız olmaz. Yâ başına bir iş gelmişse, suçlu cezasını çekmelidir."
Bu telkin devamlı zihinlerini meşgul etmeye başladı. Nihayet dayanamayıp, Âbid'i şikayet ettiler. Yapılan tahkikatta, cinayet olduğu ortaya çıktı.Âbid suçunu itiraf etti. Kızın cesedi gömülen yerden çıkartılarak muâyene ettirildi. Boğularak öldürüldüğü tespit edildi. Yapılan muhakeme sonunda Âbid idâma mahkum edildi.
Âbid, sakin bir şekilde cezasının infaz edileceği günü beklemeğe başladı. Şeytan yine devreye girdi. Çünkü onun esas maksadı, günâh işletmek değil, îmânsız ölmesini sağlamaktı. Zaten şeytanların bütün maksatları bu hedefe yöneliktir.
Hemen Âbid'in yanına varıp: “Senin bu hâllere düşmene ben sebep oldum. Sana çeşitli vesveseler vererek perişan ettim. Şimdi bu hâlini görünce çok üzüldüm. Yaptıklarıma pişman oldum. Ne yapıp yapıp seni kurtarmak istiyorum. Zararın neresinden dönülürse kârdır. Ben bu defa da onlara, kızın başkaları tarafından öldürülebileceği hususunda vesvese veririm. Çeşitli, aldatmaca delillerle bunu ispat ederim. Böylece seni idâmdan kurtarmış olurum. Ancak bunları yapabilmem için senden bir isteğim var?”
Âbid sordu:
- Peki benden istediğin nedir?
- Senden fazla birşey istemiyorum. Bana secde edersen, bu iş hâllolmuş olur. Bu kadarcık bir iş sebebiyle seni ölümden kurtaracağım.
Artık tamamen şeytanın kontrolüne giren Âbid, şeytanın bu teklifini de yerine getirdi. Böylece şeytan maksadına kavuşmuş oldu. Cenâb-ı Hakkın la'netlediği şeytana secde etti.
Âbid'in karşısına geçen şeytan, zafer kazanmış bir komutan edasıyla ona seslendi:
- Şimdi ben senden uzağım. Beraberliğimiz buraya kadardı. Artık ben maksadıma ulaştım. Senin dünyanı ve âhiretini perişan ettim. Bana tâbi olanların akıbeti budur.
Âbid asıldıktan sonra şeytan gidip, İblis'e müjdesini verdi. İblis ona:
- Seni tebrik ederim. Sen artık benim güvendiğim, elemanımsın. Bütün önemli işlere seni göndereceğim, dedi.
Genç Âbid, âlim biri olsaydı veya bir âlime tabi olsaydı, ona danışarak iş yapsaydı başına bu işler gelmezdi. Bunun için Efendimiz, âlimin önemini pek çok hadis-i şeriflerinde bildirmişlerdir:
“Âlimin âbide üstünlüğü, dolunayın, yıldızlara olan parlaklığı gibidir.”
“Âlim, âbidden yetmiş derece üstündür. Bid'at, bir kötülük ortaya çıkınca âlim, halkı ikaz eder. Âbid bid'atten habersiz, ibadetle meşgul olur. Bu bakımdan da âlim, âbidden kıymetlidir.”
|
31 Ekim 2007 Çarşamba |
|
Dua şeklindeki üç bedua
|
İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
Bir insana, uzun ömürlü olması, sağlıklı olması ve zengin olması için dua etmek, buna beddu olarak yetişir. Bunun için, ömrün de, sağlığın da, zenginliğin de, ilminde kısaca her şeyin hayırlısını istemelidir.
Firavn, beşyüz yıl yaşayıp bir kere bile başı ağrımadığı için ilahlık davasında bulundu.
Belam bin Baura, “İsmi azam”ı biliyordu. Her duası kabul olurdu. İlmi ve ibadeti, o derecede idi ki, sözlerini yazıp istifade etmek için, ikibin kişi hokka, kalem ile yanında bulunurdu. Bu Belam, Allahü tealanın bir haramına, az bir meyl ettiği için, imansız gitti. “Onun gibiler köpek gibidir” diye dillerde kaldı.
Salebe, sahabe arasında çok zahid idi. Çok ibadet ederdi. Camiden çıkmazdı. Bu da mala tamah edip bir kerre sözünde durmadığı emridilen zekatı vermediği için, sahabilik şerefine kavuşamadı, imansız gitti. Peygamber efendimize onun için dua etmemesi emir olundu. Allahü teâlâ, nice kimseleri malları, kibirleri, günahları ile böyle cezalandırdı.
Karun, Musa aleyhisselamın akrabası idi. Musa “aleyhisselam” buna hayır dua edip ve kimya ilmi öğretip, o kadar zengin olmuştu ki, yalnız hazinelerinin anahtarlarını kırk katır taşırdı. Mala tamah edip birkaç kuruş zekat vermediği için, bütün malı ile birlikte, yer altına sokuldu.
İşte bu zenginliği ile meşhur, “Karun gibi” deyimi ile anılan Karûn’un helak olması şöyle olmuştu: Mûsâ aleyhisselâma her zaman sıkıntı veriyordu. Mûsâ aleyhisselâm ise, O'nu idare ediyor onunla açık mücadeleye girmiyordu. Zekât verilmesi emri gelince, hazret-i Mûsâ gidip cenâb-ı Hakkın emrini Karun'a bildirdi. Karun, malının belli bir miktarını fakirlere vermeye önce kabûl etti.
Daha sonra bu sözünden vazgeçti. Zekât vermek zor geldi. Cimrilik edip bu kadarcık zekâtı çok gördü. Zekât vermemek için, İsrailoğullarını topladı ve onları tahrik etmek için dedi ki:
- Mûsâ servetimizi elimizden almak ister, verelim mi, ne dersiniz?
- Sen büyüğümüz ve liderimizsin. Sen nasıl uygun görürsen onu yaparız.
- Öncelikle bunu aramızdan uzaklaştırmamız lâzımdır.
- Bunu nasıl yapacağız?
- Ben bir plân hazırladım, bunu tatbik ettiğimizde utancından kendisi aramızdan ayrılıp gidecek. Böylece bundan kurtulmuş olacağız. Sonra âdi plânını şöyle açıkladı:
- Falanca fahişe kadına haber verin gelsin! Ona büyük bir para verelim, o da Mûsâ'nın kendisi ile beraber olduğunu, zina ettiğini söylesin. Böyle yaparsak İsrailoğulları O'ndan uzaklaşır. Böylece kandıracak kimse bulamaz.
Sonra o fahişe kadını getirdiler ve O'na iki kese altın verdiler. Hatta, Karûn kadına,
- Bu teklifimi kabûl edersen, seni, hanımlarımın arasına alırım, rahat bir ömür sürersin, dedi.
Bir bayram günü hazret-i Mûsâ ümmetine nasihat verirken bir ara:
- Hırsızlık yapmak, zina etmek yasaktır. Bunları yapanlar cezalandırılacaktır, dedi.
Bu esnâda Karûn, tam zamanı deyip ayağa kalkıp sordu:
- Peki bunlar senin için de geçerli mi?
- Evet, benim için de geçerlidir.
- İsrailoğulları, senin falanca fahişe ile beraber olduğunu söylüyorlar. Peki buna ne dersin?
- Ben Allahın Resûlüyüm. Onun emirlerini size tebliğ etmekle görevliyim. Ben size yasak ettiğim şeyi kendim nasıl yaparım?
Bunun üzerine, o fahişe kadını çağırıp getirdiler. Hazret-i Mûsâ, kadına sordu:
- Tevrat'ı indiren Allahın hakkı için doğru söyle, bu işin aslı nedir?
- Hayır yalan söylüyorlar. Sana iftira etmem için Kârûn, bana iki kese altın verdi.
Bunun üzerine hazret-i Mûsâ secdeye kapanıp: "Yâ Rabbî, Kârun'un cezasını ver!" diye duâ etti. Allahü teâlâ da O'na vahiy göndererek buyurdu ki:
- Yer senin emrindedir ne dersen yapar!
Bundan sonra hazret-i Mûsâ, İsrailoğullarına dönüp dedi ki:
- O'nun tarafını tutanlar O'nun tarafına geçsin. Bana tabi olanlar da benim tarafıma geçsin! İki kişi hariç herkes O'nun tarafına geçti. Sonra hazret-i Mûsâ:
- Ey yer! Onları yut! buyurdu.
Kârun ve taraftarları yere batıp yok oldular.
Karûn yere batırıldıktan sonra, İsrailoğulları kendi aralarında dedikodu yaparak:
- Mûsâ aleyhisselâm, Karûn'un sarayına, hazinelerine ve servetine sahip olmak için, O'na bedduâ etti, dediler.
Hazret-i Mûsâ, Allahü teâlâya duâ ederek, Karun'un servetinin de yere batırılmasını istedi. Yer yarılıp Kârun'un servetini ve sarayını da yuttu. Kur'ân-ı kerîmde, Kasas sûresinde de, bu husustan: "Biz O'nu ve sarayını yere geçiriverdik." şeklinde bahsedilmektedir.
|
06 Kasım 2007 Salı
|
Eziyet ve sıkıntı kapısını kapalı tut!”
|
Sâlim bin Abdullah, Abdullah bin Ömer'in oğlu ve hazret-i Ömer'in de torunudur.
Herkes tarafından sevilen, İslâmın güzel ahlâkı ile bezenmiş, dinde büyük derecelere kavuşmuş bir zâttı. Hazret-i Ömer'e çok benzerdi.
Zamanının halîfesi, Ömer bin Abdülazîz hazretleri, kendisine mektup yazarak dedi ki:
"Kendim tâlib olmadığım hâlde, halîfelik vazîfesi bana verildi. Allahü teâlâ böyle takdîr etmiş. Yüklendiğim bu vazîfede beni muvaffak kılmasını, insanları söz dinler ve itâ'atkâr eylemesini, yardımcı kılmasını, benim onlara karşı merhamet ve adâletle muâmele etmemi nasîb eylesin!
Bu mektubum sana ulaşınca, bana, dedeniz Ömer bin Hattâb'ın yaşayışı ve ahlâkı ile alâkalı bilgi lütfediniz. Çünkü ben O'nun izindeyim. O'nun hayatını ve yaşayışını kendime örnek alıyorum. Allahü teâlâ bizi bu yolda muvaffak eylesin!"
Sâlim bin Abdullah hazretleri, Halîfeye şöyle cevap yazdı:
"Ey Ömer,
Dünyada iken çeşit çeşit lezzetleri tadıp hayatını zevk ve sefâ içinde geçirenlerin, öldükten sonra kafa taslarına, o güzelim gözlerin akıp yerlerinde meydana gelen korkunç çukurlara bak! Yine haram-helâl demeden ne bulduysa karnına dolduran kimselerin, öldükten sonraki hâline bak! O doymak bilmeyen karınlarının parçalanıp, ne iğrenç hâle geldiğine bak da ibret al!
Bunların içinde senin gibi hükümdar olanlar da vardı.
Şimdi bunlar, yerin altında leş olmuşlar. Sağlığında kendisini hesaba katmadıkları kimseler bile, bunlardan tiksinmektedirler.
Allahü teâlâ, dünya hayatını çok kısa eyledi. Onun başından sonuna kadar olan zamanı, günün bir saati gibi yaptı. Sonra dünya ve dünyadakilerin son bulmalarını diledi ve Kasas sûresinde meâlen şöyle buyurdu:
“O'nun zâtından başka herşey yokluğa mahkûmdur. Geçerli hüküm ancak O'nundur. Ve öldükten sonra hep O'na döneceksiniz”
Allahü teâlâ, insanlara peygamberleri vâsıtasıyla kitaplar gönderdi. Bunlarla emirlerini ve yasaklarını helâl ve haramları, emirlerine itâ'at edenlere vereceği mükâfatı ve isyân edenlere de vereceği cezâyı bildirdi.
Ey Ömer,
Sen şimdi sıradan bir insan değilsin! Büyük bir vazîfeyi üzerine aldın. Bu husûsta Allahü teâlâdan başka yardımcın yoktur. Kendini ve ehlini muhâfaza edip, hak ve hukûku gözetmen büyük bir ni'mettir. Çünkü senden önce geçenlerden bir kısmı yapacaklarını yaptılar. Hakkı öldürüp bâtıl ve bid'at şeyleri ortaya çıkardılar. Ortaya çıkardıkları bu bid'atleri, Sünnet-i Seniyye zannettiler. Bid'at ehli kimselerin yetişmesine fırsat verdiler. İlim sahiplerine fırsat verdilerse de çok eziyet ettiler. Sen onlara rahatlık ve genişlik vermekle beraber, eziyet ve sıkıntı kapısını kapalı tut!
Eğer sen, Allahü teâlânın rızâsını gözetirsen, Allahü teâlâ sana yardımcı kimseler gönderir. Allahü teâlânın yardımı herkesin niyyetinin derecesine göredir."
