|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
» İslam Dini
|
İslâm Dini Nedir? İslâm Dininin Özellikleri Nelerdir? İslâm'ın Dışındaki Dinlerin Geçerliliği Neden Kalkmıştır?
|
» İman
|
İman Nedir? İman Kaç Kısma Ayrılır? İcmâlî İman Ne Demektir? Tafsilî İman Neye Denir? Dinin Zaruriyâtı Ne Demektir? Âmentü Nedir, Âmentü'de Yer Alan İman Esasları Nelerdir?İman Nasıl Bir Şeydir? İmanı Dil İle Söylemek Lâzım mıdır? Amel ve İbâdetin, İman ile Alâkası Nedir? Günahkâr İnsan İnancını Kaybetmemek İçin Ne Yapmalıdır? Tasdik ve İnkâr Bakımından İnsanlar Kaça Ayrılır? İmanın Mahiyeti Nedir? İmanda Mertebe ve İnkişaf Söz Konusu mu? Günümüzde Taklidî İman Kâfi midir? İmanın İnsan İçin Önemi Nedir?
|
|
» Kâlû Belâ'dan Beri Müslümanız
|
İnsanlar Bu Dünyaya Nereden Gelmiştir? İnsanlar Bu Dünyaya Niçin Gelmiştir? İnsanlar Bu Dünyaya Ne Olarak Gelirler? Ne Zamandan Beri Müslümanız? Kâlû Belâ Ne Demektir?
|
|
» Allah'a İman
|
Allah'a İman Ne Demektir? Allah'a İmanın İnsan Hayatına Te'sirleri Nelerdir? Allah Sevgisi ve Allah Korkusu , Allah"ın Sıfatları, ALLAH'IN VARLIĞINI İSBAT EDEN DELİLLER (İSBÂT-I VÂCİB) , TEVHİD DELİLLERİ ,Şirk nedir?
|
|
» Esmâ-i Husna |
Esmâ-i Husnâ Nedir? Allah'ın 99 İsimleri ,Allah'ın Diğer İsimleri , İsm-i A'zam Nedir?
|
|
» Meleklere İman
|
Melekler Nasıl Varlıklardır? Melekleri Neden Göremiyoruz? Meleklerin Vâr Olduğuna Neye İstinâden İnanıyoruz? Meleklere İmanın, İman Esasları İçindeki Yeri Nedir? Melekler Kaç Gruba Ayrılır, Vazifeleri Nelerdir? En Büyük Melekler Hangileridir? Meleklere İmanın İnsan Hayatına Verdiği Faydalar Nelerdir? Cin ve Şeytanlar Meleklerin ve Şeytanların İnsan Davranışlarına Te'sirleri Var mıdır? |
|
» Kitaplara İman |
Kitablara İman Deyince Neyi Anlıyoruz? İlâhî Kitablar Kaça Ayrılır, İsimleri Nelerdir? Diğer İlâhî Kitablarla Kur'an Arasındaki Fark Nedir? Kur'an'ın Dışındaki İlâhî Kitablar Tahrif Edildiklerine Göre, Bunlara İman Nasıl Olur? Kur'an Tahriften Nasıl Uzak Kalmıştır? Kur'ân-ı Kerîm Niçin Arabça Olarak Gelmiştir? |
|
» Kur'an-ı Kerim
|
|
Kur'an Nedir? Kur'an'ın isimleri ,Kur'an'ın Unsurları ,Kur'an'a Karşı Vazifelerimiz ,Kur'an Okumanın Mânevî Yönleri |
» Peygamberlere İman |
Peygamberlere İman Ne Demektir? Peygamberler Niçin İnsanlar Arasından Seçilmiştir? Rasûl ve Nebî Ne Demektir? İnsanlar Niçin Peygamberlere Muhtaçtırlar? Peygamberler Kaç Tanedir? Kur'an'da Bahsi Geçen Peygamberler Kimlerdir? Peygamberlerde Bulunan Müşterek Vasıflar Nelerdir? Vahiy Nedir? |
|
» Ahiret Gününe İman |
Âhiret Günü Ne Demektir? Âhiret Gününde Olacak İşler Nelerdir? Âhiret Gününe İman Ne Demektir? Âhiret Gününe İmanın İnsan Hayatı Üzerindeki Te'sirleri Nelerdir? Kıyâmet Nedir?Öldükten Sonra Dirilme Ne Demektir? İnsan Ölünce Vücudunun Çürüyüp Toprak Olduğunu Biliyoruz. O Hâlde Cismanî Haşir Nasıl Gerçekleşecektir? Hesap Nedir? Defter-i A'mâl Nedir? Mizan Nedir? Sırat Nedir? Cennet Nedir? Cehennem Nedir? Havz-ı Kevser Nedir? Şefâat Nedir? Mahşer Nedir? |
|
» Kaza ve Kadere İman |
Kaza ve Kadere İman Nedir? Âlemde Hayrın Yanında Şerler de Yaratılmaktadır. Allah'ın Şerleri Yaratması Nasıl Olur? Allah Ezelde, Olacak Her Şey'i Bilmekle Bizi O Şey'i Yapmaya Zorlamış Olmaz mı? Kaza ve Kader İnancının, âmentü İçinde Yer Almasının Hikmeti Nedir? Kaza ve Kadere İnancın İnsan Hayatı Üzerindeki Te'sirleri Nelerdir? |
|
» Mezhebler |
Mezheb Nedir? Mezhebler Nasıl Ortaya Çıkmıştır? Mezhebler Arasındaki Görüş Ayrılıkları Nereden Kaynaklanmaktadır? Müctehidler Arasında Görüş Ayrılıkları Olmasının Mahzuru Var mıdır? Mezheblere Ne Lüzum Var? Mezhebler Kaça Ayrılır? Fıkhî Mezhebler Kaça Ayrılır? Şâfiî Mezhebi ,Hanbelî Mezhebi ,4 Mezhebin de Hak Olduğunu Kabûl ediyoruz. Bu nasıl Olur? İtikadî Mezhebler Kaça Ayrılır? Ehl-i Sünnet Mezhebi ,Mâtüridiye Mezhebi ,Eş'arî Mezhebi ,Ehl-i Bid'a ,Hanefî Mezhebi ,Mâlikî Mezhebi |
|
» İslam'da dini ve şeri hülkümlerin kaynakları
|
İslam'da Dini ve Şeri Hükümlerin Kaynakları(Kitap - Sünnet - İcma - Kıyas) İctihad Nedir?
|
.İSLAM DİNİ
İslâm dîni, Allah'ın, son peygamberi Hz. Muhammed (asm) vasıtasıyla bütün insanlara gönderdiği en son ve en mükemmel dindir. İslâm'ın gelmesiyle, diğer dinlerin hükmü sona ermiştir. İslâm dînini kabul eden kimseye Müslüman denir. İslâm'ın en son ve Allah katında yegâne mûteber din olduğu, Kur'an-ı Kerim'de şu şekilde belirtilir:
"Bugün sizin dîninizi sizin için kemâle erdirdim. Sizin üzerinizdeki nîmetimi (lütuflarımı) tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçtim (yalnız İslâm'dan razı ve ondan hoşnûd oldum)". (Mâide Sûresi: 3)
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, ondan [seçtiği dîni] kabûl edilmiyecektir ve o, âhirette hüsrâna [büyük zarara] uğrayanlardan [olacak] dır."
"Allah katında yegâne [hak] din İslâmdır." (Âl-i İmrân: 19)
|
İslâm'ın Dışındaki Dinlerin Geçerliliği Neden Kalkmıştır?
|
Tarihin çeşitli devirlerinde insanlara ayrı ayrı peygamberler ve dinler yollayan Allah Teâlâ, son din olarak onlara İslâmı ve son Peygamber olarak da Hz. Muhammed'i (asm) göndermiştir. İslâm'ın gelmesiyle Yahudîlik ve Hıristiyanlık gibi eski dinlerin hükmü sona ermiştir. Bu, tıpkı, yeni bir kanun çıkınca, eski kanunun hükmünün yürürlükten kalkması gibidir. Allah'ın son dîni ve İlâhî Kanunu İslâm gelince, eski dinlerin ve ilâhî kanunların geçerliliği son bulmuştur.
İslâm dışında kalan dinlerin yürürlükten kalkmasını gerektiren başlıca sebebler şunlardır:
1 - Her şeyden evvel, eski dinler, yalnızca belli bir zamana ve belli bir muhîtin insanlarına hitab ediyorlardı. İslâm ise, topyekûn bütün insanlığa seslenmektedir. Dâveti umumî ve mesajı cihanşümuldür.
2 - Eski dinler, sadece kendi zamanlarının insanlarını muhâtab almışlardı. O zamanın insanlarının seciyeleri kaba ve mizaçları vahşete yakındı. İlimde, medeniyette, fikir ve anlayışta geri idiler. Ulaşım ve haberleşme imkânları, ibtidai bir haldeydi. Her bölgenin kültürü, inancı, örf ve âdetleri farklı farklıydı. Karşılıklı fikir ve kültür alışverişi de oldukça zayıftı. Bu yüzden, her muhîte ayrı ayrı peygamberler gelmesi, başka başka dinler gönderilmesi zarureti vardı. Zaman geçip insanlık ilim, fikir, kültür ve medeniyet yönünden büyük gelişmeler kaydedince, eski mahallî dinler artık insanların ihtiyaçlarına cevap veremez hale geldiler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak da insanlara en son din olan İslâmiyeti gönderdi.
İslâm dîni, 1400 yıl evvelki dünyanın insanından, bugünün ve yarının modern insanına kadar gelip geçen bütün insanlığa hitab edebilme özelliğinde olan bir dindir. Bu bakımdan, kıyamete kadar hükmü bâki ve geçerlidir.
3 - Eski dinlerin, zamanla, içlerine hurâfeler, bâtıl inançlar karışmıştır. Allah'ın birliğine îman esası, yani tevhid inancı kaybolmuştur. İslâm ise, hâlâ ilk günkü tazelik ve saflığı ile, bozulmadan durmaktadır.
Netice olarak diyebiliriz ki:
İslâm'ın dışında kalan dinler, geceleyin bir sokağı aydınlatan bir fener ve sokak lâmbası gibidir. İslâm ise, bütün dünyayı aydınlatan güneş hükmündedir.
Güneş doğduktan sonra, artık sokak fenerine hiç ihtiyaç kalır mı?
Güneşin yanında sokak lâmbasının aydınlığının sözü olur mu?
|
İslâm Dininin Özellikleri Nelerdir? |
İslâm dinini, sâir dinlerden ayıran belli başlı özellikleri şunlardır:
1 - İslâmiyet, her asra ve her insana hitab eder, getirdiği esaslar insanlığın bütün ihtiyaçlarına cevab verir.
İslâm'ın bu cihanşümûl özelliğine Kur'an'da şu şekilde işaret olunur:
"Ey Muhammed! Biz seni BÜTÜN İNSANLARA yalnızca müjdeci ve korkutucu olarak gönderdik." (Sebe' Sûresi: 28).
"Ey Muhammed! De ki: 'Ey insanlar, ben Allah'ın HEPİNİZ İÇİN GÖNDERDİĞİ Peygamberiyim'." (A'raf Sûresi: 158).
2 - İslâmiyet kolaylıklar dînidir.
İslâm'da insanlara yapamayacakları veya yaparken zorluk çekecekleri işler yüklenmemiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de İslâm'ın kolaylık prensipleri şu şekilde ifade edilir:
"Allah, insanı ancak gücünün yeteceği işle mükellef tutar..." (Bakara Sûresi: 285).
"Rabbimiz, bize gücümüzün yetmiyeceği şeyi taşıtma..." (Bakara Sûresi: 285).
"Allah, sizin için kolaylık göstermek diler, zorluk çıkarmak istemez..." (Bakara Sûresi: 185).
Kur'an'da İslâm'ın kolaylıklar dîni olduğu bu şekilde açıklanırken Peygamberimiz de, bu hususta hadîs-i şeriflerinde şu prensipleri vaz'etmişlerdir:
"Ben ancak âlemlere rahmet olarak gönderildim. Azâb için, zorluk vermek için gönderilmedim..."
"Allah Teâlâ, beni sıkıntı ve zahmet verici ve bunu arzu edici olarak göndermedi. Fakat Allah beni, muallim (öğretici, bildirici) ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi..."
"Dininizin en hayırlısı, en kolay olanıdır. Muhakkak ki din bir kolaylıktır..."
"Ben size neyi yasak ettiysem, ondan çekinin; size neyi emretti isem, ondan gücünüzün yettiği kadarını yapın. Sizden evvelki ümmetleri ancak mes'elelerinin ve Peygamberlerine karşı ihtilâflarının çokluğu helâk etmiştir."
"Amelden gücünüzün yettiği kadarını yapın. Siz ibâdetten bezmedikçe, Allah da sevab vermekten bıkmaz."
"Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, ürkütmeyiniz."
Hz. Âişe Validemiz, Resûlüllah Efendimizin bu hususla ilgili tatibkatını şu şekilde beyan etmişlerdir:
"Resûlüllah (asm) iki şey arasında dilediğini tercihte serbest bırakıldı mı, günah olmadığı müddetçe muhakkak onlardan en kolayını alırdı. Eğer iş günahsa ondan halkın en uzak bulunanı Resûlüllah olurdu."
Bütün bu hadîs-i şerifler, İslâm dîninin ne derece uygulanması kolay hükümler ihtiva ettiğini göstermektedir. Cihanşümûl ve kıyâmete kadar pâyidar oluşunda, bu kolaylık anlayışının büyük yeri vardır.
Dinimizin kolaylık dîni olduğuna dair tatbikattan bâzı misaller:
Dînimizde namaz kılmak için su ile abdest almak mecburiyeti vardır. Ancak su bulunamadığı veya su çok soğuk olup hastalanma ihtimali olduğu hallerde, toprakla teyemmüm yapılır. Toprak su yerine geçer.
- Dînimiz yolculara; yorgunluk, zaman darlığı gibi hikmetlere binaen 4 rek'atlı farz namazları iki rek'at olarak kılmak kolaylığını getirmiştir.
- Namazda ayakta durmak (kıyam) farzdır. Ancak ayakta duracak gücü olmayanlar, oturarak namaz kılarlar.
- Hastalara ve yolculara Ramazanda oruç tutmak zor gelebilir. Bu sebeble dinimiz onları Ramazan'da, oruç tutup tutmamakta serbest bırakmıştır. Tutmazlarsa hiçbir mahzuru olmaz. İyileşince veya seyahatten dönünce, oruçlarını kazâ ederler.
- Hac yolunda hastalık, harb, v.s. gibi bir sebeble emniyetsizlik varsa, hacca gitmesi mecburî olan Müslümanlar, yoldaki tehlike kalkana kadar haclarını te'hir ederler.
3 - İslâmiyetin bütün hükümleri mâkuldür. Akla zıt düşen, mantığa ters gelen hiçbir mes'elesi yoktur.
İnsanı diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliği aklıdır. İnsan onun vasıtasıyla gördükleri üzerinde düşünür, iyiyi kötüden ayırır, doğru ile yanlış arasında bir seçim yapar. Bu sebeble Kur'ân-ı Kerîm'de 70 kadar âyette akıldan ve akıl sâhiplerinden bahsedilir. Allah'ın emirleri doğrudan doğruya akla yöneltilir. Sık sık "Hiç duymuyorlar mı?", "Akıl etmiyorlar mı?" denilir.
Dînimizde mükellefiyet için akıl esas olduğundan, aklı olmayanlar yaptıklarından sorumlu tutulmamışlardır.
Hz. Peygambere inanmıyan insanlar, "Bize mûcizeler göster de Allah'ına inanalım, peygamber olduğunu kabul edelim" dediklerinde, Allah Teâlâ onların bu tekliflerini beğenmemiş; varlığına inanmak için onları mûcize istemeye değil, yerlere ve göklere ibretle bakıp düşünmeye çağırmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususta:
"Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara faydalı olan şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre âmâde duran bulutları döndürmesinde, düşünen akıl sâhipleri için deliller vardır" (Bakara: 164) buyurulmuştur.
Sahâbenin ileri gelenlerinden Hz. Enes, Resûlüllah Efendimizin yanında bir kimseden bahsederken onu medhetmişti. Resûlüllah (asm) sordu:
- Onun aklı nasıldır?
Hz. Enes:
- Ya Resûlâllah, onun ibâdeti, ahlâkı, fazîleti, edebi iyidir, deyince Allah Resûlü yine:
- Onun aklı nasıldır? diye sorusunu tekrarladı. Hz. Enes de:
- Ey Allah'ın Resûlü, biz bu adamın ibâdetlerinden, fazîletlerinden, çeşitli hayırlarından bahsediyoruz; siz ise, aklından soruyorsunuz, dedi. Resûlüllah Efendimiz bunun üzerine şu sözleri söylediler:
- Ahmak olan âbid, cehli sebebiyle şeytana aldanarak fâsık bir kimsenin günâhından daha büyük günahlara mâruz kalabilir. İnsanların Allah'a yakınlıkları, ancak akılları kadardır."
Mâverdî'nin Edebü'd-Dünya ve'd-Dîn adlı eserinde zikredilen bu hadîs, İslâm'da akla verilen önemi göstermesi bakımından son derece ibretli ve düşündürücüdür.
Akılla ilgili diğer bazı hadîsler de şöyledir:
"Aklı olmayanın dîni yoktur."
"Allah akılsız [aklını kullanmayan] mü'mini sevmez.
"Kişinin aklı doğru olmadıkça, dîni doğru olmaz..."
"Cennet 100 derecedir. 99 derecesi akıl sâhipleri için, bir derece de diğer insanlar için..."
"Ya Ali! İnsanlar çeşitli iyiliklerle Allah'a yaklaşırken, sen de aklınla yaklaş."
"Allah Teâlâ akıldan daha kıymetli ve şerefli bir varlık yaratmamıştır."
4 - İslâmiyet, insanlar arasında her devirde görülen sınıf farklarını, eşitsizlikleri, imtiyazları kaldırmış, asıl ve kök bakımından aralarında hiçbir ayrıcalık olmadığı esasını getirmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:
"Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık." (Hucurât: 13).
Peygamberimiz de şöyle buyurmuşlardır:
"İnsanlar Âdem'in oğullarıdır. Âdem'i de Allah topraktan yaratmıştır."
İslâmiyet, bununla, bütün insanların aynı ana-babadan geldiklerini; hiç kimsenin doğuştan üstünlük iddiasında bulunamayacağını ortaya koymuştur.
İslâmiyet, insanları bir tarağın dişleri gibi hukuk önünde birbirine eşit kabûl etmiştir. Soy, renk ve dil farkına hiç önem vermemiş; insana kıymet kazandıran, sair insanlardan üstün kılan hususun yalnızca kalbindeki Allah korkusu ve îman derecesi olduğunu belirtmiştir. Peygamber Efendimiz bu hususu, şu şekilde ifade buyurmuşlardır:
"Ey insanlar! Unutmayınız ki Rabbiniz bir'dir, babanız bir'dir. Arab'ın Arab olmayana, Arab olmayanın Arab'a, beyazın siyaha, siyahın beyaza Allah korkusu ölçüsünden başka hiçbir üstünlüğü yoktur."
Böylece dînimiz, herkesi hukukta eşit saymış, insanlar arasındaki dünyevî üstünlüklere, gelip geçici etiketlere önem vermemiş, dış görünüşten ziyade insanın iç görünüşüne bakmıştır.
5 - İslâmiyet, ruh ile madde, dünya ile âhiret arasında tam bir denge kurmuştur.
Yahudîlik beden zevklerini ve maddî faydaları ön plânda tutar. Mensuplarını hırsla dünyaya bağlanmağa sevkeder. Hıristiyanlık ve Hind dinleri ise, sadece ruhu geliştirmeye, vücuda eziyetler çektirerek nefsin arzûlarını zayıflatmaya, dünya hayatını boşlamaya önem verirler. Buna karşılık İslâmiyet, ruh ile beden, dünya ile âhiret arasında tam bir denge kurmuş; ne bedene, ne de ruha ızdırap çektirmeyi esas almıştır. İkisine de aynı ölçüde değer vermiş; herbirinin ihtiyaçlarını ayrı ayrı karşılamayı kabul etmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de, "Allahım, bize dünyada iyilik, âhirette de iyilik ver" âyeti, İslâm'daki dünya ve âhiret dengesini en iyi şekilde belirtmektedir.
İslâm, ne dünyaya fazla değer vererek âhiretin, ne de âhirete ağırlık vererek dünyanın terkedilmesine izin verir...
Âhiretin dünyada kazanılacağını söyleyerek, "hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi de âhiret için" çalışılmasını ister...
6 - İslâm'da ruhban sınıfı yoktur. Herkes dinini gücü nisbetinde kendi öğrenmek zorundadır.
İbâdetleri ifa için, kul ile Yaratıcı arasında aracılık yapacak, günahları affettirecek imtiyazlı bir seçkin sınıfa yer yoktur.
7 - İslâm, bütün mânasıyle ahlâk ve fazîlet dîni olduğu gibi, en yüksek mertebede ilim ve hakikatın koruyucusudur.
|
CEMİYETİ TERKETMEK FAZİLET DEĞİLDİR
|
Asr-ı Saâdet'te, adamın biri dağda bulduğu suyu bol, toprağı verimli ıssız bir mağarada kendi başına inzivaya çekilip, cemiyetin kötülüklerinden, fitne ve dedikodularından kurtulmayı düşünür.
Ancak kararını bir de Resûlüllah Efendimiz'e açmak, O'nun bu konudaki görüşünü almak ister. Huzura gelerek der ki:
- Yâ Resûlâllah, ben bir mağara buldum. İçinde suyu, önünde toprağı var. Orada inzivaya çekilerek kendimi tamamen dünyevî şeylerden tecrid etmeyi; uhrevî işlere, ibadet ve taata vermeyi düşünüyorum. Bu hususta siz ne dersiniz?"
Adamın cemiyet hayatını terkedip, ibadet için mağarada inzivaya çekilme fikrine Allah Resûlü şu ibretli cevabı verir:
- Ben, Yahudilikle, Hristiyanlıkla gönderilmedim. (Yani cemiyetten kaçma fikri onlara aittir.) Ben dosdoğru olan İslâm'la gönderildim. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, mağarada tek başına gündüz akşama kadar nafile ibadetlerle meşgul olmaktansa, cemiyet içinde sabah, yahut akşam, Allah için azıcık yol yürümek, (İslâm'a hizmet için zahmet çekmek) dünyadan ve dünya içindeki herşeyden kat kat hayırlıdır."
Ve sözlerine şunu da ilâve eder:
- Cemaat içinde safta yer almanız da, inzivadaki 60 sene ibadet ve namazdan hayırlıdır..."
Cemiyeti terkederek inzivaya çekilmek isteyene, Allah Resûlünün verdiği bu karşılık, din düşmanlarının İslâmiyetin insanları cemiyetten el etek çektirdiği yolundaki menfî propagandalarına güzel bir cevab teşkil etmektedir.
(Mehmet Dikmen - İslâm'da Fazilet Yarışı)
.XXX
İman, lügatte, bir şey'e tereddütsüz inanmak ve kesin olarak, içten ve yürekten bağlanmak demektir.
Dinî mânâsı ise, Allah'ın varlığına, birliğine, tereddütsüz inanmak ve Hz. Muhammed'in (asm) peygamber olduğunu ve bize bildirdiği şeylerin hepsinin hak ve doğru bulunduğunu, hiçbir şübhe duymadan kabûl ve tasdik etmektir.
|
İman Kaç Kısma Ayrılır? |
İman iki kısma ayrılır:
1. İcmalî îman,
2. Tafsilî îman.
|
İcmalî İman Ne Demektir? |
Peygamberimizin Allah'tan alıp haber verdiği şeylerin hepsine birden, topluca inanmak demektir.
Bir kimse, mânâsını bilerek ve kabûl ederek:
"Lâ ilâhe illâllah Muhammedün rasûlüllah" dese icmalî olarak îman etmiş olur.
Bu cümleye Kelime-i Tevhid denir. Mânâsı şudur:
Lâ ilâhe illâllah: Allah'dan başka hiçbir ilâh ve hakikî ma'bud yoktur. Muhammedün rasûlüllah: Muhammed (asm), Allah'ın Rasûlü ve Peygamberidir.
|
Tafsilî İman Neye Denir? |
Peygamberimizin Allah'tan haber verdiği şeylerin herbirini delilleriyle bilip inanmaktır. Diğer bir ifadeyle, dinin zaruriyatını bütün tafsilât ve teferruâtıyla öğrenip tasdik etmek demektir. |
Dînin Zaruriyâtı Nedir? |
Dînin zaruriyâtı, Âmentü'de yer alan 6 îman esası ile dînin namaz, oruç, hac, zekât gibi farz kıldığı ibâdetler ve adam öldürmek, içki içmek, zinâ yapmak gibi haram saydığı fiillerdir.
Bunları, her Müslümanın teferruâtı ile bilmesi ve inanması şarttır.
|
Âmentü Nedir, Âmentü'de Yer Alan İman Esasları Nelerdir? |
Âmentü, her Müslümanın inanması, kabûl edip tasdik etmesi farz olan îman esaslarından ibarettir.
Âmentü'de yer alan îman esasları 6'dır ve şunlardır:
1. Allah'a inanmak, 2. Meleklerine inanmak, 3. Kitablarına inanmak, 4. Peygamberlerine inanmak, 5. Âhiret gününe, öldükten sonra dirilmeye inanmak, 6. Kadere, hayır ve şerrin Allah'dan olduğuna inanmak.
Âmentü'nün ifadesi şöyledir:
"Âmentü billâhi ve melâiketihî ve kütübihî ve rusülihî vel-yevmil-âhiri ve bil-kaderi hayrihî ve şerrihî minallahi teâlâ vel-ba'sü ba'del-mevt hakkun eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlüh."
Mânâsı ise şöyledir:
Âmentü billâhi: Ben Allah'ın varlığına, (bir)liğine, eşi ve benzeri olmadığına, bütün yüceliklere sahip ve her türlü noksanlardan münezzeh olduğuna inandım.
Ve melâiketihî: Allah'ın meleklerine de inandım.
Ve kütübihî: Allah'ın Kitablarına da inandım.
Ve rusülihî: Allah'ın Peygamberlerine de inandım.
Ve'l-yevmil-âhiri: Âhiret gününe de inandım.
Ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihî minallahi teâlâ: Kadere de, bize iyilik ve kötülük, hayır ve şer olarak görünen her şey'in Allah'ın ilmi, kanunu ve yaratmasıyla olduğuna da inandım.
Ve'l-ba'sü ba'de'l-mevti: Öldükten sonra dirilmeye (ve dirileceğime) de bütün kalbimle inandım. Hepsi hak ve gerçektir.
Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlühû: Ben şehâdet ederim ki, Allah'dan başka hiçbir ilâh ve hakikî ma'bud yoktur ve yine şehadet ederim ki, Hz. Muhammed, Allah'ın kulu ve peygamberidir.
Bu son cümleye Kelime-i Şehadet, yani, şehadet cümlesi denir.
|
İman Nasıl Bir Şeydir? |
İman, kalbi ve vicdanı ilgilendiren bir haldir. İman esaslarına kalbden inanıp bağlanan bir kimse, mü'min, yani, îmanlı sayılır. İmanda asıl olan, kalbin tasdikıdır. |
İmanı Dil İle Söylemek Lâzım mıdır? |
Dil ile söylemek imanın şartı değildir. İnsan dil ile imanını itiraf etmese bile, kalben inandıktan sonra mü'min sayılır. Ancak îmanını dili ile söylemeyen bir kimsenin kalbindeki îmanını biz nasıl bileceğiz? Bu sebeble, dil ile söylemek, kişinin îmanı hakkında hüküm verebilmek ve öldüğünde kendisine Müslüman muamelesi yapabilmek için gereklidir. Bunun içindir ki îmanın rüknü, "kalb ile tasdik, dil ile ikrardır" denilmiştir. Burada îmanını dili ile söylemek aslî rükün değil, kişinin îmanı hakkında hüküm verebilmek için gereken şarttır. Cemaatle namaz kılmak, dinî bir vecibeyi yerine getirmek de, îmanını dil ile ikrar gibidir, hattâ ondan daha kuvvetli bir alâmettir. Bu konuda Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Sık sık camiye gittiğini gördüğünüz kimsenin îmanına şehadet ediniz. Çünkü Allah Teâlâ, 'Allah'ın mescidlerini ancak Allah'a ve âhiret gününe îman edip namaz kılan ve zekât veren kimseler îmâr eder" (Tevbe: 18) buyurmaktadır.
Dil ile ikrâr, îmanın temel şartı olmadığı için, bir zorlama durumunda veya buna benzer bir mâzeret karşısında kalben değil, sadece dil ile inancını inkâr etmek, îmana aykırı söz söylemek dînen câiz olur. Böyle bir duruma mecbur kalan kimse îmandan çıkmaz, kalben tasdikını koruduğu için de mü'min sayılır.
Nitekim Asr-ı Saâdette Ashabdan Ammâr bin Yâsir, mâruz kaldığı ağır baskı ve işkencelere tahammül edemiyerek imanını diliyle inkâr etmiş, böylece uğratıldığı işkencelerden kurtulmuştur.
Rasûlüllah Efendimiz, onun bu hareketini tasvib etmiş; kalb îman ile dolu iken, zor karşısında inkârın, bu îmana zarar vermiyeceğini belirtmiştir.
|
Amel ve İbâdetin, İman ile Alâkası Nedir? |
Amel, insanın inandığı şeyleri yaşaması, dînin emrettiklerini yerine getirmesi, yasakladığı şeylerden de kaçınması demektir. Amelin îman ile yakından alâkası vardır. İnsan önce bir şey'i benimser, doğruluğuna inanır, sonra da o inandığı şey'i yaparak yaşar. Bununla beraber amel, îmanın bir parçası değildir. Yani, insan dînin emirlerini yerine getirmese ve ibâdetini yapmasa dahi, îmandan çıkmış olmaz, inancını inkâr etmiş sayılmaz. Sadece günahkâr olmuş olur.
