'23 Nisan', '24 Nisan', '25 Nisan' yıldönümü muharebeleri
26.4.2015 - Bu Yazı 1277 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Geçtiğimiz hafta duygusal açıdan çok yoğundu. İslami kesim için 1989’da ihdas olunan 16-20 Nisan arasındaki Kutlu Doğum Haftası’nın son günleriydi. Laik/cumhuriyetçi kesim için 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı önemli bir gündü. Ermeni toplumu için 24 Nisan Soykırım’ın 100. yıldönümüydü. Çanakkale’de savaşan Avustralyalı-Yeni Zelandalılar için 25 Nisan Anzak Günü ‘milli’ öneme haizdi. Bir de devletimizin yeni icat ettiği 24 Nisan, “Çanakkale Savaşı’nın 100. yıldönümü” törenleri vardı. ‘Yeni icat ettiği’ diyorum, çünkü Çanakkale Savaşları’nın, 1. veya 99. yılı için bu tarihte bir tören yapılmış değildi. Öte yandan 24 Nisan, Çanakkale Savaşı içinde anılacak, kutlanacak herhangi bir olaya tanıklık etmemişti. Dolayısıyla, bu günün, başta Erivan (Yerevan) olmak üzere Türkiye’de ve dünyanın çeşitli yerlerinde yapılan 1915 Ermeni Soykırımı’nın 100. yılı anmalarını gölgelemek için icat edildiğini düşündüm. Neden böyle düşündüğümü her zamanki gibi biraz uzun yoldan anlatacağım. Uzun yoldan dedim ama korkmayın Osmanlı İmparatorluğu’nun bir oldubittiyle nasıl savaşa girdiğinden başlamayacağım. (Merak edenler şu yazıma bakabilirler: Okumak için tıklayın) Yazının Çanakkale Savaşı’nın özetini içeren ilk bölümünü okumak istemeyenler/okumaya vakti olmayan ise doğrudan 25 Nisan Anzak Günü bölümüne geçebilirler. O bölümün çoğu kişi için ilginç/yeni bilgiler içerdiğini umuyorum.
İTİLAF GÜÇLERİ LİMNİ’DE TOPLANIYOR
Ruslar Sarıkamış yönünde ilerlerken, İngilizler de Çanakkale Boğazı’na doğru askerî harekâta başlamıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisini neredeyse zorla savaşın içine atmasından sonra İtilaf Devletleri’nin Osmanlı İmparatorluğu’na ‘saldırması’ savaşın genel mantığı için hiç de garip değildi.
Çanakkale’ye ilk bomba 3 Kasım 1914’te atılmıştı ama Çanakkale ile ilgili kapsamlı bir plan ortada hâlâ yoktu. Aralık sonunda Savaş Konseyi Sekreteri Yarbay Maurice Hankey, eğer İstanbul alınırsa, tek cephane fabrikasıyla bağı kesilen Osmanlı ordusunun savaşa devam etmesinin zorlaşacağını, böylece Balkan Devletleri’nin umutlarını İtilaf Devletleri’ne bağlayacaklarını, Almanya’nın hem Doğu’da hem Batı’da savaşıyor olmaktan dolayı dikkatinin dağılacağını, Çanakkale Boğazı’nın yeniden açılmasıyla da Rusların Avrupa’nın ihtiyacı olan buğday ihracına tekrar başlayabileceğini içeren planını sundu. Başından beri Çanakkale’yi gözüne kestirmiş olan Churchill bu planı pek beğendi. Askerî uzmanların kara harekâtı ile desteklenmeden yapılacak bir deniz harekâtına karşı çıkmalarına kulak asılmadı ve 1 Şubat 1915’te Bulgaristan’ın Almanya’nın yanında savaşa katılmasının ardından Fransız ve İngiliz güçleri büyük bir hızla Limni Adası’nın doğal limanı Mondros’ta toplanmaya başladı.
DENİZ HAREKÂTI BAŞLIYOR
19 Şubat 1915 günü başlayan harekât, mayın ve lağım bölgelerini koruyan bataryalar susturulduktan sonra açılan geçitten Marmara’ya girilmesi üzerine kurulmuştu. Bu yüzden sadece iki deniz piyade taburu harekâta katılmıştı. Savaşın başlaması İngiliz halkını çok heyecanlandırdı. Herkes Rusya’dan gelecek buğdayları beklemekteydi. Aynı heyecan Rusya’da da görülüyordu. Onlar da bir an önce ellerindeki buğdayı paraya çevirmeyi hayal etmekteydi. Balkan ülkeleri Osmanlı İmparatorluğu’nun yenileceğine ilk kez inanmışlardı. Venizelos, tekrar Gelibolu’ya çıkartma yapmayı teklif etti ama bu sefer Ruslar hayır dediği için savaşta yerini alamadı. İngilizler Yunan takviyesinin olmamasına üzülmekle birlikte iyimserliklerini bozmadılar. Hatta Lord Kitchener, daha önce kararlaştırıldığı halde, 29. Tümen’in savaşa katılmasına gerek olmadığını açıkladı. Onun yerine Mısır’da toplanan Avustralya ve Yeni Zelanda birlikleri gönderilecekti. Bizler daha sonrada bu askerlere birliklerin İngilizce adının (Australian and New Zealand Army Corps) kısaltması olan ANZAC’tan dolayı ‘Anzaklar’ dedik. Birinci Dünya Savaşı’nda Britanya’nın denizaşırı ülkelerine yaptığı çağrı üzerine bu ülkelerden binlerce genç gönüllü olarak askere yazılmıştı. Aslında amaçları Almanlara karşı savaşarak anavatan bildikleri Britanya’ya yardım etmek olan bu gençlerin bir bölümü kendilerini Nisan 1915’de adını bile bilmedikleri Gelibolu’da bulmuşlardı.
18 MART DENİZ ZAFERİ
(18 Mart 1915 günü Irresistible’nin batışı)
17-18 Mart gecesi Boğazı tarayarak mayın olmadığı kanısına varan İtilaf Donanması 18 Mart’ta büyük saldırıya başladı. Ama Nusret (Nusrat) mayın gemisinin 7/8 Mart gecesi Karanlık Liman’a döşediği 26 mayın I·ngilizlerin Queen Elizabeth dretnotunun isabet almasına, Inflexible kruvazörünün ağır hasara uğramasına, Irresistible ve Ocean zırhlısının batmasına, Agamemnon zırhlısının hasara uğramasına, ayrıca dört torpido, bir mayın tarama gemisinin hasara uğramasına neden oldu. Fransızların Suffren zırhlısı ag?ır hasara ug?radı, Bouvet zırhlısı battı, Gaulois zırhlısı batacak kadar ag?ır hasar gördü. Charlemange zırhlısı çok ag?ır hasara ug?radı. Ayrıca 1.273 ölü, 647 yaralı vardı.
Daha sonra bir İngiliz askerî yetkili “O uğursuz Mart ayında, üç tümenlik bir askerî güç Gelibolu Yarımadası’na çıkarılsaydı, ordumuz Bolayır’a kadar şan ve şerefle yürürdü” diyecekti. Bu yargı doğru mudur bilinmez ancak, 25 Nisan’da başlayan kara harekâtı da İtilaf Devletleri’nin kaderini değiştirmeyecekti. Çünkü, aradaki bir ayda, Osmanlı İmparatorluğu, Çanakkale’de 5. Ordu’yu kurmuş, başına Liman von Sanders’i atanmıştı. Askerler yerlerini almışlar, mevzilerini sağlamlaştırmışlar, yolları, gözetleme yerlerini yenilemişler, yarımadayı boydan boya dikenli tellerle çevrelemişlerdi. Artık boğazın her santimetrekaresi topçu ateşinin alanına giriyordu. Hazırlıklar mükemmeldi ve coğrafya ev sahibinden yanaydı. Sahil hattının hemen yanında yükselen girintili çıkıntılı tepeler, sel yataklarından oluşan derin ve bozuk hendekler, vadiler ve dağlar, sert ve tuzlu toprak da düşmana geçit vermeyecekti.
25 NİSAN 1915 KARA HAREKÂTI
Karaya çıkış için dört nokta seçilmişti. Suvla (Anafartalar) Limanı veya çevresi, Kabatepe’nin hemen kuzeyi veya güneyi, yarımadanın güney ucundaki İlyas Burnu ve Seddülbahir çevresi. Anafartalar boğazın dar yerinden ve Kilitbahir’den uzak olduğu için elendi. Kabatepe’nin kumsalları çıkartmaya uygundu ama çevresi çok iyi tahkim edilmişti. En uygun yer Seddülbahir’di. Buraya yapılacak bir çıkartma Kabatepe’ye yapılacak ikinci çıkartma ile birleştirilebilirse başarı garanti görünüyordu. Seddülbahir’e 29. Tümen ile Fransız kuvvetleri, Kabatepe’ye iseAnzaklar çıkacaktı. Ayrıca Bolayır’da bir şaşırtma operasyonu yapılacaktı.
25 Nisan 1915 günü, sabaha karşı üzerlerine “Türk Lokumu”, “İstanbul’a”, “Harem’e” yazılı pankartlar asılmış olan gemiler günün sevilen müzikleri eşliğinde çıkartma yapmak üzere harekete geçtiğinde 11. Tabur’dan Onbaşı Thomas Louch annesine şöyle yazmıştı: “Herkesin olayları böyle sakin kabul ettiğini görmek ne kadar iyi. Birkaç saat sonra kıyamet kopacak, ama şimdi herkes neşeli, kimi kâğıt oynuyor, kimi şarkı söylüyor, kimi de benim gibi yazıyor. Gören birkaç mil ötede savaş olduğuna asla inanmaz. Altın Boynuz’a vardığımızda benden bir mektup bekleyebilirsin ama şimdi söyleyecek başka şey kalmadı.”
Bundan sonra büyük bir kargaşa yaşandı. Filikalar karmakarışık bir halde Arıburnu çevresine yaklaştılar ve hiçbiri önceden planlanan yere çıkamadı. İleriki yıllarda Türk tarafı bunu çıkartma yerini işaretlemek için konulan dubanın yerini değiştirmeleri ile açıklarken, İngilizler şiddetli akıntıyla açıklayacaktı. Ancak altmış yıl sonra, askerlerini Kabatepe’den gelecek bir ateşten korumak isteyen Metcalf adlı bir astsubayın filikasını 22,5 derece kuzeye çektiğini, onu izleyen diğerlerinin de doğal olarak kuzeye kaydığı ortaya çıktı. Aslında Metcalf haklıydı. Hakikaten de Kabatepe tarafı çok iyi tahkim edilmişti. Belki de oraya çıkılsa da durum değişmeyecekti ama bu durum, yıllarca acaba “Kabatepe’ye çıkılsaydı sonuç farklı mı olurdu?” sorusunun sorulmasına neden oldu.
“CESETLERDEN İSKELE”
Gün ağarırken filikalar büyük bir sessizlik içinde kıyıya yaklaşmışlardı. Askerlerin ilk duyduğu ses bir kuş sesiydi ancak bunu hemen silahların sesi izledi. Ortaya çıkan korkunç durumu Teğmen R. B. Gillet şöyle anlatmıştı: “Filikalar şimdi hemen hemen birbirlerine yanaşmış olarak kıyıya kadar uzanıyordu ve içleri parçalanmış cesetlerle doluydu. Sonuncu filika ile kıyı arasında cesetlerden bir iskele vardı. Ölülere basmadan kıyıya çıkmak mümkün değildi ve koyun suları kandan kıpkırmızı kesilmişti.”
Bundan sonrası çok kanlı geçti. Ama konumuzla ilgili olmadığı için olayları anlatmayacağım. Sadece bazı tarihler ve adlar vereceğim. Hepsi 1915 yılında olmak üzere 28 Nisan Birinci Kirte Muharebesi, 6-8 Mayıs I·kinci Kirte Muharebesi, 19 Mayıs Liman Von Sanders’in Anzaklara başarısız taarruzu, 4-6 Haziran Üçüncü Kirte Muhaberesi, 21 Haziran Kerevizdere Muharebesi, 13 Temmuz İkinci Kerevizdere Muharebesi, 9 Ag?ustos Birinci Anafartalar Muharebesi, 17 Ag?ustos Kireçtepe Muharebesi, 21 Ag?ustos İkinci Anafartalar Muharebesi, 19/20 Aralık İtilaf Güçleri’nin Anafartalar ve Arıburnu bölgesinden çekilmesi, 8/9 Ocak 1916 gecesi Seddülbahir bölgesinden çekilmesi ve Çanakkale Savaşı’nın sona erişi… Herhalde, 24 Nisan’da ne İtilaf Güçleri ne Osmanlı tarafı açısından önemli bir olayın yaşanmadığını anlamışsınızdır.
İlginçtir, bu önemli olaylardan sadece ikisi yıllardır törenlerle anılıyor: İtilaf donanmasının neredeyse yarısını kaybettiği 18 Mart 1915 günü, 1916 yılından itibaren “Şehitler Günü” olarak kabul edildi. Anmaların adı zamanla değişti, bazen törenli, bazen törensiz, bazen toplantılarla, bazen sadece yazılarla oldu ama son 50 yıldır, belki de daha fazla zamandan beri 18 Mart, ‘Çanakkale Deniz Zaferi’nin yıldönümü olarak coşkuyla kutlanıyor. Bu da gayet anlaşılır bir durum. Milli duyguların, milli kimliğin oluşmasında ve sürdürülmesinde bu tür önemli günlerin rolü konusunda uzun uzun yazmaya gerek yok herhalde.
25 NİSAN ANZAK GÜNÜ’NÜN TARİHÇESİ
Kara harekatının başladığı 25 Nisan 1915 günü ise bu harekat sırasında büyük kayıplar veren Anzakların ülkeleri için çok önemli bir ‘milli gün’ oldu. Bu da gayet anlaşılır bir durum çünkü o gün başta olmak üzere İtilaf Güçleri Çanakkale’den çekilinceye yani, 8/9 Ocak 1916 gününe dek karaya çıkan her beş Anzak askerinden biri yani 11.480 kişi, Çanakkale’de hayatını kaybetmişti. O yıllarda Avustralya’nın nüfusunun 4,5 milyon (500 bini yerli/Aborjin),Yeni Zelanda’nın nüfusunun bir milyondan biraz fazla (100 bini yerli Maori) olduğunu düşünürsek, kayıpların nasıl bir travmaya neden olduğu anlayabiliriz. Aslında Anzaklar Belçika ve Fransa’da Çanakkale’den beş kat fazla kayıp vermişlerdi ama hem ilk kayıpların Gelibolu’da olması, hem de Gelibolu’nun ‘Hristiyan toprağı’ olmaması yüzünden 25 Nisan günü kolektif bellekte farklı/özel bir yer işgal etmişti. (Ancak şunu da not edelim ki, o gün harekatta çok ağır kayıplar veren İngilizlerin, 25 Nisan’ın ‘Anzaklar tarafından temellük edilmesi’ne ve başarısızlığın İngiliz komutanlara maledilmesine itirazları vardır.)
(Avustralya-Queensland’da Anzak Günü, 1922)
Savaş bittikten sonra Anzak aileleri için evlatlarının mezarlarını bulmak derdi başladı. Analar Gelibolu neresidir, çok uzak mıdır, evlatlarının bir mezarı var mıdır gibi birbirinden acı verici soruyla boğuşuyordu. Britanya Parlamento’sunun Mezarlık Belirleme Grubu’nun mezarlıkların çok kötü durumda olduğu, tahta haçların söküldüğü, mezarların sistemli biçimde soyulduğuna dair raporuyla Avustralyalı anneler çılgına dönebilirdi neyse ki savaş sonrası tüm Anzak askerlerinin tarihini yazmakla görevlendirilen gazeteci C. E. W Bean (ilerde önemli bir tarihçi olacaktı) mezarlar konusunda son derece makul bir rapor yazarak ortalığı yatıştırmıştı. Bean’e göre bu tür durumlar vardı ama arızi idi, kesinlikle merkezin bilgisi dahilinde değildi. “Türkler onurlu düşmanlarımız olduklarını kanıtladılar. Onlar mezar soyguncusu” değildi. Ancak bu yetmiyordu çünkü aileler evlatlarının mezarlarını düzenlemek, onları onurlandırmak için Çanakkale’ye gelmek istiyorlardı. Ancak hem iki ülke birbirine çok uzaktı (o yıllarda uçak yolculuğu yoktu, gemi yolculuğu ise 3-4 ay sürüyordu) hem de henüz ortalık durulmadığı için İtilaf Güçleri buna izin vermeye gönüllü değillerdi.
ATATÜRK’ÜN AVUSTRALYALI ANALARA SESLENİŞİ
1919’dan itibaren bazı özel firmalar Avrupa ve Ortadoğu’ya yönelik mezar seyahatleri düzenlediler, duraklar arasına İstanbul’un eklenmesi ancak 1923 yılında mümkün oldu. Çünkü mezarlıklar konusu 1922-1923 Lozan Barış Görüşmeleri’nde önemli tartışmalara neden olmuştu. Sonunda mezar alanlarına serbest giriş şartıyla mezarlıklar Türkiye’nin kontrolüne bırakılmıştı. O yıl aileler önce İstanbul’a geliyorlar, sonra motorlarla Çanakkale’ye gidiyorlar, karaya çıkmadan savaşın yapıldığı coğrafyayı uzaktan izliyorlardı.
1925’teki ikinci ziyaret, Yeni Zelanda’nın Conkbayırı’nda inşa ettirdiği anıtın açılışına denk getirildi. Bu sefer yolcuların karaya çıkmasına izin verilmişti. Dualar, resmi mesajlar ve marşlar söylendi ve ayrılındı. 1926’daki ziyarette ise gemidekilere Anzakların çıkartma yaptığı koya (ki o dönemde koya Türkler bir ad vermemişlerdi, Anzaklar ise Helles diyorlardı) çıkma izni verilmişti. 1929’da gayri resmi şekilde ve Nisan yerine Eylül ayında Kilye Koyu’ndan dolanarak Helles Koyu’na gelindi. 1934 yılında gazilerin de katıldığı bir ziyaret yapıldı ama bölgeye gidişin sıkıntılı olması, hem Batı nezdinde hem de Avustralya ve Yeni Zelanda’da büyük bir kaygıya neden olmuştu. Gazetelerde “acaba barbar Türkler intikam için mezarları dağıtıp, talan ederler mi?” mealinde yazılar çıkıyordu. 1934 yılının başına kadar bu durum sürdü. Ve sonunda Atatürk, 18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi’nin 19. yıldönümü törenlerinde, Cesarettepe’de açılan Mehmetçik Abidesi’nin önünde okunmak üzere Şükrü Kaya’nın eline bir metin verdi. Atatürk’ün el yazısıyla yazılmış metinde şunlar yazıyordu: “Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar! Burada dost bir vatanın topraklarındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyas¸larınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bag?rımızdadır, huzur içindedirler ve rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu topraklar için canlarını verdikten sonra artık bizim de evlatlarımızdır.”
ŞAFAK AYİNİ’NİN RESMİYET KAZANMASI
Neredeyse her okuyanın gözlerinin yaşarmasına neden olan bu sesleniş, hem hümanist içeriği hem de zamanlaması itibariyle Mustafa Kemal’in politik dehasını yansıtıyordu. Nitekim bu sözler Avustralya ve Yeni Zelanda’da büyük yankı uyandırdı. Ve annelerin yaralı yüreği birazcık da soğumaya, basın sakinleşmeye ve dedikodular sönümlenmeye başladı. Bir süre sonra da “barbar Türkler”, “mezarların güvenliği” gibi konular gündemden düştü. 1936 yılında Boğazların statüsünü belirleyen Montreux (Montrö) Antlaşması’nın arifesinde gemilerle beş büyük sefer yapıldı. Bu ziyaretlerde henüz 25 Nisan Anzak Günü deyince ilk akla gelen ‘Şafak Töreni’ veya ‘Şafak Ayini’ yapılmıyordu. Bu tören, Avustralya’da ancak 1939’da resmiyet kazandı.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Anzakların Türkiye’ye ilgisini sürmekle birlikte fiilen bunu göstermeleri zordu. Savaş sonrası durumu ise 3 Mayıs 1950’dan 31 Aralık 2007 tarihine kadarki tüm gazetelerini internete yükleyen Milliyet gazetesinin arşivinde yaptığım taramadan özetleyeceğim.
ANZAK TEMSİLCİLERİ TÜRKİYE’DE
Milliyet arşivinde Anzaklarla ilgili en eski haber 1952 yılına ait. Habere göre, 25 Nisan’da Yunanistan’ın başkenti Atina’da yapılan Anzak Günü törenlerine katılan Avusturya Yüksek Komiseri Sir Thomas White (ki kendisi Çanakkale’de esir düşmüş ama İstanbul’dan firar etmeyi başarmıştı), 28 Nisan’da İstanbul’a gelmiş, Çanakkale’deki İngiliz Mezarlığı’nı ziyaret etmişti.
Ertesi yıl, Korgeneral Rüştü Erdelhun başkanlığındaki altı subaydan oluşan bir askeri heyet Kore ve Japonya üzerinden Sidney’e gitmişti. Amaç, Sidney’deki Anzak Günü’ne katılmaktı. Ertesi yıl Cemal Madanoğlu başkanlığındaki bir heyet Yeni Zelanda’ya gitmiş Auckland’daki 25 Nisan Anzak Günü törenlerine katılmıştı. Türkiye’nin Anzaklara yönelik bu ilgisini tarihe saygı veya hümanist gerekçelerle açıklamak biraz zor çünkü o tarihe kadar Çanakkale’deki Osmanlı askerlerine ait mezarlıkların, şehitliklerin, abidelerin durumu içler acısıydı. Osmanlı gazilerinin hali perişandı. Ne maaş, ne madalya, ne itibar görüyorlardı. Bu Anzak sempatisinin İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin Batı Bloğu’na yönelişi (ki Kore Savaşı’na bu yüzden girmiştik) perçinlemek isteğiyle açıklayabiliriz belki de. Nitekim, Türk tarafından gördükleri bu olumlu yaklaşımın cesaretlendirmesiyle, 1955’te ilk kez Avustralyalı eski muharipler Türkiye’ye gelmiş ve 25 Nisan’da Eceaabat’ta törenlerle karşılanmışlar, Çanakkale ve Gelibolu’daki İngiliz mezarlıklarını ziyaret edip 28 Nisan’da İstanbul’u ziyaret etmişlerdi.
MEHMETÇİK ABİDESİ’Nİ HATIRLAYIŞ
Ertesi yıl Dünya Anzak Birliği Başkanı George Dacoğlu (gazete adını yanlış yazmadıyla muhtemelen bir Ermeni idi) ve 14 kişilik bir heyet Londra’dan Çanakkale’ye geldi ancak bu sefer seyahati 25 Nisan’a rastlatamamışlardı. 6 Haziran 1957’de Çanakkale’deki İngiliz mezarlığının yanısıra bu sefer 1954’te yapımına başlanan ama bütçe yetersizliği ya da ilgisizlik yüzünden bir türlü tamamlanamayan Mehmetçik Abidesi’ni de ziyaret etmişlerdi. O tarihe kadar kamuoyunun Çanakkale Boğazı’nın girişiyle Morto Limanı arasındaki ‘Mehmetçik Abidesi’nden haberi olmadığı anlaşılıyordu çünkü heyetin ziyaretinden sonra basında bir mahcubiyet oluşmuştu. Ardından gazete “Çanakkale’ye bir Mehmetçik Abidesi’ kampanyasını başlattı. Kampanyada toplanan paralarla Mehmetçik Abidesi’ni de içine alan Çanakkale Şehitler Abidesi, kaba da olsa 1960 bitirildi. (İnanmayacaksınız belki ama abide tamamlanması ancak 1999 yılında mümkün oldu.) İtilaf Devletleri”nin tüm bileşenlerinin bölgede mezarlıklarını 1930’lara kadar tamamladıklarını söylemeye herhalde gerek yok.
(Solda: 1990’da tamamlanan Çanakkale Şehitler Abidesi, sağda: 1930’da tamamlanan Fransız Şehitlik Abidesi)
ÇANAKKALE’DE 1965 KUTLAMALARI
Bu tarihten sonra 1964 yılına kadarki Milliyet gazetelerine Anzaklara dair haber yok ya da benim gözümden kaçtı. Ancak 3 Nisan 1964’te, özel mektuplar, anılar ve resmi belgelerden yararlanarak savaş dramını çok etkileyici ve nesnel biçimde anlatan ‘Gelibolu’nun yazarı Alan Moorehead, Anzak Günü’nün 50. yıldönümü dolayısıyla bir televizyon program hazırlamak üzere Çanakkale’ye gelmişti. Anzakların Çanakkale’de Anzak Günü’nü anmalarına resmiyet kazandırmaları ise 1965 yılında oldu. 21 Nisan’da 285 kişilik bir grup gemiyle İstanbul’a geldi, 22 Nisan’da Taksim’deki Atatürk anıtına çelenk koydu, Deniz Müzesi’ni, Dolmabahçe ve Topkapı saraylarını gezdi ve Çanakkale’ye geçti. Anzaklar adına 71 kişilik bir grup 25 Nisan sabahı 5.21’de (bu saat ileriki yıllarda 05.30 olarak düzeltildi) temsili olarak karaya çıkmış ve kendilerini kıyıda bekleyen Türk askerleri, öğrenciler ve civar köylüleri tarafından tezahüratlarla karşılanmışlardı.
Çanakkale’de Anzak Günü anmalarının (Avustralyalıların Kanlı Sırt’ta, Yeni Zelandalılar Conkbayırı’nda törenlerini yaparlardı) Türkiye’nin daveti veya teşvikiyle mi olduğu konusunda şüphelerim var çünkü aynı yıl, Ermenistan’da ve Ermeni diasporasında 24 Nisan 1915’in törenlerle anılması geleneğinin başladığı yıldı. Tehcirin/soykırımın 50. yıldönümüne rastlayan o gün Erivan’da yüz binlerce kişi toplanmış, dünyanın çeşitli yerlerinde anmalar yapılmıştı. Türkiye’de ise Ermeni cemaati devletin sıkı denetimi altında olduğu için buna cesaret edememişti. (Bu konuda kaynakçada belirttiğim Serdar Korucu-Aris Nalcı’nın yazdığı1965: 2015’ten 50 Yıl Önce…1915’ten 50 Yıl Sonra kitabını okumanızı tavsiye ederim.)
GELİBOLU FİLMİNİN HEYECANI
Ancak 1965’ten itibaren Milliyet gazetesinde ‘Anzak Günü’ anmalarından sözedilmiyor. Ama Nisan ayının o günlerine rastlayan nüshalarda Anzaklarla ilgili küçük de olsa mutlaka bir haber var. Ermenilerin dünya çapında harekete geçtiği tarihte Anzakların suskunluğunun rastlantı olduğunu ancak bu durumun Türkiye’deki inkar cephesini sıkıntıya soktuğunu sanıyorum.
Anzakların Çanakkale’ye ilgisi, ancak 1976’da, Çanakkale Savaşı’nın filmini çekmek için Çanakkale’de incelemeler yapan Peter Weir sayesinde canlandı. Weir’in ancak 1981 yılında çekebildiği Avustralya yapımı dev bütçeli ‘Gelibolu’ adlı film, nedendir bilinmez, çıkartma yapılan koyda değil, Avustralya Harp Müzesi’ndeki fotoğraf ve modellere bakılarak oluşturulan senaryo uyarınca Güney Avustralya’nın Port Lincoln Koyu’nda çekilmişti. Arkasında Avustralyalı medya devi Rupert Murdoch’un olduğu, başrollerinden birini Mel Gibson’un oynadığı filmin dünya piyasalarında çok iş yapacağı, dolayısıyla Türkiye’nin ve Çanakkale’nin dünyaca meşhur olacağını ummuştu Türkiye ancak Amerikan NBC televizyonundan Terry Franklin “Amerikalılar Gelibolu konusunda bir şey bilmiyorlar. Nasıl telaffuz ediliyor bu ad?” deyince ayaklar suya ermişti. Yine de film Türkiye’ye ilginin artmasında rol oynadı. Bunun da verdiği cesaretle, Anzaklar, Gelibolu’daki bir koya ‘Anzak’ adının verilmesini talep ettiler. Talepleri ilerde karşılanmak üzere not edildi bir kenara.
EVREN ANZAKLARI UÇAKLA GETİRTİYOR
1985 yılı Anzaklar için çok önemliydi çünkü çıkartmanın 70. yıldönümüydü. Öyle ki Avustralya’nın başkenti Melbourne’deki Anzak Günü’ne 60 bin kişi katılmıştı. Londra’da İmparatorluk Savaş Müzesi’nde bir ‘Gelibolu’ köşesi açılmıştı. Yeni Zelanda’nın başkenti Wellington’da ‘Atatürk’ adı verilen kıyı şeridinde Gelibolu Anıtı açılmıştı. Ama daha ilginci Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın tahsis ettiği özel bir uçakla yaşları 87-94 arasında değişen Anzak gazileri Türkiye’ye getirildi. Gaziler Cumhurbaşkanı Kenan Evren ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Üruğ tarafından kabul edildiler. Kendi gazilerini neredeyse unutmuş olan devletin, Anzak gazileri için bu kadar çırpınması, kesenin ağzını açması nedense basının dikkatini çekmemişti!
MÜMTAZ SOYSAL’IN ÖNESİ
Ardından Anzak gazilerinin ailelerinden oluşan bir grup geldi. Ve, bu heyecandan yararlanarak 25 Nisan’ı, İstanbul’dan Ermeni toplumunun önde gelenlerinden 180 veya 235’inin sürüldüğü 24 Nisan gününü (bu konudaki yazımı okumak için tıklayın) gözden kaçırmak için daha görkemli bir törenle kutlamak hatta, törenleri 23 Nisan’dan başlatmak fikri, ilk kez 1985 yılında Mümtaz Soysal tarafından dile getirildi!
Soysal 17 Nisan 1985 tarihli Milliyet yazısında şöyle akıl veriyordu devletlülere: “(…) Tarih 25 Nisan 1915. Yani 24 Nisan 1915’ten bir gün sonra. 24 Nisan 1915 ise Ermeni tedhişçilere sorarsanız ‘soykırım’ın başlangıç tarihidir. (…) Ama yemiş yıldır tek yanlı işleyen propaganda mekanizması öyle bir günü ‘soykırımın başlangıcı’ olarak dünyaya satmaya çalışmaktadır. Gelecek hafta onun şamatasını yaşayacağız yeniden. Oysa rastlantılar o şamatayı çok daha anlamlı ve geçmişin savaşlarından geleceğin barışına uzanan, insanların kardeşliğini vurgulayan törenlerle boğabilmek için elimize bölünmez bir fırsat vermiştir. (…) Bunu 25 Nisan günü, yani 24 Nisan’ın karşı propagandasıyla dünya çalkalandıktan bir gün sonra yapmak yerine, Amiral de Robeck’in Limni’de Çanakkale çıkarması emrini bütün müttefik gemilerine duyurduğu 23 Nisan’da başlatmak ve üç gün sürecek ilginç programlarla dünyanın ilgisini uyanık tutup öbür propagandayı gölgelemek akıllıca bir iş olmaz mıydı? Hep savunmada kalmak ve başkalarını geriden izlemek bizim alnımızda mı yazılıdır?”
23 NİSAN ÇOCUK BAYRAMI MUAMMASI
Devletimizin Mümtaz Soysal’ın 24 Nisan’ı ‘boğmak/gölgelemek’ projesini dikkate alıp almadığını bilemiyorum çünkü Çanakkale’deki anmalarını 23 Nisan’dan başlatmak gibi bir uygulama yapılmadı ama, o tarihten itibaren 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, her zamankinden daha gösterişli, her zamankinden daha tantanlı kutlanmaya başladı. Milyonlarca çocuğun ucuz emek kaynağı olarak kullanıldığı, milyonlarcasının sağlık, eğitim ve barınma ihtiyaçlarının karşılanmadığını bilen biri olarak çocuk bayramına yönelik bu aşırı ilginin olağan olmadığını kabul edersiniz sanıyorum. Aslında 23 Nisan’ın “Atatürk’ün çocuklara armağan ettiği bir bayram” olarak lanse edilmesinin de ilginç bir hikayesi vardır. Şu anda yazının vardığı noktayı düşünerek bu hikayeye dalmayacağım ama şu kadarını söylemem lazım: (T)BMM’nin açıldığı gün olan 23 Nisan’ın adı olmayan bir ‘milli bayram’ olarak kabul edilmesi 23 Nisan 1921’de olmuştu.
Ancak bu adsız bayram TBMM’ce ve devletçe belli bir protokolü olan bir güne hiç dönüşmedi. 1926’ya kadar ‘İstiklal Günü’, ‘Millet Meclisi Bayramı’, ‘Hamiyet-i Milliye Günü’ gibi değişik adlarda anılan bu bayrama 1926 yılından itibaren Himaye-i Etfal Cemiyeti tarafından ‘Himaye-i Etfal Günü’, ‘Çocuk Günü’, ‘Yetim ve Öksüz Bayramı’ adlarıyla, 1929’dan itibaren ‘Rozet Bayramı’, ‘Nisan Bayramı’, ‘Çocuk Bayramı’ gibi adlar altında yapılan kutlamalar eklendi. Daha doğrusu paralel iki bayram oldu. 1933 yılında bu ikinci kutlamalar stadyumlara taşındı, hatta Milli Eğitim Bakanı Reşid Galip’in ünlü “And”ı ilk kez bu törenlerde okundu. (And ve Gençliğe Hitabe ile ilgili yazımı okumak için tıklayın) İlginçtir, çocuk sevgisi malum olan Atatürk, bu kutlamalara nadiren katıldı. 1935’te çıkarılan bayramlar ve tatil günleriyle ilgili kanunda ilk kez 23 Nisan, ’Hakimiyet-i Milliye Bayramı’ olarak adlandırıldı. Yani hala ‘çocuk bayramı’ değildi. 1935’ten itibaren bir yandan Ulusal Egemenlik Bayramı, bir yandan Himaye-i Etfal’in Çocuk Bayramı içiçe geçmeye başlayacak, 1972 ve 1979’da yönetmeliklerde iki bayram birleştirilecekti. Bu iki bayramı tek bir ad altında resmen birleştirme işi ise 12 Eylül darbecilerine kaldı çünkü darbeden sonraki ilk 23 Nisan’da, bayramın gerekçesi olan TBMM’yi ortadan kaldırmış olduklarını farkeden darbeciler meseleyi, bayramın adına bir ekleme yaparak çözmeyi düşündüler. 1981’de alelacele çıkarılan bir kanunla bayramın adı Ulusal Egemenlik Bayramı ve Çocuk Bayramı oldu. Ancak bayram yalnızca anaokulu ve ilkokullarda kutlanabilecekti. 1983 yılında kanundaki “ana ve ilkokullar düzeyinde törenler yapılır” ibaresi kaldırıldı ve o tarihten itibaren bayram giderek şenlenmeye başladı. “Atatürk’ün bu günü çocuklara armağan ettiği” söylencesi de darbecilerin işiydi. Mümtaz Soysal’ın 24 Nisan’ı boğmak/gölgelemek için Çanakkale’deki anmalarına 23 Nisan’da başlamak fikri, muhtemelen bu bayramın daha gürültülü biçimde kutlanmasıyla hayata geçirilmişti. (Elbette bu benim tahminim. Buna dair bir iç yazışma, karar metni, hatırat görmüş, okumuş değilim.)
(1979’dan beri kutlanan TRT 23 Nisan Uluslararası Çocuk Şenliği’nden bir sahne)
GELİBOLU MARATONU’NA YASAK
Tekrar esas konumuza dönersek, 25 Nisan’daki Anzak Günü anmaları 1985’ten 1990’a kadar Çanakkale’de yapılmadı.1990’daki 75. yıldönümünde, Anzakların ahfadı yeniden heyecanlandı. Çünkü Türkiye, o gün, Gelibolu’da uluslararası bir maraton düzenlemeyi vaad etmişti. Yeni Zelandalılar ve Avustralyalılar tarafından büyük heyecanla kabul edilen, televizyondan ve basından, el ilanları, afişler ile tüm dünyaya duyurulan Gelibolu Maratonu için binlerce kişi kayıt yaptırmıştı ki, ‘devlet aklı’ kısa devre yaptı ve “Gelibolu’da güvenlik nedeniyle maraton yapılamaz!” denildi. Gazeteler bu fiyaskoyu, “Çanakkale bir kez daha Anzaklara geçit vermedi” diye alaya aldılar ama hasar epey büyüktü. Yine de Avustralya ve Yeni Zelanda hükümetleri, “belki de son ziyaretleridir” diyerek, o yıl 58 Anzak gazisi, 10 dul eş, 8 torun,150 asker, 5 doktor ve 26 hemşireden oluşan ekibi Türkiye’ye taşıdı. Bunların dışında Avustralya’dan iki gemiyle 1000 kadar genç de gelmişti. Ayrıca Kanadalı ve İngiliz gençleri de vardı.
ÇANAKKALE’DE ANZAK FAŞİNGİ
O yılki anmalar tarihe geçti çünkü Çanakkale’nin kısıtlı yatak kapasitesi yüzünden sahilde, parklarda, açık alanlarda geceleyen gençler Kordonboyu’ndaki eğlencede “sünger gibi içmişler”, İngiliz gençleri işi pantalonlarını indirip popolarını göstermeye kadar vardırmışlardı. Öyle ki “Çanakkale’de Anzak faşingi” diye başlık atmıştı gazeteler. Ancak 30 Nisan’a kadar Çanakkale’de kalan bu “edepsiz” gençlerin Çanakkale ekonomisine katkıları o kadar büyüktü ki, Çanakkaleliler sineye çektiler bu alışık olmadıkları faşing’i.
Çanakkale’nin bir de ‘ağırbaşlı’ konuğu vardı o yıl: İngiltere Başbakanı Margareth Thatcher. Başbakan Turgut Özal ve eşinin davetlisi olan Thatcher ve Avustralyalı konuklar o yıl ilk kez Anzak Koyu’ndaki “Şarapnel Vadisi Mezarlığı’nda, saat 05.30’da yapılan ‘şafak ayini’ne katıldılar. Avustralya’dan gelmiş HMS Tobruk ve HMS Sidney adlı iki savaş gemisi ve HMS Oxley adlı denizaltı açıkta demirlemişti. Protoldekilerin sandalyelerde, diğerlerin yerlerde oturduğu alanda arada sarhoş gençlerin naraları arasında Bee Gees topluluğun pop şarkılarıyla törenler ’sulandırıldı’ dedi konunun uzmanları daha sonra. Yerli-yabancı 15 bin kişinin izlediği tören Avusturya Başbakanı Bob Hawke ve RSL Başkanı Tuğgeneral Alf Garland konuşmaları, ardından şehitlerin ruhuna dua edilmesi, “Avustralya İleri” marşınının söylenmesi ve tezahüratlardan sonra 06.15’te bitti.
İLK KEZ GAZİLERİMİZ HATIRLANIYOR
O yıl, ilk kez yerli basında “Acaba hayatta kaç gazimiz kalmıştır?” şeklinde yazılar görülmeye başladı. Örneğin 29 Nisan 1990 tarihli Milliyet’te “Sahipsiz gaziler” başlıklı haberde “giyim kuşamları ve sağlıklarına özel dikkat gösterilen Anzakları gören gazilerimiz dertlenmekten kendilerini alamadılar. Törenlere katılmak için Karadeniz Ereğlisi’nden gelen (gazete gazinin kendi inisiyatifiyle mi devlet tarafından mı getirildiğini belirtmiyordu) 102 yaşındaki gazi Hüseyin Kaçmaz ‘Bu yaşıma gelmeme rağmen çocuklarımın sayesinde geçiniyorum. Devletten ayda 84.000 lira alıyorum. (1990’da 1 dolar 2.700 lira civarında idi. Yani gazimiz 31 dolara tekabül eden bir maaş alıyordu.) Bari savaşa katıldığımız için bir madalya verilseydi” deniyordu.
5 Mayıs tarihli Milliyet’teki “bizim gazileri unutmayalım” başlıklı haberde ise Anzak gazileriyle tanıştırılan ve yanında gazete kağıdına sarılı bir Çanakkale işi vazoyu onlara hediye eden 92 yaşındaki gazi Adil Bey’in Anzak gazileriyle Türk gazileri arasındaki farklardan çok etkilendiği ve gözlerinin yaşardığı yazılıydı. Gazetenin dediğine göre Adil Bey’e bugüne dek sadece 250 bin lira (92 dolar karşılığı) valilikçe bir yardım yapılmıştı. Kısacası, Anzaklar için kesenin ağzını açan, Avustralyalara kadar giden devletimiz kendi gazileri için elini cebine atmıyordu, bırakın itibar göstermeyi, onurlandırmayı…(‘Gaziler’ konusunda bir yazı yazmayı çok istiyorum doğrusu.)