Sâlim bin Abdullah hazretlerine, "Dedeniz hazret-i Ömer'den bir nakil yapar mısınız?" dediklerinde şöyle cevap verdi:
Dedem hazret-i Ömer buyurdu ki:
"Vallahi biz dünya zevklerine rağbet etmeyiz. İstesek bir hayvan kestirir, yanına üzüm şırası yaptırır yer, içeriz. Fakat, yemeği içmeyi, zevki sefâyı öbür dünyaya bırakmak istiyoruz. Çünkü Allahü teâlâ meâlen şöyle buyuruyor:
“Kâfir olanlara, ateşe atılacakları gün şöyle denir: "Siz dünya hayatında bütün zevklerinizi yaşayıp bitirdiniz ve bunlarla sefâ sürdünüz. Artık bugün hakaret azâbı ile cezâlanacaksınız, çünkü yeryüzünde haksız yere kibir taslıyor, bir de dinden çıkıyordunuz fâsıklık ediyordunuz."
Ömer bin Abdülaziz hazretleri, diğer âlimlerden de nasihat istedi:
- Halk hilâfeti büyük bir ni'met olarak görüyorsa da ben taşıyamıyacağım kadar ağır bir yük olarak görüyorum. Bu yükün altına mecbûren girmiş bulunuyorum. Bu yükü nasıl taşıyabilirim, bu konudaki nasîhatleriniz nedir?
Âlimler kendisine şu nasîhatte bulundular:
- Yarın kıyâmet günü kurtulmak istersen, müslümanların ihtiyarlarını baban, gençlerini kardeşin ve küçüklerini de evlâdın bil! O zaman bütün müslümanlara kendi evindeki, ana-baba, kardeş ve evlâd gibi muâmele etmiş olursun!
Halife Ömer bin Abdülaziz bu nasihatlara uygu olarak devleti adalet ile idare etti. Öyle oldu ki zamanında, refah o kadar yükselmişti ki, müslümanlar zekâtını verebilmek için, günlerce yol yürümek, zekât verecek kimse aramak zorunda kalıyorlardı.
|
07 Kasım 2007 Çarşamba |
|
Görülmemiş baş ağırısının sebebi!
|
İki gün önce, ilk Hac kafilesini mukaddes mekanlara uğurladık. Her sene olduğu gibi bu sene de, Hac farizasını eksiksiz yerine getirebilmeleri için, Hacca gideceklere eğitimler verildi. Maket üzerinden, Kabe-i şerif ve diğer mekanlar tanıtıldı. Kabe-i şerife bakıldığında, ilk göze çarpan eşsiz güzelikteki Kabi şerifin örtüsüdür.
Bu hafta bu vesile ile, Kabe-i şerifin örtüsü hakkında; ilk ne zaman örtüldü, nerede, nasıl yapılır kısaca bilgi verdikten sonra, ilk Kabe örtüsünün ibretli hikayesini sunmak istiyorum.
Kabe’nin tamamını kuşatan, kisve denilen bu örtü siyah ibrişimden yapılır.Üzeri Altın yaldız sırma yazılarla tezyin edilir, süslenir. Kabe’ye ilk örtü giydiren hakkında çok değişik rivayetler vardır.
Tarihte Kabe'yi örtme işi değişik kabileler tarafından yardımlaşarak yapılmıştır.
Hz. Ömer zamanında ilk olarak Kabe beyt-ül maldan örtülmüştür. Bundan sonra Kabe örtüsü hükümetlerin sorumluluğunda olmuştur.
Kabe'nin örtüsü üç bölümden meydana gelmektedir. Kabe'nin dış örtüsü, iç örtüsü (astar) ve kuşak bölümü. Bunların hepsi şu anda Mekke'de bulunan Kabe örtüsü fabrikasında dokunmaktadır.
Bu seneki, Kabe'nin yeni örtüsü (kisve) tamamlandı. Her yıl yenisi hazırlanan ipek örtü, arefe günü eskisiyle değiştirilecek. Tamamen doğal ipekten yapılan örtünün maliyeti 20 milyon Suudi Arabistan Riyalini (yaklaşık 7,5 milyon YTL) buldu.
Toplam alanı 658 metrekare olan örtü 14 metre uzunluğunda, 101 santimetre genişliğinde ve 47 parçadan oluşuyor. Dokumada, 450 kilo ipek kullanılıyor. Siyah renkle boyanan örtünün üzerinde, 95 santimetre eninde ve 47 metre uzunluğunda, İslam sanatının örneklerini yansıtan işlemelerin bulunduğu ve ayetlerin yazılı olduğu sarı bir kuşak bulunuyor.
Kabe'nin örtüsü her yıl arefe günü değiştiriliyor ve Kabe, bayramın birinci günü, Arafat'tan dönen milyonlarca hacıyı yeni örtüsüyle karşılıyor.
Yavuz Sultan Selim Han, Hicaz bölgesini fethettiğinde kutsal bölgelere özel önem gösterdi ve "Hadimül Harameyn", yani "kutsal mekanların hizmetçisi" lakabını aldı. Kabe'nin örtüsüne özel önem gösteren Yavuz Sultan Selim, örtünün Mısır'da büyük bir dikkatle dokunmasına önem verirdi.
Şimdi gelelim, Kabe-i şerifin (Bir rivayete göre) ilk örtüsü ile ilgili kıssamıza:
Âhir zaman peygamberi onlan peygamberimiz Muhammed aleyhisselamdan bin yıl önce, Ortadoğu'da, Humeyr ibni Redi, isminde bir hükümdar vardı.
Bunun kalabalık sayıda vezir ve yardımcıları ile kuvvetli bir ordusu vardı. Kendisi Müslüman değildi. Ateşperest idi yani ateşe tapıyordu. Buna rağmen kendilerine pek kıymet verdiği, işlerini danıştığı dörtyüz kişi vardı ki, hepsi has müslüman ve âlimdi.
Humeyr, bir gün maiyeti ile birlikte tantanalı bir hâlde Mekke'ye geldi. Fakat O'nun gelişi Mekkelileri alâkadar etmedi. Herkes işinde ve her şey akışında idi.
Bu soğuk karşılama hükümdarın fenâ şekilde canını sıktı. Vezirlerini huzûra çağırdı ve halktaki bu kendinden eminliğin sebebini sordu.
Vezirler:
- Buranın insanları Araptır; asil kimselerdir efendimiz. Kâbe'nin korunması onlara verilmiştir. Bundan dolayı değerleri yükselmiştir. Beytullah'ın bakıcısı olmanın verdiği şerefle size itibar etmemiş, soğuk davranmış olabilir.
Humeyr'in kafasında haince bir plân doğdu; Kâbe'yi yıkacak, halkı öldürecek ve şehri askerine yağmalatacaktı.
Ancak bu fikirle beraber ve aynı hızla kafasına bir şey daha girmişti: Müthiş bir ağrı... Ağrının şiddetinden, burnundan ve gözlerinden, kimsenin yanına yaklaşamadığı pis kokulu bir sıvı akmaya başladı.
Günler ilerliyor; baş ağrısı, her an şiddetini artırıyordu. Bütün sağlık arayışları neticesiz kalınca; O, ülkeler hakimi Humeyr, yaşamaktan yana iyiden iyiye karamsarlığa düştü. Ama yine de şifâ aramaktan geri durmuyordu. Hastalığına bir çâre bulması için baş vezirine emir verdi; o da hekimlere.
Hekimler, o güne kadar görülüp, işitilmemiş bu hastalığı iyileştirmek için günlerce uğraştılar. Fakat bütün gayretler nâfileydi. Emekler boşa gitmiş; çâre bulunamamıştı. Bunun üzerine bir de ilim adamlarına danışıldı. Âlimler, bu amansız dert için düşünmeye başladılar.
Bir âlim, uzun uzun düşündükten sonra, hastalığın kötü düşünceden kaynaklandığını anladı. Baş vezire giderek:”Hükümdar şâyet sırrını bana açar ve sorularımı cevaplandırırsa, derdinin dermânını söylerim” dedi. (Devamı yarın)
|
13 Kasım 2007 Salı |
Merhaba sâlih kardeşim merhaba!”
|
Hükümdar Humeyr ibni Redi’ın dayanılmaz baş ağrılarına bir alimin çare bulacağını söylemesi, baş vezir çok memun etmişti. Birlikte hükümder Humeyr'e geldiler. Vaziyet kendisine anlatıldı. Âlimin, sorularına hiç bir gizli-saklı taraf bırakmadan cevap vermesi, bilhassa hatırlatıldı.
Hükümdar, zorlukla konuşuyor ve yanındakiler dehşetli pis kokudan büyük sıkıntı çekiyorlardı. Dörtyüz kişiden biri olan âlim sordu:
- Bu sıralarda Kâbe-i Şerîf için aklından kötü bir şey geçti mi?
Hasta, derin ve uzun inleyip karşısınındakileri boş ve mânâsız gözlerle süzdükten sonra dudakları kıpırdadı.
- Evet! O'nu yıkmak istedim.
- Niçin yıkmak istemiştin ki? Ne Mekkelilerin, ne de Kâbe'nin bize bir zararı olmadı!
- Evet olmadı ama; Mekke halkı bana hürmet etmedi. Hattâ, hürmetin kırıntısına bile rastlamadım. Hâlbuki her gittiğim yerde, insanlardan büyük saygı görürdüm. Mekkelilerden hürmet göremeyince, üzerine titredikleri Kâbe'yi yıkmak, halkı öldürmek, mallarını askerlerime yağmalatmak istedim. Ve başıma gelenler de bu niyetimle beraber geldi! Evet; niyetimle beraber başıma korkunç bir ağrı girdi ve dünyamı zindan eden bu hastalığa yakalandım. Sizce bunun çâresi var mıdır?
Hükümdar Humeyr, merakla âlimin yüzüne bakıyordu. O'ndan derdine devâ olacak bir cevap bekliyordu. Âlim:
- Şifâ bulman, bu bozuk niyetinden vazgeçmene bağlıdır. Eğer Kâbe için taşıdığın kötü düşünceden cayarak güzel niyetler beslersen iyileşirsin, dedi.
Humeyr, kötü düşüncesinden bozuk inancından derhal tevbe etti. Birkaç gün sonra da bir sultan sofrası hazırlattırarak büyük-küçük, zengin-yoksul bütün Mekkelileri yedirip içirdi. Bu ziyâfeti verdiği gece rüyâsında bir ses işitti:
- Mekke ahâlisine itibar gösterdiğin gibi, Beytullah'a da hürmet et; O'nu örtülere bürü!
Humeyr, Kâbe'ye hasırdan bir örtü yaptırarak örttü. Fakat gece rüyâsında:
- Hasır O'na lâyık değildir. Daha güzel örtü yaptırmalısın! diye bir nidâ duydu.
Bu sefer kumaştan bir kılıf diktirerek Kâbe-i şerîfe örttü. Ama rüyâsındaki ses, bu kumaşın da uygun olmadığını ve değiştirilmesini istedi. Bunun üzerine devrin en pahalı kumaşlarından bir örtü diktirerek altın ve gümüşlerle süslettirip Kâbe'ye örttürdü.
Ayrıca, Kâbe-i şerîfin içinde bulunan putları dışarı attırarak kilitli bir kapı yaptırdı; insanların kirli hâlde Allahın evine yaklaşmalarını yasak etti.
Sonra da, Medine'ye doğru yola koyuldu. Medine o devirde çıplak; ne bir bitki var görünürde ne bir ağaç. Fakat gelenler burada eşsiz bir rahatlık, bir huzûr duyuyorlardı. Âlimler, sebebini araştırıp neticeyi hükümdara arz ettiler:
- Efendimiz, önceki âlimlerden okuduğumuz bilgilere göre bu yer, en son ve en yüce Peygamberin gelip yerleşeceği bir kutlu mekândır. Biz bu büyükler büyüğünün gelmesini beklemek isteriz. Belki nûr yüzünü görmek mümkün olur. Bu sebeple hükümdarımızdan izin dileriz...
Hükümdar, anlatılanları heyecanla dinledi; büyük memnuniyet duydu. Kendisi de kalmak istedi. Fakat, bu karara asker ve teb'ası mâni oldular. Bir ismi de Tebi olan Humeyr, bunun üzerine Medine'de bu dörtyüz alim kişi için evler yaptırdı. Sonra da, içli bir bağlılık mektubu yazarak kendilerine teslim edip, bu mübârek yerden ayrıldı:
"Ben, senin nübüvvetine, bildirdiğin Allaha, getireceğin duni îmân ettim. Dinin, yolun ve İbrahim Peygamber milleti üzereyim. İslâmiyet nâmına tebliğ ettiklerinin hepsi, şimdiden can baş üzre kabûlümdür. Olur ki, o saâdetli zamanına kavuşamazsam, beni şefâatinden mahrûm ve mahzûn bırakmamanı diliyorum."
Humeyr, mektubu âlimlerden Şâmûl'a verdi. İyi saklaması ve sahibine ulaştırılması için vasiyet etti. Mektup, elden ele geçe geçe Şâmûl'ün yimibirinci torunu olan Ebû Eyyûb-i Ensârî'ye ulaştı. Bundan da Ebi Leyli'ye geçti. Medine'ye hicrette, Ebi Leyli de Resûlllahı karşılamak için gelenlerin arasındaydı. Peygamberimiz O'nu görür görmez sordu:
- Ebi Leyli sen değil misin?
- Evet, benim, deyince, tekrar sordu:
- Tebi'nin mektubu nerede?
