ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
ehlisunnnetde
Kutlu doğum haftası
Sual: Kutlu doğumu, miladi yıla göre kutlamak caiz midir?
CEVAP
Dinimizde mübarek geceler, hicri yıl ile kutlanır. Bütün ibadetlerde ve dini faaliyetlerde kameri aylar esas alınır. Hac, oruç, kurban ve bayram günleri kameri aylara göre tespit edilir. Haccı Allahü teâlânın bildirdiği zilhicce ayında yapmayıp da, miladi bir ayda, mesela hep ocakta yapmak, orucu, ramazanda değil de, hep şubatta tutmak, dini değiştirmek olur. Bütün mübarek geceler de, kameri aylara göre tespit edilir. Kadir gecesini ramazanda değil de, şubat ayında aramak, Berat Gecesini şaban ayında değil de, temmuz ayında kutlamak, Aşure Gecesini muharrem ayında değil de, eylül ayında kutlamak dini bozmak olur. Her Müslüman bilir ki, İslamiyet'te güneş yılının ayları içinde sayılı bir mübarek gün yoktur. Kutlu doğum, 12 Rebiul-evvelde olmuştur. Miladi her sene, başka tarihe denk gelir. Bunu 20 Nisana almak caiz olmaz.
Dinimize aykırı bir husus için, (Niyetimiz iyi) demek veya (Herkes kutlu doğumdan bahsederken, susmak uygun olmaz) demek de, geçerli bir mazeret değildir. Haram bir iş, iyi niyetle de yapılsa haramlıktan çıkmaz. İçki içen de, zina eden de veya her türlü haramı işleyen de, iyi niyetle yapıyorum diyebilir. Böyle iyi niyet insanı kurtarmaz.(Cehennem iyi niyetlilerle doludur) buyurulmuştur. Bir kimse, iyi niyetle işlediği harama alışır, sonra bunu dinin emri zanneder. Hazret-i Ömer, (Dininizi doğru öğrenip, buna uygun yaşayın. Yoksa yaşadığınızı din zannedersiniz) buyuruyor.
Doğum günü kutlarken
Sual: (Doğum günü ve mübarek geceler, hicri sene ile kutlanır)deniyor. Biz mübarek geceleri, hicri seneye göre kutluyorsak da, doğum günlerini miladi yıla göre kutluyoruz. Bunun mahzuru var mıdır?
CEVAP
Doğum günü kutlamak, ibadet değil, âdettir. Ayrıca, herkes miladi yıla göre kutlarken, hicri seneye göre kutlamak, fitneye de sebep olabileceği için miladi yıla göre kutlamakta mahzur yoktur. Mübarek gecelerin durumu farklıdır, bunlar ibadet olduğu için hicri yıla göre kutlanır.
26 Nisan 2002 Cuma
Kutlu Doğum Haftası
Makalemizin başında, asırlardan beri, bütün İslam aleminde, Türk cumhuriyetlerinde ve bu meyanda ülkemizde Mevlid-i Nebevi kutlamalarının yapıldığını belirtelim. Ancak bu kutlamalar, miladi tarihe göre değil, hicri-kameri tarihe uygun olarak yapılmaktadır.
Diyanet İşleri Başkanlığı ile Türkiye Diyanet Vakfı’nın müştereken, “Kutlu Doğum Haftası” adıyla tertip ettikleri çalışmalar, zannediyorum bu işe başladıkları ilk sene, 12 Rebiul-evvel tarihini içine alan bir haftada yapılmıştı. Ama ondan sonraki senelerde, belki de sabit bir tarihte olmasını temin maksadıyla, 20-26 Nisan tarihleri arasında yapılmaya başlandı. Tabii ki 12 Rebiul-evvel tarihinde de televizyonlar, radyolar, gazeteler, dergiler Sevgili Peygamberimiz hakkında başta Mevlid-i şerif programları olmak üzere çeşitli faaliyetler düzenliyorlardı. Bu durum, bir ikilem meydana getiriyordu.
İsabetli karar
Bunu düzeltmek için, Diyanet İşleri Başkanlığı, geçen seneden itibaren, isabetli olarak, kutlamaları hicri-kameri takvime uygun olarak yapmaya başladı. Böylece Türkiye’de, Türk cumhuriyetlerinde ve bütün İslam aleminde birlik-beraberlik sağlanmış oldu.
Bir hafta boyunca, konferanslar, sempozyumlar, paneller, açıkoturumlar, yarışmalar tertiplenmesinin, ona dair makaleler yazdırılmasının, özel dergi ve gazete sayıları hazırlatılmasının, teşekküre ve takdire layık bir hareket olduğunu ifade etmek istiyoruz. Böyle bir haftada daha başka neler yapılabilir konusunu diğer bir makalemizde ele almak daha uygun olacaktır.
“Delailü’n-Nübüvve” ve “Şevahidü’n-Nübüvve” kitapları, Hazret-i Peygamberin peygamberliğinin delillerinden, “Siret-i Nebeviyye” ve “Meğazi” kitapları, onun hayatından ve harblerinden, “el-Hasais” kitapları, onun faziletlerinden ve mu’cizelerinden, “Şemail-i Şerife” kitapları, fiziki yapısından, “Peygamberler Tarihi” ile “İslam Tarihi” kitapları ve Ansiklopediler ise, umumi hayatından bahsetmektedirler.