TURGUT ÖZAL’IN YENİ ZELANDA ZİYARETİ
1991’den itibaren Anzaklar yine kabuklarına çekildiler. Ama dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal olayı unutturmamak için olsa gerek Yeni Zelanda’ya bir ziyaret yaptı ve başkent Wellington’daki törene katıldı. Anzaklar konusunun ‘turistik boyutu’nu ilk kez söze döken, Özal şakaya getirip “Anzaklar sadece Çanakkale'ye değil, Antalya'ya gelsinler" demişti. Ancak Anzaklar ertesi yıl yine gelmediler. Yine Türkler Avustralya’ya gitti. Çünkü hem siyasi, hem diplomatik, hem ekonomik açıdan büyük olanaklar sunan bu olayın unutturulmaması gerekiyordu! Avustralyalıların Çanakkale’de boy göstermesi, savaşın 80. yıldönümü olan 1995’te mümkün oldu. Ama bu sefer mütavazi bir tören vardı. CB Demirel’in de katıldığı anma törenine Yeni Zelanda, Avustralya ve Kanada’dan gelen heyetler katıldı. “Çılgın gençler” yoktu.
SON GAZİLERE VEDA VAKTİ
2000 yılındaki 85. yıldönümünde Avustralya Başbakanı John Howar ve eşi, Yeni Zelanda Başbakanı Helen Clark ile birlikte büyükçe bir grup geldi. Bu sefer heyette tüccarlar da vardı, bu da bayağı sevinç yaratmıştı. İki de gazi vardı, herkesi duygulandıran. Gazeteler bu vesileyle akıllarına gelen, “Türk şehitliklerinin içler acısı halinden” sözediyorlardı suret-i haktan görünerek. Gazilerimizden bahseden ise yoktu. 2002 Mayısında son Anzak Alec Campbell 103 yaşında öldü. (16 yaşında askere gelmek için yaşını büyütenlerdendi Alec.) 2003 yılında yeniden moda oldu Anzak turizmi. Ayin alanına girişin paralı olacağı haberleri üzerine Avustralya hükümeti olaya müdahele etti. Lozan’a göre şehitliklere ücretsiz girilmesi gerektiği için iktidarın bu hamlesi başarısız kaldı. 5 bin Avustralyalı, Yeni Zelandalı, İngiliz ve Kanadalı “çılgın” genç şafak ayinine katıldı. 2005 yılına kadar katılım artarak sürdü. Bizim son Çanakkale gazimiz, Yakup Satar 2008’de öldü. Böylece Anzak gazileriyle Osmanlı gazileri arasında karşılaştırma yaparak üzülme/üzülür gibi yapma durumu tarihe gömüldü, herkes rahat nefes aldı!
DEVLETİMİZİN AMACI NE?
Şimdi şu sorulara cevap arayalım: Haydi, çocuklarımızın durumu ortada iken, sadece 23 Nisan günleri zuhur eden ‘çocuk sevgisi’ni kanıksadık. Haydi, Osmanlı şehitleri için en ufak bir tören vs. yapılmazken, Osmanlı gazilerine saygı ve ihtimal gösterilmezken, diplomatik, politik, ekonomik nedenlerle 25 Nisan Anzak Günü’nü sahiplenmenize de alıştık. Haydi, 24 Nisan Ermeni Soykırımı’nın yıldönümünü her yıl geçiştirmeye çalışmanızı da sineye çektik. Eğer yüzbinlerce kişinin hayatını kaybettiği bu trajik savaşı her yıl ille de anmamız gerekiyorsa (ne de olsa Çanakkale Savaşı, Kut’ül-Amare kuşatması ile birlikte Birinci Dünya Savaşı’ndaki iki kahramanlık öyküsünden biri), 18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi’nin yıldönümü neyimize yetmez? Hadi o yetmiyor, yukarıda saydığım ve çoğu başarı öyküsü olan kara muharebelerinden birini veya birkaçını (örneğin 9 ve 21 Ağustos I. ve II. Anafartalar Savaşı’nı) kutlayın. Hadi bunlar da yetmedi, İtilaf Güçleri’nin son askerini de çektiği 8/9 Ocak gününün yıldönümlerinde coşun, eğlenin. Ne de olsa milli tarih yazımında esas başarı öyküsü düşmanı kaçırtmaktır…
Bunları yapmak yerine, bu yıl durup duruken (mi acaba?) Çanakkale Savaşı’nda ne Osmanlı tarafı ne İtilaf Devletleri açısından tarihi önemi olmayan 24 Nisan’da, Çanakkale Savaşı’nın 100. yıldönümü adı altında bir dizi etkinliğin yapılmasını, o gün Çanakkale’de 90’a yakın yabancı devlet adamı, temsilcisiyle gövde gösterisi yapılmasını nasıl karşılamalıyız? Gördüğüm kadarıyla kamuoyu 24 Nisan’ın Çanakkale Savaşı ile ilgisiz bir gün olduğunu bilmiyor. Ama bilmesi beklenen tarihçiler, akademisyenler, gazeteciler, yazarlar, kanaat önderleri de hükümetin bu manevrasını sorgulamadan kabul etmiş durumda.
Eğer 100. yıl törenlerini daha görkemli yapmak için 25 Nisan Anzak Günü fırsat olarak görüldüyse (ki törenleri televizyondan hayranlıkla izledim) neden tam o gün değil de dünya çapında Ermenilerin en acılı günlerinden biri olan 24 Nisan’a rastlatıldı bu nevzuhur törenler? Ermeniler ağlarken, bizim şenlikler yapmamızın Türk-Ermeni, Türkiye-Ermenistan ve Türkiye-Dünya ilişkilerine ne gibi bir katkısı var? Ermeniler 100 yıldır bizden özür beklerken, Erivan’daki törenleri (Mümtaz Soysal’ın terminolojisi ile söylersem) boğmak/gölgelemek için Çanakkale’de gövde gösterisi yapmak ahlaki bir tutum mu?
Son olarak: Atatürk ve ardılları, 1918’den itibaren Osmanlı topraklarını işgal eden nice sıkıntılara neden olan, ‘milli gururumuzu’ ayaklar altına alan Britanya, Fransa, İtalya’yı daha ‘Milli Mücadele’ sürerken veya hemen ardından affetmişken (ki iyi ki ettiler), Rusya ile yardımlaşacak kadar yakınlaşmışken (iyi ki de yakınlaştılar) binlerce Osmanlı askerini öteki dünyaya gönderen Anzakları bu yazıda en ince ayrıntısına kadar aktardığım gibi affetmek ne kelime, bağrına basmışken (iyi ki bastılar), eğer bir suçları varsa (ki bana göre 1880’lerden 1915’e kadar yaşananlar dağılmaya yüz tutmuş bütün imparatorluklarda yaşanmış olan ‘milliyetçilikler çatışması’ idi) en ağır, en gaddar, en kanlı biçimde cezalandırdığı Ermenileri aradan 100 yıl geçtiği halde niye affedemiyor? Bu kin niye?
Özet Kaynakça: Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, Yayına Hazırlayan: Marion Kent, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999; Nigel Steel ve Peter Hart, Gelibolu, Yenilginin Destanı, Sabah Kitapları, 1996; “Çanakkale 1915” dosyası, Toplumsal Tarih, S. 111 (Mart 2003), s. 72-99; Necati İnceoğlu, Siper Mektupları, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2004; Çanakkale 1915, Kanlısırt Günlüğü, Yayına Hazırlayan: Murat Çulcu, Kaptan Yayıncılık, 2002; Serdar Korucu-Aris Nalcı,1965: 2015’ten 50 Yıl Önce…1915’ten 50 Yıl Sonra, Propaganda Yayınları, 2014; Mehmet Ö. Alkan, “23 Nisan’ın Gayri Resmi Tarihi”, Toplumsal Tarih, S. 208, Nisan 2011, s. 52-61;Milliyet İnternet Arşivi.
.
Ya Taksim, ya ölüm'den 'Birleşik Kıbrıs'a
3.5.2015 - Bu Yazı 1724 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Geçtiğimiz günlerde yeni seçilen KKTC Başkanı Mustafa Akıncı ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasındaki “yavru vatan/kardeş ülke” polemiği üzerine bu haftayı Kıbrıs meselesine ayırdım. Sosyal medyada okurlarıma verdiğim söz uyarınca, bundan böyle daha kısa, daha popüler konulu yazılar yazacağım. (Buna şaka yollu ‘yaz tarifesi’ adını verdim.) Bu yazım henüz söz verdiğin/arzuladığım kısalıkta değil, çünkü konu çok derin ve karmaşık. Ama, eski yazılarım kadar da uzun da değil. Anlatım tarzımı da henüz ilginçleştiremedim. Yine de umarım, sıkılmadan sonuna kadar okursunuz.
Doğu Akdeniz’deki dev Kıbrıs adası tarih boyunca Mısırlılar, Fenikeliler, Asurlular, Persler, Romalılar, Bizanslılar, Emeviler, Abbasiler, Templar Şövalyeleri, İngilizler, Cenevizliler ve Memlukluların hâkimiyetine girmişti. 1571’de Lala Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu tarafından fethedilince, yaklaşık üç asır sürecek Osmanlı dönemi başladı. Dönemin padişahı II. Selim, Venedikliler tarafından zorla Katolikliğe geçirilen Rumların Ortodoksluğa dönmesine izin verdikten sonra, adada bıraktığı 20 bin askerin yanına10 bin kadar Türkmen (Yörük), bir miktar eşkıya, suçlu, işsiz güçsüz serseri ve bir miktar esnaf-zanaatkar Ahi göndererek nüfus yapısını dönüştürmeye başladı. İzleyen yüzyıllarda, Anadolu’da huzursuzluk çıkaran Türkmen aşiretlerinin ve diğer kişilerin Kıbrıs’a sürülmesine devam edildi.
KIBRIS’IN BRİTANYA’YA KİRALANMASI
Ancak 1754’te ‘millet’ olarak kabul edilen Rumların modern anlamda ‘milliyetçi’ uyanışı 1821 Mora ayaklanması ile eşzamanlı oldu. Kilisenin önderliğindeki kalkışma Vali Küçük Mehmet Paşa tarafından bastırıldı. Kıbrıslı Rumların gelecek tahayyüllerini oluşturan meşhur Enosis (Yunanistan’la birleşme) fikri ilk kez 1828’de dile getirildi. Kıbrıs, Süveyş Kanalı’na yakın konumuyla İngilizlerin her zaman ilgisini çekmişti. İngilizlerin beklediği fırsat 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ile çıktı. Savaştan Rumeli’yi kaybederek ve büyük tazminatlar ödeyerek çıkan II. Abdülhamit, Kars, Ardahan ve Batum’a giren Rus ordularının geri çekilmesi karşılığında, Kıbrıs’ı İngiltere’ye kiraladı. İngiltere adaya bir ‘yüksek komiser’ atadı, böylece Kıbrıs hukuken Osmanlı Devleti’nin, fiilen İngiltere’nin oldu. (Ayrıntılı bilgi için: “Kıbrıs’ı İngilizlere kim verdi?” okumak için tıklayın)
NÜFUS KOMPOZİSYONU
İngilizler adadaki ilk nüfus sayımını 1881’de yapmışlardı. Buna göre Kıbrıs’ın toplam nüfusunun 186.173 kişi idi, bunun 45.458’i yani %25’i Müslüman’dı. (O tarihte de etnik köken esas alınmıyordu) Geriye kalan %75’i Hıristiyan idi. Yani üç asırlık Osmanlı dönemi bile adada Müslüman çoğunluğu yaratamamıştı. Bu oran ileriki yıllarda aşağı yukarı aynı kaldı ve Hıristiyanların ezici çoğunlukta olması, toplumlararası ilişkilerin sağlıklı biçimde gelişmesinin önünde ciddi bir engel teşkil etti. Hıristiyan/Rumlar 300 yıllık Osmanlı hâkimiyetine duydukları nefreti onların bakiyesi olan Müslüman/Türklere yönelttiler, Müslüman/Türkler ise 300 yıllık hâkim pozisyonu kaybetmeyi hiçbir zaman hazmedemediler, nefret ve eziklik duygusunu her daim canlı tuttular. Ancak her iki toplum da İngilizlerin ‘modern’ idare yöntemlerinden, yaşam tarzlarından şu veya bu tarzda etkilenmeye karşı durmadı. Böylece Kıbrıs’ın Rumları ve Türkleri, anavatanlarından daha ‘Batılı’ daha ‘modern’ olmaya başladılar. Ama iki toplum arasında Batılaşmayı ve modernleşmeyi içselleştirme farklı düzeylerde oldu.
I. Dünya Savaşı’nın başında Britanya tarafından ilhak edilen Kıbrıs, Ocak 1920’de Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda kabul edilen ünlü ‘Misak-ı Milli’ belgesinde yer almamıştı. 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması’nın 21. Maddesi, “Türkiye, Britanya hükümeti tarafından Kıbrıs’ın 5 Teşrinisani 1914’te ilan olunan ilhakını tanır” derken, tek olumlu adım, Kıbrıslı Türklere, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ile İngiliz vatandaşlığı arasında tercih yapma hakkının (Hakk-ı Hıyar) verilmesiydi. O dönemde, Türkiye’nin Kıbrıs’taki Türk varlığını korumaya yönelik bir politikasının olmadığı, Kıbrıslı Türklerin Türkiye’ye göç etmesi için teşvikler yapılmasından belliydi. 1923-1930 arasında 21. Madde uyarınca 5-6 bin kadar Kıbrıslı Türk Türkiye’ye göç etti. Ancak Türkiye’de ciddi sorunlarla karşılaştılar. Hem yöneticiler, hem yerli halk nezdinde istenmeyen unsur durumuna düştüler. İlginçtir, Türklerin adadan ayrılmasına karşı çıkan taraf, Türkleri Rumlara karşı bir denge unsuru olarak gören İngilizlerdi! Rumların 1931’den itibaren açıkça dillendirmeye başladıkları Enosis talebini sürekli püskürten de onlar oldu.
“TÜRKİYE’NİN KIBRIS SORUNU YOKTUR!”
1950’de Rumlar, II. Dünya Savaşı’ndan sonra pek çok ülkeye tanınan, ‘kendi kaderini tayin’ hakkı uyarınca bir plebisit yaparak Britanya’dan ayrılıp Yunanistan’a bağlanmak istediğinde, Türkiye hâlâ eski tavrını sürdürüyordu. Hatta 1949’da CHP’nin Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak, 1950’de ise DP’nin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, “Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs diye bir sorun yoktur” diyerek, Yunanlıların ve Rumların elini epeyce güçlendirmişlerdi. Aslında bunda şaşılacak bir şey yoktu; çünkü o yıllarda hem CHP’nin hem DP’nin en önemli hedefi, Batı bloğuna ve NATO’ya kabul edilmekti. Aynı arzu Yunanistan’da da olduğu için, taraflar suyu bulandırmak istemiyorlardı.
Bu durumdan yararlanan Rum toplum lideri Başpiskopos Makarios’un zorlamasıyla, 1954’te Kıbrıs’ın ‘kendi kaderini tayin hakkı’ BM’nin gündemine alındı. Bu kararın alınmasında Britanya’nın Kıbrıs’taki egemenliğini sınırlamak isteyen Sovyetler Birliği ve onun çevresinde kümelenen ülkeler kilit rol oynamıştı. Britanya ise Kıbrıs’ın uluslararası platformda tartışılmasını istemiyordu, çünkü Kıbrıs, Mısır’da 1952’de iktidara el koyan Nasırcı subaylar tarafından 1956’da Süveyş’ten çıkarılmalarından beri, Akdeniz’deki en önemli üssü konumundaydı.
EOKA TEDHİŞİ BAŞLIYOR
İlerde Kıbrıslı Rumların ‘Enosis’ özlemlerini gerçekleştirmek üzere tedhiş eylemleri yürütecek olan EOKA (Türkçe açılımı ‘Kıbrıslı Savaşçıların Ulusal Birliği’) 1951’de Georgios Grivas tarafından kurulmuştu. Grivas, siyasi sahneye 1944-1948 arasındaki Yunan İç Savaşı sırasında, ‘X’ adlı bir örgütün lideri olarak çıkmıştı. Siyasi çizgisi kralcılık olarak özetlenebilecek Grivas, içsavaş sırasında Nazilerle dirsek teması içinde, komünistlere karşı mücadele etmişti. EOKA’nın hedefi Kıbrıs’ta Britanya’ya karşı anti-sömürgeci bir mücadele yürüterek Enosis’i gerçekleştirmek, yani Kıbrıs’ı Yunanistan’la birleştirmekti. Örgüt ilk eylemini 1 Nisan 1955’te, Lefkoşa’da İngiliz birimlerine karşı yaptı. Ardından Türkiye Büyükelçiliği bombalandı. Örgüt bu tarihten sonra hem İngilizlere, hem solcu ve liberal Rumlara, hem de Türklere karşı şiddet eylemlerini devam ettirdi.
I. LONDRA KONFERANSI VE 6/7 EYLÜL YAĞMASI
Bunun üzerine İngilizler, Kıbrıslı Türkleri polis ve komando olarak kullanmaya başladılar. Bu durum, yani, Türklerin sömürgeciye karşı Rumlarla birlikte mücadele vermek yerine, sömürgeci ile işbirliği yapıp Rumları yönetmeye talip olması Kıbrıslı Rumların Kıbrıslı Türklerden daha da uzaklaşmasına neden oldu. Sonunda ada yönetilemez hale gelince, Britanya 29 Ağustos 1955’te Türkiye ve Yunanistan Ada’nın gelecekteki statüsünü tartışmak üzere Londra’ya davet etti. Rumlar bağımsızlık istiyorlardı. Türkiye’nin tercihi ise mevcut statünün korunmasıydı. Ama eğer BritanyaAda’dan çekilirse, Kıbrıs’ın Türkiye’ye verilmesini istiyorlardı. Kıbrıs’ın neden kendilerine verilmesi gerektiğini mantıklı biçimde açıklayamayan Türkiye, İngiltere’nin Kıbrıs’a muhtariyet vermeye razı olduğunu görünce, 6-7 Eylül yağmasını tezgâhladı. Türk heyeti utanç içinde Londra’yı terk etmek zorunda kaldı ama Kıbrıs’a ‘muhtariyet’ verilmesi tehlikesi savuşturulmuş oldu. (“6-Eylül’de devletin muhteşem örgütlenmesi”, okumak için tıklayın)
RAUF DENKTAŞ VE TMT
Bu tarihten sonra Türkiye ‘Taksim’ politikasına yöneldi. Adada EOKA’ya karşı mücadele için kurulan Kıbrıs Türk Mukavemet Birliği (KTMB), Karaçete, 9 Eylül, Kıbrıs Türk Komandoları ve Volkan gibi amatör grupların başarısız olması üzerine Türkiye duruma el koydu. Seferberlik Tetkik Kurulu’nun (STK) 9 Kasım 1957’de görevlendirdiği üç kişi tarafından, Lefkoşa’nın varoşlarından Eğlence semtindeki bir evde temelleri atılan bir gizli örgüt, ileriki yıllarda Türkiye’nin Kıbrıs politikasının şekillenmesinde hayati rol oynayacaktı.
Bu örgütün adı Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) idi. Toplantıdaki üç kişiden biri olan Rauf Denktaş, Ada’daki İngiliz okullarını bitirdikten sonra İngiltere’de hukuk eğitimi almış, 1949’dan itibaren adadaki İngiliz mahkemelerinde savcılık yapmış bir hukukçuydu. O günlerde, Kıbrıs Türk Federasyonu’nun başkanlığını yapmak için savcılıktan istifa etmişti. Burhan Nalbantoğlu, milliyetçi bir doktordu. Kenan Tanrısevdi ise görünüşte T.C. Başkonsolosluğu’nun idari ataşesiydi ama aslında istihbarat görevlisiydi. Türkiye’nin Kıbrıs politikasını şekillendirmek üzere adaya gönderilmiş olduğu anlaşılıyordu.
Uzun araştırmalar sonucu, Kore Savaşı’nda büyük yararlılıklar göstermiş, askerî raporlarda “ciddi, ağırbaşlı, cesur, disiplini seven, mütevazı, gizli harekât tekniğini çok iyi bilen” biri olarak tarif edilen Yarbay Rıza Vuruşkan, TMT liderliğine atandı. Başkan yardımcısı İsmail Tansu’ydu. ‘Doğan’ kod adlı Tansu, Ankara’da Tunalı Hilmi Caddesi’ndeki Kıbrıs Türk Kültür Derneği’ni karargâh olarak kullanırken, ‘Başkurt’ kod adını alan Rıza Vuruşkan, beş kişilik ekibiyle 31 Temmuz 1958 günü Kıbrıs’a indi. Pasaportunda Ali Conan yazan Vuruşkan’ın görünüşteki işi, İş Bankası müfettişliğiydi. Uzun vadeli hedefi 15 bin kişilik bir teşkilat kurmak (yani Kıbrıs Türk toplumunu ‘ordu-millet’ haline getirmek) olan Rıza Vuruşkan hemen işe girişti.
İTC’DEN ESİNLENEN ÖRGÜT MODELİ
Başta polis teşkilatı, hastaneler ve okullar olmak üzere kurumlardan üye yazımına başlandı. Üyeler aynen İttihat ve Terakki’de (İTC) olduğu gibi, karanlık bir odada veya perde arkasından, Türk Bayrağı örtülü bir masanın üstüne konmuş Kur’an ve silahın üstüne el basarak yemin ediyordu. Yeminleri “gerekirse ölüm dahil her türlü görevi yapacağıma ve ihanetin cezasının ölüm olacağını bildiğime” diye bitiyordu. Bazılarına göre yeminin ardından kod adı ‘Nişan Yüzüğü’ olan bir tutanak imzalatılıyor, bu tutanak gizli bir yerde muhafaza ediliyordu.
Teşkilatın yazılı bir tüzüğü yoktu ama belli kurallar silsilesi içinde faaliyet gösteriyordu. Buna göre, Türk toplumu aleyhinde faaliyet gösterenler hangi milletten olursa olsun, önce bir ihtar mektubu ile uyarılacak, eğer bir ‘düzelme’ olmazsa, teşkilat üyelerinden seçilen üç kişilik ekip tarafından dövülecekti. Dayakla yola gelmeyen kişinin cezası ölüm olacaktı. Ölüm şekli ve ne gibi silah kullanılacağı idare heyeti tarafından tespit edilecekti. İhtar ve dayak, barış zamanları uygulanacak, karışık zamanlarda ve vakit kaybetmenin aleyhte olacağı durumlarda doğrudan üçüncü maddeye geçilecekti. (Teşkilatın sorumlu isimleri, ölüm cezasının uygulanmadığını iddia ettiler, ancak 1960’ta Bayraktar Camii’nin, iddia edildiği gibi EOKA tarafından değil Türkler tarafından bombalandığını yazan, haftalık Cumhuriyet gazetesinden Ahmet Muzaffer Gürkan ve Ayhan Hikmet’in, bu fasıldan öldürüldüğü hep söylendi.)
Ne tesadüf ki, Vuruşkan ve ekibinin Ada’ya ayak bastığı tarihten itibaren toplumlararası olaylar tırmandı. İngilizler daha ilk aylarda TMT ile ilişkisi olduğunu düşündükleri 65 kişi ile EOKA mensubu olduklarını düşündükleri 1.244 kişiyi tutukladılar; ama ne EOKA’yı ne de TMT’yi durdurmaları mümkün olmadı. İki tarafın devletleri ya da ‘derin devleti’ tarafından yönlendirilen EOKA ve uzantıları ile TMT ve uzantıları adayı kan gölüne çevirdiler.
(İstanbul-Beyazıt Meydanı’nda “Ya Taksim, Ya Ölüm” mitingi, Hürriyet, 9 Ağustos 1958)
ANKARA-ZİİR’DE EĞİTİM
Mücahitlerin eğitimi hem Kıbrıs’ta hem Türkiye’de yapıldı. 25-30’ar kişilik gruplar halinde turistik gezi, iş gezisi, sağlık kontrolü gibi gerekçelerle Türkiye’ye gönderilenler, STK’da görevli subaylarca parolaları kontrol edildikten sonra, eğitim yapacakları yerlere sevk ediliyorlardı. TMT kamplarından birincisi Ankara’ya 40 km. uzaklıktaki Zir Köyü yakınlarında, Tarım Bakanlığı’na ait terk edilmiş bir çiftlikti. Diğeri ise Antalya-Kemer yolu üzerinde ormanlık bir alan içindeydi. Bu kamplarda kalan mücahitlere, Eğirdir Dağ Komando Okulu personeli tarafından silah kullanımı, bakımı, atış talimi, gerilla, komando, sabotaj, kundaklama ve gizli harekât teknikleri konularında bilgiler veriliyordu.
Bunlar olurken Kıbrıs Türk’tür Partisi’nin lideri Dr. Fazıl Küçük önderliğinde, Kıbrıs’ta ve Türkiye’de 50’ye yakın “Ya Taksim Ya Ölüm!” mitingi düzenlendi ve kamuoyu ‘Taksim’ için hazırlandı. Ancak, İngiltere, Akdeniz’deki bu uygun üs alanının bölünmesine razı olmadığından ne Rumların Enosis’i ne Türklerin Taksim’i gerçekleşti. Fakat iki toplum birbirinden uzaklaştıkça uzaklaştı.
II. LONDRA KONFERANSI VE BAĞIMSIZ KIBRIS
Sonunda Kıbrıs’ın bağımsız bir devlet olmasına karar verildi. 19 S¸ubat 1959 tarihinde II. Londra Konferansı toplandı. Britanya Bas¸bakanı Macmillan,Tu¨rkiye Bas¸bakanı Menderes, Yunanistan Bas¸bakanı Karamanlis ile Kıbrıs Tu¨rk Cemaati lideri Dr. Fazıl Ku¨c¸u¨k ve Rum Cemaati lideri Makarios tarafından do¨rt antlas¸ma imzalandı. Bunlar sırasıyla, Kıbrıs’taki Britanya egemenlig?inin Kıbrıs Cumhuriyeti’ne devrine ilis¸kin kurulus¸ antlas¸ması; Kıbrıs’ın bağımsızlıg?ını, toprak bu¨tu¨nlu¨g?u¨nu¨ ve anayasa du¨zenini teminat altına alan garanti antlas¸ması; Tu¨rkiye, Yunanistan ve Kıbrıs arasında yapılacak askeri ittifak anlas¸ması ve Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nın temel maddelerini içeren anlaşma idi.
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin 1960 Anayasası’na göre Devlet Başkanı Rum, yardımcısı Türk olacaktı ve her ikisinin de veto yetkisi vardı. Hükümette temsil oranı, nüfus bileşimiyle paralel olarak 7’ye 3 oranında Rumlar lehine olacaktı. Antlaşmanın uygulanması İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın garantörlüğü altında olacaktı. DP ile CHP arasındaki sert tartışmalardan sonra Kıbrıs Anlaşması DP’nin oylarıyla kabul edildi. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilk devlet başkanı Makarios oldu. ABD’ye göre Makarios “Akdeniz’in Fidel Castrosu” idi. Yani ABD bu işten hiç hoşlanmamıştı.
(Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı Makarios)
1963’ÜN KANLI NOEL’İ
Ancak, yeni durumu her iki tarafında da milliyetçileri içine sindiremedi. 1960 sonrasında eylemler aynı şiddetle devam etti. 1962 yılından itibaren Lefkoşa, Limasol, Mağusa, Baf ve Larnaka’da Türklerin ve Rumların ayrı belediyeleri olması, sınırlarının çizilmesi ve mekanizmasının tespit edilmesi hususundaki anlaşmazlıklar ortamı iyice gerdi. 1963’te Makarios’un, Anayasa’nın bazı maddelerinde Türklerin aleyhine tadilat yapmaya kalkması ile zirveye çıkan gerilim, 21 Aralık 1963’ten itibaren kanlı olaylara dönüştü.
24 Aralık’ta Rumlar bir Türk ailesini, evlerinin banyo küveti içinde vahşice öldürdüler. Kanlı Noel diye adlandırılan bu katliamın fotoğrafları, Türkiye’ye gönderilen bir yaralının alçıları altına saklanarak gizlice Kıbrıs’tan çıkarıldı ve tüm dünyada Rum vahşetinin delili olarak yankı yaptı.
1963-1964 arasında toplumlararası çatışmalarda ve örgüt cinayetlerinde 364 Kıbrıslı Türk ve 174 Kıbrıslı Rum öldürüldü. Sonunda, Rumların yoğun olduğu bölgelerde yaşayan 25 bin Türk, malını mülkünü geride bırakarak evlerini terk ederek kuzeye göçtü. Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale etmesi, 1964’te ABD tarafından sert bir şekilde önlendi.
Mevcut düzeni sürekli tehdit eden ve istikrarsızlık kaynağı olan EOKA’nın lideri Grivas, 1967’de Ada’dan uzaklaştırıldı, ancak 1971’de Yunanistan’daki ABD destekli Albaylar Cuntası’nın desteğiyle gizlice Kıbrıs’a döndü. Örgütün adını EOKA-B olarak değiştirdi ve öldüğü 27 Ocak 1974’e kadar, hem Rumlara hem Türklere karşı tedhiş eylemlerine devam etti.
1974 BARIŞ HAREKATI
15 Temmuz 1974'te Yunanistan'daki Papadopulos cuntasının desteklediği faşist Sampson (Grivas’ın ardından EOKA-B’nin başına geçmiş bir gazeteciydi) hem Makarios hükümetini devirmiş sadece Rumlardan 2.000 bine yakın kişi EOKA-B tarafından öldürülmüştü. Sampsoncular Türklere yönelik etnik temizliği hızlandırınca, Türkiye beklediği anın geldiğini anladı. Türkiye’nin 20 Temmuz 1974'te, 1960 Garantörlük Anlaşması'nın 4. maddesine dayanarak yaptığı askeri müdahale gerek uluslararası camia tarafından haklı ve meşru kabul edildi. 22 Temmuz günü bazı kaynaklara göre ABD’nin baskısıyla, bazı kaynaklara göre dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in ve TSK’nın cesaretsizliği yüzünden hedeflenen güvenli ortam sağlanmadan aniden I. Harekat aniden durduruldu. Türkiye’nin bir garantör olarak görevi 1960 Anayasası esasında Kıbrıs Cumhuriyeti'ni eski haline getirmekti ve bu amaçla taraflar o yılın Temmuz ayında Cenevre'de bir araya geldiler. Ancak görüşmeler devam ederken beklenmedik bir şey yaşandı. Türk ordusu bazı Türk köylerine yapılan saldırıları ileri sürerek 14-16 Ağustos 1974'te adaya ikinci bir çıkarma daha yaptı. Bunun sonucu Türklerin kontrol ettiği bölgelerin oranı yüzde 36,5 oldu ve adayı ikiye bölen hat (bugünkü ‘Yeşil Hat’, Türk istihbarat belgelerinde ‘Atilla Hattı’ olarak geçiyordu) oluşturuldu. İşte bu ikinci çıkarmadan sonra dünya kamuoyunun Kıbrıs konusundaki tutumu tam tersine döndü, BM Güvenlik Konseyi olayı kınadı. Yunanistan, iki müttefiği arasındaki çatışmayı durduramadığı gerekçesile, NATO’nın askeri kanadından ayrıldığını açıkladı.
(TSK tankları Lefkoşa’da, 21 Temmuz 1974)
TÜRKİYE’DEN ADAYA NÜFUS TAKVİYESİ
Harekat sonrasında Kıbrıs’ın güneyinde yaşayan Türkler kuzeye, kuzeyde yaşayanlar güneye gittiği için iki bölgede de nüfus iyice homojenleşti. Şubat 1975'te Türk tarafı bir de Kıbrıs Türk Federe Devleti'ni ilan edince, uluslararası kamuoyunun Türkiye'nin adayı ikiye bölmek konusunda kararlı olduğundan şüphesi kalmamıştı. Türkiye, bu tarihten itibaren özellikle Karadeniz illerinden bazı grupları Kıbrıs’a taşımaya başladı. Çoğunun işsiz güçsüz, eğitimsiz ve aşırı milliyetçi kesimler olduğunu bildiğimiz ama sayılarını hiçbir zaman öğrenemediğimiz bu göçmenler Kıbrıs’ın ‘yerli’ Türklerini (ki Rauf Denktaş’a göre adada yerli olan tek şey Kıbrıs’ın eşekleriydi) pek çok açıdan rahatsız etti. Bu rahatsızlık zamanla bugün adayı ziyaret eden Türklerin açıkça hissettiği güçlü ‘Türk antipatisi’ne dönüşecekti.
12 EYLÜL DARBESİNİN FATURASI
12 Eylül 1980 darbesi, AB ile Türkiye’nin ilişkisini kopardığı için Kıbrıs konusunda Türkiye’nin eli iyice zayıfladı. Üstüne üstlük, Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşü 12 Eylül 1980 darbecisi 5 generalin, darbeden 35 gün sonra, karşılığında hiçbir şey talep etmeden verdiği izin sayesinde oldu. Türkiye’nin bunu telafi hamlesi, 1981 yılında Türkiye’den 90 bin kişinin daha adaya taşınması ve 1983'te (güya) Kıbrıs Rum kesimini federatif bir çözüm için masaya oturmaya razı etmek için Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni (KKTC) ilan etmek oldu. (KKTC’yi Türkiye dışında Pakistan ve Bengladeş tanımıştı ama daha sonra bu iki ülke dış baskılara dayanamayıp geri çekilince tek tanıyan Türkiye kaldı. Hala da öyle. Yani uğruna Ermenistan’la diplomatik ilişki kurmadığımız Azerbaycan bile KKTC’yi tanımış değil. )
BM Güvenlik Konseyi tarafından 541 sayılı kararla kınanan bu ilan, Kıbrıs Rum kesimiyle ilişkilerini sürdüren AB'nin pozisyonu ise rahatladı, çünkü artık kendi bağımsız devleti ve anayasası olan Kıbrıslı Türk toplumunun, geçerli saymadığı bir anayasaya ve garantörlük anlaşmasına dayanarak AB'yi eleştirmesini kim haklı bulabilirdi ki? Nitekim bu rahatlık içinde, Kıbrıs Cumhuriyeti 1990'da tüm ada adına AB üyeliği için başvurdu. Başvuru 1993'te kabul edildi. AB'nin son bir iyi niyet gösterisi olarak, 1997’deki Lüksemburg Zirvesi’ndeki ortaklık görüşmelerine katılması için yaptığı davet, KKTC tarafınca reddedilince de Kıbrıs Cumhuriyeti AB ile üyelik müzakerelerini tek başına yürüttü. Uzun bir aradan sonra hepimizin gözleri önünde cereyan eden Annan Planı Referandumu geldi. Hatırlanacaktır, 24 Nisan 2004’te yapılan oylamada Türk tarafının yüzde 65 oyla kabul ettiği planı, Rum tarafı yüzde 76 oyla reddetmişti. Bunun üzerine, Kıbrıs Cumhuriyeti, adayı temsilen AB’ye alındı.
ERDOĞAN’IN ‘DÖRT ÇOCUK’ TARİFESİ
Bugün KKTC’nin nüfusunun ne olduğunu bilmiyoruz. Çünkü 1990’da KKTC’de yapılan son resmi nüfus sayımının sonuçları açıklanmadı. Daha sonra da resmi bir nüfus sayımı yapılmadı. Kıbrıs’ta 300 bini Türkiye’den gelenler olmak üzere 570 bin Türk’ün yaşadığını söyleyenler var. Türkiye’den gönderilen yardımın da esas olarak bu taşıma nüfusun masraflarını karşılamak için olduğu anlaşılıyor. Ancak nüfus konusu henüz gündemden düşmüş değil. Hatırlarsınız, 2011 yılında dönemin Başbakanı Erdoğan Barış Harekâtı’nın 37. Yıldönümü törenleri için gittiği Kıbrıs’ta karşılaştığı gazetecilere tek tek kaç çocuk sahibi olduklarını sormuş, Havadis Genel Yayın Yönetmeni Başaran Düzgün “iki”, Kıbrıs Haber Müdürü Ali Baturay “iki”, Yenidüzen yazarı Aysu Basri “hiç çocuk yok” deyince “Kaç yıl evlisin?” diye sorgulamayı derinleştirmişti. Basri, “yedi yıl” cevabı verince, “yedi yıl ve çocuk yok. Hem doğurmuyorsunuz, hem de oraya nüfus götürmemize karşı çıkıyorsunuz. Madem nüfus aktarmamızı istemiyorsunuz, siz de doğurun. Burada üç ama Kıbrıs için dört çocuk öngörüyorum çünkü nüfusa ihtiyacımız var” demişti. Başbakan Erdoğan kahvaltı sonrasında da, gazetecilerden “dört çocuk yapacakları” sözünü almıştı.
Çok değil dört yıl önce yatak odalarına müdahale edecek kadar yakın olduğunu düşündüğü Kıbrıslı Türkler, Türkiye ile ilişkileri ‘yavru vatan-anavatan’ çerçevesinden çıkarıp, ‘kardeş ülkeler’ çerçevesine taşımayı düşünen Mustafa Akıncı’yı %60 oyla seçerek Erdoğan’ın kalbini kırdılar(!). Bu kalp kırıklığının sonuçlarının nereye varacağını kestirmek zor ama, Kıbrıslı Türklerin Türkiye’nin vesayeti altında yaşayarak ebediyen ‘yavru’ kalmakla, Kıbrıslılık temelinde Kıbrıslı Rumlar ve AB ile elele vererek erişkinliğe geçme arasında bir seçim yapmaları gerektiği ortada.
(“Hepimiz barış istiyoruz çünkü bu dünyaya mutluluk ve neşe getirecek!”, Kaynak:
https://peacequilt.wordpress.com/2010/10/ )
Özet Kaynakça: Rauf Denktaş, Karkot Deresi Anılar, Remzi Kitabevi, 2005; İsmail Tansu, Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu, Minpa Matbaacılık, 2001; İsmail Tansu, Kıbrıs Mektubu, Kıbrıs Türk Kültür Derneği Yayını, Ankara, 1996-1997; Alparslan Türkeş, Dış Politikamız ve Kıbrıs, Orkun Yayınevi,1979; Ahmet An, Kıbrıs’ta Fırtınalı Yıllar, Lefkoşa, Galeri Kültür Yayınları, 1996; Mehmet Hasgüler, Kıbrıs’ta Enosis ve Taksim’in İflası, Öteki Yayınevi, 1998; Hasan Mutlu, “Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatı”, Lisans Tezi, Hacettepe Üniversitesi, Atatürk İnkılapları Enstitüsü, 2005; Makrios Drusotis, Karanlık Yön EOKA, Galeri Kültür Yayınları, 2007. Milletlerarası Birinci Kıbrıs Tetkikleri Kongresi (14-19 Nisan 1969), Türk Heyeti tebliğleri, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1971; Hikmet Öksüz, “Lozan’dan Sonra Kıbrıs Türklerinin Anavatana Göçleri”, Tarih ve Toplum, S. 187, C. 32, Temmuz 1999, s. 35-38; Mehmet Demiryürek, “Fetihten günümüze Kıbrıs’ta Türk varlığı”, Toplumsal Tarih, S. 103, Temmuz 2002, s. 46-49; Ayşe Hür, “Kıbrıs’ı İngilizlere kim verdi?”, 18 Temmuz 2010 tarihli Taraf. Niyazi Kızılyürek, “Vamık Volkan ve ‘Gizli Kuşatılmışlık’” http://www.taraf.com.tr/haber/vamik-volkan-ve-gizli-kusatilmislik.htm
.
1942 Varlık Vergisi Kanunu
11.5.2015 - Bu Yazı 1574 Kez Okundu.