Leyli şaşırmıştı, zorlukla "Siz kimsiniz?"diyebildi. Resûlullah efendimiz, tarifsiz tebessümle cevap verdi:
- Ben, Allahın Resûlü Muhammed'im; mektubu getir.
Yüce Peygamber, mektubu yanındakilere okuttular ve:
- Merhaba sâlih kardeşim, merhaba sâlih kardeşim, merhaba sâlih kardeşim!.. diye zamanlar ötesine seslenerek Humeyr ibni Redi'yi selâmladılar.
|
14 Kasım 2007 Çarşamba |
|
“Padişah Anneleri” kitabı
|
70’li senelerin başında lisede okurken, tarih dersi kitaplarımızda amansız bir Osmanlı düşmanlığı işlenmekteydi. Hele tahta geçen oğlunun yaşı çok küçük olduğunda “saltanat nâibesi”, diğer zamanlarda da saray protokolünde padişahtan sonra ikinci konumdaki “valide sultan” sıfatıyla resmî görevleri bulunan padişah annelerine reva görülen iftiralarla, tabir yerindeyse beynimiz yıkanmıştı.
Bu saldırıların yeni başlamadığını değerli bir hocamız şöyle anlatmıştı:
“Türk yavrularına, Osmanlı saraylarını zevk, safâ, hatta sefâhat ve fuhuş yeri olarak tanıttılar. Lisede okurken, sınıfın birincisi olduğum için, bana konferans verdirmişlerdi. Okul kütüphanesindeki kitaplardan, uzun bir konferans hazırlamıştım. Konferansta, Kösem Sultan’ın, Terhan Sultan’ın saraydaki aşk maceralarını, devlet idaresinin kadınlar elinde kaldığını, daha nice kötü olarak öğrendiğim şeyleri anlatarak, çok alkış toplamıştım.
Yıllar sonra, Alman Kütüphanesi’nden (Die Islamische Kunst) adında, büyük bir kitap almıştım. Bu kitapta, Mahpeyker Valide Sultan’ın, Üsküdar’da sanat değeri yüksek Çinili Camii Külliyesi’ni, Çakmakçılar Yokuşu’nda büyük Valide Hanı ve pek çok eser yaptırdığı yazılı idi. Akıl ve dirâyeti ile Osmanlı Devleti’ne çok hizmet ettiği de bildiriliyordu. Bunu okuyunca, yıllar önceki konferansımda sarfettiğim sözler için büyük vicdan azabı çektim.
Lise çağlarımda tanıştığım ve bana dinimi öğreten ve nasihatlerine çok kıymet verdiğim hocama gittiğimde üzüntümü anlattım. Hocam bana “Ömrünüzün sonuna kadar dua edip kendisine hediye ederseniz, inşâallah o da size hakkını helâl eder.” dediler.
Yıllar geçti ancak, kendisinin “Türk” olduğunu söylediği hâlde ecdadına karşı zerre kadar iyi niyet beslemeyenlerin saldırıları şiddetini azaltsa da ne yazık ki bitmedi. Kendi ecdadımıza karşı daha insaflı ve önyargıdan uzak olma konusundaki dersi, yabancılardan almaktan hâlâ kurtulamadık. İşte size daha yakın zamana ait bir örnek: Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil’in, Amerikalı tarih profesörü Leslie Peirce ile olan bir hatırasını burada nakledelim:
“Yıl, 1983. İstanbul'da Başbakanlık arşiv binasında çalışıyorum. O gün arşivdekiler, önemli bir devlet büyüğünü ağırladılar. Yetkililerden gerekli bilgileri alan devlet büyüğümüz, arşivde araştırmalarda bulunan ilim adamları ile de sohbeti ihmâl etmedi. Bu arada Amerikalı bir bayanla arasında geçen konuşma çok ilginçti.
– Hangi konuda çalışıyorsunuz?
– Osmanlı padişahlarının hanımları üzerinde çalışıyorum.
– Ooo! Çok güzel. O hanımların entrikalarını da yazıyor musunuz?
Amerikalı bayan birden ciddîleşmişti:
– Entrika yoktur, diye cevap verdi ve sordu, Allah aşkına nereden çıkarıyorsunuz bunları?
Bizimkinin verecek cevabı yoktu. Lâfı değiştirip başka konulara girdi ve sonra da salonu terk etti.
O gün öğle paydosunda isminin Leslie Peirce olduğunu öğrendiğim orta yaşlardaki Amerikalı hanımla arşiv bahçesinde çay içerken o günkü konuşmayı ve gerçekleri sordum. Kadıncağız çok şaşkındı:
– Sizleri anlayamıyorum. Tarihinize karşı neden böyle önyargılısınız. Ben arşive gelmeden önce Osmanlı saray kadınları hakkında tarihlerinizde yazılanları okudum. Ne yalan söyleyeyim, onları cahil, dört duvar arasında kalmış, hiç bir dünya görüşleri olmayan kimseler olarak algıladım. Şimdi ise bütün fikirlerim değişti. Onlar, gerçekten mükemmel bir eğitim ve terbiye görmüş insanlar…
Özellikle 2. Meşrutiyet’ten sonra başlayan maziyi kötüleme kampanyasına yönelik neşriyatın tesirleri yine de görülmektedir. Ancak bu önyargılı, hiçbir geçerli mesnedi bulunmayan ecdadı kötüleme furyası, artık zamanımızda eski şiddetini kaybetmiştir.
Bu kitabı hazırlamaktaki amacımız, 623 sene hüküm sürmüş ve bize sadece vekar duyacağımız bir mazi bırakmış, Osmanlı Devleti’nin başına geçen 36 padişahının anneleri hakkında toplu bir bilgi vermektir. Onların hayır severliğini, devlete, millete hizmetlerini, kazandırdıkları eşsiz eserleri sizlere tanıtmaktır.
Yukarıdaki ibretli tarihi gerçekler, çarpıcı anekdotlar, değerli araştırmacı dostumuz İbrahim Pazan’ın, “PADİŞAH ANNELERİ” kitabının ön sözünden (kısaltılarak) alınmıştır. Yıllardır, ecdadımız hakkında beynimize sinsice yerleştirilen yanlış bilgilerin silinmesi için, Babıali Kültür Yayıncılık (0212 4542165) tarafından basılan bu kıymetli kitabı okumamız ve çocuklarımıza okutmamız şarttır.
|
20 Kasım 2007 Salı |
Eserleri ile Valide Sultanlar
|
Valide Sultanlar, yani padişah anneleri sıradan insanlar değildi. İtina ile seçilmiş, daha sonra sarayda ciddi bir eğitimden geçirilmiş nadide kimselerdi. Padişaha hanım olacak, protokolde ikinci sırayı temsil edecek hanımefendiler için zaten başka türlüsü düşünülemezdi.
İlk Valide Sultanlar olan, Ertuğrul Gazi’nin annesi, Hayme Ana; Osman Gazi’nin annesi, Halime Hatun, Orhan Gazi’nin annesi Mâl Hatun olmak üzere bütün Valide Sultanlar, dürüst, soylu, hayırsever kimselerdi. Fakir fukara anneleriydi.
Devletin sonra imparatorluğun maddi imkanları arttıkça bunlar da hayır hasenatlarını artırdılar. Pek çokları bir ömre sığması çok zor eserler bıraktılar. Bıraktıkları eserlerinin bırakın sanatını, önemini isimlerini yazmak bile sayfalar tutar. Bazılarını kısaca sayacak olursak:
Nilüfer Hatun: Bursa’da, büyük bir köprü, üç cami, bir tekke.
Gülçiçek Hatun: Bir medrese, bir cami ve bir türbe.
Hümâ Hatun: Hatuniye mektebi.
Gülbahar Hatun: Edirne’de bir cami, Tokat’ta, bir cami ve bir medrese. Ve pek çok vakıf ve hayrat.
Ayşe Gülbahar Hatun: Rize’de bir cami. Giresun, Manisa ve İstanbul Bayezid’de vakıf ve hayrat.
Ayşe Hafsa Sultan: Manisa’da, cami, medrese, kütüphane, imaret, dergâh, hastahane, hamam ve sıbyan mektebinden meydana gelen muazzam bir külliye. Edirne, Hafsa’da külliye. Birçok şehirde, imaret, cami, hamam ve han. .
Hurrem Haseki Sultan: İstanbul Haseki'de, bir cami ile şadırvan, yanında imaret, medrese, dârüşşifâ, çeşme, sebil ve mektep. Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere ile Kudüs’te birer imaret. Birçok şehirde, medrese, cami, imaret, kervansaray, çeşme, suyolları, köprü. Mekke ve Medine’de dağıtılmak üzere her sene 3000 altın gönderirdi.
Nurbânû Valide Sultan: Üsküdar Toptaşı’nda Atik Valide Külliyesi. Cami, şadırvan, tekke, medrese, çifte hamam, aşhane, tabhane, kervansaray, sıbyan mektebi, çeşme, dârülhadis, dârülkurra ve dârüşşifâdan meydana gelen külliye. Pek çok yerde, çeşme, hamam ve imaret.
Mahpeyker Valide Sultan: Üsküdar’da Çinili Camii Külliyesi. Çinili Camii Külliyesi’ne vakıf olarak Çakmakçılar Yokuşu’ndaki 366 odalı Büyük Valide Han'ı, pek çok yerde, cami, medrese ve çeşme.
Hadîce Terhan Valide Sultan: Eminönü’nde, içinde dârülhadis, sıbyan mektebi, hamam, han, çeşme, tekke, hastahane, sebil ve türbenin yanı sıra mimarî şaheseri, muhteşem Yeni Cami’nin de bulunduğu muazzam külliye bunun eseridir. Pek çok yerde, cami, hastane, mektep ve çeşme.
Mehpâre Emetullah Râbia Gülnûş Valide Sultan: Galata’da, Valide Camii ile yanında çeşme. Üsküdar’daki Yeni Valide Külliyesi. Ayrıca değişik yerlerde, camiler, çeşmeler, sebiller, köprüler, mektepler, Mekke'de imaret, dârüşşifâ, çeşme, Cidde'de kervansaray, su tesisi başlıca hayrâtı arasındadır.
Mihrişah Valide Sultan: Yaptığı hayır eserleri saymakla bitmez. Bahçeköy’de 240 bin metre küp hacminde baraj, değişik yerlerde, cami, misafirhane, medrese, kütüphane, çeşme, mektep.
Bezmiâlem Valide Sultan: Osmanlı tarihinin en hayırsever valide sultanlarından biri de Bezmiâlem Valide Sultan’dır. Bugünkü ismiyle Bezmiâlem Valide Sultan Vakıf Gurebâ Eğitim ve Araştırması Hastahanesi.
Vakfiyesinin hasta ile ilgili kısmında; "Şayet bir hastanın iyileşmesi, sıhhate kavuşması için bir limon lâzım ise; bu limonun bedeli bir altın bile olsa, mutlaka alınacaktır" ibaresini yazan Bezmiâlem Valide Sultan, kurduğu müesseselerin masraflarını karşılaması için de zengin gelir kaynakları vakfetmiştir. Ayrıca, Dolmabahçe Sarayı karşısındaki Bezmiâlem Valide Sultan Camii. Mekteb ve sayısız ceşme.
Pertevniyâl Valide Sultan: En büyük hayır eseri: Pertevniyâl Valide Sultan Külliyesi. Ayrıca pek çok yerde, cami ve çeşme.
Çok kısa özet olarak sunduğumuz bu eserlerin, yerleri, sanat değerleri, yapılış öyküleri hakkında geniş bilgi sahibi olmak isteyenler, değerli araştırmacı İbrahim Pazan’ın, “Padişah Anneleri, Eserleri ile Valide Sultanlar” kitabına ( Babıali Kültür Yayıncılık- 0212 454 2165) bakabilirler. Bu eserleri yapmada kimsenin onları zorlamamasına rağmen, ömürlerini başka şeylerle, zevk ve eğlence ile geçirmeleri de mümkün iken, yüzlerce eser bırakan bu Hanımefendilerin, tek maksatları, öldükten sonra, hayır ile dua ile anılmaktı.
Fazlasıyla hak ettikleri bu Hanımefendiler ve onların vefakar cefakar oğulları Osmanlı Padişahları için lütfen bir Fatiha okuyalım!
|
21 Kasım 2007 Çarşamba |
|
Osmanlıya yapılan iftiraların sebebi
|
Yıllardır belli aralıklarla, Osmanlı Devleti’ni kötülemek, padişahlarını; hainlikle, zevk safa içinde olmakla, içki içmekle daha nice akıl almaz ithamlarla aşağılamak gelenek halini aldı. Osmanlı Devleti’nin kendi milletine ve diğer milletlere hizmeti, dünya barışınını, huzuru, güveni sağlamaktaki katkıları ortadayken; Padişahların, yukarıda iddia edilen hususlarla uzaktan yakından ilgileri olmadığı tarihi bir gerçek iken bu rutin saldırıların sebebi neydi?