Denilebilir ki, tarih boyunca, hayatı, en ince teferruatıyla ortaya konulan zat, şüphesiz ki, Peygamber efendimizdir. Burada, kısa bir makale çerçevesinde onu, bütün teferruatıyla anlatmak elbette ki mümkün değildir. İşin zor bir tarafı daha vardır. Kendisinden bahsedeceğimiz zat, ale’l-ade bir insan değil, çok müstesna bir şahsiyettir. Zira, âlemlere rahmet olarak gönderilen, kâinatın baştacı, ebedi rehberimiz, varlığımızı ve kurtuluşumuzu kendisine borçlu olduğumuz Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafa aleyhisselam hakkında söz söylemek, yazı yazmak aslında bizim haddimiz değildir.
Zaten bir şair de diyor ki:
Her vasfı ki, imtiyazı haiz,
Tarih onu vasfederken aciz.
Peygamber efendimizin şairlerinden Hassan b. Sabit (radıyallahü anh)’in sözü ne kadar manidar: “Ben, Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem)’den bahs ederken, onu medhediyor değilim; bilakis ondan bahsetmek suretiyle, kendi sözlerimi kıymetlendirmiş oluyorum.”
O’nu sevmek
Gönüller Sultanı Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin (kuddise sirruh) kelamı da çok manalıdır: “Ben, âlemler genişliğinde bir ağız isterim, ta ki, meleklerin bile gıpta ettiği o zattan söz edebileyim.”
Burada Arapça bir şiiri de zikretmeden geçemiyeceğiz. Manası şöyledir: “O, beşerden bir beşerdir, fakat taşlar arasındaki yakut taşı gibidir.”
Bu şiirin diğer bir varyantı şu şekildedir: “Muhammed aleyhisselam bir beşerdir, fakat alelade(gelişigüzel) bir insan değildir. Aslında o bir yakut, diğer insanlar ise taş gibidirler.”
Bu cümlelerden sonra ifade edelim ki, aslında bütün Peygamberlerin temel sıfatları, Hazret-i Peygamberin yüksek ahlakı, onun nümune-i imtisal (örnek şahsiyet) oluşu, ona itaatla Allah’a itaatın eşdeğerde olması, itaat edilecek üç makamdan birinin Resulullah oluşu, Hazret-i Peygamber’e tabi olmanın lüzumu, ona muhalefetten sakınmanın ehemmiyeti, onu sevmenin önemi, Allahü tealayı samimi olarak sevmek için de Peygamber’e tabi olmak lazım geldiği konularında birçok ayet-i kerime, hadis-i şerif ve İslam âlimlerinin sözlerini burada zikretmemiz mümkündür. Fakat o konuyu, bundan sonraki makalelerimizde ele almak üzere tehir edip, bu defa mevzuu başka yönden ele almak istiyoruz:
İki cihân se’âdeti
İslâmın birinci şartı, bilindiği gibi, Allahü teâlâya ve Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem) îmândır. Ya’nî onları sevmek ve sözlerini beğenip, kabûl etmekdir. İki cihân se’âdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhıretin efendisi olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmağa bağlıdır. Ona tâbi’ olmak için, îmân etmek ve onun getirdiği ahkâm-ı islâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Yine Muhammed aleyhissalâtü vesselâm’a tam ve kusûrsuz tâbi’ olabilmek için, onu tam ve kusûrsuz sevmek lâzımdır. Bunun alâmeti de, onun dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilmek, onu beğenmeyenleri sevmemekdir.
Muhabbete müdâhene, ya’nî gevşeklik sığmaz. Âşıklar, sevgililerinin dîvânesi olup, onlara aykırı birşey yapamazlar. Aykırı gidenlerle uyuşamazlar. İki zıd şeyin muhabbeti bir kalbe, bir araya yerleşemez. İki zıddan birini sevmek, diğerine düşmanlığı gerektirir. Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düşmanı ve Peygamberinin (sallallahü aleyhi ve sellem) düşmanı olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek ve onlarla kaynaşmak, insanı Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem) düşman olmağa sürükler.Tabii ki sevgi ve nefret kalpte olur. Zahiren onlara da iyi davranmak, tatlı dilli ve güler yüzlü olmak lazımdır
15 Nisan 2008 Salı
“Kutlu Doğum Haftası” etkinlikleri!
Her Peygamberin ümmeti, kendi Peygamberinin doğum gününü bayram yapmıştır. Muhammed aleyhisselamın doğum günü de, Müslümanların bayramıdır. Peygamber efendimiz nübüvvetten sonra, her yıl, bu geceye önem verirdi. Bu gecede, Eshabı kiram, bir yere toplanıp, Efendimizin doğum öncesi ve sonrası mucizelerini okurlar, anlatırlardı. Bunun için dünyanın her tarafındaki Müslümanlar, her sene, bu geceyi, mevlid kandili olarak kutlayarak, her yerde “Mevlid kasideleri” okunarak Resulullahı hatırlatılmaktadır.