Ne var ki, amel ve ibâdet, kalbdeki îmanı kuvvetlendirir, te'sirini artırır, insanı kemâle ve olgunluğa ulaştırır. İnsanın inancının gereğini yapmaması ise, imanın insan davranışları üzerindeki müsbet te'sirinin zamanla kaybolup zayıflamasına yol açar. İnsan davranışları üzerinde îmanın te'sirleri zayıfladıkça menfî duygular, kötü huylar, zararlı arzûlar, günahlar, insanın his dünyasını kaplar. Bâzan bu hâl, onu küfre, yani, îmanını kaybetmeye bile götürür.
Çünkü işlenen herbir kötülük ve günah, dînin emirlerine zıd her bir amel ve hareket, kalbe işleyip îman nûrunu lekeler ve siyahlandırır.
Peygamber Efendimiz bu duruma, şu ifadeleriyle işaret buyurmuşlardır:
"Bir günah işliyen kimsenin kalbinde, siyah bir leke hâsıl olur."
Günahlar tekrarlandıkça kalbdeki siyahlık artar, îmanın *ûru gitgide zayıflamaya yüz tutar. Bu hâl, kalbin bütünüyle kararıp katılaşmasına, îman *ûrunun tamamen sönüp kaybolmasına kadar devam eder.
Bunun içindir ki, "Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var" denilmiştir.
|
Günahkâr İnsan İnancını Kaybetmemek İçin Ne Yapmalıdır? |
İnancının gerektirdiği vazifeleri yapmamanın bir kusur ve günah olduğunu daima hatırlayıp üzüntü duymalıdır. Allah'tan, dînin emirlerini yapmak ve îmanın îcaplarını yaşamak konusunda sabır ve yardım dilemeli; işlediği günahlara tevbe ve istiğfarla mukabelede bulunmalıdır.
Ancak bu takdirde insan, günahların îman üzerindeki menfî te'sirlerinden kendini koruyabilir. İnancını kaybetmek tehlikesinden kurtulabilir.
|
Tasdik ve İnkâr Bakımından İnsanlar Kaça Ayrılır? |
Tasdik ve inkâr bakımından insanlar üçe ayrılır:
1 - Mü'min,
2 - Kâfir,
3 - Münâfık.
- İslâm dîninin inanılması farz olan temel hükümlerine tereddütsüz inanıp tasdik eden kimseye mü'min denir.
- Âmentü'de yer alan îmanî esaslardan veya Allah'ın uyulmasını farz kıldığı emir ve yasaklarından herhangi birine inanmayan kimseye kâfir denir.
- Dışa karşı inanmış görünüp de kalbinden inkâr eden kimseye münâfık denir.
|
İmânın Mahiyeti Nedir? |
İmân, mâhiyet itibariyle, Allah'ın insanlara en büyük lütuf ve ihsanıdır. Allah onu dilediği kullarına nasib eder. Ne var ki bu nasiplenmede, kulun hiçbir rolünün olmadığı da söylenemez. Bil'akis, insan önce kendi tercih ve iradesini kullanarak, îman ve hidâyete istekli olacaktır. Bu talep ve istek üzerine Cenâb-ı Hak da ona îman ve hidâyet nasip edecektir. Bu sebeble İslâm büyükleri îmanı, "Cenâb-ı Hakk'ın, istediği kulunun kalbine, o kulun cüz'î irade ve ihtiyarını sarfetmesinden sonra koymuş olduğu bir nûrdur" diye tarif etmişlerdir. |
İmanda Mertebe ve Gelişme Söz Konusu mudur? |
Bir çekirdek, nasıl büyüyüp ağaç olana kadar büyük bir gelişme ve inkişaf gösteriyorsa, îman da öyledir. İslâm âlimleri, imânı önce iki mertebeye ayırmışlardır:
1- Taklidî îman,
2- Tahkikî îman...
Taklidî îman: Ana - babadan, hocadan, muhîtten duyduğu ve öğrendiği şekilde, mes'ele üzerinde hiçbir akıl yürütmeden îman esaslarına bağlanmak demektir. Taklidî îman, inanç esaslarına, şuuruna ve teferruatına vâkıf olarak bir inanma olmadığı için, bilhâssa bu zamanda bâzı şübhe ve vesveselere mâruz kalabilir ve sarsılıp yıkılma tehlikesi geçirebilir:
Tahkikî îman ise: İmâna âit bütün mes'eleleri delilleriyle, tafsilâtlı ve teferruatlı bir surette bilmek, tasdik etmek, tereddütsüz inanmaktır. Böyle bir îman şüphe ve vesveseler karşısında sarsılıp yıkılmaktan kendini koruyabilir.
Tahkikî îmanın da pek çok mertebesi vardır. Bu mertebeleri İslâm âlimleri başlıca üç kısma ayırmışlardır:
1 - İlme'l-yakîn mertebesi: İmânî mes'eleleri ilmen, tam teferruat ve tafsilâtıyla, delilleriyle bilmek ve inanmaktır.
2 - Ayne'l-yakîn mertebesi: İmanî mes'eleleri gözle görmüş, doğruluklarını bizzat müşahede etmiş gibi bilmek ve inanmaktır. Gözle görmekle ilmen bilmek, insana kanaat vermesi bakımından çok farklıdır. İnsan bir şey'i tereddütsüz, kesin olarak bilebilir, ama bir de gözleriyle görünce kanâatı kat kat artar. Amerika'nın varlığını ilmen bilmekle, bizzat görmek gibi... İşte îmanın ayne'l-yakîn mertebesi de, îman esaslarına gözle görmüş kat'iyetinde inanma hâlidir.
3 - Hakka'l-yakîn mertebesi: İmanî mes'eleleri görmekten ayrı, bizzat yaşayarak, içine girerek kabûl ve idrâk etmek demektir. İmanın bu üç mertebesini îzah bakımından şöyle bir misal verilmektedir: Bir yerden duman yükseldiğini uzaktan görmekle insan bilir ki, o yerde ateş yanmaktadır. Dumanı görmek suretiyle ateşin varlığını bilmek, ilme'l-yakîn inanmaktır. Sonra, duman çıkan yere gidip ateşi gözümüzle gördüğümüzü farzetsek, bu da ateşin varlığına ayne'l-yakîn inanmaktır. Bir de ateşin bizzat yakınına gidip sıcaklığını hissetmek, elimizi aleve doğru tutup yakıcılığını duymak suretiyle ateşin varlığını bilmek vardır ki, buna da hakka'l-yakîn inanma denilir.
|
Günümüzde Taklidî İman Kâfi midir? |
Yukarıda belirttiğimiz gibi bu zamanda taklidî îman pek çok vesvese ve şübhelerle karşılaşmakta ve o şübheler karşısında sarsılıp yıkılmaya mâruz bulunmaktadır. Taklidî îmanın eskiden yeterli olduğu halde, günümüzde yetersiz kalış sebebini, Ali Fuad Başgil, şu şekilde îzah etmektedir:
"İnsanlar her devirde din ve mâneviyat kuvvetine muhtaç olmuşlardır. Fakat bu ihtiyaç, zamanımızda bir zaruret hâlini almıştır. Eskiden atalarımız gayet basit bir din bilgisi ve görenek hâlinde "taklidî" bir îman ile rahatça yaşıyorlardı. Çünkü onlara bütün içtimaî muhît (çevre) mâneviyat telkin ediyordu. Bugün durum tamamıyle değişmiştir. Din duygusu zayıflamış, eski dinî hürmet terbiyesi yerini, küstahca bir saygısızlık almıştır. Bugün aile daralmış ve bağları gevşemiştir. Aile yükü sırf karı-kocanın omuzlarına çökmüş, ana-babalar iktisadî ihtiyaçlar karşısında çocuklarının dinî terbiyesine yetişemez olmuşlardır. Öbür taraftan mektep ve üniversiteler âdeta din aleyhtarı propaganda ocakları hâlini almıştır. İnatçı münkirlerin tezyif ve temerrüdleriyle bir kat daha bulanıklaşan böyle bir hava içinde, bugün artık basit bir din bilgisi kâfi gelmez olmuştur. Din nedir? İlim ile münasebeti nedir? İlim karşısında bugün din ne yapmalı ve nasıl bir vaziyet almalıdır? gibi sorular, şimdi her zamandan çok zihinleri tırmalamaktadır. Hususiyle aydın gençlerin bu soruların cevaplarını bilmeye ihtiyaçları vardır."
Gerçekten de, bugün verilecek bir din bilgisinin ve îman dersinin ilimle îmanı mezceden, akıl ve mantığa îmanî mes'eleleri kabûl ettiren tahkikî bir muhtevâda olması şarttır. Yoksa, basit bir din dersi, görenek hâlindeki taklidî bir îman bilgisi, günümüz insanlarını - özellikle de gençlerini - tatmîn etmekten çok uzak kalacaktır.
|
İmânın İnsan İçin Önemi Nedir? |
1. İman, insanın yaratılma sebebidir. Yani o, Yaratanını îmanla tanımak ve ibâdet etmek için yaratılmıştır. İnsan bu yaratılış gayesine uygun hareket ederse âhirette ebedî saadete nail olacak, cennete girecek, aksi takdirde cehenneme atılacak, ebedî şekavet ve bedbahtlığa mâruz kalacaktır. Bu bakımdan îman, insan için ebedî saadeti kazanma vesilesidir ve cennete giriş anahtarıdır. İmansız cennete girilmez. Bu cihetle insanın îman etmesi ve bu îmanını son nefesine kadar kaybetmeden veya zayıflatmadan muhafaza etmesi, dünyadan da, dünya içindeki herşeyden de daha kıymetli bir nimettir.
İmanın bu büyük öneminden dolayıdır ki, Peygamberimiz bir hadîs-i şerîflerinde:
"İmânınızı lâ ilâhe illâllah diyerek yenileyiniz" buyurmuş; îmanı yenilemenin ve muhafaza etmenin ehemmiyetine dikkatimizi çekmiştir. "İmânın her an zayıflama ve kaybolma ihtimali mi var ki, devamlı yenilenmesi emrediliyor?" gibi bir suâl akla gelebilir. İmânı yenileme konusunu Bediüzzaman, akla gelen bu suâle de cevab olacak şekilde şöyle izah etmektedir:
"İnsanın hem şahsı, hem âlemi her zaman teceddüd ettikleri için, her zaman tecdîd-i îmana muhtaçtır. Zira insanın herbir ferdinin mânen çok efradı var. Ömrünün seneleri adedince, belki günleri adedince, belki saatleri adedince birer ferd-i âher sayılır. Çünki, zaman altına girdiği için, o ferd-i vâhid bir model hükmüne geçer, her gün bir ferd-i âher şeklini giyer.
Hem insanda bu taaddüd ve teceddüd olduğu gibi, tavattun ettiği âlem dahi seyyardır. O gider, başkası yerine gelir; daima tenevvü' ediyor; her gün başka bir âlem kapısını açıyor. İmân ise, hem o şahıstaki her ferdin nur-u hayatıdır, hem girdiği âlemin ziyasıdır. Lâ ilâhe illâllah ise, o nuru açar bir anahtardır.
Hem insanda, madem nefis, hevâ ve vehim ve şeytan hükmediyorlar, çok vakit îmanını rencide etmek için gafletinden istifade ederek çok hîleleri ederler, şübhe ve vesveselerle îman *ûrunu kaparlar.
Hem, zâhir-i şeriata muhalif düşen ve hattâ bâzı İmamlar nazarında küfür derecesinde te'sir eden kelimât ve harekât eksik olmuyor.
Onun için her vakit, her saat, her gün tecdîd-i îmana bir ihtiyaç vardır." (Mektûbât)
Bu ifadelerde, üç noktadan îmanı yenilemenin zarureti üzerinde durulmaktadır:
Birinci nokta: İnsanın yaşadığı zaman ve içinde bulunduğu mekân, temas ettiği çevre itibarı ile hâlet-i ruhiyesi, düşüncesi, anlayışı sık sık değişebilmektedir. Mâruz kaldığı hâdiseler, yaptığı işler, temas kurduğu insanlar, onda müsbet veya menfi izler bırakmaktadır.
Bu durumu Peygamber Efendimiz de şu şekilde beyan buyurmaktadırlar:
"Mü'minin kalbi, kaynayan tencereden daha çok değişikliklere mâruzdur..."
"Kalb, serçe kuşu gibidir. Her an bir tarafa yönelir."
"Kalb, kırda atılmış bir kuş kanadı gibidir. Rüzgâr bu kanadı nasıl altüst çevirirse, kalb de öyledir."
İnsan kalbinin ve ruh hâletinin bu derece dış te'sirlere mâruz olması sebebiyledir ki, hadîsde, sık sık Lâ ilâhe illâllah diyerek îmânın yenilenmesi emredilmiştir.
İkinci nokta: İnsanda nefis, hevâ ve vehim gibi menfî duyguların bulunması ve şeytanın devamlı vesvese vermeye ve kötülüğü telkine çalışması gerçeğidir. Gafletli bir ânında bu menfi telkinlerin, insanı îmanda şübheye düşürmesi muhtemeldir. Böyle bir duruma düşmemek için de, tecdîd-i îmana ihtiyaç vardır.
Üçüncü nokta ise: Şeriatın zâhirine aykırı düşen ve bâzı din âlimlerinin nazarında küfür bile sayılan bâzı kelime ve sözlerden, insanın tamamıyla uzak kalamadığıdır. Bu sebeble de, Lâ ilâlhe illâllah diyerek imanı yenilemeye zaruret vardır.
İmanı kuvvetlendirmenin ve muhafaza etmenin bir başka yolu da onu taklidî mertebeden kurtarıp tahkikî hâle çevirmektir. Bu da ancak îman hakikatlerini tahkikî bir surette ders veren, akla gelebilecek her türlü şübhe ve vesveselere cevap veren îmanî eserleri okumak ve devamlı îmanî konularda sohbetler yapmak suretiyle olur. İnsan îmanını taklidden tahkîka çıkarırsa, artık onun için îmanını kaybetmek, son nefesde âhirete îmansız gitmek gibi bir durum söz konusu olmaz. İslâm âlimleri, sekerat vaktinde şeytan'ın bütün hîle ve vesveseleri ile gelip insanı aldatmaya ve îmanını almaya çalışacağını söylemişlerdir. Bu yüzden de sekerat vaktinden korktuklarını belirtmişlerdir.
İşte insan, sekerat vaktindeki bu gibi tehlikelerden, tahkikî îman sayesinde korunabilir. Çünkü tahkikî îmanda, îman sadece akılda kalmış değil; kalbe, ruha, diğer duygu ve lâtifelere de sirayet edip yerleşmiş haldedir. Şeytan insanın aklındaki îmanını zedelese bile, eli, öteki duygulara yerleşmiş olan îmanı söküp almaya yetişemez. Böylelikle de kişi, yine îmanlı kalmış, îmanla vefat etmiş olur.
2. İman, aynı zamanda, insan için büyük bir moral kaynağı ve sağlam bir istinad noktasıdır. Hakikî imanı elde eden insan, bütün kâinata meydan okuyabileceği gibi, îmanının kuvveti nisbetinde başına gelen hâdiselerin tazyik ve baskısından da kurtulabilir.
Tarihlere şan veren, destanlar yazdıran zaferlerimiz, hiç şübhesiz îmanın insana kazandırdığı güç ve kuvvete güzel bir misaldir.
İmanlı insan, başına ne derece büyük bir hâdise gelirse gelsin, îmanın verdiği tevekkül ve teslimiyetle, kadere rıza duygusu ile o hâdise ve musibetleri metanetle karşılayabilir; sabır ve tahammül ile göğüs gerebilir. Ümidsizliğe, bedbinliğe düşmez. İsyan ve feryada başvurmaz. Bu, ona îmanın kazandırdığı güç ve kuvvetten ileri gelmektedir. İmansız insanların basit bir hâdise, küçük bir musibet yüzünden intihar edip hayatlarına son verecek derecede ye's ve ümidsizliğe kapıldıkları çok sık görülen olaylardandır. İslâm ülkelerinde intihar, hemen hemen hiç görülmezken, dünyanın en medenî ve müreffeh ülkelerinde intihar vak'alarının her geçen gün artması da bunu te'yid etmektedir. İmanın insana kazandırdığı kuvvet ve direnme gücüne, Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîflerinde şu şekilde işâret buyurmuşlardır:
"Mü'min yeşil bitkilere benzer. Eksik olmayan felâket rüzgârları onu eğer, fakat kıramaz. Bil'akis hayat ve sıhhat bulmasına sebeb olur.
Münâfık (ve kâfir) ise, kuruyan bitki gibidir. Felâket rüzgârlarından yaprakları dökülür, gövdesi kırılıp hayatı söner."
"Hayret edilir mü'minin haline. Ona iyilik gelse şükreder, kötülük gelse sabreder. Böylece her iki hâlini de hakkında hayırlı kılar."
XXXX
.
"KÂLÛ BELÂ" dan BERİ MÜSLÜMANIZ
|
İnsanlar Bu Dünyaya Nereden Gelmişlerdir? |
İnsanlar bu dünyaya, ruhlar âleminden gelmişlerdir. Allah, insanların bedenlerinden evvel ruhlarını yaratmıştır. Daha sonra her bir ruha ayrı bir beden elbisesi giydirerek onları şu dünyaya göndermiştir. |
İnsanlar Bu Dünyaya Niçin Gelmiştir? |
Allah'a îman ve O'na ibâdet için gelmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususta şöyle buyurulur:
"Cinleri ve insanları, ancak beni tanıyıp îman etsin ve ibâdette bulunsunlar diye yarattım." (ez-Zâriyât, 56).
|
İnsanlar Bu Dünyaya Ne Halde Gelirler? |
Bütün insanlar, bu dünyaya İslâm fıtratı üzere, yani, Müslüman doğarak gelirler. Sonradan büyüyünce herbiri ya kendi akıl ve iradesini iyiye kullanarak İslâm fıtratı üzere yaşamaya devam eder, Müslümanca bir hayat sürerler... Veya menfî çevrelerin te'sirinde kalarak, bu temiz fıtratlarını değiştirir, İslâm'ın dışında bir hayat sürmeye başlarlar. Bu hususa Peygamberimiz, bir hadîs-i şeriflerinde şu şekilde işaret buyurmuşlardır:
"Her doğan, İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra onu, anası - babası (yakın çevresi) Yahudî, Hıristiyan ve Mecusî yapar."
|
Ne Zamandan Beri Müslümânız? |
Kâlû Belâ'dan beri Müslümanız. |
Kâlû Belâ Ne Demektir? |
Allah dünyayı ve içindeki varlıkları yaratmadan evvel, öncelikle gelmiş ve gelecek bütün insanların ruhlarını yaratmıştır. Bunları ruhlar âlemi denilen bir âlemde bir araya getirmiştir. Daha sonra hepsini birden huzurunda toplayarak kendilerine hitâben:
- Ben sizin Rabbiniz değil miyim? diye sormuştur. Ruhlar da:
- Evet, sen bizim Rabbimizsin, diye cevab vermişlerdir. "Ancak sana ibâdet eder, senden yardım dileriz" demişlerdir. İşte bu konuşmanın vuku' bulduğu zamana, Kâlû Belâ denir.
Allah daha sonra insan ruhunun bu sözünde ne derece samimî ve doğru olduğunu ortaya çıkarmak için, şu dünyayı bir imtihan yeri olarak yaratmıştır. Ve her bir ruhu ayrı bir bedene yerleştirerek, onları belli zaman aralıklarıyla şu imtihan meydanına göndermiştir. Böylece insanın önüne iki yol açılmıştır:
Ya akıl ve iradesini iyiye kullanarak Kâlû Belâ'daki gibi Allah'ı Rab tanımakta devam edecektir. Yahut da iradesini ve aklını kötüye kullanarak Rabbini ve Allah'ını inkâr edecek, O'na kulluktan kaçacak, şeytan'ın yoluna sapacaktır.
Allah'a sonsuz şükürler olsun ki, biz Müslümanlar, Kâlû Belâ zamanında Rabbimize verdiğimiz sözde duran kimseleriz. İnşâallah son nefesimize kadar da bu sözümüzde durmaya devam edeceğiz.
.XX
.
Allah'a İman Ne Demektir? |
Allah Teâlâ'nın varlığına ve birliğine inanmak ve O'nu sıfat ve isimleriyle güzelce tanımaktır.
Allah'a îman, bütün dinlerin temelidir. Allah'a inanma, O'na dayanma ve ibâdette bulunma ihtiyacı, insanda yaratılıştan vardır. Bu duygu, insanla beraber doğmuş ve her devirde de olagelmiştir.
Allah'ın varlığının delillerinden biri de budur. Çünkü fıtrat yalan söylemez. İnsan fıtratında, madem, bir yüce Yaratıcıya inanıp dayanma, O'na ibâdet etme, yalvarıp dileklerine karşılık bulma ihtiyacı vardır; öyleyse o yüce Yaradanın vâr olmaması mümkün değildir. Bu, fıtratın inkârı demek olur. Başka hiçbir delil olmasa bile, bu fıtrat ve vicdan delili, Allah'ın varlığını anlamamız için kâfi bir ışıktır.
Aslında, Allah'ı inkâra yeltenenler bile, başları dara geldiği zaman yine Allah'a yönelmek, O'ndan yardım dilemek zorunda kalırlar. Fakat darlıktan kurtulur kurtulmaz yine eski hallerine dönerler. Bunun misallerini pek çok görmüş ve duymuşuzdur. Bu hususa Kur'ân-ı Kerîm şu şekilde işâret buyurmaktadır:
"İnsana bir zarar dokunduğu zaman, yan üstü yatarak, yahut oturarak veya ayakta iken bize yalvarır. Fakat ondan (ilticâsına sebeb olan o) zararı kaldırdığımız zaman, sanki kendine dokunan bir zarardan dolayı bize yalvaran o değilmiş gibi hareket eder. (Eski sapıklığına devam eder.)" (Yûnus: 12).
"Gemiye bindikleri zaman (batma korkusundan) ihlâs ile Allah'a yalvarırlar, fakat kendilerini karaya çıkarıp kurtardığımızda, hemen şirk koşarlar." (Ankebût: 65).
Allah'ın Zâtını Görmemiz ve Mâhiyetini İdrâk Etmemiz Mümkün müdür?
İnsanın Allah Teâlâ'nın zâtını bu dünyada görebilmesi mümkün olmadığı gibi, gerçek mâhiyetini kavrayabilmesi de imkânsızdır.
Çünkü, insan aklı ve duyguları mahduttur. Allah'ın mâhiyetini kavramaya müsâid değildir. Fakat mahlûkata bakıp O'nun varlığını ve birliğini anlamaya, sonsuz kudretini ve diğer sıfat ve isimlerini bilmeye güç yetirebilir.
Bunun içindir ki Allah Teâlâ, bizi zâtını ve mâhiyetini düşünmekten men'etmiş, yalnızca kendisinin varlığını ve birliğini bilmemizi ve sıfat ve isimlerini tanımamızı emretmiştir.
Bir hadîs-i şerîfte meâlen şöyle buyurulur:
"Allah'ın varlığını, birliğini anlamak için göklere bakın, yere bakın, kendi nefsinize bakın ve bütün bunların yaratılışındaki akıllara hayret veren incelikleri, bunların kendilerinden olamıyacağını düşünün. Çünkü bunlar, Allah'ın varlık ve birliğini gösteren alâmetlerdir. Fakat Allah'ın zâtını, mâhiyetini düşünmeyin. 'Allah acaba şöyle midir, böyle midir? O'nun görmesi, işitmesi nasıldır?' diye düşünmeye kalkışmayın. Zira buna kudretiniz yetmez. Ne kadar çalışsanız da bunu hakkıyla bilemezsiniz, idrâk edemezsiniz. Şaşırırsınız. Bilgi ve görgü ölçüleriniz buna yetmez."
Aslında biraz düşünecek olursak, Allah'ın zâtî mâhiyetini kavramanın mümkün olmadığını aklen bile anlayabiliriz. Yumurta içindeki bir civcivden yumurtanın dışındaki âlemi idrâk etmesi elbette beklenemez. İnsan aklı da şu muhteşem kâinatı ve kâinat içindeki Allah'ın yarattığı âlemleri bilme, tanıma bakımından, yumurta içindeki civcivden farksızdır. Bu bakımdan, aklın son derece sınırlı idrâk kapasitesiyle kâinat Hâlikının zâtını ve mâhiyetini kavrayabilmesi muhâl içinde muhâldir.
Mehmed Kırkıncı bu hususu şu şekilde izah etmektedir:
"Bir insanın mağarada büyüyüp hiç ışık yüzü görmediğini ve kendisinin bir gün sabahın erken saatlerinde ve daha güneş doğmadan dünya yüzüne çıkarıldığını farzediniz. Her tarafı dolduran ışıktan derhal gözleri kamaşan bu şahsa, bu ışığın bir güneşten geldiği söylense o adam güneşi ziyadesiyle merak edecek ve onu tanımaya çalışacaktır.
Şimdi bu adamın, hayâlinde nasıl canlandırırsa canlandırsın, güneşi kat'iyyen anlayamayacağı ve her defasında güneş yerine başka şeyler tahayyül edeceği âşikârdır. Çünkü, güneşi etrafında gördüğü şeylere kıyas edeceğinden yapacağı her kıyas yanlış olacak ve isabet kaydetmiyecektir.
Güneşe inanmak o adam için îmanın bir rüknü olsa, o, güneşi her nasıl tasavvur ederse etsin her hâlükârda şirke düşecektir. Onun yapacağı tek şey, bu ışığın bir güneşten geldiğini ve fakat o güneşin mahiyetini bilemeyeceğini idrâk etmektir. Zaten ondan istenen îman da bundan ibarettir.
Temsildeki adamın güneşi anlayamaması gibi, her bir insan da kendi beden memleketini idare eden ve ruh denilen sultanın mahiyetini bilememektedir. Bizler, bedenimizin ruhla kaim olduğunu, onun bu bedenden ayrılması hâlinde bu binanın yıkılacağını ve o sultanın göz penceresiyle bu âlemi seyrettiğini, kulak cihazıyla sesler âlemini temaşa ettiğini, dil terazisiyle de bütün tadları tarttığını... bildiğimiz hâlde, ruhun mâhiyetini bilemiyoruz. Onun mâhiyeti hakkında her ne söylesek, hilâf-ı hakikat olacağı gibi, ruhun zâtını her ne tarzda tahayyül veya tasavvur etsek onun hakkında yanlışlığa düşmüş olacağız.
İşte, görmediği bir güneşin zâtını anlamaktan âciz ve kendi ruhunun mâhiyetini bilmekten eli kısa olan insanın, zaman ve mekândan münezzeh, umum âlemlerin Hâlik-ı Zülcelâlini ve Mâlik-i Zülkemâlini (hâşâ) zâtiyle anlamaya çalışması, ne derece büyük bir dalâlet dîvâneliğidir ve insanı başaşağı şirke yuvarlayan bir düşünce sapıklığıdır, kıyâs ediniz." (Hikmet Pırıltıları)
|
Allah'a İmanın İnsan Hayatına Te'sirleri Nelerdir? |
Allah'a inanan ve O'na sevgiyle bağlanan insanın mânevî ufku kâinat kadar geniş, huzûru ve neş'esi Cennet bahçesi gibi daima taze ve ölümsüzür.
Gözlerinde îman nuru parlar, sözlerinde hakikat, sevgi ve neş'e çağlar.
İş ve hareketlerinde ahlâk, vekar ve isabet göze çarpar.
O, insanları hilkat itibariyle kardeşi bilir, onlara lütuf ve merhamet gözüyle bakar.
Şefkatlidir, insanların dertlerine bir karşılık beklemeden koşar. Boynu büküklerin gönlünü alır, yetimleri bağrına basar.
Kâinatla ve içindeki varlıklarla ünsiyet içindedir. Tanış gibidir. Hiçbir hâdise, onu korkutmaz, gözünü yıldırmaz. Kalbindeki îman kuvveti ile kâinata bile meydan okuyabilir.
Allah'ın kendisine bahşettiği nimetlerden O'nun iradesine uygun şekilde faydalanır ve tadar.
Ölümden korkmaz. Zira, ölümü bir hiçlik ve yokluk kuyusu değil, hakikî hayatın ve ebedî saadetin başlangıç kapısı kabûl eder.
Dünyada kendini misafir bilir. Misafirhane sahibi olan Allah'ın rızâsı ve izni dairesinde yer, içer ve rahatla yaşar. Misafirlik müddeti bitince de bu misafirhaneden huzurla ayrılıp ebedî mekânına gider.
Allah'a inanan ve sevgiyle bağlanan kimse, inançsızlığın verdiği korkunç ızdırap ve elemlerden kurtulur.
Allah'a inanan kimsenin, kendine de, başkalarına da hiçbir zararı dokunmaz. Kanunun olmadığı yerlerde bile Allah'ın onu her an gördüğü inancı, işlediği kötülüklerin cezasız kalmayacağı korkusu, onu kötülüklerden alıkor. Değil kötülük, bil'akis elinden geldiğince herkese iyilik yapmaya, faydalı olmaya çalışır.
Ruhunu iyi düşüncelerle doldurur, yüksek ahlâka erer, içinden kötü hisleri kovar.
Allah'a inanmak ve O'na bağlanmak, insanı aynı zamanda gerçek hürriyetine kavuşturur. Zira her şey'in Allah tarafından yaratıldığını bilen insan, yaratıklara değil, yaratana kul olur. Mahlûkattan değil, Hâlıkdan korkar. Yalnız Allah'a güvenir, dayanır, O'ndan ister, O'na sığınır. Kula kul olmaz. Kimseye el açıp dilencilik ve dalkavukluk yapmaz.
|
Allah Sevgisi ve Allah Korkusu |
İslâm'ın insanlara öğrettiği ilâhî esaslardan biri de, Allah'ı sevmek ve O'ndan korkmaktır.
Mü'min; nimeti, lütfu ve keremi sonsuz olan Rabbine karşı büyük bir sevgi ve hürmetle bağlanacak, O'nun rahmet ve merhametinin her şey'i kuşattığını düşünecek, ne kadar günahkâr olursa olsun, O'nun afvından ümidini kesmiyecektir. Yüce Allah'ın rahmet, sevgi ve şefkati sonsuz ise de, bunun yanında kahr ve azâbının şiddetli olduğunu da unutmayarak O'ndan korkacak, gazabından emin olmayacaktır.
Korkunun ifratından yeis, yani, ümidsizlik doğar. Pek fazla ümidlenmek ise, insanı gaflete atar ve âkıbeti umursamamaya götürür. Bu bakımdan Allah'ın azâbından emîn olmak da, rahmetinden ümîd kesmek de dînimizde yasaklanmıştır.