Öğrencilik yıllarımdan beri hep bu sorunun cevabını aradım. Sonunda buldum. Sorunun cevabını zamanın Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel, Osmanlı’nın 700. Yıl kutlamaları münasebetiyle 4-8 Ekim 1999 tarihleri arasında yapılan XIII. Türk Tarih Kongresinde veriyordu. Sayın Demirel yıllardır merak ettiğim sorunun cevabını özetle şöyle veriyordu:
“Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Osmanlı kötülendi. Bunun bir sebebi vardı. Din kuralları ile idare edilen bir devletin yerine, Batı hukukunun esas alındığı Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Yeni devleti oturtmak, sağlamlaştırmak için böyle yapılmak mecburiyeti vardı. Artık Cumhuriyet oturdu. Tehlike kalmadı. Hala Osmanlıyı kötülemeye devam etmenin bir manası kalmadı. Bunun kimseye faydası yok... “
“Hâşâ sümme hâşâ!”
Bu cevaba paralel bir hadiseyi de haneden mensubu rahmetli Fethi Sami Bey’den birkaç yıl önce bizzat dinlemiştim.
Fethi Sami Bey ve ailesi, 1922 yılında kendi istekleri ile yurt dışına çıkarlar. Babası Sami Bey, bir Osmanlı zabiti. Avrupa’da iken, Türkiye’de hanedan mensuplarına çok ağır suçlamaların yapıldığını üzüntüyle takip ederler.
Kırklı yıllarda, zamanın Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras bir toplantı için Almanya’ya gider. Sami Bey aynı zamanda sınıf arkadaşı olan ve kendisi çok yakından tanıyan Tevfik Rüştü Bey’i bir toplantıda yakalayıp herkesin duyabileceği tonda bir sesle, “Tevfik Rüştü Bey, sen benim çocukluk arkadaşımsın. Beni ve mensubu olduğum hanedanı çok yakından tanırsın. Herkesin huzurunda sana soruyorum: Ben ve babam hain miydi, dayım Sultan Vahidettin hain miydi? diye sorar. Dışişleri Bakanı T. Rüştü Aras şöyle cevap verir:
“Haşa, haşa, sümme haşa! Ne siz hainsiniz, ne de diğer hanedan mensupları. Asırlarca Türk milletine hizmet etmiş çok değerli bir hanedansınız. Ancak şunu unutuyorsun Sami Bey. Biz bunları söylemeyip de sizi methetseydik, bize demeyecekler miydi, “ Bunlar madem bu kadar iyi insanlardı, niçin yurt dışına gönderdiniz? Niçin yeni bir devlet kurdunuz?” Özür dilerim, yeni devleti kabul ettirebilmek için bunları söylemek zorundayız.”
Hanedan mensupları bunun farkındaydılar. Asırlarca, halkına, hatta bütün milletlere hoşgörü ile yaklaştıklarından, başlarına gelen bu hadiseye de hoşgörü gösterdiler; tevekkülle karşıladılar. Aldıkları eğitim ve inanç da bunu gerektiriyordu. Bunun için ömürleri boyunca, Türkiye Cumhuriyetinin aleyhinde en ufak bir faaliyette bulunmadılar. Sadece Osmanlı hanedanına ait bir özellikti bu. Dünyada bir çok devlette bu tür değişiklikler olmuştur. İstisnasız, yıkılan bütün hanedanlar yeni devlet, yeni rejim aleyhine faaliyette bulunmuşlardır. Bu, Osmanlının asaletini, hoşgörüsünü göstermesi bakımından önemlidir.
Sabah Gazetesi yazarlarından Murat Bardakçı’nın Şahbaba’da verdiği şu vesika, Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk’ün de farklı düşünmediğini göstermekte: “Türkiye’nin Roma Büyükelçisi Suat Bey’in “Vahideddin’in füc’eten vefat ettiği şimdi haber alınmıştır” yazan telgrafı Ankara’ya geldiği sırada, Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal, Adana’daydı...Telgraf hemen Adana’ya ulaştırıldı. Reisicumhur dostlarıyla yemeğe oturmuştu... Haberi işitince, ‘Çok namuslu bir adam öldü’ dedi... “İsteseydi Topkapı’nın bütün cevâhirini götürür ve öyle bir ordu kurup geri dönerdi ki...”
Hiçbir yeni rejim, eskisine rahmet okumaz... Ama, tarihimiz, kültürmüz bir bütündür. Uzun bir geçmişimiz vardır. Önem bakımından Osmanlı, bütün Türk tarihinin yüzde ellisinden fazla ağırlıklıdır. Bunun için geçmişte olanları bir tarafa bırakıp, artık Osmanlı ile barışmak şarttır. Sayın Demirrel’in dediği gibi, hala Osmanlıyı kötülemeye devam etmenin bir manası kalmadı. Bunun kimseye faydası yok.
Yeryüzünün Salih kulları
Sayın Ecevit bile vicdanının sesine kulak verip ahir ömründe, Osmanlıyı methedip, Vahideddin Han’ın vatan haini olmadığını söylemişti.
Bu samimi itirafta bulunanlar kimler: Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı…
Artık toplum olarak geçmişimiz ile başırma zamanı geldi. Hepimizin Osmanlıya şükran borcumuz var. Bugün, üzerinde oturduğumuz bu topraklar ve mensubu olduğumuz İslamiyet onların hediyesidir. Bunun için, onları her zaman hayır ile yadetmemiz herşeyden önce bir insanlık vazifemizdir.
Osmanlı sultanları sıradan insanlar değildi. Dindarlıkları, dürüstlükleri, idarecilikleri, ileri görüşlülükleri tarihi bir gerçektir. “Yeryüzünü salih kullarıma miras bırakırım” ayet-i kerimesinin Osmanlı sultanlarını övdüğünü, büyük âlim Abdülgani Nablüsi bildirmektedir.
|
27 Kasım 2007 Salı |
|
Osmanlı padişahlarının faziletleri
|
Dün, Osmanlı Devlitine ve onun padişahlarına yapılan iftiraların sebeplerinden bahsetmiştim. Bugün de, Osmanlı padişahlarının üstünlüklerinden, faziletlerinden kısaca bahsetmek istiyorum:
Osmanlı İmparatorluğu, on dördüncü asrın başından yirminci asrın ilk çeyreğine kadar hüküm süren dünyâ târihinde şerefli ve en uzun ömürlü bir hanedân devletidir. Hem de, Asr-ı seâdet ve Hulefâ-i Râşidîn devirlerinden sonra Hak ve adâlete riâyette en üstün seviyeye yükselen bir devlet.
Böyle bir üstünlük, fazilet her devlete nasip olmamıştır. Bunda, devletin ilk kurucusunun ve sonra sultanların iyi niyetlerinin, samimiyetlerinin ve ihlaslarının büyük payı vardır. Bir şeyin temeli iyi niyetlerle ve sağlam olarak atılırsa ömrü de o kadar uzun olur.
Osman Gâzi daha işin başında, niyetini ve temel prensiplerini ortaya koymuş, kendisinden sonra gelenlere de devletin anayasası olarak kabul edilmesi için şu vasiyeti yapmıştır:
Kura kavga değil!
“Allahü tâlânın emirlerine muhalif bir iş eylemeyesin! Bilmediğini İslam ulemâsından sorup anlayasın. İyice bilmeyince bir işe başlamayasın! Sana, itâat edenleri hoş tutasın! Askerine inâmı, ihsânı eksik etmeyesin ki, insan ihsânın kulcağızıdır. Zâlim olma! Âlemi adâletle şenlendir ve Allah için cihâdı terk etmeyerek beni şâd et! Ulemâya ri’âyet eyle ki, din işleri nizâm bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet, ikbâl ve hilm göster! Askerine ve malına gurûr getirip, din ehlinden uzaklaşma. Bizim mesleğimiz Allah yoludur. Ve maksâdımız Allah’ın dînini yaymaktır. Yoksa, kuru kavga ve cihângirlik dâvâsı değildir. Sana da bunlar yaraşır. Dâimâ herkese ihsânda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Hepinizi Allahü teâlâya emânet ediyorum!”
Bütün Osmanlı padişahları bu vasiyete aynen uymuşlardır. Bütün dünyayı bu prensiplerle idare etmeyi hedeflemişlerdir. Fatih Sultan Mehmed Han’ın, “Dünyâda tek bir din, tek bir devlet, tek bir pâdişâh ve İstanbul’da cihanın payitahtı olmalıdır.” sözü bunu göstermektedir.
Ömrünü bu davada tüketmiş, hiçbir engel onu bu yoldan alıkoyamamıştır. Örneğin, Bir seferinde Zigana Dağlarını yaya geçmek zorunda kalmış ve bu sırada büyük güçlük ve sıkıntılarla karşılaşmıştı. Sefer sırasında yanında bulunan Uzun Hasan’ın annesi onun çektiği bu eziyetleri gördükten sonra kendisini seferden alıkoymak kasdıyla; “Ey Oğul! Bunca zahmete değer mi?” deyince yüce Hakan; “Hey ana, bu zahmet din yolunadır. Zahmeti ihtiyar etmezsek bize gâzi demek yalan olur.” diye cevap vermiştir.
“Velî” tabiatlı olan Pâdişâh, Bâyezîd Han’da, yaptırdığı câmiinin inşâsı bitince; “Her kim ömrü boyunca ikindi ve akşam namazlarının sünnetlerini terk etmemişse ilk Cumâ namazında o imâm olsun.” demiş, bu hususta kendisinden başka kimse çıkmamış, hazerde ve seferde hiçbir sünneti bırakmadığı için namazı kendisi kıldırmıştı.
“Biz Allah tarafından memur olmadıkça bir sefere gitmeyiz.” diyen Yavuz Sultan Selim Han ise, cihan hâkimiyeti dâvâsında çok kudretli bir sîmâdır. İki büyük meydan muhârebesiyle Memlûk Devletini ortadan kaldıran, mübârek makamlara hizmetle şereflenen ve Müslümanların Halîfesi ünvânını alan Yavuz Sultan Selim, 25 Temmuz 1518 günü İstanbul’a ulaşmıştı. Ancak İstanbul’da halkın büyük bir karşılama hazırlığı yaptığını işitince gece vakti yanında birkaç kişiyle kayığa binerek gizlice Topkapı Sarayı’na çıktı. Ertesi gün pâdişâhın sarayda olduğu öğrenilince hiçbir merâsim yapılamadı. “Biz ne yaptık ki bu kadar rağbet edilir!” diyen cihan pâdişâhı gâyet sâde giyinir, devlet işleri dışında gösterişe rağbet etmezdi.
Vefâtı sırasında yanında bulunan Hasan Can’la arasında şöyle bir konuşma geçer: “Hasan Can, bu ne haldir?” “Sultanım Cenâb-ı Hakk’a teveccüh idüb Allahü teâlâ ile olacak zamandır.” “Bizi bunca zamandan beri kiminle biliyordun; Cenâb-ı Hakk’a teveccühte bir kusur mu fehm eyledin?” ( Osmanlı padişahlarının, her birinin buna benzer pek çok faziletleri, menkıbeleri vardır. Yerimiz sınırlı olduğu için sadece bir iki örnek verebildik. Bu konuda daha geniş bilgi için, Prof.Dr. Ahmet Şimşirgil’in, “Kayı-1”, “Kayı-2” kitaplarını - Şems yayınları, 0212 2138011- önemle tavsiye ederim)
Dinin direği idiler
Osmanlı padişahları işte böyle, gayretli, cefakar, dindar yaptıkları her işi Allah rızası için yapan şahsiyetlerdi. Son devir ulemâsının büyüklerinden Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri derdi ki: “Osmanlı padişahlarının hepsi dindar insanlar idi. Dini muhafaza ettiler. Dinin direği idiler. İçlerinde bir tane kötü yoktur. Ama aralarında derece farkı vardır.”
Kendilerini savunacak durumda olmayan tarihî şahsiyetler hakkında ileri geri konuşmak insana yakışmaz. Hele dedikodu ve iftirâdan kaçınmak, sadece dinî değil, herkesin uyması gereken ahlâkî bir vecibe olduğu unutulmamalıdır.
|
28 Kasım 2007 Çarşamba |
|
Gençlerimize sahip çıkıyor muyuz?
|
Bu soruya göğsünü gere gere “Evet” cevabını verebilecek insan sayısı maalesef çok az. Herkes vatan millet edebiyatı yapıyor. Fakat, önemli olan bunu sözde bırakmayıp fiiliyata geçirmektir. Vatana, millete sahip çıkmak için, önce gençlere sahip çıkmak gerekir. Bu da, vatanını, milletini, devletini seven gençler yetiştirmekle olur. Eğer gençlere sahip çıkılmaz, örf - adetlerimize, ananelerimize, milli kültürümüze uygun aile terbiyesi verilerek yetiştirilmezse, boşluk meydana gelir. Meydana gelen bu boşluğu da birileri doldurur... Hiçbir kap boş kalmaz.
Testiyi kırmadan önce, tedbiri almak gerekir. Testi kırıldıktan sonra, ah, vah etmek testiyi geri getirmez. Bugün bazı gençlerimiz, yanlış yollara sapmışsa, şunun bunun maşası olmuşsa, kabahat sadece onların değil; fert fert hepimizin bunda payı vardır.
Gençlerimize sahip çıkmanın en verimli devresi de fırtınaların estiği üniversite çağıdır. Bu dönemi kazasız belasız atlatan genç, hayata atılmış, artık yolunu çizmiş olur. Çeşitli zararlı akımlardan etkilenmesi mümkün olmaz.
