Sa'd bin Mu'âz (radıyallahü anh)
Sa’d bin Mu’âz hazretleri, Eshab-ı kiramın meşhurlarındandır. Muhammed aleyhisselâmın bi’setinin onuncu yılı başlarında Medîne’den gelen 12 kişi, Peygamberimizle görüşüp Müslüman oldular. “Birinci Akabe Bîatı” denilen bu görüşmeden sonra, Peygamber efendimiz, Kur’ân-ı kerîmi ve İslâmiyeti öğretmek üzere, Mus’ab bin Umeyr’i Medîne’ye gönderdiler...
Çok kan kaybediyordu!..
Mus’ab bin Umeyr Medîne’de fevkalâde bir gayretle çok kimsenin Müslüman olmasını sağladı. Faaliyetlerini yürütmek üzere Sa’d bin Mu’âz’ın teyzesinin oğlu olan Es’ad bin Zürâre’nin evine yerleşmişti. Bu sebeple Sa’d bin Mu’âz, o zaman Araplar arasında akrabaya karşı hakâretten kaçınmak âdet olduğu için bu işe mâni olma teşebbüsünde de bulunamadı.
Mus’ab bin Umeyr, Sa’d bin Mu’âz’a önce İslâmiyeti anlattı. Dinin esaslarını açıkladı. Sonra tatlı ve güzel sesiyle Kur’ân-ı kerîmden bir miktar okudu. O da Kelime-i şehadeti söyleyerek Müslüman oldu...
Sa’d bin Mu’âz hazretleri, Hendek Savaşında şehid oldu. Savaş sırasında İbni Araka adlı bir müşrikin attığı ok ile kolundan yaralandı. Ok, atardamara isabet ettiği için çok kan kaybetti. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) mescidde bir çadır kurdurarak Sa’d’ı oraya yatırdı. Beni Eslem kabilesinde Refide’yi de onun tedavisine memur etti. Kendisi de savaş arasında çadıra gelir, onu ziyaret ederlerlerdi. Nihayet yarası ağırlaşıp durumu ciddileşince Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz oraya geldi ve Mu’az’ı kucaklayıp;
“Yâ Rabbi! Sa’d senin rızan için senin yolunda cihad etti. Resulünü de tasdik etti. Ona kolaylık ihsan eyle!” diye dua ettiler.
“Reislerin en iyisi idin”
Onun bu sözlerini duyunca gözlerini açtı ve;
-Yâ Resulallah! Sana selam ve hürmetler ederim! Senin Allahü teâlânın peygamberi olduğuna şehadet ederim, dedi ve ruhunu teslim etti.
Peygamber efendimiz, Sa’d bin Mu’âz vefat edince baş ucuna durup, onun künyesini söyleyerek buyurdu ki:
“Ey Ebû Amr! Sen reislerin en iyisi idin. Allah sana saâdet, bereket ve en hayırlı mükâfatı versin. Allaha verdiğin sözü yerine getirdin. Allah da sana va’dettiğini verecektir.”
.
OSMANLI'DA TÖREN
Osmanlıda dini bayramlarda yapılan merasimlerin dışında bir çok kutlamalar yapılır ve bu kutlamalara da 'alay' adı verilirdi. Saray erkânının halkla kaynaşmasına vesile olan bu alaylar, halk tarafından büyük ilgi görür ve çok ihtişamlı olurdu. Halkın da coşku ile katıldığı bu alaylarda bakın hangi kutlamalar yapılırmış.Hırka-i Saadet Alayı: Her yıl Ramazan ayının onbeşinci günü bütün devlet erkânı Ayasofya'da şeyhülislam ile namaz kıldıktan sonra saraya gelirler ve arz odasında toplanırlar dı. padişah ve saray erkânının da katılmasıyla Hz. Peygamber (A.S.)’ın mübarek hırkalarının muhafaza edildiği Hırka-i Saadet odasına gidilirdi. Yedi bohçaya sarılı altından yapılmış sandık padişah tarafından açılırdı. Bu sırada hafızlar Kuran-ı Kerim okumaya başlarlardı. İlk önce Padişah, daha sonra işaret ettiği kişiler hırkaya yüzlerini sürerlerdi. Ayrıca valide sultanın öncülüğünde harem halkı da ziyaretlerini yapardı. Ziyaretler bitince sanduka bizzat padişah tarafından kilitlenirdi.
Amin Alayı: 4 ilâ 7 yaşlarında çocukların, elifbâ ve namaz surelerinin öğretildiği mahalle mekteplerine başlarken yapılan kutlamalardı. Mahalle mekteplerine yılın her gününde talebe kabul edildiğinden bu kutlamalar sıkça yapılır ve ekseriyetle kandil günlerine denk getirilirdi. Okula başlayacak çocuk önce Eyüp Sultan’a götürülür ve dua edilirdi. Daha sonra ilahiler eşliğinde okuluna gelen çocuk, hocasının elini öper ve ilk dersini alırdı.Kılıç Alayı: Tahta yeni çıkan padişahlar, biat töreninin ardından kılıç kuşanırlardı. Kılıç kuşanma Osmanlı’da kanun olduğundan, bu gelenek son padişaha kadar devam etmiştir. Bu törenler farklı mekânlarda yapılır ve farklı kılıçlar kuşanılırdı. Bazı padişahlar Peygamber Efendimiz’in kılıcını kuşanırken, bazıları Hz. Ömer veya Hz. Halid b. Velid'in kılıcını kuşanırlardı. IV. Murad, hem Peygamberimiz hem de Yavuz Sultan Selim'in kılıcını kuşanmıştır.Surre Alayı: Surre, Arapça para kesesi anlamına gelir. Mekke ve Medine’ye para gönderilir ken düzenlenen merasime de Surre Alayı adı verilmiş. Surre gönderilmesi Abbasiler zamanın da başlamış, Osmanlı'nın son dönemlerine kadar devam etmiş. Surre alayı, her yıl hac mevsimi gelmeden önce yola çıkarılırdı. Gönderilecek paralar sağlam meşin keselere konulur, ağızları mühürlenerek bir deveye yüklenirdi. Surre devesi en gösterişlisinden seçilir ve süslenirdi. Surre emini, emaneti yerli yerince dağıttıktan sonra hac görevini yerine getirir ve İstanbul'a dönerdi.Gelin Alayı: Padişah kızlarının, kızkardeşlerinin ve saltanat hanedanına mensup sultanların evlenmeleri münasebetiyle yapılan merasimlerdir. Hanedana mensup sultanlar devlet erkânıyla veya tanınmış ailelerin çocuklarıyla evlendirilirdi. Nikahları şeyhülislam tarafından kıyılırdı. Gelin alayına sadrazam, vezirler ve diğer devlet erkânı katılırdı. Gelin, hanedana mahsus atlı araba ile kocasının konağına gider ve damat tarafından kızlarağasıyla birlikte karşılanırdı. Damadın konağında tüm misafirlere ziyafetler çekilirdi.Beşik Alayı: Doğan padişah çocukları için hazine kethüdası tarafından süslü beşik hazırlanır ve harem kapısında kızlarağasına teslim edilirdi. Doğum, hazırlanan özel belgeler ile sadrazama ve devlet erkânına bildirilirdi. Asıl merasim doğum tebriklerinin kabulü için davetlilerin saraya gelmesi ile başlar, kurbanlar kesilir, eğlenceler tertip edilirdi.Baklava Alayı: Türk mutfağının baş tatlısı olan baklavanın Osmanlı sarayında önemli yeri vardı. Ramazan’ın onbeşinci günü Hırka-i Saadet ziyaretinden sonra, devlet büyükleri ile birlik te yeniçerilere de baklava ikram edilirdi. Dağıtılacak baklava, on yeniçeriye bir tepsi olarak hesap edilirdi. Önce silahtar ağa adamları ile gelir ve padişahın hakkı olan iki tepsi baklavayı alırdı. Daha sonra yeniçeri erleri kendilerine ait tepsileri alarak kışlalarına doğru şenlik, şamata ve ilahilerle yürürlerdi. Bu, İstanbul halkının hiç kaçırmadığı eğlencelerden biriydi
Nu'man bin Mukarrin (radıyallahü anh)
Nu’man bin Mukarrin hazretlerinin künyesi “Ebû Amr”dır. Kardeşleri, Suveyd bin Mukarrin ile Nuaym bin Mukarrin ile birlikte Hudeybiye Anlaşması’ndan önce Müslüman olmuştur. Kardeşleri de Hz. Nu’man gibi askerlik ve kahramanlık bakımından meşhur sahâbîlerdendir. Nu’man bin Mukarrin, Resûlullah ile beraber Mekke’nin Fethine ve Huneyn Gazvelerine katılmıştır. Vedâ Haccı’nda da hazır bulunmuştur.
Büyük fitne önlendi!
Resûlullahın vefâtından sonra, halîfe olarak Hz. Ebû Bekir seçilmişti. Bu sırada ortada büyük bir irtidat ya’nî dinden çıkış hareketi başladı. Hz. Ebû Bekir bu fitneye gereken cevabı verdi. Nu’man bin Mukarrin bu irtidat fitnesine karşı verilen mücâdelede de bulundu. Böylece irtidat fitnesinin, büyümesine meydan verilmeyerek büyük bir felâketin önüne geçilmiş oldu. Hz. Nu’man, bu hizmetlerine Hz. Ömer’in hilâfeti devrinde de devam etti. Onun hizmetleri, Irak ve İran taraflarında da çok oldu. 642 yılında Nihavend’de şehîd oldu.
Hz. Ömer (radıyallahü anh) İran üzerine bir ordu hazırladı ve bu ordunun kumandanlığını da Nu’man bin Mukarrin hazretlerini tayin etti. Kûfe’den hareket eden 30.000 kişilik İslam ordusu, Firuzan kumandasındaki 150.000 kişilik İran ordusu ile Basra yakınlarındaki Nihavend’de karşılaştı. Savaş günlerce devem etti. İki taraf da üstünlük sağlayamıyorlardı. Nihayet bir cuma günü, İslam askeri hep birlikte cuma namazını kıldı. Nu’man hazretleri gözyaşları içinde dua etti ve sonunda;
“Allahım! Müslümanların zafer kazanması yolunda Nu’man’a şehidlik nasib eyle!” dedi. Bütün İslam askeri de “Amin!” dedi.
Sonra tekbirler alıp İran ordusuna hücuma geçtiler. En ön safta harb eden Nu’man hazretleri yere düştü. Hemen askere işaret ederek;
-Kimse kimse ile oyalanmasın, ben bile olsam, dedi.
Düşman yenildi, ancak...
İslam askeri hiç oyalanmadan hücuma devam etti. Bu sırada İran kumandanı yaralanınca düşman bir anda durakladı. Bunu fırsat bilen Müslümanlar nihai hücumu yaparak, kendilerinden beş kat fazla olan düşmanı hezimete uğrattı. İslam kumandanlarından Ma’kıl bin Yesar, hemen Nu’man bin Mukarrin hazretlerinin yanına geldi. Son anlarını yaşıyordu. Onu görünce son bir gayretle;
-İslam askeri ne yaptı? diye sordu. Ma’kıl:
-Zafer kazandı, deyince;
-Elhamdülillah! Bunu Hz. Ömer’e hemen bildiriniz! buyurup bu fani âlemden göç etti...
.
FATİH SULTAN MEHMET VE HÜNER SAHİPLERİ
Fatih Sultan Mehmet Han hangi ülkede bir hüner sahibi, bir sanatçı olduğunu işitse, hemen davet ederdi. İstanbul'a gelen bu maharetli insanları en mükemmel şekilde ağırlar, kendilerine makam verip ihsanda bulunurdu.Bu yüzden Müslüman, Hıristiyan, dindar, dinsiz her taifeden insan İstanbul'a toplanmıştı. O furyada Acem diyarından Habilî, Kabilî ve Hamidî namında şairler gelmiş ve Fatih'ten büyük bağışlar almışlardı. Bunlarla birlikte, zamanın Sokrat'ı sayılan bir Yahudi doktor ve adı Dozri olan bir Frenk ressam da bulunuyordu.
Hasılı, bunların hepsi Padişah Hazretleri’nin yüce saltanatına yakın olup kabul görmüşler, iltifatlara mazhar olmuşlardı. Fatih'in bu iltifatlarına daha fazla dayanamayan nedimelerinden 'Çatladı' lakaplısı bir gün şikayet yollu şu beyiti yazıp padişaha arz eder:“Ger dilersen şah eşiğinde olasın muhteremYa yahudi gel bu mülke, ya firenk ol, ya acem Adını ko Habili ve Kabili ve HamidiDozrılıktan olma gafil, marifetten urma dem.”Bu mısraları bugünkü dile şöyle aktaralım: “Eğer şah eşiğinde hürmet görmek istiyorsan / Bu ülkeye ya yahudi olarak gel, ya batılı ol, ya da iranlı / Adını ya Habilî, ya Kabilî, ya da Hamidî koy / Dozri olmayı da unutma, ama sakın bilgiden bahsedeyim deme
Amr bin Âs (radıyallahü anh)
Amr bin Âs hazretleri, İslâmiyeti kabûl ettikten sonra, eski hatâlarına çok pişman oldu. İslâma hizmet etmeyi, müşriklere karşı savaşmayı şiddetle arzû etti. Böylece büyük bir mücâhid oldu. Birisi, Amr bin Âs’a sordu:
-Siz akıllı adamdınız. Niçin İslâma girmekte geciktiniz?
-Biz yaş ve bilgi bakımından, bizden üstün kabûl edilen insanlarla beraberdik. Onlar, Resûlullah efendimizi Peygamber olarak kabûl etmediler. Biz de onlara tâbi olduk. Onlar gidip, sıra bize gelince, düşündük, inceledik, hakkın çok açık olduğunu gördük. Böylece İslâmiyet kalbime yerleşti. Resûlullah efendimizin, iyilik yapana öldükten sonra iyilik, kötülük yapana kötülük yapılacağı, sözünü içimde doğru buldum...
Mürtedleri yola getirdi!
Amr bin Âs, Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti sırasında, önce Umman’daki mürtedleri, sonra Benî Kudaa mürtedlerini yola getirdi. Bundan sonra Hz. Ebû Bekir tarafından Şam’ın fethine gönderildi. Başkumandan Hâlid bin Velîd’in idâresinde cereyan eden Yermük Muharebesinde büyük kahramanlıklar gösterdi ve Şerahbil bin Hasene ile beraber ordunun sağ kanadını idâre etti.
Yermük Muharebesi, İslâm ordusunun zaferiyle bitti. Bu savaşta Müslümanlar 250 bin kişilik Rum ordusunu büyük bir hezîmete uğrattı.
Amr bin Âs, Ecnadin’de büyük bir Rum ordusunu bozguna uğrattı. Bütün Filistin ve Ürdün’ü elegeçirdi. Hz. Ömer’in halîfeliği sırasında Filistin Vâliliğine tayin edildi.
Hz. Ömer zamanında Mısır’ı fethetti ve oraya vali tayin edildi. Hz. Muaviye’nin hilafeti zamanında 664 senesinde Mısır Valisi iken vefat etti. Vefat edeceği zaman ağlamaya başladı. Yanıbaşında bulunan oğlu sordu:
-Niçin ağlıyorsun baba, yoksa ölümden korkuyor musun?
“Hayatımda üç devre var”
-Hayır, ölümden korkmam, lakin sonrasından korkarım. Zira hayatımda üç devre var; evvela imansız idim ve herkesten ziyade Resulullah’ın aleyhinde idim. O zaman ölseydim, yerim cehennemdi. Sonra Resulullah’tan hayâ eden ve imana gelen ben oldum. O vakit ölseydim, beni tebrik ederler ve İslam üzere, hayır üzere gitti derlerdi ve benim için cennet umulurdu. Sonra saltanat elbisesi giydim. Şimdi ne haldeyim bilemiyorum...
Amr bin Âs hazretlerinin, 664 senesinde, ölüm döşeğindeyken son sözleri şunlar oldu:
“Allahım! Sen emrettin, biz emrine isyân ettik. Sen nehyettin biz tersini yaptık. Affına sığınırız. Allahım! Sen bize yardım et. Suçluyum. Özrümü kabûl et. Senden af diliyorum. Senden başka ilâh yoktur.”
YAVUZ ve MUHYİDDİN ARABİ
Yavuz Sultan Selim, 24 Ağustos, 1516 tarihinde “Mercidâbık” savaşını kazandıktan sonra Haleb’e girmiş, iki hafta sonra da oradan ayrılıp Eylül ayı sonunda Şam’a ulaşmıştı. Buradan Mısır’a geçmeden önce de 15 Aralık’a kadar Şam’da kalmıştı. Yavuz Şam’da kaldığı sıralarda, Muhyiddin Arabî Hazretleri’nin (v.638/ 1240) bir kitabında geçen “Sin Şin’a girince Mim’in kabri ortaya çıkar” şeklindeki bir ifadeyi, büyük alim Kemal Paşazade ile birlikte incelemişlerdi. Burada “Sin”in Selim’e, “Şin”ın Şam’a, “Mim”in de Muhyiddin’e işaret olduğu kanatine varılmıştı.
Yavuz Selim, Şam ve civarında bazı İslâm büyüklerinin kabirlerini ziyaret ediyordu. Çok saygı duyduğu Muhyiddin Arabî Hazretleri’nin yeri ise hiç kimse tarafından bilinmiyordu. Çünkü asırlar önce, eserlerini yanlış anlayıp karşı çıkan bazı Suriye alimlerinin de etkisiyle kabri harabeye çevrilip kaybolmuştu. Yavuz Selim, bir gece rüyasında Muhyiddin Arabî Hazretleri’ni kendisine şöyle derken görür: “Ya Selim! Senin gelmeni beklerdim. Safa geldin, hoş geldin. Mısır gazanı sana müjdelerim. Sabahleyin bir siyah ata bin. O seni bana götürür. Beni hâk-i mezelleten (horluk topragından) kaldır. Bana bir türbe, bir cami ve imaret yapıver. Yürü işin rastgele, Mısır fethi müyesser ola!”Yavuz sabahleyin bir siyah ata biner. At gider, Salihiyye Mahallesi’nde bir çöplükte durup eşinmeye başlar. Orası açılınca büyükçe bir taş çıkar. Üzerinde Arapça olarak “bu Muhyiddin’in kabridir” yazısı görülür. Yavuz Selim orayı temizleterek kabri ortaya çıkarır. Yavuz, 22 Ocak 1517 tarihindeki Ridâniye Savaşı ve Mısır’ın fethinden dokuz ay kadar sonra, ekim ayında tekrar Şam’a gelir ve dört aydan fazla kalır. Bu süre içinde Şeyh’in kabrine türbe, yanına ise bir cami ve aşevi yaptırır. İlk cuma namazıyla da açılışını yapar. (5 Şubat 1518)
Sümeyye Hatun (radıyallahü anhâ)
Ebu Cehil bilhassa kölelerin Müslüman olmasına fena halde içerliyor, hiç hazmedemiyordu. Yaser hazretleri yabancı, Sümeyye Hatun ise köle idi. Kureyş zorbası Ebu Cehil, Hz. Yaser’in evini yaktırdı. Karısı ve oğlu ile beraber üçünü de zincire vurdurttu, sonra kırbaçlattırdı, daha sonra da hapsetti...