Diyanet İşleri Başkanlığı da, bu maksatla, Hazreti Peygamberin doğumunu, Kameri Takvime göre Rebi’ül Evvel ayının 12. gecesinde camilerde mevlit, Cuma günü de hutbe okunarak ve vaazlarda konu halkımıza anlatılarak Mevlid Kandili’nin kutlanmasının yanı sıra, Peygamberimizin Miladi doğum günü kabul edilen 20 Nisanı içine alan haftada “Kutlu Doğum Haftası” etkinlikleri yapmaya başlamıştır.
ÖRNEĞİ OLMAYAN UYGULAMA!
Diyanet’in iyi niyetle de olsa yaptığı bu yeni, geçmişte örneği olmayan uygulama; bazı karışıklıkları, yanlışlıklara hatta Müslümanlar ile alay edilmesine sebep olmaktadır. Şöyle ki:
1- Bu sene, 23 Nisan’la çakışmaması için, bir hafta öne çekilen, “Kutlu Doğum Haftası” ile ilgili, yazılarında bazı İslam karşıtı yazarlar, “Hazreti Peygamberin bir sene içinde iki doğum kutlamasının yapılması akla uygun değildir. Kutlama yapılacaksa hicri yıla göre mi yoksa miladi yıla göre mi kutlayacaklar önce buna karar versinler. Dünyanın hiçbir yerinde, aynı şahıs için iki dogum günü kutlama yapılmaz!” türü ifadelere yer verdiler.
Ayrıca, pek çok sade Müslümanın da kafası karışmış durumda. “Biz kendimizi bildiğimizden beri, Peygamberimizin doğum gününü, Mevlid Kandili’nde kutlarız. Kutlu Doğum Haftası da nereden çıktı. Eski köye yeni adet mi getiriliyor” diyorlar. Çünkü, dini günler ve gecelerin sadece hicri yıla göre yapıldığığını biliyorlar.
2- Buna rağmen eğer, Kutlu Doğum Haftası, miladi yıla göre yapılacaksa, bu kutlamaların Resulullahı anmanın şanına uygun bir şekilde olması lazım. Peygamberimizi övmek ibadet olduğuna göre, kutlamaların ibadet sınırları içinde olması gerekir. Diyanet İşleri başkanlığının kutlama pragramının 9. maddesinde, “Başkanlığımız Türk Tasavvuf Musikisi Korosu hafta içinde konserler verecektir” denilmektedir. Yine, Programda; tiyatro gösterileri sergileneceği, Nasreddin Hoca’dan fıkralar anlatılacağı bildirilmektedir. 14 maddelik, etkinlik sıralamasında “ibadet” kapsamında değerlendirebileceğimiz etkinlik sayısı çok az. İl müftülükleri daha da renklendirmişler; İzmir’de, davullu zurnalı yağlı güreşler, mehter ve folklor gösterileri de eklenmiş programa. Şimdi bu etkinlikleri, ibadet kapsamında mı, eğlence kapsamında mı değerlendireceğiz? Yoksa ikisinin karışımında mı, yoksa niyete göre mi, değerlendirilmesi istenecek?
UYGUN OLANI “ANMA HAFTASI”
3- Dikkati çeken başka bir husus da; gerçek doğum günü olan Mevlid Kandili kutlamaları; kandil gecesi mevlit okutmak, Cuma hutbelerinde ve vaazlarda bahsetmekle sınırlı iken; Kutlu Doğum’un, bir hafta süre ile, Mevlid Kandili programı ile mukayese edilemeyecek zenginlikte kutlanmasıdır. Bu uygulama ister istemez insanın aklına şu endişeyi getiriyor: Ya zamanla, gerçek doğum günü olan, Mevlit Kandili unutulur, bunun yerini Kutlu Doğum Haftası alırsa ne olacak?
4- Bu konuda şöyle bir orta yol bulunabilir: Ya bu, Kutlu Doğum Haftası, hicri yıla göre olan doğum gününü yani mevlid kandilini içine alacak şekilde yapılır, ya da, Miladi doğum gününe denk gelmeyecek bir haftada, doğum günü değil de “Anma Haftası” şeklinde düzenlenir. Bu hafta da, konserli, eğlenceli değil, Resulullahın şanına yakışır bir anma programı ile yapılmalıdır.
Maksat, Peygamberimizi anmak ise, onun büyüklüğünü, yüceliğini, son peygamber olduğunu hatırlatmak ise zorlama “Kutlu Doğum Haftasına” lüzum yoktur. Yılın herhangi bir haftasında bu pekala yapılabilir. Böylece kimsenin kafası da karışmamış olur. Hem de yapılan iş dine uygun olur!
.
MEVLİD-İ NEBİ HAFTASI
Aziz ve Muhterem Müslümanlar!
Allah'a şükürler olsun ki, biz Müslümanların Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (asm) gibi örneğimiz; bütün ahlâkî fazilet ve meziyetleri, özellik ve güzellikleri nefsinde toplamış en mükemmel bir rehberimiz ve liderimiz vardır.