Şu halde mü'minin kalbi, Rabbinin huzurunda, korku ile ümid arasında O'na lâyık bir kul olma heyecaniyle çarpmalıdır.
Kur'ân-ı Kerîm'de mü'minlerin bu vasfına şu şekilde dikkat çekilmektedir:
"Mü'minler, Allah'ın rahmetini umarlar ve azâbından da korkarlar..." (İsrâ: 57).
"Allah'a korku ve ümid içinde dua ediniz" (A'râf: 56) buyurulmaktadır.
İmanın kemâline delâlet eden bu hâle beyne'l-havf ve'r-recâ, yani, korku ile ümid arasında olma hâli adı verilir.
Gerçekten de Allah'a olan îmanın kemâli, sadece Allah'ı sevmek veya sadece O'ndan korkmakla gerçekleşemez. İkisinin bir arada bulunması gerekir. İnsan, sevginin vereceği nazlanma ve şımarıklıktan ve rahmetine güven duygusunun sevkedeceği taşkınlık ve itâatsizlikten, ancak Allah korkusu ile kurtulabilir...
Sadece korkunun vereceği ye's ve ümidsizlik halinden insanı kurtaracak da, Allah sevgisi, rahmetinin genişliğine ve afvının sonsuzluğuna olan inançtır. Bu sebeble "Hayrın başı Allah sevgisi; hikmetin başı da Allah korkusudur" denilmiştir.
Aslında, Allah'a olan sevgi kadar, O'ndan korkmak da son derece tatlı ve zevkli bir haldir...
Allah korkusunda nasıl bir lezzet ve ruhî haz olduğu şu şekilde izah edilmiştir:
"Ârif-i billâh, aczden, mehafetullah'dan (Allah korkusundan) telezzüz eder. Evet, havf'da (Allah korkusunda) lezzet vardır. Eğer bir yaşındaki bir çocuğun aklı bulunsa ve ondan suâl edilse, "En leziz ve en tatlı hâletin nedir?" Belki diyecek: "Aczimi ve za'fımı anlayıp validemin şefkatli sinesine sığındığım hâlettir..."
Halbuki bütün vâlidelerin şefkatleri ancak bir lem'a-i tecellî-i rahmettir (Allah'ın rahmetinin küçük bir tecellîsidir).
Onun içindir ki kâmil insanlar, aczde ve havfullah'da öyle bir lezzet bulmuşlar ki kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberrî edip Allah'a acz ile sığınmışlar, aczi ve havfı (korkuyu) kendilerine şefaatçı yapmışlar..." (Sözler)
Allah'ı sevmek ve O'ndan korkmak hususunda Peygamberimiz de şöyle buyurmuşlardır:
- "Mü'min kimse, Allah'ın azab ve ikabının miktarını bilseydi, hiçbir kimse Cenneti ümid etmezdi. Kâfir de Allah'ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilseydi hiç kimse O'nun rahmetinden ümid kesmezdi."
- "Cennet size ayakkabınızın bağından daha yakındır, Cehennem de böyle..."
- "Sağılan süt memeye girmediği gibi Allah korkusundan ağlayan kimse de Cehenneme girmez. Allah yolunda çarpışırken husule gelen tozla Cehennemin dumanı birleşmez."
- "Allah katında iki damla ve iki izden daha sevimli bir şey yoktur.
- "Herhangi biriniz ölürken Allah'a hüsn-i zan etmeksizin (afv ve mağfiret edeceğini ummaksızın) ölmesin."
|
Her Müslümanın, Allah'ın bütün kemâl sıfatlarına sahip, noksan sıfatların hepsinden de uzak olduğuna inanması farzdır.
Allah Teâlâ hakkında kabûl edilmesi vâcib olan kemâl sıfatları başlıca iki kısma ayrılır:
1. Tenzihî ve selbî sıfatlar
2. Zâtî ve sübûtî sıfatlar
Tenzihî ve selbî sıfatlar şunlardır: Vücud, Kıdem, Beka, Vahdâniyet, Muhalefetün lil-havâdis, Kıyam bi-nefsihî.
Zâtî ve sübûtî sıfatlar ise şunlardır: Hayat, İlim, Semi', Basar, İrâde, Kudret, Kelâm, Tekvîn.
Şimdi bunları sırası ile inceleyelim:
1- TENZİHÎ ve SELBÎ SIFATLAR
Vücûd:
Bu sıfat, Allah Teâlâ'nın vâr olduğunu ifâde eder. Allah Teâlâ'nın varlığı başka bir varlığa bağlı olmayıp, zâtının îcabıdır. Yani vücûdu, zâtıyla kaimdir ve zâtının vâcib bir sıfatıdır. Bu sebeble Hak Teâlâ'ya Vâcibü'l-Vücûd denilmiştir. Bâzı Kelâm âlimleri, Vücûd sıfatına, sıfat-ı nefsiyye adını vermişlerdir.
Vücûd'un zıddı olan adem (yok olma) Allah Teâlâ hakkında muhaldir.
Allah'ın yok olduğunu iddiâ etmek, kâinatı ve içindeki varlıkları inkâr etmeyi gerektirir. Çünkü her şey'i yaratan ve vâr eden O'dur.
Kıdem:
Kıdem, Allah Teâlâ'nın varlığının başlangıcı olmaması demektir. Allah Teâlâ kadîmdir, ezelîdir. Yani önce yok iken sonradan vâr olmuş değildir. Geçmişe doğru ne kadar gidilirse gidilsin, Cenâb-ı Hakk'ın vâr olmadığı bir an, bir zaman, tasavvur edilemez. Aslında zaman ve mekânı yaratan da O'dur. Allah Teâlâ zaman ve mekân kayıtlarından münezzeh, ezelî ve kadîm bir Zât-ı Zülcelâldir.
Kıdem'in zıddı olan hudûs (sonradan olma, belli bir zamanda yaratılma) Allah Teâlâ hakkında muhaldir.
Beka:
Beka, Allah Teâlâ'nın varlığının sonu olmaması, daima var bulunması demektir.
Allah Teâlâ'nın varlığının başlangıcı olmadığı gibi, sonu ve nihayeti de yoktur. O hem kadîm ve ezelî, hem de bâki ve ebedîdir. Zâten kıdemi sâbit olan bir varlığın, bekası da vâcib olur.
Beka'nın zıddı fena, yani, bir sonu olmaktır. Bu ise, Allah Teâlâ hakkında muhaldir.
Muhalefetün lil-havâdis:
Allah'ın, sonradan vücud bulan varlıklara benzememesi demektir.
Allah Teâlâ ne zâtında, ne de sıfatlarında kendi yarattığı varlıklara benzemez.
Biz Allah'ı nasıl düşünürsek düşünelim, O, hâtır ve hayâlimize gelenlerin hepsinden başkadır. Çünkü hâtıra gelenlerin hepsi hâdis, yani, sonradan yaratılmış, yok iken vâr edilmiş şeylerdir. Allah Teâlâ ise, vücûdu vâcib, kadîm ve bâkî, her şeyden müstağnî, her türlü noksandan uzak, bütün kemâl sıfatlara sahip olan İlâhî ve mukaddes bir zâtdır.
Şübhe yok ki, böyle yüce bir Zât, önce yok iken sonra vâr olan, bil'âhare tekrar zeval bulan varlıklara benzemez.
Nitekim Cenâb-ı Hak kendi zâtını Kur'ân-ı Kerîm'de:
"Onun "Hak Teâlâ'nın) benzeri yoktur. O, her şey'i işitici ve görücüdür" (Şûra: 11) sözleriyle tavsif etmiştir.
Peygamber Efendimiz de (asm) bu mânayı te'yiden:
"Her ne ki senin aklına geliyor, işte Allah Teâlâ onun gayrısıdır" buyurmuştur.
Kıyam Bi-nefsihî:
Allah Teâlâ'nın, başka bir varlığa ve hiçbir mekâna muhtaç olmadan zâtı ile kaim olması demektir.
Mevcudatın hepsi, sonradan vücuda gelmiştir. Bu sebeble de bir Yaradana ve bir mekâna muhtaçdırlar. Buna mukabil her şeyin yaratıcısı olan Allah Teâlâ'nın vücûdu, zâtının gereğidir ve varlığı hiçbir şey'e muhtaç değildir.
Şayet Allah da vâr olabilmek için başka bir varlığa muhtaç olsa idi, O da mahlûk olur ve her şey'in Hâlikı ve başlangıcı olmazdı.
Halbuki O, her şey'in Hâlikı ve yaratıcısıdır. O'ndan başka her şey mahlûktur. Hâlık ise, mahlûkuna asla muhtaç olmaz.
Vahdaniyet:
Allah'ın bir olması demektir.
Vahdaniyet, Allah Teâlâ'nın kemal sıfatlarının en önemlisidir. Çünkü bu sıfat, Allah Teâlâ'nın zâtında, sıfatlarında, fiillerinde bir olduğunu; saltanat ve icraatında ortaksız bulunduğunu ifade etmektedir.
Bu sıfatın zıddı olan birden fazla olmak (taaddüd) ve bir ortağı bulunmak (teşerrük) Allah hakkında muhaldir.
İslâm dîninde, hattâ bütün hak dinlerde, tevhid, yani, Allah'ın birliği (tevhid) akîdesi, îman esaslarının ve tüm dinî inançların temelini teşkîl eder. Kalbde tevhid akîdesi bulunmadıkça, Allah indinde hiçbir inanç, hiçbir amel, makbûl değildir. Bu sebeble İslâmiyet, beşeriyete her şeyden önce tevhid inancını sunmuş ve bütün insanlığı Allah'ı birlemeğe, şerîk ve nazîrden tenzîhe çağırmıştır. Hak dinler ile bâtıl dinlerin ayrıldığı en mühim nokta da, bu husustur. Çünkü bâtıl dinler de Allah'ın varlığını kabûl etmekte, fakat İlâhî sıfatlarda, bilhâssa, vahdaniyet sıfatında hatâya düşerek, O'na nazîr ve ortaklar koşmaktadırlar.
Bu bakımdan, Allah'ın varlığını kabûlden sonra en mühim hakikat, tevhid inancı olmaktadır. Tevhid inancı olmadan Allah'a îmanın bir mânası ve değeri kalmamaktadır.
Kur'an'da Allah'ın birliği ve tevhid inancı üzerinde duran âyetlerden bâzıları şunlardır:
"De ki Allah birdir." (İhlâs: 1).
"Allah'tan başka bir yaratıcı var mıdır?" (Fâtır: 3).
"Onunla (Allah ile) birlikte hiçbir ilâh yoktur. (Eğer olsaydı) her ilâh kendi yarattığını kabûllenir (ve korur) ve mutlaka birisi diğerine galebe eder (üstün gelir)di." (Mü'minûn: 91).
"Yer ve gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, yerin de, göğün de nizâmı bozulur, harâb olurdu." (Enbiyâ: 22).
2- ÊZÂTÎ ve SÜBÛTÎ SIFATLAR
Bu sıfatlar, selbî sıfatlar gibi Allah'ı noksanlıklardan tenzîh eden îtibarî vasıflar olmayıp, Cenâb-ı Hakk'ın zâtı ile kâim olan ezelî ve hakikî sıfatlardır.
Bu sıfatlara ayrıca sıfat-ı meânî ve sıfat-ı ilmî de denir.
Sübûtî sıfatlar, Eş'arîlere göre 7, Mâtüridîlere göre, 8'dir. Şimdi bunları sırası ile inceleyelim:
Hayât:
Cenâb-ı Hakk'ın hayat sâhibi olması, hayat sıfatiyle muttasıf bulunması demektir.
Cenâb-ı Hak hakkında vâcib olan bu sıfat, mahlûkatta görülen ve maddenin ruh ile birleşmesinden doğan geçici ve maddî bir hayat olmayıp ezelî ve ebedîdir. Bütün hayatların kaynağı olan hakikî hayattır.
Hayat sıfatı, İlim, İrâde, Kudret gibi kemâl sıfatlariyle yakından ilgilidir. Bu sıfatların sâhibi bir zâtın, hayat sâhibi olması zarurîdir. Çünkü ölü bir varlığın ilim, irade ve kudret gibi kemâlâtın sâhibi olacağı düşünülemez.
Bunun içindir ki, hayat sıfatını, Cenâb-ı Hakk'ın ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarla vasıflanmasını sağlayan ezelî bir sıfattır, diye târif etmişlerdir.
Hayat sıfatının zıddı memât, yani, ölü olmaktır. Bu ise Allah hakkında muhaldir.
İlim:
Allah Teâlâ'nın her şey'i bilmesi, ilminin her şey'i kuşatması demektir.
Bu âlemi en güzel şekilde, en mükemmel bir nizâm üzere yaratan ve onu idare eden Zât-ı Akdes'in, yarattığı varlığı en ince teferruatına kadar bilmesi gerekir. Zira hakikatı, faydası, lüzum ve hikmeti bilinmeyen bir şey, nasıl yaratılabilir? O halde yaratıcının bir şey'i yaratabilmesi için, evvelâ ilim sâhibi olması, sonra o ilmin icablarına göre yaratması şarttır. Bundan başka, îman ve sâlih amel sâhiplerini mükâfatlandırmak, isyan eden ve kötü yolda olanları da cezalandırmak, ancak bu kimselerin yaptıklarını bütün teferruatı ile bilmekle mümkündür.
İlmin zıddı cehil, gaflet ve unutkanlıktır. Bütün bunlar Hak Teâlâ hakkında muhaldir.
İrâde:
Allah'ın bir şey'in şöyle olup da böyle olmamasını dilemesi; her şey'i dilediği gibi tayin ve tesbit etmesi demektir.
Allah Teâlâ kâmil bir irâde sahibidir. Bu kâinatı ezelî olan irâdesine uygun olarak yaratımştır.
Bu kâinatta olmuş ve olacak her şey Allah'ın dilemesi ve irâde etmesiyle olmuş veya olacaktır. O'nun her dilediği mutlaka olur, dilemediği de asla vücûd bulmaz. Bu hususta Kur'an'da:
"Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmederse (yani onu dilerse) ona ancak 'ol' der, o da oluverir" (Âl-i İmrân: 47) buyrulur. Hadîs-i şerîfte de: "Allah'ın dilediği oldu, dilemediği de olmadı" denilmiştir.
İrâde sıfatından başka meşîet adında müstakil bir sıfat yoktur.
Çünkü, irade ve meşîet aynı mânaya gelir. Nitekim meşîet, Kur'an'da ve hadîslerde irâde mânasına kullanılmıştır.
Kudret:
Kudret, Hak Teâlâ'nın varlıklar üzerinde irâde ve ilmine uygun olarak te'sir ve tasarruf etmesi, her şey'i yapmağa ve yaratmaya gücü yetmesi demektir.
Allah Teâlâ'nın sonsuz bir kudret sahibi olduğuna ve her şey'e kadir bulunduğuna, görmekte olduğumuz şu kâinat ve ihtiva ettiği güzellik ve şaşmaz nizam en büyük delildir.
Tekvin:
Tekvin; îcad ve yaratma demektir. Tekvin'i mâdum (yok) olan bir şey'i yokluktan çıkarmak, vücûda getirmek diye îzah etmişlerdir.
Tekvin, Ehl-i Sünnet'in iki hak itikadî mezhebinden biri olan Mâtüridîlere göre, ilim, irade ve kudret sıfatından ayrı bir sıfattır.
Yine Mâtüridîlere göre, Hak Teâlâ'nın yaratmak, rızık ve nimet vermek, azâb vermek, diriltmek, öldürmek gibi bütün fiilleri, tekvin sıfatına râcidir. Onun eser ve tecellîsi sayılır. Bunlara sıfat-ı fi'liyye (fiilî sıfatlar) da denilir.
Kudret ve tekvin, birer kemal sıfatı olup zıdları olan acz, Allah hakkında muhaldir.
Eş'arîlere göre ise: Allah'ın tekvin sıfatı diye ayrı, müstakil bir sıfatı yoktur. Tekvin, kudret sıfatının makdûrata (yaratılması takdîr edilmiş şeylere) yaratma ânında taallûkundan ibarettir. Yani tekvin, kudret sıfatı içinde itibarî bir vasıf olmaktadır.
Allah Teâlâ'ya Mükevvin isminin verilmesi, O'na, kudret sıfatından ayrı, Tekvin adında bir sıfatın isnâd edilmesini gerektirmez. İcad etmek, yaratmak, bilfiil vücuda getirmek, Hak Teâlâ'nın Kudret sıfatıyla olur.
Mâtüridîler Tekvin sıfatını Kudret sıfatından ayrı bir sıfat kabûl ettiklerinden, zâtî ve sübûtî sıfatları 8 olarak sayarlar. Eş'arîlere göre ise bu sıfatlar 7'dir (Sıfât-ı Seb'a).
Semi' ve Basar:
Allah'ın her şey'i işitip, her işi görmesi demektir.
Sem' ve basar sıfatları da Allah'ın ezelî ve ebedî kemâl sıfatlarındandır.
Allah'ın işitip görmesine, uzaklık - yakınlık, gizlilik - açıklık, karanlık - aydınlık gibi mefhumlar bir engel teşkil edemezler.
O, içimizdeki fısıltıları, kalbden ve gönülden yaptığımız duaları işitir. Hikmetine uygun şekilde karşılık verir.
Hak Teâlâ'nın Semî' ve Basîr, yani, her şey'i en iyi işitici ve en iyi görücü olduğu, Kur'ân-ı Kerîm'de defalarca zikredilmiştir.
Sem' ve Basar sıfatları birer kemâl sıfatı olduğundan, zıdları olan a'mâlık (görmemek) ve sağırlık (işitmemek) Zât-ı Bârî hakkında muhal olan noksan vasıflardandır.
Kelâm:
Allah Teâlâ'nın harfe ve sese muhtaç olmadan konuşması demektir.
Allah Teâlâ'nın kelâm, yani, söyleme, konuşma sıfatı vardır. Bu sıfat ezelî ve ebedîdir. Bu sebeble Allah'a Mütekellim denilir. Kur'ân-ı Kerîm'e de Kelâmullah tabir edilir.
Allah'ın peygamberlerine bildirdiği vahiyler, onlara verdiği İlâhî kitablar, mahlûkatına gönderdiği ilhamlar, hep O'nun Kelâm sıfatının bir tecellîsidir.
|
ALLAH'IN VARLIĞINI İSBAT EDEN DELİLLER (İSBÂT-I VÂCİB) |
Allah'ın varlığını bize bildiren ve anlatan pek çok delil vardır. Bu delilleri başlıca 3 grupta toplamak mümkündür:
1. Dış âlemden yani, kâinattan çıkarılan tabiî deliller,
2. Akıl yoluyla elde edilen "metafizik" deliller.
3. İnsan tabiatından çıkarılan ahlâkî ve vicdanî deliller...
Dış Âlemden Çıkarılan Tabiî Deliller:
Allah'ın varlığına en büyük delil, şu muhteşem kâinat ve o kâinat içinde yaşayan varlıklar, cereyan eden işler ve olaylardır. Kâinat, âdeta bir kitab gibi, her cümlesi, her satırı, her kelimesi ve her harfiyle Allah'ın varlığını göstermekte; birliğini isbat etmektedir.
Kâinatın Allah'ın varlığına olan bu şehadeti, şu cümlede vecîz bir şekilde ifade edilmiştir:
"Kâinatta atomlardan galaksilere kadar her bir varlıkta, Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden nice âyetler, işaretler, şehadetler vardır."
"Allah'a giden yollar, mahlûkatın nefesleri sayısıncadır" sözü de aynı mânayı ifade etmektedir.
Kâinat kitabının ihtiva ettiği bu delilleri, başlıca 4 grupta toplayabiliriz:
1. Hudûs (sonradan vâr olma) delilleri: Bunlar kâinatta görülen varlıkların hal ve sıfatlarından çıkarılan delillerdir.
2. İmkân delilleri: Bunlar, âlemin yoktan vâr edilmesinden çıkarılan delillerdir.
3. Hareket delili: Maddede bulunan hareket özelliğinden çıkarılan delildir.
4. İbdâ ve gâye delili: Âlemdeki nizamdan ve her şey'in bir gâyeye göre yaratıldığı esasından çıkarılan delildir.
Şimdi bunları kısaca görelim:
I - Hudûs delilleri:
Bu âlemin hâdis olduğuna, yani, sonradan vâr olduğu ve bu bakımdan evveli olmayan kadîm bir yaratıcıya muhtaç bulunduğuna dair birçok deliller ile sürülmüştür. Bunları iki delil halinde hulâsa etmek mümkündür:
1. Cisimlerin hudûsu esasına dayanan delil.
2. İhtirâ (îcad etme) delili.
1 - Cisimlerin hudûsu esasına dayanan delil, İslâm İlâhiyat âlimleri olan Kelâmcıların delilidir. Bu delili şöyle bir kıyasla beyân ederler:
Bu âlem, sûreti ve maddesiyle hâdistir. Yani, cisimlerin sûreti de, maddesi de yok iken sonradan vâr edilmiştir.
Her hâdis mutlak bir muhdise (mûcid ve yaratıcıya) muhtaçtır. O halde bu âlem de bir muhdise muhtaçtır.
O da Allah Teâlâ'dır.
2 - İhtirâ delili:
Bu delil, Kur'an'da zikri geçen bir delildir. Kur'an'da yaratılış keyfiyetinden söz eden bütün âyetler, ihtirâ, yani, îcad delilini ifade etmektedir. Bu delili Kur'an'da ilk defa İslâm filozofu İbn-i Rüşd bulmuş ve ifade etmiştir.
Bu delilin hulâsası ise şudur:
Gökler ve yer, bitkiler ve hayvanlar v.b. görünen her şey, ihtirâ (îcad) olunmuştur.
Her ihtirâ olunana bir ihtirâ edici lâzımdır.
O halde şu mevcûdatın da bir ihtirâ edicisi vardır.
O da Allah Teâlâ'dır.
II -İmkân esasına dayanan deliller:
Bu metodla Allah'ın varlığını isbat, bâzı kelâm âlimleri ile İslâm feylesoflarının yoludur. Bu deliller de pek çoktur. En meşhuru, "Bu âlemin mümkin olması delili"dir. Bu delil, kıyas yoluyla şöyle ifade edilmiştir:
Bu âlem bir mümkinler mecmuasıdır. (Mümkin; vücudu da, ademi de eşit olan, yani, vâr olması da yok olması da aklen câiz bulunan şey demektir.)
Her mümkin, vâr olabilmesi için yokluğuna varlığını tercih edecek bir müreccihe, müessir bir kuvvete muhtaçtır.
O halde mümkinler topluluğu olan bu âlem de, vâr olabilmek için böyle müessir bir kuvvete muhtaçtır.
O müessir kuvvet de, bu âlemin dışında, vücûdu zâtına vâcib olan bir varlıktır. O da Allah'tır.
III - Maddede bulunan hareket vasıtasıyla Allah'ı isbat delili:
Bâzı ilâhiyatçılar da, hudûs delilinde zikri geçen maddenin daima hareket hâlinde oluşundan çıkarılan bir delil ile, Allah'ı isbat ederler. Bu delilin hulâsası da şudur:
Şu âlemde bulunan madde ve ondaki hareket, bugün ilmen sâbittir.
Bu madde ve ondaki hareket, ezelî değildir.
Vücûdu vâcib olan Allah'ın îcadı ve tahrîki iledir.
Gerçekten de günümüzdeki gelişmeler, kâinatla ilgili ortaya konulan yeni bilgi ve teoriler, bize kâinatın kadîm ve ezelî olamıyacağını apaçık göstermektedir. Bilhâssa kâinatın doğuşu ile ilgili Bigbang teorisi, maddenin ezeliyet ve kıdemini temelden yıkmıştır.
IV - İbdâ' ve gâye delili:
İbdâ': Bir şey'i, benzeri veya örneği olmadan güzel ve mükemmel bir şekilde vücuda getirmektir.
Gâye ise, bir şey'in neticesi; o şey'in varlığına bağlı fayda ve onun vücudunu gerektiren hikmet demektir.
Bu delil, Sokrat'tan bu yana, bütün ilâhiyatçı filozofların önem verdiği bir delildir. Diğer bir adı da "Nizam" delilidir. Kur'an-ı Kerîm'de âlemdeki ibdâ ve gâyeyi belirten pek çok âyet vardır. Büyük İslâm filozofu İbn-i Rüşd bu bakımdan bu delili, Kur'an'ın delillerinden sayar ve "inâyet delili" adını verir.
Bu delil, kâinatı ve kâinatın cüzlerini ve nevilerini bozulmaktan, dağılmaktan kurtarıp bütün hususiyetleriyle birlikte intizam altına alan ve kâinata hayat veren muhteşem bir nizamın varlığı esasına dayanmaktadır.
Kâinatta tecelli eden bütün hikmetlerin, faydaların menşe'i bu nizamdır. Kur'an'da varlıkların menfaat ve maslahatlarından bahseden bütün âyetler, bu nizamı göstermektedir. Binaenaleyh bütün maslahatların ve menfaatlerin mercii olan ve kâinata hayat veren böyle bir nizam, elbette bir Nâzım'ın vücuduna delâlet eder. Ayrıca o Nâzımın kasd ve hikmetini de gözler önüne serer.
Kâinat nizamının varlığı, bugün ilim ve fenler tarafından bütün açıklığı ile ortaya konulmuştur. Çünkü, fen ilimlerindeki küllî kanunlar ve umumî prensipler, kâinat nizamının yükseklik ve güzelliğinin reddi imkânsız şâhidleridirler. Nizam olmasa, külliyet ve kanuniyetten söz edilemez, fen ilimlerinin varlığından bahsedilemezdi.
Allah'ın varlığını isbat sadedinde dış âlemden çıkarılan tabiî delillerin hulâsası budur. Konuyu İbn-Rüşd'ün şu cümlesiyle tamamlıyalım:
"Allah'ın varlığını tam mânasıyla anlamak ve bu hususta tam bir bilgi sahibi olmak isteyenler için, yeryüzündeki varlıkları incelemeleri vâcibdir. [Bu hususta yazılan ilmî eser ve incelemeleri okumak da kifâyet eder]. İnsanı Allah'ı bilmeye ve O'na inanmaya götüren en doğru yol da budur..."
Akıl Yoluyla Çıkarılan Metafizik Deliller:
Batılı ilâhiyatçı filozoflar, Allah'ın varlığını isbat için birçok aklî deliller ileri sürmüşlerdir. Bunların en mühimi, modern felsefenin kurucusu olarak bilinen meşhur Fransız filozofu Dekart (Descartes) tarafından ifade edilen, "kemâl" ve "nâmütenâhî" fikirlerine istinad ettirilen iki metafizik delildir. Bu iki delil, birbirinin tamamlayıcısı mahiyetindedir. Hulâsası şudur:
İnsanın noksan bir varlık olmasına rağmen, nâmütenâhî (sonsuzluk) fikrini taşıması; kemâl sıfatlarına sâhip, nâmütenâhî bir varlığın vücudunu göstermektedir. O da bütün kemâllerin ve sonsuzluğun sâhibi Allah'tır.
Beşer Tabiatından Çıkarılan Ahlâkî ve Vicdânî Deliller:
Bu konuda ileri sürülen başlıca deliller şunlardır:
1. İnsanlık tarihi ve umumun şehâdeti delili:
İnsanlık tarihi bize en ilkel devirlerden beri her asırda yaşayan insanlarda din inancının ve Allah fikrinin var olduğunu göstermektedir. Bütün insanlar her asırda İlâhî bir kudretin varlığına inanagelmişler ve bir dine sâhip olmuşlardır. Nereye gidilmişse orada basit ve bâtıl bile olsa, din ve Allah fikrine rastlanmıştır. Geçmiş devirlerde çeşitli şekillerde putlara tapanlar, ateşi, yıldızları takdîs edenler dahi bütün bunların üstünde büyük bir kudretin vâr olduğuna, her şey'i yaratan ve terbiye eden, esirgeyen sonsuz bir varlığın mevcudiyetine inanmışlar; dış âlemde taptıkları şeyleri O'na yaklaşmak için birer vesile edinmişlerdir. Cinsleri, devirleri ve memleketleri ayrı, birbirini tanımayan milletlerde görülen bu mutlak inanç birliği; din fikrinin umumî, Allah inancını fıtrî olduğunu isbat etmektedir.
Fıtrat yalan söylemeyeceği için, bütün insanlar arasında görülen bu fikir ve şuur birliği, yersiz ve asılsız bir şey olamaz. O halde insanlık tarihinin ittifakla kabûl ettiği Allah fikri, şübhe götürmez bir gerçeği ortaya koymakta ve Cenâb-ı Hakk'ın varlığına kuvvetli bir delil teşkil etmektedir.
2. İnsanın fıtratından ve taşıdığı duygulardan çıkarılan deliller:
İnsanın duygularında, arzu ve isteklerinde bir sonsuzluk vardır. Ruhunda hayra ve güzelliğe doğru büyük bir meyil ve sonsuz bir hasret mevcuttur. Sonra insanlarda akıl ve idrâk, irade ve ihtiyar da bulunmaktadır. Mahdut ve noksan olduğu halde, sonsuz bir hayra ve en mükemmele doğru yönelen bu duygular, şübhe yok ki, sonsuz ve ekmel olan bir varlığın yani Allah'ın mevcudiyetini isbat etmektedir.
Ayrıca, insan fıtrat ve vicdanında, düşmanlarına mukabil istinad noktası, ihtiyaçları karşısında da istimdad noktası olmak üzere iki zarurî hakikat vardır. Bu hakikatler, ancak Allah'ın varlığına dayanır ve O'nun sonsuz kudretinden yardım görürse bir mâna ve değer kazanabilir. Her vicdanda ve fıtratta bulunan bu istinad ve istimdat noktaları, Allah'ın varlığını gösteren birer pencere olmaktadır. Bu bakımdan insan aklı, düşünme melekesini kaybetse bile, vicdan Allah'ı unutmaz.
Allah'ın varlığını isbat için serdedilen delillerin umumî bir değerlendirilmesini yapacak olursak:
Kelâmcıların kullandıkları hudûs ve imkân delilleri, uzun ve anlaşılması zor delillerdir. Bu sebeble vehimlerden uzak kalamamıştır.
Filozof ve ilâhiyatçıların aklî delilleri ise, o da vesveselerden bütünüyle uzak değildir.