Dışarıda sıcak şiddetlenip, çölün kumları yanmaya başlayınca, zincirleri ile Yaser ailesini çöle çıkardılar. Bağladıkları zinciri çıkarmadan çölde sürüklemeye başladılar. Hz. Sümeyye’yi ateş gibi yanan kumlara gömüyorlar, Ammar’ı durmadan taşlıyorlardı... Bazan zavallıların önünde kuvvetli bir ateş yakılıyor, demir kıpkırmızı oluncaya kadar ateşte bırakıldıktan sonra, arka ve yanlarından geçiriliyordu... Yaserler her şeye rağmen dinilerine sımsıkı sarılmışlardı.
“Sizi Cennetle müjdelerim”
Bu arada Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bazı eshabı ile Mekke’nin dışına çıkmıştı. O, Ebu Cehil’in Yaser ailesine yaptığı işkenceyi gördü. Resûlullah efendimiz çok üzülmüştü. Onlara doğru dönerek;
-Yaserler sabredin, dayanın. Size vaad olunan yer şüphesiz Cennet’tir müjdelerim sizi, buyurdu.
Bu güzel cümle karşısında Yaser, Hz. Peygamber’e baktı ve;
-Bize ne yaparlarsa yapsınlar. Allah’ın dininde kalacağız. Senin Allah’ın Resulü olduğuna şahadet ederim. Şüphesiz senin vaadin haktır, dedi. İçi iman ile dolan Hz. Sümeyye, işkence yapan zalimlere dönerek bütün sesinin heyecanı ile;
-İşte bedenlerimiz elinizde ey Allah’ın düşmanları istediğinizi yapın. Vaad olunan yerimiz Cennet’tir, dedi.
Bu gürleyen ses Ebu Cehil’in öfkesini daha da artırdı. Sümeyye’ye yaklaşarak;
-Sen böyle kalmayacaksın, nihayet Muhammed’in dinini bırakıp bize döneceksin! dedi.
İlk kadın şehid
Bunun üzerine Sümeyye Hazretleri şöyle haykırdı:
-Sana ve inandığın putlara kötülükler olsun, ey Allah’ın düşmanı. Seni görmektense, bana ölmek daha iyidir. Bak duy! Allah Rabbimizdir, Muhammed Peygamberimizdir!
Hz. Sümeyye’nin bu ağır konuşması karşısında Ebu Cehil’in aklı başından gitti. Birden mızrağı ile vurdu ve bunun tesiri ile Sümeyye Hatun ruhunu teslim etti. Böylece Sümeyye Hazretleri İslam’da ilk kadın şehid oldu.
.
DARI EKMEK
Padişahlardan biri maiyetiyle birlikte bir gezintiye çıkmıştı. Yolu üzerindeki bir köyde çok yaşlı bir adamın tarlasına fidan dikmekle meşgul olduğunu gördü. İhtiyara uzaktan seslendi:- Baba, sen ne diye fidan dikmeye uğraşıyorsun? Maşallah yaşını yaşamışsın, bu diktiğin fidanların meyvesinden herhalde yiyemezsin. İhtiyar cevap verdi: - Bu diktiğim fidanların meyvesini bizim yememiz şart değil evlat. Biz nasıl bizden öncekilerin diktiği fidanların meyvesinden yedikse, bizim diktiğimiz fidanların meyvesini de bizden sonrakiler yer.
Bu cevap hükümdarın hoşuna gitti ve ihtiyara bir kese altın verilmesini emretti. İhtiyar bu ihsanı karşılıksız bırakmadı: - Gördün mü evlat, bizim diktiğimiz fidanlar şimdiden meyve verdi. Bu cevap da hükümdarın hoşuna gitti, bir kese daha altın verilmesini emretti. Yaşlı köylü sıradan biri değildi. Çarıklı erkânı harp diye nitelenen kişilerden biriydi: - Evlat herkesin diktiği fidan yılda bir defa meyve verir, bizim diktiğimiz fidan yılda iki defa meyva verdi. Bu diplomatça cevap da hükümdarın hoşuna gitti ve bir kese daha altın verilmesini emretti. Ama bu defa vezir araya girdi ve hükümdarı uyardı: -Aman sultanım bir an önce buradan uzaklaşalım. Bu ihtiyar bu gidişle tarlasına fidan dikmek yerine, devletin hazinesine darı ekecek.
.
Amr bin Cemuh (radıyallahü anh)
Medine cömertlerinden, karakter sahibi bir zat idi...
Mus’ab bin Umeyr’in (radıyallahü anh) Medine’ye davetçi olarak gelmesinden kısa bir zaman sonra insanların birçoğu iman ettiler. O sırada altmış yaşını geçmiş olan Amr bin Cemuh’un oğulları Muavvez, Muaz, Hallad ve eşi Hind de ondan gizli bir şekilde iman ettiler. Nihayet Amr bin Cemuh da yaşı altmışı geçtiği halde iman etti.
Bir ayağı felçli idi...
Uhud Savaşı için üç oğlu gibi Amr bin Cemuh da cihad için hazırlanmaya başladı. Halbuki Amr (radıyallahü anh) o anda çok yaşlı ve bir ayağı tamamen felç idi. Bu yüzden çocukları onun mazur olduğunu anlatıp cihada katılmamasını istediler. Bunun üzerine baba oğullarını şikayet için Resulullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) huzuruna çıktı ve:
-Ya Resulallah, oğullarım ayağımı bahane ederek beni bu hayırlı işten alıkoymak istiyorlar. Vallahi ben topallığımla cennete girmek istiyorum, dedi.
Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) oğullarına;
-Ona engel olmayın. Herhalde Allahü teâlâ ona şehidlik verecek, buyurdu.
“Ben cenneti istiyorum”
Ordunun hareket vakti gelince Amr (radıyallahü anh) hiç dönmeyecekmiş gibi hanımıyla helallaştı ve sonra kıbleye yönelip şöyle dua etti:
“Allah’ım! Bana şehidlik ver. Beni şehidliği kaybetmiş olarak aileme döndürme.”
Savaşın kızışıp müşriklerin Resulullah’ı (sallallahü aleyhi ve sellem) kuşattığı sırada o tek ayağı üzerinde sıçrayarak cihada devam ediyordu... Oğlu Hallad’la beraber Resulullah’ı (sallallahü aleyhi ve sellem) koruyan müminlerin ön safında çarpışırken bir taraftan da:
-Ben cenneti istiyorum, ben cenneti istiyorum, diyordu.
İkisi de şehid oldu...
Derken oğluyla birlikte şehid olup çok arzuladıkları cennet nimetlerine kavuştular...
Peygamber Efendimiz, Amr’ın cesedi yanından geçerken buyurdu ki:
“Ben onu Cennette sağlam ayaklarla yürürken görür gibiyim...”
Ve onu oğluyla birlikte aynı kabre defnettiler..
.
TERBİYE YARATILIŞA BAĞLIDIR
v Hükümdarlardan biri vezirine oğlunun hocasından yakınıyordu: - Ben istiyorum ki oğlum ilim öğrensin, benim yerime iyi bir hükümdar olsun, o ise devamlı müzikle, sesle, sazla meşgul Demek ki hocası buna iyi bir yön veremiyor. Vezir aynı görüşte değildi: - Hükümdarım hocanın elinde mucize yok. Çocuğun kabiliyeti neye ise hocası ancak onda ilerlemesine, olgunlaşmasına yardım edebilir İnsanın tabiatı değiştirilemez Terbiye yaratılışa tabidir.
Hükümdar aksi görüşteydi. Terbiye ile yaratılışa yön verebileceğini iddia ediyordu. Bunu isbat etmek için bir akşam sarayında bir eğlence düzenledi. Bu eğlence sırasında eğitilmiş kedilerin bir gösterisi de yer aldı. Bu kediler, sırtlarında, bir tabak içinde yanan mumları taşıyorlar ve onları düşünmüyorlardı. Hükümdar vezire bu kedileri göstererek: - Görüyorsunuz, terbiyenin nelere gücü yetiyor, dedi. Vezir karşılık vermedi. Olumlu, olumsuz bir şey söylemedi. Yeni bir eğlence gecesini bekledi. Bir başka gecede düzenlenen eğlenceye gelirken yanında gizlice bir kaç tane fare getirdi. Kediler gösteriye başladığı zaman bu fareleri kedilerin ortasına doğru salıverdi. Fareleri gören kediler sırtlarındaki tabağı, mumu unutup farelerin peşine takıldılar. Mumlar, tabaklar hepsi bir yana yuvarlandı. Yanan mumlardan yerdeki halılar tutuştu. Ortalık bir anda ana-baba gününe döndü. Tam bu esnada vezir padişaha yanaşıp iddiasını kanıtlamanın gururuyla şöyle dedi: - Gördünüz mü padişahım terbiye yaratılışa tabidir.
Toplam Görüntülenme: 5621
.
Dıhye-i Kelbî (radıyallahü anh)
Dıhye-i Kelbî hazretleri, Eshab-ı kiramın büyüklerindendir ve Bedir dışındaki bütün harplere katıldı. Geç îmâna geldi. Zengin tüccâr idi. Müslümân olmadan önce de Resûlullahı sever, uzaktan geldikçe hediyye getirirdi. Müslümân olunca, Resûlullah çok sevindi. İyi Rumca bilirdi. Rum devletine sefîr olarak gönderildi. Yermük ve Şâm savaşlarında bulundu. 50 [m. 670] senesinde vefât etti...
Kabilesinin reisi idi...
Dıhye-i Kelbî ticâretle meşgul olup, çok zengindi. Kabîlesinin reisiydi. Müslüman olmadan önce de Resûlullah efendimizi severdi. Ticaret için Medîne’den ayrılır, her dönüşünde Resûlullahı ziyâret eder ve hediyeler getirirdi. Fakat Peygamberimiz bunlara kıymet vermez ve;
“Yâ Dıhye, eğer beni memnun etmek istiyorsan îmân et! Cehennem ateşinden kurtul” buyurur, onun îmân etmesini isterdi. Dıhye ise, zamanı olduğunu söylerdi. Peygamber efendimiz onun hidâyet bulması için duâ ederdi.
Bedir Gazâsından sonra bir gün Cebrâil aleyhisselâm, Dıhye’nin îmân edeceğini Resûlullaha haber vermişti. ?mânla şereflenmek için huzuru saâdetlerine girince, Resûlullah efendimiz üzerindeki hırkasını Dıhye’nin oturması için yere serdi. Dıhye-i Kelbî, Resûlullah efendimize hürmeten Hırka-i saâdeti kaldırıp, yüzüne gözüne sürdükten sonra, başının üzerine koydu. Resûlullahın duâları bereketiyle kalbinde îmân nûru doğmuş ve öylece Resûlullaha gelmişti.
Cebrâil aleyhisselâm çok defa Resûlullahın huzuruna, onun sûretinde gelirdi. Resûlullah efendimiz, Ümeyyeoğullarından üç kimseyi üç kimseye benzetti ve buyurdu ki:
“Dıhye-i Kelbî Cebrâil’e, Urve bin Mes’ûd-es-Sekâfi ?sâ’ya, Abdülüzzi ise Deccâl’a benzer...”
“Güzeller güzeline kavuştur!”
Bedir Gazâsı dışındaki Resûlullahın bütün gazvelerine iştirak eden Hz. Dıhye, Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti zamanında Suriye seferine katıldı. Hz. Ömer zamanında Yermük Savaşında bulundu. Şam seferlerine katıldı. Şam’ın fethinden sonra oraya yerleşti ve Muzze’de oturdu. Hz. Muaviye zamanında, Şam’da 672’de vefât etti.
Vefat ederken buyurdu ki: “Yâ Resulallah! Zatınıza kavuşmak ne güzel! Ey can emanetini alan melek, gel de beni güzeller güzeline kavuştur!
.
DOĞRU YOLDAN AYRILMAMAK
Aylaklıktan, başıboşluktan usanan, bunun çıkar yol olmadığını anlayıp doğru yola gelmeye karar veren mirasyedi bir adam, padişaha çıkıp, doğruluktan ayrılmadan, dürüstçe yaşamak için kendisine bir yol göstermesini istedi. Padişah da adama ağzına kadar dolu bir fıçı zeytinyağı verdi. Bunu tek bir damla bile dökmeden şehrin bir ucundan öbür ucuna götürmesini, bir damla dahi döktüğü takdirde hemen orada boynunun vurulacağını söyledi. Yanına da kontrol için yalın kılıç iki gözcü verdi. Adam fıçıyı kralın buyruğuna uygun şekilde, bütün gücünü, dikkat ve zekasını kullanarak bir damla bile dökmeden şehrin bir başından öbürüne götürdü. Sonra geri dönüp kralın huzuruna yeniden çıktı. Verilen görevi eksiksiz yerine getirdiğini söyledi. Padişah, adama sordu:
- Şehirde ne gördün, neye şahit oldun? O gün şehirde pazar kurulduğu, her yanın iğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalık olduğu bir gündü. Buna rağmen adam şu cevabı verdi. -Efendimiz, ucunda can kaygısı da bulunduğundan fıçıdaki yağı dökmemek için öylesine bir dikkat içindeydim ki, bir an bile gözümü fıçıdan ayırıp çevreye bakamadım. Bu nedenle ne kimseyi gördüm, ne de bir olaya şahit oldum. Padişah, bu dersten sonra gönül rahatlığı ile tavsiyesini yaptı: -İşte, yaptığın her işte, sana verilen her vazifede böyle dikkatli olur, kendini işine verirsen, Allah'ın her an seni kontrol ettiğini de aklından çıkarmazsan, hiç bir zaman doğru yoldan ayrılmazsın.
.
Ebû Eyyûb el-Ensârî(radıyallahü anh)
Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerindendir. Peygamber efendimizin mihmândârı, yâni Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret ettiği zaman, Resûlullahı’ı evinde misâfir eden sahâbîdir. İsmi, Hâlid bin Zeyd olup, künyesi Ebû Eyyûb’dur. Türkiye’de “Eyyûb Sultân” olarak tanınır.
Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin, Peygamberimiz için, her gün bir sofra hazırlamak âdetiydi. Bu izzet ve ikrâmıyla derecesi çok yükseldi...
İstanbul’a gelen ordu...
Hicretten 52 yıl sonra, İstanbul üzerine sefer açıldı. Mısır’dan, Şam’dan, Arabistan’ın her yerinden ordular geldi. Çünkü, Resûl-i ekrem efendimiz buyurmuşlardı ki:
(İstanbul elbette fetholunacaktır! Onu fetheden emîr, ne güzel emîr; onun askeri, ne güzel askerdir.)
İşte bu methedilen, övülen askerler arasına katılmak arzûsuyla Müslümanlar, akın akın İstanbul’un fethine koştular...
O sırada, Hz. Ebû Eyyûb rahatsızdı. Fakat cihâd haberlerini duyduğunda, heyecanla doğruldu. Hele İstanbul gazâsını işitince, gözleri parladı. Hazırlıklara başladı. Yakınları dediler ki:
“Yâ Ebâ Eyyûb! 70 yaşını geçtin. Üstelik hastasın. Bu sefer ise, uzun ve tehlikelidir!”
Hz. Eyyûb’un cevabı tereddütsüz ve kesin oldu:
“Cihâd ve gazâyı terk etmek, daha tehlikelidir.”
Sevgili Peygamberimizin Medîne’ye gelişlerinden yarım asır sonra, sevgili arkadaşları da İstanbul önlerine geldiler. Kalın surlar dibinde Ebû Eyyûb hazretleri, vefât etmek üzeredir. Güçlükle konuşmaktadır:
“Mücâhidlere selâm söyleyiniz. Onlara Resûl-i Kibriya Efendimizden duyduğum şu mübârek sözleri bildiriniz: “Her kim, Allaha şerîk koşmadan, rûhunu teslim ederse; cenâbı Hak da onu, Cennetine koyar.”
“Racül-i sâlih...”
Etrafındaki gâzi ve askerler, gizli gizli ağlıyorlardı. Ak sakallı gâzi, son bir gayretle şunları fısıldadı:
“Sizlere vasiyetim olsun: Öldükten sonra cesedimi, burada bırakmayın! Gâzilerin girebildikleri, en uzak yere götürün! Bizans topraklarının, İstanbul’a en yakın noktasına defnedin. Zîrâ Peygamber efendimiz; ‘Kostantiniyye’de kalenin yanında bir racül-i sâlih defnolunacaktır’ buyurmuştu.”
Ertesi gün büyük Sahâbî, şehâdet kelimeleri arasında temiz rûhunu, yüce Allaha teslim etti. Sevgili Resûlullaha kavuştu.
Ne mutlu bizlere ki; Resûlullah efendimize ev sahipliği yapan Ebû Eyyûb hazretleri; şimdi de bizlere ev sahipliği yapmaktadır...
.
BU NE MÜFSİDANE TEKLİFDİR!
Devir, “Yavuzu kahhar” diye anılan öfkeli hünkar Yavuz Sultan Selim devri... Öfkeli, ancak keyfe keder hükmetmek yok, zulmetmek yok; her şey kitabına uymalı ki, Zembilli Ali Cemali Efendi’nin ya da İbni Kemal Hoca’nın ihtarına maruz kalmasın. Zira, özellikle Zembilli Hoca, “Hükümden ayrılırsan halline (padişahlıktan azledilmek) fetva veririm” diye gürleyen insandır. Hoca, dünyevi kudret ve kuvvetlerden değil, sadece Allah’tan korkan bir gönül ve hukuk adamıdır. Öyle olduğu için de Zembilli Hoca’nın karşısında tir tir titremektedir. Aslında korktuğu şey hukuktur, onun dışına çıkma endişesidir. Mercidabık Seferi pahalıya patladığın dan, hazinenin paraya ihtiyacı olur. Yavuz Defterdarından (Maliye Bakanı) para bulmasını iser. Defterdar bir formül teklif eder:
“Hünkarım! Hazinei Hümayündaki akçe darlığını izale itmek içün, bir fırsat zuhur itmişdur. Şam’ın en zengin adamı vefat itdi. Gerüye altı aylık bir oğlancuk ile külliyetli miktar akçe bıraktı. Çocuğun katlı, meblüğın müsadere (el koyma) ile hazineye kaydı hususunda, ferman Hünkarundur.” Yavuz Padişah bunu duyar duymaz yerinden fırlıyor, müthiş bir öfke bulutu halinde kükrüyor: “Bre! Bu ne müfsidane bir tekliftir? Bilmez misin ki, biz buralara ahaliye baskı ve zulüm yapmağa değil, ahaliyi baskı ve zulümden kurtarub rahat ittirmeğe geldük; ahalinin malını mülkünü müsadereye değil, daha fazla zengin itmeğe geldük; milletin huzurunu bozmağa değil, huzur kaynağı olmağa geldük!” Derin derin nefeslendikten sonra, ekliyor: “Müteveffaya rahmet, malına bereket, oğluna afiyet, gammaza lanet.”