Yorum : 1 - Onay Bekleyenler : 0
Sovyetler Birliği'nin İkinci Dünya Savaşı'nda Nazi Almanyası karşısında kazandığı zaferin 70. yıldönümü, 9 Mayıs günü Rusya ve eski Sovyet ülkelerinde coşkuyla kutlandı. (Zaferde Kızıl Ordu’nun rolüne ilişkin sorular yönelten Sputnik Ajansı’na verdiğim cevaplar: Okumak için tıklayın)
Bu vesileyle bu haftaki yazımı, İkinci Dünya Savaşı yıllarına rastlayan Türkiye tarihinden önemli bir sayfaya 1942 tarihli Varlık Vergisi Kanunu’na ve uygulamalarına ayırdım. (Savaş yıllarının önemli olaylarından Struma Faciası hakkındaki yazım: Okumak için tıklayın)
(İtalyan faşistlerinin lideri Mussolini ve Alman Nazilerin lideri Hitler, Haziran 1940)
1942 yazında, İstanbul gazetelerinde, genel olarak gayrimüslimleri, özel olarak Yahudileri hırsızlık, karaborsacılık, soygunculuk, vurgunculuk ve ihtikâr (aşırı kâr) fiilleri ile ilişkilendiren haberler ve karikatürler birbirini izlemişti. Rıfat N. Bali’nin derlediği bazı başlıklar şöyleydi: “Vurgunculara ders olsun. İzmir'de bir Yahudi 5 sene hapse mahkûm oldu.” (Tasvir-i Efkâr, 1 Temmuz 1942), “Üç Yahudi’nin marifeti. Limon tuzu yerine sıhhate muzır (zararlı) maddeler satıyormuş.” (Tasvir-i Efkâr, 4 Temmuz 1942), “Mal saklayan tacirler, iki Yahudi ticarethanesi sahipleri milli korunma mahkemesine verildi.” (Cumhuriyet, 14 Ağustos 1942), “150 vagonluk bir kâğıt meselesi. Kâğıtları Romanya'dan getirten Yahudilerin çevirmek istedikleri oyunları önlemek lazımdır.” (Tasvir-i Efkâr, 21 Ağustos 1942), “Karpit ihtikârı yüzünden bir Yahudi tüccar kırk bin lira fazla kâr temin etmiş.” (Tasvir-i Efkâr, 28 Ağustos 1942), “İki Yahudi çocuğunun marifeti! Hava Kurumu menfaatine rozet dağıtırlarken kutuya atılan paraları çalıyorlardı.” (Cumhuriyet, 31 Ağustos 1942), “İstifçi iki Yahudi yakalandı” (Tasvir-i Efkâr, 9 Eylül 1942), “Eroin satan bir Yahudi.” (Tasvir-i Efkâr, 15 Eylül 1942), “Maruf Yahudi tüccarı Simon Brod dün tevkif edildi.” (Tasvir-i Efkâr, 18 Eylül 1942) “Yahudi dalaverası. İhtikâr yaptığı yetmiyormuş gibi bir de rüşvet teklif etti.” (Tasvir-i Efkâr, 20 Eylül 1942), “Kiraların artmasına Yahudiler sebep olmuş.” (Tasvir-i Efkâr, 8 Ekim 1942), “Açıkgöz bir Yahudi filit yerine renkli su satıyormuş.” (Tasvir-i Efkâr, 20 Ekim 1942)
“KELLE İSTİYORUM!”
Bu hazırlıktan sonra ‘Hececi’ şairlerimizden Orhan Seyfi Orhon, 24 Eylül 1942 tarihli Akbaba’daki yazısında iktidarın ağzındaki baklayı çıkaracaktı:
“Kelle İstiyorum! Ben ki bir tavuk bile kesilirken bakamam; karıncaları, sinekleri öldüremem, kelle istiyorum. Yumruklarım sıkılmış, dişlerim kısılmış, at meydanında kazan kaldıran yeniçeriden daha hiddetli bir sesle kelle istiyorum, vurguncunun kellesini!
Onun, mülevves (pis) kafasının bir çürük kavun gibi önümde yuvarlandığını görsem ferahlıyacağım. Onun, iğrenç vücudunun boş bir çuval gibi karşımda süründüğünü görsem rahatlıyacağım. Böyle, dünyayı sarmış bir ölüm kalım mücadelesi içinde ben, vurguncuya karşı merhamet tanımam, şefkat tanımam, adalet tanımam, kanun, nizam, usul, hiç bir şey tanımam! Bence onun cezası, para değil, hapis değil, dükkân kapamak değil, neyif (sürgün) değil; müsadere, yağma, falaka, işkence, zindan veya ölüm olmalı!
İktisat prensipleri bana vız gelir! İster misiniz gizli mahzenlerin aralıklarından pirinç kazevileri (sepet), şeker sandıkları, un çuvalları, yağ tenekeleri sürüyle meydana çıksın? İster misiniz apartmanların balkonlarından top top elbiselik kumaşlar, ipekliler, yünlüler, pamuklular sarksın? İster misiniz makarnalar serpantinler gibi sokaklara yayılsın, bisküviler konfetiler gibi caddelere dağılsın? İster misiniz eşya fiyatları durup dururken hiç yoktan yükselmesin? Pirince kum, una toprak, süte su, yağa müzahferat (parlak boya) karıştırılmasın? İster misiniz müstehlikin (tüketicinin) verdiği az farkla müstahsilin (üreticinin) eline geçsin? Altın spekülasyonu, on misline arsa alışlar, apartıman satışlar, villa yaptırışlar olmasın?
Öyleyse siz de benimle beraber olun! Gelin, yakalanıp cezasını çekecek vurguncunun arkasından -eski devirlerde olduğu gibi- gülbank çekelim: -Vur vuranın, kır kıranın, destursuz bağa girenin, karaborsa fiyatına mal sürenin, el altından iş görenin, memlekete zarar verenin hali budur, hey!”
1942 VARLIK VERGİSİ KANUNU
Gazetelerde suçlananlar başta Yahudiler olmak üzere gayrimüslim zenginlerdi, ama ‘savaş zenginleri’ yaratan politikaları yüzünden halk Başbakan Refik Saydam’dan da adeta nefret ediyordu. Hava böyleyken Refik Saydam 7 Temmuz 1942 gecesi aniden öldü. 9 Temmuz 1942 günü hükümeti kurmakla görevlendirilen Şükrü Saraçoğlu 5 Ağustos’taki güven oylamasından sonra şöyle dedi:
“Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal (en az onun kadar) bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan ve azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz ve her vakit bu istikamette çalışacağız!”
Saraçoğlu hükümetinin ilk icraatı, beklentileri karşılamayan Milli Korunma Kanunu’nun yerini alacak Varlık Vergisi Kanunu’nu çıkarmak oldu. 11 Kasım 1942 tarihinde TBMM’de oturumda hazır bulunan 350 milletvekilinin oybirliğiyle kabul edilen kanuna göre bazı varlıklı kesimlerden bir defalık olağanüstü servet vergisi alınacaktı.
“HALKIN HİSSİYATI: ASMALI!”
Yeni Sabah yazarlarından Aka Gündüz (eski Teşkilat-ı Mahsusacı Enis Avni) 13 Kasım 1942 tarihli Yeni Sabah’taki “Reyler ittifakla verildi” başlıklı yazısında, memleketin yedi bölgesini dolaştığını, yarenlikler çerçevesinde yaptığı gizli ve açık ankette vatandaşlara ‘vurguncu hakkında ne düşünüyorsun?’ diye sorduğunu anlattıktan sonra aldığı cevapları paylaşıyordu:
“Mütalealar, fikirler tümen tümendi: Asmalı. Kesmeli. Kuşbaşı doğramalı. Kıymasını iki çekmeli. Gırtlağına erimiş kurşun akıtmalı. Malını mülkünü millet hazinesine almalı. Bir çınarın altına kazık çakmalı, sağ bacağını bu kazığa, sol bacağını da çekip yere indirilen çınar dalına bağlamalı, sonra dalı birdenbire bırakarak gövdesini eşek pastırması gibi ikiye ayırmalı. İşkembesine zift doldurup güneşe asmalı. İki gözünü oyup bir avucuna vermeli. Kırk katırın kuyruklarına bağladıktan sonra kırkına birden kırbaç atmalı. Harbin sonuna kadar her gün yedi yerinden cımbızlayıp koparmalı. Temmuz ortasında çırılçıplak edip çöplükteki sineklere peşkeş çekmeli. Vesaire, vesaire... Bu kanunun mucip sebepleri de bir noktada toplanıyordu.sekiz milyonun selameti için bin sekiz yüz kişi feda edilebilir. Bu kanun ve bin sekiz yüz üzerinde reyler ittifakla verildi.”
VERGİNİN UYGULANIŞI
Halkın çoğunluğunun, Aka Gündüz’ün aktardığı gibi gaddarane duygularla olmasa bile muhtemelen büyük memnuniyetle karşıladığı kanunun metninde ‘gayrimüslim’, ‘Müslüman’ gibi ayrımlar yoktu ama dönemin İstanbul Defterdarı Faik Ökte’ye göre uygulamada yükümlüler, Maliye Bakanlığı’nın belirlediği dört gruptan birine göre vergilendirildiler: M grubu (Müslümanlar) takdir edilen matrahın (vergiye esas alınan miktarın) yüzde 12.5'ini; G grubu (gayrimüslimler) yüzde 50'sini; D grubu (dönmeler) yüzde 25'ini; E grubu (ecnebiler) yüzde 12.5'ini ödemekle yükümlüydü. Çiftçiler de yüzde 5’ini ödeyeceklerdi.
18 Kasım 1942’de vergi listeleri yayımlandığında görüldü ki, Varlık Vergisi’nin yüzde 70’i İstanbul’daki mükelleflere tahakkuk ettirilmişti. Bunların da yüzde 87’si gayrimüslimdi. Gayrimüslimlerin mali güçleri ile uygulanan vergi oranları Müslümanlara uygulananlara göre yüzlerce kez daha ağırdı. Gayrimüslimler arasında da Ermenilerin vergisi en yüksek orandaydı.
“KAPIYI KAPA VE MÜHÜRLE”
Bu yüksek vergileri ödeme süresi 20 Ocak 1943 günü bitecek, ertesi gün hacizler başlayacaktı. Hacizlerin nasıl yapıldığını artık yayımlanmayan Rum gazetesi Apoyevmatini’nin yayın müdürü Mihail Vasiliadis gazeteci Celal Başlangıç’a şöyle anlatmıştı:
“Beyoğlu Karakolu’nu biliyorsunuz? Kalyoncukulluk Sokağı ile Tarlabaşı Bulvarı’nın kesiştiği yerde, karakolun tam karşısındaydı benim doğduğum ev. Babam Aristodumas diş hekimiydi. Ben doğmadan 10 gün önce beyin kanaması geçirmiş. Yatalaktı. Eve memurlar geldi. Yanlarında bir hamal vardı. Babamı yatağından tutup yerdeki şilteye indirdiler. Yatağı alıp gittiler. Giderlerken de ‘İyi ki böylesin, Aşkale`ye gitmeyeceksin’ dediler. Babamın muayenehanesi evimizin karşı odasıydı. El koydukları eşyaları o odaya tıktılar, kapıyı da mühürlediler. Daha doğrusu gelen memur, yanındaki hamala, ‘Kapıyı kapa ve mühürle’ diye emir verdi. Zavallı bir adamdı hamal. Pabucunun arkası basık, topuğu kalkık, pantolonu yamalı, üstü başı ter kokan fakat nur yüzlü bir adamdı. Oyuncağımı bile aldılar. Bu arada odaya tıkılan eşyaların arasında benim de sallanır bir oyuncak atım vardı. Tam kapıyı mühürlerken, ‘Oyuncak atım’ dedim. Adam anladı. Bağladığı ipi kapıdan çözdü. Bana kapıyı açtı. Atımı aldım. At kucağımda, adamın yüzüne bakıyorum gülerek. Adam da bana gülümserken birden yüzü dondu. Çünkü arkamdaki memur bağıra bağıra oyuncağımı koparırcasına elimden çekti, mühürlenmek üzere olan kapıyı açtı, içeri fırlattı oyuncağımı ve ‘mühürle’ dedi. Karşımdaki hamalın gözündeki yaşı gördüm. Fakat ben ağlamamam gerektiğini düşündüm. O adamın çirkinliği, öteki hamalın nur yüzü hâlâ gözlerimin önünde.”
Aleksandra Lambrinos, 1994’te düzenlenen “Tarihe Tanıklık Edenler” panel dizisinde 12 yaşında iken babasının Sivrihisar’a gönderilişini şöyle anlatmıştı: “Kurtuluş’ta bakkal dükkânımız vardı. 5 bin lira vergi istenmişti, ödeyecek durumda değildik. Okuldan geldiğimde annem, götürülen dolabın arkasındaki tozları tavan süpürgesiyle temizliyordu. Okula gidince ağladım. Dükkân mühürlenmişti. Kedi içerde kaldı, devamlı bağırıyordu. Babam delireceğim bu sesten diyordu. Bütün eşyalarımızı bir odaya koyup mühürlediler. Yer muşambaları, perdeler, karyolalar dâhil. İçerden saatin sesi geliyordu. Kapının önünden geçerken duyuyorduk…”
AŞKALE SÜRGÜNLERİ
Bu tür muameleler yüzünden, yüksek vergileri ödemek istemeyen ya da ödeyecek durumda olmayan bazı mükellefler yurtdışına kaçmaya çalışıyorlardı. Kaçamayanlar veya kaçmak istemeyenlerden haraç mezat satılan mallarının bedeli vergilerini karşılamayan bini aşkın mükellef 27 Ocak 1943 tarihinden itibaren Eskişehir’in Sivrihisar ve Erzurum’un Aşkale ilçelerindeki çalışma kamplarına gönderilmek üzere bazı merkezlerde toplandılar. Aşkale’ye gönderilen 1,229 mükelleften 21’i (bir kaynağa göre 25’i) kötü hayat koşulları ve yetersiz tıbbi bakım yüzünden kampta hayatını kaybetti. Hayatını kaybetmeyenler arasında ruh ve beden sağlığını, üzüntüye dayanamayan yakınlarını kaybedenler oldu.
Ali Sait Çetinoğlu’nun Varlık Vergisi 1942-1944 adlı kitabında bugün hepsi de Yunanistan’da yaşayan bazı İstanbul Rumlarının tanıklıklarına yer verilmiş. 1993 yılında ‘Yok Edici Varlık Vergisi’ başlığıyla Atina’da yayımlanan O Politis (Ο Πολ?της) gazetesinde yayımlanan görüşmeleri Dr. Raço Donef, Temmuz 2008’de Türkçeye çevirmiş. Onlardan bir kaçını sizinle paylaşmak istiyorum.
Dr. Yeoryiu Topaloğlu anlatıyor: “İstanbul’da doğdum ve okula gittim. Sonradan peynir tüccarı oldum ve bilinen Ticaret Odası’nda kayıtlıydım. Dükkânım Eminönü’ndeydi; orda babam İosif bana yardımcı oluyordu. 1943’ün Ocak ayında bize toplam 105.000 lira vergi tarhedildi Varlık vergisi altında. Tanıdığımız bir Türk’e baba emaneti evimizi iki bin liraya satmak zorunda kaldık, Türk devleti bizi mecbur etmeden evvel. Fakat bize tarhedilen vergi çok büyük olduğu için ve verebilecek durumda olmadığımız için Şubat 1943 tarihinde polis babamı tutukladı; 72 yaşındaydı o zaman ve Aşkaleye tehcir oldu.
Bir buçuk ay sonra, 32 yaşındayken beni de tutukladılar – hasta ve 40 derece ateşim olmasına ragmen. Beni babamı karşılamaya gönderdiler. Hayvanların taşındığı vagonlara topladılar ve bir çok gün süren seyahatten sonra bizi bir istasyona indirdiler. Bu istasyon Aşkale toplama kampına yürüyerek 8 saat mesafede idi. Orda çadırda -25 derecede ve ısıntısız kaldık. Büyük yaşta olanlar çalısmıyorlardı, biz gençleri ise yoldan karları temizlemeye ve rayların üstündeki buzları parçalamaya mecbur ediyorlardı. Beslenme olarak sefil kalitede karavana vardı ve günde bunun için 70 kuruş borçlanıyorduk. Biz aramızda para toplayıp bir sürgün yoldaşa yemek pişirmek görevi verdik. Ödeyecek durumda olmayanlar için diğerleri paylaşıyordu.
Sonradan bizi Sivrihisar’a sevk ettiler. Babam gırtlak kanseri oldu ve birkaç gün sonra öldü. Ben başka kampta olduğumdan kendisini göremedim. Ama son günlerinde memleketlim Kostas Andoniadis görmüştü; zaten bana bildiren oydu. (…) Babamın vefatından bir ay sonra kamptan kaçtım ve çok serüvenli bir seyahatten sonra elbisesiz ve aç İstanbul’a vardım ve Ayios Nikolas gününde, 6 Aralık 1943 tarihinde, babamın anısına dua okunulan güne yetiştim.
Biraz sonra eziyetler durduruldu ve diğer sürgünler de evlerine dönduler. Hayatım, bu felaketten sonra bir çok yıl normalleşmemişti. Bizim dükkânın işletmesini üstüne alan Türk hamal Halit Özgal bizim döndüğümüzü öğrenir oğrenmez kasayı boşaltıp ortadan kayboldu. Aynı devirde kızkardeşim Elda’nın da sıkıntısından kanseri oldu ve 1945’te öldü…”
Marika Şişmanoglu anlatıyor: “Bakırköy’de doğdum ve hayatımın ilk yıllarını geçirdim. Babam Grigorios tüccar ve beyaz eşyalar ithalatçısı idi. Dükkânı da Eminönü’ndeydi. 1943’un başında 30 bin lira Varlık vergisi tarhedildi. Bu miktar dayanılmazdı. Düşünün aynı durumda bölgede en iyi dükkâna sahip Türk tüccar, Suraski’ye yalnız 800 lira vergi tarhedildi. İki evimiz vardı, bunlardan 10 odalı olan ev 7 bin liraya satıldı. Babam her iki evi ve dükkânı satmaya mecbur kaldı ama borcunu ödemeye muvaffak olamadı. Böylece tutuklandı ve Aşkale’ye sürüldü. Henüz 1941’de kadın elbiseleri imalat fabrikası açan amcam Yeorgio Şişmanoglu’na büyük vergi tarhedildi ve mâli açıdan mahvoldu. Aşkale’ye sürüldü ve hemen hemen bir yıl sonra kötü bir durumda geri döndü.
Aşkale’de karlardan yolları temizliyorlardı. Bize babamın 1943’ün Haziranında gönderdiği fotoğrafta tanıyamadım. Çok kilo vermişti. Sonradan Sivrihisara sevk edildi. Orda bir sabah 57 yaşında kalp krizi geçirip öldü. Ben o zaman 16 yaşında idim ve annemle dayım Hristo Aravanopulu’nun evine taşındık. O da 1943’te Aşkale’ye sürülmüştü. Dayım babamı bir tarlada ağacın altında bir şişeye ismini koyarak gömdüklerini söyledi, aynı tarlada başka kişilerin gömüldüğü için, eğer mezardan çıkarılırsa tanınabilsin diye…”
Anastasiu İ. Antoniadi anlatıyor: “Babam İsaak, un tüccarlığı ile uğraşıyordu. 1943’te 100 bin lira Varlık vergisi tarhedildi. Bu miktar elinde olmadığından ve likizete edebilecek herhangi bir gayrimenkulu olmadığından 6 Ağustos 1943 tarihinde, 68 yaşında tutuklandı ve Sivrihisara gönderildi. Orda, 24 gün sonra soğuktan çadırın içinde öldü. Yanına bir de şişe gömmüşler ismiyle, eğer mezardan çıkarılırsa tanılabilsin diye. Ben Türk Ordusu’nda Ankara yakınlarında bir kampta askerlik hizmetimi yapıyordum. 10 Eylül’de izin alıp asker arkadaşım Mosho Dimitradi ile babalarımızı görmeye gittik. Maalesef benim babam zaten ölmüştü.”
Konstandinou V Konstandinidi: “Babam Vasilios’un beyaz eşya dükkânı vardı. 1943’te 70 bin lira Varlık vergisi tarhedildi. Sahibi olduğumuz evimiz yoktu. Babam dedemin lahana tarlasını ve bütün eşyaları satmak zorunda kaldı. Üç yıl zeminde uyuduk. Topladığı paralar vergiyi vermeye yeterli değildi. Böylece 1 Mayıs 1943 tarihinde tutuklandı, bir kaç gün Demirkapı’da tutulduktan sonra Erzurum’a tren vasıtası ile sürüldü. Kalp rahatsızlıgı vardı ve askerler kar temizlemeye mecbur etmiyorlardı. Fakat jandarmalar çalışmak zorunda olduğuna ısrar ediyorlardı. Rahatsızlandı, 67 yaşında kalp krizinden öldü. Erzurum’da bir Rus manastırının bahçesinde, Kostandino İatru ile birlikte gömüldü.”
Anastasiu K. Iatru anlatıyor: “Babam Konstandinos’un bahriye aksesuar dükkânı vardı. 90 bin lira vergisi tarhedildi. Evimizi, eşyalarla birlikte ve dükkânı sattık ancak [toplanan] paralar vergiyi ödemeye yeterli değildi. Böylece 9 Mart 1943 tarihinde babamı tutukladılar ve bir birkaç gün Demirkapı’da tutulduktan sonra 16 Mart tarihinde Aşkale’ye sürüldü. Ben o zaman Ankara’da askerdim, izin alıp istasyona indim, babamı orda görüp elini öptüm. Bu onu son gorüşüm oldu. Kardeşim Meletios o zaman İsmet İnönü’nün baş doktoru idi. Babamın serbest bırakılması için çok uğraştı ama boş yere. 3 Mayısta 68 yaşında öldü ve Erzurum’da bir Rus manastırının bahçesinde gömüldü Sonradan naaşını İstanbul’a getirmeye çalıştık ama bize “önce borcunuzu ödeyin sonra bakarız” dediler.
7 Kasım 1997 tarihli Agos gazetesinde ise Yervant Özuzun’un aktardığı şu hikaye ile bitirelim bu bölümü: “Armenak Baba çevresinde çok sevilen av meraklısı, Türk müziğinden anlayan, temiz, dürüst, neşeli, hoşsohbet birisiydi. Kadıköylü avcılar kendisine ‘üstad’ derlerdi. Varlık Vergisi’nin İstanbul’da en yetkilisi Faik Ökte yıllardır av arkadaşıydı. Çok yakındılar. Bir sabah çekinerek, ezilerek defterdarlıkta onun odasına gitti. Ökte oturması için yer gösterdi. Kahve ikram etmek istedi. Armenak baba bitkindi, güçlükle kendini toparladı. Büyük nezaketle ve kelimeleri boğazında düğümlenerek ‘Dışarıda bunca insan sizi görmek için sıra bekliyor, ben de saatlerce bekledim, oturmaya hakkım yok’ dedi ve ‘senden bir ricaya geldim’ diyerek geliş nedenini şöyle anlattı. ‘Beni tanırsın, bilirsin, küçük bir çivi dükkanım var, mıhlayıcı (kuyumcu) diye vergi saldılar. Bende bunun onda biri bile yok. Dükkanımı satsanız bile borcumu ödeyemeceğim için beni yine de Aşkale’ye göndereceksiniz. Kural böyle. Senden şunu rica ediyorum, karım ihtiyar, üstelik yatalak. Kimimiz kimsemiz yok. Bir tek ahşap evimiz var. O da vergimize yetmez. Onu da satıp karımı sokağa attırmamaya çalış. Bana söz verirsen gözüm arkada kalmadan Aşkale’nin yolunu tutacağım.’ Ökte Armenak babanın evini biliyordu. Ak saçlı hasta karısını da. İçinde bir şeylerin kırıldığını hisseti. Varlık Vergisi bu olmamalıydı. Tunç kalıplar yüzünden zulüm yapılıyordu. Armenak’a söz verdi, evini sattırmayacaktı. Armenak baba artık rahattı. Gözü arkada kalmadan Aşkale’ye gidebilirdi. Odadan çıkarken gözlerinde süzülüp kocaman burnundan damlayan iki damla yaşı siliyordu.”
VERGİNİN KALDIRILIŞI
Aşkale sürgünleri ancak, Avrupa’da savaş cephesindeki gelişmeler ve İsmet İnönü’nün ABD Başkanı Roosevelt ve Britanya Başbakanı Churchill’le görüşmek üzere Kahire’ye gitmesinin arifesinde, 17 Aralık 1943’te evlerine dönebildiler. Varlık Vergisi, Yahudilerin ABD nezdinde yaptıkları lobi faaliyetleri sonucu ABD’nin Türkiye’ye baskıları ve Nazilerin yenileceğinin anlaşılması sayesinde bir muhalif oya karşılık 310 kabul oyuyla 15 Mart 1944 tarihinde kaldırıldı.
Verginin İstanbul’da uygulanmasından sorumlu olan İstanbul Defterdarı Faik Ökte’ye göre, Varlık Vergisi kapsamında toplanan 315.000.000 TL verginin 280.000.000 TL gayrimüslimler ödemişti. Bu rakamlar, 1942-1944 yılları arasında, gayrimüslim Türk vatandaşlarının mal varlıklarının önemli bir bölümünü kaybettiğine işaret ediyordu. Ama daha önemlisi gayrimüslimlerin, Cumhuriyet’in kuruluşunda vaat edildiğinin aksine, bu ülkenin eşit vatandaşı olmadıklarının farkına varmalarıydı. Faik Ökte bu duyguyu şöyle özetlemişti: “Varlık Vergisi’nde şöven milliyetçiliğin, ırkçılığın damgası vardır. (...) Verginin bu karakteri Lozan’dan sonra yavaş yavaş kazanmaya başladığımız ekalliyetleri (azınlıkları) bizden soğutmuştur. (...) Esefle kaydetmek lazımdır ki, Varlık Vergisi bu yakınlaşma, bu kaynaşma konserinde falsolu bir nota olmuştur.”
Faik Ökte, bu kanun için “falsolu bir nota” demiş ama, 6-7 Eylül 1955 yağmasının 59. yıldönümü vesilesiyle hazırladığım ‘azınlık raporu’nu bunu (Okumak için tıklayın) okumuşsanız, Cumhuriyet tarihinin, Müslüman veya Müslüman olmayan azınlıklar için acı bir ağıt olduğunu görürsünüz. İkinci Dünya Savaşı’nın 70. yıldönümü vesilesiyle bu tarihçe üzerine (en azından) ‘düşünmek’, boynumuzun borcudur.
Özet Kaynakça: Rıfat N. Bali, The "Varlık Vergisi" affair:a study of its legacy, selected documents, Isis Press, 2005; Rıfat N. Bali, Bir Türkleştirme Serüveni (1923-1945), İletişim Yayınları, 2005; Rıdvan Akar, Aşkale Yolcuları-Varlık Vergisi ve Çalışma Kampları, Belge Yayınları, 2000; Faik Ökte, Varlık Vergisi Faciası, Nebioğlu Yayınevi, 1951; Ali Sait Çetinoğlu, Varlık Vergisi 1942-1944, Ekonomik ve Kültürel Jenosid, Belge Yayınları, 2000.
Not: 1938-1960 arasındaki Cumhuriyet tarihine dair bu ve benzeri yazılarımı Çok Partili Dönem’in Öteki Tarihi-I, İnönü’lü ve Bayar’lı Yıllar (Profil Yayıncılık, 2015) adlı kitapta bulabilirsiniz.
.
Şems'le Mevlana, Atatürk'le Mevlevilik ve Bektaşilik
17.5.2015 - Bu Yazı 1141 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
İş adamı Ethem Sancak’ın “…Kentli sınıfa da önderlik edeceğim diyen Tayyip Erdoğan çıktı. Tanıdım, dürüstlüğünü gördüm. Erdoğan’ın eteklerine tutunup oradan bir şey beklemek niyetim yoktu. Siirt seçimleri vesilesiyle Siirt’ten başbakan çıksın diye, dürüstlüğünü, yiğitliğini gördüm, gördükçe de aşık oldum. Doğrusu solculuk dönemimde Mevlana ile Şems’in arasındaki aşka anlam veremiyordum. Tanıdıktan sonra gördüm ki böyle bir ilahi aşk iki erkek arasında olabiliyor..” sözlerinden sonra bazı okurlar, iki yıl önce yazdığım “Mevlana hakkında yanlış bildiklerimiz” (okumak için tıklayın) başlıklı yazımın bitiriş cümlesini hatırlattılar bana. Demiştim ki “Mevlana’nın Tebrizli Şems’le ilişkisinin niteliği, Mevlana’nın Moğol ajanı olup olmadığı, Atatürk’ün Mevlevi olup olmadığı, Mevleviliğin ne zaman doğduğu, Batı’nın Mevlana sevgisinin tarihçesi gibi soruları cevaplamayı ise başka bir zamana bırakalım.”
Bu okurların muradları eğer Şems ile Mevlana arasındaki ilişkinin mahiyetini anlayıp oradan Ethem Sancak’ın Tayyip Erdoğan’a duyduğu aşkın mahiyetini anlamaya gitmekse, maalesef bu konuda yardımcı olamayabilirim. Çünkü ikili arasındaki ilişki sadece ruhani bir alışveriş miydi, yoksa tensel bir ilişki de var mıydı sorusuna kaynaklara dayalı bir cevap vermek zor. Yine de bazı bilgi kırıntılarını paylaşmak isterim.
İSLAMİ KAYNAKLARDA ‘AŞK’ TERİMİ
Mevlana’nın eserlerinde sık sık karşımıza çıkan ‘aşk’ teriminin ne anlama geldiğine değinmeden, ‘aşk’ teriminin İslami kaynaklardaki izini sürelim. Kur’an’da ‘aşk’ terimi geçmez. ‘Sevgi’ karşılığında ise ‘hubb’ (örneğin Bakara, 165), ‘hudd’ (örneğin Meryem, 96 ve Yunus, 90) terimleri kullanılır. Sevginin “düşkünlük halini alması” karşılığı ‘heva’ ise negatif bir durum olarak örneğin Sa’d, 26’da geçer. Ayrıca, ‘alaka’, ‘ğamaraat’, ‘hulle’, ‘ceva’, ‘şevc’, ‘şevk’, ‘hilabe’, ‘belabil’, ‘tebarih’ ve daha nice ‘sevgi’nin çeşitlerini anlatan kelime vardır Kur’an’da ancak dediğim gibi ‘aşk’ yoktur.
Kur’an’da ‘aşk’ geçmediği için olsa gerek, Rabiatu’ul-Adeviyye, Bayezid-i Bistami, Cüneyd-i Bağdadi ve Hallac-ı Mansur gibi radikal şahsiyetler bile eserlerinde bu terimi kullanmamışlardır. Rivayede göre ‘aşk’ kelimesini ilk kez “Ben Allah’a ağışığım, o da bana aşıktır” cümlesinde kullanan Ebu’l-Hüseyin Nuri, “küfre düştüğü için” önce sürgüne, ardından idama mahkum edilmiştir. Uzun bir aradan sonra ‘aşk’ kelimesini İmam Gazali’nin eserlerinde görürüz. Mevlana ise onu yolunu izlemişe benzer.
(W. Forrest, “Sema yapan Mevleviler”, ahşap baskı, 1860)
MEVLANA’NIN ESERLERİNDE ‘AŞK’
Mevlana’nın eserlerinden içinde ‘aşk’ geçen (sadeleştirilmiş dille) bir kaç dize aktararak, Mevlana’nın ‘aşk’ı nasıl tanımladığını anlamaya çalışalım:
“Tövbe bir kurtcağızdır, aşksa ejderhaya benzer.Tövbe halkın sıfatıdır, aşksa yaradanın sıfatı.Aşk kimseye niyazı ve ihtiyacı olmayan yaradanın vasıflarındandır./Ondan başkasına aşk, altınlarla bezenmiş bir güzelliktir. Görünüşü nurdur, fakat için dumandır.” (Mesnevi C.6, 970)
“Yaradının hikmeti ezelde bizi birbirimize aşık etti. O’nun ezeli hükmüne göre kainatın bütün zerreleri çift çifttir ve her cü’üde kendi çiftine aşıktır.” (Mesnevi, C. 3, 4400)
“Bu birlikte alem beka bulsun diye yaradan erkekle kadına da birbirlerine meyil verdi. (…) İki cinsin birleşmesinden bir şey doğar, bir şey vücut bulur.” (Mesnevi, C. 3, 415)
“Aşk öyle bir fazilettir ki, insanı faziletler sahibi yapar. Fakat insan bu haddinden fazla dileyiş yüzünden hem pek zalimdir, hem de pek cahil.” (Mesnevi, C. 3, 4672)
“Aşk büyüklere baldır, çocuklara süt. O her gemiye yüklenen ve geminin ağırlığından fzla olduğu için batmasına sebep olan son yüktür.” (Mesnevi, C. 3, 4672)
“Aşık, gece gündüz gah çadır yerlerinde kalan çerçöpe, gah harebelere hitap eder.” (Mesnevi, C. 3, 1345)
“Aşıkın gıdası ekmeksiz ekmeğe aşık olmaktır./Aşkında doğru olan kişi, varlığa bağlanmaz./Aşıkların varlıkla işi yoktur. Aşıklar karı sermayesiz elde ederler./Kanatları yoktur, alemin etrafında uçarlar./Elleri yoktur topu meydandan kaparlar.” (Mesnevi, C. 3, 3020)
“Aşıklara her yanışta bir yanış vardır./Yıkık köyden haraç, öşür alınmaz.” (Mesnevi, C. 2, 1763)
“Ey aslı nesli belli kişi, bu edeplilikle edepsizliği bir birine uygun bil./Zahirine bakarsan edepsiz gibi görünür./Çünkü başında aşk davası vardır.” (Mesnevi, C. 3, 3680)
“Aşk bir denizdir, gökyüzü bu denizde bir köpük/Aşk Yusuf’un havasına kapılan Züleyha gibi insanı hayran eder/Gönüllerin dönüşünü aşktan bil/Aşk olmasaydı dünya donar kalırdı/Aşk olmasaydı nerden cansız bir şey nebata girer, onda mahvolurdu?/Büyüyüp yetişen nebatlar nerden kendilerini canlılara feda ederlerdi?/Ruh nasıl olur da o nefese feda olurdu/Onun esintisinden Meryem gebe kalırdı?” (Mesnevi, C.5, 3853)
ŞEMS İLE MEVLANA’NIN ‘AŞK’I
Bu ve benzeri dizelerden görüldüğü gibi Mevlana için ‘aşk’ kelimesinin kapsamı çok geniştir. Bazen tanrı aşkı, bazen beşeri, bazen cismani aşk, bazen hepsi birden. Bazen biriyle başlayıp diğeriyle biter. Kısacası Mevlevi için ‘aşk’ şudur deyip çıkmak kolay değil. Lafı uzatmadan Mevlana ile Şems arasındaki ‘aşk’ın mahiyetini merak edenlere cevap vermeye çalışalım.
Girişte sözünü ettiğim yazıda da anlatmıştım, biraz daha genişleterek tekrarlayayım. Mevlana’nın hayatı, 1244 yılının Konya'nın ünlü Şekerfuruşan (Şeker tacirleri) Hanı’nın (bazı kaynaklara göre Pirinçciler Hanı) kapısında baştan ayağa karalar giymiş bir gezginle tanıştığında radikal biçimde değişecektir. Bu siyahlı gezginin adı Tebrizli Şems idi. Karşılaştıklarında Şems 60 yaşında, Mevlana 37 yaşındaydı. Şems’ten önce Mevlana binlerce insanın izlediği örnek bir imamdı. Şems’le karşılaştıktan sonra bu sıra dışı ve geleneklere meydan okuyan biri oldu. İkili, Mevlana'nın seçkin müritlerinden kuyumcu esnafından Selahaddin Zerkub'un hücresine gittiler ve ‘halvet’ (iki kişilik kesin bir yalnızlık içinde) oldular. Bazı kaynaklara göre 40 gün, bazılarına göre üç ay, bazılarına göre altı ay sürdü bu ‘halvet’. Ardından Mevlana, müritlerini şaşkına çeviren bir kararla medresenin ve evinin kapılarını kapadı ve ‘gönül eğitimi’ adını verdiği sürece girdi.
ŞEMS’İN KAYBOLUŞU
Günlerini Şems ile sohbet etmekle geçiren Mevlana’ya karşı, gerek ailesi gerekse öğrencileri başlangıçta serzenişlerde bulunurken zaman içinde bu çevrelerde Şems’e karşı bir kin oluşmaya başladı. Halk da Mevlana'ya Tebrizli Şems geldikten sonra ders ve vaaz vermeyi bıraktığı, sema ve raksa başladığı, fıkıh bilginlerine özgü kıyafetini değiştirip Hint alacası renginde bir hırka ve bal rengi bir külah giydiği için kızıyordu. Büyüyen tepkiler dolayısıyla Şems, 1 Mart 1246’da (yani karşılaşmalarından 15 ay 20 gün sonra) Konya’dan ayrılıp Şam’a gitti. Ancak Mevlana bu ayrılığa dayanamadı. Şems’e sürekli mektuplar yazdı.
Sonunda babasının haline dayanamayan oğlu Mehmed Bahaeddin (Sultan Veled) Şam’a gidip Şems’i buldu ve Konya’ya getirdi. Kaynaklara göre ‘Bahr-i Farisi’ (İran denizi) ile ‘Bahr-i Rumi’nin (Rum/Anadolu denizi) kavuşması 1247’de idi. Ancak ilkine benzer tepkilerin ortaya çıkması gecikmedi. Çünkü Mevlana sema ve raksa devam ediyor, yaslıların giydiği siyah renkli giysileri giyiyordu. Meyhanelerden destilerle şarap getirip içiyordu. Üstelik bu alemlere karısı ve oğlunu da dahil ediyordu. Küçük oğul Alaeddin bunları duyunca zıvanadan çıktı. Şems 1247 yılının sonunda esrarengiz biçimde ortadan kayboldu. Döneme dair önemli bir kaynak olan Ahmed Eflaki’ye göre ise Mevlana’nın oğlu Alaeddin ve arkadaşları tarafından öldürüldü. Şems’in cesedinin bulunmamasından dolayı öldüğüne bir türlü inanmayan Mevlana (ki Şems’in geleceğini hisseden birinin öldüğünü hissetmemesi garipti) Şems’i aramak üzere 1247 ila 1249 yılları arasında dört kere Şam’a gitti. Mevlana sonunda umudunu kesip Konya’ya döndü. Ancak Şems’ten sonra klasik medrese eğitimine devam edemedi. Şems’in kayboluşunun 40. Gününde başına duman rengi bir sarık saran ve Yemen ve Hint kumaşından bir ferace giyen Mevlana bu giysileri ölünceye kadar üzerinden çıkarmadı. Büyük kaybının acısıyla yaptığı semalar öylesine cazibeliydi ki birçok kişi onun semasının arkasından gitmeye başlayınca Sünni ulema iyice kızmaya başladı. Sema bidat sayılmaya başladı.
Hikaye böyle devam ediyor. Konumuza dönersek, acaba Şems Mevlana’ya ne öğretti de kendisine böyle bağladı? Buna cevap vermek bu yazının boyutu aşar. Ama Mevlana ile Şems arasında yalnızca ruhsal bir ilişki mi vardı yoksa aynı zamanda tensel bir ilişki de var mıydı sorusu son derece meşrudur çünkü öncelikle o dönemde eşcinsellik hem gerçek anlamda yaygındı hem de mecazi anlamda çok revaçtaydı. Mesela Mevlana ve Şems’in çevresindekilerden Evheddin Kirmani adlı bir Türk Sufi, oğlanlara düşkünlüğüyle tanınırdı. Öte yandan Şems ve Mesnevi’nin şiirlerinde de eşcinsel imgeler bol bol kullanıyorlardı. Örneğin Şems’in şu satırlarını okuyan birinin aklına eşcinselliğin gelmesi şaşırtıcı olabilir mi: “ Seni nasıl incitebilirim? Ayağına bir öpücük kondurayım desem korkarım ki kirpiklerimin dikeni ayağına batar da rahatsız eder.” (Makalat, 99-100) “Düşünmüyor musun ki. Benim bu eve yol bulmaklığım kendi kadınıma kavuşmaklığım gibi Cebrail’den gelen bir gayret yüzündendir.” (Makalat, 661) Veya şu satırlar: “Tebrizli Şems altmışından sonra cilveler göreyim, işveler seyredeyim diye , beni yeniden gençleştirdi.” (Muvahhid, 127-128)
ŞEMS’İN MEVLANA’YA BAKIŞI
Evet bu dizelerde ruhsal ve tensel aşk birbirine karışmış görünüyor ama böyle bir karışım varsa da bunun Mevlana cephesinden gelmesi daha olası, çünkü Şems’in şu satırları aralarındaki ilişkinin niteliğini daha iyi anlatıyor sanki: “Mevlana’ya önce onun şeyhi olmayacağımı bilerek geldim. Allah Mevlana’nın şeyhi olabilecek birini daha dünyaya getirmemiştir. O kişi ölümlü biri olamaz. Fakat ben mürit olacak biri de değilim. Bu artık bana göre değil. Dostluk ve gönül ferahlığı için geliyorum. Böyle olmalı ki nifaka ihtiyaç duymayayım. Peygamberlerin çoğu niyetlerini gizlemiştir...” (Makalat, 777) “Karşımda beni dinlerken, kendini iki yaşındaki bir çocuk, İslama dair hiçbir şey bilmeyen yeni bir mühtedi gibi sayar kendini. Bu ne muhteşem bir uysallıktır!” (Makalat, 730) “Hayatımızın ne şekilde müşterek olacağının belli olmasına ihtiyacım var. Kardeşlik ve dostluk mu, yoksa Şeyhlik ve müritlik mi? Bundan hoşlanmıyorum. Öğrenci öğretmen?” (Makalat, 682)
Öte yandan gerek Mevlana, eşcinsellik hikayeleriyle tanınan Evheddin Kirmani’den “dünyaya kötü bir miras bıraktı” diye bahsederken, Şems de onun hakkında olumsuz imalarda bulunur. Yine bu ikili yazılarında müritlere uyuşturucudan ve livatadan uzak durmalarını tavsiye ederler. Elbette bütün bunlar Mevlana ve Şems’in ilişkilerinin sadece ruhsal olduğunu kabul etmemizi de sağlamaz. Peki sadece ruhsal olmasa tensel olsa bu ayıp mıdır? Bence hayır. Osmanlı döneminde eşcinsellik tarihine dair “Elinde tesbih, evinde oğlar, dudağında dua” başlıklı yazımı (okumak için tıklayın) okuyanlar eşcinselliğin tarihimiz boyunca çok yaygın ve saygın olduğunu görürler.