Bunlar dışında, Kur'an'ın ortaya koyduğu 2 delil vardır ki, bunlar Allah'ın varlığını isbat (isbât-ı vâcib) konusunda serdedilen delillerin en kuvvetlisi, en sağlamı, tereddüdlerden en uzak olanıdır. Bu iki delilden birisi, nizam veya diğer ifadeyle inâyet ve gâye delilidir. İkincisi de ihtirâ delilidir... Bunları yukarıda kısaca izah etmiştik...
|
Bürhan-ı Temanü':
İslâm İlâhiyat âlimleri (Kelâmcılar) Allah'ın birliğini isbat için çeşitli deliller zikretmişlerdir. Bunların en önemlisi Bürhan-ı temanü' delilidir.
Her akl-ı selim sâhibi bilir ki, ulûhiyet sıfatına sahip olan ve vücudu hariçten bir varlığın değil, zâtının gereği bulunan varlık, tam bir kudret mâliki, mutlak bir hüküm ve galebe sâhibidir. Bu hâl, ulûhiyetin îcabıdır. O halde ilâh olan varlığın kudret ve kuvveti karşısında durabilecek bir rakibi bulunmaması gerekir. Aksi takdirde kudreti noksan, kendisi nâkıs bir varlık olur. Böyle bir varlık da ilâh olamaz.
Şimdi her bakımdan birbirine denk iki ilâh bulunduğunu farz edelim. Yaratmakta ve hükmetmekte bağımsız hareket etmeleri ilâhlığın tabiatı icabı bulunduğundan, bu iki ilâhın her zaman ittifak edip anlaşmaları imkânsızdır. Tam bir kudret ve galebe sahibi olan her bir ilâhın, kendi arzusuna muhalefet edilmesine rıza göstermesi de muhaldir.
Şu halde, her bakımdan birbirine eşit iki ilâhın bulunduğunu farzettiğimizde, aralarında ihtilâf ve arzularında çatışma olacağı kesindir.
Böyle bir ihtilâf sonunda, meselâ ilâhların biri bir şey'in olmasını, diğeri de olmamasını istese, aklen şu üç ihtimalden biri olacağı muhakkaktır.
1. Ya iki ilâhın da dediği olacaktır.
2. Veya her ikisinin de dediği olmayacaktır.
3. Yahut ilâhlardan birinin istediği olurken, diğerininki olmayacaktır.
Bu ihtimallerden herbiri de aklen muhal ve imkânsızdır.
Her ikisinin de istediği olsa, bir anda bir şey'in hem olması, hem de olmaması, yani, vücud ve adem gibi iki zıddın bir araya gelmesi durumu ortaya çıkar ki, bu mantıken imkânsızdır.
Her iki ilâhın da istediklerinin olmaması, bir anda bir şey'in hem vücuddan, hem de ademden mahrum kalması, yani, zıdların ortadan kalkması demektir ki, bu da aklen ve mantıken muhaldir.
Bundan başka, istekleri yerine gelmeyen ilâhların acziyete düşmeleri de söz konusudur. Âciz olan varlıklar ise, ilâh olamazlar, bir şey yaratamazlar.
Üçüncü ihtimal gereğince, ilâhlardan birisinin arzusu tahakkuk eder, diğerininki tahakkuk etmezse; arzusu yerine gelmeyen ilâh âciz olur, âciz olan ise ilâh olamaz.
Ayrıca ulûhiyet sıfatlarında eşit olduklarını zikrettiğimiz iki ilâhtan birinin âciz olduğu sabit olunca, âciz olana eşit olan diğerinin de âciz olacağı sabit olur. Böylece her iki ilâhın da aczi lâzım gelir. Âciz olan varlıklar da ilâh olamazlar.
Bu şekilde bütün ihtimallerin bâtıl olduğu ortaya çıkınca, iki ilâh faraziyesinin bâtıl olduğu da kendiliğinden sabit olur. O halde ilâh tektir. O da vücudu ezelî, ebedî, zâtının gereği, mutlak kemal, mutlak kudret ve azamet sâhibi olan Hak Teâlâ'dır.
Bu delile, Bürhan-ı Temânü' adı verilmiştir.
Tevhidi isbât eden daha başka deliller de ileri sürülmüştür. Mühim gördüğümüz bâzılarına kısaca temas edelim:
"Hâkimiyetin ortak tanımaması" delili:
Hâkimiyetin en esaslı ve vazgeçilmez kanunu, istiklâliyettir. Yani, gayrın müdahalesini ve saltanata ortaklığını reddir.
Hâkimiyetin zayıf bir gölgesine ve küçük bir cilvesine mazhar olan âciz insanların bile, istiklâliyetlerini muhafaza için dış müdahaleleri nasıl şiddetle reddettiği ve kendi işine başkalarının karışmasına nasıl müsamahasız davrandığı meydandadır. Hattâ hâkimiyetine karışabilir tevehhümüyle, en dindar padişahlar bile, mâsum çocuklarını ve sevdikleri kardeşlerini öldürtmüşlerdir. Bu da hâkimiyette gayrın müdahalesine yer olmadığı gerçeğinin ne derece kat'î ve esaslı olarak hükmettiğini apaçık göstermektedir.
Acaba âciz ve yardıma muhtaç insanlardaki hâkimiyetin bir gölgesi bu derece müdahaleyi reddeder, hâkimiyetinde iştirâki kabûl etmez, istiklâliyetini ne pahasına olursa olsun muhafazaya çalışırsa; elbette "rububiyet derecesinde mutlak hâkimiyeti, ulûhiyet derecesinde mutlak âmiriyeti, ehadiyet derecesinde mutlak istiklâliyeti olan" Cenâb-ı Hakk'ın ne derece şerikten, ortaktan, nazîrden, rakipten uzak olacağı anlaşılır.
Bu bakımdan istiklâliyet ve infirad (teklik), Allah'ın mutlak hâkimiyetinin zaruri bir neticesidir.
Nizam delîli:
Kâinat yüzünde zerrelerden yıldızlara kadar varlıkların tek tek herbirinde ve umumunda görülen nihayet derecede mükemmel bir nizam ve intizam, tevhide en büyük delil, en parlak bürhandır. Çünkü kâinattaki ilâhî icraat ve îcada, bir tek Sâni'den başkasının müdahalesi olsa, bu gayet hassas nizam ve muvazene bozulacak ve her tarafta intizamsızlık eseri görünecekti.
Zerrelerden yıldızlara kadar hiçbir şeyde, hiçbir karışıklık, intizamsızlık görülmemektedir. Bu hal, gayet parlak bir şekilde Sâni'in vahdetine, mülkünde ortağı, yardımcısı, rakîbi olmadığına şehadet etmektedir.
"Vahdette kolaylık, kesrette zorluk olduğu" delîli:
Eşyanın îcadı, bir tek Sâni' ve Hâlika verilirse, bir tek varlık gibi kolay olur. Eğer tabiata, tesadüfe isnad edilirse, bir tek sinek, semâvât kadar; bir çiçek bir bahar kadar; bir meyve bir bahçe kadar, zor ve müşkilâtlı olur. Kâinatta eşyanın îcadında nihayetsiz bir sühûlet ve kolaylık görüldüğüne göre, Sâni'in tek ve vâhid olduğu anlaşılır...
|
Şirk kelimesi, ortaklık demek olup, tevhid kelimesinin zıddıdır. Şerik ise, ortak demektir.
Kur'ân-ı Kerîm insanları tevhide, yani, Allah'ın birliğini kabûle dâvet etmiş, O'na zâtında, sıfat ve fiillerinde başkalarını şerik (ortak) kılmaktan şiddetle men'etmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm, ayrıca şirkin pek büyük bir günah ve zulüm olduğunu, Hak Teâlâ'nın kendisine şirk koşulmasını asla afvetmiyeceğini, bundan başka olan günahları - dileyeceği kimseler için - afv edeceğini de bildirmiştir.
Yeryüzündeki herşey kendi emrine ve hizmetine verilmiş ve idaresine terkedilmiş olan insanın, kendi hizmetinde olan bâzı varlıkları ilâh kabûl ederek Allah'ı bırakıp onlara ibâdet etmesi ve onları Allah'a şerik koşması gerçekten son derece ağır bir günah, büyük bir zulümdür.
Şirkin günah ve zulüm oluşu, sadece Allah'ın hukukuna karşı bir tecavüz, iftira ve hakaret oluşu sebebiyle değildir. Şirk aynı zamanda kâinatın ve umum mahlûkatın hukuklarına karşı da büyük bir hakaret ve tecavüzdür.
|
Şirkin nevileri |
Şirkin başlıca nevileri şunlardır:
1. Allah'ı bırakarak, O'ndan başka canlı veya cansız varlıklara tapmak ve onlara ibâdet etmektir.
Hayır ilâhı, şer ilâhı diye iki ayrı ilâha tapan Mecusîlerin şirki bu nevidendir.
2. Allah'a inanmakla beraber, O'na başka varlıkları şerik (ortak) koşmak, yani, Allah'tan başka bâzı varlıkların da ulûhiyet sıfatı ile muttasıf olduğuna inanmaktır.
Hıristiyanlıktaki teslis akîdesi bu kısma girer...
3. Bu âlemin yaratıcısının bir olduğunu kabûl etmekle birlikte, O'na yakınlığı te'min için, put, heykel gibi cansız eşyaya ibâdet etmektir. Putperestlik bu kısma girer.
4. Şirkin diğer bir şekli de, insanların bâzı insanları Rab kabûl etmeleri, yani, onlara körü körüne inanarak, Allah'ın emir ve yasakları yerine onların emirlerini yapmaları, yasaklarından kaçmalarıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de Yahudilerin hahamlarını, Hıristiyanların da râhiblerini Allah'tan başka birer rab edindikleri beyan edilmektedir.
5. Şirkin en yaygın görülen bir şekli de, insanın kendi heves ve süflî arzularına perestiş edip körü körüne uyması, hevâsını kendine bir nevi ilâh edinmesidir.
Kur'an'da:
"Kendi heves ve arzûlarını ilâh ve mâbud edinen kimseyi gördün mü?" buyurulmak suretiyle bu gibiler kötülenmiştir.
6. Bir de gizli şirk vardır ki, bu da riyâdır. Yani ibadeti ve iyilikleri yalnızca Allah rızâsı için yapmak yerine, başkaları görsünler, beğensinler diye yapmak demektir. Böyle yapılan bir ibadette, bir nevi Allah'a şirk koşulmuş olmaktadır. Peygamberimiz bunu şirk-i hafî olarak vasıflandırmıştır.
Mü'min gizli - âşikâr, açık - kapalı her türlü şirkten dikkatle kaçınmalıdır. Hakikî tevhide ancak bu şekilde ulaşılır.
Kur'ân-ı Kerîm'de şirkin bütün nevileri şiddetle reddedilmiş; hakikî tevhid inancı bütün insanlığa telkin edilmiştir.
|
XXXX
.
Esmâ-i Husnâ Nedir? |
Esmâ-i Husnâ, Allah'ın güzel isimleri demektir.
Bir âyet-i kerîmede:
"En güzel isimler O'nundur (Allah'ındır)" (Haşr: 24) buyurulmaktadır.
Diğer bir âyette de; en güzel isimlerin Allah'a ait olduğu belirtildikten sonra, bu isimlerle dua edilmesi tavsiye olunmaktadır (A'râf: 180).
Allah'ın isimleri tevkifîdir. Yâni, Allah hakkında ancak âyet ve hadîslerde zikri geçen ve söylenmesine izin verilmiş olan isimler kullanılabilir. Rastgele isim izafe edilemez.
Esmâ-i Husnâ ile ilgili olarak Buhârî ve Müslim'de:
"Allah'ın 99 ismi vardır. Kim bunları ezberlerse (îman eder ve ezbere sayarsa) Cennete girer" buyurulmuştur.
"Kim bunları (Esmâ-i Husnâ'yı) mânâlarını anlayarak sayar, bunlarla Allah'ı zikrederse Cennete girer."
Şâh-ı Nakşıbend Hz.leri bu hadîsle ilgili olarak buyurur ki:
"Bu hadîs-i şerîfteki Ahsâ kelimesinin bir mânası, saymaktır. Diğer bir mânası ise, bu ism-i şerîfleri öğrenip bilmektir. Bir mânası da, bu esmâ-i şerîfin mûcibince amel etmektir. Meselâ: Rezzâk ismini söylediği zaman, rızkı için asla endişe etmemeli. Mütekebbir ismini söyleyince, Allahü Teâlâ'nın azametini ve kibriyâsını düşünmelidir."
|
Geri dön
.
Melekler Nasıl Varlıklardır? |
Melekler Allah'ın nurdan yarattığı, gözümüzle göremediğimiz ruhanî varlıklardır.
Melekler, sırf hayır işlemek ve Allah'a ibâdette bulunmak için yaratılmışlardır. Kötülük yapmaya kabiliyetleri yoktur. Çünkü Allah onlara, şehvet ve gazap gibi kötülüğe itici duygular vermemiştir.
Meleklerin bizim gibi yemeleri içmeleri, yatıp uyumaları, evlenip çoğalmaları da yoktur. Onlar için erkeklik - dişilik söz konusu değildir. Gökte, yerde, her tarafta bulunurlar; kısa zamanda en uzak mesafeleri aşıp gitmeye, diledikleri şekil ve surette görünmeye güçleri yeter. Allah, onlara bu kuvveti vermiştir.
Melekler, gece gündüz Allah'a ibâdetle, zikir, tesbih ve takdîs ile meşgul olurlar. Bu, onların gıdası hükmündedir. Allah'a asla isyan etmez, onun emirlerinden zerre kadar dışarı çıkmazlar. Mâsum ve itâatlidirler.
|
Melekleri Neden Göremiyoruz? |
Melekler nurdan yaratılmış lâtif cevherler, ruhanî varlıklar oldukları için, aslî hüviyetleri ve gerçek mâhiyetleri ile insan gözüne gözükmezler. Görme kabiliyetimiz, melekleri görebilecek şekilde yaratılmamıştır. Ancak Cenâb-ı Hak Peygamberlerine, melekleri görme kabiliyetini verdiğinden, onlar melekleri hakikî şekilleri ile görebilmişlerdir.
Melekleri hakikî mâhiyetleri ile göremememiz ve 5 duyumuzla hissedemeyişimiz, onların yok oldukları iddiasını gerektirmez. Duyu organlarımızın maddî âlemde kendi dahi hissedemedikleri pek çok şey vardır. Kulağımız çok tiz ve çok pes sesleri işitmez. Bugün varlığı âletlerle tesbit edilen ışık dalgalarının hepsini, hele röntgen ve ültraviyole ışınlarını gözle görebilseydik, dünyayı şimdikinden çok başka şekilde tanıyacaktık. Biz daha kendi âlemimizdeki tezahürlerin hakikatına vâkıf değilken, Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı nâmütenâhî âlemlerdeki nâmütenâhî hâdiselerin varlığını nasıl inkâr edebiliriz?
Demek ki bir şey'i gözle görememek, o şey'in yok olduğuna delil olmaz. Gözle göremediğimiz pek çok şey var ki, o şey'in vücudunu aklımızla, ilim ve tecrübe ile, deneylerle kabûl ediyoruz. İşte, melekler de gözle göremediğimiz halde, varlığını kabûl ettiğimiz nesnelerdendir.
|
Meleklerin Vâr Olduğuna Neye İstinâden İnanıyoruz? |
Meleklerin varlığını, başta İslâm, bütün semavî dinler haber vermiş, Peygamberler onları hakikî hüviyetleriyle görüp kendilerinden vahiy almışlardır. Kur'an ve diğer mukaddes kitablar da meleklerin varlığından bahsetmişlerdir. Bütün bunlar, meleklerin varlığına, gözle görmek gibi kesin bir delil teşkil ederler.
Bütün Hak dinlerin ve Peygamberlerin varlığında ittifak ettiği; Peygamberimizin ve Kur'an'ın varlığını haber verdiği meleklere "gözümle göremiyorum" diye inanmamak, büyük bir cehalet ve inkârdır. Allah'a inanan bir kimse için, Meleklere inanmamak söz konusu olamaz.
|
Meleklere İmanın, İman Esasları İçindeki Yeri Nedir? |
Meleklere îman, îman esasları içinde mühim bir yer işgal eder. Çünkü melekler, Allah'tan aldıkları İlâhî vahyi peygamberlere ulaştıran birer elçi durumundadırlar. Bu bakımdan vahye ve peygamberlere inanmak, önce onlara vahyi ve peygamberliği getiren meleklerin varlığına inanmayı gerektirmektedir. Meleklere inanmamak, peygamberlere de inanmamayı netice verecektir.
Meleklere îmanın Allah'a îmandan hemen sonra zikredilmesinin sebebi de budur.
|
Melekler Kaç Gruba Ayrılır, Vazifeleri Nelerdir? |
Melekler başlıca 3 grupta toplanabilir:
1. İlliyyûn - Mukarrebûn melekleri,
2. Müdebbirât melekleri,
3. İnsanla alâkalı melekler.
1- İlliyyûn - Mukarrebûn Melekleri:
Bunlar her an Cenâb-ı Hakk'ı zikirle, O'nu noksan sıfatlardan tenzihle ve her türlü kemâl vasıflarıyla takdîsle meşguldürler. Allah'ın mârifeti ve muhabbeti içinde kendilerinden geçmiş haldedirler.
2- Müdebbirât Melekleri:
Bunlar kâinatı idare eden, düzenini, nizam ve intizamını te'min eden İlâhî Kanunları tatbik ile vazifeli meleklerdir. ålemde, Allah'ın irâde ve kudretinin tecellilerine nezaretçi ve seyirci durumundadırlar.
3- İnsanla İlgili Melekler:
Bu meleklerin başında Cebrâil (as) gelir. Vazifesi, İlâhî vahyi peygamberlere ulaştırmaktır. Bu sebeble, ona Vahiy meleği de denir.
İnsanla alâkalı meleklerin diğer bir görevi de, Allah'ın Peygamberlerine ve salih kullarına kuvvet vermek, sıkıntılı ve üzüntülü zamanlarında onları teselli etmek, mâneviyatlarını yükseltmek, gerekirse fiilen yardım yapmaktır. Asr-ı Saâdette cereyan eden Bedir, Uhud ve Huneyn harblerinde meleklerin mü'minlere fiilen yardım ettiklerini Kur'an bize haber vermektedir.
İnsanla alâkalı meleklerin bir başka görevi de, insanlara iyi ve hayırlı şeyleri telkin etmek, böylece onların doğru yola girmelerini, ruhen yükselmelerini sağlamaktır.
Bu kısma giren meleklerden bâzılarının özel vazifeleri vardır:
Hafaza Melekleri:
Her insanda hafaza adlı iki melek vardır. Bunlar insanların iyi-kötü her türlü hareketlerini, söz ve davranışlarını yazarlar. Kur'an'da bu meleklere Kirâmen Kâtibîn ismi verilir.
Münker - Nekir Melekleri:
Öldükten sonra insanı kabirde sorguya çeken, "Rabbin kim, dînin ne, peygamberin kim?" gibi sualleri soran meleklerdir.
Azrâil (as):
İnsanların ruhlarını kabzetmek, bedenlerden çekip almak ile vazifelidir. Melekü'l-Mevt, yani, ölüm meleği adı da verilir.
Mîkâil (as):
Rızıkları sahiplerine ulaştırmak ve yağmur, rüzgâr gibi tabiat hâdiselerini Allah'ın irâdesine göre düzenlemekle meşgul melektir.
İsrâfil (as):
Sûr adı verilen boruyu öttürüp kıyâmetin kopuş zamanını ilân ile vazifeli melektir. İsrâfil (as) kıyâmetin kopup kâinatın yıkılmasından ve bütün canlıların ölümünden sonra, Sûr'a ikinci bir defa daha üfleyecek, bu üfleyişle insanlar dirilerek kabirlerinden kalkacak, Mahşer meydanında toplanacaklardır.
|
En Büyük Melekler Hangileridir? |
En büyük melekler 4 tanedir. Bunlar da:
Cebrâil, Mîkâil, İsrâfil ve Azrâil Aleyhimüsselâm'dır. Bunların vazifelerinin ne olduğunu yukarıda zikrettik.
|
Meleklere İmanın İnsan Hayatına Verdiği Faydalar Nelerdir? |
Meleklere îmanın insan psikolojisi üzerinde müsbet te'sirleri vardır. Bunlardan birkaçını şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Her insan, kıymetli bir sözünün veya işinin veya bir kabiliyetinin unutulup gitmesini önlemek, takdir edilmesini sağlamak için, şiir yazarak, kitab hazırlayarak, yahut başka san'at dallarına kendini vererek o söz, fiil ve kabiliyetini ebedîleştirmeye çalışır. Bu duygu, insanda fıtrî olarak vardır.
Bu fıtratta bulunan bir insanın, yaptığı bütün iş ve fiillerini, bütün söz ve meyillerini "Kirâmen Kâtibîn" adlı meleklerin yazdığını, ebedî âlemde kendine ve başkalarına göstermek üzere kaydettiğini îmanla bilmesi; ona ne derece sevinç ve huzur vereceği, ruhunu genişletip kalbini ferahlatacağı açık bir hakikattır.
2. İnsanın en kıymetli varlığı ruhudur. Ölüm esnasında bu kıymetli varlığın mahvolup yok olması, hiçliğe gitmesi, hiç şüphesiz insan için azabların en büyüğü, acıların en dehşetlisidir.
İşte insan, bu büyük acıdan ve dehşetli endişeden meleklere îman şuûru ile kurtulabilir. Çünkü îman, ona, vefatı esnasında en kıymetli varlığı olan ruhunun Azrâil (as) gibi vazifeli bir memurun eline emanet edildiğini, asla kaybolup yok olmadığını bildirir.
3. Herkesin istisnasız gireceği kabir ve mezardaki yalnızlık, karanlık, darlık, soğukluk, hapislik vahşetinden ve ümidsizliğinden insanı Münker - Nekir meleklerinin arkadaşlığı kurtarır. Onlarla sohbet eder. Kalb ve kabir, bu sayede genişler, ısınır, nurlanır, ruhlar âlemine pencereler açılır.
4. İnsan, zaman zaman gurbetlere düşer, sevdiklerinden, tanıdıklarından ayrı, kimsesiz, yapayalnız kalır. Bu gurbet, maddî olabileceği gibi mânevî de olabilir. Kişinin inanç ve fikirlerini kendinden başka paylaşacağı hiç kimse bulamaması, herkesin kendisine zıd ve düşman olduğu bir muhitte yaşaması mânevî bir gurbet hâlidir. Bu sıkıntı ve yalnızlıklar içinde dünya o kişinin başına yıkılacak gibi olur. Bu durumda da yine meleklere îman şuûru imdada yetişir. Kâinatı ve o şahsın karanlık dünyasını aydınlatır, şenlendirir, melekler ve ruhanîlerle doldurur. ålemini sevinçlerle güldürür. Onu yalnızlık ve vahşetten, kimsesizlik ve dehşetten, cemiyette kimse tarafından dinlenilmemek ıstırabından kurtarır. "Cemiyette kimse senin müsbet fikir ve inançlarını dinlemez ve kabul etmezse sen sakın üzülme! Melekler dinler, ruhanîler kulak verir. Sana yine sevab meyvelerini kazandırır" der, teselli eder.
|
Cin ve şeytanlar, saf ateşten, yani, dumansız ateş alevinden yaratılmış ruhanî varlıklardır.
Cinler de melekler gibi görünmeyen gizli varlıklar olup çeşitli suret ve şekle girmeye ve zor işler başarmaya muktedir, fakat cins ve mahiyet bakımından meleklerden ayrı yaratıklardır.
Cinler arasında da insanlar gibi evlenme vardır. Onlar da Allah'a îman ve ibâdetle mükelleftirler. Bâzıları isyankâr olup kâfir, bâzıları da itâatli mü'mindirler. Ancak şeytanların hepsi isyankâr ve kâfirdirler. Sırf şer işleyen, insanları yoldan çıkarmakla meşgul olan varlıklardır. Şeytanların mü'mini ve itâatlisi yoktur.
Cinler, Allah'ın izni ve hükmü olmadan hiç kimseye ne iyilik, ne de kötülük yapabilirler. Cinler gaybı bilmez, Allah'ın Peygamberlerine bildirdiği İlâhî vahye muttali olamazlar.
Cinler insandan evvel yeryüzünün idare ve tedbirini görmekle vazifelendirilmişlerdir, ancak yeryüzünde çok kötülük yaptıkları, fesad çıkardıkları için, sonunda bu görevden azledilmişlerdir. Yerlerine, insanoğlu tayin edilmiş, yeryüzünün sâhipliği makamına getirilmiştir.
Peygamberimiz, insanlara olduğu gibi cinlere de elçi olarak gönderilmiş, tebliğ vazifesini cinler arasında da yerine getirmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de Cin sûresinde bu husus, açık bir şekilde beyan buyurulmuştur.
|
XXXXXXXXXXXX
Melekler Nasıl Varlıklardır? |
Melekler Allah'ın nurdan yarattığı, gözümüzle göremediğimiz ruhanî varlıklardır.
Melekler, sırf hayır işlemek ve Allah'a ibâdette bulunmak için yaratılmışlardır. Kötülük yapmaya kabiliyetleri yoktur. Çünkü Allah onlara, şehvet ve gazap gibi kötülüğe itici duygular vermemiştir.
Meleklerin bizim gibi yemeleri içmeleri, yatıp uyumaları, evlenip çoğalmaları da yoktur. Onlar için erkeklik - dişilik söz konusu değildir. Gökte, yerde, her tarafta bulunurlar; kısa zamanda en uzak mesafeleri aşıp gitmeye, diledikleri şekil ve surette görünmeye güçleri yeter. Allah, onlara bu kuvveti vermiştir.
Melekler, gece gündüz Allah'a ibâdetle, zikir, tesbih ve takdîs ile meşgul olurlar. Bu, onların gıdası hükmündedir. Allah'a asla isyan etmez, onun emirlerinden zerre kadar dışarı çıkmazlar. Mâsum ve itâatlidirler.
|
Melekleri Neden Göremiyoruz? |
Melekler nurdan yaratılmış lâtif cevherler, ruhanî varlıklar oldukları için, aslî hüviyetleri ve gerçek mâhiyetleri ile insan gözüne gözükmezler. Görme kabiliyetimiz, melekleri görebilecek şekilde yaratılmamıştır. Ancak Cenâb-ı Hak Peygamberlerine, melekleri görme kabiliyetini verdiğinden, onlar melekleri hakikî şekilleri ile görebilmişlerdir.
Melekleri hakikî mâhiyetleri ile göremememiz ve 5 duyumuzla hissedemeyişimiz, onların yok oldukları iddiasını gerektirmez. Duyu organlarımızın maddî âlemde kendi dahi hissedemedikleri pek çok şey vardır. Kulağımız çok tiz ve çok pes sesleri işitmez. Bugün varlığı âletlerle tesbit edilen ışık dalgalarının hepsini, hele röntgen ve ültraviyole ışınlarını gözle görebilseydik, dünyayı şimdikinden çok başka şekilde tanıyacaktık. Biz daha kendi âlemimizdeki tezahürlerin hakikatına vâkıf değilken, Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı nâmütenâhî âlemlerdeki nâmütenâhî hâdiselerin varlığını nasıl inkâr edebiliriz?
Demek ki bir şey'i gözle görememek, o şey'in yok olduğuna delil olmaz. Gözle göremediğimiz pek çok şey var ki, o şey'in vücudunu aklımızla, ilim ve tecrübe ile, deneylerle kabûl ediyoruz. İşte, melekler de gözle göremediğimiz halde, varlığını kabûl ettiğimiz nesnelerdendir.
|
Meleklerin Vâr Olduğuna Neye İstinâden İnanıyoruz? |
Meleklerin varlığını, başta İslâm, bütün semavî dinler haber vermiş, Peygamberler onları hakikî hüviyetleriyle görüp kendilerinden vahiy almışlardır. Kur'an ve diğer mukaddes kitablar da meleklerin varlığından bahsetmişlerdir. Bütün bunlar, meleklerin varlığına, gözle görmek gibi kesin bir delil teşkil ederler.
Bütün Hak dinlerin ve Peygamberlerin varlığında ittifak ettiği; Peygamberimizin ve Kur'an'ın varlığını haber verdiği meleklere "gözümle göremiyorum" diye inanmamak, büyük bir cehalet ve inkârdır. Allah'a inanan bir kimse için, Meleklere inanmamak söz konusu olamaz.
|
Meleklere İmanın, İman Esasları İçindeki Yeri Nedir? |
Meleklere îman, îman esasları içinde mühim bir yer işgal eder. Çünkü melekler, Allah'tan aldıkları İlâhî vahyi peygamberlere ulaştıran birer elçi durumundadırlar. Bu bakımdan vahye ve peygamberlere inanmak, önce onlara vahyi ve peygamberliği getiren meleklerin varlığına inanmayı gerektirmektedir. Meleklere inanmamak, peygamberlere de inanmamayı netice verecektir.
Meleklere îmanın Allah'a îmandan hemen sonra zikredilmesinin sebebi de budur.
|
Melekler Kaç Gruba Ayrılır, Vazifeleri Nelerdir? |
Melekler başlıca 3 grupta toplanabilir:
1. İlliyyûn - Mukarrebûn melekleri,
2. Müdebbirât melekleri,
3. İnsanla alâkalı melekler.
1- İlliyyûn - Mukarrebûn Melekleri:
Bunlar her an Cenâb-ı Hakk'ı zikirle, O'nu noksan sıfatlardan tenzihle ve her türlü kemâl vasıflarıyla takdîsle meşguldürler. Allah'ın mârifeti ve muhabbeti içinde kendilerinden geçmiş haldedirler.
2- Müdebbirât Melekleri:
Bunlar kâinatı idare eden, düzenini, nizam ve intizamını te'min eden İlâhî Kanunları tatbik ile vazifeli meleklerdir. ålemde, Allah'ın irâde ve kudretinin tecellilerine nezaretçi ve seyirci durumundadırlar.
3- İnsanla İlgili Melekler:
Bu meleklerin başında Cebrâil (as) gelir. Vazifesi, İlâhî vahyi peygamberlere ulaştırmaktır. Bu sebeble, ona Vahiy meleği de denir.