Gençler sahipsiz değil!
Devletimiz bu maksatla, yurtlar açarak gençliğe sahip çıkmakta. Ancak, devletin de imkanları sınırlı olduğu için, bütün üniversite ve yüksek okul öğrencilerine yatma, yeme- içme imkanı sunamamaktadır.
Bu açığı kapatmak için birçok vakıf, halktan sağladıkları yardımlarla, Devlete destek olarak özel yurtlar açmıştır. İmkanları nispetinde gençleri, buralarda barındırıp, vatanımıza, devletimize faydalı halde yetişmesi için gayret etmektedir.
İşte, bu vakıflardan biri de İhlas vakfı’dır. Vakıf yönetiminin İhlas Vakfı’nın faaliyetleri ile ilgili açıklaması özetle şöyle:
" Vakfımız, Anadolu'dan ve Türk Dünyası'ndan gelen binlerce fakir öğrenciye her türlü yardımı yapmaktadır. İhlas Vakfı Öğrenci Yurtları'nda, 3 öğün yemek çıkmakta, Vakıf bu öğrencilere sevgi ve şefkat kucağını açmaktadır. Türk Dünyası'ndan gelen öğrencilerin bazıları yurtta kalmasalar da, ücretsiz yemek yemekte ve yurdun sosyal imkanlarından istifade etmektedirler.
İhlas Vakfı öğrenci yurtlarının bir yıllık et ihtiyacı, hayırsever vatandaşlarımızın verdikleri Kurban vekaletleri ile karşılanmaktadır. Vakfa verilen kurban vekaletleri ile hayırseverler adına kurbanlıklar satın alınmakta ve dinimize uygun olarak kesilen kurbanlar, soğuk hava depolarında muhafaza edilmektedir. Bir yıl boyunca da bu etler, yurtların yemek ve et ihtiyacında kullanılmaktadır.
Daha çok öğrenciye ve daha iyi hizmet verebilmemiz için İhlas Vakfı'na Kurban vekaletlerinizi vererek yardım ediniz, destek veriniz. Hayra vesile olan, hayır yapmış demektir. İhlas Vakfı, ülkemizin yüz akıdır. Eğitime ve Devletimize verdiği hizmet ve destek ile en iyi şekilde kamu hizmeti yapmaktadır.”
Böyle hayır kurumlarını ve ilim yuvalarını bütün hayırseverlerin her türlü imkan ile desteklemesi ve yardım etmesi, milli, dini bir vazifedir. Dünya tarihinde, Vakıf Medeniyetini kuran dedelerimizin torunu olarak, Vakıfları ve hayır kurumlarını destekleyelim. Bilgili, kültürlü öğrencilerin yetişmesinde Kurban vekaleti vererek bizim de katkımız olsun.
Bilindiği üzere Kurban kesmek bir ibadettir. Her ibadette olduğu gibi bunun da kuralları vardır. Kurallarına uyulmazsa ibadet geçersiz olur. Mesela, bazı hayır kurumlarının yaptığı gibi, bankaya para yatıran şahıs sayısı kadar kurban kesmek uygun olmaz. Çünkü kurban alırken niyet önemlidir. Ya kurbanı satın alırken veya kesecek olana vekâlet verirken, niyet şarttır. Niyetsiz kesilen hayvanlar, kurban değil, et olur. Vekaletin zincirleme olarak kesene kadar ulaşması şarttır.
Bunun için, kurbanını, bir hayır kurumuna vermek isteyen kimse, kurban parasını, bu işle vazifeli kimseye teslim ederken, (Allah rızası için Bayram kurbanımı almaya ve aldırmaya, kesmeye ve dilediğine kestirmeye ve etini ve derisini dilediğine vermeye seni umumî vekil ettim) demelidir. Kurban kesmeye vekil olan, sahibinden ayrıca izin almadıkça veya (İstediğini yap) diyerek umumî vekil edilmedikçe, başkasını kendine vekil yapamaz.
En iyi şekilde değerlendirmek için
İhlas Vakfı senelerdir, vekâletini aldığı vatandaşlarımızın kurbanlarını, bildirdiğimiz usûlle kesmekte, kurbanın etini ve derisini en iyi şekilde değerlendirmektedir.
Kurban Vekaleti vermek isteyen hayırsever vatandaşların, kendilerine en yakın İhlas Vakfı Öğrenci Yurdu'na uğrayarak veya aşağıdaki adrese telefon ederek, Kurban Vekaleti vermeleri mümkün olmaktadır. İhlas Vakfı Genel Merkezi ile irtibat için: (0212) 4514900- 5319900) numaralı telefonlara veya ( 0 212 ) 6546407 numaralı faksa başvurulabilir. Her türlü yardımın yapılacağı İhlas Vakfı’nın hesap numarası ise, Vakıflar Bankası Nuruosmaniye şubesi (2007042)’dir.
Not: Bu seneki kurban bedelleri: Küçük boy 275 YTL, orta boy 300YTL, büyük boy 350 YTL olarak tespit edilmiştir."
|
04 Aralık 2007 Salı |
|
|
İhlas Vakfı’nın hizmetleri
|
İhlas Vakfı 1975 yılında kuruldu. 32 yıldır, vatanımız, milletimiz için birçok faydalı işlerin yapılmasına vesile oldu.. Vakfın gayesi, vakıf senedinde şu şekilde ifade edilmiştir:
“Öğrenciler için yurtlar açmak, yiyecek, giyecek ve yatacak yerler temin etmek, Türk dünyasından gelen öğrencilere burslar vermek, özel okullar, dershaneler, kütüphaneler ve eğitim kurumları, özel hastaneler, dispanserler ve kreşler açmak; kimsesizleri, düşkünleri, yaşlıları ve küçükleri barındırma yurtları, huzur evleri ve şefkat yuvaları açmak; ülkemizi, Türk Milletini ve onun üstün medeniyetini bütün dünyaya tanıtmak için, ilmî, tarihî, edebî ve dinî eserlerimizi çeşitli dillere tercüme ederek yurt içinde ve dışında karşılıklı veya karşılıksız dağıtmaktır... “
İhlas Vakfı, belirlediği bu hedef ve gayesinde büyük bir başarı sağlamıştır. Mesela, Ülkemizdeki fakir öğrencilerin yanı sıra, Azerbaycan, Türkmenistan, Çeçenistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Afganistan, Bosna-Hersek, Kırım, Doğu Türkistan, Moğolistan, Tataristan ve diğer Türk topluluklarından gelen binlerce talebeye hizmet vermektedir.
İhlas Vakfı Mütevelli Heyet Başkanı Avukat Mehmet Okyay, vakfın faaliyetleri ile ilgili şu bilgiyi verdi:
“Vakfımızın şu anda Anadolunun çeşili şehirlerinde öğrenci yurtları vardır. Bütün yurtlarımızda, İnternet’ten istifade edilmektedir. Böylece, Amerika’daki ve Avrupa’daki bilgi bankalarına rahatça ulaşabilmekteler. Öğrencilerimiz, teknolojideki bütün gelişmeleri, dünyadaki ekonomik ve sosyal olayları takip edebileceklerdir.
Yurtlarda revir, ders çalışma ve etüd odaları, kütüphane, kantin ve kafeterya bulunmaktadır. Aynı zamanda haftanın belli günlerinde, yurtlarda, üniversite öğretim üyeleri konferans vermekte, millî ve mânevî değerlerle mücehhez, kültürlü, dünyadaki teknolojik gelişmelere vâkıf öğrenciler yetiştirilmektedir.
İhlas Vakfı’nın öğrencilere, fakirlere, yaşlılara ve Türk dünyasından gelen öğrencilere verdiği hizmetlere iştirak etmek isteyen hayırseverler, şu yardımlarda bulunabiliyorlar:
a) Arsa, tarla, bağ-bahçe, bina, daire, dükkan v.s. gibi gayrimenkul bağışında bulunarak; buralarda, yaşlılara huzur evi; öğrencilere yurt, okul, kütüphane, kreş; kimsesizlere bakım yurdu gibi yerlerin yapılmasını isteyebilirler.
b) Yukarıdaki yerleri hayatları boyunca kendileri kullanıp, vefatlarından sonra vakfa bağışlanmasını, intikalini isteyip; şimdilik sadece kuru mülkiyetin vakfa geçmesini isteyebilirler.
c) Öğrencilere ve Türk dünyasından gelenlere burs ve yardım verebilirler.
d) Vakıf ile müştereken öğrenci yurdu, huzur evi, okul, mescid v.s. yaptırabilirler veya bir yurdu tefriş edebilirler.
e) Yurtlarda kalan öğrenciler için; elbise, giyim eşyası, her türlü gıda malzemesi veya yurt ve huzur evi inşaatları için her türlü inşaat malzemesi v.s. vererek yardım edebilirler.
Elbette ki, bütün bu güzel hizmetlerin devamı, hayırsever halkımızın desteğiyle daha da büyüyecektir. Bu hayırlı hizmetlerden hâsıl olan sevaba , hayırsever vatandaşlarımızı da ortak etmek istiyoruz.”
Kurban Bayramı yaklaşmaktadır. Kesilecek kurbanlar, adaklar en iyi şekilde değerlendirilmelidir. İlim tahsil eden talebelere veya ilim tahsiline yardım eden hayır kurumlarına vekâlet yolu ile verilirse, hem vacip, hem de ilim yayma sevabı alınmış olur.
Kurban kesmek gibi adak da bir ibadettir. Bir isteğe, dileğe kavuşmada çok tesirli bir yoldur. Allahü teâlâ yaptığı bu ibadet hürmetine, o dileğini yaratır. Bunun için sık sık adakta bulunmalı, sadaka vermeli, hayır hasenat yapmalıdır.
Verilen yardımlar, bağışlar aynı zamanda birer sadakadır. Sadaka ise, çeşitli belaları önler. Sadakanın fazileti çoktur. Malı çok olup da zekât, sadaka vermeyen kimse, sıkıntı içinde yaşar. Hadis-i şerifte, “Gerçek fakir, malı olduğu hâlde sadaka vermeyendir” buyuruluyor. Az da olsa vermeye alışmalıdır! Sadaka verenin, hayır hasenat yapanın malının bereketi artar. Az malı çok iş görür. Hadis-i şerifte, “Gizli-açık çok sadaka verin ki, rızkınız bollaşsın, yardıma mazhar olasınız ve duânız kabul edilsin” buyuruluyor.
Kısacası, ilim tahsili yapılan yerlere, gerek kurban, adak ve akika şeklinde, gerekse doğrudan yardım, sadaka şeklinde yapılan her yardım, insanı kazalardan belalardan korur. Dünyada, sıhhat ve afiyet içinde bir ömür sürmeye sebep olur. Ahirette de cenab-ı Hakkın ihsanlarına kavuşur. Böylece yardım yapan kişi, hem dünyada, hem de ahirette çok büyük nimetlere kavuşmuş olur. (İhlas Vakfı Genel Merkezi ile irtibat için: (0212) 4514900- 5319900) numaralı telefonlara veya ( 0 212 ) 6546407 numaralı faksa başvurulabilir
|
05 Aralık 2007 Çarşamba |
|
|
Başarının sırrı; Osmanlının halkına değer vermesi
|
Dünyanın yönetimine talip veya en azından dünyayı idare etmede söz sahibi olmak isteyen başta ABD olmak üzere birçok ülke, altı asırlık Osmanlı İmparatorluğunun idari yapısını, başarısının sırrınını didik didik inceliyor.
Hal böyle iken içimizdeki iflah olmaz, müzmin Osmanlı düşmanlarının son zamanlarda baş gösteren sara nöbetleri devam ediyor. Şeytanın bile aklına gelmeyecek akıl almaz iftiralarda bulunuyorlar. Basiretleri kapalı olduğundan, altı asırlık başarıyı, huzuru göremiyorlar. Belki de görmek istemiyorlar. Gözlerini kapamakla güneşin yok olacağını zannediyorlar. Onlar ne kadar gözlerini kapatsalar da güneş meydanda, herkes bu başarının sırrı çözmeye bundan istifade etme çalışmaktadır.
Osmanlının başarısının esas sebebi adalettir. Hangi dinden, hangi ırktan olursa olsun herkesin hukukunu gözetmesi ve hakkını vermesidir. Bunu hakkıyla yerine getirebilmek için de ilme önem vermesidir. Osmanlı bunlara azami dikkat ettiği devirlerde zirveye çıkmış, adalet zayıfladığı zamanlarda da düşüşe geçmiştir. Son devirde adalet zafiyete uğrayıp milletlerin hakkı korunamayınca da çökmüş ve tarih sahnesindeki yerini almıştır.
Aşiretten imparatorluğa
Adalet, dağdaki çabandan, zirvedeki padişaha kadar herkese aynı eşitlikte uygulanırsa gerçek adalet olur. Osmanlı bunda çok hassas davranmıştır. Padişah gerektiğinde, en yakın akrabası olan babasını, oğlunu, kerdeşini, ömrünü devlete hizmet ile geçirmiş paşasını, veziri, veziri azamını cezalandırmaktan çekinmemiştir. Tarih kitaplarında bunların örnekleri çoktur.