O, güzellerin güzelidir. Hayatı bütün insanlık için en güzel bir misal olduğunu âyet-i kerîme şöyle açıklıyor:
"Andolsun ki, Allah Resulü sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikreden kimseler için en güzel örnektir."(Ahzab, 33/21)
Aziz Kardeşlerim!
Sevgili Peygamberimiz (asm)'i her konuda örnek alabilmemiz için O'nu çok sevmemiz, örnek şahsiyetini, manevî şahsiyetini, Sünnet-i Seniyye'sini çokça okuyup iyice tanımamız lâzımdır.
Bilirsiniz ki: İnsan tanıdığına dost, tanımadığı ve bilmediği şeye düşmandır.
Diyanet İşleri Başkanlığı Mevlid-i Nebi Haftasını ihdas etmekle milletimize Sevgili Peygamberimiz (asm)'i tanıtmaya çalışmaktadır.
Bütün il ve ilçelerde, yurt dışında, dünya çapında konferanslar, sohbetler, vaazlar, nasihatlar vermek suretiyle O'nun getirdiği misilsiz şeriat-ı garrâ, günümüz insanına ve yeni Müslümanlara anlatılmaktadır.
Çünkü insanlık dine, İslâmiyet'e muhtaçtır. O'nu arıyor.
Eğer biz doğru İslâmiyet'i ve İslâmiyet'e lâyık doğruluğu tam manâsıyla temsil edebilsek, bütün insanlık ona koşacak, puttan ve küfürden kurtulacaktır.
Muhterem Müslümanlar!
Cenab-ı Hak insanlığın kurtuluşu ve mutluluğu için gerekli olan emirleri ve yasakları peygamberler vasıtasıyla insanlığa göndermiştir. Saadetin anahtarı onlardadır.
Bütün peygamberler sâdık, sâlih, hâlis, muhlis ve güvenilir İlahî memurlardır.
Sevgili Peygamberimiz (asm) ebedî bir şeriatla, yâni Kur'ân'la gelmiştir. Onu âyet âyet hayatında uygulayarak örnek olmuştur.
Bugün de yarın da Rabbimizin bizden istediği şudur. Âl-i İmran Suresi 31. âyete bakınız:
"De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın! Allah son derece merhamet edici ve bağışlayıcıdır."
Bu âyet-i kerimeden anlaşılıyor ki, Allah'ı sevenler O'nun son peygamberi Hz. Muhammed (asm)'e uymak durumundadırlar.
Güneşin doğduğu yerde karanlık olmaz!
İman güneşi bir mü'minin kalbine doğunca onun içini ve dışını, dünyasını ve âhiretini nurlandırması ve ışıklandırması lâzımdır.
İman ve itaatten mahrum olanlar, küfür ve dalâletten kurtulamazlar.
14 asırdan beri yetişmiş milyonlarca âlim Onun nuranî meyveleridir.
O'nun ders verdiği hikmetten mahrum felsefeci, gerçek hikmeti elde edemez.
O'nun ahlâkını rehber edinmeyen ahlâkçı, insanlara ahlâk adına ahlâksızlık kuyusu kazacaktır.
O'nun hayat prensiplerini benimsemeyen toplumcu, insanları huzursuzluk gayyasına atacaktır.
O'ndan ilhamını ve edebini almayan yazar, insanları ahlâka ve fazilete değil, yanlış yollara sevkedecektir.
O'nun idarecilik vasfını bilmeyen idareci, kâmil mânâda muvaffakiyet elde edemeyecektir.
O'nun şefkat, merhamet, sevgi dolu terbiye düsturlarını bilmeyen eğitimci, vazifesinde gereği gibi başarı elde edemeyecektir.
Velhâsıl, herkes O'ndan bir şeyler öğrenmeye muhtaçtır. Dünya O'na muhtaçtır!
Ebedî rehberimizi bizlere tanıtan şu âyet meâlleriyle hutbemizi bitirelim:
"Size sizden bir peygamber gelmiştir. Sizin sıkıntıya uğramanız O'na ağır gelir. Size çok şefkatlidir. Mü'minler hakkında pek merhametli ve bağışlayıcıdır." (Tevbe, 9/128)
"... Sen kaba ve katı yürekli olsaydın, onlar etrafından dağılıp giderlerdi..." (Al-i İmran, 3/159)
"Şüphesiz sen en yüksek ahlâk üzerindesin." (Kalem, 68/4)
"Ey Muhammed! Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya, 21/107)
Milyarlar selât u selâm sana olsun Yâ Resûlallah!
Peygamberimiz (asm)'in doğum gününü / Mevlid kandilini kutlamak bid'at mıdır?