.
BU DÜNYA ONA DA KALMAZ
Padişahlardan birine değerli bir gül fidanı hediye edilir. O da bunu bahçıvanına verip bahçeye dikmesini, gül açılınca da kendisine haber vermesini ister. Aylar sonra nihayet gül açılır. Fakat gayet iri ve son derece güzel bir gül. Bah çıvan onu hayranlıkla seyrederken, bir bülbül gelip gül fidanına konar ve başlar ötmeye. Bahçıvan önce onu kıvmak ister, fakat bülbülün yanık yanık ötüşü onu etkilemiştir. Sonunda bahçıvan, padişahı çağırmak için yerinden kalkınca, bülbül ürker ve gülü paramparça eder. Buna çok üzülen bahçıvan, korkarak padişaha durumu haber verir. Fakat padişah:-Üzülme, der, bu dünya etme bulma dünmyası, ona da kalmaz.Bahçıvan padişahın bu sözü ile rahatlamıştır. Bir zaman sonra bahçıvan, biryılanın o bülbülü yuttuğunu görür ve padişaha gelerek:-Keramet gösterdiin efendimiz, dünya o bülbüle de kalmadı.-Merak etme, o yılana da kalmaz.
Gerçekten, kısa bir zaman sonra bahçıvan, bahçede çalışırken, yanlışlıkla o yılana basar, yılan da ona saldıracakken kürekle vurarak yılanı öldürür. Bunu padişaha haber verince:-Merak etme, o yılanı öldürenin de yanına kalmaz, der.Bir zaman sonra, padişah, bir suçundan dolayı bahçıvanın idamını emreder. Tam idam edilecekken, bir isteği olup olmadığı sorulur. Bahçıvan:-Var ama padişaha! Der. Padişaha haber verirler, oraya gelir ve bahçıvan:-Padişahım, dünya gülü darmadağın eden bülbüle, bülbülü yutan yılana, yılanı öldüren bu fakire kalmadığı gibi. Aynı şekilde size de kalmayacak. Der. Bunun üzerine düşünen padişah:-Bu adamı idam ettirip te elime ne geçecek, der ve bahçıvanı affeder.
Toplam Görün
Âmir bin Füheyre (radıyallahü anh)
Âmir bin Füheyre hazretleri, Tufeyl bin Abdullah’ın çobanıydı. Nice yıllar her şeylerini kaybedip, insanlıklarını unutmuş kimselere hizmet etti. Nihayet İslam güneşi her tarafa yayılırken o da Müslüman olmakla şereflendi. Bu yüzden çeşitli işkencelere mâruz kaldı. Bilâl-i Habeşî ile birlikte ağır işkencelere uğratılmış, kızgın güneş altında saatlerce bekletilmişti. Bütün bu eza ve cefaya rağmen îmânından zerre kadar tavîz vermemiş, hak dînden geri dönmemişti... Günleri böyle işkence ile geçerken imdadına Hz. Ebû Bekir, yetişmiş ve onu satın alarak âzâd etmiştir.
“Hicret arkadaşı” oldu
O günlerde müşrikler iyice azıttılar. Müslümanlara her türlü işkenceyi, ezâ ve cefâyı yapmaktan geri durmadılar. Nihâyet ilâhî izin geldi... Resûlullah efendimiz, en yakını Hz. Ebû Bekir ile Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicret edeceklerdi. Bu emirle iki sâdık dost yola çıktılar. Sevr Mağarası önüne geldiklerinde Mekke çalkalanmakta, her taraf aranmaktaydı. Resûlullaha yardımcı olanın canı tehlikedeydi.
Bütün bunlara rağmen Âmir bin Füheyre hazretleri, Hz. Ebû Bekir’e âit sütlü davarları uygun vakitlerde mağaranın önüne getirdi. Peygamber efendimiz ve Hz. Ebû Bekir’in yiyecek ve içeceğini temin etti. Böylece onlarla beraber hicret etme şerefine de kavuştu.
Resûlullah efendimiz, Mekke’den Medîne’ye hicret eden Müslümanları birbirine kardeş yaptığında, Âmir bin Füheyre’yi de Ensâr’dan Hâris bin Evs ile kardeş yaptı.
“Vallahi kurtuldum!”
Hicretin 4’üncü senesinde Necd’liler, Sevgili Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek kendilerine din öğretecek muallimler istediler. Onlar da Eshab-ı Kiramdan 70 kişiyi oraya gönderdiler. Fakat bu bir tuzaktı! Eshab-ı Kiram, Bi’r-i Mâ’ûne’ye geldiğinde müşriklerin saldırısına uğradı ve Amr bin Ümeyye haricinde hepsi şehid oldu.
Onlardan biri olan Âmir bin Füheyre, Cebbar bin Selma tarafından şehid edilmişti. Cebbar, mızrağını her sapladığında Hz. Âmir; “Vallahi kazandım, kurtuldum!” diyordu. Ruhunu teslim ettiğinde de mübarek cesedinin göğe yükseldiğini gördü.
Bu hadise Cebbar üzerinde büyük bir tesir bıraktı ve daha sonra o da imanla şereflendi...
Cabir bin Abdullah (radıyallahü anh)
Cabir bin Abdullah hazretleri, Ensâr-ı kirâmın büyüklerindendir. İkinci Akabe anlaşmasında babası ile idi “radıyallahü teâlâ anhümâ”. Bedir ve Uhud’da küçük idi. Diğer onsekiz gazâda bulundu. Ömrü sonunda gözlerine perde geldi. Yezîd’in kumandasındaki ordu ile İstanbul muhâsarasında bulundu. 77 yılında 95 yaşında vefât etti. Medîne’de medfûn olduğu (Mevdu’âtül-ulûm) 648’inci sahîfede yazılıdır. (Koca Mustafâ Pâşa’nın yaptırdığı câmi ve türbe, başka Câbir için olsa gerektir.)
Medine’deki son sahabi!
Hz. Câbir Medine’de ölen son sahabidir. Hadis, tefsir ve fıkıhta önemli bir yeri vardır. Mütteki veya facir, herkesin Cehennem’den geçeceğini, fakat ateşin müttekileri yakmayacağını, Allah’ın onları ateşten kurtaracağını bildirerek, Meryem suresinin on yedinci ayetini tefsir etmiştir. Yine şu hadîs-i şerifleri de o bildirmiştir:
(İnsanlar Allah’ın dinine fevc fevc girdiler, ondan fevc fevc çıkacaklar.)
(Benden evvel hiçbir kimseye verilmedik beş şey bana verilmiştir: Bir aylık yola kadar (düşmanlarımın kalbine) korku salmak ile zafere erdim. Yeryüzü bana mescid kılındı. Onun için ümmetimden namaz vakti gelip çatmış her kim olursa olsun namazını kılıversin. Ganimet bana helâl edildi. Halbuki benden evvel kimseye helâl edilmemiştir. Bana şefaat verildi. Bir de her peygamber özellikle kendi kavmine gönderilirken ben bütün insanlara gönderildim.)
Vefatı yaklaştığında...
Cabir bin Abdullah’ın cenaze namazını, Medine Valisi olan Eban bin Osman kıldırdı. Vefatından önce şu hadis-i şerifi nakletti:
(Allahü teâlâ benim ümmetime ramazân-ı şerifte beş şey ihsan eyledi ki, bunları hiçbir peygambere vermemiştir. Bunlar:
1. Ramazanın ilk gecesi Allahü teâlâ müminlere rahmet eder. Rahmetle baktığı kuluna hiç azab etmez.
2. İftar zamanında oruçlunun ağız kokusu, Allahü teâlâya her kokudan daha güzel gelir.
3. Melekler ramazanın her gece ve gündüzünde, oruç tutanların af olması için dua ederler.
4. Ramazan-ı şerifte Allahü teâlâ oruç tutanlara, ahirette vermek için cennette yer tayin eder.
5. Ramazan-ı şerifin son günü, oruç tutan müminlerin hepsini affeder.)
Daha sonra Kelime-i şehadeti söyleyerek ruhunu teslim etti...
HZ PEYGAMBER'IN SELÂMI
Sultan III. Osman'ın sadrazamlarından Hekimoğlu Ali Paşa başarılı ve yetenekli bir devlet adamı, oldukça dindar bir kimse idi. Bu Ali Paşa zamanında bir tüccar iflas etmiş, bütün mal ve servetini kaybetmiş, üstelik bir de borca girmişti. Bu sıkıntılı durumda iken müracaat ettiği bütün eş-dost kapıları, bu durumdaki herkese yapıldığı gibi yüzüne kapanmıştı Adamcağız bu çaresiz haldeyken bir gece rüyasında Peygamberimizi gördü ve O'ndan yardım ve destek istedi Peygamberimiz ona "Git Allah'ın makbul kulu Ali Paşa'ya benden selam söyle sana 100 altın versin" dedi. Adam, "Ya Rasûlallah ben Ali Paşa'ya selamınızı iletir, bana 100 altın vermesini emrettiğinizi söylerim ama bana inanmaz" dedi
Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sana inanması için ben sana belge vereceğim Ali Paşa bana her akşam yüz salavatı şerife okurdu, ama geçen perşembe akşamı okumadı Bunu ona söylersen sana inanır" Sabah olunca adam hemen Ali Paşa'ya koştu Rüyasını anlattı' Ali Paşa "Peygamberimiz bana niye söylemiyor da sana söylüyor?" diye inanmak istemedi Adam Hz Peygamberin verdiği belgeyi öne sürdü: "Efendim ben bana inanmayacağınızı Hz Peygamber'e söyledim O da bana bir belge verdi Siz her gece Efendimize yüz salavatı şerife okuyormuş sunuz, ama geçtiğimiz perşembe akşamı okumamışsınız" Ali Paşa düşünmüş o gece hakikaten okumadığını farketmiş Bunun üzerine adama şöyle der: "Peki Hz Peygamber sana ne söyledi ise aynen tekrarla" Adam tekrarladı: "Ali Paşa'ya benim selamımı söyle sana 100 altın versin" Ali Paşa "Bir daha söyle" diye tam yedi defa tekrarlattı Adam, Ali Paşa'yı kendisiyle alay ediyor sandı ve paradan da ümidini kesmişti ki, Ali Paşa "Sana Peygamberin her selamı için 100 altın vereceğim Yedi defa tekrarlattım 700 altın eder" der ve gerçekten 700 altını verir
DEĞİŞEN SİZİN KALBİNİZ
Bir padişah, bir iki vezirini ve diğer erkandan birkaçını yanına alarak payitahta (başkente) yakın yerleşim merkezlerinde bir gezintiye çıkmıştı. Payitahttan ayrılıp bir kaç saatlik bir yol katettikten sonra yolları üzerindeki bir nar bahçesinin kıyısında dinlenme molası verdiler Olgunlaşmış, tam kıvamını bulmuş olan narlar insanın iştahını kabartıyordu Padişah bahçe içinde çalışmakta olan yaşlı bir adamı yanına çağırdı sordu: - Bu güzel nar bahçesi kimin? - Bu nar bahçesi benimdir efendim, babamdan miras kaldı - Oğlun, uşağın var mı? - Allah bize oğul uşak vermedi efendim, bir karı kocadan ibaret iki kişilik bir aileyiz - Peki ben de bu ülkenin hükümdarıyım, şuradan bir nar şerbeti sıksan da içsek
İhtiyar "başüstüne" dedi ve hemen gidip bah çe içindeki kulübeden kalaylı, tertemiz bir tas getirdi En yakındaki ağaçtan iki nar kopardı ve sıktı İki nar tam bir tası doldurdu Padişah içti ve çok beğendi Bütün vücuduna bir zindelik ve ferahlık yayılmıştı İhtiyar çif çi padişahın beraberindeki herkese sırayla nar şerbeti ikram etti Padişah ve adamları bedenlerinin kazandığı bu zindelikle biraz yol almak için ihtiyara veda edip yola koyuldular Yolda şeytan padişahın kafasını karıştırmaya başladı "Madem birer ayakları çukurda olan bu yaşlı karı-kocanın mirasçıları yok, ne yapacaklar böyle güzel nar bahçesini, karşılığında bir kaç kuruş verip de bu bahçeyi ellerinden alayım" diye düşündü Padişah ve adamları akşama doğru geri dönerlerken aynı bahçenin yanında yine konakladılar Padişah ihtiyardan bir tas daha nar şerbeti yapmasını istedi İhtiyar sabahki kadar candan ve gönülden olmasa da bir tas nar şerbeti yapıp sundu Fakat padişah bu defa nar şerbetinin tadını pek beğenmedi Sabahkine hiç benzemiyordu Sordu: - Baba ne oldu böyle, bu nar şerbeti sabahki ile aynı nardan değil mi? Bunun tadı hiç de hoş değil - Aynı nardan evlat, aslında tadında da bir değişiklik yok, asıl değişen sizin kalbiniz Tebaanızın malına göz koydunuz, bunun için de narların tadı değişti.
.
Abdullah bin Ömer (radıyallahü anh)
Abdullah bin Ömer hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden olup, dört büyük halîfeden Hz. Ömer’in oğludur. İlk îmâna gelenlerdendir. Babası îmân ile şereflenince, o da küçük yaşta Müslüman oldu...
Küçük yaştan itibaren Peygamber efendimizle beraber bulunan Hz. Abdullah, Eshâb-ı kirâm içinde en çok hadîs-i şerîf nakledenlerden oldu. Ayrıca, yaratılış olarak üstün hâllere sahip olduğundan ve Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) hizmeti ile şereflenip, uzun zaman sohbetlerinde bulunduğundan, bütün ilimlerde mâhir oldu...
Baba sözü tuttu...
Yaşı küçük olduğu için Bedir ve Uhud Gazalarına Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından katılmasına müsaade edilmeyen Hz. Abdullah, onsekiz yaşlarında iken Hendek Gazvesine ve daha sonra Hz. Peygamber zamanında meydana gelen bütün savaşlara katıldı. Mekke’nin Fethinde, Mûte Savaşında, Tebük Seferinde ve Vedâ Haccında bulundu.
Abdullah bin Ömer, İslâm devleti bünyesinde meydana gelen anlaşmazlıklarla ortaya çıkan ve birbirleriyle mücadele eden gruplara karışmadı, tarafsız kaldı ve devlet kadrolarında vazife almadı. Zira oğlunu hilâfete aday göstermesini tavsiye eden sahâbelere Hz. Ömer: “Bir evden bir kurban yeter” demişti. Babasından sonra başa geçecek halifeyi seçmeye görevli olan şûrâya sadece müşâvir olarak katıldı. Hz. Ömer oğluna şûrâya katılmasını ancak aday olmamasını tavsiye etmişti...
Harâm ve şüphelilerden sakınmakta, dünyaya düşkün olmamakta örnek durumda olan bu mübarek zat, her işte çok araştırıcı, inceleyici ve dikkatliydi. Çok cömert olup, ikrâm etmeyi çok severdi. Akşam yemeklerini, yalnız yediği hiç vâki değildi. Mutlaka misâfir arar bulurdu...
“Üç şeye hayıflanıyorum”
Hac mevsiminde adamın biri ucu zehirli bir mızrak ile Abdullah bin Ömer’i ayağından yaraladı. Vücûdu zehirlendi. Bu zehirlenme vefatına sebep oldu. Bir rivâyete göre yukarıda söylediğimiz gibi bu yaralama Haccac bin Yusuf’un bir tertibi idi.
Said bin Cübeyr hazretleri anlatır:
“İbn-i Ömer’in vefat anı geldiğinde dedi ki:
-Dünyada yalnız şu üç şeye hayıflanıyorum. Sıcak ve uzun günlerin susuzluğu (oruç), gecelerin zorluklarına katlanmamak ve başımıza inen şu bagi (asi) Haccac ordusu belasına karşı savaşmamak!.
Ebû Saîd el-Hudrî (radıyallahü anh)
Ebû Saîd el-Hudrî hazretleri, Eshâb-ı kirâmın fakihlerindendir. Babası, Medine’de İslâm’ın tebliği başladığında Müslüman olmuş, bu vesileyle Ebû Said de Müslüman bir aileden dünyaya gelmiştir...
Ebû Saîd el-Hudrî bin yüz yetmiş hadis rivâyet etmiştir. Bunlardan kırk üç tanesi Buhâri ve Müslim’de yirmi altısı yalnız Buhâri’de, elli ikisi yalnız Müslim’de, diğerleri öteki hadis kitaplarında bulunmaktadır...
Babası ile Uhud’da...
Ebû Saîd, Medine’de Mescid’i Nebevî’nin inşasına katılmış, Bedir Gazasında küçük olduğundan bulunamamış, onüç yaşında Uhud Gazasına babası ile katılmış ve bu savaşta babası Mâlik şehid olmuştur. Babasının ölümünden sonra ailesinin geçimi ona kalmış ve önceleri açlık çekmiş, karnına taş bağlamıştır. Ailenin kadınları, “Kalk da Resûlullâh’a git, ondan bir şey iste, herkes istiyor” dediklerinde önce gitmemiş, sonra Resûlullah’ın huzuruna gittiğinde onun şu hutbeyi irâd buyurduğunu görmüştür:
“İstiğna gösteren ve iffeti muhâfaza eden insanları Cenâb-ı Hak âlemden müstağni kılar.” Bu sözü duyduktan sonra bir şey istemeye cesaret edemeden dönmüştür. Bunun sonrasını kendisi şöyle anlatır:
“Resûl-i ekremden bir şey dilemeyerek döndüğüm halde Cenâb-ı Hak bize rızkımızı gönderdi. İşimiz o kadar yoluna girdi ki, ensar içinde bizden daha zengin bir kimse yoktu...”
Ebû Said, Benî Mustalık ve Hendek Gazâlarına da katılmış, seferlere çıkmıştır. Hudeybiye, Hayber, Mekke’nin Fethi, Huneyn, Tebük Gazalarında bulunmuştur. Resûlullah’ın on iki gazasında yer almıştır. Hz. Ömer ve Osman devirlerinde Medine’de fetvâ vermiş, Hz. Ali devrinde Nehrevan Savaşında bulunmuştur. Ebû Said hazretleri, seksenbir yaşında vefât etmiştir.
“Gösterişli mezar istemiyorum!”
Hicri yetmiş dört yılında Medine’de vefatına yakın günlerde oğlu Abdurrahman’ın elinden tutup Mescid-i Nebevi’nin yakınındaki Cennetü’l-Baki Mezarlığı’na giden büyük sahabi, oğluna kenardaki tenha bir köşeyi işaret ederek şöyle buyurur:
“Beni işte şu köşedeki boşluğa gömün. Üzerime de gösterişli bir şey sakın yapmayın. Ayrıca arkamdan da sesli şekilde ağlamayın. Bana iyilik yapmak istiyorsanız bu vasiyetimi aynen yerine getirin. Ben gösterişli mezar ve sesli ağlama istemiyorum!..”
.