İnsanla alâkalı meleklerin diğer bir görevi de, Allah'ın Peygamberlerine ve salih kullarına kuvvet vermek, sıkıntılı ve üzüntülü zamanlarında onları teselli etmek, mâneviyatlarını yükseltmek, gerekirse fiilen yardım yapmaktır. Asr-ı Saâdette cereyan eden Bedir, Uhud ve Huneyn harblerinde meleklerin mü'minlere fiilen yardım ettiklerini Kur'an bize haber vermektedir.
İnsanla alâkalı meleklerin bir başka görevi de, insanlara iyi ve hayırlı şeyleri telkin etmek, böylece onların doğru yola girmelerini, ruhen yükselmelerini sağlamaktır.
Bu kısma giren meleklerden bâzılarının özel vazifeleri vardır:
Hafaza Melekleri:
Her insanda hafaza adlı iki melek vardır. Bunlar insanların iyi-kötü her türlü hareketlerini, söz ve davranışlarını yazarlar. Kur'an'da bu meleklere Kirâmen Kâtibîn ismi verilir.
Münker - Nekir Melekleri:
Öldükten sonra insanı kabirde sorguya çeken, "Rabbin kim, dînin ne, peygamberin kim?" gibi sualleri soran meleklerdir.
Azrâil (as):
İnsanların ruhlarını kabzetmek, bedenlerden çekip almak ile vazifelidir. Melekü'l-Mevt, yani, ölüm meleği adı da verilir.
Mîkâil (as):
Rızıkları sahiplerine ulaştırmak ve yağmur, rüzgâr gibi tabiat hâdiselerini Allah'ın irâdesine göre düzenlemekle meşgul melektir.
İsrâfil (as):
Sûr adı verilen boruyu öttürüp kıyâmetin kopuş zamanını ilân ile vazifeli melektir. İsrâfil (as) kıyâmetin kopup kâinatın yıkılmasından ve bütün canlıların ölümünden sonra, Sûr'a ikinci bir defa daha üfleyecek, bu üfleyişle insanlar dirilerek kabirlerinden kalkacak, Mahşer meydanında toplanacaklardır.
|
En Büyük Melekler Hangileridir? |
En büyük melekler 4 tanedir. Bunlar da:
Cebrâil, Mîkâil, İsrâfil ve Azrâil Aleyhimüsselâm'dır. Bunların vazifelerinin ne olduğunu yukarıda zikrettik.
|
Meleklere İmanın İnsan Hayatına Verdiği Faydalar Nelerdir? |
Meleklere îmanın insan psikolojisi üzerinde müsbet te'sirleri vardır. Bunlardan birkaçını şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Her insan, kıymetli bir sözünün veya işinin veya bir kabiliyetinin unutulup gitmesini önlemek, takdir edilmesini sağlamak için, şiir yazarak, kitab hazırlayarak, yahut başka san'at dallarına kendini vererek o söz, fiil ve kabiliyetini ebedîleştirmeye çalışır. Bu duygu, insanda fıtrî olarak vardır.
Bu fıtratta bulunan bir insanın, yaptığı bütün iş ve fiillerini, bütün söz ve meyillerini "Kirâmen Kâtibîn" adlı meleklerin yazdığını, ebedî âlemde kendine ve başkalarına göstermek üzere kaydettiğini îmanla bilmesi; ona ne derece sevinç ve huzur vereceği, ruhunu genişletip kalbini ferahlatacağı açık bir hakikattır.
2. İnsanın en kıymetli varlığı ruhudur. Ölüm esnasında bu kıymetli varlığın mahvolup yok olması, hiçliğe gitmesi, hiç şüphesiz insan için azabların en büyüğü, acıların en dehşetlisidir.
İşte insan, bu büyük acıdan ve dehşetli endişeden meleklere îman şuûru ile kurtulabilir. Çünkü îman, ona, vefatı esnasında en kıymetli varlığı olan ruhunun Azrâil (as) gibi vazifeli bir memurun eline emanet edildiğini, asla kaybolup yok olmadığını bildirir.
3. Herkesin istisnasız gireceği kabir ve mezardaki yalnızlık, karanlık, darlık, soğukluk, hapislik vahşetinden ve ümidsizliğinden insanı Münker - Nekir meleklerinin arkadaşlığı kurtarır. Onlarla sohbet eder. Kalb ve kabir, bu sayede genişler, ısınır, nurlanır, ruhlar âlemine pencereler açılır.
4. İnsan, zaman zaman gurbetlere düşer, sevdiklerinden, tanıdıklarından ayrı, kimsesiz, yapayalnız kalır. Bu gurbet, maddî olabileceği gibi mânevî de olabilir. Kişinin inanç ve fikirlerini kendinden başka paylaşacağı hiç kimse bulamaması, herkesin kendisine zıd ve düşman olduğu bir muhitte yaşaması mânevî bir gurbet hâlidir. Bu sıkıntı ve yalnızlıklar içinde dünya o kişinin başına yıkılacak gibi olur. Bu durumda da yine meleklere îman şuûru imdada yetişir. Kâinatı ve o şahsın karanlık dünyasını aydınlatır, şenlendirir, melekler ve ruhanîlerle doldurur. ålemini sevinçlerle güldürür. Onu yalnızlık ve vahşetten, kimsesizlik ve dehşetten, cemiyette kimse tarafından dinlenilmemek ıstırabından kurtarır. "Cemiyette kimse senin müsbet fikir ve inançlarını dinlemez ve kabul etmezse sen sakın üzülme! Melekler dinler, ruhanîler kulak verir. Sana yine sevab meyvelerini kazandırır" der, teselli eder.
|
Cin ve şeytanlar, saf ateşten, yani, dumansız ateş alevinden yaratılmış ruhanî varlıklardır.
Cinler de melekler gibi görünmeyen gizli varlıklar olup çeşitli suret ve şekle girmeye ve zor işler başarmaya muktedir, fakat cins ve mahiyet bakımından meleklerden ayrı yaratıklardır.
Cinler arasında da insanlar gibi evlenme vardır. Onlar da Allah'a îman ve ibâdetle mükelleftirler. Bâzıları isyankâr olup kâfir, bâzıları da itâatli mü'mindirler. Ancak şeytanların hepsi isyankâr ve kâfirdirler. Sırf şer işleyen, insanları yoldan çıkarmakla meşgul olan varlıklardır. Şeytanların mü'mini ve itâatlisi yoktur.
Cinler, Allah'ın izni ve hükmü olmadan hiç kimseye ne iyilik, ne de kötülük yapabilirler. Cinler gaybı bilmez, Allah'ın Peygamberlerine bildirdiği İlâhî vahye muttali olamazlar.
Cinler insandan evvel yeryüzünün idare ve tedbirini görmekle vazifelendirilmişlerdir, ancak yeryüzünde çok kötülük yaptıkları, fesad çıkardıkları için, sonunda bu görevden azledilmişlerdir. Yerlerine, insanoğlu tayin edilmiş, yeryüzünün sâhipliği makamına getirilmiştir.
Peygamberimiz, insanlara olduğu gibi cinlere de elçi olarak gönderilmiş, tebliğ vazifesini cinler arasında da yerine getirmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de Cin sûresinde bu husus, açık bir şekilde beyan buyurulmuştur.
|
Meleklerin ve Şeytanların İnsan Davranışlarına Te'sirleri Var mıdır? |
İnsan, yaratılış bakımından, madde ve ruhtan teşekkül eder. Maddî cephesini, fizikî görünüşü olan bedeni ve onun tabiî ihtiyaçları; mânevî cephesini de, mâhiyeti bilinmeyen ruhu ve aklı teşkil eder. Bu yaratılışının neticesi olarak, yüce Allah, insana iki türlü duygu vermiştir.
Birincisi, insanın ruh ve mânâ cephesi ile ilgili olan yüce duygulardır ki, bunlar insanı ruhanî ve ulvî hayata sevkeder.
İkincisi ise, insanın maddî ve fizikî yönü ile alâkalı olan bir takım süflî duygulardır. İnsan bu duygularına kayıtsız şartsız tâbi olursa, ruh cebhesi zayıflar, âdeta maddeleşerek âdileşir.
İnsandaki bu iki çeşit duyguya mukabil, kâinatta da iki çeşit varlık yaratılmıştır: Melekler ve şeytanlar.
Melekler insandaki ulvî duyguları harekete geçirir, ona iyiliği telkin ederler. Şeytanlar ise, insandaki süflî duyguları körükleyerek onu dâima kötülük işlemeye sevk ederler.
Hadîs-i şerîfte bu husus şu şekilde belirtilir:
"İnsan kalbine iki yönden baskı ve telkin gelir. Birisi melektendir ki, hayrı söyler, hakkı tasdik eder. Kalbinde bunu bulan kimse bilsin ki, bu, Allah'tandır. Ve Allah Teâlâ'ya hamdetsin.
Diğer telkin ise, Şeytandan gelir; şerri teşvik eder, hakkı yalanlar ve insanı hayırdan men'eder. Kalbinde bunu bulan kimse, derhal Şeytanın şerrinden Allah'a sığınsın."
Şu halde, mânen yükselmek, ruhen inkişaf etmek isteyen herkes, Şeytanın içinde uyandırdığı süflî ve kötü arzuları susturmak ve onunla mücadele etmek zorundadır.
XXXXXXX
.
Kitablara İman Deyince Neyi Anlıyoruz? |
Allah Teâlâ insanlara gönderdiği Peygamberlerin bir kısmına, birer de kitab indirmiştir. Bu kitablarda Allah, insanlara emir ve yasaklarını bildirmiş; onlara iyiyi, güzeli öğretmiş, doğru yolu göstermiştir.
İşte bu kitablara, Allah'ın kitabları mânasına İlâhî Kitablar denir. Ayrıca semâvî kitablar, mukaddes kitablar adı da verilir.
İslâm dîni Allah'ın indirdiği bütün İlâhî Kitablara inanmayı emreder. Bu îmanın özü şudur:
Her Peygambere vahiy gelmiştir. Bâzı Peygamberlere gelen vahiyler, bir araya getirilerek müstakil birer kitab halini almıştır. Kendilerine kitab verilmeyen peygamberler ise, daha önce indirilmiş olan İlâhî bir kitaba tâbi olmuş, onun hükümlerini, gönderildikleri insanlara anlatmışlardır.
Kur'an, en son İlâhî Kitabdır. Son Peygamber Hz. Muhammed'e (asm) indirilmiştir. Kur'an'da çeşitli peygamberlerden bahsedilmekte ve bu peygamberlerden bâzılarına kitablar verildiği anlatılmaktadır. Her Müslüman, Kur'an'a inandığı gibi, Kur'an'ın haber verdiği bu İlâhî kitablara da inanmalıdır. Bu îman, İslâm'ın inanç esasları arasında mühim bir yer tutar. Çünkü Kur'an da, daha önce indirilmiş İlâhî kitablar gibi bir İlâhî kitabdır. Geçmişteki İlâhî kitablara inanmak Kur'an'a inanmayı gerektirdiği gibi, Kur'an'a inanmak da geçmişteki İlâhî kitabların varlığını kabûl etmeyi icab ettirir.
|
İlâhî Kitablar Kaça Ayrılır, İsimleri Nelerdir? |
Kur'an'dan önce indirilmiş olan İlâhî Kitablar ikiye ayrılır:
1. Küçük kitablar,
2. Büyük kitablar.
- Kur'an'dan önce indirilmiş olan küçük kitablara, sahifeler mânasına "Suhuf" denir. Bunlar, kitab denemeyecek hacimde birkaç formalık kitabcık veya risaleciklerdir. Hepsi 100 sahifedir.
Kendilerine suhuf verilen peygamberler: ådem, Şît, İdris ve İbrahim Peygamberlerdir. Bunlardan ådem Peygambere 10 sahife, Şît Peygambere 50 sahife, İdris Peygambere 30 sahife ve İbrahim Peygambere 10 sahife verilmiştir.
Kur'an'ın dışındaki büyük kitablar üç tanedir. İsimleri: Tevrât, Zebûr ve İncil'dir. Böylece Kur'an'la birlikte 4 büyük kitab olmuş olur.
Bunlardan Tevrat, Mûsâ Peygambere, Zebûr Dâvud Peygambere, İncil de İsâ Peygambere indirilmiştir. Kur'an ise, hepimizin bildiği gibi Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (asm) indirilmiştir.
|
Diğer İlâhî Kitablarla Kur'an Arasındaki Fark Nedir? |
Kur'an'dan önce gelen ve bugün elde mevcut bulunan İlâhî Kitabların hiçbiri, Allah'ın peygamberlerine indirdiği semavî kitabların orijinali değildir. Bunların zamanla asıl nüshaları kaybolmuş, insanlar tarafından yeniden yazılmışlardır. Bu yüzden de içlerine hurafeler ve bâtıl inançlar karışmıştır. Meselâ Tevrat'ın, Hz. Mûsâ'dan sonra uzun asırlar esir ve sürgün hayatı yaşayan, hattâ bir ara inançlarını bile kaybedip putperestliğe düşen Yahudiler tarafından muhafaza edilemediği; bugün elde olan nüshanın Hz. Mûsâ'dan çok sonra bâzı din adamları tarafından yazıldığı, fakat Tevrat'ın aslı imiş gibi yeniden din kitabı olarak kabûl edildiği bilinen tarihî gerçeklerdendir. Böyle uzun ve karışık bir devreden sonra ortaya çıkarılan bir kitabın Hz. Mûsâ'ya indirilen Tevrat'ın aynısı olamıyacağı açıktır. Bu yüzdendir ki, içinde peygamberlere yakışmayacak isnad ve iftiralar yer almakta; tevhid dininin ruhuna aykırı düşen hükümler bulunmaktadır.
Dâvud'a (as) gelen Zebûr da, Tevrat'ın mâruz kaldığı âkıbetten kurtulamamıştır.
İncil'e gelince, Hz. İsâ (as) kendisine gelen vahiyleri yazdırmamıştı. Çünkü 30 yaşında peygamber olmuş, 33 yaşında da peygamberlik vazifesi son bulmuştu. Üç sene gibi kısa bir süre içinde de köyden köye, şehirden şehire dolaşıp, halkı irşâd için uğraşmıştı. Son zamanlarında ise, zaten Yahudîlerin kışkırtmasıyla Romalı idareciler tarafından sürekli tâkip altında idi. Bu durumda İncil'i yazdırmak için ne zaman, ne de imkân bulabilmişti. Nitekim bugün elde mevcut olan İnciller, müelliflerinin adıyla anılmakta ve içinde Hz. İsâ'nın havârilerine verdiği vaazlarını, ders ve irşadlarını ihtiva eden bir siyer kitabı görüntüsünü taşımaktadırlar. Üstelik de bunları yazanlar Hz. İsâ'nın havârileri olan ilk mü'minler değil, onları görüp Hz. İsâ'ya gelen İlâhî sözleri onlardan dinliyenlerdir.
Eldeki mevcut İncillerde bir takım muhteva ve anlatış farkları görülmektedir. Aslında bu İnciller, M.S. 325 tarihinde İznik'te toplanan bin kişilik bir ruhanî konsülün kararı ile kabûl edilmiştir. Bu hey'et, yüzlerce İncil'i incelemişler, 318 üyenin ittifakı ile aralarında Hz. İsâ'nın ulûhiyet tarafı olduğunu ileri süren bugünkü 4 İncil'i kabûl edip diğerlerini yakıp imha etmişlerdir.
Görüldüğü gibi, Hz. İsâ'nın (hâşâ) Allah'ın oğlu olduğu prensibi, Hz. İsâ'dan yıllar sonra bir meclis kararı ile kabûl edilmiştir. Hattâ bu karara bâzı Hıristiyan kiliseleri uymamışlardır. Bu bakımdan bugünkü 4 İncil'in, Hz. İsâ'ya indirilen İncil'in aslına uygun olduğunu söylemek mümkün değildir.
|
Kur'an'ın Dışındaki İlâhî Kitablar Tahrif Edildiklerine Göre, Bunlara İman Nasıl Olur? |
Biz Müslümanlar, Hz. Mûsâ, Hz. Dâvud ve Hz. İsâ aleyhimüsselâm'a Tevrat, Zebûr ve İncil adını taşıyan İlâhî kitablar gönderildiğine ve bu kitabların hak ve tevhid dînine aykırı hiçbir hüküm taşımadığına inanırız. Fakat ne var ki, bu kitablar sonradan muhafaza edilemeyerek asılları kaybolmuştur.
Bugün Yahudi ve Hıristiyanların ellerinde bulunan kitabların içinde, peygamberlere indirilmiş olan vahiylerden hiçbir şey yoktur diyemeyiz. Fakat, içine hurâfe ve bâtıl itikadların karıştığı da bir vâkıadır. Bu sebeble, bu kitablara karşı ihtiyatlı davranırız. İçinde bulunan Kur'an'a uygun hükümlerin, vahiy mahsulü olduğunu kabûl ederiz. Kur'an'a zıd düşen hükümlerin ise, sonradan o kitablara ilâve edildiğine ihtimal veririz. O kitabların Kur'an'a uygunluk veya zıd düşme durumu söz konusu olmayan haberlerinde ise, sükût ederiz. Ne kabul, ne de reddederiz. Çünkü onların vahiy eseri olma ihtimali olduğu kadar, olmama ihtimali de vardır.
Bu hususta Ebû Hüreyre (ra) şöyle demiştir:
"Ehl-i Kitab, Tevrat'ı İbranice (metni) ile okurlar, Arab diliyle de Müslümanlara tefsir ederlerdi. Bu hususta Resûlüllah (asm) ashabına şöyle buyurdu:
- Siz ehl-i kitabın sözlerini ne tasdik, ne de tekzib ediniz. Ancak deyiniz ki:
"Biz Allah'a, bize indirilen Kur'an'a; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yâkub ve torunlarına indirilenlere; Mûsa'ya ve İsâ'ya verilenlere ve (bütün) peygamberlere Rabları katından gönderilen (kitab ve âyetler)'e îman ettik. Onlardan hiçbirini (kimine inanmak, kimini inkâr etmek suretiyle) diğerlerinden ayırdetmeyiz. Biz (Allah'a) teslim olmuş Müslümanlarız." (Bakara: 136)."
|
Kur'an Tahriften Nasıl Uzak Kalmıştır? |
Allah'ın son mukaddes kitabı, bütün insanlığa İlâhî fermanı olan Kur'an, 23 senede âyet âyet, sûre sûre nâzil olmuştur. Peygamber Efendimiz kendisine nâzil olan âyet ve sûreleri yanında bulunan sahâbelerine okur, sahâbeler de onu ezber ederler, bir kısmı da yazardı. Bundan ayrı olarak, Peygamber Efendimizin vahiy kâtipleri vardı. Bunlar nâzil olan âyetleri ve sûreleri özel olarak yazmakla vazifeli idiler. Gelen âyet ve sûrenin nerede yer alacağı, Kur'an'ın neresine gireceği de bizzat Peygamberimize Cebrâil (as) vasıtasıyla bildiriliyor, o da vahiy kâtiplerine tarif ederek, gerekeni yaptırıyordu. Böylece Hz. Peygamberin sağlığında Kur'an'ın tamamı yazılmış, nereye neyin gireceği belli olmuştur. Ayrıca Cebrâil (as) her Ramazanda gelir, o güne kadar nâzil olmuş âyet ve sûreleri Peygamberimize yeni baştan okurdu. Efendimizin vefatından evvelki son Ramazanda Hz. Cibrîl yine gelmiş, ancak bu sefer Kur'an'ı Peygamberimizle iki sefer okumuşlardı. Birinci sefer Hz. Cibrîl okumuş, Peygamberimiz dinlemiş; ikinci seferde ise Peygamberimiz okumuş, Hz. Cibrîl dinlemişti. Böylece Kur'an, son şeklini almıştı.
Bununla beraber, Hz. Peygamber'in sağlığında Kur'an, henüz müstakil bir cilt hâlinde bir araya toplanmış da değildi. Sayfalar halinde Sahâbeler arasında dağınık olarak bulunuyor, hâfızalarda ezberlenmiş halde duruyordu. Fakat neyin nereye gireceği gayet kesin ve net şekilde bilinmekteydi.
Nihayet Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti zamanında görülen lüzum üzerine Zeyd bin Sâbit'in başkanlığında vahiy kâtiplerinden ve kuvvetli hâfızlardan müteşekkil bir komisyon kuruldu. Kur'an'ın bir cilt hâlinde bir araya toplanma işi, bu komisyona havale edildi. Ashabdan herkes, elinde yazılı bulunan Kur'an sayfalarını getirip bu komisyona teslim ettiler. Hâfızların ve vahiy kâtiplerinin elbirliği ile çalışmaları sonunda sayfalar, sûre ve âyetler Peygamberimizin tarif ettiği şekilde yerli yerine kondu. Böylece Kur'an, Mushaf adıyla tek kitab hâline getirilmiş oldu.
Artık Kur'an için unutulma, kaybolma, tahrif ve tebdile uğrama diye bir şey söz konusu olamazdı. Zira aslı, Hz. Peygambere gelen şekliyle eksiksiz ve noksansız şekilde tesbit edilmişti.
Hz. Osman zamanında görülen lüzum üzerine, bu Mushaftan yeni nüshalar çoğaltılıp çeşitli memleketlere gönderildi.
Bugün elde mevcut olan Kur'an'lar, işte bu Kur'an'dan çoğaltılmıştır.
Kur'an tesbit edilişindeki sağlamlık itibariyle, diğer İlâhî Kitablardan farklı olarak, hiçbir tahrifat ve değişikliğe uğramadan vahiy mahsulü olan şekliyle tesbit edilip ortaya konmuş; 1400 senedir de muhafaza edilerek gelmiştir. Bunda, Kur'an'ın edebî îcaz ve İ'câzının, yani, ezberleme kolaylığının, hiçbir insan sözüne benzememesinin ve söz olarak hiçbir taklidinin yapılamamasının, edebiyat ve belâgatına erişilememesinin ve zaptında a'zamî titizlik gösterilmesinin büyük rolü olduğu kesindir. Fakat asıl sebeb, Kur'an'ı Cenâb-ı Hakk'ın hıfz ve himayesine alması, onu kıyâmete kadar lâfız ve mânâ bakımından bir mu'cize olarak devam ettirmeyi taahhüd etmesidir. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulur:
"Muhakkak ki bu Kur'an'ı biz indirdik ve onu koruyacak, muhafaza edecek, devam ettirecek de biziz..." (Hicr: 9).
Bugün yeryüzündeki bütün Kur'an'lar aynıdır. Hiçbir farklılık ve değişiklik yoktur. Ayrıca milyonlarca hâfızın ezberinde bulunmakta, her an milyonlarca dil ile kırâet edilip okunmaktadır. Bu özellik, Kur'an'dan başka herhangi bir beşerî kitaba nasîb olmadığı gibi, semavî kitablardan hiçbirine dahi nasib olmamıştır. Allah'ın son kelâmı, hükmü kıyâmete kadar geçerli ezelî fermanı olan Kur'an'ın, böyle eşsiz bir makam ve ulvî bir şerefe nail olması da, elbette zarurî ve lüzumludur.
|
Kur'ân-ı Kerîm Niçin Arabça Olarak Gelmiştir? |
"Kur'ân-ı Kerîm'in Arapça gelmiş olmasındaki sebeb ve hikmetler cümlesinden şu kadarını söylemek yerinde olur ki: Arabça, fiil çekimleri, şahıs zamirleri ve kelime türeyişleri ile fevkalâde zengin ve kıvrak bir dil olmak özelliğine ilâveten, her türlü mâna kaymalarına ve yanlış anlamalara karşı son derece sağlam bir ifade kudret ve kabiliyetine de sâhiptir. Bu bakımdan İngilizce ve Fransızca gibi en gelişmiş diller de dahil, yeryüzünde hâlen hiçbir dil, Arabça ile boy ölçüşebilecek ifade gücüne sahip değildir. İşte birçok bilginler, Kur'ân-ı Kerîm'in Arab dili ile gelmiş olmasını büyük ölçüde Arabçanın bu özelliği ile açıklar ve ondaki ifade gücüne bağlarlar.
Fakat onların da dikkatlerinden kaçmış olan çok önemli bir husus daha vardır ki, o da; Arabçanın en fonetik (telâffuzu en kolay) bir dil olmasıdır. Çünkü Arabça, sadece dört sesli harf kullanır. Dünya dilleri arasında en az sesli harf kullanan bir dil olması bakımından da dünyanın en kolay telâffuz edilebilen bir dilidir. Çünkü bir dilin telâffuzundaki zorluk, o dildeki sesli harflerin çokluğu ile ölçülür. Bilindiği gibi Türkçede sekiz sesli harf vardır. İngilizce ve Fransızca'da sesli harflerin sayısı 10'ün üstündedir. Diğer dünya dilleri de yedi, sekiz sesliden daha az değildir. Halbuki Arabça'da (A, E, İ ve U) olmak üzere yalnız dört sesli harf vardır, bunlar da, hemen hemen bütün dillerde bulunan ve en çok kullanılan seslilerdir. Bu itibarla bir Arab, başka bir dili öğrenmek ve iyi konuşabilmek için aslında kendi ana dilinde olmayan bâzı sesleri de öğrenmek ve kendini bu seslere alıştırmak zorundadır. Halbuki aslen Arab olmayan biri, Arabçadaki seslere intibak bakımından hiçbir zorlukla karşı karşıya kalmayacaktır. Çünkü zaten Arabçadaki sesler, kendi dilinde de en çok kullanılan ana seslerdir.
Kur'an-ı Kerîm'in namazda aslından okunması lüzumu ve bunun Arab olmayan diğer Müslümanlar için de bir farz olduğu düşünülürse, Kur'an'ın Arabça olması ile diğer Müslüman milletlere nasıl bir kolaylık sağlandığı ve İslâmiyetin neden cihanşümûl bir din olduğu daha iyi anlaşılmış olur. Böylece Cenâb-ı Hak Kur'an-ı Kerîm'i Arabça indirmekle, sadece anlaşılmak bakımından da en fazla kolaylık sağlayan bir dil seçmiştir: Çünkü, "Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez..." (Bakara: 186).
.XXX
.
Kur'an-ı Kerîm, Allah'ın insanlara indirdiği son Mukaddes Kitaptır.
Kur'an, son Peygamber Hz. Muhammed'e (asm) Cebrâil (as) tarafından vahiy yoluyla indirilmiş ve ondan tevatür yoluyla nakl edilerek günümüze kadar gelmiştir.
Kur'an-ı Kerîm ferde ve cem'iyete, bütün insan sınıflarına, bütün memleketlerde ve bütün devirlerde insan hayatının bütününe, maddî - mânevî bir hidayet rehberidir. Hükûmet başkanından, kumandandan sade vatandaşa ve sokaktaki adama kadar herkes, orada kendisiyle alâkalı olanı bulur. Dünyevî ve uhrevî huzur ve saadeti için gerekli bilgi ve dersleri ondan alır.
Kur'an'ın sâhip olduğu meziyet ve özellikler, âyetlerde ve hadîslerde şu şekilde beyan buyurulmuştur:
- "İşte bu Kur'an muazzam bir kitabdır. Onu biz indirdik. Çok mübarektir. (Fayda ve bereketi çoktur). Artık buna uyun, emirlerine bağlanın ve Allah'tan korkun. Tâ ki merhamet olunasınız" (En'âm: 155).
- "Şu indirilmiş Kur'an, mübarek ve feyizli bir kitabdır ki elleri önündekini (Tevrat ve İncil'i) tasdik edicidir. Tâ ki onunla Mekke halkını ve bütün çevresindeki insanları korkutsun. åhirete îman edenler, namazlarına gereği üzere devam ettikleri gibi, Kur'an'a da inanırlar" (En'âm: 92).
- "Onlar, hâlâ Kur'an'ın Allah kelâmı olduğunu ve mânasını düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı, muhakkak ki içinde birbirini tutmayan birçok söz ve ifadeler bulurlardı." (Nisâ: 82).
- "O Kur'an, insanları Hakk'a ulaştırır; helâl ile haramda ve din hükümlerinde hakkı bâtıldan ayırır..." (Bakara: 185).
- "Kur'ân-ı Kerîm doğru yol gösterici, mü'minlere derecelerle kurtuluşu müjdeleyicidir" (Bakara: 97).
- "Bu Kur'an, akıl sâhiplerinin, âyetlerini iyice düşünüp anlamaları ve ders almaları için, sana indirdiğimiz saadet kaynağı bir kitabtır" (Sâd: 29).
- Hâris bin A'ver'den rivayet edilmiştir:
Bir gün Hz. Ali şöyle dedi: "Bakınız, ben Resûlüllah'dan (asm): "Yakında fitneler kopacaktır" buyurduğunu işittim. Bunun üzerine, "Ey Allah'ın elçisi, bu fitnelerden kurtuluşun çaresi nedir?" diye sordum. "Allah'ın kitabı, Kur'an'dır" buyurdular. (Daha sonra Hz. Peygamber, Kur'an'ın özelliklerini şöyle açıkladı:)
Onda, sizden öncekilerin tarihi, sonrakilerinin haberi ve aranızdaki mes'elelerin hükmü vardır. O, Hak ile Bâtılı birbirinden ayıran kesin bir hükümdür. Her kim hidâyeti ondan başkasında ararsa, Allah onu şaşırtır. O, Allah'ın kopmayan sağlam ipi, kuvvetli fikir kitabı ve doğru yoldur. O, akılların sapıtıp şaşırmamasına ve dillerin karışmamasına yegâne sebebdir. Kur'an, ilim adamlarının doymadığı, asla tekrarlanmaktan eskimeyen ve hayret veren üstünlükleri bitip tükenmeyen bir kitaptır. Yine O, öyle eşsiz bir eserdir ki, cinler dahi onu dinlediği zaman, "Biz, doğruluk ve olgunluk yolunu gösteren hârikulâde bir Kur'an dinledik" demekten kendilerini alamamışlardır. Ona dayanarak konuşan doğru söylemiş, O'nu tatbik eden sevab kazanmış, O'nunla hükmeden adâlet etmiş ve insanları O'na dâvet eden dosdoğru yola yöneltmiş olur.
* "Kur'an apaçık bir nur, hakîm bir zikir ve en doğru yoldur."
* "Kur'an-ı Kerîm, Allah Teâlâ'nın gökten yeryüzüne uzatılmış bir ipidir."