İmam Suyutî, konuyla ilgili olarak özetle şunları söylemiştir:
“İnsanların Mevlid-i Nebevi için toplanıp Kur’an okumaları, Hz. Peygamber (a.s.m)’in veladetiyle ilgili haberleri/menkıbeleri seslendirmeleri, bu münasebetle yemek tertiplemeleri bid'a-i hasenedir/güzel bir bid'attır. Çünkü, bu toplantılarda Hz. Muhammed (a.s.m)’e karşı büyük bir tazim, bir saygı, onun dünyaya teşriflerinden ötürü büyük bir sevinç söz konusudur. Bu ise, sahibine büyük bir sevap kazındırır.” (bk. Suyutî, el-Havî li’l-fetavî, 1/272-şamile).
"Mevlid" kelimesinde "doğum" mânası vardır. "Kandil" kelimesinde de "belli günlerde yakılan aydınlık" anlamı mevcuttur. İkisini bir araya getirip de "Mevlid Kandili" dediğimizde, "Resûlüllah`ın doğum gecesinde minarelerde yakılan kandiller" hâtıra gelmektedir. Müslümanlar, her sene Rebiü`l-evvel ayının on ikinci gecesine giriş teşkil eden geceyi dinî merasimlerle ihyâ eder, farklı bir huzur ve neş`eyle tes`id etme titizliği gösterirler. Kandillerle donatılan camiler bu niyetle dolar, taşar...
Müslümanlar bu geceyi, hem kendi açılarından hem de çocukları açısından düşünürler. Kendi açılarından düşünürken ibâdetleri, çevredeki konu komşuya yardımları, çeşitli iyilikleri hatırlar, farklı bir yardım anlayışında olurlar. Çocukları açısından ise, çok dikkatli olurlar. Mâsum dimağlarda gecenin güzel bir hatıra olarak kalmasını temin edecek çarelere başvururlar. Nitekim o günde çocukların sevineceği şeyler alırlar, hoşlarına gidecek sohbetler tertip ederler, gecenin, zihinlerinde tatlı bir hâtıra olarak kalmasını temin ederler.
İslâm dünyasında mevlid merasimi ilk defa, Mısır'da hüküm süren Fatımîler (910-1171) tarafından tertiplenmiştir. Bu merasimler saraya ait olup, sadece devlet erkanı arasında cereyan etmekte idi. Fatimîler, Hz. Ali (r.a.) ve Fatıma (r.anh.)'ın doğum günlerinde de mevlid merasimleri tertip ederlerdi.
Sünnî müslümanlarda ilk mevlid merasimi, Hicri 604 yılında, Selahaddin Eyyubî'nin eniştesi ve Erbil atabeği Melik Muzafferuddun Gökbörü tarafından tertiplenmiştir. Uzun hazırlıklarla düzenlenen merasimler, bütün halkı kapsayan bir şekilde düzenlenirdi. Muzafferuddin, çevre bölgelerden fakıh, sûfi, vaiz ve diğer alimleri Erbil'e çağırır ve kutlamalar gayet debdebeli bir şekilde cereyan ederdi.
Daha sonra, değişikliğe uğrayarak, Mekke'de de mevlid merasimleri tertiplenmeye başlanmıştır. Mekke ve Medine'den sonra mevlid merasimleri, İslam coğrafyasının her tarafında birbirinden farklı şekillerde tertiplenmeye başlanmış ve bu, bugüne kadar sürekliliğini korumuştur.
Osmanlılar tarafından mevlid, ilk defa III. Murat zamanında, 1588'de resmi hale getirildi. Merasimler, belirlenmiş teşrifât kaidelerine uygun olarak sarayda tertiplenir, ayrıca, önceleri Ayasofya Camii'nde, sonraları ise Sultan Ahmed Camii'nde yapılan merasimlere, devlet erkanıyla birlikte halk da katılırdı.
Bu merasimlerde, önce müezzin tarafından Kur'an-ı Kerîm okunur, bunun peşinden de vaazlar verilirdi. Daha sonra mevlidhân kürsüye çıkar ve bir bölüm okuduktan sonra iner hediyesini alır ve ikinci mevlidhan kürsüye çıkarak, okumaya devam eder ve belirlenmiş kaideler çerçevesinde mevlid kutlamaları son bulurdu. (Asım Köksal, İslam Tarihi)
- Mevlidin dinimizdeki yeri nedir?
Mevlid Peygamberimiz (a.s.m.)'den üç dört asır sonra icad edilen İslâmî bir âdet olmakla birlikte, bid’atın hasene (güzel) kısmına girmektedir. Büyük hadis ve fıkıh âlimi olan İbni Hacer, mevlid merâsiminin meşrûiyeti hakkında şu hadisi zikreder:
“Bu çok büyük bir gündür. Bugünde Allah, Mûsâ ile kavmini kurtardı. Firavun ile kavmini suda boğdu. Mûsâ da buna şükür için oruç tuttu. İşte biz de bugünün orucunu tutuyoruz.”
