Sual: Kutlu doğumu, miladi yıla göre kutlamak caiz midir?
CEVAP
Dinimizde mübarek geceler, hicri yıl ile kutlanır. Bütün ibadetlerde ve dini faaliyetlerde kameri aylar esas alınır. Hac, oruç, kurban ve bayram günleri kameri aylara göre tespit edilir. Haccı Allahü teâlânın bildirdiği zilhicce ayında yapmayıp da, miladi bir ayda, mesela hep ocakta yapmak, orucu, ramazanda değil de, hep şubatta tutmak, dini değiştirmek olur. Bütün mübarek geceler de, kameri aylara göre tespit edilir. Kadir gecesini ramazanda değil de, şubat ayında aramak, Berat Gecesini şaban ayında değil de, temmuz ayında kutlamak, Aşure Gecesini muharrem ayında değil de, eylül ayında kutlamak dini bozmak olur. Her Müslüman bilir ki, İslamiyet'te güneş yılının ayları içinde sayılı bir mübarek gün yoktur. Kutlu doğum, 12 Rebiul-evvelde olmuştur. Miladi her sene, başka tarihe denk gelir. Bunu 20 Nisana almak caiz olmaz.
Dinimize aykırı bir husus için, (Niyetimiz iyi) demek veya (Herkes kutlu doğumdan bahsederken, susmak uygun olmaz) demek de, geçerli bir mazeret değildir. Haram bir iş, iyi niyetle de yapılsa haramlıktan çıkmaz. İçki içen de, zina eden de veya her türlü haramı işleyen de, iyi niyetle yapıyorum diyebilir. Böyle iyi niyet insanı kurtarmaz.(Cehennem iyi niyetlilerle doludur) buyurulmuştur. Bir kimse, iyi niyetle işlediği harama alışır, sonra bunu dinin emri zanneder. Hazret-i Ömer, (Dininizi doğru öğrenip, buna uygun yaşayın. Yoksa yaşadığınızı din zannedersiniz) buyuruyor.
Doğum günü kutlarken
Sual: (Doğum günü ve mübarek geceler, hicri sene ile kutlanır)deniyor. Biz mübarek geceleri, hicri seneye göre kutluyorsak da, doğum günlerini miladi yıla göre kutluyoruz. Bunun mahzuru var mıdır?
CEVAP
Doğum günü kutlamak, ibadet değil, âdettir. Ayrıca, herkes miladi yıla göre kutlarken, hicri seneye göre kutlamak, fitneye de sebep olabileceği için miladi yıla göre kutlamakta mahzur yoktur. Mübarek gecelerin durumu farklıdır, bunlar ibadet olduğu için hicri yıla göre kutlanır.
26 Nisan 2002 Cuma
Kutlu Doğum Haftası
Makalemizin başında, asırlardan beri, bütün İslam aleminde, Türk cumhuriyetlerinde ve bu meyanda ülkemizde Mevlid-i Nebevi kutlamalarının yapıldığını belirtelim. Ancak bu kutlamalar, miladi tarihe göre değil, hicri-kameri tarihe uygun olarak yapılmaktadır.
Diyanet İşleri Başkanlığı ile Türkiye Diyanet Vakfı’nın müştereken, “Kutlu Doğum Haftası” adıyla tertip ettikleri çalışmalar, zannediyorum bu işe başladıkları ilk sene, 12 Rebiul-evvel tarihini içine alan bir haftada yapılmıştı. Ama ondan sonraki senelerde, belki de sabit bir tarihte olmasını temin maksadıyla, 20-26 Nisan tarihleri arasında yapılmaya başlandı. Tabii ki 12 Rebiul-evvel tarihinde de televizyonlar, radyolar, gazeteler, dergiler Sevgili Peygamberimiz hakkında başta Mevlid-i şerif programları olmak üzere çeşitli faaliyetler düzenliyorlardı. Bu durum, bir ikilem meydana getiriyordu.
İsabetli karar
Bunu düzeltmek için, Diyanet İşleri Başkanlığı, geçen seneden itibaren, isabetli olarak, kutlamaları hicri-kameri takvime uygun olarak yapmaya başladı. Böylece Türkiye’de, Türk cumhuriyetlerinde ve bütün İslam aleminde birlik-beraberlik sağlanmış oldu.
Bir hafta boyunca, konferanslar, sempozyumlar, paneller, açıkoturumlar, yarışmalar tertiplenmesinin, ona dair makaleler yazdırılmasının, özel dergi ve gazete sayıları hazırlatılmasının, teşekküre ve takdire layık bir hareket olduğunu ifade etmek istiyoruz. Böyle bir haftada daha başka neler yapılabilir konusunu diğer bir makalemizde ele almak daha uygun olacaktır.