* "Kur'an'ın sair sözlere üstünlüğü, Rahman'ın mahlûkatına nazaran üstünlüğü gibidir."
* "Kim Allah'ın kitabından bir âyet okursa, Kıyâmet günü kendisine nûr olur."
* "Evlerinizi namaz kılarak ve Kur'an okuyarak nurlandırınız."
|
Kur'an'ın isimleri |
Kur'an, kelime olarak, "toplamak, okumak, bir araya getirmek" mânalarına gelir. Bu isim, Kur'an'a, bizzat kendisi tarafından verilmiştir (Bakara: 185).
åyet ve sûreleri bir araya getirdiği; İslâm'ın îtikad, ibâdât, ahlâk, hukuk, v.s. esaslarını toplayıp ihtiva ettiği; dünyada en çok okunan ve okunacak olan kitab olduğu için bu ismi aldığı ifade edilir.
Kur'an'ın daha bir çok isimleri vardır. Bu isimlerden bâzıları şunlardır: Kitab, Fürkan, Zikr, Hükm, Hikmet, Şifa, Hüdâ, Rahmet, Ruh, Beyan, Nimet, Bürhan, Nur, Hakk...
|
Kur'an'ın Unsurları |
Kur'an'ın 4 unsuru vardır:
1. Lâfız, yani, okunur olması.
2. Arapa olması.
3. Hazret-i Muhammed'e (asm) indirilmesi.
4. Ondan bize eksiksiz, noksansız, tevatür yoluyla nakledilmiş olması. Bu 4 unsurundan biri eksik olunca Kur'an olmaz. Binaenaleyh tercüme ve meâllere Kur'an denilemez ve bunlar Kur'an'ın yerini tutamaz.
Vahy-i metlûv:
Allah, Cebrâil (as) vasıtasıyla bâzan da başka şekillerde, doğrudan doğruya kelâmını, emir ve iradesini, hikmetlerini Peygamber Efendimize indirmiş, bunlar Kur'an'ı meydana getirmiştir. Kur'an, vahyin en yüksek şeklidir.
KUR'AN NEDİR?
"Kur'an, şu kitab-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi... Ve âyât-ı tekvîniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi... Ve şu âlem-i gayb ve şehâdet kitabının müfessiri... Ve zeminde ve gökte gizli Esmâ-i İlâhiyyenin mânevî hazinelerinin keşşâfı... Ve sutûr-u hâdisatın altında muzmer hakâıkın miftahı... Ve âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı... Ve şu âlem-i şehadet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifat-ı ebediye-i Rahmaniyye. Ve hitabat-ı ezeliye-i Sübhâniyyenin hazinesi. Ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi. Ve avâlim-i uhreviyyenin mukaddes haritası... Ve Zât ve Sıfat ve Esmâ ve şuûn-u İlâhiyyenin kavl-i şârihi, tefsîr-i vâzıhı, bürhân-ı kâtı'ı, tercümân-ı sâtı'ı. Ve şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi. Ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ' ve ziyâsı. Ve nev'-i beşerin hikmet-i hakikiyesi. Ve insaniyeti saadete sevkeden hakikî mürşîdi ve hâdîsi. Ve insana hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubûdiyet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine merci' olacak çok kitabları tazammun eden tek, câmi' bir KİTAB-I MUKADDES'tir. Hem bütün evliyâ ve sıddîkîn ve urefâ ve muhakkıkînin muhtelif meşreblerine ve ayrı ayrı mesleklerine, her birindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvîr edecek ve herbir mesleğin mesâkına muvafık ve onu tasvir edecek birer risale ibraz eden mukaddes bir kütübhâne hükmünde bir Kitab-ı Semâvîdir.
KUR'AN; Arş-ı A'zam'dan, İsm-i A'zam'dan, her ismin mertebe-i A'zamından geldiği için, bütün âlemlerin Rabbi itibariyle Allah'ın kelâmıdır. Hem, bütün mevcudâtın İlâhı ünvanıyla Allah'ın fermanıdır. Hem bütün semâvat ve arzın Hâlikı namına bir hitabdır. Hem Rububiyyet-i Mutlaka cihetinde bir mükâlemedir. Hem, saltanat-ı âmme-i Sübhâniyye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir. Hem, Rahmet-i vâsia-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifat-ı Rahmâniyyedir. Hem, ulûhiyyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bâzan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır. Hem İsm-i A'zamın muhîtinden nüzûl ile Arş-ı A'zam'ın bütün muhatına bakan ve teftîş eden hikmetfeşân bir Kitâb-ı Mukaddestir. Ve şu sırdandır ki, "Kelâmullah" ünvanı, kemâl-i liyâkatla Kur'an'a verilmiş ve daima da veriliyor. Kur'an'dan sonra sair enbiyânın kütüb ve suhufları derecesi gelir. Sâir nihayetsiz kelimat-ı İlâhiyyenin ise bir kısmı dahi has bir itibarla cüz'î bir ünvan ile hususî bir tecellî ile cüz'î bir isim ile ve has bir Rububiyyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususî bir rahmet ile zâhir olan ilhâmât suretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvanın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibariyle çok muhteliftir.
KUR'AN; asırları muhtelif bütün enbiyânın kütüblerini ve meşrebleri muhtelif bütün evliyânın risalelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyânın eserlerini icmâlen tazammun eden ve cihât-ı sittesi parlak ve evham ve şübehâtın zulümâtından musaffa ve nokta-i istinadı, bilyakîn vahy-i semavî ve kelâm-ı ezelî. Ve hedefi ve gayesi, bilmüşahede saadet-i ebediye. İçi, bilbedahe hâlis hidâyet. Üstü, bizzarure envâr-ı îman. Altı, bi-ilmelyakîn delil ve bürhan. Sağı, bittecrübe teslîm-i kalb ve vicdan. Solu, bi-aynelyakîn teshîr-i akıl ve iz'an. Meyvesi, bihakkal-yakîn rahmet-i Rahmân ve dâr-ı cinan. Makamı ve revâcı, bil-hadsi's-sâdık makbûl-ü melek ve ins ve cân bir Kitâb-ı Semâvîdir." (Bediüzzaman, Sözler)
Kur'an, sadece mânası değil, aynı zamanda lâfızları itibariyle de Peygamberimizin kalbine vahyedilmiştir.
Kur'an'a vahy-i metlûv denilmesi bundandır. Binaenaleyh Kur'an sadece mâna değil, lâfız ile mânanın bütünüdür.
Kur'an, Peygamber Efendimize toptan gelmemiştir. Âyet âyet, sûre sûre nâzil olmuştur.
Kur'an mu'cizesi:
Kur'an, insanlığın hakikî saadetini te'min edecek her türlü îtikad, amel ve ahlâk esaslarını ihtiva eder. Hem lâfzı, hem de mânası itibariyle, en büyük ve ebedi bir mu'cizedir.
Peygamberimiz bu hususta şöyle buyurmuştur:
"Hiçbir peygamber yoktur ki, onlara kendi zamanlarındaki insanların inandıkları kadar mu'cize verilmiş olmasın. Mu'cize olarak bana verilen ise, ancak Allah'ın bana vahyettiği (Kur'an)dır. Bunun için kıyâmet gününde ben, peygamberlerin en çok ümmeti bulunanı olacağımı ümid ederim."
Gerçekten de, diğer peygamberlerin mu'cizeleri devirleri geçtikçe bitmiştir. Kur'an mucizesi ise, kıyâmete kadar bâkîdir.
Kur'an-ı Kerîm'in muhtelif âyetlerinde Kur'an'ın mu'cize olduğu hususu, ısrarla belirtilir:
"De ki, bu Kur'an'ın benzerini meydana getirmek için insanlar ve cinler bir araya gelseler ve hattâ birbirlerine yardım da etseler, onun gibisini meydana getiremezler..." (İsrâ: 88).
Nitekim, Kur'an'ın lâfzındaki üslûb ve belâgata, şimdiye kadar hiç kimse nazîre getiremediği gibi, bundan sonra da getiremiyecektir...
Kur'an, lâfzı gibi, mânası bakımından da mu'cizedir.
Peygamber Efendimiz okuma-yazma bilmezdi. Kimseden bir şey öğrenmemişti. Bu yüzden ümmî sayılıyordu. Böyle olduğu halde, onun ortaya koyduğu kitab, en yüksek hakikatları ihtiva etmekte; ilmin ve tecrübenin yüzyıllarca uğraşarak ortaya koyduğu birçok ilmî gerçekleri 14 asır evvel haber vermektedir. Bu da Kur'an'ın doğrudan doğruya Allah kelâmı olduğunu göstermektedir.
Meselâ, Güneşin kendi etrafında dönerek, ayrıca kendine bağlı birçok gezegeniyle birlikte sâbit bir noktaya doğru yol aldığı; ehramların açılıp Fir'avn'ın mumyalarının ortaya çıkarılması gibi ilmî ve arkeolojik keşifler, son asrın keşifleridir. Halbuki Kur'an bu ve bunun gibi birçok gerçeği, asırlar öncesinden haber vermiştir.
İlim ve fen ne kadar ilerlerse ilerlesin, Kur'an'a aykırı düşemez. Bil'akis müsbet ve içtimaî ilimlerin ilerlemesi Kur'an'ın tefsîrini ve açıklanmasını kolaylaştırır. Bediüzzaman'ın ifade buyurduğu gibi "Zaman ihtiyarladıkça Kur'an gençleşmekte; ihtiva ettiği hakikatlar daha parlak şekilde ortaya çıkmaktadır."
Kur'an-ı Kerîm'in diğer bir mu'cizelik ciheti de, sonradan olacak birçok şeyleri önceden haber vermesidir. Verdiği haberler, sonradan aynen çıkmıştır. (Bizanslıların ateşperest İranlıları yeneceği; Mekke'nin fethedileceği haberleri gibi...)
Kur'an-ı Kerîm'in ihtiva ettiği hakikatler
Kur'an-ı Kerîm, insanlara îtikad, ibâdet, ahlâk, içtimaiyat, iktisad, siyaset, tarih, hukuk, insan, kâinat ve kâinat ötesi gibi birçok hakikatlerden bahsetmiştir. Kur'an'ın bahsettiği bu hakikatlarîn en önemlilerini şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Kur'an bütün insanları Allah'ın varlığına, birliğine îmana, yani, tevhid inancına dâvet eder. Zihinlerde Allah'ın kudret ve azametini tespit edip yerleştirir...
2. İnsanları putperestlik ve şirkten şiddetle men'eder. Yalnız ve yalnız, tek olan Allah'a ibâdet etmeye ve O'na hiçbir şey'i şerik koşmamaya dâvet eder...
3. Kur'an insanları ilme, irfana, tefekküre çağırır. İnsanları gaflet içinde şuursuzca yaşamaktan men'eder. Allah'ın kudret ve hikmetine dikkat etmelerini, kâinata ve hâdiselere ibret gözüyle bakmalarını ister.
4. İnsanlara gönderilmiş bâzı peygamberler ve onların ümmetlerini irşad ve tebliğ tarzları hakkında bilgi verir. Geçmiş ümmetlerin hallerinden ders almamızı söyler.
5. İnsanların nefislerine esir olmamalarını, dünyayı âhirete tercih etmemelerini, dünyada her an imtihan içinde olduklarını unutmamalarını bildirir.
6. Müslümanların dinlerinde sebat etmelerini, daima hakka tâbi olup hakkı savunmalarını, düşmanları karşısında kuvvetli olmalarını tavsiye eder.
7. İçtimaî, iktisadî ve siyasî hayatta tâkip edilmesi gereken temel esasları ve saadet düsturlarını haber verir.
8. İnsanlar arasında adalet, istikamet, tevâzu', sevgi ve şefkat, ihsan, afv, edeb ve eşitlik gibi ahlâkî değerleri tavsiye eder.
İnsanları zulümden, hıyânetten, kibirden, cimrilikten, intikam duygularından, katı yüreklilikten, fuhşiyattan, haramdan men'eder.
9. Allah'ın kâinata koymuş olduğu kanunların değişmeyeceğini, muvaffakıyet için bu kanunlara riayet etmenin lüzumunu anlatır. İnsana kendi gayret ve çalışmasından başka hiçbir şey'in fayda vermiyeceğini bildirir.
10. İslâm'a uyanların Cennete, uymayanların ise Cehenneme gireceğini bildirir. Bu dünyanın, âhiretteki ebedî Cenneti ve saadeti kazandıracak bir imtihan meydanı olduğunu haber verir.
|
Kur'an'a Karşı Vazifelerimiz |
- Bir müslüman olarak Kur'an'a karşı ilk vazifemiz, onun ve ihtiva ettiği hakikatların hak olduğunu tasdik etmektir. Daha sonra, onu okumak, mânasını anlamak ve emirlerini tatbik edip yaşamak, ulvî düsturlarını, ferd ve cem'iyet olarak hayatımıza hâkim kılmak gibi diğer vazifeler gelir.
- Her müslümanın, namazı câiz olacak kadar Kur'an'dan bir bölüm ezberlemesi farz-ı ayndır. Fâtiha sûresiyle birlikte başka bir sûreyi daha ezberlemek vâcibdir. (Bununla farz da yerine getirilmiş olur).
Kur'an-ı Kerîm'in bütününü ezberlemek ise, farz-ı kifâyedir. Yani bir kısım müslümanların hâfız olması, diğer müslümanları mes'ûliyetten kurtarır. Ancak Kur'an'ı ezbere bilen hiç kimse kalmazsa bütün müslümanlar mes'ul olur.
- Kur'an'ı namaz dışında yüzünden okumak, ezbere okumaktan daha faziletlidir. Zira bu okuyuşa hem göz, hem de dil iştirâk eder. Tefekküre de daha müsaittir. Ezbere okumaya ise sadece dilin iştirâki vardır. Kur'an'ı namaz dışında da, kıbleye yönelerek, temiz giyimli olarak ve edeblice oturarak okumak müstehabtır.
- Okumaya başlarken Eûzü-Besmele çekilmesi de yine müstehabdır.
- Kur'an'ı yüzünden abdestli olarak okumak farzdır. Çünkü abdestsiz Kur'an'a el sürülmez.
- Kur'an'ı ayda bir defa hatmetmek, umumiyetle güzel görülmüştür. Senede 1, 40 günde bir, haftada 1 hatmi tercih edenler de vardır. Ancak 3 günden az zamanda hatim caiz görülmemiştir. Çünkü bu takdirde Kur'an'ı sür'atli okumaktan dolayı mânasını düşünmek kâbil olmaz, ayrıca telâffuz hatâları yapılabilir.
- Kur'an-ı Kerîm'i dinlemek farz-ı kifâyedir. Bir mecliste Kur'an okunurken, dinliyenin bulunması, dinlemeyenlerden mes'uliyeti kaldırır. Ancak başka işlerle meşgul olan kimselerin yanında yüksek sesle Kur'an okunması uygun görülmemiştir.
- Kur'an okumak, nafile ibâdet yapmaktan; Kur'an'ı sesli okumak ise, sessiz okumaktan efdaldir.
- Bir kimse, yürürken veya bir iş görürken Kur'an okuyabilir. Yalnız bu hâlin Kur'an'ı gafletle okumağa sebeb olmaması gerekir. Bil'akis okuduğu Kur'an, onu gaflete dalmaktan sıyırmalıdır.
- Namaz kılınması mekruh olan vakitlerde dua, tesbih, Peygamberimize salât ü selâm, Kur'an okumaktan efdaldir.
- Kur'an'ı güzel sesle ve tecvidle okumak müstehabdır. Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde "Kur'an'ı seslerinizle tezyîn ediniz" buyurmuştur.
- Kur'an'ı tecvide aykırı şekilde nağmelerle okumak câiz değildir. Kelimeleri değiştiren, mânayı bozan okumalar da haramdır.
- Kur'an okumayı öğrenmiş olan kimse, sonradan yüzünden okuyamıyacak derecede unutsa günahkâr olur.
- Kur'an'ı okumak gibi, başkasına okutmak, öğretmek de sevabı çok bir ibâdettir.
- Ücretle Kur'an okumayı bâzı âlimler caiz görmüşse de, bunu bir geçim yolu olarak benimsemekten kaçınmak gerekir.
- Yırtık ve eski olup kullanılmayan mushaf yakılmaz. Temiz beze sarılıp toprağa gömülür. Yahut toz gelmeyen temiz bir yere konur. (Tatarhâniye'den).
- Kur'an okumak ve okutmanın fazileti ile ilgili olarak hadîs-i şeriflerde şöyle buyurulmuştur:
Ebû Mûsâ el-Eş'ari (ra) Hz. Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Kur'an'ı okuyan ve gereğini olduğu gibi tatbik eden mü'min, kokusu hoş, tadı güzel turunç meyvesi gibidir. Kur'an okumayan, fakat gereğini tatbik eden mü'min, tadı olan ve fakat kokusu bulunmayan hurmaya benzer. Kur'an okuyan, fakat gereğini tatbik etmeyen münâfık da, sadece kokusu hoş olan fesleğen gibidir. Kur'an okumayan münâfık da, tadı acı ve kokusu çirkin Ebû Cehil karpuzuna benzer."
"Ümmetimin yapacağı en faziletli ibâdetlerden biri de Kur'an-ı Kerîm'i yüzüne bakarak okumasıdır."
"Kul, Kur'an-ı Kerîm'i hatmettiği zaman hatim duası esnasında 10 bin melek ona bağış talebinde bulunur."
"Şu ibâdet işinde gözlerinizin hazzını verin... O da Mushaf'a bakarak okumak ve üstünde tefekkür etmek, acâibatından ibret ve ders almaktır."
"Evlerinizde Kur'an okumayı artırınız. Bir ev ki, onda Kur'an okunmaz, o evin hayrı azalır, şerri çoğalır. Ehline darlık gelir..."
"Kur'an'ı oku, yasak ettiği şeyleri anla. Şayet okuman seni yasaklardan almıyorsa, onu okumuş, anlamış sayılmazsın."
"Oruç ve Kur'an, kıyâmet günü kula şefaat edecekler. Oruç diyecek ki:
- Ey Rabbim, ben onu yemekten ve şehevî şeylerden gündüzleri alıkoydum. Ona şefaatimi kabûl buyur.
Kur'an da diyecek:
- Ey Rabbim, onu geceleri uykudan aldım. Ona şefaatimi kabûl buyur.
Şefaatleri kabul buyurulur."
"Herhangi bir cemaat, Allah'ın evlerinden birinde toplanır, Allah'ın Kitabını okur ve mânasını aralarında anlamaya çalışırlarsa, onlara sakînet (kalb huzuru ve itmi'nan) iner. Kendilerini rahmet kaplar, çevrelerini melekler sarar ve Allah Teâlâ yanında bulunanlara onları anlatır."
"Kur'an hâfızları, ehl-i Cennetin reisleridir."
|
Kur'an Okumanın Mânevî Yönleri |
Okunan Kur'an'ın, insan ruhuna hâkim olması ve onu mânen yükseltmesi için, dikkat edilmesi gereken bâzı hususlar vardır. Bu hususları şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Okunan Kur'an'ın büyüklük ve ulviyetini anlamak...
Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:
"Eğer biz Kur'an'ı bir dağın üzerine indirseydik, muhakkak o dağı, Allah korkusundan baş eğmiş ve parçalanmış görürdün..." (Haşr: 21)
Allah, dağların bile çekemiyeceği bir yükü, insanlara vermiş olduğu kabiliyet ile taşıtmaktadır. Şu halde Kur'an okuyan kimse, ilk olarak, okuduğu kelâmın azamet ve ulviyetini idrâk etmelidir.
2. Mütekellimi tâzim:
Kur'an okuyan kimse, o Kur'an'ın sâhibinin (mütekelliminin) Allah olduğunu düşünmeli, okuduklarının bir beşer sözü olmadığını her an hatırlamalıdır.
3. Kur'an'ı kalb huzuru içinde okumak, nefsin dedikodularını terk etmek...
Bir âlime, "Sen Kur'an okurken gönlüne başka şeyler gelir mi?" diye sorulmuş. O da "Benim için Kur'an'dan daha sevimli bir şey yoktur ki hâtırıma gelsin" şeklinde cevab vermişler.
4. Tedebbür (okuduğu hakikatları düşünmek)...
İnsanın bâzen Kur'an'ı, üzerinde düşünmeden okuduğu olur. Halbuki Kur'an kırâetinden esas maksad, onu düşünmek, ders ve ibret almaktır. Düşünmeye imkân verdiği için, Kur'an'ı ağır ağır okumak sünnet kabûl edilmiştir.
Hazret-i Ali, "Anlamadan yapılan ibâdette, düşüncesiz yapılan kırâette hayır yoktur" demiştir.
Peygamber Efendimiz ål-i İmran sûresinin 90. âyetini okumuş, daha sonra da: "Bu âyeti ağzınada okuyup (veya geveleyip) de üzerinde düşünmeyenin veyl hâline..." buyurmuştur.
5. Tefehhüm (anlamak)...
Kur'an okuyan kişi, okuduğu kısmın mânâsını imkân nisbetinde anlamaya da çalışmalıdır.
6. Kur'an'ı anlayışa mâni olan hallerden uzaklaşmak...
Kur'an'ın mânâsını anlamaya mâni hallerin başlıcaları şunlardır:
a) Taklid ve taassub: Bâzı fikirlere taassubla bağlanmak veya taklid yoluyla bilgi edinmek, Kur'an'daki inceliklerin keşfine ve anlaşılmasına mâni olur.
b) Kibir, günahta ısrar veya dünyanın geçici heveslerine iptilâ gibi haller de, Kur'an'ın hakikatlerini anlamaya perde olur.
c) Kur'an tercümelerini okuyup, Kur'an'ın bütün mânasının o tercümede geçen söz ve bilgilerden ibaret olduğunu zannetmek.
Bu durum, Kur'an'ı anlamaya en büyük manilerdendir. Günümüzde pek çok kimsenin, Kur'an tercümelerini okuyup Kur'an'ın hakikatlarının o zâhirî mânalardan ibaret olduğunu zannederek kalbi bozulmakta, Kur'an'a karşı hürmeti zedelenmektedir.
7. Kendini muhatab etmek.
Kur'an okuyan kimsenin Kur'an'ın bütün hitablarında kendinin kastedildiğini kabûl etmesi gerekir. Yani, Kur'an'a, nefsini muhatab ederek okumalıdır.
8. Teessür...
Teessürden maksad, Kur'an okuyan kimsenin kalbinin, âyetlerin mânasından duygulanıp müteessir olmasıdır. Kul, okuduğu âyetin bahsettiği muhtevaya uygun bir hâl içine girmelidir. Azab âyetlerini okurken, hemen ölecekmiş gibi korkudan küçülmeli, rahmet ve mağfiret âyetlerinde de neş'elenip uçan kuş gibi sevinmelidir. Allah'ın zikri, sıfatları, isimleri geçen âyetleri okurken Allah'ın yüceliği karşısında başını eğip azamet-i ilâhiyeyi düşünmelidir. Kâfirlerin Allah'a isnad ve iftiralarını okurken sesini kısmalı, içinden müteessir olmalı, o sözlerden dolayı utanmalıdır. Cennetin sıfatlarını bildiren âyetlerde Cennete karşı iştiyak ve arzu duymalıdır. Cehennemden bahseden âyetlerde de tüyleri ürpermelidir. Hakikî mânada yapılan Kur'an tilâvetinde dil, akıl ve kalb birlikte vazife görür. Dilin görevi, tertîl ile harflerin hakkını vererek okumaktır. Aklın vazifesi, mânaların tefsirini yapmaktır. Kalbin görevi ise, okunanın etkisi altında kalarak kendine çeki düzen vermektir. Binaenaleyh Kur'an dil ile okunur, akıl tercüme eder, kalb ise ders alır.
9. Terakki...
Bundan maksad, Kur'an'ı okuyan kimsenin onu kendinden değil, Allah Teâlâ'dan dinliyormuşçasına rûhen yükselerek okumasıdır.
10. Teberri...
Teberriden maksad, Kur'an okuyan kimsenin kendi havl ve kuvvetinden, nefsine itimad ve iltifattan vazgeçmesidir. Salihler için olan müjde ve medh âyetlerini okuduğu zaman, mü'min kendini o sâlihler içinde görmemeli, ancak o nuranî kafileye kendini de katması için Allah'a yalvarmalıdır.
Âsî ve günahkârları zemmeden âyetleri okuduğunda ise, kendini de o âsi kullar içinde saymalı, korkarak Allah'ın rahmetine sığınmalı, günahlarından tevbe ve istiğfar etmelidir
.
Peygamberlere İman Ne Demektir? |
Allah Teâlâ'nın, emirlerini ve yasaklarını kullarına bildirmek üzere elçi seçtiği büyük insanlara Peygamber denir.
Peygamberlere îman, Allah'ın insanları doğru yola iletmek, emir ve yasaklarını onlara duyurmak için Peygamber denilen elçiler gönderdiğine inanmak, Peygamberlik müessesesinin varlığını kabûl etmek, Kur'an'da Peygamber olduğu zikredilen şahısların Peygamber olduklarını tasdik etmek demektir.
Peygamberler de bizim gibi insan olmakla beraber, onlar Allah'ın seçkin kullarıdır. İnsan çalışıp çabalamakla, istemekle Peygamber olamaz. Peygamberlik, Allah vergisidir.
|
Peygamberler Niçin İnsanlar Arasından Seçilmiştir? |
Allah'ın insanlara elçi olarak gönderdiği Peygamberlerini yine insanlar arasından seçmesi, onların insanlara her hususta rehberlik, örneklik, mürşidlik yapabilmeleri içindir.
Peygamberler melekler arasından gönderilseydi, hiç şüphesiz bu netice alınamazdı. İnsana en iyi rehberliği, yine insanın yapabileceği açık bir gerçektir.
|
Rasûl ve Nebî Ne Demektir? |
Kendisine müstakil bir din ve kitab verilen peyamberlere Resûl, müstakil bir din ve kitab sâhibi olmayıp kendinden önceki bir peygamberin kitabına uygun hareket etmekle vazifeli peygamberlere de Nebî adı verilir.
|
İnsanlar Niçin Peygamberlere Muhtaçtırlar? |
İnsanlar kendi akıllarıyla Allah'ın varlık ve birliğini anlayabilseler bile, O'na mahsus sıfatları tamamen kavrayamazlar. Ona ne şekilde ibâdet edileceğini bilemezler. åhiret işlerini, âhiretteki mes'ûliyeti idrâk edemezler. Bütün bu hususları Allah'ın kendilerine bildirip öğretmesine muhtaçtırlar.
İşte Allah, insanların bu ihtiyaçlarına cevab vermek üzere, onlara peygamberler göndermiştir. Onlar vasıtasıyla, bilmeye muhtaç oldukları maddî ve mânevî her hususu insanlara öğretmiştir.
Eğer peygamberler gelmeseydi, insanlar Allah'ın varlık ve birliğini bilmenin dışında, hiçbir dinî hükümle mükellef tutulamazlardı. Hattâ bâzı Kelâm âlimlerine göre, Allah'ın varlığını, birliğini anlamaktan bile mes'ul olmazlardı. Nitekim âyet-i kerîmede de:
"Rasûl göndermediğimiz müddetçe, hiçbir kavme azâb edici değiliz." (İsrâ: 15) buyurulmuştur.
İnsanlık hiçbir şey'i bilmez durumda iken her şey'i, her san'atı ve her hüneri peygamberlerden öğrenmişlerdir. Dünya ve âhirette mutlu olmanın ve huzurlu yaşamanın yollarını, birbirleriyle hoş geçinme düsturlarını, ahlâk ve görgü kaidelerini insanlara öğreten yine peygamberler olmuştur.
|
Peygamberler Kaç Tanedir? |
İlk peygamber Hz. ådem'den son peygamber Hz. Muhammed'e (asm) gelinceye kadar arada birçok peygamber gelip geçmiştir. Kuvvetli bir rivayete göre bu peygamberlerin sayısı 124 bin, diğer rivayete göre de 224 bin kadardır. Bunlardan sadece 25 tanesinin ismi Kur'an'da geçmektedir.
|
Kur'an'da Bahsi Geçen Peygamberler Kimlerdir? |
Şunlardır:
Âdem, İdris, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrâhim, İsmâil, İshâk, Yâkub, Yûsuf, Şuayb, Mûsâ, Hârun, Dâvud, Süleyman, Eyyûb, Zülkifl, Yûnus, İlyas, Elyesa', Zekeriyya, Yahyâ, İsâ ve Hz. Muhammed Aleyhimüsselâm...
Bunlardan ayrı Kur'an'da ismi geçen Üzeyr, Lokman ve Zülkarneyn'in (as) peygamber olup olmadıkları ihtilâflıdır.
Kur'an'da ismi geçmediği halde peygamber olarak meşhûr olanlar da şunlardır: Şît, Yûşâ, Cercis, Danyal Aleyhimüsselâm.
İnsanlara Ayrı Ayrı Peygamberler Gelmesinin ve Her Peygamberin Getirdiği Dinde Bâzı Farklılıklar Olmasının Sebebi Nedir?
İslâm inancına göre, bütün peygamberler aynı dâva için çalışmışlar, aynı îman ve ibâdet esaslarını insanlara tebliğ ve telkin etmişlerdir. Bununla beraber peygamberlerin getirdikleri dinler arasında bâzı farklar bulunduğu da bir gerçektir. Bunun da en mühim sebebi, asırların ve cem'iyetlerin ihtiyaçları ve idrâk seviyeleri başka başka olmasıdır. Peygamberler, insanların idrâk seviyelerine göre konuşmuş ve ihtiyaçlarına göre hareket etmişlerdir. Söz ve şekillerde, dînin tatbikatına ait bâzı ayrılıkların bulunması gayet tabiî ve fıtrîdir. Aynı zamanda âlemdeki tekâmül kanununun da bir îcabıdır. Bütün bu ayrılıklar ve farklılıklar, hak dinlerin özde ve gayede bir olmalarına te'sir etmez.
Peygamberler çeşitli aralıklarla ayrı ayrı asırlarda gelmiş olsalar bile, gelen peygamberler, bir önceki peygamberin dâvasını, kaldığı yerden yürütmeye devam etmiştir. İki peygamber arasındaki zaman süresinde, halkta yanlış inançlara sapmalar olmuşsa, yeni gelen peygamber bu yanlışı düzeltmiş, insanları ıslah ve irşâd etmiştir.