“Bunun üzerine Peygamberimiz, ‘Öyleyse biz Mûsâ’ya sizden daha yakın ve evlâyız.’ buyurdu. O günden sonra hem kendisi oruç tuttu, hem de tutulması için tavsiyede bulundu.” (Müslim, Sıyam 127)
İbni Hacer bu nakilden sonra şöyle der:
“Bundan anlaşılıyor ki, böyle bir günde, mevlid gecesinde Allah’a şükretmek tam yerindedir. Fakat mevlid merasiminin Peygamberimizin doğum gününe denk getirilmesi için dikkat etmek gerektir.” (el-Hâvî fi'l-Fetevâ, 1/190)
Bugünkü İslâm ülkelerinde Peygamberimizin doğumunu yâd etmek, ona salât-selâm getirmek maksadıyla çeşitli dillerde okunan mevlidler vardır. Arapça “Bâned Suâd, Bürde ve Hemziyye” kasideleri birer mevliddir. Türkçede ise yirmiden fazla mevlid manzumesi vardır. Fakat bunların içinde en çok tutulan ve okunanı Süleyman Çelebi merhumun 1409 yılında yazdığı "Vesiletü’n-Necât" isimli mevlid kitabıdır. Önceleri yalnız Peygamberimizin doğum gününde okunan ve tertip edilen mevlid merâsimleri, daha sonra bütün mübarek gecelerde tekrarlanmış, bilhassa memleketimizde daha da yaygınlaşarak, ölüm, hastalık ve daha birçok vesilelerle okunagelmiştir. Bazı İslâm âlimleri mevlidi bid’at sayarak karşı çıkmışlarsa da yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Bediüzzaman, zamanımızda bu meseleyi şöyle tashih etmiştir:
“Mevlid-i Nebevî ile Miraciyenin okunması gayet nâfi (faydalı) ve güzel âdettir ve müstahsen (iyi, hoş) bir âdet-i İslâmiyedir. Belki hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyenin gayet lâtif ve parlak ve tatlı bir medar-ı sohbetidir (sohbet sebebidir). Belki hakaik-i imani-yenin ihtarı (hatırlatılması) için, en hoş ve şirin bir derstir. Belki îmanın envarını ve muhabbetullah ve aşk-ı Nebevîyi göstermeye ve tahrike en müheyyic (heyecan uyandıran) ve müessir bir vasıtadır.” (Nursi, Meklubat, s. 281-285)
- Kandiller nasıl değerlendirilmelidir?
Bütün kandil gecelerinde yapılabilecek ve yapılması gereken önemli bir takım afv ü mağfirete nail olma, ecr ü sevap kazanma, manevî terakki kaydetme, bela ve musibetlerden kurtulma ve rıza–i İlâhiye ulaşma vesileleri vardır ki, bunlardan bazılarını maddeler hâlinde kısaca ve toplu olarak yeniden hatırlamakta yarar var:
1. Kur'ân–ı Kerim okunmalı; okuyanlar dinlenmeli; uygun mekânlarda Kur'ân ziyafetleri verilmeli; Kelamullah’a olan sevgi, saygı ve bağlılık duyguları yenilenmeli, kuvvetlendirilmeli.
2. Peygamber Efendimiz (asm)’e salâtü selâmlar getirilmeli; O’nun şefaatini ümit edip, ümmetinden olma şuuru tazelenmeli.
3. Kaza, nafile namazlar kılınmalı; varsa o geceye ait nakledilen namazlar, onlar da ayrıca kılınabilir; kandil gecesi, özü itibariyle ibadet ve ibadette ihsan şuuruyla ihya edilmeli.
4. Tefekkürde bulunulmalı; “Ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum, Allah’ın benden istekleri nelerdir?” gibi konular başta olmak üzere, hayatî meselelerde derin düşüncelere girmeli.
5. Geçmişin muhasebe ve murakabesi yapılmalı ve şimdinin ve geleceğin plân ve programı çizilmeli.
6. Günahlara samimi olarak tövbe ve istiğfar edilmeli; idrak edilen geceyi son fırsat bilerek nedamet ve inabede bulunulmalı.
7. Bol bol zikir, evrad ü ezkarda bulunulmalı.
8. Mü’minlerle helalleşilmeli; onlarla irtibatımız cihetinden rızaları alınmalı.
9. Küs ve dargın olanlar barıştırılmalı; gönüller alınmalı; kederli yüzler güldürülmeli.
10. Kişi kendine ve diğer mümin kardeşlerine hattâ isim zikrederek dualar etmeli.
11. Üzerimizde hakları olanlar aranıp sorulmalı; vefa ve kadirşinaslık ahlâkı yerine getirilmeli.
12. Yoksul, kimsesiz, öksüz, yetim, hasta, sakat, yaşlı olanlar ziyaret edilip, sevgi, şefkat, hürmet, hediye ve sadakalarla mutlu edilmeli.
13. O gece ile ilgili âyetler, hadîsler ve bunların yorumları ilgili kitaplardan ferden veya cemaaten okunmalı.
14. Dini toplantılar, paneller ve sohbetler düzenlenmeli; va’z ü nasihat dinlenmeli; şiirler okunmalı; ilâhî ve ezgilerle gönüllerde ayrı bir dalgalanma oluşturmalı.
15. Kandil gecesinin akşam, yatsı ve sabah namazları cemaatle ve camilerde kılınmalı.
16. Sahabe, ulema ve evliya türbeleri ziyaret edilmeli; hoşnutlukları alınmalı; ve manevî iklimlerinde vesilelikleriyle Hakk’a niyazda bulunulmalı.