Aşiretten imparatorluğa giden yolda Osmanlı hânedan mensuplarının kudret kaynakları incelendiğinde devletin temellerinin ne kadar sağlam atıldığı görülür. Şaşırtıcı yükselişin sebebi daha iyi anlaşılır. Nitekim, Fransız târihçisi Grengur da “Bu yeni imparatorluğun teessüsü, beşer târihinin en büyük ve hayrete değer vakalarından biridir” demekten kenidini alamamıştır.
Osmanlıyı başarıya götüren uygulamaların başında, devletin halkına değer vermesi; onları sömürmeyi değil, hizmet götürmeyi esas almasıdır. Yeni fethedilen yerlerin halkına sevgi ile yaklaşmasıdır.
Osmanlılar, fethedilen bölgelere, Anadolu’dan göçen örnek aileler, alp-erenler, dervişler, ahîler öncülük etmekteydiler. Onlar gâzîlerin yanında hattâ bazan ilerisinde zâviyeler kurarak sonradan gelenler için tutunma ve toplanma merkezleri meydana getiriyorlardı.
Anadolu’dan gelenler, zâviye etrâfında ekseriyâ derviş adı altında, bâzı yükümlülüklerden muaf olarak toprağı işlemekte ve bir Türk köyünün doğmasına yol açmakta idiler. Nitekim Trakya’da köy adlarının büyük çoğunluğu bu gibi derviş, şeyh veya fakihlerin isimlerini bugün bile taşımaktadır.
Osmanlı fetihleri yalnız kılıçla değil, daha çok uzlaştırıcı ve sevdirici bir politika netîcesinde gerçekleşmekteydi. Osmanlı idâresinin İslâm dini hükümleri çerçevesinde gayr-i müslimlere can ve mal güvenliğiyle dinlerinde serbestlik tanıması, onların gitgide İslâmiyetle şereflenmelerine yol açıyordu. Yine bu durumun neticesi olarak çok defâ, geniş bölgeler, şehir ve kasabalar kendiliğinden Osmanlı hâkimiyetini tanımakta idiler.
Osmanlılar Alp-erenler vasıtasıyla ülkeleri içeriden fethediyorlardı. Halkı fethe hazır hale getiriyorlardı. Bunların her biri tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde, dergâhlarda yetişmiş kimselerdi. Dinimizin güzel ahlâkı ile bezenmişlerdi. Hal ile, söz ile, yaşayış ile örnek kimselerdi. İslâmiyeti yaymak için kendilerini adamışlardı. Eshâb-ı kirâm gibi geri dönmemek üzere çeşitli memleketlere dağılmışlar, oralarda islâmiyeti tanıtmakla ömürlerini tamamlamışlardı. Ta Semerkant'tan, Buhara'dan kalkıp Anadolu'ya, Rum diyarına gelmişler.
O zaman Bizans imparatorluğunun sınırları dahilinde bulunan Anadolu'nun değişik yerlerine yerleşirler, yaşayışları ile islâmiyeti anlatırlardı. Bunların bu halini gören yerli halk zamanla bunları sever, bunların nezdinde islâmiyeti de sevmeye başlarlardı.
Anadolu'nun alınmasında Alp-erenlerin büyük rolü olmuştu. Türkler Anadolu'ya girince, halktan hiçbir tepki görmemişlerdir. Zaten çoğu kendiliğinden seve seve müslüman olmuşlardı. Alp-erenler halkı hazırlamışlardı.
İslâmın güzelliğini gören yerli halk kendiliğinden müslüman oldular. Ha keza, Balkanların, Bosna-Hersek'in, Arnavutluk'un müslüman olması da hep böyle olmuştur. Anadolu'nun en ücra yerlerinde isimleri bilinmiyen fakat halkın devamlı ziyaret ettikleri, isteklerinin kabulünde vesile olan nice kabirler vardır. İşte bunlar birer alperendir.
Adalet ve şefkat
Balkanlarda Bizans İmparatorluğunun bozulmuş olan idâre tarzı neticesinde, ağır ve keyfî vergiler, soygunlar ve asâyişsizlik yayılmıştı. Buna mukâbil Türklerin disiplinli hareketleri, feth edilen yerlerin halkına karşı adaletli, şefkatli ve taassuptan uzak bir siyâset tâkip etmeleri, vergilerin tebaanın ödeyebileceği şekilde tertip edilmiş olması Osmanlının Balkanlara yerleşmesini kolaylaştırdı. Ayrıca, Ortodoks olan Balkan halkını Katolik mezhebine girmek için ölümle tehdit edilmeleri, Osmanlının da, kendilerini bu baskıdan koruması etkili oldu.
Kısacası, başarının sırrı; Osmanlının halkına değer vermesi, onların hukukunu koruması, farklı dinde olan kimselerinin dinlerine, inançlarına karışmamasıdır.
|
11 Aralık 2007 Salı
|
Yabancı gözlemcilerin Osmanlıya bakışı
|
Osmanlıya Osmanlı yapan sitemdir, kurallardır. Osmanlıda nasıl olacağı belirlenmemiş kural dışı bir iş yoktur. Devlet, kurallar manzumesinden ibarettir. Osmanlı Beyliği daha kurulduğu andan îtibâren hedefini belirlemiş, bu hedefe varabilmek için de askerî, adlî ve mâlî teşkilâtını yenileyerek işe başlamıştır. Bu hedefe mevcut imkanlarla tamâmen farklı dinde olan yabancı bir bölgede yâni Balkanlarda yayılma ve yerleşme için kâfi değildi. Ancak bu iş daha çok mânevî ve rûhî sebeplere öylesine göz kamaştırıcı bir hızla ve şuurlu bir biçimde oldu ki, bugün dahi düşünenleri hayretler içinde bırakmakta, bu hareket, dün olduğu gibi bugün de yerli yabancı nesillerin hayranlığını çekmektedir. Nitekim zamanın târihçi, düşünür ve ilim adamları bu hususta şunları söylemektedirler:
En büyük vaka
“Bu yeni imparatorluğun teessüsü, beşer târihinin en büyük ve hayrete değer vakalarından biridir” (Grengur)
“.... Osmanlıların hoşgörüleri, ister siyâset, ister hâlis insaniyet neticesiyle meydana gelmiş olsun, Osmanlıların yeni zaman içinde milliyetlerini tesis ederken dîni, hürriyet ilkesinin siyâsetinin temel taşı olarak kabul eden ilk millet olduğu îtiraz kabul etmez bir durumdur. Hıristiyan dünyâsındaki arası kesilmeyen din savaşları ve engizisyona rağmen, Osmanlı idaresinde Hıristiyan ve Müslümanlar, ahenk ve uygunluk, içerisinde yaşıyorlardı...” (Gibbons).
“.... Kur’ân-ı kerîmi tanıyanların zihnine ve hâfızasına nakşedilmiş olan prensipler, onları yeryüzündeki insanların en insâniyetlisi en hayırseveri hâline getirmiştir. Bütün bu faziletlere rağmen Ecnebilerin (Avrupalıların) barbar demesi, yırtıcı bulması, savaşlarına göre hüküm vermesinden ileri gelir. Gerçekten Müslümanlar canlarını esirgemeden savaşırlar, düşmanları aynı zamanda dinlerinin de düşmanıdır. Bu şecâat Türklere sâdece dinlerinden değil, aynı zamanda millî karakterlerinden gelir. Ama bir milletin gerçek karakteri savaş alanının silah gürültüleri arasında tayin edilemez. Türkleri gerçekten tanımak isteyenler, onların faziletlerini değerlendirmeli, törelerin karakter ve fiillerindeki tesirlerini muhâkeme etmeli, onları barış zamânındaki örf ve âdetleri içinde incelemelidir. Filhakika Türkler, savaşta ne kadar sert, ne kadar mağrûr ve yırtıcı iseler, barışta da o kadar sâkindirler. En büyük kahramanlıkları gösteren, gözlerini kırpmadan ateşe atılan bu insanlar, günlük hayatlarına döndükleri zaman gerçek karakterlerini alırlar. O zaman onların beşerî duygularla dolu hayırsever kimseler olduğu anlaşılır.
Bu duygu bütün Türklere şâmildir. Hepsinin de rûhuna öylesine derin bir şekilde işlemiştir ki, savaşta birer cesâret timsali olan bu kimseler, barışta fakir babası, düşkünün dostu olurlar. İçlerinde en kötüsü en hasisi bile yine de bir vazife olarak iyilik etmekten çekinmez....” (D’ohsson).
“Türk ordularında bir bayram namazı seyrettim. Sarıklı başlardan mürekkep, büyük bir topluluğun toplanmış olduğunu gördüm. Derin bir sessizlik içinde namazı idâre eden (kıldıran) imâmın sözlerini dinliyorlardı. Her safın belirli bir durumu vardı. Ayrı saflar dizildikleri açık sahrada, tıpkı bir duvar gibi uzanıyordu.” (Baron von Busbecq)
“Mâhir bir kumandan, Türk askeriyle dünyâyı kutuptan kutba kadar kat edebilir.” (Vandal)
“Sultan Süleymân öyle bir orduyu emri altında bulunduruyordu ki, kuruluşu ve silahları bakımından bu ordu, dünyânın bütün diğer ordularından dört asır ilerdeydi... Her Türk askeri yalnız başına seçkin bir Avrupa taburuna bedeldi.” (Benoist Mechin)
“Paşasından sokak satıcısına kadar istisnâsız her Türkte vakâr, ağırbaşlılık ve asillik ihtişamı vardır. Hepsi derece farkları ile, aynı terbiyeyle yetiştirilmişlerdir. Kıyâfetleri farklı olmasa, İstanbul’da bir başka tabakanın olduğu belli değildir... İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nâzik ve kibar cemâatidir. En ıssız sokaklarda bile bir yabancı için küçük bir hakârete uğrama tehlikesi yoktur. Namaz kılınırken bile bir Hıristiyan câmiye girip Müslüman ibâdetini seyredebilir. Size bakmazlar bile, küstahça bir bakış değil, sizinle ilgilenen mütecessis bir nazar dahi göremezsiniz. Kahkaha ve kadın sesi duyamazsınız. Fuhuşla ilgili en küçük bir tezâhüre şâhit olmak imkân dışıdır. Sokaklarda bir yerde birikmek, yolu tıkamak, yüksek sesle konuşmak, çarşıda bir dükkânı lüzûmundan fazla işgâl etmek, ayıp sayılır.” (Edmondo da Amicis)
“Türklerin mevcut sistemini kendi sistemimizle mukayese edince istikbalin başımıza getireceği felâketleri düşünüyor, titriyor ve âkibetimizden korkuyorum. Bir ordu gâlip gelecek ve pâyidâr olacak, diğeri de mahv olacaktır. Çünkü şüphesiz ikisi de sağlam sûrette devam edemez. Türklerin tarafında kuvvetli bir imparatorluğun bütün kaynakları mevcut, hiç sarsılmamış bir kuvvet var, sefer görmüş askerler, zafer itiyadları, meşakkatlere tahammül kâbiliyeti, birlik, düzen, disiplin, kanâatkârlık ve uyanıklık var.
Bizim tarafta ise, umûmî fakirlik, husûsî israf, sarsılmış kuvvet, bozulmuş mâneviyât, tahammülsüzlük ve idmansızlık var. Bütün bunların en kötüsü, düşmanın (Türklerin) zafere bizim de hezimete alışkın bulunmamızdır. ” (Busbecq)
Osmanlı Devleti, kavimler, dinler ve mezhepler arasında sağlam bir ahenk, halk kitleleri arasında hiçbir fark ve tezada müsâade etmemekle, dünyâ târihinde milletler arası en kudretli ve cihânşümûl bir siyâsî varlık teşkil etti. Devletin tek gayesi vardı; bütün insanlığın İslam ahlakı ile ahlaklanıp huzur için yaşamaları.
|
12 Aralık 2007 Çarşamba |
|
İlk kurban nerede nasıl başladı?
|
Hacılar bugün Arafat’a…(Suudlar, her sene olduğu gibi bu sene de gününden önce çıkarttılar) Yarın tavaf yapılıp, kurbanlar kesilecek. Bütün dünyada da, bayramın birinci günü kesilecek… Bu vesile ile bu hafta, İslamiyette kurban ibadetinin ne zaman nasıl başladı, bunun üzerinde durmak istiyorum.
İsmâil aleyhisselâm yedi yaşında iken birgün babası İbrâhim aleyhisselâm ibâdet ettiği mihrâbda uyuya kaldı. Rü'yâsında oğlu İsmâil ile otururken, bir melek gelip: “Ben, Allahü teâlânın elçisiyim. Allahü teâlâ, bu oğlunu kurban etmeni istiyor” dedi.
İbrâhim aleyhisselâm korku ile uyandı. "Rü'yâ Rahmânî midir, yoksa şeytânî midir?" diye tereddüt etti. O gün hep bu rü'yâyı düşündü. Onun için bugüne Terviye denildi. İkinci gece aynı rü'yâyı yine gördü. Rahmânî olduğunu anladı. Bu güne Arefe denildi. Üçüncü gece yine aynı rü'yâyı gördü. Artık Hak teâlânın emri olduğuna şüphesi kalmadı. Hanımı Hâcer'in yanına gelerek, “Ey Hâcer, benim gözümün nûru oğlum İsmâil'i yıka, en iyi elbisesini giydir, saçını tara, onu dostuma götüreceğim” dedi.