OSMANLI’DA PEYGAMBER SEVGİSİ
Osmanlı'nın, temellerindeki en sağlam harçların başında, "Peygamber Sevgisi" gelmiştir. Osmanlı, Peygamber Efendimiz'e (sallallahü aleyhi ve sellem) ve O'nun kutsal beldesine karşı, derin muhabbet, hürmet ve sadâkâtini büyük bir hassasiyetle muhafaza etmiş ve devletinin en muhkem kâidelerinden biri hâline getirmiştir. Bu ruh, yedi iklim üç kıta demeden, asırlar boyunca Osmanlı'yı arkasından sürüklemiştir. İlâ-yı Kelimetullâh dâvâsı uğrunda fütuhatta bulunurken; Osmanlı'nın baş hedefleri arasında hiç kuşkusuz rızâyı bâriyi kazanmak kadar Peygamberimizin hoşnutluğuna mazhar olmak da vardı. Osmanlı Sultanları, hayatları boyunca gazâ meydanlarında hep bu ulvî gâyeyi gözetmiş ve bunun efsunuyla hârikalar sergilemişler dir. Hâl böyleyken, Peygamberimize hürmet ve muhabbet, soylu ceddimizin en mümeyyiz vasfı ve şiârı olma husûsiyetini kazanmıştır. Söz konusu asil duygularını her zaman ve mekân da açığa vurmayı; hattâ devlet çapında bir ciddiyet ve duyarlılığa bürümeyi meziyet bilmişler dir. Tarih, bunu îzah eden birbirinden muhteşem misâllerle doludur.
Evvelâ, Osmanlı, devlet hâline geldikten hemen sonra kurduğu askerî birliği, O'nun dâvâsını güttüğünden ötürü "Peygamber Ocağı" pâyesiyle onurlandırmış; neferini de "Mehmetçik" adıyla taltif etmiştir. Ordusuna verdiği isimlerden biri de, "Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye"dir. Devletinin başka bir adını ise, Sultan Vahdeddin'in ifadesiyle, "Devlet-i Âliye-i Muhammediye" koymuştur.Fâtih'in Methedilen Büyük AşkıPeygamberimizin aşkıyla yanıp tutuşan Osmanlı Hünkârlarının başında, belki de Fâtih Sultan Mehmed yer alır. Öyle olmasaydı, herhâlde asırlar öncesinden Peygamberimizin övgü ve müjdesine nâil olamazdı. O'na karşı târifsiz muhabbetini, en güzel biçimde İstanbul'un Fethi'nde ortaya koymuştur. Rumeli Hisarı'nı, O'nun güzel ismi "Muhammed"in Arapça yazılışına göre inşâ ettirmiştir. Fâtih'in, Peygamberimizin senâsına namzed olduğunu, fethin gerçekleşmesi için dile getirdiği, şu sözler ispatlamaya kâfidir: "Avn-ı ilâhî ve imdâd-ı peygamberi ile beldeyi düşman elinden alacağız!" Fâtih şu dörtlükte, aynı hissiyâtını daha bediî ifadelerle teşhir etmektedir: İmtisâl-i câhid u fillah olubdur niyyetim Din-i İslâm'ın mücerred gayretidür gayretim Ey Muhammed mu'cizât-ı Ahmed'i muhtar ileUmarım gâlib ola a'dâ-yı dine devletim.Yavuz'un Muhabbeti ve Mukaddes Emânetler:Peygamberimize sonsuz hürmet ve muhabbetiyle kendini en çok belli edip, velâyet mertebesine yükselerek bunu âşikâr kılan pâdişahlardan biri de, Yavuz Sultan Selim'dir. Yavuz Sultan; "Allah rızâsı için tüm dünyayı fethetmek istiyorum!" idealiyle, askerlerini gazâ meydan larında âdetâ bir "Peygamber Ordusu" gibi sevk ve idâre etmiştir. Fütuhatlarda, Peygamberin rızâsını aramasaydı; herhalde O'nun Halîfesi olma lütfuna erişemezdi. Bunu, çarpıcı ve anlamlı bir biçimde gösteren şey, Yavuz'un şu manzum sözü olsa gerek: "Ey keremkân-ı Rasul-i Kibriya Kemterindir bu Selim-i pürhatâ Dergâhından ilticâ eyler atâ el meded ey mâden-i nur-i Hudâ." Resûlullah'a beslediği eşsiz ve sınırsız sevginin; O'na ve O'nun beldesine târifsiz bir hürmete dönüştüğünü ise, Yavuz'un şu tarihî hitâbı âdetâ şâhikalaştırmıştır: "Biz, mukaddes yerlerin hâkimi değil; hâdimiyiz!" Gerçekten de, Yavuz'un sözlerinde mânâsını bulan bu hakîkati, Osmanlı; kutsal topraklara sancak asmaktan ve vâli adı altında idâreci göndermekten hayâ edip, atadığı kişilere "Medine Muhafızı" ünvanını vererek, kuru bir söz olmaktan kurtarıp fiiliyâta dökmüştür. Diğer taraftan Yavuz, O'ndan ümmetine yâdigâr kalan; hiçbir kıymetle ölçülemeyecek kadar paha biçilmez olan "Mukaddes Emânetleri", Topkapı Sarayı'na getirip, Hırka-i Saâdet Dairesi'ne koymakla, bizi şereflerin en yücesiyle müftehir yapmıştır. Yavuz'un şahsında ecdâdımız, Mukaddes Emânetlere verdiği emsâlsiz değeri; onları dünyadaki hiçbir eşyaya nasip olmayacak ölçüde, tonlarca ağırlıktaki birbirinden kıymetli mücevheratla süsleyip mahfaza altına almakla ve önünde, kırk hâfıza durmaksızın, asırlardır nöbetleşe Kur'ân tilâvet ettirmekle, mutlak sûrette göstermiştir. Kanuni'ye Resûlullah'ın Emri: Cihan hükümdarı Kanuni'nin, Efendimize muhabbet ve bağlılığı da, ceddininkilerden aşağı kalır değildi. Kanuni, bunu şu altın sözlerle billurlaştırmıştır:Allah Allah diyelim sancağ-ı şâhı çekelimYürüyüp her yandan şarka sipâhi çekelim.Umarım rehber ola bize Ebu Bekr u ÖmerEy muhibbî yürüyüp şarka sipâhi çekelim.Öyle ki, Osmanlı klasik eserlerinde, Kanuni'nin rüyâsında Hazreti Peygamberi gördüğü ve kendisine şöyle emrettiği nakledilmektedir: "Belgrad, Rodos ve Bağdat kalelerini fethedesin; sonra da benim şehrimi îmâr edesin!"I. Ahmed'in Başındaki Sorguç:Sultan I. Ahmed'in, dillere destan fiîli sevgisi ve muhabbet yüklü ifadeleri ise, asırlardır baş tâcı edilmeye; sitâyişle yâd edilmeye değer ölçüdedir. Sultan Ahmed, akıllara durgunluk ve hayret verecek bir güzel davranışta bulunmuştur: Sarığına taktırdığı sorgucun içine, Peygamberimizin ayak izinin resmini koydurmuş ve üzerine de şu muhteşem dörtlüğü yazdırmıştır:N'ola tâcım gibi başımda götürsem dâim Kadem-i resmini ol Hazret-i Şâh-ı Rasul'ün. Gül-i gülizâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün."I.Ahmed, başka bir dörtlüğünde, kalbindeki muâllâ sevgiyi, Gönüller Sultanı'na, şu derunî mânâlarla arz etmişti: Zât'ı pâk-i Mustafa'ya âşıkımCan ile fahrü'l verâya âşıkım.Muksim-i feyz-i nevâdır ol şerifMenbâ-i cud ü atâye âşıkım.II. Abdülhamid'in Hassasiyeti:Hazreti Peygambere ve O'nun dâvâsına, ceddi Yavuz gibi, en fazla gönül verip, kendini adayan ulu hakanlardan biri de cennet mekân Sultan II. Abdülhamid'dir. Abdülhamid Han, Peygamberimize olan ta'zim ve muhabbetini, O'nun kutsal beldesine hizmetler götürmekle ve İslâm Birliği gâyesini gerçekleştirmeye çabalamakla, arz-ı endam ettirmeye çalışmıştır. Hicaz bölgesiyle münasebetleri kuvvetlendirmek ve mukaddes topraklarla aradaki mesâfeyi kaldırmak niyetiyle yaptırdığı Hicaz ve Bağdat Demiryolu, bunun en güzel ifadesi olmuştur. Demiryolu yapımının Medine'ye ulaştığı esnâda, Sultan'ın verdiği şu çok özel tâlimat; onun, Ehl-i Beyt'in şahsında Hazreti Peygamber'e olan sevgi, saygı ve bağlılıktaki hassasiyetini göstermesi açısından, eşine az rastlanır müthiş bir misâldir: "Mümkün olan âletlerin üzerine keçeler sarınız ki, fazla gürültü olmasın ve Ehli Beyt'in ve burada yatanların ruhları rahatsız olmasın!."Hürmetin Sembolü: Nâkibü'l Eşraflık: Devlet-i Âli, Fahri Kâinat Efendimiz ve O'nun kutlu soyu Ehl-i Beyt'e, hürmet ve hizmetini, mües-seseler kurarak da fiîlen gösterme yoluna gitmiştir. Sınırları dâhilindeki, Peygamber nesebine mensup Seyyid (Hz. Hüseyin) ve Şerifleri (Hz. Hasan) tek tek kaydederek; her türlü ihtiyaç ve hizmetlerini görmek ve şecerelerini soy kütüklerine işleyip muhafaza etmek için, özel olarak "Nâkibü'l Eşraflık" müessesesi ihdâs etmiş ve başına da Âl-i Beyt'e mensup "Nâkibü'l Eşraf" isimli bir memur atamıştır. Peygamber nesline bağlı olduğunu belgeleyenlere, birer berat verip kendilerini her çeşit vergiden muaf tutmuştur. Bütün bu hürmet ve imtiyaz larla, topraklarımızda dağınık hâlde bulunan Seyyid ve Şeriflerin, huzur ve sükun içerisinde hayat sürmelerini amaçlamıştır. Osmanlı, Nâkibü'l Eşraflara hürmet ve ihtiramda o kadar ileri girmiştir ki, bâzı pâdişahların Eyüp Sultan Türbesinde tertiplenen cülus merâsimlerinde onlara, kılıç dâhi kuşattırmıştır. Meselâ, III. Ahmed, I. Mahmud ve III. Mustafa'ya, Şeyhülislâm ile beraber Nâkibü'l Eşraf kılıç kuşandırmıştır. Cüluslarda, Osmanlı Sultanına ilk önce, yine Nâkibü'l Eşraf bağlılığını arzedip duâ etmiştir. Savaşlarda ise, pâdişahla beraber Nâkibü'l Eşraf da sefere katılıyor ve Hazreti Peygamber'in sancağı dibinde yürüyordu. Sancak-ı Şerif'in İstanbul'dan sefere çıkışından tekrar dönüşüne değin, Nâkibü'l Eşraf ile mâiyetindeki bütün Seyyid ve Şerifler, tekbir ve salavat getiriyorlardı.
.
Muaz bin Cebel (radıyallahü anh)
Muaz bin Cebel hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden, helâl ve harâm ilmini en iyi bilenlerdendir. Milâdî 605 senesinde Medine’de doğdu. Hicretin 18. (m. 640) yılında Kudüs ile Remle arasındaki Amvas köyünde vefât etti...
“İkinci Akabe Bîatı”nda, kendi canlarını ve mallarını korudukları gibi Peygamber efendimize yardım ederek İslâmiyete hizmet edeceklerine söz verip, Müslüman olan yetmiş Medineliden birisi de Muaz bin Cebel’dir (radıyallahü anh). Onsekiz yaşında iken Müslüman oldu.
Hadîs-i şerîfle övüldü
Mu’âz bin Cebel, Yemen’de vâlilik yapmak, halka İslâmiyeti anlatmak, Kur’ân-ı kerîmi öğretmek ve o ülkede toplanan zekât mallarını vazîfelilerden teslim almak ve onların arasındaki ihtilafları çözüp hükme bağlamak üzere Yemen’e gitti. Peygamberimizin vefâtını da orada iken haber aldı. Daha sonra Yemen’deki hizmetini tamamlayıp, Medîne’ye döndü. Hz. Ebû Bekir’in halîfeliği sırasında Medîne’de Hz. Ebû Bekir’in seçtiği danışma hey’etinde yer aldı. Suriye taraflarına da giderek hem oralarda yapılan savaşlara katıldı, hem de insanlara din bilgilerini ve Kur’ân-ı kerîmi öğretti.
Mu’âz bin Cebel’in fazîleti, üstünlüğü çoktur. Resûlullah efendimiz birçok hadîs-i şerîflerinde onu methetmiş, övmüştür. Hz. Ömer’in halîfeliği sırasında Kilâboğulları beldesine zekât memuru olarak, sonra da Suriye taraflarında din bilgilerini ve Kur’ân-ı kerîmi öğretmekle vazifelendirildi. Filistin bölgesinde bu vazifesinde iken burada çıkan tâûn (vebâ) hastalığı salgınına yakalanarak otuzsekiz yaşında iken vefât etti.
Buyurdu ki: “Size benim vasiyetim olsun! İlmi, ancak Allah rızası için öğrenin! Zira Allah rızası için öğrenilen ilim, takvâyı (Allahtan korkmayı) hâsıl eder. Bu niyetle ilim aramak ibâdettir. Bu ilmi müzakere etmek tesbihtir, ilimden konuşmak, Allah yolunda cihaddır.”
“Kalbim sana bağlıdır”
Mu’âz bin Cebel vefâtı esnasında şöyle dua ediyordu: “Allahım! Şimdiye kadar senden korkuyordum. Fakat şimdi sana ümit besliyorum...”
Ölüm sancıları şiddetlenip baygınlıklar geçirip, ayılıyordu. Nihayet;
“Allahım! Ne kadar zor durumda kalsam da bilirsin ki, kalbim sana bağlıdır, seni sever” diyerek son nefesini verdi...
.
AMİN ALAYI
Osmanlı Devletinde 4-7 yaş arasındaki çocuklara “elif-ba” ve ahlak bilgilerinin öğretildiği ilk mektebe başlatılırken yapılan merasim. Bu merasimin bir kandil günü olmasına bilhassa dikkat edilirdi. Bu mümkün olmazsa, pazartesi veya perşembe günleri yapılırdı.Merasime bir gün önceden evin temizliğiyle başlanırdı. Ayrıca ailenin mensupları Kapalıçarşı’ya giderek, okula başlayacak çocuğa ve mahalledeki fakirlerin çocuklarına gerekli eşyaları alırlardı. Bundan başka aile yadigarı rahle de cilaya verilirdi.Amin alayı yapılacağı gün, sabah namazından sonra çocuğa yeni elbiseleri giydirilir, hazırlık tamamlanınca ailece Eyüb Sultan’a gidilir ve burada dua edilirdi. Eve dönüldükten kısa bir süre sonra, okul çocukları ile ilahiciler gelirdi. Her okulun ayrı bir ilahicisi vardı. Semtte, amin alayı bir seyir vesilesiydi. O gün sokaklarda bir bayram havası ve görülmedik bir kalabalık olurdu.
Mektebe gidecek çocuk, evinin kapısında göründüğü anda ilahiciler ilahi okumaya başlarlar ve ilahilerin uygun yerlerinde alayda hazır bulunan Aminciler de “amin! amin!” diye nakarat yaparlardı. İlahi sona erince mahallenin hocası duaya başlar, çevrede bulunanlar büyük bir huşu içinde, çömelerek duayı sessizce dinlerdi. Hocanın duası sona erince, ilahiler okunmaya başlanır, amin nidaları göğe yükselirdi. Bu sırada mahallenin bekçisi, çocuğu hazırlanmış olan midilliye bindirir, yedeğine geçer, okulun kalfası ve müzakerecisi de atın iki tarafına geçerek alay hareket ederdi.Amin alayı belirli teşrifat kaidelerine bağlıydı. En önde giden, atlas yastık üzerindeki sırmalı kesesiyle elif-bayı taşırdı. Onun arkasından, başının üzerinde rahle ve çocuğun okulda oturacağı minderi götüren uzun boylu birisi giderdi. Bunu okula gidecek çocuk takib ederdi. Çocuğun arkasında okulun hocasıyla ilahiciler, aminciler bulunurdu. Amincilerin arkasında da ikişer ikişer el ele tutuşan mekteb talebeleri gelirdi. Alayı çocuğun babası, davetliler, akrabalar ve yakın dostlar tamamlardı.Yolda ilahiciler okumaya devam eder, aminciler de münasip yerlerde “amin” derlerdi. Bu topluluk sonunda okul kapısına varır; çocuk hemen içeri girmez burada zamanın padişahına dua edilir ve gülbank okunurdu. Gülbank’ı müteakip hoca tekrar dua eder, nihayet çocuğun bir elinden okul kalfası, diğer elinden de kapıcı tutar ve doğruca hocanın yanına çıkarlardı.Çocuk hocanın önüne geldiğinde elini öper, karşısında diz çökerdi. Bu arada, kalfa da elif-ba cüzünü rahleye açardı. Daha sonra hoca Besmele-i şerif’i takiben Elif harfini gösterir ve ilk dersini verirdi.Amin alayları eski devirlerde kısaca böyle olur ve çocuk ilk dersi bu şekilde alırdı.
Ebû Musa el-Eş'ari (radıyallahü anh)
Ebû Musa el-Eş’ari hazretleri, Resûlullah efendimizin vâlilerindendir. Resûlullah zamanında Zebid, Aden ve Yemen valiliklerinde bulundu. Peygamber efendimiz onu, Muaz bin Cebel ile birlikte Yemen’e vali gönderirken ikisine hitaben şöyle buyurdu;
“Yemen’e vardığınızda halka kolaylık gösteriniz ve güçlük göstermeyiniz! Sevindirin de nefret ettirmeyiniz. Muhabbet ediniz de ayrılmayınız.”
Resulullah ile Zâtü’r-Rika Gazâsında, Mekke’nin Fethinde, Huneyn Gazâsında bulundu. Hz. Ömer’in hilâfetinde Kûfe, Basra valiliklerine tâyin olundu. Burada vâli iken Ehvaz, İsfehan ve Nusaybin fethedildi.
Hz. Ali’nin vekili...
Hz. Osman’ın halifeliği esnasında önce Basra daha sonra da Kûfe vâliliğine tayin edildi. Hz. Ali zamanında da Kûfe valiliğine devam etti. Cemel Vakası’na katılmadı. Sıffîn Muharebesi’nden sonra, sulh için Hz. Ali’nin vekili oldu...
Ebû Musa el-Eş’arî, Kur’ân-ı kerîm’in bütün sürelerini ezbere bilirdi. Hz. Ebû Bekir’in hilafetinde Kur’ân-ı kerîm’i toplayan heyetteydi.
Safvân bin Süleyman diyor ki: “Resûl-i ekrem efendimiz zamanında Hz. Ömer ile Hz. Ali’den ve Muâz ile Ebû Mûsel-Eş’arî’den başkaları fetvâ vermezdi.”