ATATÜRK MEVLEVİ MİYDİ?
Madem başladım, iki yıl önce anlatmayı vaat ettiğim konulardan birine daha değineyim: Atatürk Mevlevi miydi? Bu konuda da çok az belge var elimizde. Atatürk’ün en yakınlarındaki yazarlardan Falih Rıfkı Atay’a göre ise Atatürk Harb Akademisinde öğrenci iken, Selanik’e evci olarak gittiği zamanlar, Mevlevîlerin ayinlerine katıldığını ve ‘Hu Hu’ diyerek onlar gibi sema yaptığının söylendiğini, ancak bu ayinlerin Atatürk’te dinî duygulardan çok klasik müzik sevgisini oluşturmaktan öte gitmemiştir. 1920 sonrasına dair ise epeyce bilgimiz var. Örneğin ilk olarak 3-5Ağustos 1920’de Konya’ya gelen Mustafa Kemal, Konya’da kaldığı iki gün içinde hem bu müzeyi, hem de Mevlana Dergâhı’nı ve Türbesi’ni ziyaret etmiş, kendisine verilen bilgileri dikkatle dinlemişti. İkinci ziyaretini 1-4 Nisan 1922’de yaptı ve kendisi için yapılan Sema ayinini izledi. 24-25 Temmuz 1922 günü yaptığı üçüncü ziyarette postnişin Abdülhalim Çelebi'nin davetlisi olarak dergâhta yemek yedi ve Mevlana'nın büyüklüğü üzerine takdir ve hayranlık dolu sözler söyledi.
(Mustafa Kemal, Mevlevi Dergâhı Postnişini Abdülhalim Çelebi ve Mevlevilerle birlikte, 3 Ağustos 1920)
“MEVLANA’NIN HUZURUNA KUPKURU GİDİLMEZ!”
20 Mart 1923’teki ziyaretinde ise Dergâhın ziyaretçi defterine, Konya’ya, Mevlana’ya ve Mevleviliğe dair övücü cümleler yazdı. Bu gezide kendisine eşlik eden gazeteci İsmail Habib Sevük o gün Mustafa Kemal ile birlikte izledikleri Mevlevî ayinden sonraki izlenimlerini şöyle aktarıyor: “Ayinden memnun. Beni imtihan etmek istermiş gibi, "Bu Mevlana nasıl adamdır" dedi. Ben: "Bilmiyorum ama büyük bir adam olacak ki raks, şiir gibi esas yapmış (....) dedim. O: "Onun ne liberal kafalı bir şair olduğunu bildiğim için huzuruna kupkuru girilmez dedim (…)"
“MEVLANA BÜYÜK BİR REFORMİSTTİR”
Bu tarihten 1937 yılına kadar 9 kere daha Konya’yı ziyaret edecek olan Mustafa Kemal Atatürk, Sadi Borak’ın anlattığına göre ise, bu ziyaretlerden birinden hemen sonra, Çankaya’daki meşhur akşam yemeklerinden birinde Maarif Vekili Hasan Ali Yücel için "Zeki bir genç" demiş, sofrada bulunanlardan biri atılarak “Efendim, Hasan Ali Mevlevi’dir, babası da Mevlevi’dir” demişti. Borak’ın dediğine göre bu açıklamanın amacı, Hasan Ali’yi gözden düşürmekti. Ama tam tersi olacak ve Mustafa Kemal şöyle cevap verecekti: “Bana hiç bahsetmedi, halbuki ben Mevlana’yı takdir ederim.” Bu sözlerden sonra derin bir sessizlik olmuş, ardından kimi tekkelerin aleyhine atıp tutmaya, kimi Mevleviliğin tuhaf adetlerine ilişkin hikâyeler anlatmaya başlamıştı. Sonunda birisi “Efendim Mevlevilik ibadete çalgı sokarak dini gülünç eden ve Müslümanlığı dejenere eden teşebbüslerden birisidir” deyince Mustafa Kemal’in cevabı şu olmuştu: "Mevlana bilakis Müslümanlığı Türk ruhuna uygun hale getiren büyük bir reformisttir. Müslümanlık aslında hoşgörülü ve modern bir dindir. Araplar onu kendi bünyelerine göre almışlar ve uygulamışlardır. Sıcak bir iklimde oturan, suyu nadiren bulan ve kullanan genel bir hareketsizlik içinde ömür süren Araplar için, günde beş defa abdest alıp, beş defa namaz kılmak, çok ileri bir hareket adımıdır. Hazreti Muhammed’in dini, insanları harekete geçirmek esasına dayanır. Bu uygulama Türkler için çok hareketsiz sayılabilir. Sarp dağlarda at oynatan, erimiş kar sularıyla yıkanan Türk için, abdest ve namazla sınırlı ibadet tarzı çok hareketsiz kalmıştır. Şaman dininde iken dans eden, şarkılar söyleyen, kopuzlar çalan, şiir okuyan Türk, namazı az ve hareketsiz bir ibadet saymıştı. Türk hayat tarzı, bu hareketsizliğe karşı harekete geçilmesinden doğmuştur. Mevleviliğe gelince, o tamamıyla Türk geleneklerinin Müslümanlığa nüfuz örneğidir. Mevlana büyük bir reformisttir. Ayakta dönerek ve hareketli Allah'a yaklaşma fikri, Türk dehasının en doğal ifadesidir. Bir tarafta müzik çalıyor, diğer tarafta insanlar ilahiler söylüyor ve ayağa kalkmış diğerleri, hayali bir dönüşle ellerini göklere kaldırıyorlar. Bunun estetiği fevkaladedir."
MEVLANA MÜZESİ’NİN AÇILIŞ MÖNÜSÜ
1925’te ülkedeki tüm tekke ve dergâhlar kapatıldığında Maarif Vekili Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Bey’in önerisi ile Mevlana Dergâhı’nın Âsâr-ı Atîka Müzesi (Eski Eserler Müzesi) haline getirilmesini çalışmalarına başlanmıştı. 2 Mart 1927 Çarşamba günü müze yemekli bir törenle açılmıştı. Yemeğin mönüsünde (orijinal sırasıyla) şunlar vardı: 1. Un çorbası, 2. Kekikli dağ eti (Sokollu Mehmed Paşa Devri’ne ait), 3) Peynirli, soğanlı börek, 4) Sebzeli kefal balığı paçası, 5. Portakal peltesi, 6. Çalı fasulyesi, 7. Şehriyeli pilav, 8. Kaymaklı Medine hurması tatlısı (Nevşehirli İbrahim Paşa Devri’ne aittir), 9. Turşu, 10. Turp salatası, 11. Marul salatası. (Misafirlerin yemek hakkındaki düşüncelerini ne yazık öğrenemedim, umarım beğenmişlerdir.)
“SENİN KAPIN AÇIK KALMIŞTIR”
Bir iddiaya göre Mustafa Kemal 21 Mart 1931’de müzeyi gezerken Niyaz Penceresi kemeri üzerinde , bir iddiaya göre ise Topkapı Sarayı’nın Kutsal Emanetler Dairesi önünde Mevlana’nın şu Farsça rubaisini görmüştü: “Derhâ heme bestend illâ der-i tu/Tâ reh nebered garip illâ ber-i tu/Ey der Kerem-u-izzet-u nur-efşânî/Horşid-u mâh-u sitaregân çâker-i tu.”
Mustafa Kemal yanında bulunanlardan birisine (kimine göre Hasan Ali Yücel’e, kimine göre Konya Milletvekili Fuat Gökbudak’a) dörtlüğü tercüme ettirmişti. Tercüme şöyleydi: “Ey keremde, yücelikte ve nur saçıcılıkta güneşin, ayın, yıldızların kul olduğu sen (Allah). Garip âşıklar, senin kapından başka bir kapıya yol bulmasınlar diye, öteki bütün kapılar kapanmış, yalnız senin kapın açık kalmıştır.”
İddialara göre Mustafa Kemal tercümeyi dikkatle dinledikten sonra, şöyle demişti: “Demek bütün kapılar kapandığı hâlde, bu kapı açık oluyor. Doğrusu ben, 1923 yılında burayı ziyaretim sırasında, bu dergâhı kapatmayalım, müze olarak halkın ziyaretine açalım, diye düşünmüş ve bir yıl sonra, Dergâh ve Tekkelerin Kapatılması Kanunu çıkar çıkmaz, İsmet Paşa’ya Mevlana Dergâhı ve Türbesi’ni kendi eşyası ile müze haline getiriniz demiştim. Görüyorum ki, şu okunan şiirin hükmünü yerine getirmişim.”
Son bir bilgi: 1925’te tarikatların kapatılması sırasında Abdülhalim Çelebi’nin oğlu Bakır Çelebi Halep Mevlevîhanesi’nde idi. Babasının ölümü üzerine, Suriye’deki Fransız Manda İdaresi’nden izin alarak ‘Çelebilik”' makamını Halep’e taşımıştı. Buna rağmen Mustafa Kemal Bakır Çelebi’ye, Hatay’ın ilhakında görev verecek kadar güveniyordu. (Hatay’ın ilhakı konusunda şu yazıma bakılabilir: (okumak için tıklayın) Bakır Çelebi bu görevi yerine getirmek için 1937’de Türkiye’ye geldi ve Fransız Manda İdaresi tarafından casusluk suçlamasıyla Suriye’ye dönüşü engellendi.
Şimdi bu anlatılardan kalkarak, “Atatürk Mevlevi idi” demek mümkün mü?
ATATÜRK BEKTAŞİ MİYDİ?
“Laf lafı açar” derler ya, “Atatürk Mevlevi miydi?” sorusunun simetriği olan “Atatürk Bektaşi miydi?” sorusuna dair de bir kaç kelam edeyim. Atatürk’ün Bektaşi olması ihtimalini ilk ortaya atanlardan biri olan Enver Behnan Şapolyo’ya göre kızkardeşi Makbule Atadan kendisine Anadolu’dan göçetmiş bir Yörük ailesinden (Kızıl Oğuzlar?) geldiklerini anlatmış, Yörükler arasında Alevilik-Kızılbaşlık-Bektaşilik geleneğinin yaygın olmasından kalkan Şapolyo ve şürekası ise Atatürk’ün Bektaşi olabileceğini düşünmekten kendilerini alamamışlardır. Ancak modern dönem uzmanlarından Mete Tunçay da Milliyet Sanat Dergisi’nin 7 Ekim 1977 tarihli 246. sayısında yayımlanan mülakatında “Atatürk?ün aile itibariyle Rumeli Alevi/Bektaşilerinden geldiği, ayrıca gençlik arayışları içinde bir tarikatla ilgilendiği yolunda söylentilerin olduğunu, Nutuk’ta aktarılan, saray telgrafhanesindeki Abdülkerim Paşa ile konuşmasında parola olarak kullandığı bazı tekke terimleri (Kutbü’l-Aktap, Hazret-i Evvel vb.) bu söylentileri doğrular gibi görünmekte” der. Bilindiği gibi ‘Kutbü’l-aktap’ ve ‘Hazret-i Evvel’, Bektaşilik literatüründe Hacı Bektaşi Veli’nin unvanıdır.
MECLİS’İN BEKTAŞİLERİ
Mete Tunçay’a ben de şu katkıları yapayım: Mustafa Kemal Mayıs 1919’da Samsun’a, daha doğrusu Havza’ya gittiğinde, Ali Baba adlı nüfuzlu bir Bektaşi şeyhinin Mesudiye adlı otelinde (kiracı) olarak kalmış, kendisini halka Ali Baba takdim etmişti. 23 Nisan 1920 Cuma günü Hacı Bayram Camii’nde yapılan Meclis’in açılış töreninde (özellikle cumaya denk getirilmişti) Kuran’dan ayetler okunduktan sonra hatim indirilmiş, Hacı Bayram Veli’nin türbesi ziyaret edilmişti. Millî Mücadele’nin muhafazakâr liderlerinden Kâzım Karabekir bile töreni ‘gereğinden fazla aşırı’, ‘koyu dindar’ ve ‘dervişane’ bularak, “tarihimizde hiçbir meclis böyle açılmadı,” diye yakınmıştı. Hâlbuki 8 şeyh, 61 din adamının milletvekili olduğu bir meclis için bu tören doğal ve kaçınılmazdı. Şeyhlerden ikisi Nakşibendî, biri Bayramî, ikisi Halveti, biri Mevlevi, ikisi ise Bektaşi şeyhi idi. Hem işlevsel hem de sembolik açıdan büyük önemi olan meclis başkan vekillerinden biri Mevlana Celaleddin Rumi’nin 19. göbekten akrabası olan Abdülhalim Çelebi, diğeri ise Hacı Bektaş Veli soyundan gelen Cemaleddin Çelebi idi. (Çelebi, 1919’da Amasya’da da Mustafa Kemal’in yanındaydı.) İlerki yıllarda, Atatürk Çamlıca Bektaşi Dergâhı Postnişini Nuri Baba’nın oğlu Ali Nutki Baba’yı Çankaya’da her yıl ağırlardı. Doğrusu bunlardan kalkarak Atatürk Bektaşi idi demek doğru değil. Nitekim Ali Nutki Baba’nın ziyaretlerine dair ayrıntılar veren Atatürk’ün özel doktoru Hasan Ragıp Erensel’in hatıratında görülüyor ki, bu sohbetlerde Atatürk misafirlere Bektaşilik hakkında sorular soruyor, misafirler Atatürk’e Bektaşilik üzerine bilgiler veriyor.
HACI BEKTAŞ DERGÂHI’NI ZİYARET
Ama Cumhuriyet tarihi boyunca Bektaşiler, özellikle Mustafa Kemal’in 22-23 Aralık 1919’da Hacıbektaş’a yaptığı kısa ziyareti Mustafa Kemal’in Bektaşiliğe girişi olarak ele alma eğilimindedirler. Bu ziyaretten dolayı, Mustafa Kemal’i ‘don (kıyafet) değiştirmiş Hazreti Ali/Hacı Bektaş Veli’ sayanlar, hatta ‘mehdi’ gibi görenler bile vardır. Onlara göre, bu ziyaret sırasında Mustafa Kemal, kendisine cumhuriyet hakkında ne düşündüğünü soran Cemaleddin Çelebi’nin kulağına, Millî Mücadele’nin başarıya ulaşmasından sonra saltanat ve hilafetin kaldırılacağını fısıldamıştı. Bektaşiler de Mustafa Kemal’e destek sözü ile birlikte 1.800 altın vermişlerdi. Bektaşilerin övünerek aktardığı bu hikâyenin Sünnî kesimden bazı kişileri ne kadar kızdırdığını söylemeye herhalde gerek yok. Peki, bu iddialar doğru mudur?
Aslında, Eylül 1919’da hem Millî Mücadeleci kadrolar, hem de muhalifleri (örneğin Ankara Valisi Muhiddin Paşa) Hacıbektaş’ı ziyaret etmişti. Çünkü Bektaşi çelebilerinin Alevi Kürtler üzerindeki etkisinden faydalanmak istiyorlardı. Bilindiği gibi Mustafa Kemal, Samsun’a çıkar çıkmaz pek çok tarikat şeyhine telgraflar çekmiş, mektuplar yazmış, kendilerine bazı görevler vermişti. Mustafa Kemal’in, Bektaşilerin Millî Mücadele’ye katılmasını istemesi kadar doğal bir şey olamazdı.
1.800 ALTIN MI VERDİLER?
Ziyarete katılanlardan Mazhar Müfid (Kansu) Bey’in anlattığına göre heyeti yolda karşılayan Babagân kolunun ‘Dedebabası’ Salih Niyazi Baba, Mazhar Müfid ve Rauf beylerin bulunduğu arabaya binmiş, yol boyunca masonluktan söz etmişlerdi. Hacıbektaş’a varıldığında Salih Niyazi Baba dergâhına çekilmiş, misafirlerse Çelebiyan kolundan Cemaleddin Çelebi’nin basitçe döşenmiş odasına alınmıştı. Gruptakilerden Enver Behnan (Şapolyo) Bey’e bakılırsa, Mustafa Kemal burada “Bektaşilerin havasına uyup kendisini Çelebi’ye adamış güzel kızların sunduğu” içkileri içmişti. Cemaleddin Çelebi ise bir anlatıya göre hasta olduğu için içki içmemiş, bir anlatıya göre ise Mustafa Kemal’e eşlik etmek için bir kadeh içmişti. Konuşma sırasında Cemaleddin Çelebi Milli Mücadele’yi destekleyeceğini ve cumhuriyetten yana olduğunu söylemiş, Mustafa Kemal ise henüz zamanı olmadığı gerekçesi ile cumhuriyet meselesini konuşmak istememişti. Ertesi gün Salih Niyazi Baba ile Cemaleddin Çelebi arasında anlaşmazlık çıkmış, Mustafa Kemal ve arkadaşları oradan ayrılmak zorunda kalmışlardı. Her iki yazar da Bektaşilerin 1.800 altın verdiğinden bahsetmediği gibi, Mazhar Müfid Bey’e göre, asıl Mustafa Kemal ileri gelen Bektaşi babalarına 50’şer lira vermişti.
Görüldüğü gibi gerçek herkese göre farklıdır. Mustafa Kemal’in daha başından beri aklında cumhuriyet kurma fikri olduğunda kuşku yok. Ancak, Millî Mücadele’nin daha başında bu kadar rahatça cumhuriyet adını ağzına alması hele de bir tarikat liderine bu konuda söz vermesi mantıklı görünmüyor. Hacı Bektaş’a yapılan bu ziyaretin o dönemde harekete yandaş toplamak için pek çok çevreye yapılan nezaket ziyaretleri veya çağrıları içinde yer aldığı açık. Para meselesine gelince, 1.800 altın gibi büyük bir miktardan olayın tanıklarının söz etmemesi bir şeyi ispat etmez ama, böyle bir paranın devletin kayıtlarında olmaması, dahası Milli Mücadele’den sonra bütün tarikatlar verdikleri paraları geri istedikleri halde, Bektaşilerin böyle bir talebinin olmaması bu ‘yardım’ meselesinin bir Bektaşi efsanesi olduğunu düşündürüyor. Bunu, tarikatın âlicenaplığı diye açıklamak mümkün, ancak tarikat 1923’te Ankara’ya başvurarak, Osmanlı İmparatorluğu’ndan alamadıkları birikmiş alacakları karşılığında bir misafirhane inşa edilmesini istemiş, bu istek Ankara tarafından yerine getirilmişti. Yani o dönemde kimse devlette ‘hakkını bırakmıyordu’ (!) Dolayısıyla eğer 1.800 altınlık bir alacakları olsaydı onu da isterlerdi.
(Hacı Bektaş Veli Dergâhı)
TARİKATLARIN KAPATILMASI
Konu açılmışken bir başka iddiaya da açıklık getirelim. Sünni kesim, Alevi/Bektaşilerin Kemalist rejim tarafından koruma altına alındığı, buna karşılık kendilerine karşı sert davranıldığını ileri sürer. Ancak bu iddia da doğru değildir. Kemalist rejim, 1923’te Cumhuriyet’in ilanından sonra tarikatlarla ilişkisini yeniden tarif etmeye koyulmuştur. 1924’te Halifeliğin kaldırılmasını, Şubat-Nisan 1925’te yaşanan Şeyh Said İsyanı’nı takiben tarikatların kapatılması izledi. 13 Aralık 1925 tarihli kanunla bütün tekke ve tarikatlar kapatıldıktan sonra mal varlıkları Evkaf Müdürlüğü’ne devredildi, kitapları kütüphanelere taşındı. Ancak tekkelerin son şeyhlerine vefatlarına kadar tekkede oturma ve maaş alma hakkı verildi. (1927 yılında ‘mülga’ (kaldırılmış) tekke ve zaviye şeyhlerine ödenen maaş miktarı 18 bin lira idi.) Bazı şeyhler ise diyanet işlerine ve vakıfların mütevelli heyetlerine alındılar.
Sünni kesimin Kemalist rejim tarafından kollandığını ileri sürdüğü Bektaşilik de bundan muaf tutulmadı. Mecliste bu konu görüşülürken Bektaşi dergâhlarından ‘mezellegah’, Bektaşi babalarından ve çelebilerinden ‘haneberduş’, ‘tufeyli babalar’, ‘Arnavutluktan gelme bir takım katil cani adamlar’, ‘etraftan oluk gibi akan milletin paralarıyla tarlalar almış, değirmenler almış adamlar’ diye söz edilirken buna meclisin hiçbir üyesi tepki vermemişti. Hacıbektaş’taki dergâh güzel bir bitki örtüsüne sahip olan bahçesinden dolayı Numune Ziraat Mektebi yapıldı, sonra araba parkı olarak kullanıldı. (Müze olması 1964’dedir.) Kitapları Ankara’daki Milli Kütüphane’ye gönderildi.
Dergâhta ‘Kilerevi Babası’ olarak bulunan Salih Niyazi Baba kararı duyunca ‘bu demektir ki biz bu göreve layık değiliz’ diyerek dergâhı terk etti. Bir süre Ankara Ulus’ta Anadolu Oteli’ni işletti, burayı gizli dergâh olarak kullanmasına izin verilmeyince, 1930’da bazı ‘mücerred’ (bekar) babalarla Arnavutluğun başkenti Tiran’a gitti. İstanbul’daki Takiyeciler/Takkeciler Tekkesi şeyhi Bektaş Baba da onu izledi. Ancak Salih Niyazi Baba’nın Bektaşiliğin merkezini Arnavutluğa taşıma fikri Arnavutluk kralı Zogo tarafından kabul görmedi. Salih Niyazi Baba İtalyanlarca öldürüldüğü 1941’e kadar Arnavutlukta Bektaşi cemaatinin ‘dedebabası’ olarak yaşadı. Bazı kaynaklara göre Salih Baba İtalyanlarla işbirliği yaptığı için komünistlerce öldürüldü. Bir kaynağa göre ise dergâhın parasını çalmaya çalışan bir hırsız tarafından öldürüldü. Sonuç olarak, Alevi/Bektaşilerin Cumhuriyet döneminde kayrıldıkları meselesi de tartışılmaya muhtaç bir tez olarak ortada duruyor.
(Salih Niyazi Baba ve dervişleri, Kaynak: www.conspiracyarchive.com)
Özet Kaynakça: Franklin Lewis, Mevlana:Geçmiş ve şimdi, Doğu ve Batı : Mevlana Celaleddin Rumi'nin hayatı, öğretisi ve şiiri, Çevirenler: Gül Çağalı Güven ve Hamide Koyukan, Kabalcı, 2010; Zeynep Köse, “Mevlana’nın Mesnevi’sinde Aşk Kavramı”, Konya Selçuk Üniversitesi’nde 2004 yılında kabul edilmiş yüksek lisans tezi. Hülya Küçük, Kurtuluş Savaşı’nda Bektaşiler, Kitap Yayınevi, 2003; Cemal Kutay, Kurtuluşun ve Cumhuriyetin Manevi Liderleri, Enver Behnan Şapolyo, İstanbul ve Millî Mücadele’nin Iç Âlemi, 1967.
Ek Okuma: İttihatçı ve Kemalistlerin Alevi-Bektaşi politikaları” (okumak için tıklayın)
.
27 Mayıs'ın ardından: Yassıada, intiharlar, idamlar
25.5.2015 - Bu Yazı 1544 Kez Okundu.
Yorum : 1 - Onay Bekleyenler : 0
Üç gün sonra, 27 Mayıs 1960 darbesinin 55. yıldönümü. Darbeye giden yolu daha önce anlatmıştım. (“27 Mayıs öncesini şu yazımda anlatmıştım: “Dersimiz: Demokrat Parti Dönemi” (okumak için tıklayın) Dolayısıyla bugün, darbeden sonra olanları anlatacağım.
26 Mayıs’ı 27 Mayıs’a bağlayan gece saat 03.00’da İstanbul’da başlayan ‘ihtilal’, bir saat içinde önemli ve kilit mevkilerin ele geçirilmesi ile tamamlanmış, ancak İstanbul ve Ankara ekipleri arasındaki saat anlaşmazlığı yüzünden ihtilal saat 04.36’da radyodan “Dikkat... Dikkat... Muhterem vatandas¸lar, radyolarınızın bas¸ına gec¸iniz. Gu¨vendig?iniz Tu¨rk Silahlı Kuvvetlerinizin sesi bir dakika sonra size hitap edecektir” c¸ag?rısıyla duyurulmuştu. Ardından Albay Alparslan Türkeş tok sesiyle s¸u bildiriyi okumus¸tu:
“Bugu¨n demokrasimizin ic¸ine du¨s¸tu¨g?u¨ buhran ve son mu¨essif hadiseler dolayısıyla ve kardes¸ kavgasına meydan vermemek maksadıyla Tu¨rk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini eline almıs¸tır.
Bu harekete Silahlı Kuvvelerimiz, partileri ic¸ine du¨s¸tu¨kleri uzlas¸maz durumdan kurtarmak ve partiler u¨stu¨ tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemlig?i altında en kısa zamanda adil ve serbest sec¸imler yaptırarak idareyi hangi tarafta olursa olsun sec¸imi kazananlara devir ve teslim etmek giris¸mis¸ bulunmaktadır. Giris¸ilmis¸ olan tes¸ebbu¨s, hic¸bir s¸ahsa veya zu¨mreye kars¸ı deg?ildir. I·daremiz hic¸ kimse hakkında s¸ahsiyete mu¨teallik tecavu¨zkar bir fiile tes¸ebbu¨s etmeyeceg?i gibi, edilmesine de asla mu¨samaha etmeyecektir. Kim olursa olsun ve hangi partiye mensup olursa olsun, her vatandas¸ kanunlar ve hukuk prensipleri esaslarına go¨re muamele go¨recektir. Bu¨tu¨n vatandas¸ların, partilerin u¨stu¨nde aynı milletin, aynı soydan gelmis¸ evlatları olduklarını hatırlayarak ve kin gu¨tmeden birbirlerine kars¸ı hu¨rmet ve anlayıs¸la muamele etmeleri, ıstıraplarımızın dinmesi ve milli varlıg?ımızın selameti ic¸in zaruri go¨ru¨lmektedir. Kabineye mensup s¸ahsiyetlerin Tu¨rk Silahlı Kuvvetleri’ne sıg?ınmalarını rica ediyoruz. S¸ahsi emniyetleri kanun teminatı altındadır.
Mu¨ttefiklerimize, koms¸ularımıza ve bu¨tu¨n du¨nyaya hitap ediyoruz: Gayemiz Birles¸mis¸ Milletler Anayasası’na ve I·nsan Hakları Prensipleri’ne tamamıyla riayettir. Bu¨yu¨k Atatu¨rk’u¨n ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ prensibi bayrag?ımızdır. Bu¨tu¨n ittifaklarımıza ve taahhu¨tlerimize sadıg?ız. NATO’ya inanıyoruz ve bag?lıyız. CENTO’ya bag?lıyız. Tekrar ediyorum: Du¨s¸u¨ncelerimiz ‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’tur. Tu¨rkiye dahilinde bu¨tu¨n garnizonlardaki garnizon komutanları o yerin mu¨lki ve askeri idaresine el koyacaklar ve vatandas¸ların her hususta emniyetini sag?layacaklardır.”
TUTUKLAMALAR BAŞLIYOR
Darbeciler aralarında şöyle işbölümü yapmışlardı: Karargah Kumandanı General Cemal Madanog?lu, yardımcıları Albay Alpaslan Tu¨rkes¸, Albay Sami Ku¨c¸u¨k, Albay Ekrem Acuner, Yarbay Sezai Okan, Yarbay Suphi Karaman, Binbas¸ı Kadri Kaplan’dı. General Sıtkı Ulay ve Kurmay Albay Tevfik Ercan bakanlıklar bölgesinden, General I·rfan Bas¸tug? ve Albay Fikret Kuytak Ulus ve Cebeci bo¨lgesinden sorumluydu. Ekip, hemen tutuklamalara başladı.
Darbe sırasında Genelkurmay Başkanı olan Rüşdü Erdelhun’un, o günlerde tuttuğu notlara bakılırsa Erdelhun, Çankaya Köşkü’nü arayarak Muhafız Alay Komutanlığı’ndaki askerleri harekete geçirmek istemiş ancak, Muhafız Alayı Komutanı Osman Köksal’ın da darbe komitesinde olmasından dolayı emri karşılıksız kalmıştı. Ardından olanları Erdelhun Paşa şöyle anlatacaktı: “Esasen çıkmağa hazırlandığımdan elimde şapkam vardı. Harp Okulu'na gideceğim söylendi. Pekiyi dedim. Fakat General (Uluç) koluma girmek istedi, reddettim. Kapımın önünde bir tank ile bir Tomksav top ve makineli tüfekli jeeplerin sıralanmış olduğunu gördüm. Bu esnada teğmen, 'Satılmış adam!' diye bağırdı ve Tomsunu (yarı otomatik silah) bana tevcih etti (yöneltti). Jipe binince General (Uluç), 'Dün Genelkurmay'da konuştuk ne idi, neler söyledin?' Harp Okulu öğrencisini göstererek, 'Bunları mı vurduracaktın?' dedi. Teğmen de 'Sen bize geçen sene hükümete destek ve imara yardımcı olmamızı söylemiştin' diye ekledi. General (Uluç) 'sen konuşma!' diye onu susturdu.”
Erdelhun, Harp Okulu’na götürülmüştü. Üstü aranmış, para, saat ve gömlek hariç herşeyi alınmıştı. Ancak bundan sonrası ilginçti: "27 Mayıs günü öğleye kadar bazı subaylar gelerek bu hareketin benim tarafımdan yapılmasının beklendiğini ilettiler. Fakat benim körü körüne hükümete bağlılığımın bu neticeyi verdiğini, kendime yazık ettiğimi iki saat içinde her şeyin olup bittiğini söylediler. Pek sevdiğim ve takdir ettiğim sınıf arkadaşım emekli bir korgeneral de 15-20 kadar subayla birlikte benim radyoya giderek beyanat vermemi, ihtilalcilere iltihakımı ve bu işin başına geçmemi teklif etti. Bu ilgisine teşekkür ettim, fakat 15-20 saat evvel, yani dün Genelkurmay'da ihtilal aleyhine konuştuğumu ve böyle bir hareketi asla tasvip etmediğimi söylediğimi ve halen mevkuf olup, ne sıfatta olduğumu bile bilmediğimi, hayatım pahasına da olsa böyle bir dönekliğin kabil olmayacağını söyledim ve reddettim.”
Erdelhun’a göre, darbeciler ancak bundan sonra Cemal Gürsel’i uçakla İzmir’den getirip darbenin başına geçirmişlerdi.
BAYAR’IN DİRENİŞİ
İhtilalcilerin ikinci hedefi Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın bulunduğu Çankaya Köşkü olmuştu. Muhafız Alayı Kumandanı Osman Ko¨ksal’ın liderliğindeki grup Bayar’ın direnis¸e kalkıs¸masından ve C¸ankaya’da kan do¨ku¨lmesinden korkuyordu. Gerçekten de Bayar Köksal’ın ve onun getirdiği bazı DP’lilerin ısrarına rağmen teslim olmamıştı. Köşkün binlerce asker ve uçaksavarlarla sarılması üzerine Bayar silahını sol cebine koymus¸ ve gerekirse dört kurs¸unu kars¸ısındakilere, son kurs¸unu da beynine sıkma kararı almıs¸tı. Bayar’ın go¨zaltına alınması sırasında, C¸ankaya Ko¨s¸kü’nde yaşananları damadı ve DP milletvekili Dr. Ahmet I·hsan Gu¨rsoy, ileriki yıllarda Mehmet Ali Birand’a s¸o¨yle anlatacaktı:
“Tu¨rkiye’ye do¨ndu¨kten sonra Yes¸ilko¨y Havaalanı’ndan alınıp, Ankara’ya getirildim. Daha sonra da bilindig?i u¨zere, Yassıada’ya tutuklu olarak go¨tu¨ru¨ldu¨k. Bayar, kis¸ilig?ine ve onuruna son derece du¨s¸ku¨n bir devlet adamıydı. Bana anlattıg?ına go¨re, C¸ankaya Ko¨s¸ku¨’ne kendisini almaya gelen subayların zorla go¨tu¨rmek istemelerine, Bayar hayli ic¸erlemis¸. Baktı ki olmayacak, bu insanlar zor kullanmakta kararlılar. Bayar cebinden c¸ıkardıg?ı nikelajlı silahını s¸akag?ına dayayarak tetig?e dokunmus¸. Allahın takdiri olacak ki, silah patlamayınca, oradaki subaylar eline vurarak silahı yere du¨s¸u¨rmu¨s¸ler. Bayar’ın ihtilal raporlarında anlatıldıg?ı gibi ‘subaylara silah c¸ekmesi ve ben komiteciyim’ so¨zu¨nu¨ kullanması kesinlikle yalandır. ‘Millet iradesiyle geldim. Millet iradesiyle giderim’ s¸eklinde konus¸malarını, ihtilali yapanlar saptırma cihetine gitmis¸lerdir.”
Adnan Menderes ile Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ı ise, ihtilalin o¨nde gelen isimlerinden Albay Muhsin Batur tutuklamıştı. Dıs¸is¸leri Bakanı Fatin Ru¨s¸tu¨ Zorlu’yu Bahc¸elievler semtindeki bir yakınının evinden alan subaylar, yanında es¸i Emel Zorlu da bulundug?undan, onu evine go¨tu¨rmeyi uygun go¨rmu¨s¸lerdi. Emel Hanım’ın kendi evinde geldig?i andaki yas¸adıklarını, onlara refakat eden Harp Okulu o¨g?retmenlerinden Albay Nazif Atakan s¸o¨yle anlatmaktadır:
“Evlerine geldig?imiz zaman, Zorlu otomobilden inemedi. Karısı Emel Hanım indi, nemli go¨zlerle karı koca birbirlerine baktılar. Emel Hanım evin ic¸ine girdig?i zaman bag?ırmaya bas¸ladı. ‘Eve girmis¸ler’ diyordu. Evin bu¨tu¨n camları kırılmıs¸, Fatin Ru¨s¸tu¨’ye ait resimler parc¸alanarak yerlere atılmıs¸tı. Emel Zorlu, masa ve iskemlelere tutunarak evi dolas¸tı, ayakta duracak gu¨cu¨ kalmamıs¸tı. Bana do¨ndu¨: ‘Beyefendi. Biz de Atatu¨rk’u¨n c¸ocuklarıyız. Ben Atatu¨rk’u¨n yıllarca Dıs¸is¸leri Bakanlıg?ını yapmıs¸ Tevfik Ru¨s¸tu¨ Aras’ın kızıyım’ diyebildi. Otomobil kalkarken Fatin Ru¨s¸tu¨, kendisini go¨zleyenlere ‘Hic¸ mi hizmet etmedik? Kıbrıs’ı kazandık. Nedir bu yaptıklarınız’ demekle yetiniyordu.”
NAMIK GEDİK’İN İNTİHARI
Demokrat Parti’nin İçişleri Bakanı Namık Gedik, darbe günü evinden alınıp (bazı iddialara göre bir çöp arabasıyla ve dövülerek) Harp Okulu’na getirilmişti. Resmi iddiaya göre, 30 Mayıs 1960 günü saat 22:55’te ‘ani sinir buhranı geçirip’, hapsedildiği odanın penceresinden atlayarak intihar etmişti. Namık Gedik’in naaşı ailesine gösterilmeden toprağa verilmişti. Aile yarayı deşmek istememiş, böylece bu şüpheli ölüm ‘intihar’ olarak tarihe geçmişti. Celal Bayar’ın kızı Nilüfer Gürsoy yıllar sonra, Namık Gedik’in ailesine verilen eşyalar arasında bulunan pijamasının arka tarafında delik olduğunu duyduğunu belirtecekti. Ama bu konudaki en ciddi iddialar, 2008 yılında Yeni Aktüel dergisinde (158. Sayı) çıkan, “27 Mayıs’ın dördüncü idamı mı?” başlıklı yazıda dile getirildi. O tarihte Tank Okulu’nda yedek subay öğrencisi olan Fehmi Yücel’e gore, Namık Gedik intihar etmemiş, camdan atılmıştı. Yücel’in anlattığına göre Gedik’in tutulduğu oda çift pencereliydi. Tavana yakın yükseklikteki bu çift pencerenin, arka arkaya olan tek kanatlı pencereleri arasındaki mesafe de yaklaşık 30 santimdi. Bir kişinin odada hız kazanıp bu kadar yüksekteki ve aralarında 30 santim olan iki camı birden kırması mümkün değildi. Zaten Yücel’in gördüğü kadarıyla cam, elmasla kesilmiş gibi kırılmıştı ve kırık bölüm bir kedinin geçebileceği kadar küçüktü. İddia edildiği gibi camı Gedik kırmış olsa bile, ilk camı kırdığında birilerinin bu sesi duyması gerekirdi. Nitekim Namık Gedik’le aynı odada yatan dönemin Savunma Bakanı Ethem Menderes, cam kırılırken uyanmamıştı bile. Ama ertesi günkü gazetelerde Ethem Menderes’in “Gedik ya Allah diyerek kendisini pencereden attı” şeklindeki şahitliği yer almıştı. (Ethem Menderes’in Yassıada’da 10 yıl hapse mahkum olmasına karşın, 1962’de affedilmesi ve ardından iş hayatına atılması, darbecilerle işbirliği yaptığı söylentilerini destekler mahiyette görülmüştü.)
19 DAVA, 287 DURUŞMA, 592 SANIK
Harp Okulu’nda toplanan DP’liler, gruplar halinde yargılamaların yapılacag?ı Yassıada’ya go¨nderildiler. Yassıada Garnizon Komutanlıg?ı adıyla, 41 kişilik bir birlik kurulmus¸, birlig?in bas¸ına Topçu Yarbayı Tarık Gu¨ryay getirilmis¸ti. Yassıada Yargılamaları 14 Eylül 1960’tan kararların okunduğu 15 Eylu¨l 1961’e kadar, 11 ay 1 gu¨n su¨rdü. Yu¨ksek Adalet Divanı Başkanlığını Salim Bas¸ol yürütmüş, onun bulunmadıg?ı zamanlarda ise, u¨yelerden Selman Yo¨ru¨k, Ferruh Adalı ve Abdullah U¨ner ona vekalet etmişlerdi. Bas¸savcı ise O¨mer Altay Egesel’di. Toplam 1.033 saat süren, toplam 150 bin kişinin izlediği 287 celsede (5’i gizli celse idi) 592 sanık yargılanmış, 1,068 tanık dinlenmiş ve 19 davaya bakılmıştı. Bu davalar, Anayasa Davası, Köpek Davası, 6-7 Eylu¨l Davası, Bebek Davası, Vinylex Davası, Zimmet-I·rtikap Davası, Ali İpar Davası, Arsa Davası, Deg?irmen Davası, Barbara Davası, O¨rtu¨lu¨ O¨denek Davası, Radyo Davası, Topkapı Olayları Davası, C¸anakkale Geyikli Olayları Davası, Kayseri Olayları Davası, Demokrat I·zmir Gazetesi’nin Tahribi Davası, Ankara ve I·stanbul Olayları Davası, Vatan Cephesi Davası ve I·stimlak Davası adlarını taşıyordu.