Nihayet İslâm Dîninin gelmesi ile, insanların tekâmülüne paralel olarak dinlerin tekâmülü de son mertebeye ulaşmış; Hz. Muhammed (asm) diğer peygamberlerden farklı olarak bütün insanlığa, kıyâmete kadar gelecek bütün asırlara peygamber olarak gönderilmiştir.
|
Peygamberlerde Bulunan Müşterek Vasıflar Nelerdir? |
Bütün peygamberlerde ortak olan vasıflar ve özellikler şunlardır:
1. Sıdk (Doğruluk): Bütün peygamberler Allah'tan alarak verdikleri bütün haberlerinde doğru sözlüdürler. Onlar hakkında kizb (yalancılık) vasfı düşünülemez.
2. Emanet (Emin ve güvenilir olmak): Peygamberler Allah'ın kendilerine verdiği vazifeleri yerine getirme hususunda emin ve güvenilir kimselerdir. Peygamberlerde asla hıyânet hâli görülmez.
3. Tebliğ: Peygamberler Allah'tan kendilerine vahyolunan şeyleri ümmetlerine noksansız, ilâvesiz olarak aynen bildirirler, tebliğ ederler. O haberleri ketmedip gizlemek, tahrif edip değiştirmek söz konusu değildir. Kitman, yani, hakikatı gizleme vasfı peygamberlerde yoktur.
4. Fetanet: Peygamberler üstün bir akıl ve zekâya, kuvvetli bir hâfızaya ve yüksek bir mantık ve ikna kabiliyetine sâhiptirler. Peygamberlerin delilik, gafillik, cahillik gibi sıfatlarla uzaktan yakından hiçbir alâkaları yoktur.
5. İsmet (Ma'sûmiyet, günahsızlık): Peygamberler gizli - açık her türlü günahlardan, kusurlardan, kötü hallerden, peygamberlik şerefiyle bağdaşmayacak hareketlerden uzaktırlar. Mâsiyet, yani, günah işlemek peygamberler hakkında muhaldir.
|
Vahiy, Allah tarafından geldiğine dair kat'î bir bilgi ve itmi'nan ile beraber, vasıtalı veya vasıtasız olarak peygamberlerin ruhunda (kalbinde) bulduğu bir bilgi ve marifettir.
Peygamberler Allah'tan aldıkları hüküm ve hakikatları vahiy yoluyla alırlar. Peygamberlerin hepsi de Allah'ın vahyine muhatap olmuşlardır.
Vahyin de pek çok çeşitleri ve mertebeleri vardır:
Vahyin en yaygın şekli, vahiy meleği olan Cebrâil (as) vasıtasıyla peygamberlere İlâhî hükümlerin bildirilmesi, tebliğ edilmesidir. Kur'an'ın indirilişi böyle olmuştur. Cebrâil'in (as) vahyi getirmesinin de çeşitleri vardır. Melek, aslî hüviyeti ile peygambere görüneceği gibi, insan suretine girerek de gelir ve vahiy getirir. Bâzan da hiç görünmeden çan sesi veya arı vızıltısı gibi bir sesle gelir ve vahyi peygamberin kalbine bırakır.
Bâzan da Allah Teâlâ emir ve hükümlerini vasıtasız, doğrudan doğruya peygamberine söyler ve işittirir. Tûr dağında Mûsâ'nın (as) ve Mi'rac'da Peygamberimizin vahyi doğrudan doğruya Allah'tan almaları gibi.
.
Âhiret gün, bu dünyanın ömrü tükendikten sonra yeniden başlayacak ve sonsuza kadar devam edecek olan zamandır. Bu zamanın başlangıcı, kıyamet dediğimiz dünya hayatının sonudur.
|
Âhiret Gününde Olacak İşler Nelerdir? |
İnsanların yeniden dirilmeleri (haşir), hesap, sual, mîzan, sırat köprüsünden geçiş, cennet ve cehenneme giriş, bunların hepsi âhiret günü olacak, insanın başına gelecek işlerdir.
|
Âhiret Gününe İman Ne Demektir? |
Kıyâmetin kopmasından sonra başlıyacak zamana âhiret günü dendiğine göre, âhirete îman; her şey gibi dünyanın da ömrünün biteceğine, sonra bir başka şekle gireceğine, insanların tekrar dirilip kabirlerinden kalkacağına, dünyada yaptıklarından dolayı hesaba çekileceklerine, amel defterlerinin ellerine verileceğine, sırat köprüsünden geçileceğine, iyilerin cennete, kötülerin cehenneme gireceğine inanmak demektir.
|
Âhiret Gününe İmanın İnsan Hayatı Üzerindeki Te'sirleri Nelerdir? |
Âhiret gününe ve bu günde olacak hâdiselere inanmanın, îman esasları içinde hususî ve mühim bir yeri vardır. Kur'an-ı Kerîm'de îman esasları çok defa "Allah'a ve âhiret gününe îman" olarak özetlenir.
Allah'ın kudret ve irâdesi ile yaratılan insan, bu dünyada az veya çok yaşadıktan sonra ölecek, bedeni çürüyerek toprak olacaktır. Fakat insanın cevherini, hakikî varlığını ve üstün cihetini teşkîl eden ruh, maddî olmadığı için yaşamaya devam edecektir.
İnsanı ilk defa yoktan vâr eden Allah, onun cismini kıyâmet günü tekrar yaratacak, ruhunu ona döndürerek tekrar diriltecek, bu dünyada yaptıklarından hesaba çekip ceza ve mükâfatını verecektir.
Onun için insanın, dünya hayatına inandığı ve oradaki saadetine çalıştığı gibi, âhiret hayatına da inanması ve oradaki mutluluğu için de çalışması gerekir. Aslında bu dünya bir deneme yeri, bir imtihan salonu ve âhiretin ekin mahallidir. Burada ne ekilirse, orada o biçilecektir. Bu sebeble âhiret hayatı, dünya hayatının gayesidir. İnsan dünyası için çalıştığı gibi, ebedî hayat yeri olan âhireti için, oradaki saadet ve mutluluğu için de çalışmalıdır.
Bu ise onun âhirete inanarak Allah'ın emirlerine uyması, yasaklarından kaçması, hayırlı işleri yapması, böylece Rabbinin rızasını kazanması, yani, tam bir İslâmî hayat yaşaması ile mümkündür.
Peygamberimiz bu bakımdan "Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın hemen ölecekmiş gibi âhiret için çalışınız" buyurmuştur.
Âhirete îmanın önemini bu şekilde belirttikten sonra, insan hayatı üzerindeki te'sirlerini de şu şekilde özetleyebiliriz:
Yüce Allah'a ve ebediyet ülkesi ahirete îman, insanların ümidlerini yenilemek, acılarını hafifletmek ve karşılaştığı zorlukları yenmekte en büyük yardımcıdır.
Çünkü böyle bir îmana sâhip olan bir kimse, bütün musibetlere sabırla karşılık verir, başına gelen felâketler karşısında ümidsizliğe düşmeden, o engelleri aşmaya şevkle ve ümidle çalışır.
Âhirete îman, insanı iki güzel vasfa sâhip kılar:
1. Bollukta, verdiği nimetler için Allah'a şükretmek,
2. Darlıkta ise, hâline sabretmek ve Rabbine isyân etmemek...
Allah'a ve âhirete îman, insanı daima iyilik ve hayır işlemeye, şerden ve kötülüklerden kaçınmaya, ahlâk ve fazilet ile zinetlenmeye, Allah'tan korkarak her işinde O'nun koyduğu İlâhî ölçülere uymaya da sevkeder.
Böyle bir îman sâhibi, hiçbir işinde doğruluktan ayrılmaz. Her şey'i zamanında ve eksiksiz yapar. Nefsine, ailesine, çevresine, vatan ve milletine, hattâ insanlığa karşı dürüst hareket eder. Onlara samimî olarak sevgi ve şefkat göstermeyi, faydalı olmayı, hizmet edebilmeyi kendine hayat düsturu bilir.
Hak ve adaletten de ayrılmaz, kimseye zulmetmez. Zengin olmak istese, kötü yollara sapmaz, hile yapmaz, kimseyi aldatmaz. Malını daima hayırlı ve faydalı işlere sarfeder. Kendi hakkını bilir, başkalarının da hukukunu gözetir. Fakir ve düşkünlere yardım elini uzatmaktan zevk duyar. Kendisi için sevdiğini mü'min kardeşi için de sever. Çünkü o, ceza ve mükâfat günü olan âhirete kesin olarak inanmakta, bu dünyada yapılan işlerin orada hesabının verileceğini bilmekte, her hareketini bu esasa göre ayarlamaktadır. Bu esas, ferd ve cem'iyetin hayatını düzenleyen, sulh ve huzuru te'min eden çok önemli bir faktördür.
|
Kıyâmet Nedir? |
Her şey'in bir ölümü olduğu gibi, dünyanın da bir ölümü vardır. Er veya geç, bir gün mutlaka bu dünyanın, yer ve göklerin düzeni bozulacak, yerde ve gökte olanlar hep ölecektir. İşte buna Kıyâmet denir.
Allah'ın emri ile İsrâfil (as) Sûr'a üfleyince yer ve gök yerinden oynayacak, herşey altüst olacaktır. Kıyâmetin zelzelesi öyle dehşet ve korku verici olacaktır ki, o gün herkes kendinden geçecek, sersemleyecek, yer yerinden oynayacaktır. Dağlar pamuk gibi atılacak, göktekiler darmadağın olacak, dünyayı ışığı ile aydınlatan güneş kararıp dökülecek, denizler kaynayıp birbirine karışacak, yerlerin altındakiler hep açığa çıkacak, kısacası, yerlerin ve göklerin düzeni tamamıyla bozulup herşey harâb olacaktır.
Kıyâmetin kopacağı, bütün dinlerin ve semavî kitabların beyanları ile sâbit olduğu gibi, aklen ve ilmen dahi sâbittir. Bugün dünyanın ve kâinatın yıkılıp harâb olması hususunda pek çok ilmî teoriler ortaya konulmuş, kesin hesaplarla er veya geç bir gün kâinatın sonu geleceği ve kıyâmetin kopacağı ispatlanmıştır. Bunlardan bir tanesine temas edelim:
Fizikçiler ve astronomlar, kâinatın entropisinin devamlı arttığını bildiriyorlar. Hareket olan yerde, çevrenin entropisi artar. Bu artış bir maksimumdan geçer ve nihayet artış miktarı sıfır olur. İşte o anda, bütün hareket durur. Bu ise kâinatın sonu demektir.
|
Öldükten Sonra Dirilme Ne Demektir? |
Kıyâmet koptuktan sonra her şey yok olacak, hiçbir canlı kalmayacak, yalnız Allah bâki kalacaktır. Bu yokluk bir müddet devam ettikten sonra, Allah, İsrâfil'e Sûr'a ikinci defa üflemesini emredecek; Sûr'a üfürülmesini müteâkip de insanların cisim ve bedenlerini yeniden yaratıp ruhları o bedenlere geri gönderecek, böylece ölüleri ihya edip diriltmiş olacaktır.
Bütün semavî dinler, bu inanç esasında müttefiktirler. Kur'an'da şöyle buyurulur:
"Kendi yaratılışını unutup, 'bu çürümüş kemikleri kim diriltecek', diyerek bize misal getirene de ki: 'Onu birinci defa kim yoktan vâr etti ise, işte yine O diriltecektir." (Yâ-sîn: 78-79).
Bu âyet, dirilmenin mümkün, hattâ ilk yaratılışa göre daha kolay olduğunu anlatmaktadır.
Şu âyetler de aynı mânâyı te'yid etmektedir:
"Biz ilk yaratışta acz mi gösterdik ki, ikinci yaratışta acze düşelim? Hayır, onlar yeni yaratılıştan şübhe içindedirler."
"Bir de şöyle dediler: 'Biz, kemik ve toz yığını olduğumuz vakit mi, gerçekten biz mi, yeni bir yaratılışla diriltileceğiz.' (Ey Resûlüm onlara) söyle; 'İster taş, ister demir olsun, yahut gönlünüzde büyüyen (dağlar ve gökler gibi kuvvetli) herhangi bir yaratık olsun, muhakkak öldürülecek ve dirileceksiniz'. Onlar şöyle diyeceklerdir: 'O halde, öldükten sonra bizi kim diriltip geri çevirecek?' Sen de ki: 'Sizi ilk defa yaratmış olan kudret sâhibi Allah diriltecek...'" (İsrâ: 49-51).
"Onlar: 'Allah ölen kimseyi diriltemez' diye en kuvvetli yeminlerle Allah'a yemîn ettiler. Hayır, bu ölüleri diriltmek Allah üzerine gerçekleşen bir vaaddir. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Nahl: 38)
"Yağmur rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen O Allah'tır. Nihayet bu rüzgârlar buhar ile yüklü, ağır ağır bulutları yüklendiği zaman, bakarsın ki biz, onları ölmüş (kurumuş) memleketere sevketmişizdir. Böylece o bulutla, o yere su indiririz de o su ile her çeşit meyveleri çıkarırız. İşte bu ölü araziden bitkileri (nebatatı) çıkardığımız gibi, ölüleri de böyle çıkaracağız (dirilteceğiz). Gerektir ki, düşünür ve ibret alırsınız" (A'râf: 57).
Kur'an'da haşirden bahseden âyetler, hep şu husus üzerinde dururlar: "Yoktan vâr etmeye, koskoca kâinatı yaratmaya ve kuruyan ölü toprağı canlandırıp yeşertmeye kadir olan Hak Teâlâ, hiç şübhesiz ölerek toprak olan insan bedenini de yeniden diriltmeye, ruhunu bedenine iade etmeye kadirdir."
Görüldüğü gibi, Kur'an'da haşirden bahseden âyetlerde esas maksad, haşrin nasıl olacağını izah etmek değil, haşrin mümkün olacağını isbattır. åyetlerde haşrin nasıl olacağının sarih olarak zikredilmemesi, Kelâm ve İlâhiyat âlimleri arasında fikir ayrılıklarına yol açmıştır. Münâkaşa, bilhassa haşrin sadece ruhen mi olacağı, yoksa cismanî yani ruh ve beden birlikte mi gerçekleşeceği hususu üzerinde toplanmaktadır.
Ehl-i Sünnet îtikadı, haşrin cismanî olacağı üzerindedir. Haşrin cismânî oluş hikmeti şu şekilde îzah edilmiştir:
"Cisim dediğimiz madde, kendi âleminde yeknesak (monoton) bir durumda değildir. Biz, uzayda yer kaplayan ve ağırlığı olan her şey'e madde diyoruz, ama havaya göre su, suya göre de toprak daha sert ve daha katı bir cisimdir. Seyyareler arasını ve bütün uzayı dolduran, eskilerin havadan daha lâtif bir cisim olduğuna inandıkları ve esir dedikleri şey, eğer bir madde ise (çünkü esirin bir takım enerji dalgaları olduğu söyleniyor) hava buna göre çok katı bir cisim sayılır. Bütün madde cinsleri arasında çeşitli madenlerden meydana gelmiş olan toprak, Allah'ın Kudret, Hâlikıyet ve Rubûbiyet sırrına hepsinden fazla mazhar olmuştur. Bitkilerin hayatına menşe' olan toprak, Allah'ın en üstün mahlûku olan insan hayatına da sahne olmuştur. Böylece toprak, kendinden daha lâtif olan sâir madde cinslerinden daha çok İlâhî lütfa ermiştir. Yani, maddenin en katısı, en üstün durumdadır.
İnsanın mânevî hayata yükselmesine yardım eden duyu organları da maddî unsurlardır. Gözünü kaybeden, şekil ve renklerin güzelliğinden, kulağı işitmeyen de ses ve nağmelerdeki âhengin zevkinden mahrum kalacaktır. Güzel kokudan alınan tad, güzel sesten alınan tada göre daha maddî, yemek ve içmekten alınan lezzet de şekil ve renklerden aldığımız hazza göre daha maddî sayılır. Duyu organlarının sağlam ve sıhhatli olması, düşünceye güzel ve işe yarar malzeme hazırlar. Hasta duyular yanlış idrâklere, yanlış idrâkler de hatâlı düşüncelere yol açarlar. Sağlam ve sıhhatli bir düşünce, mânevî hayatın temel unsurlarından biridir. Görüldüğü gibi insanın mânevî hayata yükselebilmesi, maddî duyulardaki kuvvet ve hassasiyete bağlı kalmaktadır. İnsanın maddî duyulardan ve kuvvetlerden tecrîd edilmesi, onun mânevî hayatta sür'atle yükselmesini te'min edecek yerde, mânevî hayata geçişi tamamen imkânsız kılmaktadır. İnsan vücudu, ruhu Allah'a götürecek bir enerji deposudur ve maddîdir. Bu sebeble de, maddenin ruha zıd ve düşman bir şey olmayıp, ona zemin hazırlayıp destekleyen ve tamamlayan bir vasat olduğunu söyleyebiliriz. åhiret hayatının cismen de mümkün olduğunu gösteren canlı misaller vardır. Bu dünya hayatı, ruh ile cismin müşterek bir hayatı değil midir?"
(Emin Işık, Kur'an'ın Getirdiği).
|
İnsan Ölünce Vücudunun Çürüyüp Toprak Olduğunu Biliyoruz. O Hâlde Cismanî Haşir Nasıl Gerçekleşecektir? |
Bu hususta Peygamber Efendimiz şu açıklamayı yapmışlardır:
"Bütün ådemoğullarını toprak yiyecektir. Ancak insanın "acbüzzeneb" denilen uzvu bundan müstesnadır. İnsanoğlu ondan yaratılmıştır, yine ondan terkip olunarak vücûda gelecektir."
Hadîsin ifadesine göre, her insanda acbüzzeneb denen çürüyüp kaybolmayan temel bir parçacık vardır. O parçacık, tıpkı çekirdek ve tohum gibidir. Ağaç nasıl çekirdek üzerine inşa ediliyorsa, insan vücudu da acbüzzeneb tohumu üzerine inşa edilecektir. Bu ilk yaratılışta böyle olduğu gibi, diriltilişte de böyle olacaktır. Acbüzzeneb üzerine terekküb eden insan bedenine ruh iade edilecek, böylece o insan, ruh ve cesediyle birlikte diriltilmiş, yeniden yaratılmış olacaktır. Bu hususu, Bediüzzaman şu şekilde ifade etmiştir:
"Nebâtâtın tohumları gibi acbü'z-zeneb denilen bir kısım zerreler, insanın tohumu hükmünde olup, haşirde o zerreler üzerine beden-i insanî, neşv ü nemâ ile teşekkül eder." (İşârâtü'l-İ'câz).
|
Mahşer Nedir? |
Mahşer, dirilen insanların kabirlerinden kalkıp toplanacakları yerdir. İnsanlar bu meydanda sual ve cevaba çekilecek, amel defterleri kendilerine verilecek, amelleri mizana vurulup tartıldıktan sonra Sırat denilen ince bir köprüden geçilecek, neticede ya Cennete veya Cehenneme girilecektir. |
Hesab Nedir? |
İnsanların dirildikten sonra, dünyada yaptıklarının hesabını Allah'a vermeleri, bu hususta sorgu ve suale çekilmeleri demektir.
Her insan iyi olsun, kötü olsun dünyada yaptığı her şey'i ikrar ve itiraf edecektir. El, ayak, göz, kulak gibi bütün organlar "ben şunu yaptım, ben bunu yaptım" diyecek; yapılan her iş ortaya dökülecektir. İşte o zaman herkes kendi derdine düşecek, kimsede kimseyi düşünecek hâl kalmayacaktır.
|
Defter-i A'mâl Nedir? |
Her insanın dünyada yaptığı iyi veya kötü işlerin yazıldığı defterdir. İnsanda Kirâmen Kâtibîn adı verilen iki melek bu işle görevlidir. Mahşer günü hesaba çekilirken meleklerin yazdıkları bu defterler, insanın eline verilecektir. "Al, kitâbını oku" denecektir. Eğer defterde kötü ameller çoksa, defter, sâhibinin sol eline; eğer iyi ameller çoksa, sağ eline verilecektir. Defteri kendisine soldan verilen büyük bir feryâd ve figan koparıp dehşetli bir pişmanlık içine düşerken, sağ eline alanlar da, büyük bir sevinç ve mutluluk duyacaktır.
|
Mizan Nedir? |
Mahşerde herkesin amellerini tartmaya mahsus bir adalet ölçüsüdür. Bununla amellerin iyilik ve kötülük miktarı ölçülür.
Cenâb-ı Hak Mizan'da amelleri tarttığı zaman iyiliklerin kötülüklere, sevabların günahlara galibiyeti veya mağlûbiyetine göre hüküm verecektir. Hem kötülük ve günahların sebebleri çok, yapılmaları kolay olduğu için, bâzan kulunun razı olduğu iyi bir amelinden dolayı, çok kötülük ve günahlarını afvedecektir... Bu hususta Peygamberimizden pek çok hadîs-i şerîf rivayet edilmiştir. Bunlardan biri de şudur:
"Birisi Mekke yolunda giderken ansızın susuzluğu artar. Hemen yol üstünde rastladığı bir kuyuya iner, suyundan kana kana içerek tekrar yukarı çıkar. Kuyu başında bir köpek ile karşılaşır. Hayvan susuzluktan dilini çıkarıp solumakta, toprağın rutubetli kısımlarını yalamaktadır. Bu yolcu kendi kendine, 'Bana erişen susuzluk gibi, bu hayvana da susuzluk ârız olmuş; su bulamazsa ölecek zavallı,' diye düşünür ve hayvana acır. Kuyuya tekrar iner, ayakkabısının içine su doldurur. İçi su dolu ayakkabıyı ağzıyla tutarak kuyudan dışarı çıkarır. Suyu böylece köpeğe içirir.
İşte onun bu iyi hareketinden dolayı, Allah o kulundan razı olmuş, onu meleklerine karşı medhetmiş ve bütün günahlarını bağışlayarak Cennetine koymuştur..."
Bâzı rivâyetlerde, köpeğe su veren kimsenin, "fâhişe" bir kadın olduğu da kayıtlıdır.
Mü'minler, birbirleriyle olan münasebet ve muamelelerinde, Allah'ın Mizan-ı Ekber'deki bu adalet düsturuna uygun hareket etmelidir.
Eğer bir adamın iyilikleri fenalıklarına kemmiyeten veya keyfiyeten fazla gelse, o adamın sevgi ve hürmete lâyık olduğu unutulmamalıdır.
|
Sırat Nedir? |
Cehennem üzerine kurulmuş, üzerinden geçilmesi pek zor bulunan bir köprüdür. Bu köprüden, herkes işlediği iyi amellerin çokluğuna ve îmanının kuvvet ve nuruna göre geçer.
Kâfirler ve kötü amel sahibi mü'minler, bu köprüyü geçemeyip Cehennem'in içine düşeceklerdir. Kâfirler orada ebedî olarak kalırken, günahkâr mü'minler ise, cezalarını çekip tekrar Cennet'e gireceklerdir. Peygamberimiz bu hususu şu şekilde ifade buyurmuşlardır:
"Sırat köprüsünü geçmek, herkesin îman nuruna bağlıdır. Kimi göz açıp yumuncaya kadar, kimisi şimşek, kimisi bulut, kimisi yıldız akması, kimisi koşu meydanında seğirten at gibi sırat köprüsünü geçerler."
|
Cennet Nedir? |
Hâtır ve hayâle gelmeyen maddî ve mânevî nimetlerle dolu olan ve el'an mevcut bulunan, 8 tabakaya ayrılmış ebedî bir mükâfat yeridir. Mü'minler Cennette pek çok nimetlere kavuşacaklardır. Bu nimetlerin en büyüğü Cenâb-ı Hakk'ı görmek ve cemâlini seyretmek nimeti olacaktır. Bu nimetin cennetteki diğer bütün nimetlerden daha tatlı, kıymetli ve zevkli olduğu rivayetlerde gelmiştir.
|
Cehennem Nedir? |
Bütünüyle kâfirler için yaratılmış, muvakkaten günahkâr mü'minlerin de içine gireceği, 7 tabakaya ayrılmış sonsuz azab yeridir.
"Her dinde mükâfat ve mücâzat fikri vardır. Cennet ve Cehennem hakikatı, bu fikrin müşahhas şekilde ifadesidir. Zira din, insanlar içindir. Mükâfat ve mücâzat ise, insanın hamurunda var olan birer histir. İnsan gönlünden, bu hisleri kazıyıp atmak mümkün değildir. Kudret eli insanı, hazzı sever ve elemden kaçar tıynette yaratmıştır. Mükâfat insandaki hazzı arama meylinin, mücâzat da elemden kaçma yaratılışının cevabıdır.
Kaldı ki dindarların yüksek tabakaları, dinî vazifelerini yerine getirirken asla mükâfat ve mücâzat kaygısı içinde değildirler. Yüksek seviyeli bir dindar için, iyilik ve adalet, Allah'ın emridir. Bunu yerine getirmek ise, sırf kulun Hâlikına kulluk vazifesidir. Zulüm ve kötülük de, Allah'ın yasak ettiği hareketlerdir. Bunlardan kaçınmak da yine kulluk vazifesidir. Yüksek seviyeli dindar; zâhid ve müttekîdir, ibâdetlerini sırf livechillâh yapar. Kıldığı namazın, tuttuğu orucun, verdiği sadakanın mükâfatını beklemez ve bunu aklına bile getirmez.
Fakat bu zühd ve takvâ derecesi herkesten beklenemez. Dindarların kalabalık kitlesini teşkil eden halk tabakaları için, mükâfat ve mücâzat fikri zarurîdir. Çünkü bu fikir, yaratılışta mevcut derin bir his hâlinde insanın hamurunda vardır. İnsan, tıynet ve tabiatı itibariyle mükâfata meyleder ve mücâzattan kaçar. Dindeki Cennet ve Cehennem akîdesi insanoğlunun bu fıtrî yapısına cevab verir." (Ali Fuad Başgil)
"Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatten ebede doğru uzanıp giden iki daldan tezahür eden iki semeredir ve kâinatın teselsülen gelmekte olan silsilelerinin iki neticesidir ve ebede doğru akıp giden kâinat seylinin iki mahzeni ve iki havuzudur. Evet, Cenâb-ı Hak, gayr-ı mütenâhî hikmetler için bu âlemi imtihana sahne yaptı; yine sonsuz hikmetler için tegayyürata, tehavvülâta, inkılâblara mahal olmasını irâde etti; ve yine, hayır ile şerri, nef' ile zararı, hüsün ile kubhu, hulâsa, iyilikle kötülüğü karışık bir şekilde Cennet ve Cehenneme tohum olmak üzere kâinatın şu mezraasına serpti.
Evet, madem ki bu âlem, nev'-i beşerin imtihan meydanıdır ve müsâbaka yeridir; iyilikle kötülüğün birbirinden tefrik edilemiyecek derecede muhtelit ve karışık olmaları lâzımdır ki, insanların dereceleri tezahür etsin. İmtihan ve tecrübe zamanları bittikten sonra, kötü insanlar:
"Ey mücrimler! (günahkârlar) Bir tarafa çekiliniz." (Yâsîn: 59) diye olan tüy ürpertici, sâikavâri, şiddetli emr-i İlâhîye mâruz kalacakları gibi; iyi insanlar da
"Dâimî kalmak üzere Cennete giriniz" (Zümer: 73) diye olan Cenâb-ı Hakkın mün'imâne, şefîkane, lütufkârane emirlerine mazhar olacaklardır. İnsanlar bu iki kısma ayrıldıktan sonra, kâinat da tasfiye ameliyatına uğrayacak. Kötülüğü, şerri, zararı tevlid eden maddelerin bir tarafa çekilmesiyle Cehennemin; iyiliği, hayrı, nef'i doğuran maddelerin de diğer tarafa çekilmesiyle Cennetin techizatları ikmâl edilecektir."
(Bediüzzaman, İşârâtü'l-İ'câz, 159 - 160)
|
Havz-ı Kevser Nedir? |
Mahşer günü Allah Teâlâ'nın Peygamberimize ihsan buyurduğu gayet büyük bir havuzdur. Suyu pek tatlı, berrak, ferahlatıcıdır. Sâlih mü'minler bu sudan içecek, mahşerin dehşetinden meydana gelen hararetlerini bununla gidereceklerdir.
|
Şefâat Nedir? |
Âhiret günü bir kısım günahkâr mü'minlerin afvedilmesi ve itâatli mü'minlerin de daha yüksek mertebelere ermeleri için, Peygamberimizin ve diğer büyük zâtların Allah Teâlâ'dan niyâz ve istirhamda bulunmalarıdır.
Peygamberimiz (asm), sair peygamberlere verilmemiş büyük bir şefâatin sâhibidir. Bu büyük şefâatini, Mahşer günü insanlara ait muhakeme ve muhasebenin bir an evvel yapılıp insanların mahşerin dehşetinden bir an önce kurtulmalarını te'min yolunda kullanacaktır.
Onun bu şefâatine "Şefâat-i uzma" denir. Ve Peygamberimizin hâiz olduğu bu büyük imtiyaz ve yüksek şefâat makamına ise, "Makam-ı Mahmûd" adı verilir.
Peygamberimizin (asm) bütün insanlığı alâkadar eden bu büyük şefâatinden ayrı, ümmeti hakkında hususî şefâatleri de olacaktır.
.
Kaza ve Kadere İman Nedir? |
Kader, Cenâb-ı Hakk'ın ezelden ebede kadar olmuş ve olacak, iyi-kötü her şey'in oluş zamanını, yerini ve her türlü özelliklerini ezelden bilmesi, öylece takdir ve tesbit etmesidir.
Kazâ ise, zamanı gelince ezelî ilmine ve takdîrine uygun olarak eşya ve olayları yaratmasıdır.
Bu tariften anlaşıldığına göre, kader yüce Allah'ın ilim ve irâde sıfatının bir tecellisi, kaza da tekvîn sıfatının eseridir.
Allah bütün kâinatı ve kâinat içinde bulunan canlı - cansız bütün varlıkları bir programa göre yaratmıştır. Allah kainatta meydana gelecek bütün hâdiseleri bildiği gibi, en ufak bir zerrenin ne gibi hareketler yapacağını dahi, en ince teferruatına kadar bilir. İlmi her şey'i kaplamıştır.