İslâm takvimini yazılarında ilk defa O mübarek kullandı. Hayâ sahibi olup çok edebliydi. O hep; Kur’ân-ı kerîm’in Meryem sûresi seksendördüncü âyetindeki “Biz onların ecel günlerini sayıyoruz” (Bu muayyen bir müddettir) meâlindeki hâl üzerinde bulunurdu. Her an son nefesini düşünürdü.
Dünyaya hiç değer vermezdi. Her halinde ve davranışında Allahü teâlâdan çok korktuğunu ifade eder, son nefesi îmânla vermekten başka bir şey düşünmezdi. Bu haline akrabaları “Kendine biraz acısan” diye tavsiyede bulunduklarında son sözü; “Atlar koştuğu vakit, son noktaya yaklaşınca nasıl bütün imkânlarını kullanırsa, ben de o noktaya geldiğimde bütün imkânlarımı kullanmak mecburiyetindeyim” buyurdu.
“Azığını hazırla hanım!”
Böyle yaşayıp bu hâl üzerine vefat etti. Hanımına “Azığını hazırla, Cehennemin üzerinden geçilecek bir vasıta yoktur” buyururdu...
Hastalığı sırasında feryad eden zevcesine Rasûlullah’ın bağırıp çağırarak ağlamayı yasakladığını hatırlatmış ve şöyle vasiyet etmiştir: “Cenazemi süratle götürünüz. Peşimden kimse gelmesin, mezarımda vücudumla toprak arasına bir şey konmasın. Kabrimin üstüne bir türbe yapmayınız. Kadınlar içinde saçını-başını yolarak ağlayanları uzaklaştırınız. Bunları kendimden söylemiyorum; Resûli ekremden naklediyorum...”
.
Muaviye (radıyallahü anh)
Muaviye (radıyallahü anh) Peygamberimizin (sallallahü aleyhi ve selem) kayınbiraderi olup, Mekke’nin fethi günü babası ile beraber Müslüman oldu. Sonra Medine’ye yerleşerek Peygamberimizin “Yâ Rabbi, onu doğru yolda bulundur ve başkalarını da doğru yola götürücü kıl!” ve “Yâ Rabbi! Muâviye’ye yazı ve kitab öğret, onu azabından koru!” “Yâ Rabbi! Onu memleketlere hakim kıl!” duâlarıyla şereflendi. Onun “Vahiy Kâtibliği”ne alınması, Cebrâil aleyhisselâmın bildirmesi ile olmuştur. Cebrâil aleyhisselamın getirdiği Kur’ân-ı kerîmi ve Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) mektublarını yazardı...
“Hüseyin mübârek bir zattır”
Hz. Ömer, onu Şam Valisi yaptı. Hz. Osman, halifeliği sırasında, bütün Suriye’yi onun emrine verdi.
Hz. Muâviye Hicrî 41 yılında Kûfe’de halife seçildi. Hz. Hasan hilâfeti bıraktıktan sonra bütün İslâm memleketlerinde meşru halife oldu. Ondokuz buçuk sene hilafette kaldı...
Vefatına yakın oğlunu çağırıp şu vasiyeti yaptı:
“Oğlum, Hicaz halkını gözet, onlar senin aslındır. Sana geleceklerin en kıymetlisi onlardır. Irak’takileri de gözet! Memurların azlini isterlerse azlet. Şamlıları da gözet ki onlar senin yardımcılarındır. Hüseyin bin Ali mübârek bir zattır. Kûfeliler onu senin karşına çıkarabilirler. Onu, iyi karşıla. Onun bize yakınlığı ve büyük hakkı vardır. Resûlullahın torunudur...”
Hz. Muâviye ömrünün son günlerinde okuduğu bir hutbede şunları söyledi:
“Ey insanlar! Başınızda çok kaldım. Sizi usandırdım. Fakat size benden daha iyisi gelmez. Nitekim benden evvel gelenler, benden daha iyi idiler. Kim Allahü teâlâya kavuşmak isterse, Allahü teâlâ da ona kavuşmak ister. Yâ Rab! Sana kavuşmak istiyorum, sana kavuşmamı nasib eyle! Beni mübârek ve mes’ud eyle!”
“Keşke emir olmasaydım!”
Hastalığı arttığında “Resûlullah bana bir gömlek giydirmişti. O mübârek gömleği bugüne kadar sakladım. Bir gün kestiği tırnakları da bu şişe içine koyup saklamıştım. Vefat ettiğim zaman o gömleği bana giydiriniz. O tırnakları da kabrime koyunuz. Belki onların hürmetine cenâb-ı Hak beni affeder” dedi. Sonra da “Ben öldükten sonra cömertlik ve ihsanda kalmaz, çok kimselerin gelirleri kesilir. İsteyenler eli boş döner. Keşke Zî Tûva denilen köyde bir Kureyşli olsaydım da emirlik, hâkimlik ile uğraşmasyadım” diyerek 680 senesinin Receb ayında Şam’da hayata gözleni yumdu...
.
BU DEVLETİN DEDİĞİ YAPILIR
Osmanlı Hükümdarı II. Bayezid Han haber alır ki, Venedik Doçu Gugliemo Monteferlo, sarayının tören salonunun azametli duvarına boydan boya, Müslümanlara ve Osmanlılara hakaret eden bir resim yaptırmış. Üstelik o cüce, haddini bilmeden bir de yazılar ilave etmiş. Misafirlerini bu salonda ağırlarken, Osmanlı’ya karşı küstaça sözler sarfedermiş.Hünkar, Veziriazam Hersekzade Ahmed Paşa’yı çağırtır ve bir name-i hümayun yazdırır. Bir gök gürültüsünden farksız olan bu mektupta şöyle emreder:“Mâlûmum oldu ki, sarayının duvarına, hakkımızda bazı herzeler yazdırmışsın. Aramızda ki anlaşmaya riayet bir tarafa, hükümdarların en kuvvetlisi olan bana nezaketi de ihmal etmiş sin. Ol sebepten, bu namemi getiren Çavuşum, emanet sana verdikten gerû, heman o an ve kendisinin gözü önünde bu duvarı yıktıracaksın! Şayet ola ki ihmalin görüle, bilesin ki bizden sana acı bir azap dokuna!”
Çavuş hemen yola çıkar ve Venedik sarayına vasıl olur. Sonrasını, o esnada orada bulunan Venedikli Papaz Giovanni Sereno’nun hatıralarından dinleyelim:Venedik Doçu bu mektubu okuyunca korkudan titremeye başlar ve hemen duvarcıları çağı rıp, resimler ve yazılar kazındıktan sonra, o ihtişamlı salonun yüksek duvarı yerle bir edilir. Bunları takip eden Osmanlı Çavuşuna, “Ne olur Padişahımızdan benim için özür dile de bize bir zararı dokunmasın” der. Çavuş ona:“Oldu İnşaallahü Teâlâ. Bundan sonra benzer bir densizlik yapmayacağına söz verdiğini Padişahımıza anlatacağım.” Sonra da, ne Doçu, ne de orada bu hadiseyi seyreden Venedikli asilzadeleri selamlamaya hacet görmeden arkasını dönüp gitti.
.
Meymune binti Hâris (radıyallahü anha)
Meymune binti Hâris, Hz. Abbas’ın hanımı Ümm-i Fadl’ın kız kardeşi idi. İlk önce cahiliyye devrinde Mesud bin Amr ile evlenmişti. Ondan ayrılınca, Ebû Rühüm bin Abdiluzza ile nikâhlandı. Bu da vefat edince dul kaldı...
Resulullah efendimiz, Hicretin yedinci senesi Hayber’in fethinden sonra, Zilkade ayında, umre niyeti ile yola çıktı. Cuhfe’de bulunduğu sırada Hz. Abbas ile buluşunca, Hz. Abbas, “Ya Resulallah! Meymune binti Hâris dul kaldı. Onu kendine hanımlığa alsan olmaz mı” diye teklifte bulundu. Bunun üzerine Peygamber efendimiz Ebu Rafi ile ensardan bir zatı Mekke’ye dünürlüğe gönderdi.
Resulullahın son hanımı
Hz. Meymune, Resulullahın kendisine dünür olduğu haberini deve üzerinde iken alınca, dedi ki:
-Deve de, üzerindeki de Resulullahındır.
Peygamber efendimizin teklifini severek kabul etti. Bu işin gereğinin yapılmasını da ablası Ümm-i Fadl’a, o da kocası Hz. Abbas’a bıraktı.
Böylece Hz. Abbas, Hz. Meymune’nin nikâhlanmasında vekil oldu. Resulullah efendimiz Mekke’de umreyi tamamladıktan sonra, Medine’ye dönerlerken Şerif mevkiine gelince, Hz. Abbas, dörtyüz dirhem mehir ile Hz. Meymune’yi Resulullaha nikâhladı. Burada düğün merasimi de yapıldı.
Hz. Meymune, Resulullahın nikâhı ile şereflenen, son hanımı oldu. Peygamberimiz bundan sonra bir daha evlenmedi.
Hz. Meymune çok hayır yapar, ibadette bulunurdu. Dinî emir ve yasaklara da son derece dikkat ederdi. Hz. Âişe onun hakkında buyurmuştur ki:
- Meymune bizim hepimizden fazla Allahü teâlâdan korkan ve sıla-i rahmi, yani yakın akrabaları gözeten bir hanım idi.
Hz. Meymune bazan borç alır ve hayır işlerine harcardı. Bir ara çok borçlanmıştı. Bunu nasıl ödeyeceğini sordukları zaman dedi ki:
- Resulullah efendimizden işittim. Buyurdu ki: Herkes iyi niyetle borçlanırsa, Allahü teâlâ onun borcunu öder...
“Beni Mekke’den çıkarınız!”
Hz. Meymune 671 senesinde Mekke’de hastalandığında dedi ki:
-Beni Mekke’den çıkarınız! Çünkü Resulullah efendimiz, benim Mekke’nin dışında vefat edeceğimi haber verdi.
Kendisini çıkardıkları zaman, Resulullaha nikâhı yapılmış olduğu yerde vefat etti. Cenaze namazını yeğeni Hz. Abdullah bin Abbas kıldırdı. Cenazesi kaldırılacağı zaman Hz. Abdullah şöyle dedi:
-Bu Resulullahın hanımıdır. Cenazeyi fazla sallamayın ve edeple yola devam edin...
.
Sa'd bin Rebî (radıyallahü anh)
Sa’d bin Rebî hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerindendir. Resûl aleyhisselâmın bi’setinin (peygamberliğinin) onbirinci senesinde, Akabe mevkiînde Medîneli on iki kişi ile buluştu. Bunlardan birisi de Sa’d bin Rebî idi... Burada Peygamber efendimize, “Allahü teâlâya hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocuklarını öldürmemek, kimseye iftira etmemek, hiçbir hayırlı işe karşı çıkmamak” hususunda söz verdiler...
Hz. Sa’d, Bedir ve Uhud gazâlarında bulunmuş bir bahadırdır. Uhud’da büyük kahramanlıklar gösterdi. Vücûdu delik deşik oldu...
“Bana kim haber getirir?”
Uhud Muharebesinde, bir ara, Müslümanlar arasında karışıklık başladı. Hz. Sa’d o zaman hiçbir gevşeklik göstermedi. Eshâb-ı kirâma Akabe biatında, canlarını fedâ edeceklerine dâir verdikleri sözü ve yemîni hatırlattı.
Muharebe sona erip, Kureyş müşrikleri çekilip gitmişlerdi. Resûl aleyhisselâm sordu:
-Sa’d bin Rebî’nin ne durumda olduğunu, canlılar arasında mı, yoksa şehitler içerisinde mi olduğunu, tesbit edip, bana kim haber getirir? Bir ara onu şu tarafta görmüştüm, diyerek eliyle bir tarafı işaret buyurdular.
Ensârdan bir zât dedi ki:
-Bu işi ben yaparım, yâ Resûlallah.
Haber getirmeye giden Muhammed bin Mesleme veya Ubeyy bin Ka’b’dan birisi idi. Resûlullah efendimizin işâret buyurduğu tarafa gitti. Vâdide yatan şehîdler arasında, seslenerek dolaştı. Fakat cevap alamadı. Bu defa şöyle seslendi:
-Ey Sa’d, beni sana Resûlullah gönderdi! Ne taraftasın?
O zaman Sa’d hazretleri bulunduğu yerden kımıldandı. Haber için gelen zât da dedi ki:
-Resûlullah, senin sağlar mı, yoksa ölüler arasında mı olduğunu, araştırıp, kendisine haber vermemi emretti.
Bunun üzerini Hz. Sa’d şu cevâbı verdi:
“Ben ölüler arasındayım!”
-Ben artık ölüler arasındayım! Resûlullaha selâmımı arz et ve “Sa’d bin Rebî ümmetine doğru yolu göstermek için rehberlik yapan Peygambere verilecek mükâfatların en üstünü ile, Allahü teâlâ seni mükâfatlandırsın diyor” de! Kavmin Ensâr’a da selâm söyle! Onlara da;
“Sa’d bin Rebî size, Akâbe gecesinde, Resûl aleyhisselâmı korumaya dâir söz verip, yemîn etmediniz mi? Vallahi hayatta bulunduğunuz müddetçe, Peygamber efendimizi iyi korumayıp, ona bir zarar gelirse, sizin için, Allahü teâlânın yanında gösterebileceğiniz hiçbir mazeret yoktur, diyor” de!
Bunları söyledikten bir müddet sonra da vefât etti...
.
Talha bin Ubeydullah (Radıyallahü anh)
Talha bin Ubeydullah hazretleri, İlk îmâna gelenlerden ve aşere-i mübeşşeredendir. “Talha, ile Zübeyr, Cennette komşularımdır” hadîs-i şerîfi ile medhedildi...
Bu mübarek sahabî, son derece sevimli idi. Orta boylu, geniş göğüslü, yakışıklı bir zattı. İsraf ve aşırılığa kaçmadan iyi giyinirdi. Onun ahlâkının güzelliğine bir misâl olarak şu hadise anlatılır:
Ümmi Ebân’la evlendi
Eshâb-ı kirâmdan birçok zât güzelliği dillere destan olan Ümmi Ebân hatunla evlenmek için teklifte bulunmuşlardı. Fakat O hiçbirisini kabul etmedi. Talha bin Ubeydullah teklifte bulununca kabul etti. Sebebi sorulduğu zaman:
-Onun ahlâkını bilirim. Evine girerken güler yüzle girer, evinden çıkarken mütebessim olarak çıkar. Kendisinden istenildiğinde verir, kendisine bir iyilik yapıldığı zaman teşekkür eder. Bir kusur görünce affeder, diye cevap vermiş ve Hz. Talha ile evlenmişti.
Hz. Talha çok büyük bir zenginliğin içinde bulunmasına rağmen gayet az yer, son derece sade giyinirdi. İsraf etmez ve israf edenleri sevmezdi. Bazen de çok güzel elbiseler giyerdi.
Hz. Talha, ahlâk, edep ve fazilet bakımından çok yüksek idi. Kalbi Allahü teâlânın korkusuyla ve Resûlünün muhabbetiyle doluydu. Bu muhabbeti aşk derecesinden de çok ötelerde idi. O bu aşkının en güzel isbâtını Uhud ve diğer gazâlarda göstermiştir.
Hz. Talha bin Ubeydullah, Uhud Savaşında üstün gayretler, kahmanlıklar göstermişti. Savaş anını kendisi şöyle anlatır:
“Gördüm ki, Eshâb-ı kirâm dağıldı. Müşrikler hücûm ettiler ve Resûlullahı her taraftan kuşattılar. Resûlullahın önünden mi, arkasından mı, sağından mı, yoksa solundan mı gelen taarruzlara karşı duracağımı bilemiyordum. Bir önden gelenlere bir arkadan gelenlere koştum onları uzaklaştırdım. Nihayet dağıldılar...”
“Beni kalbimden vurdun!”
Uhud Savaşında aldığı ağır yaralar sebebiyle komaya girdi, Resulullahın duasıyla iyileşip, birlikte Medine’ye döndü. Resulullahın vefatından sonra da çok üzülüp tenha bir köşeye çekildi. Yıllar sonra “Cemel Vakası”nda şehid oldu. Hz. Ali harp meydanını gezerken Hz. Talha’yı ölenler arasında görünce çok üzüldü, pek çok ağladı. Kucağına aldı. Yüzündeki toprakları sildi ve “Ey Talha semânın yıldızları altında seni toprağın üzerinde serilmiş olarak görmek bana pek ağır geldi, beni kalbimden vurdu. Keşke yirmi yıl önce ölseydim” buyurdu. Hz. Ali, bizzat namazını kendi kıldırdı...
Ebû Ubeyde bin Cerrâh (radıyallahü anh)
Araplar arasındaki nâdir okuma-yazma bilenlerden olan Ebû Ubeyde bin Cerrâh ve arkadaşları; Osman bin Maz’ûn, Ubeyde bin Hâris, Abdurrahman bin Avf, Ebû Seleme, Hz. Ebû Bekir’in vâsıtasıyla, Resûlullahın huzûrunda Müslüman oldular...
Hz. Ebû Ubeyde, Hz. Ebû Bekir’in vâsıtasıyla îmâna gelenlerin onuncusudur. İmân ettiğinde 31 yaşındaydı. O günden, vefâtına kadar malıyla, mevkisiyle ve canıyla İslâmiyeti yaymak için çalıştı...
Şam’da vebaya yakalandı
Hayatta iken, Cennet ile müjdelenen on sahabîden biri olan Ebû Ubeyde bin Cerrâh “Ümmetin Emîni” lakabıyla övüldü. Bütün gazalarda bulundu. Çok kahraman idi. Bedir Gazasında, müşrikler tarafında bulunan pederini öldürdü. Uhud’da Resûlullah’ın mübârek yanağına batan iki demir halkayı dişleri ile çekip çıkardı. Rumlar ile olan muharebelerde, senelerce nefer olarak savaşırken, halife Hz. Ömer tarafından Şam ordularına “Başkumandan” yapıldı. Adaleti ile Rum halkını hayrette bıraktı. Şamlıların seve seve îmân etmelerine sebep oldu.
Hicrî 18 (m. 639) senesinde Şam’da veba hastalığı salgın halde olup, çok Müslümanın ölümüne sebep olmuştu. Hz. Ebû Ubeyde de bu salgında vebaya yakalandı, öleceğini anlayınca orada hazır bulunanlara bir vasiyetinin olduğunu bildirdi. Vasiyetinde şöyle buyurdu:
“Namazınızı kılınız. Orucunuzu tutunuz. Zekatınızı veriniz. Haccınızı yapınız. Birbirinize iyilik yapınız. Âlimlere ve büyüklerinize itaat ediniz. Dünyaya aldanmayınız. İnsanların en akıllısı Allahü teâlânın emirlerini yerine getirenlerdir. Hepinize Allahü teâlânın selâmı ve rahmetini, lütuf ve bereketini niyaz ederim. Haydi, yâ Muaz, cemaate namazı kıldır!”
“Hakkınızı helâl edin!”
Vasiyetini yapar yapmaz gözlerini yummuş, yerine Muaz bin Cebel’i (radıyallahü anh) vekil etmişti. 58 yaşında vefât etti...