İddia makamının en önemli dayanakları, u¨c¸ önemli DP’linin hatıra defterleriydi. DP’nin dört kurucusundan biri olan Refik Koraltan’ın 10 yıllık notlarında, en çok Celal Bayar eleştiriliyordu. Ethem Menderes ise eleştiri oklarını (hem de en sivrisinden olmak üzere), güya can dostu olan Adnan Menderes’e yöneltmişti. Uzun yıllar Milli Savunma Bakanlığı yapmış olan Şem’i Ergin de, Adnan Menderes hakkında bolca malzeme sunmuştu savcıya. Şem’i Ergin’in hatıra defterinde, “DP üzerindeki baskı artıyordu. 3 Mayıs’a gelindiğinde, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Gürsel, Adnan Menderes’e takdim edilmek üzere bir mektup yazıp, Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes’e verdi. Ülkenin içinde bulunduğu durumdan hoşnut olmadıklarını belirten Gürsel, önerilerini 15 madde halinde sıralıyordu. 1. maddede Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın istifa etmesi isteniyordu ve "Cumhurbaşkanlığına Sayın Adnan Menderes getirilmedir. Bu muhterem zatı her şeye rağmen milletin çoğunluğunun sevmekte olduğuna kaniyim, bu sevgiden istifade edilerek kırılanların gönülleri alınmalı ve millete yeniden güven telkin edilmeli" deniliyordu.
ÇIKARILAN PARAGRAF
Ancak daha sonra anlaşıldığı üzere Ethem Menderes’in mektubu Adnan Menderes’e vermemesi bir yana yıllar sonra Alparslan Türkeş, mektubun orijinalinde Cemal Gürsel’in Adnan Menderes’e yönelik övgüleri olduğunu ancak bu satırların Yassıada’da sansürlendiğini söyleyecek, bu iddia ancak 2006 yılında mektubun orijinali ortaya çıktığında doğrulanacaktı. Gerçekten de, mektuptaki maddeler “1. Cumhurbaşkanı istifa etmelidir. Cumhurbaşkanlığına Sayın Adnan Menderes getirilmelidir. Bu muhterem zatı her şeye rağmen milletin çoğunluğunun sevmekte olduğuna kaniyim. Bu sevgiden istifade edilerek kırılanların gönülleri alınmalı ve millete yeniden güven telkin edilmelidir” diye başlıyordu. Anlaşılan Cemal Gürsel, 10 yıllık DP iktidarında yaşanan olumsuzlukları esas olarak Celal Bayar’a malediyor, buna karşılık Adnan Menderes’in Cumhurbaşkanlığını bir çıkış yolu olarak görüyordu. Ancak yargılayıcılar, bu durumu anlatan cümleleri mektuptan çıkararak, Adnan Menderes’i idama götüren yolu açmışlardı. Cemal Gürsel de buna ses çıkarmamıştı.
SAVUNMA HAKKININ KISITLANMASI
Duruşmalar sırasında sanıkların uğradığı kötü muamele hakkında fikir vermesi için, Anayasa Davası’nın ilk duruşmasında, Adnan Menderes’in kısık sesle yaptığı şu konuşmayı aktarmak yeterli olur umarım:
“Sadece usule ait maruzatta bulunacag?ım. Bir insanın haklarını melahati ile mu¨dafaa edebilmesi ic¸in muayyen s¸artların mevcudiyetine lu¨zum vardır. Bendeniz, bes¸ aydır tecrit edilmis¸ vaziyette bir tek oda ic¸inde ve gu¨nu¨n 24 saatinde her saat deg?is¸en no¨betc¸i subayın nezareti altında hic¸bir kelime konus¸mak imkanı mevcut olmadan yas¸adım. Bu s¸artlarda konus¸ma ve akli melahatim sekteye ug?radı. Kumandan beyin lu¨tfu olmasa idi, biraz dıs¸arı c¸ıkmak imkanını vermese idi s¸imdi huzurlarınızda bulunmaya muktedir olamazdım. Arzum s¸udur ki, bana imkan verecek ve moralimi ve akıl ve s¸uurumu du¨zeltecek bir rejimin tatbikidir. Yani no¨betc¸i subayı ile bes¸ kelime konus¸maya mezun deg?ilim. Bes¸ aylık konus¸malarım Sorus¸turma Kurulundakiler haric¸ on-on bes¸ saati gec¸mez. Bir maznun huzurunuza bo¨yle gelecek olursa haklarını mu¨dafaa etmekte melahatinin bu¨yu¨k bir kısmını kaybedeceg?ine emin olmanızı rica ederim. Bendeniz huzurunuzda kumandan beye olan tes¸ekku¨rlerimi arz eder ve gene subay beylerin nazik muamelelerine tes¸ekku¨r ederim. Ancak hic¸bir kelime konus¸mamak ve 24 saat bir subayla kars¸ı kars¸ıya bulunmak tahammu¨l edilmez bir haldir…”
İNÖNÜ’NÜN GÜRSEL’E MEKTUBU
Kararların ac¸ıklanmasından 2 gu¨n o¨nce, 13 Eylu¨l 1961 tarihinde CHP Genel Bas¸kanı I·smet I·no¨nu¨, idamları önlemek için Devlet Bas¸kanı Gu¨rsel’e uzun bir mektup göndermişti. Mektupta şunlar yazıyordu:
“Memleketin siyasal hayatında sorumluluk tas¸ıyan bir kis¸i olarak, idam cezalarının onaylanmasındaki bu¨yu¨k zararları bildirmek ic¸in bas¸ka bir vasıta olmadıg?ından bo¨yle bir mektup yazıyorum.
Memleketimizin bugu¨nku¨ halinde ne kadar az sayıda olursa olsun, o¨lu¨m kararlarının tasdik ve infazı milli menfaatlere her surette aykırıdır. Kansız bir ihtilal yapıldı. Bo¨yle bir ihtilalden bir buc¸uk sene sonra, gec¸mis¸ bir iktidar erkanının siyasi suc¸lardan dolayı idam edilmeleri, siyasi idamların bu¨nyesinde zaten mevcut olan hak tereddu¨du¨nu¨ azami o¨lc¸u¨de arttırmıs¸ olacaktır.
Mahkemenin her tu¨rlu¨ tesirden uzak olarak bag?ımsızlıkla karar vereceg?ine ve mahkemenin vereceg?i kararların adil olacag?ına s¸u¨phe yoktur. Ancak Milli Birlik Komitesi u¨yeleri, o¨lu¨m cezalarının infazı ic¸in son so¨z sahibi olmak selahiyetiyle tec¸hiz edilmis¸lerdir. Bu hususta Milli Birlik Komitesi u¨yeleri, hakimlerin kararlarına mesnet tes¸kil eden hukuki ve kanuni unsurlar dıs¸ındaki bazı gerc¸ekleri ve zaruretleri go¨z o¨nu¨nde bulundurmak mevkiindedirler. Ben bu mu¨racaatımla, memleketin selameti bakımından hayati ehemmiyette saydıg?ım bu gerc¸ekleri ve zaruretleri ortaya koymak istiyorum.
Suc¸luların en ziyade kahrını c¸ekmis¸ vatandas¸lar bile bu infazı as¸ırı bulacak, mu¨teessir olacaklardır. Eski, yeni siyasi parti mensupları arasında yaklas¸ma ve anlas¸ma c¸areleri arıyoruz. Bu c¸abalama ic¸inde, artık eskimis¸ olan siyasi suc¸lardan dolayı idam cezası tatbik etmek, siyasi partiler arasında ve memlekette manen huzur teessu¨su¨nu¨ imkansız kılacaktır.
I·nfaz kararında ordunun tesirini Milli Birlik Komitesi’nce yerine getirmek, akla gelebilecek mahsurların en bu¨yu¨g?u¨nu¨ tas¸ır ve tarih o¨nu¨nde, karar verenlere de verdirenlere de hesapsız vebal yu¨kler. Siyasi suc¸lardan dolayı o¨lu¨m cezası, bugu¨n yeryu¨zu¨nde hemen hic¸bir medeni u¨lkede kalmamıs¸ gibidir. Tu¨rlu¨ tehlike kars¸ısında bulunan memleketimizin bekc¸ileri ve koruyucuları olan Milli Birlik Komitesi u¨yelerinin ellerindeki aziz emaneti vahim bir itibar buhranına maruz bırakmayacaklarını hulus ile u¨mit ediyorum.”
I·no¨nu¨, mektubunun sonunda Gu¨rsel’den bu du¨s¸u¨ncelerinin Milli Birlik Komitesi’ne (MBK) resmen bildirilmesini de dilemis¸ti. Ancak Fahri Özdilek’in iddiasına göre Özdilek mektubu MBK’nin resmi olmayan bir toplantısında masanın üzerine bırakmış, ancak üyelerden hiçbiri “etki altında kalmamak için” mektubu açıp okumamıştı. Yıllarca, böyle bir mektubun varlığı ya inkar edilmiş, ya içeriği tam olarak aktarılmamış, aktarılsa bile İnönü’nün samimiyeti sorgulanmıştır. Takdiri size bırakıyorum.
(İsmet İnönü ve Cemal Gürsel)
CEZALAR AÇIKLANIYOR
Celal Bayar, 14 Eylül gecesi, Düşükler Yassıada’da adlı filmin çekimi için yatağından kaldırılması ve rıhtımda bir mizansen yapılarak yürütülmesi üzerine, o sırada çevrede bulunan subayların gülüşmelerini ve kendine yapılanları haysiyet kırıcı bularak banyoya gitmiş ve belindeki kemerle kendini asmıştı. Çıkardığı hırıltı sesine koşanlar, kulaklarından kan gelmiş olarak ve ölmek üzereyken bulmuşlardı Bayar’ı. (Celal Bayar, üçüncü ve dördüncü intihar girişimlerini Kayseri Cezaevi'nde yapacak, hepsinden kurtulan Bayar 102 yaşında eceliyle ölecekti. )
Sanıklar, 15 Eylül 1961 günü, saat 09:45’te ac¸ılan karar oturumunda, kararları dinlemeye 23 grup halinde getirildiler. Rahatsız olan Adnan Menderes sanıklar arasında yoktu. Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Ru¨s¸tu¨ Zorlu ile Hasan Polatkan oy birlig?iyle, 11 sanık da oy c¸okluğuyla o¨lu¨m cezasına c¸arptırılmıştı. Eski TBMM Bas¸kanı Refik Koraltan, eski Genelkurmay Bas¸kanı Ru¨s¸tu¨ Erdelhun (tüm rütbeleri sökülerek er rütbesine indirilmişti), DP’lilerden 9 kişi ise oy çokluğuyla idam cezasına çarpıtırdılar. DP’nin o¨nde gelenlerinden 31 sanık o¨mu¨r boyu hapis cezasına c¸arptırılırken, 418 sanıg?a 6 ayla 20 yıl arasında deg?is¸en c¸es¸itli hapis cezaları verilmiş, 123 sanık beraat etmiş, 5 sanık hakkındaki dava du¨s¸müştü.
Adnan Menderes kendisine verilen cezayı öğrenmeden, sürekli aldığı Equanil adlı sakinleştirilerden, zaman zaman dilinin altında tutarak biriktirdiği bir miktarı içerek intihar etmeyi denemiş ama başaramamıştı. Oğlu Aydın Menderes’e göre, amacı zaten intihar değil, idamını geciktirmekti.
(Ortada: Adnan Menderes, sağda: Yassıada Komutanı Tarık Güryay)
İDAMLARIN İNFAZI
Menderes dışındaki diğer hükümlüler hücumbotlarla İmralı Adası’na götürülürken, MBK verilen cezaları onamak üzere toplandı. ABD Başkanı John F. Kennedy’nin, idamların gerçekleşmemesini temenni eden mesajının geldiği saatlerde, bazı Harbiyeliler de TBMM’nin etrafını sarmışlardı. MBK üyesi Sıtkı Ulay’ın daha sonra anlattığına gore, MBK başta idam cezalarını müebbete çevirmeyi konuşurken, öğleden sonra tartışmalar sertleşmiş ve sonunda idam cezaları oybirliği ile verilmiş olan Bayar, Menderes, Polatkan ve Zorlu’nun idam cezalarını onanmış, ancak Bayar’ın cezası yaş haddinden dolayı hapis cezasına çevrilmişti. Kararlar derhal İmralı’ya bildirilmişti. Ulay’a göre, Cemal Gürsel Adnan Menderes’i kurtarmak için İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Cemal Tural’ı aramış ama karşısına kimse çıkmadığı için süreç devam etmişti.
İdamlar İmralı Adası’nda infaz edildi. (İmralı’nın hikayesini ise şu yazımda anlatmıştım: (okumak için tıklayın) Fatin Ru¨s¸tu¨ Zorlu ve Hasan Polatkan 16 Eylu¨l 1961 Cumartesi gu¨nu¨ sabaha kars¸ı idam edildi. Menderes ise, Amirol Bristol Hastahanesi’nde alelacele tedavisinin yapılmasından sonra (bu ‘tedavi’ sırasında Menderes’e, aşağılamak için bir de prostat muayenesi yapılmıştı), 17 Eylül 1961’de idam edildi. 21 Eylül 1961 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, Adnan Menderes’in son arzusu üzerine kendisine verilen Yenice sigarasını içerken sarfettiği şu sözler okunuyordu: “Du¨nyadan ayrıldıg?ım s¸u anda, ailemi ve c¸ocuklarımı s¸efkatle andıg?ımı kendilerine bildiririm. Vatanı ve milleti Allah refah ic¸inde bıraksın.”
Özet Kaynakça: Abdi I·pekc¸i, Ömer Sami Cos¸ar, I·htilalin I·c¸yu¨zu¨, İş Bankası Kültür Yayınları, 2012; Dündar Seyhan, Go¨lgedeki Adam, Nurettin Uycan Matbaası, 1996; Sec¸kin Erdi, Yüksek Adalet Divanı Kararları, 14 Ekim 1960-15 Eylu¨l 1961, Kabalcı Yayınevi, 2006; Erdal Şen, Belgelerin Dilinden Yassıada’nın Karakutusu, Zaman Kitap, 2007; Talat Asal, Mu¨vekkilim Adnan Menderes ve Yassıada, Selis Kitaplar, 2003; Tarık Güryay, Bir I·ktidar Yargılanıyor, Cem Yayınevi, 1971; Mithat Perin, Yassıada ve I·damların I·c¸ Yu¨zu¨, M. C¸evik Matbaası, 1970; Mehmet N. Taşdelen, Yassıada, Menderes ve Muhafızları, Bir Harf Yayınları, 2005; Hulusi Turgut, Yassıada’da Yaptırılmayan Savunmalar, Dog?an Kitapc¸ılık, 2007; Mustafa Gürlek ve Fatih Uğur, 50 Yıllık Sır, Zaman Kitap, 2012; Mehmet Özsakallı, “Yassıada Yargılamalarının Türk Basınındaki Yankıları”, Dokuz Eylül Üniversitesi’nde 2009 yılında kabul edilmiş Yüksek Lisans Tezi.
,
.31.5.2015 - Bu Yazı 1331 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
29 Mayıs 1453 günü Fatih’in ordularının Konstantinopolis’i fethedişinin hikayesini “561 yıldır fethetmeye doyamadığımız İstanbul” başlıklı yazımda anlatmıştım. (okumak için tıklayın) Milliyetçi-mukadessatçı çevrelerce her yıl bu dönemlerde alevlendirilen “Ayasofya ibadete açılsın” kampanyası ile ilgili olarak da geçen yıl “80 yıllık ‘Misak-ı Dini davası: Ayasofya” (okumak izin tıklayın) başlıklı yazıyı yazmıştım. Bu sefer de, seçim yasaklarını delmek için 30 Mayıs’a kaydırılarak, AKP’nin seçim kampanyası malzemesi/zemini yapılan ‘Fetih Bayramı’nın tarihçesi hakkında yazacağım.
Fausto Zonaro’nun (1854-1929) ‘Fatih’in Konstantinopolis’e girişi’ tablosundan bir ayrıntı
OSMANLI FETHİ 500 YIL KUTLAMADI
Önce kötü haberi verelim. Meslekdaşım Mustafa Armağan’ın 562 yıl sonra, “Feth-i mübine 55 dakika kaldı”, “Konstantiniyye düşüyor, İslambol oluyor” diye heyecanlı twitler atarak beklediği bu olayı, ‘ecdad-ı fatihan’ 1453’ten 1900’lere kadar hiç kutlamış değildir. Bazıları “II. Abdülhamit döneminde sadece bir kere Fetih Bayramı yapıldı” diyorsa da II. Abdülhamit Dönemi uzmanı Selim Deringil’in bu tür konuları ele aldığı İktidarın Sembolleri ve İdeoloji (YKY Yayınları, 2002) adlı eserinde buna dair bir bilgiye rastlayamadım. (Kendisine maille yoluyla sordum: “Belgelerde rastlamadım ama gözümden kaçmış da olabilir elbet” dedi.) Normalde bu durum garip gelmezdi bana, çünkü Ramazan ve Kurban bayramı, Hıdrellez, Nevruz ve Kerbela Olayı’nın anmaları ile her yıl Mekke ve Medine’ye hediyelerin götürüldüğü ‘Surre Alayı’ dışında, Osmanlı döneminde çağlar boyunca ritüelleşmiş, dünyevi konulu anma töreni adeti yoktu.
Ama yine de garipsedim, çünkü II. Abdülhamit dönemi, o tarihe kadar söz konusu olmayan bazı kutlamaların, anmaların, törenlerin ‘icat edildiği’ bir dönemdi. ‘İcat’ diyorum çünkü Marksist tarihçi Eric Hobsbwam'a göre tarihsel olarak yeni bir kategori olan ulus-devletleri inşa edenler, toplumda özdeşlik duygusunun kurulmasına, ulusun özgüveninin oluşmasına veya tazelenmesine yardımcı olmak üzere bazı “gelenekler icat ederler.” Milli bayramlar, milli marş, bayrak, arma, ‘başkent, meydanlar ve daha nice sembol (örneğin Amerika’nın ünlü ‘Sam Amca’sı veya Türklerin ‘Mehmetçik’ kavramı) bu kapsama girer. Hobsbwam’a göre, bu gelenekler/normlar icat edilirken gökten zembille indirilmez, aksine belli bir tarihsel geçmişe referans yapılır ve geçmişle bir süreklilik kurulmaya çalışılır. Hobsbwam’ın ulus-devletlerin kuruluşuyla ilgili bu saptaması, dağılma sürecine girmiş Osmanlı İmparatorluğu’na yeni bir kimlik ve enerji vermek isteyen II. Abdülhamit’in bazı ‘icat’larını da açıklayıcı olabilir.
II. ABDÜLHAMİT’İN İCATLARI
Selim Deringil’e göre “II. Abdülhamid rejimi bir yandan Osmanlı toplumunun gündelik yaşamına sürekli daha fazla nüfuz etmeye çalışıyor (…) öte yandan da sultanın güvenlik saplantısı onun sarayın duvarları dışında çok ender olarak görülmesine yol açıyordu. Bu, onun ‘pasif bir Halife’ olduğuna dair yoğun eleştirilere uğramasına neden oldu. Bunun bir sonucu olarak, padişah efsanesi, onun gücünü ve her yerde hazır ve nazır olduğunu aralıksız biçimde hatırlatacak bir simgeler sistemi aracılığı ile halkı yönlendirdi.”
Abdülhamit döneminin simgelerini dört gruba ayırır Deringil. İlk grupta kamusal binalardaki armalar, resmi müzik, törenler ve kamusal işler gibi padişah/halifenin kişiliğinin kudsiyeti ile bağlantılı simgeler vardır. İkinci sırada nişanlar, özel olarak ihsan edilmiş Kur’an nüshaları, imparatorluk sancağı ve öteki törensel ziynetler gibi imparatorluğun cömertliğinin daha özgül ve kişisel tezahürleri gelir. Üçüncü grupta saraydaki İslam’ın önde gelenlerine ait olduğu ileri sürülen hat örnekleri gibi malzemeler gelir. Dördüncüsü farklı bir kategoridir. Osmanlı resmi dokümantasyonlarındaki dil sembolizmiyle ilgilidir. Belgelerdeki kilit ibareler ve sözcükler…
KÖKEN MİTİ VE SÖĞÜT ALAYI
Konumuzla ilgili olan birinci kategoriye dair bir kaç örnek vermek gerekirse, belgelerde Osmanlı İmparatorluğu’ndan “memâlik-i mahrûsâ-i şâhâne” olarak bahsedilmesi, devletin kuruluş yerinin Söğüt olduğu iddiası, II. Abdülhamit döneminde ‘imal edilmiş’ tarihin bir unsurdu. Abdülhamit bununla kalmamış, 1885'te Bursa’daki Osman Gazi ve Orhan Gazi türbelerini onartmış, Söğüt’te Ertuğrul Gazi’ye atfedilen türbeyi yeniden yaptırmış, yanına da babası Osman Gazi’nin mezarı taşımıştı. Civardaki bir köye annesi Hayme Ana için bir mozele yapılmıştı. Söğüt her yıl Abdülhamit’e göre özgün bir Türk aşireti olan Karakeçililerin üzerlerinde sırmalı cepkenleri, mor püsküllü serpuşları, başlarında miğferleri, ellerinde yatağanları, mercanlı hançerleri ve sancaklarıyla at üstünde Söğüt’te geçit resmi yaptıkları şölenlere ev sahipliği yapmaya başlamıştı. (Yakın tarihte Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın icadı olan (hani gençlerin Duşakabinoğulları diye inceden alaya aldığı) kostümlü tören kıtası bu ‘Söğüt Alayı’nın taklididir aslında.) Törenlerin o yıllarda Abdülhamit’in tahta çıktığı gün olan 19 Ağustos’ta yapılması da manidar olmalı! (Son 50 yıldır nedense Eylül ayının ikinci haftası yapılıyor.) Böylece, o güne dek hatırlanmasına pek de ihtiyaç duyulmamış köken miti ile Abdülhamit’in tahta çıkışının hikmeti birleştirilerek hem padişahın muğlak imgesine hem de oldukça eprimiş olan Osmanlı kimliğine yeni bir enerji kazandırılmasına çalışılıyordu. Dolayısıyla II. Abdülhamit’in Fetih olayını es geçmesi şaşırtıcıydı benim için.
İstikla-Hobsbwam’ın tarif ettiği türden ‘milli bayram’ fikri ise, Osmanlı ülkesine İttihatçılar tarafından getirildi. Örneğin Meşrutiyet’in ikinci kez ilan edildiği Rumi 10 Temmuz 1324 (Miladi 23 Temmuz 1908) günü, İttihatçılar tarafından 'milli bayram' ilan edilmiş, resmi adıyla ’10 Temmuz İd-i Millisi’nin ilk kutlaması 1909 yılında yapılmıştı. (Savaş yıllarında unutulan Cumhuriyet döneminde ise 1924-1934 arasında sembolik düzeyde de olsa kutlanmaya devam edilen bu bayram ve 1913-1922 arasında kutlanan ‘İstiklal-i Osmani Günü’ hakkında ilerde ayrıca yazmayı düşünüyorum.)
(V. Mehmed Reşat)
İTTİHATÇILARIN HAMLESİ
Bunun yanına fetihle ilgili bir anma günü ekleme fikri emin değilim ama İttihatçılara değil dönemin padişahı V. Mehmed Reşad’a aitti. Babası Abdülmecit’ten dinlediği bir rivayetten esinlenen Mehmed Reşat 1911 yılında Fatih’in ‘gemileri karadan yürütmesi’ olayının anısına Dolmabahçe’den Nişantaşı’na çıkan caddeye ‘Kadırgalar Caddesi’ adını vermiş, caddedeki karakola, olayı anlatan bir kitabe yerleştirmiş (karakol yıkıldığı için bugün kitabe Topkapı Sarayı’ndadır), fetih gününde Fatih Türbesi’ni ziyaret etmeyi adet haline getirmişti.
İlk görkemli kutlama ise Rumi Takvim’e göre 29 Mayıs 1914 günü (Miladi Takvim’e göre 11 Haziran) yapılmıştı. Bu tür olaylarda eğer tarih boyunca her yıl düzenli anma yapılmadıysa, 10’lu, 25’li, 50’li, 100’lü yıllarda anma yapmak adetken, 461. yılına rastlayan bir yılda birden bire fethin böyle coşkulu biçimde hatırlanmasının elbette bir nedeni vardı. Birinci Dünya Savaşı yaklaşıyordu ve İttihatçıların savaşla ilgili planları vardı. “Bu planlar neydi?” derseniz, İttihatçı hareketten gelen yazar Şevket Süreyya (Aydemir)’in Suyu Arayan Adam adlı kitabından yaptığım şu alıntı cevap olabilir: “Biz gençler, şimdi de muallim mektebinin dershanelerinin duvarlarına asılı olan haritaların başına toplanıyorduk. Bu haritaların üstünde yeni Türk vatanının sınırlarını çizmeye çalışıyorduk. Osmanlı Afrikası, Yemenler, Hintler, Bosna-Hersekler artık gözümüze görünmüyordu. Bir elimizi Balkan geçitlerinin, Tuna-Meriç havzalarının üzerine koyardık. Sonra diğer elimizi Kırım’ı, Kafkasya’yı, Başkırdistan’ı, Türkistan’ı sıralayarak Altaylara, Çin Türkistanı’na, Çangari’ye, Altın dağa uzatırdık: Buraları hep bizim! Derdik. Buralarını hep biz kurtaracaktık. Rumeli’de sınırlarımız, gerçi bizim mektebin kapısından iki kilometre ileride, Edirne’nin şehir istasyonunda bitiyordu. Ama bu bizim gözümüze görünmüyordu. Bizim gözümüz dünyanın öbür ucunda, Kafkasya’larda, Türkistan’larda, Çin sınırlarındaydı. Oralara gidecektik. Köylere, avullara, obalara koşacaktık. Elde asa ayakta çarık, sırtta kitap çantalarını Anadolu’ya, Azerbaycan’a, Türkistan’a taşıyacaktık (…) Yakın mazi artık kasvetli bir rüyaydı. Hakikat, yalnız istikbaldeydi. Avrupa’da Birinci Dünya Harbi işte bu hava içinde patladı.”
Bayrama dönersek, İttihatçılar ‘duygudaşlık’ yaratmakta başarılı olmuşlardı çünkü dönemin gazetelerine göre şiddetli yağmura rağmen Ayasofya’dan Fatih Camii’ne yapılan yürüyüşe 100 bin civarında kişi katılmıştı. Cemal Paşa, Hüseyin Ragıp Bey, Ömer Naci, Hamdullah Suphi, Celalettin Arif, Şefik, Enis Avni (ilerde Aka Gündüz adıyla tanınacak) gibi İttihatçılar Türklük, Turancılık temalı konuşmalar yapmışlar, Abdülhak Hamit Fatih Sultan Mehmet’i öven şiirler okumuştu. Ancak fetih günü ile ilgili ‘gelenek’ yaratma çabası, Birinci Dünya Savaşı ve onu izleyen olaylar tarafından sekteye uğradı.
İNÖNÜ VE 500. YILDÖNÜMÜ
Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğan Türkiye’de ise, 1920’li ve 1930’lu yıllarda ders kitaplarında ‘fetih’ terimi yerine ‘zapt’ terimi ile tarif edilen olay “Ortaçağı kapatarak Yeniçağın açılmasına vesile olan cihanşümul bir hadise” olarak görülmekle birlikte konu birkaç satırla geçiştiriliyordu. Ancak 1939’da Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün şaşırtıcı biçimde “Fethin 500. yılı olan 1953’e kadar” şehrin imarı için ilgililere emirler verdi ve İstanbul Valiliği’ne bağlı bir ‘Güzideler Komisyonu’ kuruldu. Şaşırtıcı idi, çünkü ne tabandan böyle bir baskı vardı ne de parti kadroları fetih ideolojine yakındı. Necdet Sakaoğlu’na göre plan 140 bin liralık bir ödenek ihtiyacı olduğunu belirten bir raporla hükümete sunulmuştu. Bu kararlar, fetih olayına gösterilen geleneksel ilgisizliğin sona erdiği izlenimini veriyordu ama bu sefer de İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesi yüzünden İnönü’nün istedikleri gerçekleştirilemedi. Yine de, 1942 yılında Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’nun girişimi ile Eski Eserleri Koruma Cemiyeti harekete geçirildi ve belediyenin olanakları elverdiğince onarım ve düzenleme faaliyetleri yapıldı. Ancak Meclis’ten ‘500. Yıldönümü Kanunu’ çıkarılamadığı için önemli çalışmaların gerçekleştirilemeyeceği anlaşıldı.
1943’te İstanbul Vali-Belediye Başkanı Lütfi Kırdar, İstanbul radyosuna verdiği bir mülakatta 1953 yılına kadar ‘Milletlerarası İstanbul Sergi Salonu’nun açılması, surların dışında Fatih’in ordugahının ve top mevzilerinin canlandırılması, bir Fatih heykeli yapılması, Sarayburnu-Yedikule, Sarayburnu Unkapanı Köprüsü sahillerinin imarı, bazı bulvarların açılması, Topkapı-Edirnekapı arasındaki stadyum, spor salonu, hipodrom ve olimpiyat köyü gibi eserleri ortaya çıkarmayı öngören 120 milyon liralık bir projeden söz etmişti. Ama hükümet böyle muazzam bir projenin “Hıristiyan aleminin Türkiye aleyhine dönmesine neden olacağı” gerekçesiyle tekrar yan çizdi. 29 Mayıs 1943 günlü Ulus gazetesinde yayımlanan “İstanbul 490 yıl önce bugün feth olunmuştu” şeklinde küçük bir haberle geçiştirildi fetih günü.
Yine de hükümet işin peşini bırakmadı. İkinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkisine rağmen, 1944 yılında Maarif Vekili Hasan Ali Yücel başkanlığında İstanbul’un Fethinin 500’üncü Yıldönümü Hazırlık Heyeti oluşturuldu. Yücel 16 Şubat 1945 tarihinde Eski Eserler ve Müzeler Birinci Danışma Komisyonu’nun ilk toplantısında yapmış olduğu konuşmasında, fetih yıldönümü kapsamında yer alan Topkapı Sarayı, Ayasofya Camii, Sultanahmet Medresesi ve 60’a yakın türbenin de içinde bulunduğu tarihi mekanlara 1,5 milyon liralık harcamanın yapıldığını açıkladı. Mart 1950’de CHP hükümeti tarafından İstanbul’un Beşyüzüncü Yılı ve Müteakip Fetih Yıllarını Kutlama Derneği’ kuruldu. (İlginçtir kimse 1453’te fethedilen şehrin İstanbul değil Konstantinopolis olduğunu fark etmemişti.) Kısacası CHP en azından kağıt üzerinde işin peşini bırakmamıştı.
Ancak, CHP iktidarının sonu yakındı. 14 Mayıs 1950 seçimlerinde Demokrat Parti ezici çoğunlukla iktidara geldiğinde ‘Fetih cephesi’ çok sevinmişti. Öyle ya, artık CHP’nin yalpalamaları ile çalışmalar sekteye uğramayacak, 500. Yıla layık bir tören düzenlenecekti. Önce CHP’nin kurduğu cemiyetin adı değiştirildi. 1952’de adı İstanbul Fetih Derneği, daha sonra İstanbul Fetih Cemiyeti oldu. Ancak, DP’nin gelişi de bütçeyi genişletmedi. Hem zamanın çok daralması hem de parasal kısıtlar yüzünden dernek daha mütevazı bir projeye yöneldi. Öncelikle kutlamaların uluslararası olmasından vazgeçildi. Sadece, fetihle ilgili önemli olayların geçtiği yerlere plaketler konacak, 29 Mayıs’tan itibaren 10 gün süreyle Anadolu ve Rumeli hisarları ışıklandırılacak, fetihle ilgili kitaplar çıkarılacak, halk oyunları, konserler, fener alayları düzenlenecek, Fatih rozeti, altını ve kartpostalları bastırılacaktı. En hacimli proje dernek bünyesinde bir ‘İstanbul Enstitüsü’ kurmaktı. Cemiyet, yaptırılacak Fatih heykelinin nereye konulacağı konusunda bir anket düzenlemiş, 5 bin kişinin cevapladığı anketin sonucuna göre katılımcıların çoğunluğu heykelin Sarayburnu’na konmasını önermişti. Ancak cemiyet başkanı Aziz Ogan heykelin Rumelihisarı’na konmasını savunmuş, bu tartışmalar yüzünden heykelin yapımından vazgeçilmişti.
Kamuoyunda 500. Yıl kutlamaların yapılmayacağı ya da yapılamayacağı endişesi iyice yayılmıştı ama Atlas Film Kolektif Şirketi, (değerli akademisyen arkadaşım Maya Arakon’un babası) Aydın Arakon’un yönetmenliğinde İstanbul’un Fethi adlı siyah-beyaz görkemli bir film çektirmiş, bu filmin başarısı başkalarını da heyecanlandırmış, bunlardan Orta şark Dostu Amerikalılar Cemiyeti, Atatürk devrimlerini ve Türkiye’nin kalkınmasını konu alacak bir film çekmek ve bu filmi ABD’deki televizyon kanallarında yayınlamak istemişti. Ancak önce Başbakanlık Basın-Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü, filmin Türkiye’nin güzelliklerinin daha çok ortaya çıkarılması için yazın çekilmesini ve senaryoda bazı değişiklikler yapılmasını istedi, sonra 1952 yılı bütçesinde film için ödenek olmadığı anlaşıldı ve film projesi rafa kaldırıldı. Aynı yıl, Fetih Derneği’nin kongresine 400 üyeden sadece 35’i katılınca ümitler yeniden kırıldı. Cemiyet adına açıklama yapan İsmail Hami Danişmend’e göre bunun sorumlusu hükümetti. (Tekrar hatırlatayım, iktidarda ‘muhafazakar’ değerlerin temsilcisi Demokrat Parti vardı) Hükümet başlangıçta 17 milyon lira olarak kararlaştırılan bütçeyi önce 623 bin liraya indirmiş, ardından da sadece 100 bin lira tahsis etmişti. Bu durumda da cemiyetin planlanan çalışmaları yapması imkansız hale gelmişti!
BAYAR VE MENDERES TÖRENLERDE YOK!
Ve korkulan oldu. 500. Yıl Fetih Bayramı 29 Mayıs 1953 günü sonra derece sönük başladı çünkü Cumhurbaşkanı Celal Bayar, nedense Kore Savaşı’na giden Türk birliğini uğurlamak için İzmir’de NATO Karargahı’na gitmişti, Başbakan Adnan Menderes ise İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in taç giyme törenine katılmak üzere Londra’ya gitmek üzere hazırlık yapıyordu! Kore birliğinin gidiş günü rahatça değiştirilebileceği gibi taç giyme töreni 2 Haziran’da idi, dolayısıyla Bayar da Menderes de en azından ilk gün törenlerine katılabilecekken katılmamışlardı! ‘Devletin başlarının’ ortadan kaybolmasının gerçek nedeni, törenlerin Türk-Yunan dostluğunu etkilemesi ve Avrupa’nın Türkiye’ye bakışını değiştirmesi endişesi idi. Buna karşılık Milli Eğitim Bakanı Rıfkı Salim Burçak ve elliye yakın milletvekili, rektörler, askeri erkân, Ankara ve İstanbul Vali-Belediye Başkanı ile şehrin Rum, Ermeni, Yahudi cemaatleri, açış konuşmalarının ardından 21 pare top atışıyla surlar temsili olarak yıkılmasını izlemek zorunda bırakılmıştı.
Uçak filoları gösteri uçuşları yaparken, askeri birlik ve okulların bando törenleri ile coşan halk, önce fetih şehidi Ulubatlı Hasan’ın surlara Osmanlı sancağını dikişini, sonra da Topkapı’dan alayların şehre girişini canlandıran öğrencileri izlediler.
Ancak bundan sonrası büyük bir kargaşa oldu. Organizasyon komitesi olmadığı için bir insan seli Topkapı’ya doğru sürüklenmeye başlamışlardı. Neyse ki bir süre sonra yetkililer duruma müdahale edecek, davetliler kamyonlarla törenin Fatih Camii’nin avlusuna götürüldüler. Camide ezanlar okundu, tekbirler getirildi, top atışları yapıldı. Vali-Belediye Başkanı, ordu müfettişi ve Fetih Derneği Başkanı, Fatih’in türbesine çelenk koydular. Edirne’den ve Kars’tan getirilen topraklar makbere konuldu. Atlas yastık üzerinde Fatih’in kılıcını taşıyan Yeniçerilerle Haliç’e indirilen kadırgaları temsil edenlerin geçit törenini çocukların mehter takımı gösterileri izledi. Akşama doğru İstanbul Üniversitesi’ndeki konferansa Rum Ortodoks Patriği Athenegoras da katıldı. Çinili Köşk’te Fatih Müzesi açılırken, Fatih Camii’ne ‘Nur ol Fatih’ mahyası asılmış, Fatih konulu tiyatro eserleri sahnelenmiş, Olgunlaştırma Enstitüsü’nde Fatih dönemi giysileri sergilenmiş, daha ilginci İstanbul Üniversitesi’nde ‘Fetih Balosu’ düzenlenmişti. Gece, ışıklara bürünmüş şehir hatları vapurları ve Sarayburnu ile Salacak’ta yapılan havai fişek gösterileri ile şenlenmişti.
30 Mayıs günü Gülhane Parkı’nda bir başka ‘icat edilmiş gelenek’ olarak 4. Bahar ve Çiçek Bayramı kutlandı, ayrıca bir hayvan sergisi açıldı. Geceleri Sulukule ekibi, Şehir Orkestrası ve incesaz takımı halka konserler verdi. 31 Mayıs günü Vefa-Beyoğluspor, Fenerbahçe-Beşiktaş maçları yapıldı. Ayrıca çeşitli yerlerde konferanslar verildi, sergiler açıldı. Ve başlangıçta 7 Haziran’a kadar sürmesi hedeflenen program üç günde bitti!
(500. yıl hatırası altın paralar, Kaynak: http://lcivelekoglu.blogspot.com.tr)
“ELE GÜNE REZIL OLDUK!”
Haziran ayının ilk günlerinde belli başlı gazetelerde “törenler yüz karasıydı”, “hem halk azap çekti hem ele güne rezil olduk”, “kadırga yerine sandal sürüdük, takma bıyıklı yeniçeri ve levent mukallitleri dolaştırdık ve nihayet bunun ismini de 500. yıl dönümü koyduk”, "500 yıllık bir tarih, çayır güreşi yaptırır gibi kutlanamaz”, "Bayramımıza ne devlet reisi katıldı ne de başbakan kapımızı çaldı”, “Yunanlıları gücendirmemek için, hükümet olarak kutlamadınız. Bu, siyasi hayatınızda yapabileceğiniz en büyük gaf olmuştur”, "Programsız ve intizamsız kutlama töreni bir yüz karası idi”, “Biz bu acıyı 500 yılda bile unutamayacağız” minvalinde yazılar çıktı.
ULUSLARARASI TEPKİLER
Fetih Bayramı, Suriye Devlet Başkanı Edip Şişikli’nen verdiği beyanat, Şam ve Halep camilerinde mevlitler ve Mısır’da El Ahram gazetesinde bir başyazı ile kutlanırken, Avrupa basını “Türk istilası’nın kutlanması” olarak nitelemişti. Yunanistan’da ise Atina, Patras, Pire, Selanik, Yanya gibi büyük kentlerde yas törenleri yapılmıştı. Atina Katedrali'nde, Atina Başmetropoliti Spirido'nun başkanlığında, "Şehirlerin Kraliçesi'nin son savunucusu, Helenlerin sadık kral ve imparatorları Konstantin’in" hatırasına ithaf edilen bir ayin düzenlenmişti. Bu dini törene, siyasi parti temsilcileri, işçi sendikaları ve meslek odaları temsilcileri, Saray ve hükümet erkanı ile binlerce Yunanlı katılmıştı. Ayin sırasında Atina’da bazı işyerleri kepenklerini kapatmış, kiliseler çan larını çalmıştı. Kathimerini gazetesi ise, İstanbul’daki törenlere Başbakan Menderes ve Cumhurbaşkanı Bayar’ın katılmamasını “büyük bir basiret örneği” olarak kutlamıştı! Bunun ödülü olarak da Yunanistan Başbakanı Papagos, 16 Haziran 1953 günü Türkiye’yi ziyaret etmişti!