Kâinatta görünen eşsiz nizam ve hârika düzen, onu, Allah'ın bilerek plânladığını, programladığını ve her şey'i o plân ve programa göre, zamanı gelince yaratmakta olduğunu gösterir.
İşte Allah'ın kâinatı yaratmadan evvel ezelde çizdiği bu programa kader denir. Zamanı gelince bu programı tatbika koyması da kazâ'dır.
Şu halde kazâ ve kadere îman; Allah'ın her şey'i bildiğine, ezelde programladığına, sonra da zamanı gelince eşya ve olayları o bilgi ve programa göre yaratmakta olduğuna tereddütsüz olarak îman etmektir.
|
Âlemde Hayrın Yanında Şerler de Yaratılmaktadır. Allah'ın Şerleri Yaratması Nasıl Olur? |
Hayrı da, şerri de yaratan Allah'tır. Bu inanış, Kadere îmanın bir cüz'üdür.
Ancak âlemde yaratılan hayırlar asıl, şerler ise fer'îdir. Hayırlar küllî, şerler cüz'îdir.
Şerrin yaratılması, "her şey zıddıyla bilinir" kaidesiyle, hayrın hakikatı ve güzelliği ortaya çıkması içindir. Meselâ hastalık olmasa, sıhhatın nasıl kıymetli bir nimet, büyük bir ganimet olduğu bilinemezdi. Karanlık olmasa, ışığın değeri anlaşılamazdı. Kötülük olmasa, iyiliğin fazîlet ve üstünlüğü idrâk edilemezdi.
ålemde hayrın yanında cüz'î kalan şerler hiç yaratılmasa idi, hayrın mâhiyeti ve güzelliği tam görülemediği gibi; hayrın nevîleri, dereceleri, çeşitleri de anlaşılamazdı. Böylelikle cüz'î bir şerrin yaratılmaması neticesinde pek çok hayırlar vücuda gelemezdi, dolayısıyla büyük bir şer ve zarar ortaya çıkardı.
Ayrıca şer ve hayır telâkkisi, çoğu zaman insanın anlayışına ve bakış açısına göre de değişmektedir. İnsan bâzı şeyleri kendisi için şer ve çirkin bulurken, aslında o şey onun hakkında tamamiyle hayırdır. Fakat insan hodgâm (bencil) ve zâhir-perest olduğu için, ilk bakışta kendi menfaatine aykırı bulduğu her hâdiseye şer hükmünü verebilmektedir. Bunu bir misalle açıklayalım: Mühim bir iş için uçağa binecek bir adam, bineceği uçağı kaçırsa, bu ona büyük bir şer olarak gözükür. Çünkü menfaati zedelenmiş, dünyevî bir işi aksamıştır. Ancak daha sonra havada uçağın kaza yapıp düştüğünü farz edelim. Bu durum karşısında da, aynı insan, daha önce şer telâkki ettiği şey'in, aslında kendisi için ne kadar hayırlı olduğunu düşünmeye başlıyacaktır.
Demek ki ilk bakışta insana şer gibi görünen pek çok hâdise, netice itibariyle iyi ve hayırlı olabilmektedir... Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri bu hakikatı ne güzel dile getirmiştir:
"Hak şerleri hayreyler
Zannetme ki gayreyler
Ârif anı seyreyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler..."
Şerrin Allah'ın ilmi ve iradesi dışında meydana geldiğini ve Allah'ın şerleri yaratmadığını söylemek; Allah'ın İlim, İrâde ve Kudret sıfatlarının bir hududu ve sınırı olduğunu iddia etmek demektir. Bu ise, ulûhiyetin şânına bir noksanlık isnâdı olduğu gibi, kâinatın bir plân ve programa göre yaratıldığı gerçeğine de zıddır.
Bunun içindir ki Hayır ve şerrin de Allah'tan olduğu, Allah tarafından yaratıldığı hususu, Kaza ve Kadere îmanın içinde yer almış ve bu inanç üzerinde ayrıca durulup te'yid edilmek lüzumu duyulmuştur.
İnsanın İşlediği Hayrı da, Şerri de Allah Yarattığına Göre, İnsan Nasıl Yaptığı Şerden Mes'ûl Tutulabilir?
Allah Teâlâ bizim yapacağımız iyi-kötü bütün hareketlerimizi, hayır ve şer bütün davranışlarımızı bilir ve zamanı gelince de yaratır. O'nun bu bilmesi ve yaratması, bizim mes'ûliyetten kurtulmamızı gerektirmez. Zira Allah, biz insanlara, iyi ile kötüyü, hayır ile şerri birbirinden ayırdedip bunlardan birini tercih etme irâde ve ihtiyarını, kabiliyet ve hürriyetini de vermiştir. İnsandaki bu ihtiyar ve irâdeye, "cüz'-i ihtiyar" veya "cüz'-i irâde" denir. İnsan bu kabiliyetini kullanarak iyiyi veya kötüyü, hayrı veya şerri seçebilir. Allah da onun bu tercihine göre, fi'lini yaratır. Demek ki, Allah kulun iyi veya kötü fiillerini, onu iyilik ve kötülük yapmaya zorlayarak değil, bil'akis irâde ve ihtiyarını kullanması sonucu yaptığı tercihe göre yaratmaktadır. Kul iyiyi tercih ettiyse iyiyi yaratır, kötüyü tercih ettiğinde de kötüyü... Bu durumda mes'ûliyet de, seçim ve tercihi yapan insana ait olur.
Özet olarak denebilir ki, kulun fiillerinde şerri ve kötüyü yaratan Allah'tır; fakat onu isteyen, kazanan, kesbeden insandır. Bu sebeble mes'uliyet de insana aittir.
|
Allah Ezelde, Olacak Her Şey'i Bilmekle Bizi O Şey'i Yapmaya Zorlamış Olmaz mı? |
Hayır. Çünkü kulun bir şey'i yapacağını Allah'ın bilmesinin, kulun fi'li üzerinde zorlayıcı bir te'siri yoktur. Bunu bir misalle izah edelim:
Astronomik incelemeler neticesi 1 sene sonra ay'ın tutulacağını bildiğimizi farzedelim. Günü gelince ay tutulsa, bu, ay'ın biz bildiğimiz için tutulduğu mânasına gelebilir mi? Hayır. Çünkü ay, biz bildiğimiz için değil, tutulma sebeblerinin varlığından dolayı tutulmuştur. Biz o sebebleri daha bir sene önceden ilmî incelemelerle keşfederek ay'ın tutulacağı hususunda bilgi sahibi olduk. Hiçbir zaman biz ay'ın tutulacağını söylediğimiz için ay tutulmadı.
Aynen bu misal gibi, Allah da kulun irâdesini hayır veya şerden hangi istikamette kullanarak nasıl bir davranış yapmak istediğini önceden bilir, onu tesbit ve takdîr eder. Zamanı gelince de kulun istediği istikamette yaratır. Allah'ın bu bilmesi, kulun o fi'li işlemeyi istiyeceği içindir. Yoksa, Allah bildiği için kulun o işi yapmayı istemesi ve işlemesi söz konusu değildir.
Şu halde, kulun irâdesini kullanarak işlediği fiillerini Allah'ın ezelde bilip takdîr etmesi, kulu mes'uliyetten kurtarmaz. Çünkü, bu bilişte kulu bir zorlama, irâde ve ihtiyarını ortadan kaldırma durumu kesinlikle yoktur.
|
Kaza ve Kader İnancının, âmentü İçinde Yer Almasının Hikmeti Nedir? |
Kaza ve Kadere îman, aslında imanın son hududunu gösteren, hal ve vicdanla ilgili çok ince bir mes'eledir. Mü'min kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna îman ile, her şey'i, hatta nefsini ve fiillerini bile Cenâb-ı Hakk'a verir. Bu durumda, mes'uliyetten kaçmaması için karşısına cüz'-i ihtiyârî çıkar. "İstek ve iradenle yapıyorsun, o halde mes'ulsün" der. İnsan cüz'-i ihtiyârîsine dayanıp yaptığı iyilik ve kemâlâtı nefsine mâl edip mağrur olacakken, bu sefer de karşısına kadere iman çıkar. "Haddini bil, yapan sen değilsin. Yapan ve yaratan, takdîr ve irâde eden Allah'tır" der.
Görüldüğü gibi, kader nefsi gururdan, kibirden kurtarmak; cüz'-i ihtiyarî de mes'uliyet ve mükellefiyetten kaçmasına fırsat vermemek için îmanın esasları arasına dahil olmuşlardır.
Bunun aksi, yani, insanın mes'uliyetten kurtulmak için kadere yapışması; yaptığı iyilik ve hasenelerle gururlanması için de cüz'-i ihtiyarîye sarılması, kadere îmanın sır ve hikmetine aykırıdır.
|
Kaza ve Kadere İnancın İnsan Hayatı Üzerindeki Te'sirleri Nelerdir? |
Kaza ve Kader inancı, insanda ye'sin ve ümidsizliğin ve kederin en büyük ilâcıdır. İnsan, başına gelen felâket ve musîbetlere, kadere olan inancı sebebiyle, Allah'ın takdîri gözüyle bakıp kendini teselli eder. Onun takdîrine rıza gösterir. Kudreti sonsuz bir Rabbın murâkabesi altında olduğunu hisseder. O belâ ve musibetin Allah'tan geldiğini bildiğinden, kurtulmak için yalnızca O'na iltica eder, O'na yalvarır. Gelen musibetin kendisi için keffâret ve afv sebebi olduğunu düşünür, sabır ve metanet gösterir.
Bu sırdandır ki; "Kadere îman eden, kederden emîn olur" denilmiştir.
Kadere îman, insan rûhunu dünya kadar ağır yüklerden de kurtarır. Çünkü insan, bütün kâinatla alâkadardır. Maksadları ve arzuları, ideal ve hedefleri sonsuzdur. Kudret, irâde ve hürriyeti ise, sınırlı ve mahduddur. Arzu ve maksadlarının, düşünce ve fikirlerinin bâzan binde birini bile gerçekleştirmeye gücü yetmez. Bu durumda insanın gerçekleşmeyen arzu, ideal ve düşünceleri, onu mânen baskı altında tutar, ruhunu ezer, kalb ve vicdanını sızlatır. Ümidsizliğe düşürür. İşte kadere îman, bu durumdaki bir insanın en büyük teselli kaynağı, şevk ve gayret menba'ı, ümid ışığı, üzerindeki ağırlıkları yükleyebileceği metin bir istinad noktasıdır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, kader, insanı gurur ve kibirden kurtarır. Nefsin ve benliğin insanı havalandırarak yoldan çıkarmasına, bir nevi fir'avunlaştırmasına mâni olur. Tevazu' ve mahviyet sâhibi kılar.
.
Mezheb, gidilen yol, benimsenen metod ve görüş demektir. Dinî mânada mezheb ise, müctehid bir âlimin fikir ve görüşlerini benimseyen insanların meydana getirdiği dinî ekollere denir.
Mezhebler arasında esasta hiçbir ayrılık yoktur. Ayrılık, teferruatta, dînin özüne dokunmayan fer'î mes'elelerdedir.
Ayrıca hiçbir müctehid kendi adına bir mezheb kurmak iddiasıyla ortaya çıkmamıştır. Kur'an ve hadîslerden çıkardıkları hükümlerin başkaları tarafından benimsenmesi neticesinde, kendiliğinden o müctehid adına bir mezheb teşekkül etmiştir.
|
Mezhebler Nasıl Ortaya Çıkmıştır? |
Peygamberimizin Asr-ı Saâdetinde sahâbenin bir kısmı devamlı olarak Allah Resûlünün yanında kalıyor, Kur'ân'ı ve hadîsleri ezberliyor, onların mânâlarını iyice kavramaya çalışıyorlardı. Hazret-i Peygamber'in Kur'an'ın hükümlerini nasıl uyguladığını bizzat görüyor, âyetlerin iniş sebeblerini biliyorlardı.
Hz. Peygamber'in vefatından sonra, bu sahâbeler Mekke ve Medine dışına çıktılar, çeşitli İslâm memleketlerine gittiler. Bunlar, gittikleri yerlerde Hicaz'dakinden farklı örf ve âdetlere sâhip insanlarla karşılaştılar. Halk gelip dinî mes'eleleri kendilerine soruyor, onlar da o mes'ele hakkında Kur'an ve Sünnetin hükmünü bildiriyorlardı. Sorulan mes'ele hakkında Kur'an'da ve hadîste hüküm bulamazlarsa, o mes'elede ictihâd edip mes'eleyi açıklığa kavuşturuyorlardı. Sahâbe, gittikleri şehirlerde, hem hâkim, hem müftü, hem vali, hem muallim durumunda idiler. Bulundukları yerde âdeta birer ekol meydana getirmişlerdi. Birbirlerinden çok farklı yerlere dağıldıkları ve farklı örf ve âdetlere sâhip insanlar içinde yaşadıkları; bilgi, zekâ ve kavrayış bakımından da aralarında farklar olduğu için, sorulan mes'eleler karşısında pek tabiî olarak farklı ictihadlar, ayrı görüş ve kanaatlar ortaya çıkabiliyordu.
Bir sahâbînin etrafında toplanan talebeleri, o sahâbînin kendisinden sonra da onun sistemi ve metodu doğrultusunda ictihad yapmaya, kapalı olan mes'eleleri çözmeye, cem'iyette yeni ortaya çıkan durumlara hükümler bulmağa çalıştılar. Bu çalışmalar neticesinde, zamanla fıkhî mezhebler teşekkül etmeye başladı. Bâzı mezhebler kendilerine fazla taraftar bulamadığı için, zaman içinde kaybolurken; bugünkü 4 büyük mezheb umumun teveccühünü kazanarak kuvvet buldu, yaygınlaştı ve günümüze kadar geldi.
|
Mezhebler Arasında Görüş Ayrılıkları Olması Nereden Kaynaklanmaktadır? |
Bu ayrılıklar, çeşitli sebeblerden ileri gelir. Kur'an'da hüküm ifade eden âyetleri (ki bunlara, nass denir) anlayış, herkes için başka başka olabilir. Zira nassların, usûl-i fıkıhta beyan edildiği üzere, pek çok kısımları vardır: Hafî, mücmel, sarîh, kinâye, mecaz, hakikat, mutlak - mukayyed, hâs - âmm gibi. Bu yüzden müctehidlerin aynı nassı anlayışları farklı farklı olmaktadır.
Ayrıca, hadîslerin de nevileri, çeşitleri vardır. Mütevâtir, meşhûr, haber-i vâhid, mürsel, muttasıl, münkatı' gibi.
Bu hadîsleri delîl olarak kullanma konusunda da müctehidler ihtilâf etmişlerdir. Bunun neticesinde de farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Meselâ Hanefîler hadîsler konusunda titiz davranır. Haber-i vâhidi (Tek sahâbenin rivâyet ettiği hadîsi) delil olarak kabûl etmezler. Şâfiîler ise, haber-i vâhidi kabûl eder ve onu Kıyâs'a tercih ederler. Hanefîler mürsel hadîsi alır, Şâfiîler almazlar.
İşte bu gibi delillerdeki ihtilâf ve kabûl edilen delilleri de farklı anlayış, müctehidlerin aynı mes'elede farklı hükümler vermelerine sebeb olmuştur.
Fetva verilen beldenin örf ve âdetleri de, müctehidlerin yaptıkları ictihadlara te'sir etmiştir.
|
Müctehidler Arasında Görüş Ayrılıkları Olmasının Mahzûru Var mıdır? |
Hayır, bil'akis bu ihtilâflar, ümmet için rahmet olmuştur.
Herhangi bir mes'ele hususunda bir mezhebde zorlukla karşılaşınca, zaruret halinde, o mes'ele başka bir mezhebin kolaylık ifade eden hükmü ile halledilme yoluna gidilmiştir. Böylece mezheblerin varlığı ümmet için kolaylık ve genişliğe vesile olmuştur.
"Ümmetimin ihtilâfında rahmet vardır" meâlindeki hadîs-i şerîfin ifade etmek istediği mânâ da bu olsa gerektir.
|
Mezheblere Ne Lüzum Var? Herkes Kendisi Kur'an'ı ve Hadîsi Okuyup Hüküm Çıkaramaz mı? |
Müslüman olan her ferdin, dinî mes'eleleri ve hükümleri doğrudan doğruya Kur'an ve Sünnetlerden öğrenmesi mümkün değildir. Bunu, ancak müctehidlik pâyesine erişmiş, salâhiyetli İslâm âlimleri yapabilir. Geriye kalan Müslüman halka, o büyük din âlimlerinin îzah ve görüşlerini anlamak ve benimsemek, onların yolundan gitmek düşer. İlâçların ham maddesi bitkiler, otlar, madenler vs. olduğu halde, nasıl herkes ondan ilâç yapamıyor, bu iş için ayrıca eczacılık tahsili gerekiyorsa, dinî mes'elelerde temel kaynak Kur'an ve Sünnet olduğu halde, ondan hüküm çıkarmak işini de sıradan her Müslüman yapamaz; ancak müctehidlik seviyesine ulaşmış âlimler yapabilir. Herkesin dinî kaynaklardan hüküm çıkarmağa ilmi, bilgisi, aklı, idrâk seviyesi, basiret ve feraseti yetmez.
|
Mezhebler Kaça Ayrılır? |
Mezhebler önce 2'ye ayrılır:
1 - Fıkhî mezhebler,
2 - İtikâdî mezhebler...
|
Fıkhî Mezhebler Kaça Ayrılır? |
4'e ayrılır:
-
1 - Hanefî mezhebi,
-
2 - Mâlikî mezhebi,
-
3 - Şâfiî mezhebi,
-
4 - Hanbelî mezhebi.
Bu 4 mezhebin, hepsi de haktır, doğrudur. Şimdi bunları sırası ile görelim:
|
Hanefî Mezhebi |
Hanefî mezhebinin kurucusu İmam-ı A'zam Hazretleridir.
İmam-ı A'zam, en büyük imam demektir. Asıl adı Nu'man olan İmam-ı A'zam'ın, künyesi Ebû Hanife'dir. Hicretin 80'inci yılında Kûfe'de doğmuş, Hicrî 150'de Bağdat'ta vefat etmiştir.
Hanefî mezhebi, önce Irak'ta doğmuş, oradan doğuya ve batıya yayılmıştır. Abbasîler devrinde hâkimlerin çoğu Hanefî idi. Anadolu ve Balkanlardaki Türkler arasında, Hanefî mezhebi yaygındır.
|
Mâlikî Mezhebi |
Kurucusu İmam Mâlik bin Enes Hazretleridir. Hicrî 93 tarihinde Medine'de doğmuş, H. 179'da yine Medine'de vefat etmiştir.
Mâlikî mezhebi, önce Hicaz halkı tarafından benimsenmiş ve hacca gelenler vasıtasıyla Kuzey Afrika'ya ve o zaman Endülüs denen İspanya'ya yayılmıştır.
|
Şâfiî Mezhebi |
Kurucusu İmam-ı Şâfiî Hazretleridir. İmam-ı Şâfiî'nin asıl ismi Muhammed'dir. H. 150 tarihinde Gazze'de doğmuş, 204 tarihinde Mısır'da vefat etmiştir. Hâşimoğulları soyundan gelmektedir.
Şâfiî mezhebi önce Mısır'da yayılmış, sonra kısmen Suriye, Yemen, Irak ve Horasan taraflarına geçmiştir. Bugün Mısır'ın çoğunluğu Şâfiîdir. Anadolu'nun güney taraflarında, Suriye ve Irak'ta da Şâfiî mezhebinde olanlar mevcuttur.
|
Hanbelî Mezhebi |
Kurucusu Ahmed bin Hanbel Hazretleridir. H. 164 tarihinde Bağdat'ta doğmuş, 241 tarihinde yine orada vefat etmiştir.
Hanbelî mezhebi daha çok Necid taraflarında tutulmuştur. Hâlen Necid'de Hanbelî mezhebi hâkimdir.
|
Hak Bir Olur. Halbuki 4 Mezhebin de Hak Olduğunu Kabûl Ediyoruz. Bu Nasıl Olur? |
Bir su, 5 ayrı mizaçtaki hastaya göre 5 ayrı hüküm alır. Meselâ, birinin hastalığının nev'ine göre ilâçtır. Tıbben ona vaciptir. Diğer birine, hastalığı sebebiyle, zehir gibi zararlıdır. Tıbben ona haramdır. Diğer birine az zarar verir, tıbben ona mekruhtur. Diğer birine zararsız olduğu gibi, faydası da vardır. Tıbben ona sünnettir. Bir diğerine de ne zararlı, ne de faydalıdır. Tıbben ona mübahtır. Hastanın durumuna göre, bunların 5'i de haktır. "Bu ilâç, yalnızca vaciptir" denilemez.
İşte bu misaldeki gibi, İlâhî hükümler de, mezheblere tabi' olanların durumuna göre değişir. Farklı farklı olur. Üstelik herbiri de hak olur. Buna bir misal verelim:
İlâhî hikmetin tensibiyle, İmam Şâfiî'ye ittiba' edenlerin çoğu, köylülük ve bedevîliğe yakındırlar. Bunlar cem'iyet hayatında geri olduklarından, herbiri bizzat dergâh-ı İlâhiyeye kendi derdini söylemek, hususî dileğini bizzat arzetmek mizacındadırlar. Bu yüzden de, imam arkasında Fâtiha'yı tek tek okurlar. Bu hüküm hak ve doğrudur.
İmam-ı A'zam'a ittiba' edenlerin çoğu ise, şehirliliğe ve medeniyete daha yakın, ictimaî hayatı benimsemiş kimselerdir. Bunların nazarında bir cemaat bir şahıs hükmüne girip bir tek adam da umum o cemaat adına, sözcü olarak konuşur; kendileri de onun kalben tasdikcisi olurlar. Bu bakımdan Hanefî mezhebinde imam arkasında tek tek Fâtiha okunmaz. İmam, cemaat adına okur. Cemaat da âmîn diyerek onu tasdik eder. Bu hüküm de, evvelki gibi, hak ve doğrudur.
|
İtikadî Mezhebler Kaça Ayrılır? |
İtikad hususunda başlıca iki mezheb vardır:
-
1. Ehl-i Sünnet mezhebi,
-
2. Ehl-i Bid'a mezhebi.
|
Ehl-i Sünnet mezhebi |
Hz. Peygamberin yolundan gidenler, o yoldan hiç sapmayanlar demektir.
Ehl-i Sünnetin dayanağı Kitab ve Sünnettir. Kitab ve Sünnette ne buyurulmuşsa, Ehl-i Sünnet öyle inanır, öyle hareket ederler.
Ehl-i Sünnet de, Matüridiyye ve Eş'ariyye olmak üzere ikiye ayrılır.
|
Mâtüridiyye Mezhebi |
Kurucusu Ebu Mansur Muhammed Hazretleri'dir. Semerkand köylerinden Mâtürid'de doğmuştur. H. 333'te vefat etmiştir.
Bütün Hanefîler, genellikle Türkler, Mâtüridî mezhebindedirler.
|
Eş'ariyye Mezhebi |
Kurucusu Ebu'l-Hasan Eş'arî Hazretleridir. Asıl adı Ali'dir. H. 200 tarihinde Basra'da doğmuş, 324'de Bağdat'da vefat etmiştir.
Mâlikîler ve Şâfiîler, itikadda Eş'arî mezhebini benimsemişlerdir. Hanbelîler, fıkıh gibi îtikadda da İmam Ahmed bin Hanbel'e bağlıdırlar. Ayrı bir îtikadî mezhebleri yoktur.
Eş'arî ile Mâtüridî mezhebleri arasında, bâzı küçük görüş ayrılıkları dışında, büyük bir farklılık yoktur. İkisinin de temel görüşleri aynıdır ve Sünnete uygundur.
|
Ehl-i Bid'a |
Hazret-i Peygamberin getirdiği hükümleri ve Kur'an'ın emirlerini kendi arzularına göre yorumlayan, az veya çok Sünnet yolundan sapan, bid'ata giren kimselerdir.
Bid'at, Hz. Peygamber ve Sahâbe devrinde bulunmadığı halde, sonradan ortaya atılan ve dînin esaslarına zıd düşen, her türlü söz, düşünce ve işe denir.
Ehl-i bid'ayı Peygamberimiz şiddetle kınamışlardır:
"Sözlerin en hayırlısı Allah'ın Kitabı; yolların en hayırlısı da Muhammed'in (sav) yoludur. İşlerin en kötüsü sonradan çıkarılanlardır. Ve her sonradan uydurulan şey (bid'at) de delâlettir, sapıklıktır."
İnançla ilgili olan bid'atlar, îtikadî bid'atlardır. Bunlar, îtikadî hususlarda Hz. Peygamberden sağlam bir şekilde nakledilen esaslara zıd düşen inançlardır.
Mu'tezile, Cebriye gibi bâzı fırkaların inançları, bu kısma girer.
İş ve amelle ilgili bid'atlere ise, amelî bid'at denir. Bazı şiîlerin, çıplak ayağa meshetmeleri gibi... Sünnet olan mesh ise, mestler üzerine meshetmektir.
Dînin îtikadî ve amelî esaslarını doğrudan doğruya ilgilendirmeyen veya bu esaslara bir zıdlık ve aykırılık taşımayan yenilikler, sonradan ortaya çıkma şeyler, bid'attan sayılmazlar.
Bid'atı ikiye ayırarak tasnif eden âlimler de vardır:
1. Bid'at-i hasene: İyi ve güzel bid'at, İslâmî esaslara zıd düşmeyen, yeni âdet ve fiiller... Meselâ, namazdan sonra tesbih kullanmak gibi.
2. Bid'at-ı seyyie: Kötü ve İslâm'a aykırı bid'at... Evliya türbelerine mum dikmek, mezarlıklardan medet ummak, vb. gibi şeyler.
İtikadî bir mezheb olarak ehl-i bid'a ayrıca kendi arasında birçok kollara ayrılır ki, başlıcaları şunlardır:
-
1. Cebriye,
-
2. Mu'tezile,
-
3. Mürcie,
-
4. Haricîlik,
-
5. Şîa,
-
6. Vehhâbîlik.
Ehl-i bid'anın bu temel mezheblerinin her biri de, kendi arasında pek çok fırkalara, gruplara ayrılırlar.
.
EDİLLE-İ ŞERİYYE
(İSLÂM'DA DİNÎ ve ŞER'Î HÜKÜMLERİN KAYNAKLARI)
|
İslam'da Dini ve Şeri Hükümlerin Kaynakları |
İslâm'da, dinî hükümler, iki temel kaynağa dayanmaktadır:
1. Kitâb,
2. Sünnet
İslâm'ın ortaya koyduğu bütün dinî ve şer'î hükümler, bu iki kaynaktan alınmıştır. Bu kaynaklardan başka hiçbir esastan ve kanundan, İslâmî bir hüküm alınmış değildir.
Bu iki temel kaynaktan ayrı, Kıyâs ve İcmâ' adında, iki şer'î delil daha vardır ki, bunlar asıl itibariyle müstakil kaynaklar değildir. Kitab ve Sünnete râcidirler. Şu halde İslâmî hükümlerin hepsi, Kitab ve Sünnetten çıkmıştır.
Şimdi bu kaynakları birer birer îzah edelim:
|
1. Kitab |
Kitabdan maksad, Kur'an-ı Kerîm'dir. |
2. Sünnet |
Peygamberimizin söylediği sözlere ve yaptığı işlere Sünnet denir. Bu da üç kısma ayrılır:
a. Kavlî sünnet,
b. Fi'lî sünnet,
c. Takrirî sünnet...
Peygamberimizin sözlerine Kavlî Sünnet; işlerine Fi'lî Sünnet; Sahâbelerden birinin söylediği bir sözden, yahut işlediğini gördüğü bir işten, onu men'etmeyip susmalarına da Takrirî Sünnet denir.
Bunların hepsine birden Hadîs denebilirse de, bu tâbir, bilhâssa, Peygamberimizin sözleri (Kavlî Sünnet) için kullanılır.
Peygamberimizin sünneti, şer'î delil olan Kur'an'dan sonra mühim bir asıldır. Sünnet, Kur'an'daki dinî hükümlere bir açıklık ve tefsir getirdiği gibi, Kur'an'da olmayan yeni hükümler de koymuştur.
|
3. Kıyâs |
Kur'an ve Sünnet'e istinad eden şer'î ve dinî bir delildir.
Kıyâs, bir mes'ele hakkında Kitab ve Sünnette bulunan şer'î bir hükmü, aralarındaki illet ve sebeb benzerliğinden dolayı diğer bir mes'ele hakkında da vermektir.
Meselâ: Şarabın içilmesi haram olduğu, hem Kitab, hem de Sünnet ile sâbittir. Şarabın haram olma illeti sekr, yani, sarhoşluk vermesidir. O halde şarabın dışında sarhoşluk veren bütün alkollü maddelerin içilmesi de haram olmalıdır. Bu hüküm kıyâs yoluyla ortaya çıkmaktadır. Kıyâsı, ancak müctehid seviyesindeki din ve fıkıh âlimleri yapabilir.
|
4. İcmâ'-ı Ümmet |
Bir asırda bulunan İslâm müctehidlerinin bir mes'ele üzerinde ictihad yoluyla verdikleri hükümlerinde ittifak etmelerine "İcmâ'-ı Ümmet" denir.
Hakkında icma' olan bir mes'ele, şüphesiz ki en kuvvetli bir mes'eledir.
|
İctihad, şer'î bir hükmü, şer'î delilinden çıkarmak için olanca ilmî kuvvetini sarfetmektir. İctihadı yapacak ilmî ehliyete sâhip olan kimseye müctehid denir.
İctihad yapabilmek için Kitabı, Sünneti, Kıyâs'ı, İcma'ı, bütün teferruatıyla ve incelikleriyle bilmek şarttır.
"Bir hâdisenin hükmü Kur'an ve Sünnette açıkça belirtilmemiş ise ictihâda gidilir. Yani, Kur'an ve Sünnet'in ışığı altında hükmünü çıkarmak için cehd ve gayret gösterilir. İctihad yüce dinimizin en büyük meziyyetlerinden biridir. İctihad sebebiyle hayat sahnesinde ortaya çıkan bütün hâdiselerin hükmü beyan edilir. Dînimizin her asrın bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir kabiliyete sahip olmasının sebeblerinden biri de budur."
(Halil Günenç -Günümüz Mes'elelerine Fetvalar)
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 79 ziyaretçi (229 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|