Muaz bin Cebel hazretleri cemaate bir hutbe okudu. Burada “Yemin ederim ki, bugün siz öyle bir kimseyi kaybettiniz ki, Ondan daha dinine bağlı, daha temiz ve merhametli bir kimse görmedim. Dünyaya hiç meyletmeyen, tebaasına hep iyiliği ve birbirlerini sevmeyi emreden bu mübârek Ebû Ubeyde hazretlerine hakkınızı helâl edin ve duâ ediniz” buyurdu...
.
Hazreti Hasan (radıyallahü anh)
Hazreti Hasan, Resûlullahın kızı hazret-i Fâtıma’nın oğludur. Peygamber efendimizin, “Cennet gençlerinin seyyidi, efendisidir” buyurduğu, torunu Hz. Hasan, 625 senesinin ramazan ayının ortasında doğdu. Beyaz ve güzel yüzlü olup, yüzü Resûlullahın yüzüne çok benzeyen yedi kişiden biri bu idi. Resûlullaha bundan dahâ çok benzeyen kimse yoktu. “Oniki İmâm”ın ikincisi, İslâm halîfelerinin beşincisidir...
Altı ay halifelik yaptı
Onbeş erkek ve sekiz kız evladı olan Hz. Hasan’ın soyundan gelenlere “Şerif” denir. Resulullah efendimizin soyu, Hz. Hasan ve kardeşi Hz. Hüseyin’in çocukları ile devam etmiştir.
Hz. Hasan henüz akıl ve baliğ olmadan Resulullaha biat eden çocuklardandı. Sekiz yaşına geldiği zaman, 632’de, önce dedesi, sonra da annesi Fatıma-tüz-Zehra vefat edince, yetim kaldı. Bundan sonra da babası Hz. Ali’nin terbiyesinde büyüdü...
Abdullah bin Sebe taraftarları fitne çıkarıp, Hz. Osman’ın evini sardıkları zaman, onun imdadına gitti. Babasının şehit olmasından sonra, altı ay halifelik yaptı.
Hanımı tarafından zehirlendi!
Hz. Hasan daha küçük yaştayken, Resulullah efendimizin; “Bu oğlum seyyiddir. Ümit ederim ki, Allahü teâlâ onun vasıtasıyla iki tarafın arasını bulur” hadis-i şerifine mazhar oldu.
Hz. Hasan, hanımı Cade binti Eşas tarafından, 669 senesinde, içeceği suya öğütülmüş elmas parçaları konmak suretiyle zehirlenerek şehit edildi. Cenaze namazını Said bin As kıldırdı. Kardeşi Hz. Hüseyin tarafından Medine-i münevveredeki Bakî Kabristanına defnedildi.
“Beni avluya çıkarın!”
Rakabe bin Meskale, Hasan bin Ali (radıyallahü anh)’ın vefat anı geldiğinde şöyle dediğini anlatır:
-Beni avluya çıkarın belki semavatta melekut âleminin acaibatını seyrederim.
Devamla dedi ki:
-Ya Rabbi canımın sabır ve sebatla elde edeceği ecri senden umuyorum. Zira bu can benim için aziz ve kıymetlidir...
.
Hazreti Fâtıma (radıyallahü anha)
Hazreti Fâtıma, Resûlullah efendimizin mübarek kızı, Hazret-i Ali’nin ise zevcesidir. Hz. Meryem’den sonra, bütün kadınların en üstünüdür. Aklı, zekâsı, hüsnü cemâli (güzelliği) zühdü (dünyaya düşkün olmaması) takvası ve güzel ahlâkı ile bütün insanlara çok güzel bir örnektir...
Hz. Fâtıma, babasının biricik nur tanesiydi. Peygamberimiz kırk yaşında iken doğdu.
Yüzü pek beyaz ve nurlu olduğundan “Zehrâ” denildi. Zühd ve dünyadan kesilmekte en ileri olduğu için de, “Betül” çok temiz denilmiştir. Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile medhedilmiştir.
Evlenme çağı gelmişti...
Evlenme çağına gelince Resulullah (Sallallahü aleyhi ve selem) efendimiz onu amcasının oğlu Hazret-i Ali (radıyallahü anh) ile nikah ettiler. Hz. Fâtıma’nın bu evlilikten Hasan, Hüseyin ve Ümmü Gülsüm isimlerinde üç evlâdı olmuştur. Peygamber efendimizin soyu, Hasan ve Hüseyin’den (radıyallahü anhüma) devam etmiştir. Hz. Hasan’ın soyundan gelenlere “Şerif”, Hz. Hüseyin’in soyundan gelenlere de “Seyyid” denir...
Hz. Fâtıma’nın, Resûlullah efendimizin vefâtından sonra güldüğü hiç görülmedi. Ayrılık ateşi ile daima yanmış ve Resûlullah efendimizin verdiği müjde zamanını bekler olmuştur. Bu, Resûlullahın, vefatları esnasında kızları Hazret-i Fatıma’ya: “Ehl-i beytimden en önce bana sen kavuşursun” müjdesiydi. Gerçekten Resûlullah efendimizden altı ay sonra Hazret-i Fatıma da vefat etti.
“Ölünce beni sen yıka!”
Ömrünü, gündüzleri oruç tutarak geceleri diğer ibâdetlerle geçirmiştir. Vefât edeceğine yakın: “Ölünce beni erkekler arasına perdesiz çıkaracaklarını düşünerek çok utanıyorum” buyurmuştu. Esma binti Ümeyr şöyle anlatır:
-Habeşistan’da iken hurma dallarını çadır gibi ördüklerini görmüştüm, bu üzüntüsünü görünce, Hz. Fâtıma’ya bunu anlattım. “Bunu yanımda yap da göreyim” dedi. Hemen yanında hurma dallarından ördüm ve gösterdim, çok hoşuna gitti ve duâ etti. “Öldükten sonra beni sen yıka, Ali de bulunsun. Başka kimse içeri girmesin!” diye vasiyet etti. İşte bunun için de Hz. Ali cenazesine kimseyi çağırmadı. Ehl-i beytten birkaç kişi ile cenaze namazını kılıp, gece defnettiler...
.
Hazreti Âmine (radıyallahü anha)
Resulullah efendimiz altı yaşına geldiğinde, mübarek annesi Hz. Âmine, yanına Ümm-i Eymen’i de alarak Medine’ye gitti. Niyeti hem oradaki akrabalarını, hem de kocası Abdullah’ın kabrini ziyaret etmekti. Bir ay Medine’de kaldılar.
Ümm-i Eymen Medine’deki bir hatırasını şöyle anlatır:
“Bir gün Yahudî âlimlerinden ikisi yanıma gelerek dediler ki:
-Bize Ahmed’i göster!
“Bu çocuk peygamber olacak”
Ben de Resulullah efendimizi dışarı çıkardım. İyice incelediler ve dediler ki:
-Bu çocuk, ahir zaman peygamberi olacaktır. Burası da onun hicret edeceği yerdir. Bu memlekette büyük savaşlar olacaktır.”
Ümm-i Eymen onların bu konuşmalarından sonra çok korkmuştu. Sevgili Peygamberimize bir zarar vermelerinden endişe duyuyordu.
Herhangi bir tehlikeye karşı onu korumak için, Peygamberimizin yanından ayrılmamaya gayret gösteriyordu.
Nihayet Mekke’ye hareket günü gelmişti. Ümm-i Eymen buna çok sevindi. Artık Yahudîlerin Resulullaha bir zarar veremeyeceklerini düşünüp rahatladı.
Bu üç kişilik kafile Medine’den ayrıldılar. Mekke’ye doğru yola koyuldular. Neşeli bir şekilde yollarına devam ediyorlardı ki, beklemedikleri bir şey oldu. Ebva denilen yerde, Hz. Âmine birdenbire rahatsızlandı. Mübarek kadın bu hastalıktan kurtulamayıp vefat edeceğini anlamıştı.
Baş ucunda duran Peygamberimizin yüzüne baktı. Bir rüyasını hatırlayarak şöyle dedi:
-Şayet rüyada gördüklerim doğruysa, sen celal ve bol ikram sahibi olan Allah tarafından, Âdemoğullarına helal ve haramı bildirmek üzere, Peygamberliğin bildirilecektir. Sen, teslimiyeti, ceddin İbrahim’in dinini yerleştireceksin. Cenab-ı Hak seni devam edegelen putlardan, putperestlikten koruyacaktır.
Bundan sonra şu şiiri söyledi:
Ne büyük nimet...
Her yaşayan ölür, eskir her yeni,
Her yaşlanan elbet, oluyor fani.
Ben de öleceğim, bir gün elbette,
Lâkin kalacaktır, adım dillerde.
Çünkü senin gibi, hayırlı evlat,
Bıraktım geriye, ne büyük nimet...
Hz. Âmine, Ebva denilen yerde hastalığının artması üzerine, ciğerparesini Ümm-i Eymen’e emanet etti. Ona iyi bakması ricasında bulundu. Çok geçmeden de ruhunu teslim etti. O sırada otuz yaşında bulunuyordu. Hazreti Fâtıma (radıyallahü anha)
10 Aralık 2005 CumartesiHazreti Fâtıma, Resûlullah efendimizin mübarek kızı, Hazret-i Ali’nin ise zevcesidir. Hz. Meryem’den sonra, bütün kadınların en üstünüdür. Aklı, zekâsı, hüsnü cemâli (güzelliği) zühdü (dünyaya düşkün olmaması) takvası ve güzel ahlâkı ile bütün insanlara çok güzel bir örnektir...
Hz. Fâtıma, babasının biricik nur tanesiydi. Peygamberimiz kırk yaşında iken doğdu.
Yüzü pek beyaz ve nurlu olduğundan “Zehrâ” denildi. Zühd ve dünyadan kesilmekte en ileri olduğu için de, “Betül” çok temiz denilmiştir. Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile medhedilmiştir.
Evlenme çağı gelmişti...
Evlenme çağına gelince Resulullah (Sallallahü aleyhi ve selem) efendimiz onu amcasının oğlu Hazret-i Ali (radıyallahü anh) ile nikah ettiler. Hz. Fâtıma’nın bu evlilikten Hasan, Hüseyin ve Ümmü Gülsüm isimlerinde üç evlâdı olmuştur. Peygamber efendimizin soyu, Hasan ve Hüseyin’den (radıyallahü anhüma) devam etmiştir. Hz. Hasan’ın soyundan gelenlere “Şerif”, Hz. Hüseyin’in soyundan gelenlere de “Seyyid” denir...
Hz. Fâtıma’nın, Resûlullah efendimizin vefâtından sonra güldüğü hiç görülmedi. Ayrılık ateşi ile daima yanmış ve Resûlullah efendimizin verdiği müjde zamanını bekler olmuştur. Bu, Resûlullahın, vefatları esnasında kızları Hazret-i Fatıma’ya: “Ehl-i beytimden en önce bana sen kavuşursun” müjdesiydi. Gerçekten Resûlullah efendimizden altı ay sonra Hazret-i Fatıma da vefat etti.
“Ölünce beni sen yıka!”
Ömrünü, gündüzleri oruç tutarak geceleri diğer ibâdetlerle geçirmiştir. Vefât edeceğine yakın: “Ölünce beni erkekler arasına perdesiz çıkaracaklarını düşünerek çok utanıyorum” buyurmuştu. Esma binti Ümeyr şöyle anlatır:
-Habeşistan’da iken hurma dallarını çadır gibi ördüklerini görmüştüm, bu üzüntüsünü görünce, Hz. Fâtıma’ya bunu anlattım. “Bunu yanımda yap da göreyim” dedi. Hemen yanında hurma dallarından ördüm ve gösterdim, çok hoşuna gitti ve duâ etti. “Öldükten sonra beni sen yıka, Ali de bulunsun. Başka kimse içeri girmesin!” diye vasiyet etti. İşte bunun için de Hz. Ali cenazesine kimseyi çağırmadı. Ehl-i beytten birkaç kişi ile cenaze namazını kılıp, gece defnettiler...
.
AZİZ MAHMUD HÜDAYİ HAZRETLERİ VE KAYSERİLİ HALİL PAŞA
1600 senelerinde Osmanlı tahtında, Sultan I. Ahmed bulunuyordu. Daha yaşı küçük olduğu için bunu fırsat bilen âsiler ve bazı eyalet valileri devlete isyan etmiş, Anadolu’da huzur ve sükun kalmamıştı. İşte bu sıralarda Padişah, Üsküdar’da bulunan Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerini sık sık ziyaret edip himmet ve dularını istiyordu. Padişahın bu zata olan muhabbeti sebebiyle bir çok asker ve devlet erkanı da ona talebe olmuşlardı. Bunlardan biri de Yeniçeri Ağalarından Kayserili Halil Ağa idi. Halil Ağa, Anadolu’da isyan çıkaran Celalilerden, Canbolatoğlu üzerine gönderilen askeri birlikte vazifeliydi. Onu çok seven hocası Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri, bir mektup göndere rek müridini şu sözlerle teşyi ediyordu:
“Canboladzâde-i bed-nihâd, nimet-i celile-i padişahî ile peşvereş bulmuşken, velinimeti ne âsî ve âk ve dahil-i zümre-i şikak ve nifak olmağın min canibillah dest-i kuvvet ve bazu-yu takat ve itibar-i şikeste olmuştur. Bila tereddüd üzerine varmanız ümmet-i Muhammed’e nâfi ve bunun hakkından gelinmek ırk-ı cümle-i ehl-i fesâdı kâtı’ olmak biiznillah melfuzdur.”Bu mektup Halil Ağa’ya ulaştığında seferin serdarı Kuyucu Murad Paşa, Celalilere karşı yapılacak cengi tehir etmişti. Ancak mektubu okuyan Halil Ağa, bunu Murad Paşa’ya iletti ve hemen eşkıyaya karşı hücuma kalkıp onları darmadağın ettiler.Daha sonra da Calalilerin elinde bulunan Haleb kalesini muhasara ettiler. Bu sırada yine Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerinden askeri teşvik eden bir mektub geldi. Şevke gelen Osmanlı askeri kaleyi hemen zaptedip eşkıyayı ortadan kaldırdı. Halil Ağa daha sonra Paşalığa terfi ederek Kaptan-ı Deryalığa getirildi. Her sefere çıkışından önce hocasını ziyaret eder ve dualarını alırdı. Malta üzerine yapılan sefer sırasında yine hocasından bir mektup geldi ve bir çok ganimetlerle geri döndü. Daha sonra Sadrazamlığa getirilen Halil Paşa, İran üzerine yapılan sefere serdar tayin edildi. Yine bu seferden önce de Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerinin elini öpüp dualarını aldı. Onunla beraber bütün vezirler, paşalar ve ağalar da gelerek mübarek zatın dualarını aldılar. Hüdayi hazretleri, tam atına bineceği sırada Halil Paşa’ya, sırtından çıkardığı hırkasını giydirdi. Bu seferden de Osmanlı ordusu büyük bir zaferle döndü. Tabii, evliyanın duasına mazhar olduğu için. Beyt: Andan ider ehl-i Hüdâ kesb u feyz Himmeti deryasına yok hadd ü gayzHalil Paşa 1628’de tekaüde ayrılınca hocasının deraghıda münzevi bir hayat sürdü. Ertesi sene de vefat etti ve hocasının türbesinin yanına defnedildi.
Hz. Hâlid bin Sinân Abesî
Hz. Hâlid bin Sinân Abesî, İsâ aleyhisselâmdan sonra gönderilen peygamberlerdendir. İsâ aleyhisselâm ile son peygamber Muhammed aleyhisselâm arasındaki dönemde Aden beldesinde bulunan bir kavme gönderilmiştir.
Hâlid bin Sinân Abesî aleyhisselâmın kavmine musallat olan ve bir mağaradan çıkan ateş, uzak mesâfelere yayılıyor, ekinleri ve hayvanları yakıyor, sonra tekrar geri çekiliyordu. İnsanlar âciz kalmıştı...
Mağaradaki ateşi söndürdü
Bu sırada Hâlid bin Sinân aleyhisselâm peygamber olarak gönderildi. Hz. Hâlid bin Sinân, Allahü teâlânın izniyle mağaradaki ateşi söndürdü. Sonra mağaraya girerek kendisinin üç günden önce çağırılmamasını vasiyyet etti. Fakat kavmi ve çocukları şeytanın vesvesesine kapılarak üç günden önce çağırdılar. Bu çağırma sebebiyle başında bir elem (ağrı) olduğu hâlde mağaradan çıktı ve:
“Beni, kavmimi ve vasiyyetimi zâyi ettiniz. Yakın zamanda vefât edeceğim. Vefâtımdan sonra cenâzemi defnedin ve kabrimi kırk gün gözetin, kırk gün sonra kuyruğu kesik bir merkebin de içinde bulunduğu bir sürü, kabrimin yanına gelince kabrimi açın” buyurdu.
Câhillikle gelen hıyânet!
Böyle yapıldığı zaman kabrinden çıkıp kabir ehlini ve kabir hayâtını aynen kendilerine anlatacağını bildirdi. Belirtilen işâret ortaya çıkınca, mü’minler Hâlid bin Sinân aleyhisselâmın kabrini açmak üzere harekete geçtilerse de, çocukları; “Bize öldükten sonra kabirden çıkan kimsenin çocukları derler” diyerek engel oldular. Böylece câhillikleri büyük bir hıyânete sebeb oldu. Dolayısıyla babaları olan bir peygamberi ve onun bu vasiyetini de yerine getirmediler.
Kızı, Peygamberimizi gördü
Muhammed aleyhisselâm peygamber olarak gönderildiğinde, Hâlid bin Sinân aleyhisselâmın kızı hayatta idi. Peygamber efendimizin huzûruna kavuşmakla şereflendi. Resulullah efendimiz ridâsını (hırkasını) sererek üzerine oturttu ve taltif buyurarak; “Merhabâ ey kavmi vücûdunun zâyi (yok) olmasına sebeb olduğu peygamberin kızı!” buyurdu.
.
Süleyman aleyhisselâm
Süleyman aleyhisselâm, Beyt-ül-Makdis’e girip, bir yıl, iki yıl, bir veya iki ay yahut daha az ve daha çok ibâdetle meşgul olurdu. Yiyecek ve içeceğini yanında getirirdi. Yine vefatına yakın oraya girdi. Her sabah geldiğinde, mihrabında bir fidanın bittiğini görürdü. Hazreti Süleyman ona, ismini ve faydasını suâl ederdi. Eğer dikilecek bir fidan ise, onu çıkartıp başka bir yere diktirir, ismini, faydasını, zararını ve tıbda ne işe yaradığını da üzerine yazdırırdı...
“Ben keçiboynuzuyum”
Süleyman aleyhisselâm yine bir sabah Beyt-ül-Makdis’e geldiğinde, bir fidanın bittiğini gördü. Ona ismini sordu. İsminin Harnûb (keçiboynuzu) olduğunu söyledi.
“Sen niçin bittin?” diye sorunca;
“Senin mescidini harâb etmek için” dedi. Süleyman aleyhisselâm, onun cevâbı üzerinde düşündü. Kendi kendine;
“Ben hayatta iken Allahü teâlâ bu mescidi harâb etmez. Bu benim vefatımın yaklaştığına alâmettir” dedi. Oradan o harnûb fidanını çıkartıp, başka bir yere diktirdi.