Yunanlıların ve Avrupalının henüz bilmediği iki yıl sonra 6/7 Eylül’de Fatih’in eksik bıraktığı yağma işini İstanbul halkının tamamlayacağı idi. O günden beri kah coşkulu, kah sönük de olsa, İstanbul’un simgesel olarak fethedilmesine devam edildi. Öyle ki 27 Mayıs 1960 darbesini düzenleyenler bile o kargaşa içinde, bir basın açıklamasıyla da olsa Fetih olayını kutlama ihtiyacı hissetmişlerdi. Fetih Bayramı’nın bu kadar tantanalı hal alması 1980’li yıllarda milliyetçi-mukadessatçı çevrelerin işi. AKP 2004 yılında Haliç’e gülsuyu dökerek başladığı fetih güzellemesini 2015 yılında fetihi seçim mitingine dönüştürerek bitirdi. Bu çevreler ya şehrin ‘bizim’ olduğuna inanmıyorlar, ya da ideolojik tahkimat için bu ‘nevzuhur’ bayramı sonuna kadar istismar ediyorlar. Muhtemelen ikisi de…
Özet Kaynakça: Abdülaziz Bey, Osmanlı Âdet, Merasim ve Tabirleri, Yayına Hazırlayan: Kazım Arısan, Duygu Arısan Günay, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1995; Selim Deringil, iktidarın Sembolleri ve İdeoloji, Yapı ve Kredi Yayınları, İstanbul 2007; Popüler Tarih, Mayıs 2003, 550. Yıl Özel Sayısı; İsmail Kandil, “Türk Basınında Osmanlı Bağımsızlık Günü Kutlamaları”, İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi Enstitüsü’nde 2010 yılında kabul edilmiş yüksek lisans tezi; Necdet Sakaoğlu, “Fetih Bayramı’ maddesi, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Kültür Bakanlığı-Tarih Vakfı Ortak Yayını, 1994, C.3, s. 305-307; Milliyet Gazetesi İnternet Arşivi; Sibel Özbudun, Ayinden Törene Siyasal İktidarların Kurulma ve Kurumsallaşma Sürecinde Törenlerin İşlevleri, Anahtar Kitaplar Yayınevi, 1977. (Yazıyı yazarken bu kitaba ulaşamadım maalesef. Ama ulaşacaklar olabilir diye adını veriyorum.)
.
Resmi tarihin yazmadığı 1916 Ankara Yangını
7.6.2015 - Bu Yazı 1566 Kez Okundu.
Yorum : 1 - Onay Bekleyenler : 0
Adeta siyasi bir yangın yaşadığımız bir dönemde gerçekleşen Cumhuriyet tarihinin en önemli seçimlerinden birinde oy verme işlemi sürerken, Türkiye’nin siyasi kaderinin tayin edildiği Ankara hakkında yazmak iyi bir fikir geldi bana. Umarım size de öyle gelir.
Ankara’nın Milli Mücadele’nin fiili başkenti olmasında, Ali Fuad (Cebesoy) Paşa kumandasındaki 20. Kolordu’nun merkezinin Ankara’da olmasının payı büyüktü. 1919 yılının Eylül ayında, Ali Fuad Paşa ile Ankara Müftüsü Rıfad (Börekçi) Efendi’nin liderliğini yaptığı Azm-i Milli Cemiyeti, İstanbul yanlısı Ankara Valisi Muhiddin Bey’i yargılanmak üzere Sivas’a göndererek, yerine Yahya Galib’i atamışlardı. Sivas Kongresi sırasında Elazığ Valisi Ali Galib’in Sivas’ı basarak Kongre’yi dağıtmayı ve Mustafa Kemal’i İstanbul’a götürmeyi planlaması, Sivas Valisi Reşid Paşa’nın Fransız Jandarma Müfettişi Mr. Brunot’nun önerisi ile Mustafa Kemal’e kongreyi başka yerde toplamayı önermesi, Mustafa Kemal Amasya’ya doğru yola çıktığında Şeyh Receb, Ahmed Kemal ve Celal adlı üç kişinin İstanbul’a Mustafa Kemal’in aleyhine bir telgraf çekmesi gibi pek çok tatsız olay, Mustafa Kemal’in Ankara’ya gelmesi için uygun zemini hazırlamıştı.
MUSTAFA KEMAL’İN ANKARA’YA GELİŞİ
Mustafa Kemal ve Sivas’ta seçilen Heyet-i Temsiliye üyeleri, Ankara’ya 27 Aralık 1919 Cumartesi günü öğleden sonra geldiler. 23 Nisan 1920’de açılan Büyük Millet Meclisi Ankara’nın yeni devletteki rolüne dair ilk ciddi ipucu idi. Gerçi, Eskişehir bozgunundan sonra Ankara tahliye edilmiş ve hükümetin önemli kadroları Kayseri’ye taşınmıştı ama Sakarya Meydan Muharebesi’nin kazanılmasının verdiği özgüvenle Mustafa Kemal, Kasım 1921’de Le Temps gazetesi yazarı Madame Berthe G. Gaulis’e “Siyasi başkent Anadolu’nun yüreğinde olacak. Avrupa’nın ve Asya’nın temsilcileri bizlerle burada buluşacaklar, bütün diplomatik sorunlar burada ele alınacak, iç ve dış politika burada oluşacak. Türk milletinden doğma hükümet Ankara’da çalışacak” diyecekti.
(Mustafa Kemal’in ve Heyet-i Temsiliye’nin Ankara’ya gelişi, 27 Aralık 1919.)
ASYALI BAŞKENT
1922’de Ankara’yı ziyaret eden İngiliz gazeteci Grace M. Ellison “Acayip ama, bir insanın bu bozkır kasabasında gözüne çarpan ‘büyük doğuş’ havası İstanbul’da yok. Türkler aynı düşüncede birleşmişler ve seçimleri için tam ve pratik sebepler ileri sürmüşler. İstanbul’da insan geçici olarak kalabilir. Fakat onlar Asyalı bir başkent istiyor. Onlar kendi ülkelerini savaş gemilerinin muhtemel saldırılarından uzak bir yerden yönetmek istiyorlar. Eylemin beşiğiyle bağlılıklarını bu yeri seçmekle sürdürebilecekler. Bundan başka bu bozkır kasabasında ilkel ve Asyalı bir çekicilik var. Böylece kendilerini Batı’nın ticaret üstüne kurulu imparatorlarının entrika ve maddeciliğinden korumuş olacaklar” derken Kemalist kadroların ruh halini büyük ölçüde yakalamış görünüyordu.
BİR ‘YANGIN YERİ’ OLARAK ANGORA
1922’de Fransız Temps gazetesinin muhabiri olarak Türkiye’ye gelen Paul Gentizon, 1929 yılında yayımlanan Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu adlı eserinde o günlerin Ankara’sını şöyle anlatır: “Angora, Kemalistler 1920’de oraya yerleştiklerinde, hatta daha sonraları, 1923’de (…) ilk kez gördüğümde (…) ağır ağır can çekişerek ölmeye mahkum olmuş gibiydi. Eski semtlerde, Türk kentlerinin o bilinen hoş, çekici havasından eser bile yoktu. (…) Zeminin korkunç engebeleriyle birleşen nemli sokakçıklar, ayakta duramayan viran evler, delik deşik olmuş kulubeler, boş arsalar, yıkık duvarlar, harap hanlar, çukurlar, su birikintileri, döküntüler, pislik ve bu korkun yıkıntıda, yırtık pırtık giysiler içinde bir kalabalığın ürkütücü sefaleti (…) 1918’de orada iki bin ev alev alev yanmış. Ve şimdi onların kent merkezindeki yerlerinden geriye, mantar ve böğürtlenlerin istilasına uğramış boş bir alan kalmış.”
Bundan üç yıl önce Toplumsal Tarih dergisinin 227. sayısında Taylan Esin’in “Yunanca Kaynaklara Göre 1916 Ankara Yangını” yazısını okuyuncaya kadar bu ‘yangın yeri’ teriminin bir metafor olduğunu düşünüyordum. Meğerse gerçek anlamıyla bir yangın yeriymiş Ankara. Gentizon’un yanlışlıkla 1918’de dediği 1916 yangının önceki Ankara nasıl bir yerdi? Yangın nasıl çıkmıştı? Yangından sonra neler olmuştu? Gelin bunları Taylan Esin’in makalesinden ve Taylan Esin ve Zeliha Etöz’ün 1916 Ankara Yangını adlı kitabından anlamaya çalışalım.
Yazarların önemli kaynaklarından ilki, yangın tarihinde Ankara’da sürgün hayatı yaşayan Refik Halit (Karay). Diğer iki önemli kaynak ise Evdokya Epeoğlu Bakalaki’nin “Ankara’daki Hayatımdan Hatıralar’ kitabı, diğeri Androniki Karasuli-Mastoridu’nun ‘Kayıp Vatanımdan Hatıralar: Ankara’daki Hayatım’ kitapları.
HIRİSTİYAN MAHALLELERİNİN YOK OLUŞU
Bu kaynaklara göre yangın 13 Eylül 1916 günü başlamış, Refik Halit Karay’a göre iki gece/bir gün, başka kaynaklara göre üç gece/iki gün sürmüştü. 21 Eylül 1916 tarihli bir rapora göre yangında 1.030 hane, 935 dükkan, iki cami, altı mescit, yedi kilise, üç hastane, iki tevkifhane, bir polis karakolu, Reji ve İTC Kulüp binaları ile şehrin yarısı yanmış, beş kişi ölmüştü. Rapora ekli haritadan anlaşıldığı kadarıyla yangında Ermeni ve Rum mahallesi neredeyse tümüyle yanmış, buna karşılık yangın Hallac Mahmud Camii’nin ve Kuyulu Kahve’nin batısına uzanmadığı için Müslüman mahalleri görece az zarar görmüştü. Karasuli’ye göre 8 bin Hıristiyan evini, Epeoğlu’na göre toplam 12 bin evi kül etmişti. İngiliz belgelerine göre geride sadece 100 civarında Rum evi ile Ankara Çayı’nın kenarında 50 kadar Ermeni evi kalmıştı. Yangında Ankara Rum Metropolithanesi arşivleri tamamen yok olmuştu. İstanbul’daki Ayasofya’dan bile eski olduğu rivayet olunan, 15. yüzyılda camiye çevrilen, 1916’da sadece yıkıntıları kalmış olan Aziz Klementos Kilisesi de yok olan dini yapılar içinde en önemlisiydi. 1914’de askeri hastahane yapılmak üzere el konulmuş olan üç gayrimüslim okulu da yanmıştı.
SU YERİNE GAZYAĞI DÖKÜLÜRSE...
Rum yazarlara göre yangın Ermeni mahallesinde başlamıştı. Ama nasıl başladığını bilinmiyordu. Karasuli ‘kundaklama’ demekle yetinmişti. Epeoğlu ise “Türkler sakinliklerini koruyarak dükkan ve evlerini boşaltarak ve Hazine ile olan hesaplarını bir kerede ve tümden mahsup etmek için ateşe verdiler. Yangın hiçbir şeyin kurtulmaması içindi. Bu ana baba gününde Rum mahalleleri de temizlenmişti. Görüntüyü kurtarmak için asgari sayıda Türk evinin de yanmasına izin verdiler” diye yazacaktı.
Bazı görgü tanıklarına göre yangının hızla yayılmasının nedeni bazı grupların yangına su değil gazyağı dökmesiydi. Refik Halit Karay da “sokaklardaki eşyaların üzerine sanki gaz dökülmüş, benzin serpilmiş gibi alevlendiğini” yazmıştı. Karasuli de “İnsanların birbiri ardına yangını söndürme çalışmalarını bıraktıklarını ve vazgeçmeye başladığını gördüm. Bazıları ne oluyor diye sordu. Başlarındakiler, ateşi söndürmelerini yasaklamış ve evleri yanmaya terk etmişti, soranlara bunu söylediler” demişti. Karasuli ardından, Ortodoks ahalinin Aziz Nikolaos Kilisesi’nin yanmasını önlemek için olanca güçleriyle, dış cephesini halılarla örtmeyi ve ıslatmayı başardıklarını ancak bir grup Türk’ün dayısına okkalı bir tokat atıp “Bırakın yansın hınzır gavurlar, daha örnek almadınız mı, dağılın buradan!” dediğini eklemişti. Bu anlatılar ve yangının ulaşmadığı Ulus’taki Aziz Nikolaos Kilisesi’nin de yanması, yangının kasıtlı olarak gayrimüslimleri kaçırtmak için çıkartıldığı tezleriyle uyumluydu.
(1915 öncesinde Ankara’da bir Ermeni okulu)
KAÇ GAYRİMÜSLİM YAŞIYORDU?
1914 nüfus verilerine göre Ankara merkez kazasında 69.066 Müslüman, 3.327 Rum-Ortodoks, 915 Protestan, 3.341 Gregoryan, 6.690 Katolik olmak üzere toplam 14.400 gayrimüslim yaşıyordu. Bu sayılara göre Ankara merkezin nüfusunun yüzde 20’si gayrimüslimdi. Ermenilerin ezici bölümü 1915’te sürülmüş, katledilmişti. Böylece 1916’da Ankara’da 2 bin Katolik Ermeni, 1.500-2 bin arasında da Ortodoks (Rum-Ermeni) olduğu sanılıyordu. Yangından sonra kalan Ermenilerin çoğu Ankara’dan taşındı.
Rumlar için sürgün tarihi ise 1921 idi. Bu tarihe kadar Rum cemaati önemli bir baskı görmemişti. Hatta Karasuli’ye göre cemaatin Yunanistan özlemini dile getiren müsamerelerini, Türkler de izliyor ve ayakta alkışlıyorlardı. Ancak İtilaf Devletleri’nin komiserlerinin Ankara’dan çekildiği Mart ayından itibaren Rum evleri aranmaya başlamış, erkekler hapse atılmış, mahkeme, sürgün veya infazlar başlamıştı.
ÖNCE LATERNA SESLERİ KESİLDİ
Haymana Kaymakamı iken Ankara’da Polis Müdürlüğü görevine atanmış olan Ali Cemal Bardakçı’ya göre, Muhittin Paşa’nın yerine vali olarak atanan Defterdar Yahya Galip’e göre “laterna gürültüsü Ankara’nın haysiyeti ile bağdaşmamakta” idi. Yahya Galip, Cemal Bardakçı’ya “Beni ve şehri bu laterna gürültüsünden kurtaracaksın. Ötesini sen bilirsin” demişti. “Mütareke’den bu yana devam eden taşkınlıkları önlemek için benimle gelen dört Haymanalı ile Ankara…. sokaklarına daldık. Aradan bir hafta geçmişti ki ortalıkta ne laternalar, ne silah sesleri ve ne de sokaklarda İngiliz ve Fransız komiserlerine güvenerek serkeşlik edenler kalmıştı,” diye anlatır görevi nasıl yerine getirdiğini Cemal Bardakçı.
Ankara’daki Rum cemaati, Yunan ordusu Polatlı’ya kadar geldiğinde umutlanmış, hatta orduyu karşılamak üzere bayraklar bile hazırlamıştı. Ancak ricat haberi ile birlikte umutlar sönmüş ardından da infazlar başlamıştı. Her gün 28-30 genç, Yunan esirler, asker kaçları ve rejim muhalifi Müslümanlar Atpazarı’ndaki darağaçlarına gönderilmeye başlamıştı. 9 Eylül 1922’de İzmir geri alındığında, geride kalanların Ankara’dan çıkmasına izin verilmişti.
BİZ EFENDİ, ONLAR ÇORBACIMIZ
Falih Rıfkı, Çankaya adlı eserinde şöyle anlatmıştı ‘Türklere’ kalmış Ankara’yı: “Vaktiyle Hıristiyanlar Ankara’nın bütün iyi geçim ve kazanç kaynakları üstünde kurulmuşlar, Kalenin istasyona bakan sırtını konakları, otelleri, lokanta ve hanları ile donatmışlar. Çankaya ve Keçiören semtlerine de asma, yemiş ve gölge ağacı dikerek yaz için serince birer köşe edinmişler. Biz Türkler efendiliğimizle kalmışız ama, onlar, çorbacımız kesilmişler. [1]923’te Ankara’ya geldiğimiz vakit, bağ evleri ile müstesna, Hıristiyan mahallesinden eser yoktu. Trenden inince iki taraflı bir bataktan, ağaçsız bir mezarlıktan, kerpiç ve hımış esnaf barakaları arasından geçerek tozuması bir türlü bitmeyen bir yangın yerine sapardık. Şimdi geri bir Anadolu kasabasının bile o günkü Ankara kadar iptidai olduğunu sanmıyorum (…) Ankara, İstanbul surları dışındaki bütün Türkiye’nin sembolü idi. Ermeniler ve Rumlarla beraber hayat ve ‘umran’ denecek ne varsa hepsi sökülüp gitmişti. Bu şehri ve bu memleketi temelinden çatısına kadar kuracaktık. (…) ”
(1916 Ankara Yangını kitabının kapağındaki fotoğrafta Ankara)
Taylan Esin’in dediği gibi Falih Rıfkı ancak, 1963 yılında yayımlanan Batış Yılları’nda adlı eserinde kollektif sorumluluğu üstlenecekti: “Ankara’nın zengin semtleri ve bakımlı yazlıkları Ermenilerin malı idi. Ermeni lokantasında yiyor ve Ermeni otelinde kalıyorduk. Müslüman çarşısı en eski alaturka idi. Yerden yüksek dükkanlarda bağdaş oturulduğunu hatırlıyorum. Ankara’da kaldığımız otelin adı Santral, lokantası iyi, yatakları temiz ve rahattı. ‘Tehcir’ zamanı yıkılmış olmalı idi. Ankara başkent olduğu vakit Santral otelini aramıştım. Altındaki ahıra at bağlanan Taşhan’dan başka kalınabilecek yer yoktu. Benim ilk gördüğüm Ankara’nın medenilik adına nesi varsa hepsini yakıp kül etmiştik.” (Falih Rıfkı’nın 1922 İzmir Yangını ile ilgili itiraflarını ise şu yazımdan okuyabilirsiniz: okumak için tıklayın)
SOYKIRIMIN TAMAMLAYICISI YANGINLAR
Taylan Esin ve Zeliha Etöz’ün saptadığına göre, 1914-1918 arasında Anadolu’nun başka yerlerinde de önemli yangınlar yaşanmıştı. Örneğin 12 Mart ve 21 Temmuz 1915 tarihlerinde Amasya’da, 3 Mayıs 1914’te Kastamonu’da, Mayıs 1914 ve Ocak 1916’da Tokat’ta, 19 Ağustos 1914’te Diyarbakır’da, 24 Ağustos 1914’te Edirne’de, 30 Haziran 1915’te Bandırma’nın Preme karyesinde, 23/24 Ağustos 1915’de Bursa-Orhangazi’nin Yeniköy karyesinde, 27 Ağustos 1915’te İzmit’te, 3 Ekim 1915’te Adana-Haçin’de, Mart 1917’de Bandırma’da, Nisan-Ağustos 1917’de Ayvalık’ta, 18 Nisan 1917’de Gelibolu’da, 27 Ağustos 1917’de Erdek’te, 31 Mayıs 1918’de İstanbul’da Cibali-Fatih-Altımermer bölgesinde yangınlar çıkmıştı. Yazarlara göre bu yangınların ortak özelliği 1) Kentlerde veya görece büyük merkezlerde meydana gelmeleri, 2) Genellikle Hıristiyanların yoğunlukta olduğu mahal(le)lere zarar vermeleri, 3) Diyarbakır yangını hariç, resmi belgelerde bilgilerin muğlak ve örtük oluşu, faillerin kim olduğunun belirtilmemesi, 4) Buna karşın, çoğunun kundaklama olduğuna dair ikincil kaynaklar ve rivayetlerin olmasıydı. Yazarlar son olarak, bu yangınların hem ülkeden zorla sürülenlerin geride bıraktıkları malların (emval-i metruke) paylaşımında ortaya çıkan ihtilafların, hem de iskân politikalarının tamamlayıcısı, kolaylaştırıcısı olduğunu belirtiyorlar.
DEVLETİN MERKEZİ ANKARA’DIR!
Tekrar Ankara’ya dönersek, Lozan Barış Görüşmeleri’nin kesintiye uğradığı günlerde Mustafa Kemal bir Ege gezisine çıkmış, 16/17 Ocak 1923 tarihinde İzmit Kasrı’nda İstanbul’un önde gelen gazetecileri ile yaptığı ünlü toplantıda, Suphi Nuri (İleri) Bey’in sorusu üzerine şu cevabı vermişti: “Hükümet merkezi neresi olmalıdır? Düşündük. Bendenizce iki nokta-i nazardan tetkikat yapmak icabeder. Biri her nevi taarruz ve tecavüze karşı yerinden kıpırdamayarak kuvvet ve sükûnetini muhafaza edecek bir yer olmalı (…) Yoksa bir geminin topundan telaşa düşebilecek bir yerde hükümet merkezi olmaz. İkincisi: Hükümet merkezi öyle bir yerde olmalı ki hükümet nazarını memleketin bütün muhitlerine müsavi surette atfedebilsin (…) Herhalde birçok sebepler hükümet merkezinin (Ankara-Kayseri-Sivas) müsellesi (üçgeni) dahilinde bir noktada olmasını icap ettiriyor. Bu müsellesin bir re’sinde (noktasında) bulunan Ankara pek âlâ merkez olabilir. Esasen hadisat (olaylar) da orasını merkez yapmıştır.”
Kâzım Karabekir ve Rauf Bey, bu karara şiddetle karşı çıktılar, ancak İsmet (İnönü) Bey ve 14 arkadaşı Ankara’nın ‘devletin makarr-ı idaresi’ yani ‘idare merkezi’ olması için önergelerini verdiler. Önerge 13 Ekim1923’te kabul edildi. Karara sadece Bağımsız Gümüşhane Milletvekili Zeki (Kadirbeyoğlu) Bey ret oyu vermişti. Bu karar 1921 Teşkilat-ı Esasiye’sine bir madde olarak eklendi. Böylece, İstanbul’un 470 yıl süren saltanatına son verildi.
(1916 Ankara Yangını’nda yokolan Ermeni okullarından birinin yerine yapılan İstiklal Mahkemesi binası)
MİLLÎ MİMARİ/ YENİ MİMARİ
1916 yangını ile zenginliğinin silinip süpürülmesine dair son izlerin de ortadan kaldırılmasıyla ‘köhne Anadolu kasabası’ tanımlamasına gerçeklik kazandırılan, bir zamanların ıssız ve sıkıcı kasabasından modern ve Batılı bir şehir yaratılması işine 16 Şubat 1924’te Şehremaneti’nin (belediye) kurulmasıyla başlandı. Gelişmeleri, 1924 tarihli Lörcher Planı, 1925 tarihli İstimlak Kanunu, 1926 tarihli Emlak ve Eytam Bankası ile finansman kaynağının yaratılması izledi. Yapı malzemeleri sağlayan fabrikalar ve amele evleri yapıldı. İstanbul’dan davet edilen Vedad (Tek), Guillio Mongeri, Kemaleddin Bey, Muzaffer Bey ve Arif Hikmet (Koyunoğlu) gibi Selçuklu ve Osmanlı unsurlarının Batılı unsurlarla harman edilmesinden oluşan neo-klasik üsluptaki ‘Milli Mimari’ akımının üstatları, devletin ve halkın tüm olanaklarını seferber ederek Ankara’nın en önemli kamu binalarını inşa ettiler ancak Cumhuriyet’in ‘Yeni Mimari’ diye anılan kendi özgün (?) mimari üslubunu bulması ancak yabancıların katkısıyla olacaktı.
(1933’te Ulus Meydanı’nda Cumhuriyet’in 10. Yıl kutlamaları)
1927 yılında, aslında yabancılardan nefret eden ama eski bir belediyeci olarak planlı imara inanan Şükrü Kaya ve Ankara Valisi Asaf Bey, “istemeye istemeye” Batılı uzmanlara akıl danışmak için Berlin’e bir komisyon gönderdiler. Komisyonun görüştüğü 75 yaşındaki mimar Profesör Ludwig Hoffmann Türkiye’ye gelemeyecek kadar yaşlı olduğunu söyledi ve yerine Berlin Güzel Sanatlar Akademisi ve Mühendislik Mektebi öğretim üyesi Herman Jansen’i önerdi. 1928’de açılan uluslararası yarışmayı, Mustafa Kemal’in ağırlığını koymasıyla kazanan Jansen’in planı ile Ankara dev bir şantiyeye dönüştü. Jansen’i Clemens Holzmeister, Ernst Egli, Theodor Jost, Martin Wagner, Martin Elsaesser, Bruno Taut ve R. Oerley gibi mimarlar izledi.
Hepsi dev ölçekli projeler yüzünden arsa fiyatları yüzde 1000 ilâ 4000 artmış, rüşvet ve yolsuzluk hikâyeleri ayyuka çıkmıştı ama, 1930 yılına gelindiğinde bugün hâlâ kullanılan kamu binalarının ve bankaların tümü tamamlanmıştı.1929 Dünya Ekonomik Buhranı’nın etkisiyle tüm Türkiye’de yatırımlar dururken Ankara’da kişi başına belediye harcamaları, Afife Batur’a göre 1927’de Türkiye ortalamasının 28 katı, 1931’de 23 katıydı. Başka bir deyişle, “modern ve Batılı bir başkent yaratma” hedefine ulaşmak uğruna tüm ülke ihmal edilmişti. Çünkü bu proje basit bir kültürel öykünme değildi, aksine ulus-devletin kurucu unsurlarından biriydi.
YAKUP KADRİ’NİN ÜTOPYA-ANKARA’SI
1930-1932 arasında Kemalist devletçiliğin daha radikal bir uygulamasını savunan çoğunluğu TKP geleneğinden gelen bir grup sol yönelimli aydının oluşturduğu Kadro hareketinden Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 1934 yılında yayımlanan Ankara adlı romanında şöyle der: “(…) Gerçi Jansen planına göre açılmış olan ana cadde, henüz, herhangi bir Avrupa metropolündeki boulevard veya aveneu’ler gibi işlek ve canlı görünmekten uzaktı. Fakat bu ana caddeye doğru inen sokaklarda eski tenhalıktan artık eser kalmamıştı. Çünkü eski şehrin bir salyangoz izine benzeyen dolaşık, çarpışık sokaklarında dağılıp kaybolan halk, şimdi bellibaşlı birkaç muntazam mahallede toplanmış bulunuyordu.”
Yakup Kadri, bu ‘muntazam mahalleler’deki apartmanların, evlerin, resmi binaların hemen hepsinde ‘exotique’ mimari tarzının hakim olduğunu söyler. Ona göre Yenişehir’den Kavaklıdere’ye doğru sıralanan villalar arasında kulesiz, saçaksız binalara rastgelmek mümkün değildir. Bu evlerden birinin içine girersek, örneğin zengin sınıftan Murat Bey’in bir büyük salon genişliğinde olan “dillere destan” banyosunun lavabosundaki bizote aynalar, Berlin’den getirtilen çeşitli friksiyon ve masaj aletleri, “Avrupai” yaşam tarzının işaretleridir. Murat Bey’in evinde bir de Şark salonu vardır ki oyma rafların ve hücrelerin içinde “Şarkkarilikle hiçbir ilgisi bulunmayan” çeşitli eşyalar bulunur. Hakkı Bey’in ‘Batı tarzı’ evinden çıkan Neşet Sabit adlı bir diğer kahraman ise “eski Ankara kasabasının göbeğinde yürürken” doğu ile batı arasındaki zıtlıklar üzerinde kafa yormaktadır. “Oturduğu mahallede henüz hiçbir evin ne elektriği ne de suyu vardır ve zavallı Ankara halkı, muhasaraya uğramış bir şehirde gibi yarı ıslak çeşme ve kuyuların başında birbirleriyle kavga etmektedir.”
GARP İLE ŞARK ARASINDA
Roman baş kahramanlarından Selma Hanım’ın evindeki “çılgın balodan” çıkan Neşet Sabit, fakir mahallelerden birinde yürümekteyken ellerinde fenerlerle yürüyen bir kalabalık görür ve onların yatsı namazından sonra okunacak mevlûda gittiklerini öğrenerek, kendisi de kafileye dahil olur. Yakup Kadri, Neşet Sabit’in içinde bulunduğu ikilemi şu sözlerle özetler: “Genç adam yarım saat evvel ‘aksa-yı garp’ta idi. Şimdi, tam Asya’nın, bir de ortaçağ Asya’sının göbeğindedir. Bu kadar ivicaçlı (kıvrımlı) bir cemiyet içinde doğru yolu nasıl bulmalı? Bu mevlûda gidenler mi haklıdır, o salonda dans edenler mi?” Cevabı yine kendisi verir: “Onun milli idealine göre vücut bulması lazım gelen yeni Türk cemiyetinin üslûbu, ne bu kerpiç duvarlar arasında bir örümcek gibi yaşayanlardan, ne de iğreti bir dekor içinde kurulmuş kuklalar gibi zıplayanlardan örnek alabilirdi. Türk inkılâbının vakarlı ve ahenkli ruhu, kendine layık ifadeyi çok daha canlı, çok daha şahsiyetli bir mimaride aramaktadır.”
90 yıldır siyasetten kültüre, ekonomiden sanata aynı sorular etrafında dönüp durmamız ne acıklı…
Özet Kaynakça: Mahmut Goloğlu, Türkiye Cumhuriyeti 1923, Başnur Matbaası, 1971, Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Doğan Kardeş Matbaacılık, 1969; Refik Halit Karay, Ankara, Hazırlayan: Ali Birinci, İnkılap Kitabevi, 2009; Hamdi Sadi Selen, “Ankara’nın Başkent Oluşu”, Atatürk Konferansları I, TTK Basımevi, 1964; NureddinTürsan, Ankara’nın Başkent Oluşu, Harp Akademedileri Basımevi, 1981; Vehbi Koç, Ankara’nın İlk Günleri, Ankara Ticaret Odası Yayınları, 1988; Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vatan Yolunda, Selek Yayınevi, 1958; a.g.y., Ankara, İletişim Yayınları, 2006; Afife Batur, “Cumhuriyet Döneminde Türk Mimarlığı”, Cumhuriyet Dönemi ve Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, 1995, s.1382, Gönül Tankut, Bir Başkentin İmarı, Anahtar Kitaplar Yayınevi, 1993; Tuğrul Akçura, Türkiye Cumhuriyetinin Başkenti Hakkında Monografik Bir Araştırma, OTDÜ Yayını, Güzel İstanbul Matbaası, 1971; İlhan Bardakçı , Taşhan’dan Kadifekale’ye, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 1975; Taylan Esin, “Yunanca Kaynaklara Göre 1916 Ankara Yangını” Toplumsal Tarih, 2012 Kasım, S. 227, s.22-34 ; Taylan Esin- Zeliha Etöz, 1916 Ankara Yangını, İleşitim Yayınları, 2015; Alice Odian Kasparian, “The 915 Massacres of the Armenian in the State of Angora, Turkey”, Journal of Armenian Studies, 1992, IV, S. 1-2, s. 119-136; Ferda Balancar’ın röportajı, “Soykırımın tamamlayıcı unsuru olarak yangın”, http://www.agos.com.tr/tr/yazi/10657/soykirimin-tamamlayici-unsuru-olarak-yangin .
.
Teşkilat'ın tetikçisi: Yakup Cemil
15.6.2015 - Bu Yazı 1438 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök’ün geçtiğimiz hafta başlattığı ‘medyadaki Yakup Cemil’ler’ tartışması bu haftaki yazımın ilham kaynağı oldu.
Bugün pek çok ‘vatansever tetikçi’nin rol modeli olan Yakup Cemil, İstanbullu Çerkes bir aileye mensuptu. Yakup Cemil 1903’te Harp Okulu’nu bitirmişti. İlk görevi Manastır’daki 6. Nizamiye Tümeni idi. 1889’da II. Abdülhamit rejimini yıkmak için kurulan İttihat ve Terakki’nin güçlü adamı Enver Bey ondan bir yıl önce Manastır'a 13. Topçu Alayı 6. Batarya Kumandanlığı'na gelmişti. Yakup Cemil, Enver Bey’in etkisiyle ve ‘Sapancalı’ Hakkı adlı arkadaşının aracılığıyla, o tarihlerde iyice güçlenmeye başlayan İttihat Terakki’ye katılmıştı. Cemiyet'in silahşor üyelerden meydana gelen ‘fedaî şubeleri’ vardı. Fedai olmak gönüllülüğe bağlıydı, ama gönüllü olduktan sonra görevi yapmak zorunluydu.
Tabiatına çok uygun olan fedailiği seçen Yakup Cemil, yine kendisi gibi fedai takımından Binbaşı Eyüp Sabri, Kolağası ‘Resneli’ Niyazi, Albay Selahaddin, Cafer Tayyar (Eğilmez), ‘Sapancalı’ Hakkı, Mülazım Atıf (Kamçıl), Mustafa Necib, ‘Yenibahçeli’ kardeşler Şükrü ve Nail, Kuşçubaşızade Eşref, Süleyman Askeri ve Enver Bey’in kendisinden iki yaş büyük amcası Halil (Kut) ile birlikte hem bölgedeki Yunan, Sırp, Bulgar ve Arnavut çeteleriyle birlikte II. Abdülhamit rejimine karşı, hem de bu çetelere karşı savaşıyorlardı. Çeteler de birbirleriyle savaşıyorlardı bu arada, çünkü hepsinin kendi ‘milli’ hedefleri vardı. Ancak Yakup Cemil, arkadaşlarından çok farklıydı. Öyle ki öfkesiyle, gaddarlığıyla herkesin korkulu rüyası haline gelmişti.
(İttahat ve Terakki’nin üç lideri: Enver, Cemal ve Talat)
1908 ARİFESİNDEKİ FEDAİ CİNAYETLERİ
1903 yılında patlak veren ‘İlinden Ayaklanması’ndan sonra Britanya, Avusturya-Macaristan ve Almanya, Makedonya’da Mürzsteg Programı denilen bir anlaşmayla bölgeye müdahil olmuşlardı. Anlaşmaya göre bölgeye tayin edilen Osmanlı Umum Müfettişi Hüseyin Hilmi Paşa göreve gelir gelmez anlaşmayı tehlikeye düşürecek unsurlar olarak gördüğü İttihatçılarla uğraşmaya başlamıştı. Ancak İttihatçıların tepkisini öngörmemişti elbette.
Cemiyetin fedaileri, 1908 Haziranı'ndan itibaren Balkanlarda tam bir terör estirdiler. Önce Selanik Merkez Kumandanı Yarbay Nâzım Bey (ki Enver Bey'in kız kardeşi Hasene'yle evliydi), Saray'a bildirmek üzere İttihatçıların adının bulunduğu 397 kişilik tevkif listesi hazırladığı gerekçesiyle, İstanbul-Akaretlerdeki evinde vuruldu ancak öldürülemedi, ardından 3 Temmuz 1908 sabahı şafakla birlikte, Kolağası Resneli Niyazi Bey, 200 kişiyle dağa çıktı. Onu Binbaşı Enver Bey’in ve Binbaşı Eyüp Sabri’nin taburları takip etti. Yakup Cemil de Enver Bey’in yanındaydı. Bundan sonra suikastler birbirini takip etti.
Önce II. Abdülhamit’in İttihatçıları etkisiz hale getirmek üzere görevlendirdiği Müşir Şemsi Paşa öldürüldü. Ardından Şemsi Paşa’nın yerine gönderilen Müşir ‘Tatar’ Osman Paşa dağa kaldırıldı. Ardından Saray'a sürekli jurnaller gönderen Manastır Topçu Alayı Müftüsü Mustafa Şevket Efendi, ardından Manastır Mıntıka Kumandanı Osman Hidayet Paşa, sonra cemiyete düşman olduğu düşünülen Debre Mutasarrıfı Hüsnü Bey, cemiyet mensuplarını ortaya çıkarmaya çalışan Polis Müfettişi Sami, Avukat Sabir Efendi, İnzibat Yüzbaşısı İbrahim ve Süvari Yüzbaşı Ali ve daha pek çok asker-sivil yargısız infaza kurban edildi. Bu öldürmelerin bir kısmının faili biliniyordu ama adı geçmese de Yakup Cemil’in rolü büyüktü muhakkak.
Cinayetlerle devlet teşkilatı ve halk iyice terörize edildikten sonra, 23 Temmuz 1908’de önce Manastır’da, sonra Selanik’te ve diğer Makedonya şehirlerinde ve nihayet İstanbul’da halka “Yaşasın Hürriyet’” nidalarıyla sokağa döküldü ve II. Abdülhamit, 1877’de rafa kaldırılan Kanun-ı Esasi’yi tekrar yürürlüğe koymaya razı oldu. Böylece II. Meşrutiyet Dönemi başladı. (Bu süreçle ilgili yazım: “1908 Devrimi’nin ilham kaynakları” okumak için tıklayın)
(30 yıl sonra tekrar faaliyete geçen Meclis-i Mebusan, Aralık 1908)
YAKUP CEMİL İRAN’A GÖNDERİLİYOR
Peyderpey İstanbul’a gelen fedailer Meserret Oteli ve Meserret Kıraathanesi’nde konuşlandılar. Kime ders vereceklerini, kimi temizleyeceklerini planladılar. İstanbul’da şimdilik işler yolunda görüldüğünden Yakup Cemil’in yeni görev İran’dı. Aynen Osmanlı ülkesinde olduğu gibi, 1906 yılında İran’da Muzaffereddin Şah, feodal dönemden kalma yetkilerinin bir bölümünü halka bırakmaya, kurumlara devretmeye razı olmuştu. Bu, Batı’da yaygın adıyla İran Anayasa Devrimi, İranlıların deyişiyle İnkılab-ı Meşrutiyet’ti. Ancak bu dönem çok kısa sürdü; zira İngilizler için İran, imparatorluklarının en önemli mücevheri saydıkları, Hindistan’a geçiş kapısıydı. Çıkarlar söz konusuydu ve 20. yüzyılda daha pek çok benzer örnekte olduğu gibi İngilizlerle Ruslar, ülkeyi nüfuz alanlarına bölüp paylaşmak üzere anlaştılar. Devrimin ezilmesi üzerine İran İnkılap Cemiyeti,İttihat ve Terakki'den yardım istedi. Enver Bey’in amcası Yüzbaşı Halil (Kut) Bey başkanlığında fedailerden oluşan bir heyetin İran'a gizlice gitmesine karar verildi. Bu heyette Yakup Cemil de vardı. Tam Ağrı Dağı eteklerinde yaşayan Celali aşiretleri ve Simko Ağa İsmail vasıtasıyla İran’a geçilecekti ki, İstanbul’dan haber geldi. 31 Mart Olayı/Ayaklanması başlamıştı. Ekip İstanbul’a döndü. (Bu olayla ilgili olarak şu yazıma bakılabilir: Okumak için tıklayın)
Yakup Cemil, İstanbul’daki olaylarla eş zamanlı olarak patlak veren Adana İğtişaşı/Olayları/Katliamı’ndan sonra İTC Cemal Paşa’yı Adana Valiliği’ne gönderirken, Yakup Cemil’e de ‘Müfettişlik’ unvanı uydurulmuştu. Ancak, aynen 31 Mart Olayı’nda olduğu gibi Adana’ya da her şey olup bittikten sonra gittiği için, ‘cezalandırıcı adam’ olarak işlevini göremedi Yakup Cemil ve hayalkırıklığı içinde İstanbul’a döndü. (Adana Olayı hakkındaki yazımı okumak için tıklayın)
GAZETECİ CİNAYETLERİ
Neyse ki, beklediği fırsat yakında çıkacaktı! Çünkü 31 Mart Olayı’nın bastırılmasından sonra kurulan Hüseyin Hilmi Paşa kabinesinde Talat Bey’in Dahiliye Nazırı olmasıyla, hükümet işleri Enver, Talat, Cemal, Bahaettin Şakir, Dr. Nazım ve Cavid Bey’den oluşan kliğinin eline geçmiş, adından sıra muhalefeti sindirmeye gelmişti. 30 Ocak 1910’da muhalif Ahrar Fırkası kapatıldı. 9 Haziran 1910’da Ahrar’la ilişkili Sada-yı Millet gazetesinin başyazarı Ahmet Samim Bey, Bahçekapı'da arkadaşı şair Fazıl Ahmet (Aykaç) Bey'le kol kola yürürken, çok yakından ensesine sıkılan kurşunla öldürüldü. Cinayetin ‘tam Yakup Cemil tarzı’ olduğu söylendi ancak Yakup Cemil bunu hep inkar etti, suçlu da bulunup yargılanamadı.