“O emretti ise…”
Sonra; oğlu hazret-i İsmâil'i yanına alarak yola çıktı. O sırada şeytân, bir fırsatını bulup, yaşlı bir adam kıyâfetinde hazret-i İbrâhim'in hanımı Hâcer'in yanına geldi. Ona:, “Babası, Allahü tealanın emri ile oğlun İsmaili kurban etmek üzere götürdü,” dedi. Hzret-i Hâcer:, “Allahü teâlânın emrine uymak elbette lâzımdır. O'nun emrini, cân-ü gönülden kabûl ederiz” dedi.
Şeytan ondan yüz bulamayınca, yine aynı kıyâfette hazret-i İsmâil'in yanına geldi ve ona da aynı şeyleri söyledi. İsmail aleyhisselam, “O emretti ise, cân-ü gönülden râzıyım.” dedi.
İsmâil aleyhisselâm, ihtiyar kılığındaki, şeytandan sıkılmıştı. Çünkü ihtiyar, İsmâil aleyhisselâmı, babasına dolayısıyla cenâb-ı Hakka karşı isyana teşvik ediyordu. Bunun için babasına; “Bu ihtiyâr beni rahatsız ediyor, kalbime vesvese vermek istiyor” dedi.
İbrâhim aleyhisselâm, “Taş at! Yanından uzaklaşsın!” buyurdu. İsmâil aleyhisselâm taş atarak şeytanı yanından uzaklaştırdı. Bu sırada Minâ'da olduklarından hacıların şeytan taşlaması buradan kaldı.
Şeytan rezîl olup geri döndü. Hazreti İbrahim ve oğlu hazreti İsmail nihayet Buseyr dağına vardıklarında göğün yedi katındaki melekler; "Sübhânallah! Bir peygamber, bir peygamberi boğazlamaya götürüyor" dediler. Hazret-i İbrâhim, oğluna dönüp: “Ey oğlum! Rü'yâmda seni kurban etmem emredildi. Buna ne dersin?” dedi. İsmâil aleyhisselâm, “Babacığım! Hak teâlâ, beni boğazlamanı emretti mi?” diye sordu. Babasının, "Evet" demesi üzerine, Rabbinin emriyle kurban edileceğini, buna sabrederse Hak teâlânın rızâsına kavuşacağını anlayıp çok sevindi. Babası da, Onun bu sevincine sevindi:
- Evlâdım! Seni boğazlayacağımı haber veriyorum, sen ise seviniyorsun!
- Babacığım nasıl sevinmiyeyim. Benim tek arzum, Allahü teâlâya, O'nun rızâsı üzere kavuşmaktır. Böylece O'nun rahmet ve Cennetine de nâil olurum. Dünyanın ömrü müddetince eziyet çeksem, bu devlete kavuşmak çok zor. Şimdi ise bu devlete kolayca kavuşacağım. Babacığım, nasıl emir almışsan onu yap. Oğul fedâ eylemek senden, can fedâ eylemek de bendendir. İşini çabuk bitir. Zîrâ canım dosta kavuşmakta acele ediyor. Babacığım, Nemrûd seni ateşe atınca sabrettin ve Hak teâlâ senden râzı oldu. Ben de boğazlanmağa sabredeceğim. O zaman belki Hak teâlâ benden de râzı olur. Böylece Cennet ni'metlerine kavuşurum. Babacığım, kesilmek acısı bir anlık olup, ona sabretmek kolaydır. Benim asıl tasam, senden dolayıdır. Çünkü kendi elinle oğlunu boğazlayacaksın. Ömrün boyunca unutamadığın gibi, evlat hasreti de ölünceye kadar senden gitmez. Keşke daha önce haber verseydin de anneme vedâ edip, birbirimizin boynuna sarılıp ağlasaydık.
- Haber verince senden veya annenden bir gevşeklik olur da azarlanırız diye korktum.
- Babacığım, senin rızândan başka murâdım yoktur ve senin gibi babanın hakkını ödemek, saâdetimin sermâyesidir. Kaldı ki, bu işte, Allahü teâlânın rızâsı ve emri vardır. Eğer izin verirsen, size söyleyecek birkaç vasıyetim var.
- Söyle, ey saâdetli oğlum.
Hz.İsmail’in vasiyeti
- Birincisi; bu ip ile elimi ve ayağımı kuvvetlice bağla ki, can acısı ile bir kusûr işlemeyeyim. İkincisi; mübârek eteğini topla ki, kanımdan sıçramasın. Üçüncüsü; bıçağı iyi bile ki, can vermek kolay olsun ve senin işin iyi görülsün. Dördüncüsü; bıçağı vururken yüzüme bakıp da babalık şefkatiyle emri geciktirme. Beşincisi; gömleğimi çıkarıp boğazla ki, kan bulaşmasın. Sonra o gömleği anneme götür ve benden selâm söyle. Benim kokumu bu gömlekten alsın, ağlamasın, teselli olsun. Benim için çok elem çekmesin. Ona; "Oğlun sana şefâ'atçi olarak Allahü teâlâya gitti. Kıyâmet gününde cenâb-ı Haktan senden başka bir şey istemez" de! Ümid edilir ki, Hak teâlâ benim bu isteğimi red eylemez. Altıncı vasiyetim; her nerede benim yaşımda bir çocuk görürsen beni hatırla! (Devamı yarın)
|
18 Aralık 2007 Salı |
Ben iki kurbanlığın oğluyum”
|
İbrahim aleyhisselâm oğlu İsmâil aleyhisselâmı kurban etmek üzere son hazırlığını yaptı. Bu esnada İsmâil aleyhisselâm ellerini kaldırıp; “Yâ Rabbî! Bana sabır ver!” diye niyazda bulunduktan sonra, babasına dönüp; “Babacığım! Görüyor musun? Gök kapıları açılmış, bazı melekler bize bakıp hayretlerinden cenâb-ı Hakka secde etmişler.” dedi.
Daha sonra İbrâhim aleyhisselâm oğlunu güzelce bağladı, yüzükoyun yatırıp, boğazını tuttu ve; “Yâ Rabbî! Bu benim oğlum, gözümün nûru, gönlümün sürûrudur. Kurban etmemi emrettin. Şu anda emrini yapmak için hâlis niyetle geldim. Kurban etmeğe hazırım. Sana hamd ve senâ ederim. Yâ Rabbî! Bu kıymetli yavrumu kurban etmekte bana sabır ver” dedi.
Bu arada İsmâil aleyhisselâm; “Ey babacığım! Acele et. Rabbimizin emrini çabuk yerine getir. Emri yapmakta geciktiğimiz için Rabbimizin bizi azarlamasından korkuyorum. Babacığım, elimi ayağımı çöz, melekler, kendi isteğimle kurban olduğumu görsünler ve Halîl'in oğlunun, Allahü teâlânın işinden râzı olduğunu bilsinler” dedi.
“Yetiş! Bıçağı çevir!”
İbrâhim aleyhisselâm, Hak teâlânın ismini zikrederek bütün gücüyle bıcağı oğlunun boynuna çaldı. O anda Hak teâlâ, Cebrâil'e emrederek; “Yetiş! Bıçağı çevir!” buyurdu.O da Sidret-ül-müntehâ'dan bir anda gelip, bıçağı ters çevirdi. Bıçak kesmedi. Bir daha çaldı, yine kesmedi ve ne kadar uğraştı ise kâr etmedi.
İsmâil aleyhisselâm; “Babacığım! Ne kadar şefkatlisin, bıçağı kuvvetli vuramıyorsun. Yüzüme bakma, böylece hizmette kusur etmezsin” dedi. Hazret-i İbrâhim, bıçağı tekrar biledi ve oğlunun boğazına daha kuvvetli çaldı. Yine kesmedi.
O anda Allahü teâlâdan vahiy geldi: “Yâ İbrahim, elbette sen rü'yânı tasdik ettin. Sana düşen vazifeni tam olarak yaptın. Şimdi sıra bende. Lütuf ve keremimi görmek için şu dağa bak!” İbrahim aleyhisselâm, dağa bakınca, Cennetten gelmiş eşsiz güzellikte bir koç gördü. Allahü teâlâ buyurdu: “Bu senin oğluna fedadır.”
Cebrail aleyhisselâm koçu getirirken, "Allahü ekber", İbrahim aleyhisselâm da koçu yakalarken, "Lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber," İsmail aleyhisselâm da, "Allahü ekber ve lillâhil hamd" dedi. Böylece, bayram tekbiri meydana geldi: "Allahü ekber. Allahü ekber. Lâ ilâhe illallâhü vallâhü ekber, Allahü ekber ve lillâhil hamd."
Sonra, İsmâil aleyhisselâm yerine, bu koç kurban edildi. Bu koçun boynuzları, Abdullah bin Zübeyr zamanına kadar Kâ'be duvarında asılı idi. Sonra çıkan yangında yandı. Bu koçun kurban edildiği yer, Mina olduğu için, hacılar kurbanlarını burada kesmektedirler.
Buna benzer bir kurban hadise de, peygamber efendimizin dedesi Abdülmuttalip zamanında meydana geldi. Peygamberimizin dedesi, Abdülmuttalib'e rü'yâsında: “Kalk! Zemzem kuyusunu kaz!” diye emredilince, oğlu Hâris ile beraber Kâ'benin yakınındaki, işâret edilen yeri kazmaya başladı. Kureyşliler, buna mani olmak istediler. Bunlara karşı çıkmaya da gücü yetmediği için çok üzüldü, içi burkuldu. Cenâb-ı Hakka şöyle yalvardı: “Yâ Rabbî! Bana on çocuk ihsân eyle! Eğer bu duâmı kabûl edersen, içlerinden birini Kâ'bede sana kurban edeceğim.”
Allahü teâlâ duâsını kabûl etti. On oğlu oldu. Bu on oğlundan birinin adı Abdullah'tı. Bir gece Abdülmuttalib'e rü'yâsında şöyle bir ikâz yapıldı: “Yâ Abdülmuttalib, adağını yerine getir!” Önce. Koç sonra deve kesti. Fakat bunların kabul olmadığı bildirildi.
Bunun üzerine adağını hatırlayan Abdülmuttalib, ertesi gün çocuklarını topladı. Kendilerine durumu anlattı. Hiçbiri i'tiraz etmedi. Memnuniyetle: “Hangimizi istersen kurban edebilirsin” dediler.
Abdülmuttalib kurban edeceği oğlunu kur'a ile tesbit etmek istedi. Kur'a en çok sevdiği oğlu, Abdullah'a yani peygamber efendimizin babasına isabet etti. Fakat söz vermişti. Adağını yerine getirmeliydi. Keskin bir bıçak ile beraber oğlu Abdullah'ı alıp Kâ'be-i şerîfin yanına geldi.
Bu hâdiseyi duyan Kureyşliler hemen yanına koşup dediler ki: “Biz bu işe asla râzı değiliz. Eğer sen bu işi yaparsan, bu âdet hâline gelir. Herkes, oğlunu kurban etmek zorunda kalır. Buna başka bir çare bulalım.”
Çare bulundu!
Sonra şöyle bir çare bulundu. O zaman Kureyş'te insan diyeti on deve idi. Develer ve oğulları arasında kur'a çekilecekti. Oğullarına isabet ettiği müddetçe her defasında on deve ilave edilerek kur'a develere çıkana kadar buna devam edilecekti.
Kur'aya başlandı. Fakat çekilen her kur'a Abdullah'a isabet ediyordu. Her defasında on ilâve edilerek devam ediliyordu. Onuncu kur'ada deve sayısı yüz olunca kur'a develere çıktı. Hemen yüz deve kurban edildi. Abdülmuttalib, oğullarından kimseye etini vermeden tamamını fakirlere dağıttı.
İsmâil aleyhisselâmın, kurban edilme hâdisesinden sonra ikinci evlâd kurban edilme hâdisesi de bu olmuş oldu. Peygamber efendimizin soyu İsmâil aleyhisselâma dayandığı için, “Ben, iki kurbanlığın oğluyum” buyururdu.
Değerli okuyucularımızın Bayramını tebrik eder, sağlık ve âfiyetler dilerim.
|
19 Aralık 2007 Çarşamba |
Kabe-i şerîfin ilk inşası ve fazileti
|
Hac farizasını tamamlayan hacılar artık memleketlerine dönmeye başladılar. Hac dolayısıyla ekranlarda, gazetelerde daha çok gördüğümüz ve merak ettiğimiz Kabe-i şerîn ilk yapılışı, günümüze kadar gelmedeki geçirdiği safhalar ve fazileti hakkında bilgi sunmak istiyorum bu hafta:
Kâbe-i şerîf, görünüşte dünyadaki evlerden biridir. Hakikatte ise âhirettendir. Kâbe-i şerîf dünyâ ve âhireti kendinde toplamıştır. Kâbe, Beytullah (Allahü teâlânın evi) tır. Rabbimizin üstün ve fazîletli kıldığı eşsiz yerdir. Kâbe-i şerîfin ilk yapılışını ve faziletini Muhammed el-Ezrâkî hazretleri şöyle bildirmektedir.