“Delailü’n-Nübüvve” ve “Şevahidü’n-Nübüvve” kitapları, Hazret-i Peygamberin peygamberliğinin delillerinden, “Siret-i Nebeviyye” ve “Meğazi” kitapları, onun hayatından ve harblerinden, “el-Hasais” kitapları, onun faziletlerinden ve mu’cizelerinden, “Şemail-i Şerife” kitapları, fiziki yapısından, “Peygamberler Tarihi” ile “İslam Tarihi” kitapları ve Ansiklopediler ise, umumi hayatından bahsetmektedirler.
Denilebilir ki, tarih boyunca, hayatı, en ince teferruatıyla ortaya konulan zat, şüphesiz ki, Peygamber efendimizdir. Burada, kısa bir makale çerçevesinde onu, bütün teferruatıyla anlatmak elbette ki mümkün değildir. İşin zor bir tarafı daha vardır. Kendisinden bahsedeceğimiz zat, ale’l-ade bir insan değil, çok müstesna bir şahsiyettir. Zira, âlemlere rahmet olarak gönderilen, kâinatın baştacı, ebedi rehberimiz, varlığımızı ve kurtuluşumuzu kendisine borçlu olduğumuz Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafa aleyhisselam hakkında söz söylemek, yazı yazmak aslında bizim haddimiz değildir.
Zaten bir şair de diyor ki:
Her vasfı ki, imtiyazı haiz,
Tarih onu vasfederken aciz.
Peygamber efendimizin şairlerinden Hassan b. Sabit (radıyallahü anh)’in sözü ne kadar manidar: “Ben, Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem)’den bahs ederken, onu medhediyor değilim; bilakis ondan bahsetmek suretiyle, kendi sözlerimi kıymetlendirmiş oluyorum.”
O’nu sevmek
Gönüller Sultanı Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin (kuddise sirruh) kelamı da çok manalıdır: “Ben, âlemler genişliğinde bir ağız isterim, ta ki, meleklerin bile gıpta ettiği o zattan söz edebileyim.”
Burada Arapça bir şiiri de zikretmeden geçemiyeceğiz. Manası şöyledir: “O, beşerden bir beşerdir, fakat taşlar arasındaki yakut taşı gibidir.”
Bu şiirin diğer bir varyantı şu şekildedir: “Muhammed aleyhisselam bir beşerdir, fakat alelade(gelişigüzel) bir insan değildir. Aslında o bir yakut, diğer insanlar ise taş gibidirler.”
Bu cümlelerden sonra ifade edelim ki, aslında bütün Peygamberlerin temel sıfatları, Hazret-i Peygamberin yüksek ahlakı, onun nümune-i imtisal (örnek şahsiyet) oluşu, ona itaatla Allah’a itaatın eşdeğerde olması, itaat edilecek üç makamdan birinin Resulullah oluşu, Hazret-i Peygamber’e tabi olmanın lüzumu, ona muhalefetten sakınmanın ehemmiyeti, onu sevmenin önemi, Allahü tealayı samimi olarak sevmek için de Peygamber’e tabi olmak lazım geldiği konularında birçok ayet-i kerime, hadis-i şerif ve İslam âlimlerinin sözlerini burada zikretmemiz mümkündür. Fakat o konuyu, bundan sonraki makalelerimizde ele almak üzere tehir edip, bu defa mevzuu başka yönden ele almak istiyoruz:
İki cihân se’âdeti
İslâmın birinci şartı, bilindiği gibi, Allahü teâlâya ve Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem) îmândır. Ya’nî onları sevmek ve sözlerini beğenip, kabûl etmekdir. İki cihân se’âdetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhıretin efendisi olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmağa bağlıdır. Ona tâbi’ olmak için, îmân etmek ve onun getirdiği ahkâm-ı islâmiyyeyi öğrenmek ve yapmak lâzımdır. Yine Muhammed aleyhissalâtü vesselâm’a tam ve kusûrsuz tâbi’ olabilmek için, onu tam ve kusûrsuz sevmek lâzımdır. Bunun alâmeti de, onun dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilmek, onu beğenmeyenleri sevmemekdir.
Muhabbete müdâhene, ya’nî gevşeklik sığmaz. Âşıklar, sevgililerinin dîvânesi olup, onlara aykırı birşey yapamazlar. Aykırı gidenlerle uyuşamazlar. İki zıd şeyin muhabbeti bir kalbe, bir araya yerleşemez. İki zıddan birini sevmek, diğerine düşmanlığı gerektirir. Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düşmanı ve Peygamberinin (sallallahü aleyhi ve sellem) düşmanı olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek ve onlarla kaynaşmak, insanı Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem) düşman olmağa sürükler.Tabii ki sevgi ve nefret kalpte olur. Zahiren onlara da iyi davranmak, tatlı dilli ve güler yüzlü olmak lazımdır
15 Nisan 2008 Salı
“Kutlu Doğum Haftası” etkinlikleri!