10 Temmuz 1911’de gecesi yanında üç arkadaşı ile Bakırköy’de bir eğlenceden sonra evine doğru gitmekte olan Şehran gazetesi başyazarı Zeki Bey öldürüldü. Bu sefer cinayetin faili olarak 1915’te bir dizi öldürme olayında başrol oynayacak, Çerkez Ahmed ve arkadaşları yargılandı ancak yargılamalardan bir sonuç çıkmadı ve muhalefete iyice gözdağı verilmiş oldu.
Cemal Kutay, Talat Paşa'nın Gurbet Hatıraları adlı kitabında Talat Paşa’nın şu ifadesine yer vermişti: "Selanik'te çıkardığı gazeteye verdiği Silah ismine izafetle ‘Silahçı Tahsin’ olarak anılan bu aşırı gözü pek, atılgan, yakın arkadaşı Yakub Cemil gibi her şeyi silahla halletmeyi kestirme ve emin yol telakki eden komitacının, Ahmed Samim'e ve daha sonra Zeki Bey'e tehdit mektupları gönderdiği iddia edilince, cinayetlerin faili olma töhmetiyle adalete sevki istenildi. Müstantik (savcı) tahkikatında kâfi delil bulunamadı, fakat sıyrılamadı ve onunla arkadaşları üzerinde toplanan şüpheler İttihat ve Terakki'nin manevî şahsiyetinde noktalandı."
YAKUP CEMİL TRABLUSGARP’DA
29 Eylül 1911’de İtalyanların Trablusgarb’a saldırması üzerine Yakup Cemil de gönüllü subay olarak tekrar orduya katıldı ve Trablusgarb’a gitti. Kanun tanımaz davranışları burada da kendini gösterdi ve bir gece siyahi subay Şükrü Efendi’yi sırf farklı renkten olduğu için, casus olduğundan şüphe ederek yatağında uyurken öldürdü. Bu hareketi, kendisini çok seven Enver Bey’i bile kızdırdı ve kendisini İstanbul’a göndermesine neden oldu. Fakat Enver Bey, onu yine de yanından ayırmadı.
Ancak ordunun içinde İttihatçılarla arası pekiyi olmayan subaylar da boş durmuyorlardı. 1912 yılının Haziran ayında İstanbul’da ‘Halaskâr Zabitan’ (Kurtarıcı Subaylar) adı altında örgütlenen bu subaylar bir muhtıra yayımlayarak ülkenin II. Abdülhamit devrinde olduğu gibi bir buhran geçirmekte olduğunu ve çökme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu ve vatanın kurtarılmasının ‘yine en çok askerlere düştüğünü’ ilan etmişlerdi. Muhtırada Meclis’in dağıtılması ve Kıbrıslı Kamil Paşa başkanlığında yeni bir hükümetin kurulması da isteniyordu. Sonunda İttihatçılar razı oldu ve Gazi Ahmet Muhtar Paşa başkanlığında yeni bir hükümet kuruldu. Ancak, Balkanlarda savaş tamtamlarının çaldığı o günlerde yeni hükümet güvenoyu alamadı, Padişah Meclis’i feshetti.
BALKAN HEZİMETİ
18 Ekim 1912’de Birinci Balkan Savaşı patlak vermiş, gırtlağına kadar siyasi çatışmalara gömülmüş olan ordu,1911’de Trablusgarp’ta olduğu gibi büyük bir hezimete uğramıştı. Bu sefer her şey 15 gün içinde olup bitmişti. Doğu Ordusu Bulgarlara yenilip önce Lüleburgaz’a sonra da Çatalca’ya kadar çekilirken, Batı Ordusu Sırplara karşı Kumanova’da yenilgiye uğramış ve Manastır’a çekilmişti. Bu arada İttihatçıların baba ocağı Selanik tek kurşun atılmadan Yunanlılara terk edilmiş, Alatini Köşkü’de sürgün olan II. Abdülhamid, Alman Lorelei gemisiyle zor kaçabilmişti şehirden. Bozcaada, Limni, Samotraki ve Taşoz Adaları Yunan donanmasına teslim olmuştu. Bunlardan cesaret alan Karadağlılar da İşkodra’yı işgal etmişlerdi. Balkan orduları Çatalca’ya dayanmış,Trablusgarp ve Bingazi’deki Osmanlı subaylarının bir bölümü İstanbul’u savunmak üzere geri çağrılmıştı. Bir bölümü de başka bölgelere kaydırılmıştı.
Yakup Cemil de Çatalca’daydı. Enver Bey’in amcası Halil Bey'in teklifi üzerine İstanbul hapishanelerinden çıkarılan 4 bin suçludan oluşturulan birlikle Çatalca’yı savunuyordu güya. Daha sonra bu birliğin İTC’nin ünlü yeraltı örgütü Teşkilat-ı Mahsusa’nın çekirdeğini oluşturduğu söylenecekti. (Teşkilat-ı Mahsusa hakkındaki yazımı okumak için tıklayın)
DARBECİLİĞİN MİLADI: BABIALİ BASKINI
Bütün bunlar üzerine Ahmet Muhtar Paşa, Sadrazamlık (başbakanlık) görevinden istifa etti ve yerine Kamil Paşa Hükümeti kurulmuştu. Ülkenin içinde bulunduğu bu kötü durum, İttihatçıların iktidara bütünüyle el koyması için son derece uygun bir atmosfer yaratmıştı. Matbuat ellerindeydi zaten, “Hükümet Rumeli’yi düşmana terk etti yaygarası koparıldı. Polis teşkilatı ve ordunun kilit mevkilerinde adamları vardı. Darbe için, Büyük Devletlerin savaşla ilgili notasının görüşüleceği 22 Ocak 1913 tarihli Meşveret Meclisi toplantısının ertesi günü olan 23 Ocak 1913 seçilmişti. Çünkü İttihatçılara göre, o gün Edirne’nin Bulgarlara bırakıldığı açıklanacaktı. Böylece halkı galeyana getirmek kolay olacaktı. Ama yanılıyorlardı, çünkü Kamil Paşa Hükümeti, Edirne’yi Bulgarlara terk etmemeye karar vermişti. Ama bu durum İttihatçıları ilgilendirmiyordu, çünkü onlar için Edirne meselesi, iktidara el koymak için bir bahaneden başka bir şey değildi.
23 Ocak 1913 günü hava soğuk ve yağışlıydı. ‘Küçük Efendi’ lakaplı Kara Kemal’in adamları sabahtan hükümet merkezi olan Babıâli’nin telefon ve telgraf bağlantısını kesmişlerdi. Babıâli’yi korumakla görevli bölük eğitim bahanesiyle dışarı çıkarılmış, yerlerine Anadolu rediflerinden zayıf bir müfreze yerleştirilmişti. Böylece baskın sırasında ciddi bir direniş ihtimali ortadan kaldırılmıştı. İttihatçıların Alman ve Avusturya elçiliklerini de durumdan haberdar ettikleri anlaşılıyordu, çünkü bu iki ülkenin elçisi de olay yerinde hazırdı.
Saat 15.00 civarında, kır bir ata binmiş Enver Bey, amcası Halil Paşa, İttihatçıların ünlü hatibi Ömer Naci, (1915’te Ermeni Kırımı’nın faillerinden olacak olan) Sapancalı Hakkı, İzmitli Mümtaz, Filibeli Hilmi ile İTC’nin esnaf örgütlerinin lideri Kara Kemal’in silahlı adamlarının öncülüğündeki 100 kişilik bir grup, ellerindeki bayrakları sallayarak ve Edirne için sloganlar atarak Babıâli’ye doğru yola koyuldular. Yürüyüş kolu Nafıa Nezareti’nin (bugün İran Konsolosluğu) önünden geçerken Ömer Naci elindeki tabancayı sallayarak “Yaşasın millet! Yaşasın İttihat ve Terakki Cemiyeti!” diye avaz avaz bağırmaya başladı. Halkın şaşkın bakışları ve Ömer Naci’nin bağırışları arasında topluluk Babıâli’nin girişini tuttu. Silah seslerini ve kırılan cam seslerini duyan Kamil Paşa, kapıları kapatma emrini vermiş ama geç kalmıştı. Çünkü girişteki arbedede Sadaret Yaveri Ohrili Nafiz Bey, Harbiye Nazırı Kıbrıslızâde Tevfik Bey, Komiser Celal Bey ile Tevfik Bey’in silahından çıkan kurşunla darbecilerden Mustafa Necip ölmüştü bile.
NÂZIM PAŞA’NIN ACI SONU
Bunlar olurken kılını kıpırdatmayan Harbiye Nazırı Nâzım Paşa’nın darbecilerle karşılaştığında söylediği sözler hakkında iki rivayet vardır. Birincisine göre “Ne var, nedir bu? Haddinizi bilmiyorsunuz, münasebetsizlik ediyorsunuz!” demişti. Diğerine göre ise “Pezevenkler! Siz beni aldattınız, bana verdiğiniz söz böyle miydi?” demişti. İlk cümleler doğruysa, Nâzım Paşa olaydan habersizdi, ikincisi doğruysa olaydan haberdardı. İkinci şık doğru olmalıydı çünkü Nitekim daha sonra, Talat Paşa “Biz ona Sadrazamlık teklif ettik” diyecekti.
Ancak Nâzım Paşa ister haberli olsun, ister habersiz, çok yakında hakkın rahmetine kavuşacaktı. Çünkü Paşa kızgınlıkla söylenirken, İttihat Terakki’nin ünlü tetikçisi Yakup Cemil, silahını çekip kendisini şakağından vurmuştu. Bu olay karşısında Enver’in şoka girdiği söylenir. Çünkü hesapta bu iş yoktu ve Çerkes asıllı olan Paşa’nın öldürülmesinin orduda hep kumanda kademesinde bulunmuş Çerkesleri kızdıracağı açıktı. “Eyvah! Yakup ne yaptın, şimdi ne olacak?” diyen Enver’e “Ne olacağını sen bilirsin. Uzun uzadıya bu adamı mı dinleyecektik yani?” diyen Yakup Cemil tabancasında kalan son kurşunları da yerde can çekişen Nâzım Paşa’ya boşaltmıştı. Enver belki de Yakup Cemil’in de Çerkes olmasına güvenerek, “İnkılâptır! Ne yapalım arkadaşlar? Vazifemize devam edelim!” diyecekti. İddialara göre, Yakup Cemil, hiçbir şey olmamış gibi, ölen arkadaşı Mustafa Necip’in silahını hatıra olarak almış, ayakkabılarını da darbecilerden Cafer’e hediye etmişti.
“ASKER VE MİLLETİN İSTEĞİYLE”
Ardından, darbeye meşruiyet kılıfını giydirmeye sıra gelmişti. Şakağına silah dayanan 85 yaşındaki Kamil Paşa, titreyen elleriyle Padişah’a hitaben “Askerden gelen teklif üzerine huzur-ı şahanelerine istifaname-i acizanemin arzına mecbur olduğum göz önüne alındıkta bu bakımdan ve her halde emir ve ferman efendimizindir” diye birkaç satır karalamıştı ki, Enver Bey bunu yeterli görmedi ve“askerden gelen teklif üzerine” lafının önüne bir de “ahaliden gelen” ifadesini ekletti. Böylece bir avuç zorbanın silah zoruyla iktidarı ele geçirmesi olayı, halkın ve askerin ortak isteği haline getirildi.
Ardından darbeciler yine Ömer Naci’nin “Yaşasın İttihat ve Terakki, Yaşasın millet!” haykırışları arasında Dolmabahçe Sarayı’na gittiler. Enver Bey, görülmemiş bir cüretle silahlı olarak Sultan V. Reşat’ın karşısına dikildi ve Mahmut Şevket Paşa’yı Sadrazam tayin etmesini istedi. Karşısında silahlı adamları gören Padişah’ın, Nâzım Paşa’nın kaza ile öldüğüne, Sadrazam Kamil Paşa’nın kendi rızasıyla çekildiğine çabucak inanmasına şaşmamak gerekir. Rivayete göre “Allah hayırlı etsin. Allahıma şükür beni o aciz adamlardan kurtardınız” demişti.
Peki, cephedeki durum değişmiş miydi? Hayır, değişmemişti. 30 Mayıs 1913 tarihli Londra Antlaşması ile birçok ağır şarta razı olunmuş, daha kötüsü Babıâli Baskını’nın görünüşteki nedeni olan Edirne Bulgaristan’a terk edilmişti. Bu durum İttihatçıların itibarını biraz azalttı ancak, Mahmut Şevket Paşa’nın 11 Haziran 1913’te İTC muhaliflerince öldürülmesi üzerine durum tersine döndü. Bu arada İkinci Balkan Savaşı patlak verdi. Edirne’nin bir şans eseri tek kurşun atılmadan geri alınmasıyla İttihatçıların itibarı tazelendi.
(Yanya’nın Yunanlılara teslim törenini gösteren kartpostal. Esat Paşa Yunanistan Krallığı Veliahtı Konstantin’e kılıcını teslim ediyor. 21 Şubat 1913)
HERKESİN BAŞ BELASI
Nazım Paşa cinayetinen sonra Yakup Cemil teşkilatın bir numaralı fedaisi olmuştu. İTC, kimden rahatsızsa Yakup Cemil’e adının verilmesi yeterliydi. İyice şımaran Yakup Cemil Mahmut Şevket Paşa suikastından sonra diktatör gibi davrandığından şikayet ettiği Talat Bey’in hükümete girip girmeyeceğine bile karışıyor, Edirne’nin alınmasıyla bütün devre arkadaşlarını geçerek ‘miralay’ (albay) olan Enver Bey'in Harbiye Nazırı olması için canla başla çalışıyordu. Ama bu zor bir işti çünkü Enver’in nazır olabilmesi için rütbesinin en az ‘tuğgeneral’ olması gerekiyordu. Bunun için ise daha altı yılı vardı. Ancak Yakup Cemil ve fedai arkadaşları formülü buldu: 1911’de Trablusgarp Savaşı’na katıldığı için üç yıl, Balkan Savaşları’ndaki hizmeti için de üç yıl kıdem eklenerek rütbesi tuğgeneral (paşa) yapılan Enver1 Ocak 1914’da da hem Harbiye Nazırı hem Genelkurmay Başkanı yapıldı, üstüne üstlük Abdülmecit’in oğlu Şehzade Süleyman’ın kızı Naciye Sultan’la evlenerek Saray’a damat ve Padişah Yaveri oldu!
YAKUP CEMIL KAFKAS CEPHESINE SÜRÜLÜYOR
Elbette Yakup Cemil’in yıldızı da iyice parlamıştı. Ama öyle başına buyruk hale gelmişti ki, Enver Paşa bile ondan ürker olmuştu. Çareyi Yakup Cemil’i çoğu hapishanelerden derlenmiş katillerden oluşan iki bin kişilik bir birliğin başında Kafkas Cephesi’ne göndermekte buldu. Yakup Cemil, birliğine Trabzon’dan katılan güçlerle birlikte Ardahan ve Batum’un Ruslardan alınmasına katkıda bulundu ancak, eski huylarından vazgeçmediği için komutanlarına dert olmaya devam etmişti. Ruslar karşısında yaşanan her başarısızlıkta, yanındaki yardımcılarından birini kurşuna dizdiriyordu. Bir keresinde 16 eri birden öldürünce 3. Ordu Kumandanı Mahmut Kamil Paşa bunlara dayanamadı ve Yakup Cemil’i Bitlis’e gönderdi. Yakup Cemil burada sadece askerlere eziyet etmedi, Amele Taburları’na asker vermek istemeyen Ermeni köylerini dümdüz ederek ortalığı kan gölüne çevirdi. Sonunda Bitlis’teki alayın başındaki Ali (Çetinkaya) Bey de kendisinden yaka silkti ve Yakup Cemil’i Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa’nın bulunduğu Bağdat’a sürdü.
Halil Paşa, Yakup Cemil’i kontrol altında tutmak için Teşkilatı Mahsusa’daki görevinden aldı ve geri hizmete verdi. Eskiden ‘ihtiyat subayı’ idi, artık ‘yedek subay’dı. Elbette bu durum Yakup Cemil’in buna tahammül etmesi zordu nitekim, bir sabah durup dururken emrindeki askerlere düşmana taarruz emri verdi. Sonuç, onlarca askerin, İngilizlerin mitralyöz ateşi altında can vermesi oldu. Yakup Cemil bu olaydan da ders almadı, sağa sola tecavüzlerde bulunması yetmezmiş gibi Enver Paşa’ya, savaşta izlemesi gereken strateji ve taktikler konusunda akıl veren mektuplar yazmaya başladı. Sonunda Halil Paşa Yakup Cemil’i Enver Paşa’nın kendisini İstanbul’a davet ettiği yalanını atarak İstanbul’a postaladı.
‘İKİNCİ BABIALİ BASKINI’ PLANLARI
İstanbul’a vardığında, Enver Paşa’dan eski sıcaklığı göremedi ama bir gönüllü subayın atanacağı en yüksek rütbe olan binbaşılığa atandı. Fakat Yakup Cemil’e bu yetmedi elbette. Paşalık ve ordu komutanlığı istedi. Hatta bir gün Enver Paşa’yı “benim sayemde bu makamlara ulaştın, geldiğin yerleri bana borçlusun, seni bu makamlara oturtan benim, sen de benim hakkım olan makamları vereceksin” diyerek tehdit etmişti.
Yakup Cemil’in ölçüsüzlüğünü gösteren bir örnek olayı da Falih Rıfkı Atay anlatmıştı. Mustafa Kemal’in kendisine anlattığına göre, Yakup Cemil, Mustafa Kemal’in Diyarbakır’a tayin olduğu Mart 1916 tarihinden sonraki bir dönemde, ikinci bir Babıâli Baskını yapıp Harbiye Nazırı Enver Paşa’yı öldürmeyi, yerine de ‘Anarfartalar kahramanı’ Mustafa Kemal’i getirmeyi planladığını anlatmıştı. Amacı tek taraflı bir barış yaparak savaştan çekilmekti. Sina Akşin de, darbeden sonra Sadrazam olarak Cemal Paşa’yı, Hariciye Nazırı olarak Ali Fethi (Okyar) Bey’i düşündüğünü, yakın arkadaşları Hüsrev Sami, Mümtaz, Nail ve Sapancalı Hakkı’yı da önemli bakanlıklara getirmeyi düşündüğünü yazacaklardı. Yakup Cemil’in Mustafa Kemal’e duyduğu güvenin temelinde ise, ikilinin Teşkilat-ı Mahsusa’dan gelen dostluğu yatıyordu. Kendisi de örgütün önde gelenlerinden olan Rauf (Orbay) Bey’e göre, Mustafa Kemal Trablusgarp’a Ömer Naci, Yakup Cemil ve Sapancalı Hakkı ile birlikte gitmişti. Nitekim Mustafa Kemal, Yakup Cemil’in bu planı yaptığı günlerde, Sadrazam Talat Paşa’ya ve çevresindeki ordu kumandanlarına, savaştaki kötü durumdan ‘Almanların oyuncağı olan Enver’in sorumlu olduğunu’ belirten telgraflar çekiyordu. Ancak, Yakup Cemil’in bir arkadaşı bu çılgın planı hükümete ihbar edince Yakup Cemil baltayı taşa vurmuştu!
YAKUP CEMİL BEKİRAĞA BÖLÜĞÜ’NDE
Dahiliye Nazırı Talat Paşa, durumu hemen Enver Paşa’ya bildirmemişti, çünkü Enver’in her şeye rağmen Yakup Cemil’i koruyacağını biliyordu. Bu yüzden Yakup Cemil’in harekete geçmesini bekledi. 13 Temmuz 1916 günü, Yakup Cemil’in darbeye hazırlandığı haber alındığında, kendisine “Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın emri ile tutuklusunuz” dendi. Yakup Cemil, “mademki paşa hazretlerinin emri ile o halde baş üstüne” diyerek durumu kabullendi.
Yakup Cemil, o günlerin ünlü tutukevi Bekirağa Bölüğü’ne konmuştu ama kimse silahlarını almaya cesaret edememişti. Yakup Cemil hapishanede sürekli tetikteydi, zehirlenme korkusuyla getirilen yemekleri yemiyor, yatağında yatmıyordu. Böylece iki gün geçti. Sonunda yorgunluktan bitap düştüğünde, güçlü kuvvetli üç asker, bir punduna getirip silahlarını zorla aldılar. Ertesi gün hâkim karşısına çıkarıldı ve tüm planlarını itiraf etti. Yargılama 24 saatte sonuçlandı. Kendisiyle birlikte tutuklanan ‘darbeci’ fedailerden bir bölümü sürgüne gönderildi, bir bölümü beraat etti ancak Yakup Cemil hakkında karar oy çokluğuyla alındı. "Nazırları öldürmek ve hükümeti devirmeye cesaret etmek" suçundan idamına hükmedildi. Cezası kurşuna dizilerek infaz edilecekti.
İdam kararı üzerine önde gelen İttihatçılardan Dr. Reşit, Dahiliye Nazırı Talat Paşa’ya bir mektup yazarak, darbe teşebbüsleri olduğunu duyduğunu, ancak İttihatçı ihtilalin halen devam ettiğini, aynen Fransız İhtilali sırasında Jakobenlere karşı başlatılan savaşta (mealen) ’Danton’un başıyla birlikte ihtilal yarım asır nasıl geciktiyse, şimdi de böyle olmamasını’ dilemişti. Talat Paşa’nın cevabı, ortada bir ikilik olmadığı, sadece “Yakup Cemil’in fırka kumandanı olmamaktan dolayı infiale kapılarak ayrı bir barış anlaşması imzalamaya kalktığı, bu faaliyetine bazı çete üyelerini de dahil ettiği için Divan-ı Harpçe idama mahkum edildiği’ olmuştu.
KAĞITHANE’DE 14 KURŞUN
İdam kararını, Enver Paşa yurtdışı gezide olduğu için Harbiye Nazırı’na vekâleten Talat Paşa imzalamıştı. Bazıları, Yakup Cemil’in Enver Paşa'yı vurup yaraladığını, Enver’in bu yüzden Almanya’ya tedaviye gittiğini, Yakup Cemil’in idamına da bundan karar verildiğine inanıyordu o günlerde. Hakkında verilen kararı infaz sabahı öğrenen Yakup Cemil’in 11 Eylül 1916 günü Kağıthane Köprüsü civarında kurşuna dizilirken son sözleri “Elleriniz titremesin, iyi nişan alın. Hükümet korkusu olmazsa muvaffak olamayız!” oldu. Düdük sesi ile birlikte 14 silah birden patlamıştı. Efsaneye göre Yakup Cemil yarım saat can çekiştikten sonra ölmüştü! Hüsamettin Ertürk’e göre ise Yakup Cemil’den akan kanlar yerde adeta İttihat Terakki yazmıştı!
İnfazdan sonra yetkililer, kardeşi Mehmed Hüsnü'ye “gelin cenazenizi alın” diye haber göndermiş, Mehmed Hüsnü, "Siz kurşuna dizdiniz, siz gömün!" diyerek gelmemişti. Bunun üzerine cenaze sessizce Topkapı Mezarlığı’na defnedilmişti. (Menderes dönemindeki yol yapımları sırasında oğlu mezarı naklettirmekte gecikince, mezar ortadan kaybolmuştu.)
İlginç olan, İTC Hükümeti’nin, ‘vatan hainliği’ suçundan idam ettirdiği Yakup Cemil’in dört kişilik ailesine, iki ay sonra ‘vatana hizmet’ faslından 33’er kuruşluk maaş bağlamasıydı. Kısacası Yakup Cemil iktidarın işine geldiği sürece ‘kahraman’, işine gelmediğinde ‘hain’ ilan edilen yüzlerce tetikçiden biriydi. Sadece en gözü karası (Talat Paşa’nın deyimiyle ‘mecnun’ yani ‘deli’si), en gaddarıydı. Nitekim, Yakup Cemil ortadan kaldırıldığı halde, Yakup Cemil’in yöntemleri ortadan kaldırılmadı. Onun ölümünden hemen sonraki yıllarda bile muhaliflerle başı derde giren her siyasi figürün ‘Ahh, Yakub Cemil şimdi yaşıyor olsaydı!…" dediği biliniyor.
Bugün bile siyasi rakiplerini ortadan kaldırmak için dayanılmaz bir istek duyanların içlerini çekerek “Ahh şimdi Yakup Cemil olacaktı ki!…” demelerine neden olan bu korkunç suç makinesi için İttihatçı Galip Vardar’ın şu sözleri hepimize tanıdık gelecektir: “Onu eli tabancalı, her önüne çıkanı tehdit eden, gangster taslağı saymak da çok büyük haksızlık olmuştur. O bir vatanperver olarak doğmuş, inanıyoruz ki, yine bir vatanperver olarak ölmüştür. İdama mahkûm edilmesi, kurşuna dizilmesi, hakkında verdiğimiz kıymetlere fikrimizce hiçbir zarar getirmeyecektir.” 1990’larda Tansu Çiller’in Abdullah Çatlı ve avanesi için “Devlet için kurşun atan da, yiyen de bizim için şereflidir” demesinin üzerinden 24 yıl geçti ama bakmayın siz bugün Ertuğrul Özkök ve ona cevap yetiştirenlerin Yakup Cemil’i eleştirir gibi görünmesine. ‘Yakup Cemil’ bu topraklarda daha uzun süre saygı görecek, imrenilecek, özlenilecek bir tavrın kod adı olmaya devam edecektir.
Özet Kaynakça: Ahmet Bedevi Kuran, İnkilap Tarihimiz ve Jöntürkler, Kaynak Yayınları, 2000; Galip Vardar, İttihad ve Terakki İçinde Dönenler, İnkilâp Kitabevi, 1960; Ali Fuad Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1949; Hüsamettin Ertürk, İki Devrin Perde Arkası, Sebil Yayınevi, 1996; Cemal Kutay, Talat Paşa'nın Gurbet Hatıraları, Cilt I, kendi yayını, 1983; Mustafa Ragıp Esatlı, İttihat ve Terakki Tarihinde Esrar Perdesi ve Yakup Cemil Niçin Öldürüldü?, Hürriyet Yayınları, 1975, Şeref Çavuşoğlu, "Benim Gördüğüm Babıâli Baskını", Yakın Tarihimiz, S. 7, 12 Nisan 1962, Hasan Amca-Alpay Kabacalı, Bir İhtilalci’nin Serüvenleri, Cem Yayınevi, 1989, Ergun Hiçyılmaz, Teşkilat-ı Mahsusa, Kamer Yayınları, 1996, Alpay Kabacalı, Türkiye'de Siyasal Cinayetler, Altın Kitaplar, 1993.
.
Takiyüddin ve kuyruklu yıldızlı 1577 ramazanı
21.6.2015 - Bu Yazı 1049 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Hüseyin Rahmi Gürpınar Kuyruklu yıldız Altında İzdivaç adlı romanında İstanbul'un kenar mahalle kadınlarının 1910 yılında semaları süsleyen 'Halley kuyruklu yıldızı’nı saçlı bir melek olarak algılayarak kıyametin kopacağından korkmalarını ve onlara bilimsel açıklamalar yapmaya çalışan genç İrfan Galib'in, kendisini dinleyenlerden Feriha adlı genç hanımla yaşadığı aşkı gayet canlı bir dille anlatır.
Bu olaydan çok önce, 1577 yılı Kasım ayında, Ramazanın birinci günü akşamı, İstanbul halkı gökyüzünü sarmalayan ışıklı şalı gördüğünde duydukları şaşkınlık ve heyecan herhalde Reşat Nuri’nin kahramanlarının yaşadığına çok benziyordu. Tahmin edilebilir ki, o tarihi akşamüstü gökyüzünü bir şal gibi kaplayan ışık selini gördüklerinde, Vezir-i Azam Sokollu Mehmed Paşa'nın verdiği iftar yemeğinden ayrılanlardan Saray mensupları yavaş yavaş bölmelerine dönerken, Şehzadebaşı'ndaki konaklarda, Fildamı'nda ve Altımermer'deki esnaf evlerinde ya da bahçedeki ağaçların altında iftar sofrasının rehavetini atmak için tütün saranlar, Çemberlitaş'taki Tavuk Pazarı'nda saz şairlerini dinlemeye gidenler, Balat'taki zurnalı semai kahvehanelerinde nargilelerini fokurdatanlar, Yeşiltulumba meydanında Karagöz seyredenler, Mercan odalarında pinekleyen papucçu bekârları, cumbaların arkasında tarçınlı şerbetlerini yudumlayarak tatlı tatlı dedikodu yapan kadınlar muhtemelen kıyamet gününün geldiğini sanıp duaya durmuşlardır.
Mahallenin ileri gelenleri akıl sormak için en yakın mescidin imamına koşarken, içe kapanık ve vesveseli biri olduğu bilinen padişah III. Murad'ın (1574-1595) derhal müneccimbaşı Takiyüddin'i çağırdığı biliniyor. Takiyüddin’in adlandırmasıyla bu ‘zûzeneb’(=kuyruklu) 12 Kasım 1577 (1 Ramazan 985) akşamından başlayarak 74 gece boyunca İstanbul semalarında güneş gibi parlayacak, bu süre içinde halkın ve sarayın en önemli konusu olacaktı.
(III. Murad, Şecaatname’deki kuyruklu yıldız minyatürü)
İRAN’I FETHETMEK İÇİN İŞARET Mİ?
‘Zûzeneb’in nasıl yorumlandığını anlatan kaynakların sayısı oldukça sınırlıdır. Dönemin asker sadrazamlarından Özdemiroğlu Osman Paşa'nın Şark gazalarını anlatan Şecaatname'ye bakılırsa "akıllı, ruhi bilgili, zamanın hakimi, yüksek ruhlu fazıl kişiler, bu kuyruklu yıldızın açıklamasını yapmak için geceler boyunca uykusuz ve yiyeceksiz halde çalışmaya koyulmuşlardı." Bu uzun tefekkür gecelerinden sonra müneccimbaşı Takiyüddin'in Şeyhülislam Aziz Efendi'yi de yanına alarak padişahın huzuruna çıktığı ve III. Murad'a "Ey alemin medarı olan padişah! Güzel meclisin aydınlık olsun! İran'ı fethetmek için sana müjdeler olsun! Zira düşman toprakta nefesi kesilmiş bir halde kaldı. Böyle semavi bir ateşin zuhuru burada uğur ve iyilik alametidir. Fakat İran üzerine bela, felaket şerareleri yağacaktır!"dediği kaydedilir. Yine Şecaatname’ye göre "zuhuru kavis hanesinde olduğu için okunun tesiri çabucak din düşmanlarının üstüne düşmüş, parlaklık ile kuyruğu Şark tarafında olduğundan uğursuzluğunu akreb gibi düşmanın üzerine yollamış" olan bu kuyruklu yıldızın koruyucu kanatları altında İran yollarına düşmenin zamanı gelmişti!
(1577’de semaları aydınlatan kuyruklu yıldızı gösteren minyatür, Kaynak: Şeamilname)
KADINLAR İKTİDARI
III. Murad iyi eğitim almış ancak zayıf iradeli, çabuk tesir altında kalan bir şahsiyet olarak tarihe geçmiştir. Gerçi tahta geçtiği ilk yıl harem yaşamına uzak kalması büyüye bağlandığında, annesi Nurbanu Sultan tarafından yapılan ‘büyü çözme’ töreninden sonra inziva yaşamına son vermemekle birlikte kadınlara ilgisi artmıştı. Hatta öyle artmıştı ki, tarihçi Selaniki’ye göre 100’den fazla çocuğu doğmuştu. Nurbanu’nun haremde önemli görevlere getirdiği Canfeda ve Raziye kalfalarla, Murad’ın başkadını Safiye Sultan, Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan, Sokollu Mehmed Paşa’nın eşi İsmahan Sultan ve Yahudi sarraf Ester Kira’dan oluşan klik ise, klasik tarihçilere göre Osmanlı saraylarında ileriki yıllarda olumsuz etkileri olduğu ileri sürülen kadınlar iktidarının (ki ben bu görüşe katılmıyorum) ilk örneği olarak tarihe geçti. (O dönemde, Yahudi kadınları Saray'ın harem dairesi ile yakın bir diyalog içerisine girmişler ve önemli görevler üstlenmişlerdi. Bu kadınlara, ‘ekonomik danışman’ anlamına gelen ‘Kira Kadın’ denilmekteydi.) Ancak dönemi en çok etkileyen kişi bu hanımların koruması altında olan Vezir-i Azam Sokollu Mehmed Paşa’ydı. İran Şahı Tahmasb’ın ölümünden yararlanmak isteyen Sokollu'nun bir süredir padişahı Azerbaycan, Gürcistan ve İran üzerine sefere çıkmak için iknaya çalıştığı ancak padişahın bu konuda tereddütleri olduğu bilinmekteydi. Kuyruklu yıldız ile ilgili bu yorumlarda Sokollu'nun dahli vardır mıdır emin değiliz ama Takiyüddin'in bu açıklamalarının padişahı cesaretlendirdiği ve bir süre sonra divandan İran Seferi için irade çıktığı kayıtlara düşmüştür.
TAKİYÜDDİN KİMDİR?
Takiyüddin, Mısır'a yerleşmiş bir Türk ailesinin oğlu olarak ya Kahire'de ya da Şam'da 1521 ya da 1526’da doğmuş, yine bu şehirlerde döneminin tanınmış hocalarından fıkıh, hadis ve tefsir dersleri aldıktan sonra ders vermek üzere yine Mısır'a gitmişti. İki kez İstanbul'a geldiği fakat yeniden Mısır'a döndüğü bilinir. İstanbul'a ilk gelişinde (1553?) kendisinden yaklaşık 100 yıl önce İstanbul'a gelen bir başka müneccimin, Osmanlı ülkesinde astronominin kurucusu sayılan Semerkand'lı Ali Kuşçu'nun torunu Kutbeddinzade Muhammed Efendi gibi bilge kişilerle dostluk kurduğu ve bilgisini arttırdığı rivayet edilir.
Takiyüddin İstanbul'a ikinci gelişinde Edirnekapı Medresesi’ne müderris olarak atanınca tekrar Mısır'a dönmüştü. Anlaşılan gözü daha yükseklerdeydi ve değerini bir türlü anlayamayan Saray'a biraz kırgındı. Mısır'da kadılık yapmakta olan Abdülkerim Efendi adlı hamisi, Takiyüddin'e eski gök bilimcilerden kalma risalelere ilaveten çeşitli gözlem aletlerini ve aletlerin yapımlarına ilişkin bilgileri vererek matematik ve gökbilimle ilgilenmesini sağladı. Gök bilim konusundaki deneyimini ve yetkinliğini artıran Takiyüddin 1570 yılında İstanbul'a tekrar geldi ve 1571'de müneccimbaşı Mustafa Çelebi'nin ölümü üzerine II. Selim’in müneccimbaşılığına tayin edilerek muradına erdi!…. Kendisine verilen ilk görev, Uluğ Bey'in astronomi cetvelinin yeni rasatlarla düzenlenmesi idi. Bu çalışmasıyla 1574'de tahta çıkan III. Murad'ın dikkatini çekmeyi başaran Takiyüddin'in bir rasathane kurmakla görevlendirilmesi ise Osmanlı'daki astronomi çalışmaları açısından çok önemli bir dönüm noktası oldu.
RASATHANE NEREDEYDİ?
Artık müneccimbaşı değil de astronom olarak anılmayı hak eden Takiyüddin’e padişahın şehzadeliğinden beri hocası olan Saadettin Efendi'nin tavsiyesi ile 3 bin altınlık bir zeamet tahsis edilmiş, rasathanenin kuruluşu için de 10 bin sultani altını verilmişti.
Rasathanenin kuruluşuyla ilgili tarihler 1575-1578 arasında değişmektedir. Rasathanesinin yeri konusunda da kesinlik yoktur. Ata Tarihi'nde ve anonim eser Hadikatü'l- Cevami'de yapılan bazı tasvirlerden, Takiyüddin'in rasathaneyi kurmadan önce kısa bir süre Galata Kulesi'nde çalıştığı tahmin edilmektedir. Daha sonra yeri bugün de tam olarak tesbit edilemeyen bir yerde bir gözlem kulesi ve/veya bir gözlem kuyusu yapılmıştır. III. Murad’da sunulan Alatü’r-Rasadiyye (rasat aletleri) kitabında rasathane için "miri Tophane-i mamurenin fevkinde Frenk Sarayı denmekle maruf saha-i latife muayyen kılınıp mübaşeret olunmuştur" der. 1573-1581 arasında İstanbul'daki Nemçe (Alman) Elçisi Von Ungnad'ın maiyetinde sefaret papazı olan ve İstanbul hakkında tuttuğu günlüklerle meşhur olan Stephan Gerlach ve halefi Salomon Schweigger'e göre ise “Rasathane Galata dışında mukim Venedikli Andreas Gritti adlı birinin konağının bahçesindeydi ve sadece bir kuyudan ibaretti.” (Birkaç kuşak boyunca İstanbul’da yaşayan Gritti ailesinin konağının bulunduğu yere Bey Oglu denirdi. Günümüzdeki Beyoğlu adı bundan gelir.)
Bu yazarların ifadelerine bakılırsa, rasathane öyle heyecan uyandıracak bir oluşum değildi. 17. yüzyıl yazarı Evliya Çelebi'nin "Tophane civarındaki Samsunhane denilen yerde Müneccimbaşı Kuyusu Mesiresi” diye andığı ‘çarh-ı rasad'ın yani gözlem kuyusunun Çelebi'nin dediği gibi Tophane'de değil de Taksim'de ya da uzun yıllar İstanbul’da yaşamış olan Alman Şarkiyatçı Mortdmann'ın iddia ettiği gibi Ayaspaşa'da olması muhtemeldir. Çünkü kaynaklarda o dönemde padişahın ‘samsun’larının yani büyük köpeklerinin Taksim civarında, Venedikli Gritti'nin konağı yakınlarında beslendiğinden söz edilmektedir.
III. Murad'ın Şemailname'sinde "Takiyüddin'ün yanında Fisagoras küçük düşüyor, Arşimidis çaresiz ondan saklanıyordu. Eberhas'ın bundan evvel yaptığı rasadlar Takiyüddin'in en adi talebisinin işi idi,” dendiğine bakılırsa, Takiyüddin'in itibarı o günlerde gayet yüksekti. Bu ödeneklere ve bu övgülere bakarak, rasathaneye çok önem verildiğini ileri sürenler olduğu gibi, rasathanenin boyutlarına ilişkin tasvirlerden hareket ederek Semerkand ya da Meraga rasathanelerinin minyatürü olduğunu düşünenler de vardır. Bazıları ise Takiyüddin'in gözlem aletlerini asıllarına uygun biçimde küçültmeyi başardığı için büyük bir rasathane binasına ihtiyaç duymadığını söylerler.
Şemailname'deki ve Alatü’r-Rasadiyye’deki minyatürlerden anlaşıldığına göre rasathanenin Takiyüddin ile birlikte, sekizi râsıd (gözlemci), dördü kâtip ve diğer dördü de yardımcı olarak vazife yapan on altı kişilik kadrosu vardı. Kullanılan gözlem aletleri yazının sonunda değineceğim Danimarkalı Tycho Brahe’nin rasathanesinde kullanılan aletlerle büyük benzerlik gösteriyordu. Bunlardan en az dördünü Takiyüddin’in geliştirdiği tahmin edilir. Takiyüddin gözlemlerini Sidrot Muhtaha'l-Efkâr fi Melekût al-Felek al-Devvâr veya al-Zîc al-Şehinşâhî adlarıyla bilinen eserinde toplamıştır. Takiyüddin rasathanede yaptığı gözlemlerle Güneş ile ilgili cetvellerini tamamlayabilmiş ise de Ay ile ilgili cetvelleri tamamlayamamıştır.
“MELEKLERİN BACAKLARINI GÖZETLERSEN….”