Allahü teâlâya yalvarıp;
“Yâ Rabbî! Benim vefatımı cinlerden gizle! Böylece insanlar, cinlerin gaybı bilmediklerini anlasınlar” dedi. Çünkü cinler;
“Biz gaybdan bâzı şeyleri, mesela yarın olacak şeyi biliriz” derler, insanları aldatırlardı.
Sonra, Süleyman aleyhisselâm mihraba girdi. Âdeti üzere asasına dayanarak namaz kılmaya başladı. Nihayet bir gün asasına dayanmış bir vaziyette, namazda iken ayakta ruhu kabzolundu...
Kimse anlayamadı!..
Beyt-ül-Makdis’in ön ve arka yüzlerinde delikler vardı. Cinler, bu delikten bakarlar, Süleyman aleyhisselâmı asasına dayanmış, ibâdet ediyor görüp, hayatta olduğunu sanıp, o hayatta iken olduğu gibi, en ağır ve zor işleri yapmaya devam ederlerdi. Uzun zaman insanların arasına çıkmamasını da garip görmezlerdi. Çünkü daha önce de, ibâdetle meşgul olduğu için insanlar arasına pek çıkmazdı. İşte cinler, Süleyman aleyhisselâmın vefatından uzun bir müddet sonra da, eski minval üzere ağır işlerde çalışmalarını sürdürdüler. Nihayet, bir ağaç kurdunun asayı yemesi üzerine, Süleyman aleyhisselâm yere düştü. Böylece, insanların ve cinlerin onun vefatından haberleri oldu...
Hârûn aleyhisselâm
Hârûn aleyhisselâm, İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerdendir. Hazret-i Mûsâ’nın ana-baba bir büyük kardeşidir. Babasının ismi, İmrân bin Yasher’dir. Soy itibârıyla Yâ’kûb aleyhisselâmın oğullarından Lâvi’ye dayanır. Mısır’da doğdu. Tûr-i Sinâ’da vefât etti...
Tûr Dağında iken...
Nâzab, Ubeyhu, Ayzâr ve Eysâmâr adında dört evlâdı olan Hârûn aleyhisselâm, İsrâiloğullarının nankörlükleri üzerine Cenab-ı Hakk’ın kendilerini Tîh Çölünde kalmaya mahkum ettiği kırk senenin sonlarına doğru, Hz. Mûsa’dan birkaç sene veya bir rivâyete göre üç sene evvel vefât etmiştir.
Mûsâ aleyhisselâm; kavmiyle berâber Tih Sahrasındayken Allahü teâlâdan gelen vahiyle Tevrât-ı şerif’i almak üzere Tûr Dağına gittiği sırada Hârûn aleyhisselâmı yerine vekil bıraktı.
Allahü teâlâ Hz. Mûsa’ya vahyederek; “Ben kardeşin Hârûn’un ruhunu kabz edeceğim. Filân dağa gitmenizi istiyorum” buyurdu.
Işık saçan mağara!
Bu ilâhi emir üzerine; Mûsa, Hârûn (aleyhimesselâm) ve oğulları bildirilen dağa doğru yürümeye başladılar. Şehirden uzaklaşıp, dağa vardıkları zaman, ışık saçan bir mağaraya girdiler. Mağara içinde; süslü, güzel işlemeli bir taht görüp, etrâfında; “Bu eşsiz taht kimin bedenine uygun gelirse onundur” diye yazılı idi. Bunun üzerine Hârûn aleyhisselâm çıkıp yattı ve tam geldi. “Bu bana uygundur” dedi. Oradan inerken Azrail aleyhisselâm bir genç sûretinde gelip; “Hârûn aleyhisselâmın rûhunu kabz etmek için geldim” dedi.
“Oğullarımı hoş tutasın”
Hârûn aleyhisselâm, Hz. Mûsa ve kendi oğullarıyla helâllaştı. “Oğullarımı hoş tutasın” diye Mûsa aleyhisselâma ısmarladı. O sırada Azrail aleyhisselâm ruhunu kabzetti. Mûsa aleyhisselâm, Hz. Hârûn’un evlâdıyla birlikte cenâze namazını kılıp, o mağaraya defnettiler
.
Musa aleyhisselam
Musa aleyhisselam, peygamberler içinde üstünlükleri olan ve kendilerine “ulü’l-azm” denilen altı peygamberin üçüncüsüdür. Allahü teâlâ ile konuştuğu için, “Kelimullah” denilmiştir.
Benî İsrâil’e peygamber olarak gönderilmiştir. Yâ’kûb aleyhisselâmın soyundandır. Hârûn aleyhisselâmın kardeşidir. Babasının ismi İmrân’dır. Annesinin ismi Nüceyb veya Nâciye veya Yuhâbil’dir...
Firavun’un sarayında büyüdü
Hazret-i Yûsuf’tan sonra, Mısır’da, İsrâiloğulları iyice çoğaldı. Bunlar hazret-i Yâ’kûb ve hazret-i Yûsuf’un bildirdikleri dine inanıyorlar ve emirlerini yerine getiriyorlardı. Burada doğan Mûsâ aleyhisselâm, Firavun’un sarayında büyüdü. Daha sonraki senelerde Benî İsrail’e peygamber oldu ve Firavun’u imana davet etti. Fakat bunu kabul etmeyen Firavun, İsrailoğullarına zulmetti. Sonra da Mısır’dan çıkmalarına izin verdi...
Tih Çölünde kırk yıl...
Musa aleyhisselam İsrailoğulları ile birlikte Tih Çölünde kırk sene kaldı. Burada birçok sıkıntılar çektikten sonra Filistin’e geldi.
Harun aleyhisselamın vefatından üç sene sonra Azrail aleyhisselam, Musa aleyhisselama gelerek ömrünün tamam olduğunu bildirdi. Allahü teâlâ, Azrail aleyhisselama şöyle buyurmuştu:
“Kulumun yanına git ve de ki: Sen hayat mı istiyorsun? Eğer hayat istiyorsan, elini bir öküzün sırtına koy, elini ne kadar perdeleyip örterse, muhakkak ki o kadar sene daha yaşayacaksın!”
Hz. Yûşâ’yı vekil bıraktı
Azrail aleyhisselam bu emri Musa aleyhisselama tebliğ edince, Musa aleyhisselam;
“Ya Rabbi, ondan sonra ne olacak?” diye münacaatta bulundu. Allahü teâlâ ona vahyederek;
“Sonra öleceksin” buyurdu. Bunun üzerine Musa aleyhisselam:
“Öyleyse ölüm şimdi gelsin” dedi ve yerine Yûşâ aleyhisselamı vekil bırakarak ruhunu Azrail aleyhisselama teslim etti...
Eyyûb aleyhisselâm
Eyyûb aleyhisselâm, Kur’ân-ı kerîmde adı geçen peygamberlerdendir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki: “Nûh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz ve İbrâhim’e, İsmâil’e, İshâk’a ve Yâ’kûb’a, evlâdlarına, İsâ’ya, Eyyûb’a, Yûnus’a, Hârûn’a ve Süleymân’a vahiy eylediğimiz ve Dâvûd’a Zebûr verdiğimiz gibi (Habîbim) şüphesiz sana da biz vahyettik.” (Nisâ sûresi: 163)
İnsanların en sabırlısı...
Bir kimse Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem mescidine girdi ve Eyyûb aleyhisselâm ile ilgili bâzı sorular sordu. Peygamber efendimiz ağladı ve buyurdu ki: “Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Eyyûb (aleyhisselâm) belâdan inlemedi, sızlanmadı. Ayakta namaz kılmak istedi. Duramadı düştü. Hizmette kusur görünce; “Bana gerçekten hastalık isâbet etti” dedi.
Hazret-i Eyyûb, insanların en uysalı, en sabırlısı ve en çok gadabını (öfkesini) yenen idi. Hazret-i İshâk’ın oğlu Iys’ın neslindendir.
Malı ve serveti çok olan Eyyûb aleyhisselâm Allahü teâlâya çok şükrederdi. Allahü teâlâ onu imtihân etmeyi diledi. Mallarını, çeşitli vesîlelerle elinden aldı. Oğulları bir zelzelede vefat ettiler. Şeytanın değişik sûretlere girerek ona vesvese vermeye çalışması karşısında şükür, sabır ve metânetinden hiçbir şey eksilmedi. Daha çok sabır ve şükretmeye başladı. Allahü teâlâ onun bedenine hastalık vererek imtihân etmeyi murâd etti. Eyyûb aleyhisselâmın hastalığı gün geçtikçe şiddetlendi. Hanımı Rahime hâtundan başka bütün yakınları ve dostları onu terk ettiler. Hanımı onu şehrin dışına çıkararak hizmetine devâm etti. Hazret-i Eyyûb hastalığına rağmen, gelip geçen insanlara Allahü teâlâyı hatırlatarak sabrı ve şükrü tavsiye etti. Yedi yıl dert ve belâ içinde kaldığı hâlde, hâlinden hiç şikâyet etmedi. Sabrı darb-ı mesel oldu. Allahü teâlâ onu tekrar sağlığına kavuşturdu. Hastalıktan kurtulduğu gecenin seherinde âh edip ağladığında, sebebi soruldu. (Her gece seher vaktinde “Ey bizim hastamız, nasılsınız?” diyen hitabı artık duymaz oldum. Onun için ağlıyorum) buyurdu.
“Havmel’i vasî tâyin ettim”
Malları kendisine yeniden ihsân edildi. Vefât eden çocukları kadar çocuğu oldu.
Vefât etmeden önce buyurdu ki: "(En olgun evlâdı olan) Havmel’i vasî tâyin ettim. Techîz ve tekfînimin onun tarafından yapılmasını vasiyet ediyorum.”
Bunları söyledikten sonra, yüz kırk yaşında iken Şam civârındaki Beseniyye denilen yerde vefât etti. Kabri oradadır.
.
Yusuf aleyhisselam
Yusuf alyhisselam, Yâ’kûb aleyhisselâmın oğludur. Hz. Yâ’kûb’un on iki oğlu vardı. Fakat hepsinden çok Hazret-i Yusuf’u severdi. Onda başka bir güzellik, başka bir zekâ ve kabiliyet belirtisi vardı. Daha on iki yaşında iken, bir gece rüyasında, on bir yıldız ile güneşin ve ayın kendisine secde ettiklerini görmüştü. Bu rüyasını babası Hazret-i Yâ’kûb’a söyledi. O da, kıskançlık doğurmasın diye: “Çocuğum, bu rüyayı kardeşlerine söyleme” diye tembih etti.
“Köle” diyerek sattılar!
Hazret-i Yusuf’un kardeşleri, babalarının Yusuf hakkındaki sevgisini kıskanıyorlardı. Nihayet bir gün onu eğlence maksadı ile kıra götürüp kör bir kuyuya bıraktılar. Sonra gelip kuyudan çıkaran bir kafileye, “kölemizdir” diyerek sattılar. Eve döndükleri zaman da, babalarına, “Yusuf’u kurt yedi” diye yalan söylediler...
Kafile, henüz on yedi yaşında bulunan Hazret-i Yusuf’u alıp Mısır’a götürdü. Orada Mısır’ın Azizi’ne (Maliye Bakanı Kıtfır’a) sattı. Yusuf aleyhisselâm çok güzeldi. Yüzünden gözünden nurlar akardı. Kendisine önce hikmet ilmi, sonra da peygamberlik verilmiştir.
Aziz’in zevcesi Zeliha’nın kendisine olan meylini, son derece iffet ve temizliğinden dolayı kabul etmemişti. Bunun üzerine iftiraya uğrayarak yedi sene zindanda kaldı. Sonra suçsuzluğu anlaşılarak zindandan çıkarıldı. Mısır’a Maliye Bakanı oldu. İffet ve temizliğinin mükâfatına kavuştu. Daha sonra babasını, kardeşlerini ve bütün İsrailoğullarını Mısır’a getirtti...
Mermer tabut içinde...
Hazret-i Yusuf yüz on yaşında vefat etmiştir. Daha sonra Hazret-i Musa, Mısır’dan çıkarken Hazret-i Yusuf’u mermer tabut içinde bulunan mübarek naaşını da beraber çıkarıp götürmüştü. Kabri Hazret-i İbrahim’in medfun bulunduğu mağaradadır.
Vefatından hemen önce şöyle dua etti; “Rabbim, bana hükümranlık verdin, rüyaların tabirini öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratanı; dünyada ve ahirette koruyanım sensin. Benim canımı Müslüman olarak al ve iyilere kat!”
Yâ'kûb aleyhisselam
İsmi Yâ’kûb olup İbrânicede “Saffetullah”, yâni “Allahü teâlânın sâf ve temiz kıldığı kul” mânâsına gelmektedir. Diğer adı “İsrâil” olup “Allah’ın kulu” mânâsına gelmektedir. İbrâhim aleyhisselâmın küçük oğlu olan İshâk aleyhisselâmın oğludur...
Yâ’kûb aleyhisselâmın on iki oğlu vardır. Bu yüzden, onun on iki oğlunun torunlarına Benî İsrâil, yâni (İsrâiloğulları) denilmiştir.
(Oğullarının isimleri: Rabil, Şem’ûn, Lâvi, Yehûda, İsâhar, Zablûn, Câd, Âşir, Dân, Neftâle, Bünyamin ve Yûsuf’tur.)
Oğullarını başına topladı...
Yâ’kûb aleyhisselâm, oğlu Hz, Yûsuf’a kavuştuktan sonra, Mısır’da oğullarıyla birlikte on seneden fazla yaşadı. İyice ihtiyarlayıp vefatı yaklaşınca oğullarını başına toplayıp şu vasiyette bulundu:
“Ey oğullarım! Muhakkak ki Allahü teâlâ sizin için tevhîd (tek Allah’a inanma) ve adaleti emr eden İslâm dînini seçti. Siz, ölüm gelmeden önce, Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdetlerinizde ihlâs ve huşu üzere olunuz. Hayâtınız boyunca bu dinden uzaklaşmayınız, yoksa helâk olursunuz.”
Yâ’kûb aleyhisselam, oğullarından bu hususta söz almak isteyip; “Ey oğullarım! Benim ölümümden sonra neye ibâdet edeceksiniz?” diye sordu. Oğulları da; “Ey babamız! Senin ve babaların İbrahim’in, İsmail’in ve İshak’ın ibâdet ettiği tek olan Allah’a, şimdi olduğu gibi gelecekte de ibâdet edeceğiz. Biz O’na teslim olmuşuzdur” diyerek söz verdiler.
“Biz ona teslim olmuşuzdur”
Bu husus Bekara sûresi 132 ve 133. âyet-i kerîmelerinde meâlen; “İbrâhim bunu oğullarına da tavsiye etti. Yâ’kûb aleyhisselâm da öyle yaptı: ‘Ey oğullarım! Allah sizin için İslâm dînini beğenip seçti. O hâlde siz de (başka değil) ancak Müslüman olarak can verin’ (dedi). Yoksa (Ey Yahudiler), ölüm Yâ’kûb’un önüne geldiği zaman siz de orada hazır mı idiniz? (Hayır) o, oğullarına; ‘Benden (ölümümden) sonra neye ibâdet edeceksiniz?’ dediği zaman onlar; ‘Senin ma’bûduna ve babaların İbrahim’in, ismail’in, İshak’ın bir tek olan Allah’ına ibâdet edeceğiz. Biz ona teslim olmuşuzdur’ demişlerdi” buyrularak haber verilmektedir...
İbrahim aleyhisselam
İbrâhim aleyhisselâmın oğlu Hz. İsmail’e vasiyeti: “Ey oğlum! Alnında parlayan bu nûr, son peygamber Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bütün baba ve dedelerimizin vasiyeti; bu nûru iyi muhâfaza edip, zâyi etmeyip ehline teslim etmektir. Bu mübârek nûru iyi muhâfaza et, nikâhlı, afif ve temiz kadınlara teslim eyle. Sen evlâdına da böyle vasiyette bulun.” Bu hususta Hz. İsmâil’den kuvvetli söz alıp vasiyetini tamamladı...
“Seni bu eve kim koydu?”
İbrâhim aleyhisselâmın ibâdet ettiği bir evi var idi. Bir gün evden çıkıp kapıyı kilitledi ve bir müddet sonra döndü. Kapıyı açıp girince, içeride birisinin oturduğunu gördü. “Bu eve seni kim koydu?” diye sorunca, o şahıs; “Ev sâhibi koydu” diye cevap verdi. “Ev sâhibi benim. Ben seni içeri koymadım!” deyince de; “Senden ve benden başka bir sâhib vardır. O her şeyin sâhibidir” dedi. Bunun üzerine oturanın melek olduğunu anladı. “Kimsin” diye sordu ve Melek-ül-mevt, yâni ölüm meleği Hz. Azrail olduğunu öğrendi. Sonra İbrâhim aleyhisselâm; “Mü’minlerin rûhunu nasıl alırsın bana göster” buyurdu. Azrâil aleyhisselâm; “Mübârek yüzünü yan tarafa çevir” dedi. Yüzünü çevirince gâyet güzel bir sûret gördü. Hiç öyle güzel yüz görmemişti. Bunun üzerine; “Ey Azrail! Eğer ölen bir kimseye bu suret gösterilirse ona kâfidir” buyurdu. "Bundan sonra îmân etmeyenlerin, kâfirlerin rûhunu nasıl alıyorsun onu da göster?” deyince, Azrâil aleyhisselâm; “Tahammül edemezsin” buyurdu. Görmek isteğinde ısrâr edince; “Yüzünü yana çevir” dedi. İbrâhim aleyhisselâm yan tarafa dönüp bakınca, çok korkunç bir suret gördü ve kendinden geçti. Kendine gelince de; “Eğer kâfire bundan başka kötü şey göstermeseler bu ona yeter” buyurdu.
“Canımı cânâna kavuştur”
İbrâhim aleyhisselâm bundan sonra da Azrâil aleyhisselâma; “Ziyârete mi geldin? Rûhumu almaya mı?” buyurdu. “Eğer izin verirsen rûhunu almaya!” diye cevap verdi. İbrâhim aleyhisselâm; “Dost dostun canını alır mı?” deyince; “Yâ İbrâhim bu husûsu Allahü teâlâya arz edeyim, ne buyurursa sana bildireyim” dedi. Azrâil aleyhisselâm gidip hemen geldi. Allahü teâlâ; “Dost dosta kavuşmak istemez mi?” buyurdu dedi. İbrâhim aleyhisselâm bunu işitince; “Çabuk gel kardeşim, hemen canımı cânâna kavuştur, benim için bundan büyük müjde olamaz” buyurdu. Bunun üzerine Azrâil aleyhisselâm mübârek rûhunu kabzetti.