Her Peygamberin ümmeti, kendi Peygamberinin doğum gününü bayram yapmıştır. Muhammed aleyhisselamın doğum günü de, Müslümanların bayramıdır. Peygamber efendimiz nübüvvetten sonra, her yıl, bu geceye önem verirdi. Bu gecede, Eshabı kiram, bir yere toplanıp, Efendimizin doğum öncesi ve sonrası mucizelerini okurlar, anlatırlardı. Bunun için dünyanın her tarafındaki Müslümanlar, her sene, bu geceyi, mevlid kandili olarak kutlayarak, her yerde “Mevlid kasideleri” okunarak Resulullahı hatırlatılmaktadır.
Diyanet İşleri Başkanlığı da, bu maksatla, Hazreti Peygamberin doğumunu, Kameri Takvime göre Rebi’ül Evvel ayının 12. gecesinde camilerde mevlit, Cuma günü de hutbe okunarak ve vaazlarda konu halkımıza anlatılarak Mevlid Kandili’nin kutlanmasının yanı sıra, Peygamberimizin Miladi doğum günü kabul edilen 20 Nisanı içine alan haftada “Kutlu Doğum Haftası” etkinlikleri yapmaya başlamıştır.
ÖRNEĞİ OLMAYAN UYGULAMA!
Diyanet’in iyi niyetle de olsa yaptığı bu yeni, geçmişte örneği olmayan uygulama; bazı karışıklıkları, yanlışlıklara hatta Müslümanlar ile alay edilmesine sebep olmaktadır. Şöyle ki:
1- Bu sene, 23 Nisan’la çakışmaması için, bir hafta öne çekilen, “Kutlu Doğum Haftası” ile ilgili, yazılarında bazı İslam karşıtı yazarlar, “Hazreti Peygamberin bir sene içinde iki doğum kutlamasının yapılması akla uygun değildir. Kutlama yapılacaksa hicri yıla göre mi yoksa miladi yıla göre mi kutlayacaklar önce buna karar versinler. Dünyanın hiçbir yerinde, aynı şahıs için iki dogum günü kutlama yapılmaz!” türü ifadelere yer verdiler.
Ayrıca, pek çok sade Müslümanın da kafası karışmış durumda. “Biz kendimizi bildiğimizden beri, Peygamberimizin doğum gününü, Mevlid Kandili’nde kutlarız. Kutlu Doğum Haftası da nereden çıktı. Eski köye yeni adet mi getiriliyor” diyorlar. Çünkü, dini günler ve gecelerin sadece hicri yıla göre yapıldığığını biliyorlar.
2- Buna rağmen eğer, Kutlu Doğum Haftası, miladi yıla göre yapılacaksa, bu kutlamaların Resulullahı anmanın şanına uygun bir şekilde olması lazım. Peygamberimizi övmek ibadet olduğuna göre, kutlamaların ibadet sınırları içinde olması gerekir. Diyanet İşleri başkanlığının kutlama pragramının 9. maddesinde, “Başkanlığımız Türk Tasavvuf Musikisi Korosu hafta içinde konserler verecektir” denilmektedir. Yine, Programda; tiyatro gösterileri sergileneceği, Nasreddin Hoca’dan fıkralar anlatılacağı bildirilmektedir. 14 maddelik, etkinlik sıralamasında “ibadet” kapsamında değerlendirebileceğimiz etkinlik sayısı çok az. İl müftülükleri daha da renklendirmişler; İzmir’de, davullu zurnalı yağlı güreşler, mehter ve folklor gösterileri de eklenmiş programa. Şimdi bu etkinlikleri, ibadet kapsamında mı, eğlence kapsamında mı değerlendireceğiz? Yoksa ikisinin karışımında mı, yoksa niyete göre mi, değerlendirilmesi istenecek?
UYGUN OLANI “ANMA HAFTASI”
3- Dikkati çeken başka bir husus da; gerçek doğum günü olan Mevlid Kandili kutlamaları; kandil gecesi mevlit okutmak, Cuma hutbelerinde ve vaazlarda bahsetmekle sınırlı iken; Kutlu Doğum’un, bir hafta süre ile, Mevlid Kandili programı ile mukayese edilemeyecek zenginlikte kutlanmasıdır. Bu uygulama ister istemez insanın aklına şu endişeyi getiriyor: Ya zamanla, gerçek doğum günü olan, Mevlit Kandili unutulur, bunun yerini Kutlu Doğum Haftası alırsa ne olacak?
4- Bu konuda şöyle bir orta yol bulunabilir: Ya bu, Kutlu Doğum Haftası, hicri yıla göre olan doğum gününü yani mevlid kandilini içine alacak şekilde yapılır, ya da, Miladi doğum gününe denk gelmeyecek bir haftada, doğum günü değil de “Anma Haftası” şeklinde düzenlenir. Bu hafta da, konserli, eğlenceli değil, Resulullahın şanına yakışır bir anma programı ile yapılmalıdır.
Maksat, Peygamberimizi anmak ise, onun büyüklüğünü, yüceliğini, son peygamber olduğunu hatırlatmak ise zorlama “Kutlu Doğum Haftasına” lüzum yoktur. Yılın herhangi bir haftasında bu pekala yapılabilir. Böylece kimsenin kafası da karışmamış olur. Hem de yapılan iş dine uygun olur!