Âdem aleyhisselâm yeryüzüne indirilmesi sebebiyle çok üzülüyor ve günlerini ağlamakla geçiriyordu. Onun üzüntüsüne melekler de ortak oluyorlardı. Bir defâsında Âdem aleyhisselâm secdedeyken; “Yâ Rabbî! Bana ne oldu ki, artık meleklerin seslerini, senin zâtını tesbih ve takdis etmelerini duyamıyorum. Onları göremiyorum.” diye arz edince, cenâb-ı Hak buyurdu ki:
“Misafirim gibidir!”
“Ey Âdem! Senden sâdır olan zelle, meleklerin tesbihini işitmene mânidir. Ancak benim yeryüzünde bir beytim vardır. Sen onun temelini bulup üzerine bir beyt binâ et. Beni takdis ve beytin etrâfını tavâf et. Ey Âdem! O beyti Mekke’de kıldım. Evlâdından her kim beytime gelip, sâdece benim rızâmı isterse, bizzât beni ziyâret eden misâfirim gibidir. Bunları şânıma lâyık bir şekilde ağırlarım ve bütün ihtiyâçlarını gideririm!”
Âdem aleyhisselâm, Allahü teâlânın bu emri ile Serendip Adasından Mekke’ye doğru yürümeye başladı. Mekke’ye gelince meleklerin de yardımı ile Kâbe-i şerîfin temeli atıldı. Sonra Allahü teâlâ melekler vâsıtasıyla bu temelin üzerine bir beyt indirdi. Kâbe-i şerîf, Cennet yâkutlarından bir yâkut olup, parıl parıl parlıyordu. Beytullah’ın içinde ayrıca nûrdan kandiller yakılmıştı. Kandillerin çanakları Cennetin külçe altınlarındandı ve etrâfında yıldız gibi parlayan beyaz yâkutlar diziliydi. Hacer-ül-Esved de bunlardan biriydi. Hacer-ül-Esved’in daha sonra günahkâr kimselerin el sürmesiyle kararmıştır
Bâzı rivâyetlere göre Cennetten gelen bu Beytullah Âdem aleyhisselâmın vefâtından sonra tekrar göklere kaldırıldı. Âdem aleyhisselâmın evlatları önceki temellerin üzerine taştan ve çamurdan bir binâ yaptılar. Bu binâ, Nûh aleyhisselâm zamânındaki tûfana kadar zaman zaman tâmir edildi ve tûfanda yıkıldı.
Kâbe’nin tûfandan sonra İbrâhim aleyhisselâma kadar yeri belirsiz olup yalnız bulunduğu saha bilinmekteydi. Yeryüzünün çeşitli memleketlerinden zulme uğramış, kederli, sıkıntılı, dertli ve Allahü teâlâya sığınmak isteyen kimseler bu bölgeye gelip duâ ederler, maksatlarının hâsıl olduğunu görünce geri dönerlerdi. İbrâhim aleyhisselâmın, Beytullah’ı yeniden yapmasına kadar, bu bölgeye olan hürmet ve saygı devâm etti.
İbrâhim aleyhisselâm, Allahü teâlânın emriyle Kâbe-i muazzamayı yapmak için Mekke’ye gitti. Oğlu İsmâil aleyhisselâmı ve Hacer vâlidemizi yıllar önce oraya bırakmıştı. Hazret-i İbrâhim, oğluİsmâil aleyhisselâm ile Zemzem Kuyusunun başında karşılaştılar. Senelerdir hiç görüşemeyen baba-oğul, sevinçle birbirlerine sarılıp hasret giderdiler.
Zemzem kuyusunun başında oturdukları zaman İbrâhim aleyhisselâm; “Ey İsmâil! Allahü teâlâ, bana kendi zâtı için bir beyt yapmamı emrediyor. Sen de yardım eder misin?” buyurdu. İsmâil aleyhisselâm da; “Elbette yardım ederim.” diye cevap verdi. İbrâhim aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Kâbe’yi nerede yapayım?” diye suâl etti. Cenâb-ı Hak; “Biz sana onun yerini göstereceğiz.”buyurdu. Kâbe’nin yerini Cebrâil aleyhisselâm gösterdi.
Böylece İbrâhim aleyhisselâm, oğlu İsmâil ile birlikte temel kazmaya başladı. Âdem aleyhisselâm zamanında kazılan temeli buldular. Aynı temel üzerine, Kâbe’yi inşâ etmeye başladılar. Cebrâil aleyhisselâmın târifine göre İbrâhim aleyhisselâm, binâyı İsmâil aleyhisselâmın getirdiği taşlarla yapıyordu. Nihâyet Kâbe’nin duvarları yükseldi ve yukarıya taş yetişemez oldu. Bunun üzerine büyükçe bir taş getirdiler.
İbrâhim aleyhisselâm bu taşa basarak duvarı örmeye devâm etti. Mübârek ayağının izi çıkan bu taşa Makâm-ı İbrâhim dendi. Kâbe’de tavâf namazı bu taşın bulunduğu yer olan Makâm-ı İbrâhim’de kılınır.
Hacer-ül-Esved
Binânın yapımında, melekler, taş getirmede İsmâil aleyhisselâma yardım ettiler. Sıra Hacer-ül-Esved’e gelince İbrâhim aleyhisselâm; “Ey İsmâil! İyi bir taş getir ki, hacılara işâret olsun!” buyurdu. İsmâil aleyhisselâm bir taş getirdi. İbrâhim aleyhisselâm; “Bundan daha iyi bir taş getir.” deyince, Ebû Kubeys Dağından; “Cebrâil aleyhisselâm tûfanda bana bir taş emânet etti. Gel onu al!” diye bir ses işitti. Bunun üzerine Hacer-ül-Esved taşı, Ebû Kubeys Dağından alınıp, Kâbe’deki yerine yerleştirildi.
Baba-oğul, Kâbe’yi yapıp bitirince, Bakara sûresi 127. âyet-i kerîmesinde meâlen bildirildiği gibi; “Yâ Rabbî! Bizden bu hayırlı işi kabûl et! Muhakkak ki sen, duâmızı işitici, niyetimizi bilicisin.” diye niyâzda bulundular.
Kâbe-i muazzama, İbrâhim aleyhisselâmdan sonra zaman zaman yıkılıp yeniden inşâ edilmiştir. Bu inşâların biri de, Resûlullah efendimize peygamberliği bildirilmeden önce olmuştur.
|
25 Aralık 2007 Salı |
|
|
Kabe-i şerifin yeniden inşa edilmesi
|
Sevgili Peygamberimiz otuz beş yaşlarındaydılar. Kâbe-i şerîf, yağmur ve seller Kâbe’nin duvarlarını iyice yıpratmıştı. Ayrıca çıkan bir yangın hasara sebeb olduğundan binâyı yeniden yapmak lâzımdı. Bunun üzerine Kureyş Kabîlesi, Kâbe’yi, İbrâhim aleyhisselâmın yaptığı temele kadar yıkıp yeniden inşâ etmeye karar verdiler.
Lüzûmlu malzeme ve parayı temin etmeye çalıştılar. Fakat toplananlar, ihtiyâca cevâb vermekten uzak olup, Kâbe’yi, İbrâhim aleyhisselâmın oturttuğu temel üzerinden yapacak miktarda değildi. Kendi aralarında istişâre ettiler. Kâbe’nin temelinin bir tarafını kısaltmak, topladıkları malzeme mikdârınca taştan bir binâ yapmak için karar aldılar.
Hilâl şeklindeki Hatîm denilen küçük duvar ile, Kâbe arasını boş bırakıp, dört köşe, kuzey duvarını altı arşın bir karış (bir arşın = 68 cm) içerden başladılar. Diğer duvarları, eski temelin üzerine inşâ etmeye devâm ettiler.
O’nun hükmüne râzıyız
Hacer-ül-Esved’in konulacağı yere kadar binâyı yükselttiler. Fakat Hacer-ül-Esved’i yerine yerleştirmek husûsunda ihtilâfa düştüler. Her kabîle bu şerefe kavuşmak istediğinden, aralarında büyük bir anlaşmazlık çıktı. Abdüddâroğulları; “Bu işi bizden başkası yaparsa kan dökeriz.” diyerek meydan okudular. Dört-beş gün süren bu anlaşmazlık sebebiyle, neredeyse kan akıtılacaktı. Bu sırada Abdülmuttalib’in dayısı ve yaşlı bir zât olan Huzeyfe bin Mugîre; “Ey Kureyş topluluğu! Anlaşamadığınız iş hakında hüküm vermek üzere, şu kapıdan ilk girecek zâtı aranızda hakem yapın.” diyerek, Kâbe’ye açılan Benî Şeybe Kapısını gösterdi.
Oradakiler bu teklifi kabul ettiler ve işin en nâzik ânında bu işi hâlledecek kimseyi beklemeye başladılar. Nihâyet kapıdan; doğruluğunu, üstün ahlâkını son derece takdir ettikleri ve El-Emin, yâni hep kendisine güvenilir dedikleri Muhammed aleyhisselâmın geldiğini gördüler. Hep birden; “İşte El-Emîn! O’nun hükmüne râzıyız.” dediler.
Durum, Sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma anlatılınca, bir örtü istedi. Onu yere sererek Hacer-ül-Esved’i örtünün üzerine koyup; “Her kabîleden bir kişi bir ucundan tutsun.” buyurdu. Taşı, konulacağı yere kadar kaldırttı. Sonra kendisi taşı kucaklayıp yerine koydu. Böylece çıkmak üzere olan büyük bir çarpışmanın önlendiğini gören kabîleler, bu hareketten memnun kaldılar.
Binâ tamamlandığında ellerinde bir miktar malzeme arttı. Onunla da kuzey tarafta kalan, yapamadıkları temel üzerine yüksekliği az bir duvar yaptılar. Böylece Hatîm denilen hilâl şeklindeki duvar meydana geldi. Bu duvar ile kuzey duvarı arası Kâbe’ye âittir, yâni Kâbe’nin içidir. Onun için tavâf yapılırken Hatîm’in dışından dolaşılır. Hatîm’in içinde namaz kılmak pek kıymetlidir. İsmâil aleyhisselâmın kabr-i şerîfi de Hatîm’dedir.
Hicri 64 senesinde Kâbe tamâmen yandı. Abdullah bin Zübeyr Peygamber efendimizin hazret-i Âişe’ye buyurduğu; “Senin kavmin, Beytullah’ın binâsını kısalttılar. Maddî imkânları kâfî gelmedi de Hatîm tarafından birkaç arşın yer bıraktılar. Eğer senin kavminin zamânı küfre yakın olmasaydı, Kâbe’yi yıkar, bıraktıkları kısmı İbrâhim’in (aleyhisselâm) yaptığı ilk temel üzerine inşâ ederdim. Beytullah’a ayrıca, yer seviyesinden iki kapı da yapardım. Biri şark (doğu), diğeri garb (batı) kapısı olurdu. İnsanlar şark kapısından girer, garb kapısından çıkarlardı...” hadîs-i şerîfine uygun olarak Kâbe-i muazzamayı yeniden yaptırmaya başladı.
Böylece Kâbe, İbrâhim aleyhisselâmın yaptığı temel üzerine yapılmış oldu. Haccâc bin Yûsuf zamânına kadar bu hali ile kaldı. Haccâc, kuzey duvarını yıkıp, Hatîm’i dışarıda bıraktı. Garb kapısını kapattı. Şark kapısını yükseltti. Böylece Kâbe-i muazzama bugünkü hâle geldi.
Kâbe-i muazzama, Mescid-i Harâm’ın ortasında, dört köşe taştan bir oda olup, 17 metre yüksekliktedir. Kuzey duvarı 8,8, güney duvarı 7, doğu duvarı 11,9 batı duvarı 12,8 metre uzunluğundadır. Doğu ve güney duvarları arasındaki köşede Hacer-ül-Esved taşı vardır. Hacer-ül-Esved’in yüksekliği, yere nazaran bir metreden fazladır. Taş, hacıların ellerini, yüzlerini sürmeleri ve öpmeleri sebebiyle çukurlaşmıştır. Kâbe’nin doğu duvarında bir kapı vardır. Kapı yerden 1,7 m yükseklikte olup, eni 1,7, boyu 2,7 metredir. Duvarlarının iç yüzü ve zemini renkli mermerlerle kaplıdır.
Ganîmet ve mükâfât!
Dünyâda Mekke-i mükerremede bulunan Kâbe’den başka ikinci bir Kâbe yoktur ve burası yeryüzünün en kıymetli yeridir. Kâbe’yi tavâf etmenin fazîleti hakkında sevgili Peygamberimizin pekçok hadîs-i şerîfi vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir:
“Kim Beytullah’ı tavâf ederse, Allahü teâlâ, bunun her adımına bir sevâb yazıp, bir günâhını siler.”
“Bu beyt, İslâmın direğidir. Kim bu beyti ziyâret etmek maksadıyla hac veya umre yapmaya çıkarsa, (bu yolda) öldüğü takdirde, Allahü teâlâ onu Cennetine koymayı, sağ kaldığı takdirde ganîmet ve mükâfâtla memleketine döndürmeyi taahhüd eder.”
|
26 Aralık 2007 Çarşamba
|
|
Bugün 90 ziyaretçi (284 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|