Hazreti Nuh'un vefatı
Nuh aleyhisselâm vefatı yaklaştığı sırada yerine büyük oğlu Sâm’ı vekil bıraktı ve yanına toplanan oğullarına birtakım tavsiyelerde bulundu. Allahü tealaya ibadete devam etmelerini onlara emretti. Ayrıca oğlu Sam’a:
“Yavrum, kalbinde zerre miktarı şirk olduğu halde kabre girme! Çünkü Allahü tealanın katında müşrik olarak gelen kimse için bir mazeret, özür yoktur. Yavrum, kalbinde zerre miktarı kibir bulunduğu halde kabre girme! Çünkü kibriya, büyüklük Allahü tealaya mahsustur. Büyüklük taslayan kimseye azab eder...
“Sana vasiyetimi söylüyorum”
Yavrum, kalbinde zerre miktarı rahmetten ümit kesmiş olarak kabre girme! Çünkü dalalete, küfre düşmüş kimseden başkası Allahü tealanın rahmetinden ümid kesmez. Sana vasiyetimi söylüyorum. Sana iki şeyi emrediyor, iki şeyden nehyediyorum. Sana Kelime-i tevhidi emrediyorum. Çünkü yedi kat sema ve yedi kat yer terazinin bir kefesine ve La ilahe illallah kelimesi de diğer kefeye konsa bu kelime onlardan ağır gelir. Eğer yedi kat sema ve yedi kat yer uçsuz bucaksız bir çember olsalar La ilahe illallah ve Sübhanallahi ve bihamdihi kelimeleri onları kırar. Çünkü bunlar her şeyin duasıdır ve halk bunlarla rızıklanır. Seni şirkten ve kibirden nehy ediyorum. Gücün yeterse kalbinde şirkten ve kibirden bir şey bulundurmamaya çalış!..”
Hazreti Nuh’un vefatı yaklaştığında, Cebrail ve Azrail (aleyhimesselam) birlikte geldiler. Azrail aleyhisselâm buyurdu ki:
“Ey uzun ömürlü peygamber! Ömür olarak bu kadar (Bin sene yaşadı) hayat sürdün. Çok günler geçirdin, sıkıntı ve meşakkat diyarı olan bu fâni âlemi nasıl buldun?”
“İçeride çok az kaldım!”
Hazreti Nuh da şöyle cevap verdi:
“İki kapısı olan bir kervansaray gibi buldum. Bu kapının birinden içeri girdim. Diğerinden çıkıp gidiyorum. Ancak içeride az bir miktar kaldım..."
Bundan sonra vefat edip, Kudüs’te Beyt-i Makdis civarına defnedildi.
Şit aleyhisselâm
Hazreti Şit (Şis), Âdem aleyhisselâmın oğludur. Babası ölünce, Peygamber oldu. Allahü teâlâ, buna elli suhuf (forma) gönderdi. Kâbe’yi taştan yaptı. Nûh aleyhisselâm bunun soyundan olduğu için tûfândan kurtulanlar ve bütün insanlar bunun çocukları olmaktadırlar. Bunun için, ikinci Âdem sayılır.
Şit aleyhisselâmın dininin esasları, Âdem aleyhisselâmın bildirdiği dinin esaslarına uygundu. Şit aleyhisselâm ekseriyâ Şam’da ikâmet edip, insanlara, Allahü teâlâya imân etmeyi ve emirlerine uymayı bildirerek tebliğ vazifesini yaptı. Bin şehir kurup, hudutlarını tespit etti.
İlk kılıç kullanan odur...
Şit aleyhisselâmın çocukları ve torunları imâr ettikleri şehirlerde yaşayıp, Allahü teâlâya ibâdet ve tâatle meşgul oldular. Gâyet huzurlu bir hayat sürdüler. Aralarında düşmanlık buğuz ve haset yoktu. Kötülüklerden, haramlardan ve isyândan uzak dururlardı. Şit aleyhisselâm, Şam’dan Yemen tarafına gidip, azgın ve sapık bir hâlde yaşayan Kâbil’in oğullarını Allahü teâlâya imân ve ibâdet etmeye dâvet etti. Fakat bu kavim, Şit aleyhisselâmın dâvetini kabul etmeyip, sapıklıklarında ısrâr ettiler. Şit aleyhisselâm, onlarla savaş yaptı. Bu savaşta kılıç kullandı. İlk kılıç kullanan odur.
Âdem aleyhisselamdan Hazreti Muhammed’e (sallallahü aleyhi ve sellem) kadar devam eden bir peygamberlik nuru vardır. Bu nur, Hz. Havva, Şit aleyhisselama hamile olunca, onun alnında parlamış, yani Âdem aleyhisselamdan ona geçmiş ve Şit aleyhisselam doğunca da, onun alnında parlamıştır. Bunu fark eden Âdem aleyhisselam, Şit aleyhisselamın kendisinden sonra yerini tutacağını anlamıştır. Bu nur, peygamberden peygambere intikal ederek, nihâyet Abdülmuttalip’ten Abdullah’a ve ondan da Hz. Muhammed’e (sallallahü aleyhi ve sellem) geçerek, son temelli sahibinde karar kılmıştır.
“Oğluna vasiyette bulun”
Şit aleyhisselam vefat etmeden önce yerine oğlu Enus’u halife tayin etti. Vefat ettikten sonra kuvvetli rivayete göre Mina’daki mescidin minaresi dibinde medfun olan Âdem aleyhisselamın yanına defnedildi. Âdem aleyhisselam vefat edeceği zaman oğlu Hz. Şit’e, “Yavrum! Bu alnında parlayan nur, son peygamber olan Muhammed’in nurudur. Bu nuru mü’min, temiz ve iffetli hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyette bulun” buyurmuştur.
İdris aleyhisselam
Melek-ül-mevt (Hz. Azrâil) İdrîs aleyhisselamı ziyâret etmek ve sohbette bulunmak için Allahü teâlâdan izin istedi. Allahü teâlâ ona müsâade etti. Azrâil aleyhisselâm, İdrîs aleyhisselâma gelip kendisinin Melek-ül-mevt olduğunu söyledi. “Allahü teâlâdan, seni ziyâret etmek ve seninle sohbet etmek için izin istedim ve geldim” dedi. Bunun üzerine İdrîs (aleyhisselâm) ona; “Senden bir ricâm var” dedi. Melek-ül-mevt; “Nedir?” dedi. İdrîs (aleyhisselâm); “Bir anlık benim rûhumu al” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ Melek-ül-mevt’e; “Onun rûhunu al” diye vahyetti. Melek-ül-mevt İdrîs aleyhisselâmın rûhunu aldı. Fakat bir müddet sonra Allahü teâlâ, tekrar iâde etti.
“Benim bir ricâm var”
Melek-ül-mevt, İdrîs aleyhisselâma; “Niçin rûhunun kabzedilmesini istedin” diye sordu. İdrîs (aleyhisselâm); “Ölüm acısının ve sıkıntısının nasıl olduğunu tadayım da ona göre hazırlanayım, diye rûhumu kabzetmeni istedim” dedi. Sonra İdrîs aleyhisselâm şöyle dedi:
“Ey Melek-ül-mevt! Benim senden başka bir ricâm daha var.” Azrâil aleyhisselâm:
“Nedir o ricân” dedi. İdrîs aleyhisselâm;
“Beni semâlara götür, Cennet’i ve Cehennem’i göreyim” dedi. Allahü teâlâ, Melek-ül-mevt’e, semâya götürmesi husûsunda izin verdi. Melek-ül-mevt onu semâlara götürdü. Cehennem’e yaklaşınca, İdrîs aleyhisselâm Melek-ül-mevt’e;
“Benim senden bir ricâm var, Mâlik’e söyle Cehennem’i açsın, tabakalarını göreyim” dedi. İdrîs aleyhisselâma Cehennem gösterildi. Sonra, Cennet’i görmek istedi, Cennet de gösterildi ve Cennet’e girmesine izin verildi. Cennet’e girdikten bir müddet sonra, Melek-ül-mevt;
“Benim iznim ile girdi”
“Artık çık, seni yerine götüreyim” deyince, İdrîs aleyhisselâm;
“Buradan çıkmam” dedi. Allahü teâlâ aralarında hakemlik yapmak üzere, onlara bir melek gönderdi. O melek gelip, İdrîs aleyhisselâma; “Niçin çıkmıyorsun” dedi. İdrîs aleyhisselâm ona şöyle cevap verdi:
“Allahü teâlâ; (Her nefs ölümü tadacaktır) buyurdu. Ben ise, ölümü tattım. Yine Allahü teâlâ; (Onlar oradan ‘Cennetten’ çıkmayacaklardır) buyurdu. İşte ben bunun için çıkmam” dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ Melek-ül-mevt’e; “O, oraya benim iznim ile girdi, yine benim emrim ile oradan çıkar” buyurdu.
.
Âdem aleyhisselâm
Yeryüzünde yaratılan ilk insan ve ilk Peygamber, hazreti Âdem’dir. Bütün insanların babasıdır. Çeşitli memleketlerden getirilen toprakları melekler su ile çamur yapıp, insan şekline koydu. Mekke ile Tâif arasında kırk sene yatıp (Salsâl) oldu. Pişmiş gibi kurudu. Önce Muhammed aleyhisselâmın nûru alnına kondu. Sonra Muharremin onuncu cuma günü rûh verildi. Her şeyin ismi ve fâidesi bildirildi. Boyu ve yaşı kesin olarak bildirilmedi.
İblîs, emri dinlemedi!..
Allahü teâlânın emri ile, bütün melekler, Âdem’e doğru secde etti. Meleklerin hocası olan İblîs, emri dinlemedi. Secde etmedi...
Hazreti Âdem kırk yaþýnda iken (Firdevs) adındaki Cennete götürüldü. Cennette yâhud dahâ önce, Mekke dışında uyurken sol kaburga kemiðinden, hazret-i Havvâ yaratýldý. Allahü teâlâ, bunlarý nikâh etti. Cennette, bin sene kadar yaþayýp, yasak edilen aðaçtan unutarak, önce Hz. Havvâ, sonra kendisi, yedikleri için çýkarýldýlar. Âdem “aleyhisselâm”, Hindistân’da, Seylân (Serendip) adasýna, Hz. Havvâ ise, Cidde’ye indirildi. Ýki yüz sene aðlayýp yalvardýktan sonra, tövbe ve duâlarý kabûl olup, hacca gelmesi emr olundu. Arafât ovasýnda, Hz. Havvâ ile buluþtu. Kâbe’yi inþa etti... Sonra Þâm’a geldiler. Burada yirmi defa ikiz evlâdý, bir defa da yalnýz Þît “aleyhisselâm” oldu. Neslinden kýrk bin kiþiyi gördü. Binbeþyüz yaþýnda iken evlâdýna Peygamber oldu. Evlâdý çeþidli dil ile konuþtu.
“Benden sonra halifemsin”
Cebrâîl “aleyhisselâm” kendisine oniki kerre gelmiþtir. Oruç, her gün bir vakit namâz, gusül abdesti emredildi. Kitâb gelip, fizik, kimyâ, týb, eczâcýlýk, matematik bilgileri öðretildi. Aþure Günü vefât etti. Hz. Havvâ, kýrk sene sonra Cidde’de vefât etti. Kabirleri, Kudüs’te veyâ Minâ’da mescid-i Hîf’te veyâ Arafât’tadýr.
Hz. Âdem vefatýndan önce oðlu Þit aleyhisselamý çaðýrmýþ, nasihatta bulunmuþ ve, “Ey oðulcuðum sen, benden sonra halifemsin” diyerek takva üzerine hareket etmesini ve bu yoldan asla ayrýlmamasýný tembih etmiþti...
.
Muhammed aleyhisselam
Âlemlerin efendisi Muhammed aleyhisselâm, hastalığı ağırlaşıp, şiddetli ağrılarının olduğu gün, Eshabını mescidde toplayıp buyurdu ki:
“Ey Eshabım! Bilmiş olunuz ki, aranızdan ayrılmam yaklaştı. Kimin bende hakkı varsa, istesin. Benim yanımda sevgili olan, benden hakkını istesin veya helal etsin ki, Rabbime ve rahmetine bunları ödemiş olarak kavuşayım...”
“Namaza devam ediniz”
Sonra evine çekildi. Âlemlerin efendisi, artık son anlarını yaşıyordu, mübarek dudaklarından, “Aman! Aman! Ellerinizdeki kölelerinize iyi davranınız! Onların üzerlerine elbise giydiriniz, karınlarını doyurunuz. Onlara yumuşak konuşunuz. Namaza, namaza devam ediniz. Kadınlarınız ve köleleriniz hakkında Allahü teâlâdan korkunuz!.. Ey Allah’ım! Beni yarlığa! Bana rahmetini ihsan eyle!.. Beni Refik-i ala zümresine kavuştur!..” cümleleri döküldü.
Cebrail aleyhisselam gelince de ona; “Allahü teâlâ katından üç muradım vardır: Biri; ümmetimin günahkârlarına beni şefaatçı etmesi, ikincisi; dünyada yaptıkları günahlardan dolayı onlara azab etmemesi, üçüncüsü; Perşembe ve Pazartesi günleri ümmetimin amellerinin bana arzedilmesidir” buyurdu.
Cebrail aleyhisselam, Allahü teâlâdan, bu üç arzusunun da kabul edildiği haberini verdi. Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz rahatladı. Son nefesinde bile “Namaza! Namaza! Ellerinizdeki kölelerinize...” diye tavsiyede bulunmaktan geri durmamakta idi. Peygamberimizin en son sözü “Kadınlarınız ve ellerinizdeki köleleriniz hakkında Allah’tan korkunuz!” buyruğu oldu.
“Rahmetini ihsan et!”
Rebiül’evvel ayının on ikinci Pazartesi günü kuşluk vakti, Hz. Aişe, şifa bulması için dua edince, Peygamberimiz “Hayır! Ben, Allah’tan, Refik-ı ala zümresine katılmayı Cebrail, Mikail ve İsrafil ile birlikte olmayı dilerim! Ey Allahım! Beni, Refik-ı ala zümresine kavuştur! Ey Allahım! Bana, rahmetini ihsan et! Beni, Refik-ı ala zümresine kavuştur!..” diyerek duaya devam ediyordu. Sonra, gözü evinin tavanına doğru dikildi ve “Allahım! Beni, Refik-ı ala zümresine kat!” diye dua etti. Sonra da gözlerini kapadı..
.
BUYURUN CENAZE NAMAZINA
1001 Osmanlı Hikayesi
Pazar, 20 Kasım 2005
Sultan IV. Murad Han, koyduğu içki ve tütün yasağının uygulanıp uygulanmadığını bizzat kontrol etmek için geceleri tebdil-i kıyafetle dolaşır ve yasağa uymayanları şiddetle cezalandırırdı. Yine bir gece şehri dolaşırken kapıları kapalı bir kahvehaneden ışık sızdığını görüp oraya yaklaştı. Pencere deliğinden içeri baktığında birkaç kişinin içki ve tütün içtiklerini gördü. Yavaşça içeri girdi ve masanın birine ilişti. Kahveci, gelenin de tiryaki olduğunu zannederek yanına yaklaştı. Sultan Murad kahveciye:
“İçki içmenin yasak olduğunu bilmiyor musun?” dediğinde kahveci:
“Erenler, uzun etme hadi sen de çek” dedi. Padişah sesini bira daha yükseltip:
“Padişahın emrine karşı gelmenin ne demek olduğunu bilmiyor musun?” diye tekrar sorunca kahveci dayanamayıp:
“Beyzadem, adınızı bağışlar mısınız” dedi. Padişah da:
“Murad” deyince, kahveci:
“Sultanlığı da var mı?” diye sordu. Padişah:
“Evet” deyince, kahveci yandaki masaya yatıp bağırdı:
“Öyleyse buyurun cenaze namazına!”
Devamını oku...
KOCA CAFER PAŞA
1001 Osmanlı Hikayesi
Cumartesi, 19 Kasım 2005
Avusturya ordusu, bir serhad kalesi olan Temeşvar’ı muhasara etmişti. Kaleyi, ihtiyar fakat çok tecrübeli bir asker olan Koca Cafer Paşa’ nın elinden almak zordu. Kale 4 sene düşmana karşı koydu. Açlık, yorgun luk kale muhafızlarını bezdirmedi. Halbuki kaleye 4 yıldır bir yerden yardım gelmemişti. Avusturyalılar kaleyi savaş ile alamayacaklarına kanaat getiren düşman kumandanı Koca Cafer Paşa’ya bir mektup gönderdi. Mektupta:
“Zahireniz tükenmiştir, büyük bir Avusturya ordusu da üzerinize doğru geliyor. Kalenize imdad gelme ihtimali da kalmamıştır. Kaleyi teslim ederseniz, yol harçlığı olarak size birkaç bin duka altın verilecek tir.” Deniyordu.
Devamını oku...
TOPRAK TAŞIMAYA GİDERÜM
1001 Osmanlı Hikayesi
Cuma, 18 Kasım 2005
14.cü Osmanlı Padişahı I. Ahmed Han, 14 yaşında tahta çıkmış ve 14 sene hükümdarlık yaptıktan sonra 28 yaşında vefat etti. Ölüm döşeğindeyken hocası Mustafa Efendiye dönerek:
“Hocam, 28’de kaç 14 vardur” dedi. Mustafa Efendi:
“İki defa devletlû hünkarım” cevabını verdi.
Tam bu sırada, kendi yaptırdığı Sultanahmed camiinin minarelerin den ezan sesi gelmeğe başladı. Sultanın hocası, padişahın, cami inşaatı sırasında eteği ile toprak taşıdığını hatırladı. İşçilere şevke getirmek için her hafta inşaata gitmiş ve eteği ile toprak taşımıştı.
Ezan sona erince Sultan Ahmed ayağa kalkmak ister gibi davrandı. Mustafa Efendi telaşla sordu:
“Ne oluyorsun Devletlû?” dedi. Padişah:
“Toprak taşımaya giderim hocam!...” dedikten sonra Kelime-i Şehadeti söyleyerek sırtüstü düştü. Hocası yanına gittiğinde ruhunu teslim etmişti.
Devamını oku...
HAKANİ MEHMED BEY’İN RİCASI
1001 Osmanlı Hikayesi
Perşembe, 17 Kasım 2005
1600 senelerine kadar, küçük devlet memurları ve serveti ne olursa olsun halk, surların içinde kalan İstanbul’da ata binemezlerdi. “Hilye-i Peygamberî” adlı eseri yazmış olan Hâkânî Mehmed Efendi bu kitabını bitirdiği 1598 senesinde yetmiş yaşını geçmiş bulunuyordu. Vazifesi Babı âlî kaleminde, evi de Edirnekapı’da idi. Padişah III. Mehmed Han, Hâkânî Mehmed Efendi’ye, bu eserine karşılık ne gibi bir mükafat istediğini sordu. Mehmed Efendi:
“Artık ihtiyar oldum. Her gün Edirnekapı’ya kadar yayan gidip gelmeğe kudretim kalmadı, müsaade buyurulursa hayvan ile gidip gelmek istiyorum” dedi.
Padişah, bu kadar kıymetli bir eser meydana getirmesine rağmen Mehmed Efendi’nin hatırı için kanunu bozmadı. Ona Bâbıâlî civarında bir ev aldılar ve arzusunu bu şekilde yerine getirdiler.
.
|