17. Vefat etmiş yakınlarımızın, dostlarımızın ve büyüklerimizin kabirleri ziyaret edilmeli; iman kardeşliğine ait sadakati yerine getirilmeli.
18. Hayattaki manevî büyüklerimizin, üstadlarımızın, anne ve babamızın, dostlarımızın ve diğer yakınlarımızın kandilleri bizzat giderek veya telefon, faks yahut e–mail çekerek tebrik edilmeli; duaları istenmeli.
19. Bu kandil gecelerinin gündüzlerinde mümkün olduğunca oruç tutulmalı.
Mübarek gecelerin ihyası ile ilgili özel bir ibadet mevcut değildir. Namaz, tilavet–i Kur'ân, dua gibi bütün ibadet çeşitleri ile gece ihya edilebilir... Mübarek gecelerde kılınan bazı hususi namazlar sünnette mevcut değildir; muteber bir rivayete de istinad etmezler. Bu, “O gecelerde namaz kılmak mekruhtur.” anlamına gelmez. Teheccüd ve nafile namazları teşvik eden rivayetler çoktur. Bunların mübarek gecelerde yapılması elbette daha faziletlidir.” (Canan, Kütüb–ü Sitte, III/289).
Kandil gecelerine ait olduğu kaydedilen namazları ayrıca kılmakta ise bir sakınca yoktur; sevaptan hâli değildir.
Hayatın gayesi, yaratılışın mânâsı silinmiş, yok olmuştu. Her şey mânâsız başıboşluk ve hüzün örtülerine bürünmüştü.
Ruhlar bir şey bekliyor, bir nurun zulmet perdesini yırtmasını içten içe hissediyordu.
O vahşet devrinde kâinat ufkundan bir güneş doğdu. Bu güneş âhir zaman Peygamberi Hz. Muhammmed Aleyhissalâtü Vesselam idi. Tarihin seyrini, hayatın akışını değiştiren bu eşsiz olay, dünyayı yerinden sarsan değişimlerin en büyüğü idi.
İşte insanlığın akıl ve kalbinde düğümlenen "Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?" sorularını, düğümlerini çözüp kâinatın Sahibini ilân ve ispat edecek bir zatın teşrifi sadece insanların ruh ve kalbinde değil, diğer varlıklarda, hattâ cansız eşyada bile yansımasını bulacaktı.
- Doğudan batıya bütün âlemin nurlara büründüğü, İlâhi değişimin tecelli ettiği o gece neler oldu neler?
Yahudi ileri gelenleri ve âlimleri kitaplarında daha önce rastladıkları işaret ve müjdelerin açığa çıktığını gördüler. Kimsenin haberi olmadan en önce onlar bu müjdeyi verdiler.
O gece Yahudi âlimleri semâya bakıp "Bu yıldızın doğduğu gece Ahmed doğmuştur."dediler.(1)
Bîr Yahudi ileri geleni Mekke'de Peygamberimizin doğduğu gece, içlerinde Hişam ve Velid bin Muğire, Utbe bin Rabia gibi Kureyş ileri gelenlerinin bulunduğu bir toplantıda,
"Bu gece sizlerden birinin çocuğu oldu mu?" diye sordu.
"Bilmiyoruz" diye cevap verdiler. Yahudi,
"Vallahi sizin bu ihmalinizden iğreniyorum! Bakın, ey Kureyş topluluğu, size ne söylüyorum, iyi dinleyin. Bu gece, bu ümmetin en son peygamberi Ahmed doğdu. Eğer yanlışım varsa, Filistin'in kudsiyetini inkâr etmiş olayım. Evet, onun iki küreği arasında kırmızımtırak, üzerinde tüyler bulunan bir ben var." dedi.
Toplantıda bulunanlar Yahudi'nin sözünden hayrete düştüler ve dağıldılar. Her birisi evlerine döndüğünde bu durumu ev halkına anlattılar. "Bu gece Abdülmuttalib'in oğlu Abdullah'ın bir oğlu doğdu. Adını Muhammed koydular." haberini aldılar.
Ertesi gün Yahudiye vardılar:
"Bahsettiğin çocuğun bizim aramızda dünyaya geldiğini duydun mu?" dediler.
Yahudi "Onun doğumu benim size haber verdiğimden önce midir, sonra mıdır?" dedi.
Onlar, "Öncedir ve ismi Ahmed'dir." dediler.
Yahudi, "Beni ona götürün." dedi.
Yahudi ile beraber kalkıp Hz. Âmine'nin evine gittiler, içeri girdiler. Pegamberimizi Yahudinin yanına çıkardılar. Yahudi Peygamberimizin sırtındaki beni görünce, üzerine baygınlık geldi, fenalaştı. Kendine gelip ayıldığı sırada,
"Ne oldu sana, yazıklar olsun." dediler.
Yahudi, "Artık İsrailoğullarndan peygamberlik gitti. Ellerinden kitap da gitti. Artık Yahudi âlimlerinin kıymet ve itibarları da kalmadı. Araplar peygamberleriyle kurtuluşa ereceklerdir. Ey Kureyş topluluğu, ferahladınız mı? Vallahi size, doğudan batıya kadar ulaşacak bir güç, kuvvet ve bir üstünlük verilecektir." dedi.(2)
Kâinatın Efendisini dünyaya getiren bahtiyar annenin henüz dünyaya gelmeden görüp gördükleri çok manalıydı. Peygamber Efendimize (asm) hamileyken rüyasında şöyle denmiş:
"Sen, insanların en hayırlısına ve bu ümmetin efendisine hamile oldun. Onu dünyaya getirdiğin zaman 'Her hasetçinin şerrinden koruması için bir ve tek olana sığınırım.' de, sonra ona Ahmed yahut Muhammed ismini ver."
Yine kendisinden çıkan bir nurun aydınlığında bütün doğuyu ve batıyı, Şam ve Busra saray ve çarşılarını, hattâ Busra'daki develerin uzanan boyunlarını gördüğünü Abdülmüttalib'e anlatmıştı.(3)
Aynı gece Hz. Âmine'nin yanında bulunan Osman ibn Âs'ın annesinin gördükleri de şöyle:
"O gece evin içi nurla doldu, yıldızların sanki üzerimize dökülecekmiş gibi sarktıklarını gördük."
Evet, bu ulvî anı dile getiren Mevlid'in yazarı Süleyman Çelebi bütün bu hakikatleri şu beytiyle şiirleştirmiştir:
"Hem Muhammed gelmesi oldu yakin
Çok alâmetler belürdi gelmedin."
Rabiülevvel ayının 12. Pazartesi gecesi, yapılan hesaplamalara göre, Miladi takvime göre 20 Nisan'a denk gelen gece idi.
Dünyayı şereflendiren İki Cihan Serveri (asm)'nin üzerini o günün bir âdeti olarak bir çanakla kapattılar. Araplara göre o zaman, gece doğan çocuğun üzerine bir çanak koymak ve gündüz olmadan ona bakmamak âdetti. Fakat bir de baktılar ki Peygamber Efendimizin (asm) üzerine konulan çanak yarılarak ikiye ayrılmış, Efendimiz gözlerini gökyüzüne dikmiş, başparmağını emiyordu.(5)
Evet, bu işaret her türlü küfrün, zulmün, şirkin ve her türlü bâtıl inanç ve âdetlerin parçalanıp yok olması, imanın, nurun ve hidâyetin kâinatı aydınlatması için gönderilmiş bir peygamber idi.
- Aynı gece Kâbe'de tapılmakta olan cansız putların çoğunun başaşağı devrildiği görüldü.
- Aynı gece Kisra sarayının beşik gibi sallanıp on dört balkonunun parçalanıp yerlere düştüğü öğrenildi.
- Sava'da mukaddes tanınan gölün suyunun çekilip gittiği görüldü.
- Bin senedir yakılan ve söndürülmeyen mecusi ateşinin sönüverdiği müşahede edildi.
Bütün bunlar işaret ve alamettir ki, yeni dünyaya gelen zat ateşe tapmayı, puta tapmayı kaldırıp, Fars saltanatını parçalayarak Allah'ın izni olmadan kutsal tanınan şeylerin kutsallığını ortadan kaldıracaktır.(6)
İşte bu geceye Veladet-i Nebi Gecesi diyor ve onun bütün kalbimizle, ruhumuzla her sene yeniden yâd edip kutluyoruz. Bütün kâinatla bu geceyi karşılayarak onun âleme teşrifine kıyam ediyoruz.
Getirdiği ebedi nura, açtığı saadet caddesine ve sünnet-i seniyyesine yeniden sımsıkı sarılmak ve Mevlid Kandilini vesile ederek ona yeniden biatimizi, bağlılığımızı tazelemek ne yüce bir şeref ve ne büyük bir saadettir.
Yüce Rabbim bizleri sevgili Resulünün şefaatine nail eylesin. Âmin.
Hz. İsa için kutlu doğum haftası düzenlemesi caiz midir?
Soran : PomakTASL27
Tarih: 01.01.2017 - 04:18 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Hz. İsa'nın doğum günü: Bir Müslümanın 25 Aralık'ta Hz. İsa’yı anması doğum günü kutlaması o gün Kuran okuması hayır yapması kısacası Hz. Muhammed (sav) efendimizin doğum gününü kutlar gibi kutlayarak etkinlikler yapması yani bir nevi Hz. İsa için kutlu doğum haftası düzenlemesi caiz midir?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Gayr-i müslimlere benzeme gibi anlaşılacağından böyle bir bid’at icad etmek caiz değildir.
Ancak, özel anlamda bir Müslümanın, Hz. İsa aleyhisselamın dünyaya teşriflerini vesile ederek, Kuran okuması, dua etmesi, hayatın bir muhasebesini yapması, tövbe edip hayatına çeki düzen vermesi uygundur.
Burada çok dikkat edilmesi gereken en önemli şey, bunun Müslüman olmayanlara benzeme endişesidir. Böyle bir endişeye neden olacak hiçbir şeyin içine girmemek esastır.