İstanbul Rasathanesi’nin büyük bir heyecanla kuruluşundan birkaç yıl sonra (1579?) bir daha açılmamak üzere kapatılmasının üzerindeki esrar perdesi henüz kalkmamıştır. Rasathanenin yıkılışında, 1577 yılında gözlenen kuyruklu yıldızın ve bu olayı hayra yorarak 1578'de çıkılan İran Seferi'nin hazin sonuçlarının etkisi olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü Sokollu Mehmed Paşa'nın zorlamasıyla başlayan ve ilk ağızda Tiflis, Şiraz ve Revan’ın fethi ile mutlu başlayan İran Seferi yüzünden hazine büyük açıklar vermiş; ilk kez paranın içindeki değerli maden oranı tağşiş edilmişti. Bu Osmanlı tarihinin ilk enflasyonu idi.
Halkın öfkeli homurdanmaları artınca, kabahati yükleyecek kişi arayan Saray çevrelerinin Takiyüddin'e yönelmiş olmaları muhtemeldir. Takiyüddin'in hem bu talihsiz kehanetten dolayı hem de onu kıskanan saray görevlilerinin ayak oyunları sonucu padişahın gözünden düştüğü sanılır. Örneğin Kürdizade adlı bir saray imamının, Takiyüddin'in sarığının kendi sarığından büyük oluşunu bir türlü hazmedemediği kayıtlara geçmiştir! Ancak nihai darbeyi Takiyüddin'in hamisi Hoca Saadettin Efendi ile arası hiç de iyi olmayan Şeyhülislam Kadızade Ahmet Şemsettin Efendi vuracaktır. Şeyhülislam padişaha bir ‘ariza’ takdim eder ve "semaları rasat etmenin uğursuz” olduğunu ve “her nerede bu işe teşebbüs edildi ise devletin harap olduğunu" söyler. Yine kaynaklara göre "padişahın yer işlerini bırakıp gök işleriyle fazlaca uğraşması sonunda umur-u devletin pusulasını kaybettirdiği için ve Kızılbaşların galebe çaldıklarını ihtar etmesi üzerine ve meleklerin bacaklarını alttan delikli borularla gözledikleri ihbar edildiği için" rasathanenin yıkılması farz olmuştur!
Bu jurnalleri takiben 21 Ocak 1580’de (?) Kapudan-ı Derya Kılıç Ali Paşa rasathaneyi topa tutarak yok eder. Rasathanenin padişah emriyle yıktırıldığı kesin olmakla birlikte donanma tarafından denizden topa tutularak yıkılması konusunda belge yoktur. Rasathanenin tahmin edilen yerinin çok yakınlarında yerleşim bölgeleri olduğu göz önünde tutulursa bu iddia tartışmaya açıktır. Rasathaneyi yerle bir eden Kılıç Ali Paşa 1587’de öldüğünde, malları ve parası müsadere edilerek hazineye aktarılır. Takiyüddin ise bir iddiaya göre, rasathane yıkılırken, bir başka iddiaya göre ise 1585 yılında hayata gözlerini yumar. Osmanlı ülkesinin bu en başarılı astronomunun nerede gömülü olduğu bilinmemektedir.
Rasathanenin yıkımı işe yaramamış, uğursuzluk padişahın yakasını bırakmamıştır. III. Murad döneminin yangınları, depremleri, salgınları, isyanları, entrikaları, ahlak skandalları, ekonomik krizleri, rüşvet ve yolsuzluk hikâyeleri saymakla bitmez ama rasathanenin kaderi 1584’de halkın yolsuzluklara karşı Allah’ın bir cezası olduğunu düşündüğü için ‘Mübarek Taun’ diye adlandırdığı veba salgını ile belli olmuş gibidir. Nitekim salgın 1590’a kadar aralıklarla sürer ve binlerce kişiyi öldürür.
DANİMARKALI TYCHO BRAHE
Osmanlı ülkesinde bunlar olurken, Avrupa’nın küçük ülkesi Danimarka’da benzeri hikâye yaşanmaktadır. Takiyüddin'in başını yediği iddia edilen bu kuyruklu yıldız Norveç ve Danimarka Kralı II. Frederik’in büyük desteği ile 1576’da Baltık kanalındaki Hveen (bugün Ven) Adası'nda kurduğu Uraniborg adlı rasathanesinde gözlemler yapan Danimarkalı astronom Tycho (Tyge Ottesen) Brahe'nin uğuru olacaktır. (Brahe ayrıca gümüş ya da bakırdan yapılma takma burnu ile de ünlüdür.) Tam 74 gün boyunca Prag'dan Pekin'e kadar uzanan bir coğrafyada büyük heyecanlar yaratan bu kuyruklu yıldızın özelliklerini dikkatle tesbit eden bilim dünyasındaki adıyla Tycho, bu tespitlerini 1588’de kaleme aldığı De mundi aetherei recentioribus phoenomenis Liber Secundus adlı eserinde kayıtlara geçirir. Kuyruklu yıldızın yörüngesine ilişkin bilimsel hesaplamalar 1705 yılında İngiliz astronomu Edmund Halley tarafından kesinleştirilecektir. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanına konu olan kuyruklu yıldıza adını veren Halley'in hesaplamalarına göre 1577 kuyruklu yıldızı, insanoğlunun bugüne kadar gözlemlediği en parlak kuyruklu yıldızdır (kadiri – 1,8 olarak hesaplanmıştır), ancak bir kez daha görülmediği için periyodu henüz belli değildir. Yani her an göğümüzde belirebilir!
(Haveen/Ven Adası’nda Tycho’nun Uraniborg Rasathanesi’ni gösteren bir baskı.)
BRAHE’NİN KEŞİFLERİ
Birbirinden habersiz biçimde aynı kuyruklu yıldıza ait bilimsel hesaplamaları yapmalarına rağmen Takiyüddin'in III. Murad'a arzettiği ileri sürülen ‘ilmi muhtıra’nın aslının günümüze kadar ulaşmaması yüzünden kuyruklu yıldızın adının tarihe ‘Takiyüddin Kuyruklu yıldızı’ olarak değil de ‘Tycho Brahe Kuyruklu yıldızı’ olarak geçmesi çok üzücüdür. Dahası Takiyüddin dedikodu ve tezvirat yüzünden rasatlarını tamamlayamazken, Tycho, Danimarka Kralı’nın desteği ile aralarında Uraniborg’un kurulmasına da vesile olan Cassiope Yıldız kümesindeki süpernova (bugün SN 1572 olarak bilinir) olmak üzere 777 yıldıza ait güvenilir rasat kayıtlarını bilimsel esaslara uygun olarak tutmuş ve bunların günümüze kadar ulaşmasını sağlamıştır. (Bir küçük parantez: Tycho’nun bulduğu bu süpernova, yıllar sonra Edgar Allan Poe’nun Kuran’daki Araf Suresi’nden esinlenerek yazdığı Al Aaraaf adlı şiirinin esin kaynağı olacaktır. 1829 yılında yazılan şiir, 422 dizesi ilen Poe’nun en uzun şiiridir.)
Kopernikçi astronomi anlayışına karşı olan Tycho’nun en ünlü yardımcısı Johannes Kepler’in Aristotelesçi astronomi anlayışının tarihe gömülmesinde yaptığı katkılar ise herkesin malumudur. Bugün Ay’daki ve Mars’taki birer krater Tycho Brahe’nin adıyla anılmaktadır. Tycho’yu Kepler’in öldürdüğü iddiası ise bilim dünyasının en ünlü polisiye hikayelerinden biridir!
İlginçtir, bunca başarıya rağmen Tycho’nun Danimarka’da kurduğu rasathanenin sonu da İstanbul’dakine benzer. Hamisi II. Frederik’in ölmesi üzerine yerine geçen oğlu IV. Christian, Tycho’nun para desteğini keser. Sonuçta Tycho Brahe, Hveen Adası’ndan ayrılmak durumunda kalır ve çalışmalarını Prag’da sürdürür.
UMUR-U DEVLETİN DÜZELMEYEN PUSULASI
Ancak bu tarihten itibaren Batıda astronomi bilimi büyük bir hızla gelişirken, IRCACA’nın kaynakçada belirttiğim kitabına göre tarihi boyunca 582 astronomi yazarının yaşadığı, toplam 2.438 astronomi konulu yazının üretildiği iddia edilen Osmanlı ülkesi, yeni bir rasathaneye ancak 1868 'de kavuşur. Pera'da kurulan Rasathane-i Amire 13 Nisan 1909'da (31 Mart Olayı sırasında) yağmalanarak kullanılamaz hale gelir, yeniden açılışı için 1911 yılını beklemek gerekir. Bu tarihten sonra birilerinin çıkıp da "meleklerin bacaklarını gözetlemek günahtır" deyip demediğini bilmiyoruz, ama ‘umur-u devletin pusulasının bir daha düzelmemesinin’ nedeni belki de bu kuyruklu yıldızdır, kim bilir?….
Özet Kaynakça: A. Süheyl Ünver, İstanbul Rasathanesi, TTK Basımevi, 1985; Necdet Sakaoğlu, “III. Murad”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı ortak yayını, C. 5, s. 498-503; Yavut Unat, İlkçağlardan Günümüze Astronomi Tarihi, Nobel Yayın Dağıtım, 2006; Osmanlı Astronomi Literatürü Tarihi, II Cild, Editör: Ekmeleddin İhsanoğlu, IRCICA, 1997; Joshua Gilder, Anne-Lee Gilder, Heavenly Intrigue: Johannes Kepler, Tycho Brahe and the Murder Behind One of History's Greatest Scientific Discoveries, Doubleday Books, 2004.
.
TBMM, hiç 'çok renkli' oldu mu?
28.6.2015 - Bu Yazı 1419 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
7 Haziran 2015 Genel Seçimleri’nden sonra oluşan yeni TBMM, Türk, Kürt, Ermeni, Roman, Ezidi, Alevi (ve muhtemelen Çerkes, Laz?) üyeleriyle, Cumhuriyet tarihinin ‘en renkli’ meclisi olarak nitelendi. Bazıları, 23 Nisan 1920’de açılan Birinci Meclis’in de ‘çok renkli’ olduğunu ileri sürdüler. Gerçekten öyle miydi, gelin birlikte karar verelim.
(31 Mart 1877 tarihinde, ilk meclisin açılış törenini gösteren temsili resim)
Önce biraz arka plan bilgisi vermek istiyorum. Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk meclisi 31 Mart 1877’de açılmış, 14 Şubat 1878’de kapanmıştı. Bu kısa ömürlü meclisin ilk döneminde 69’u Müslüman (o tarihlerde etnik köken belirtilmezdi ama kaynaklarda Türk, Arap, Kürt, Arnavut, Boşnak olduklarına dair bilgiler var), 46’sı Müslüman olmayan (bunların adlarından Ermeni mi, Rum mu yoksa Yahudi mi oldukları anlaşılırdı) 115 üyesi vardı. İkinci döneminde Müslüman üye sayısı 56’ya, Müslüman olmayın üye sayısı 40’a düşmüştü ama meclisin reisi muhtemelen Türk olan (İstanbul Mebusu) Hasan Fehmi Efendi, ikinci reisi Ermeni Ohannes Efendi idi. 30 yıl aradan sonra 17 Aralık 1908’de açılan Meclis-i Mebusan’da 147 Türk, 60 Arap, 27 Arnavut, 26 Rum, 14 Ermeni, 10 Slav ve 4 Yahudi mebus yer aldı. Kısacası Osmanlı İmparatorluğu’nun çok kültürlü yapısını tam anlamıyla yansıtmasa da gayet çoğulcu bir meclis oluşmuştu.
Son Osmanlı Meclisi
Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’nı kaybettikten ve 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’ni imzaladıktan sonra iç işlerine dönmüştü. 1919 yılının Kasım ayında başlayan seçimler sonucu oluşan Meclis-i Mebusan, 12 Ocak 1920’de açıldı. Meclise seçilenlerin sayısı 168 (bazı kaynaklara göre 172) olduğu halde bu toplantıya 72 mebus katılmıştı. Bu mecliste Müslüman olmayan mebus yoktu çünkü ülkede Müslüman olmayan çok az nüfus kalmıştı. Nitekim seçilenlerin tamamına yakını İttihatçı’ydı. Vahdettin hasta olduğu gerekçesiyle meclisin açılışına katılmazken, yazılı olarak gönderdiği açılış nutkunu Damat Şerif Paşa okumuştu. Ancak bu meclisin ömrü kısa oldu. 16 Mart 1920’de İtilaf Güçleri İstanbul'u resmen işgal etti ve savaş suçlusu olarak gördüğü bazı mebusları tutukladı. Meclis böylece 18 Mart 1920 günü ‘fiilen’ kapandı. Mustafa Kemal, bu durumu fırsat olarak gördü ve 19 Mart 1920 tarihinde bir genelge yayımladı. Buna göre Ankara’da “olağanüstü yetkilere sahip” bir meclis toplanacaktı. Bu meclise, nüfusuna bakılmaksızın her livadan 5’er kişi katılacaktı.
Seçimler 1876’dan beri uygulanan usulle yapılmıştı. Buna göre, 66 sancağın, zamanında mülki amirler tarafından belli kriterlere sahip kişiler arasından belirlenen ‘İkinci Seçmenleri’ (müntehib-i Sani), Ankara’nın gizli ya da açıkça desteklediği adaylar arasından 5’er kişiyi belirlemişlerdi. (Listeleri bizzat Mustafa Kemal hazırlamıştı.) Bu 330 kişiye ek olarak, 11 Nisan 1920’de işgalcilerin baskısına dayanamayan padişah tarafından ‘resmen’ kapatılan İstanbul'daki Meclis-i Mebusan’ın üyeleri arasından Ankara’daki meclise gelenler de seçilmiş sayılacaktı.
Ancak bu ilk meclisin üye sayısı konusunda bugüne dek bir anlaşma sağlanmış değil. Örneğin dönemin tanıklarından Mazhar Müfit Kansu’ya göre üye sayısı 437, Tevfik Bıyıklıoğlu’na göre 438, Ali Fuat Cebesoy’a göre 337, Damar Arıkoğlu’na göre 414, Enver Behnan Şapolyo’ya göre 207 kişi idi. Çağdaş araştırmacılar da farklı rakamlar veriyorlar. Suna Kili’ye göre 376, Ahmet Mumcu’ya göre 390, Tarık Zafer Tunaya’ya göre 337, Ahmet Demirel’e göre 437 idi.)
Hacı Bayram Camii’nde başlayan tören
(23 Nisan 1920’de, İttihat ve Terakki Fırkası Kulübü binasının önü)
Kaynaklarda ’Birinci Meclis’, ’Büyük Millet Meclisi’ (ve 1921’den itibaren Türkiye Büyük Millet Meclisi) adlarıyla geçen bu meclis, 23 Nisan 1920 Cuma günü, İttihat ve Terakki Fırkası Kulübü binasında görkemli bir törenle açılmıştı. (Meclis 15 Ekim 1924’e kadar bu binada faaliyet gösterecekti.) Yeni Gün (daha sonra Cumhuriyet) gazetesinin başyazarı Yunus Nadi şöyle tasvir etmişti töreni: ‘Daha sabahtan herkes en büyük bir bayramın zevk ve setaretine iştirak etmek üzere evlerinden dışarıya uğramışlar, kadın, erkek, çoluk çocuk haline göre herkes allı güllü en güzel elbiselerini giyerek, Hacı Bayram Camii ile Büyük Millet Meclisi içtimagahı ittihaz olunan binaya kadar azami bir kilometre kutrundaki daire dâhilinde bulunan bütün arsaları, bazen damlarının tepelerine kadar bütün binaları doldurmak üzere, her tarafı istilaya koyulmuşlardı. Yerli yabancı bütün Ankara bu muhit içine sıkışmaya çalışıyor, fakat mümkün olmadığı için taşıyor, taşıyordu. Bir hayat manzarası ki, mütemadi dalgaları ve mütevali med ve cezirleri ile hakikaten heyecan vericiydi.’’
Mustafa Kemal reis seçiliyor
Meclisin toplandığı binanın kapısında dualarla kesilen kurbanlardan sonra, sıra meclisin açılış konuşmasına gelmişti. Konuşmayı geleneğe göre en yaşlı üye olan Sinop Mebusu Şerif Bey yapmıştı. Ardından Mustafa Kemal kürsüye çıkmış ve günün anlamına dair bir konuşma yapmıştı. Ertesi gün, 120 mebusun katıldığı oylamada Mustafa Kemal Paşa 110 oyla Meclis Reisliğine seçildi. İstanbul'daki Meclis-i Mebusan’ın Reisi Celaleddin Arif Bey 109 oy aldığı için İkinci Reis oldu. Konya Mebusu (Mevlevi) Abdülhalim Efendi ile Kırşehir Mebusu (Bektaşi) Cemaleddin Efendi de Reis Vekili seçildiler.
Meclisin onayladığı 1 Numaralı Kanun, Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında görüşülmesine başlanan ancak sonuca erdirilmeyen Ağnam Resmi (Hayvan Vergisi) Kanunu idi. Böylece, iki meclis arasındaki devamlılık ilişkisi zımnen kabul edilmiş oluyordu. 2 Numaralı Kanun ise iç isyanları bastırmak, asker kaçaklarıyla, casuslarla mücadele etmek için çıkartılan Hıyanet-i Vataniye Kanunu’ydu.
Meclis’in Kürt üyeleri
(Mustafa Kemal ve Diyap Ağa)
Gelelim Birinci Meclis’in ‘renkliliği’ konusuna. Renkten kasıt, Türk olmayan, Müslüman olmayan unsurların temsil edilmesiyse, bu meclisin üyeleri arasında Türk olmayan üyeler vardı. Kürt, Laz, Çerkes, Arap vb. kökenli üyelerin sayısını bilmiyoruz ancak sayılarının hiç de az olmadığını söyleyebiliriz. İlk mecliste en az 72 Kürt mebusu olduğu tahmin ediliyor. Bunların ezici çoğunluğu, etnik anlamda Kürtlük bilincine sahipti elbette ama milliyetçi anlamda Kürtlük bilincine sahip değillerdi. Örneğin, dönemin tanıklarından tarihçi Enver Behnan Şapolyo’nun 27 Temmuz 1931 tarihli Yenigün gazetesinde yayımlanan röportajında Dersimli Diyap Ağa, nasıl mebus olduğunu şöyle anlatmıştı: “Gâvur Anadolu'yu sardı: Hepimizi bir düşünce aldı. Din ve diyanet, ırz ve namus, Türklük tehlikeye düştü. İşittik ki Erzurum taraflarında can kurtaran bir Paşa çıkmış. Meclis kuracakmış. Onu hep gözledik. Öğrendim ki bu Paşa'nın adı Mustafa Kemal imiş. Onun büyük yüzünü görmeğe can attım. Fakat o zaman olmadı. Sonra Sivas'a oradan da Ankara'ya gelmiş. Bu zaman bizden iki mebus istedi. Herkes korktu, ihtiyar halimle vatanı kurtaranların yanına koşmayı, hatta başımı bile vermeyi göze aldım. Bana ‘gitme ölürsün’ dediler. ‘Zaten herkes mahvoluyor, varam, gidem, onlara ulaşam, hep beraber ölek’ dedim. Benimle mebus seçilen Ayas Uşağı aşiretinden Zeynozade Mustafa Ağa korktu, gelmedi. Ben yanımda bir uşağım, atlara atladık, Elâziz'e geldim. Elâziz'de bana harcırah verdiler. Oradan bir yaylı araba tuttum. Malatya, Sivas, Kayseri yolu ile on sekiz günde Ankara'ya vardım." Diyap Ağa, Enver Behnan’ın "Hiç Millet Meclisi kürsüsüne çıktın mı?" sorusuna da şöyle cevap vermişti: "Bir kere de Lozan Konferansı sırasında kürsüye çıktım. Aha bizim memleket ahalisi Kürtmüş, orada bir Kürt Hükümeti kuracaklarmış, bunu duyunca kızdım kürsüye çıkıverdim. Gene sustular: ‘Lâilaheillâh Muhammedünresullâllah’ dedim. ‘Gerek Şafiî, gerek Hambelî, gerek Hanefî hepimizin kıblesi birdir. Meclisimiz, kulübümüz, dinimiz, milletimiz birdir. Biz Türk'üz. Hepiniz Lâilaheillâh demişsiniz. Şimden sonra mı, ayrı bir din, ayrı bir millet olacağız.’ dedim. Gene el çırptılar, İsmet Paşa ayakta kürsünün yanına gelmiş, sakalımın dibine yaklaşmıştı. O da coştu, o da el vurdu.”
Kürt bölgelerinden Türk mebuslar
Bir bölümü Türk milliyetçiliğinin örgütü İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde yer alacak kadar milliyetçi anlamda ‘Kürtlük bilinci’nden uzaktı. Bunlardan ilk aklıma gelenler, Erzurum Kongresi’ni örgütleyen Erzurumlu Süleyman Necati Güneri ve Hüseyin Avni Ulaş, ‘Türkçülüğün Esasları’nı yazan Diyarbakırlı Ziya Gökalep, kendini “yedi ceddi katıksız bir Türk” olarak gören Diyarbakırlı Süleyman Nazif, 1915 Ermeni Soykırımı’nda rol alan Diyarbakırlı Fevzi Pirinçcioğlu, Lozan Barış Görüşmeleri’ne ‘gözlemci’ olarak götürülmüş ama Kürt yurdu Musul anlaşma dışında bırakılırken ağzını bile açmamış olan Diyarbakırlı Zülfü Tigrel…
Bu da yetmezmiş gibi Mustafa Kemal, Kürt nüfusun yoğun olduğu yerlere kendi adamlarını serpiştirerek kontrolünü daha da pekiştirmişti. Örneğin Denizli doğumlu ve Arap kökenli Mazhar Müfit Kansu Hakkari mebusu yapıldı. İstanbul doğumlu bir Çerkes olan Rafet Orbay, Sıvas mebusu yapıldı. İzmir doğumlu bir Türk Ali Haydar Yuluğ, Van mebusu yapıldı. İstanbul doğumlu bir Türk olan Hacı Şükrü Bey Diyarbakır mebusu yapıldı. Selanik doğumlu bir Türk olan Cahit Erdal Bey, Kars mebusu yapıldı. Bunun dışında günümüze kadar Türk mü yoksa Kürt mü olduklarına karar verilemeyen Ziya Gökalp, Süleyman Nazif, İsmet İnönü...
İdam edilen Kürt mebuslar
(Yusuf Ziya Bey ve Hasan Hayri Bey)
Bunca titizliğe (!) rağmen arada fireler oluyordu. Örneğin Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey, Şeyh Said İsyanı’nı yönlendiren Azadi örgütüne üye olmak suçundan 14 Nisan 1925’te idam edildi. Dersim Mebusu Hasan Hayri Bey, 1921 Koçgiri İsyanı sırasında Meclis’teki görüşmeler sırasında Türk-Kürt kardeşliğinden ve iki kavmin ayrılmayacağından o kadar heyecanla söz etmişti ki, Mustafa Kemal ertesi gün Hasan Hayri’nin Kürt milli giysileriyle meclise gelmesini istemişti. Ama Hasan Hayri Bey’in sonunu da Kürtlük meselesi getirdi, Kasım 1925’te ‘Müstakil bir Kürt devleti kurmaya teşebbüs’ suçundan idam edildi.
İleriki yıllarda TBMM’de Kürt milletvekilleri oldu ama bunların çok azı ‘milliyetçi’ anlamda değil sadece ‘etnik’ anlamda Kürtlüklerini ifade ettiler (örneğin Kinyas Kartal, Gıyasettin Emre, Abdülmelik Fırat, Şerafettin Elçi), bazıları Kürtlüklerini hiç açıklamadılar (örneğin Septioğlu ailesinin üyeleri), bazıları Türk milliyetçisi oldular (örneğin Erzurum Mebusu Cevat Dursunoğlu, Bitlis Senatörü Kamran İnan).
Belki ilerde haklarında yazacağım Meclisin Çerkes, Laz, Arap veya Balkan kökenli üyeleri, ‘Türkleşme’ye itirazları olmadıkları için başlarına bu kadar kötü şeyler gelmedi belki ama, zaman içinde ülkedeki nüfuslarının azalmasına paralel olarak milletvekili sayıları azaldıkça azaldı.
Gayrimüslimsiz TBMM
Fakat, 1877’den itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun meclislerinde gayrimüslimler geniş biçimde temsil edilirken, Birinci Meclis’te tek gayrimüslim mebus yoktu! Birinci Meclis’in 1 Nisan 1923’te kendini feshedip seçimlere gitme kararı aldığı günlerde, 1915’ten beri bozuk olan Türk-Ermeni ilişkilerini düzeltmek için 1922 yılının son günlerinde İstanbul’da kurulan Ermeni Türk Teali (Dostluk) Cemiyeti’nin Şeref Başkanı Osmanlı Bankası yöneticilerinden Berç Keresteciyan ve Ermeni Cemaati’nin Cismani Meclisi’nin eski üyesi Artin Musodicyan, Lozan’da barış görüşmelerini yürüten İsmet Bey’e bir telgraf çekmişlerdi. Telgrafta hem Lozan’daki heyete Ermeni cemaatinin desteklerini belirtiliyorlar hem de Mayıs-Haziran ayındaki genel seçimlere Ermenilerin de katılmak istediği belirtiyorlardı. Elbette bu katılım, Mustafa Kemal’in başında olduğu ‘Milli Müdafaa Fırkası’ (o sırada henüz CHP adını almamıştı) saflarında olacaktı. Yani ayrılıkçı bir talep değil, bütünleşmeci bir talep söz konusuydu. Ancak bu telgrafa Ankara’dan olumlu ya da olumsuz bir cevap gelmedi. Yani 1923-1927 arasındaki İkinci Meclis’te de gayrimüslim mebus yoktu.
Serbest Fırka deneyimi
Gayrimüslimlerin ikinci hamlesi, 1930’da oldu. 1929 Dünya Buhranı’nın da etkisiyle iyice yıpranan yedi yıllık tek parti iktidarı üzerindeki toplumsal baskıyı hafifletmek için, 12 Ağustos 1930’da bizzat Mustafa Kemal tarafından kurdurulan Serbest Cumhuriyetçi Fırka (SCF) yıllardır siyaset alanına sokulmayan gayrimüslim azınlıklar için bir umut olmuştu. O yıl seçim yılıydı. SCF listelerinde 117 gayrimüslim aday kendine yer buldu ancak, propaganda faaliyetleri sırasında bu adaylara öyle ağır saldırılar yapıldı ki, seçimlere katıldıklarına katılacaklarına pişman oldular. Gayrimüslimlerin blok halinde oy verdikleri SCF’nin 99 gün sonra, henüz seçim sonuçları tam olarak açıklanmadan Ankara tarafından kapatılmasıyla gayrimüslimlerin bu ikinci teşebbüsü de akim kaldı.
1935’te ödüllendirme
1930’ün acı tecrübelerinden ders almış olan gayrimüslimler, Türkiye tarihinin en ırk yılı olan1935’teki genel seçimler arifesinde cemaat sorunlarından hiç söz etmemişler, ağız birliği etmiş gibi Türk kimliğine ve CHP’ye bağlılıklarını açıklamışlardı. Bu tavrın ödülünü de aldılar. Bizzat Atatürk tarafından hazırlanan CHP listesinin dışında yine bizzat Atatürk’ün hazırladığı ‘Müstakiller’ listesindeki 43 aday arasında 12 gayrimüslimin adı vardı. Görüldüğü üzere bu kişilerin ‘kutsal’ CHP listelerini lekelemeleri istenmemişti. Müstakillerden 13’ü seçilmeyi başardı: Bunlar arasında dördü; Ermeni Berç Keresteciyan/Türker (1934’te Soyadı Kanunu çıktığında Atatürk, Keresteciyan olan soyadını Türker yapmıştı), Afyon Karahisar milletvekili, Yahudi Abravaya Marmaralı Niğde milletvekili, Rum Nikola Taptas Ankara, milletvekili, Ortodoks Türk (Karamanlı) İstamat Zihni Özdamar Eskişehir milletvekili olarak Meclis’e girdi. Bu kişilerden Berç Türker 1939, 1943; İstamat Z. Özdamar 1939, 1943, 1946; Nikola Tapas ve Abravaya Marmaralı ise 1939 Genel Seçimleri’nde de yerlerini korudular. (Bazı kaynaklarda 1935’te seçilen kadın milletvekilleri Behire Bediş Morova’nın Yahudi asıllı, Huriye Öniz Baha’nın Rum asıllı olduğuna dair iddialar varsa da, bu konuda uzman bir araştırmacı olan Rıfat N. Bali, bu kişileri ‘azınlık/gayrimüslim milletvekili’ olarak değerlendirmiyor.)
Keresteciyanlıktan Türkerliğe zorlu yolculuk
Burada bir parantez açarak, bu milletvekillerinden birini daha yakından tanımaya çalışalım. Berç Türker, Meclis’in en çok konuşan milletvekillerindendi. Üstelik çok uzun konuşurdu. Öyle ki, çoğu zaman konuşmasını bitirmek için milletvekillerinin ‘yeterlilik’ önergesi vermesi gerekirdi. Konuşmalarını dinleyen biri karşısında, gerçek bir Atatürk hayranı, inanmış bir ‘Türk milliyetçisi’ görürdü. Örneğin 1935’te yaptığı bir konuşmada Türk çocuklarının Robert Kolejlere, Frer mekteplerine gönderilmesini eleştiriyor, hükümetten kaliteli Türk okulları yapmasını istiyor, 1936 yılında yaptığı bir konuşmada Çanakkale şehitleri için anıt mezar yapılmasını öneriyordu. 1937 yılındaki bir konuşmasında kız ve erkek çocuklarının ayrı okullarda eğitim görmesinin daha doğru olacağını söylüyor, kızlara önce ana olma vazifesinin öğretilmesini istiyor, CHP teşkilatının sık sık esnafın, köylünün, tüccarın halkın durumu, istekleri hakkında raporlar sunmasını öneriyor, aynı yıl bir başka konuşmasında Türkiye’nin Babil Kulesi’ne döndüğünden şikayet edip Türkiye’de yaşayan herkesin Türkçe konuşması için hükümetin tedbir almasını istiyordu. 1938 yılı konuşmalarında Ekaliyetler Kanunu’nu ‘ekaliyet’ (azınlık) teriminden dolayı eleştiriyor, ama ekaliyetlerin bir nizam altına alınmasından dolayı hükümeti tebrik ediyordu. 1938-1939’da Arap çoğunluğun yaşadığı Sancak’ın Hatay adıyla Türkiye’ye ilhakı sırasında Hataylı Ermenilere şöyle sesleniyordu: “Nasıl ki Çarlık Rusyası Osmanlı Ermenilerini iğfal etmiş ve mahvetmişti, şimdi de Fransız hükümeti sizi iğfal etmeye çalışıyor, sakın bu tuzağa düşmeyin, kahraman Türk ordusu sizi gelip kurtardığında ona sıkıca sarılın.” Türker sözlerini şöyle bitirmişti: “Türkün sesi Türkün topunun ağzından gelecektir. Sonra diplomatik vasıta ile teati edilen notalar Türkün kılıcı ile imza olacaktır!”
1940’da savaş dolayısıyla halkın kemer sıkması için çıkarılan Milli Koruma Kanunu’nu öven, Berç Keresteciyan’ın 1942’de gayrimüslim burjuvazinin belini kıran Varlık Vergisi Kanunu çıkarken ağzını açmaması dikkat çekiciydi. Son kez 1946 seçimlerinde Meclis’e giren Berç Türker’in milletvekilliği 1949’da ölümüyle sona erdiğinde, Keresteciyanlıktan Türkerliğe uzanan zorlu yolculuk sona erecekti.
(Ermeni kaynaklarına göre Berç Keresteciyan, 15 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun’a gitmek üzere hazırlanırken, Mustafa Kemal’in avukatı Saadettin Ferit Bey’e "Siz, Paşa Hazretleri'nin hem avukatı, hem zannederim yakın dostusunuz. Paşa hazretlerinin bindiği vapur Boğaz dışında bir İngiliz torpidosu tarafından batırılacak. İkaz ediyorum. Lütfen Paşa Hazretleri'ne iletiniz, kıyıdan gidiniz" bilgisini ulaştırarak kendisini uyarmış dolayısıyla hayatını kurtarmıştı.)
Gayrimüslim seçmenin keşfi
Parantezi kapatıp genel tabloya bakmaya devam edersek, 1943’de Yahudi Avram Galanti ve Rum Mihal Kayakoğlu (veya Kayaoğlu) Meclis’e girdi. 1946’da Çok Partili Dönem’in ilk seçiminde Yahudi asıllı Salamon Adato, Rum asıllı Ahilya Moshos DP’den, Rum asıllı Nikola Fakaçelli ve Vasil Konos CHP’den seçildi. Konos, Patrikhane ile yaşadığı bir olay yüzünden yemin bile etmeden istifa etti. Gayrimüslimlerin İstanbul’da önemli bir seçmen kitlesi oluşturduğunun iyice fark edildiği 1950 seçimlerinde Ermeni asıllı Andre Vahram Bayar ve Rum asıllı Aleksandros Hacopulos DP’den Meclis’e girdi.
1954 Genel Seçimleri’nde, CHP’den Munis Tekinalp (Moiz Kohen), DP’den Hanri Soryano, CMP’den de Cemil Beraha olmak üzere üç Yahudi’nin İstanbul milletvekili adayı olarak listelerde yer aldılar ancak Yahudi gazeteci İlyazer Menda’nın “Türkiye Yahudilerinin anısını hala taze tutan CHP’ye karşı hiçbir sempati duymadıklarını” belirterek Yahudileri 2 Mayıs 1954 genel seçimlerinde DP’ye oy vermeye davet etmesi üzerine, seçimleri DP kazanırken, üç adaydan sadece Hanri Soryano, DP’den İstanbul Milletvekili seçildi.
Stockholm sendromu mu?
6-7 Eylül 1955’te devlet örgütlü bir yağmaya maruz kalan gayrimüslimler, ‘Stockholm Sendromu’nun kurbanı olduklarından mıdır bilinmez, olaylardan DP’yi sorumlu tutmadılar. 1957 seçimlerinde Ermeni asıllı Zakar Tarver ve Mıgırdıç Şellefyan (1960’larda Süleyman Demirel’in yakın çevresine girdi ve adı bazı yolsuzluk ve hayali ihracat işlerine karıştı), Yahudi asıllı Yusuf Salman ve İzak Altabev ile Rum asıllı Hristaki Yoannidis DP’den milletvekili oldu. Yusuf Salman seçim konuşmalarında “CHP devrinde azınlık olarak korku içinde yaşıyorduk. Sonumuzun ne olacağını bilmiyorduk. Varlık Vergisi çıkardılar. Malımızı mülkümüzü alarak bizleri Aşkale’ye sürdüler. Üniversite mezunu çocuklarımız asker oluyordu. Biz bu vatanda doğmamış gibi herkese silah bize kürek veriyorlardı. 20 kur’a ekalliyeti silâhaltına aldılar. Bütün Anadolu’yu gezdirerek “işte gâvur taburları” diyerek bizi takdim ettiler. Azınlık bunların hepsini unutmadı. Çok şükür DP, sayesinde bütün vatandaşlık ve insan haklarına sahip olduk. Ölsek CHP’ye oy vermeyeceğiz” demişti. Derin devlet bu bağlılığın bedelini ödetmekte geri kalmadı: 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra, DP’li Zakar Tarver ve İzak Altabev Menderes ve arkadaşlarıyla birlikte Yassıada’ya götürüldüler, Tarver orada resmi rapora göre kalp krizi geçirdi (görgü tanıklarına göre bir askerin çelme takması sonucu beyin kanaması geçirdi) ve hayata gözlerini yumdu.
Kurucu Meclis’te üç üye
Darbeciler, Kurucu Meclis’e ‘Devlet Başkanı temsilcisi’ sıfatıyla üç gayrimüslimi alarak ‘yasak savma’ geleneğini devam ettirdiler. Ermeni asıllı Hermine Ağavni Kalustyan (ilk gayrimüslim kadın üyeydi), Yahudi asıllı Erol Dilek, Rum asıllı Kaludi Laskari 5 Ocak-25 Ekim 1961 tarihleri arasında ‘Kurucu Meclis Üyesi’ olarak görev yaptı. 15 Ekim 1961’de yapılan seçimlerde, Ermeni asıllı Berç Sahak Turan eklendi. Berç Sahak Cumhuriyet Senatosu üyeliğine seçildi. Sahak’ın 7 Haziran 1964’te görevini tamamlamasından sonra TBMM’de bir daha gayrimüslim milletvekili görmek ancak 31 yıl sonra mümkün olacaktı. (Bilindiği gibi 1964 yılında Kıbrıs’ta yaşanan olayların sorumlusu sanki onlarmış gibi, ülkedeki Rumların kökü adeta kazınmıştı.)
Gayrimüslimler nöbete
31 yıl sonra TBMM’de yeniden bir gayrimüslim üyeye yer verilmesini sağlayan süreç 1987’de Milletvekili Seçimleri’nin 110. Yıldönümü dolayısıyla bir yazı kaleme alan gazeteci Yılmaz Çetiner’in bir yazısıyla başlamıştı. Çetiner “Dışa açıldığımız, açılmaya mecbur da olduğumuz Doğu’ya, Batı’ya bağlantılar kurduğumuz şu günler; güçlü ve haklı Türkiye’yi (sembolik de olsa) seçilecek gayrimüslim milletvekilleri, Ermenilerin yalancılığını, Rumların şımarıklığını, Wall Street’e herhangi bir menfaatimizi daha inandırıcı, daha sempatik ortaya koymaz mı? Hiç değilse birer milletvekili diyoruz. Fazla değil!” diye yazmıştı. Bu yazıdan üç ay sonra benzer bir konuşmayı Sakıp Sabancı, Turgut Özal’a yaptı. Özal, Sabancı’nın teklifiyle ilgilenmiş ve Adnan Kahveci ile görüşmesini önermişti.
Cefi Kamhi’nin zor görevi
Ancak Sabancı’nın projesinin gerçekleşmesi için 8 yıl daha beklemek gerekti. 31 yıllık perhizi bozmak için seçilen ‘kurban’ 1492’de İspanya’dan kovulan Sefarad Yahudileri’nin Osmanlı Devleti’ne gelişinin 500.Yılı dolayısıyla kurulan vakfın başkanı Jack Kamhi’nin oğlu Cefi Kamhi idi. Jack Kamhi, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan beri devletin el altından görevlendirmesiyle ABD’de lobi faaliyetleri yürüten ‘vatansever’ bir gayrimüslimdi. Kamhi ve arkadaşları her yıl ABD Kongresi’ne sunulan 24 Nisan gününün Ermeni Soykırımı’nı anma günü olarak kabul edilmesini teklif eden karar tasarılarını başarıyla engellemişlerdi.
Oğul Cefi Kamhi, 24 Aralık 1995 Genel Seçimleri’nde DP lideri Tansu Çiller tarafından milletvekilliğine aday gösterildiğinde beklendiği üzere, kamuoyunda ve partide büyük gürültü koptu. Zaman Gazetesinden Fehmi Koru, Hergün gazetesinden Ayşe Önal, Yeni Sayfa gazetesinden Necdet Sevinç ve Yeni Şafak gazetesinden Ahmet Taşgetiren Kamhi hakkında ağır iddiaları içeren yazılar yazdılar. Kamhi ezilmedi, bütün suçlamalara tekzip gönderdi. Seçim çalışmaları boyunca sürekli Türk olduğunu vurguladı. Türk bayrağı önünde çekilmiş fotoğraflarını halka dağıttı ve sonunda milletvekili seçildi. Cem Boyner’in YDH (Yeni Demokrasi Hareketi) partisinden aday gösterilen bir diğer Yahudi Mario Rodrik ise seçilemedi.
Faydacı bir bakışla değil, sadece bu ülkenin eşit haklara sahip vatandaşları oldukları için bir gayrimüslimi (Süryani Erol Dora’yı) Meclis’e taşıma şerefinin 2011’de BDP’ye düşmesi hakikaten hoş bir ‘tevafuk’ olmuştu.
Daha yolumuz uzun
Başa dönersek, AKP, CHP ve HDP’den seçilen milletvekillerinin %25’inin Kürt olduğu söyleniyor. 2015 Genel Seçimleri’nde CHP’nin İzmir milletvekili Özcan Purçu, Türkiye tarihinde meclise giren ilk Roman oldu. Meclise Alevi kimliğini açıkça ifade ederek giren ilk milletvekili AKP’den Reha Çamuroğlu idi ancak, bu kimliğinin ifadesi bir süre sonra rahatsız yaratmış olmalı ki, sadece bir dönem milletvekili olabildi. 2015’te HDP’den Ali Kenanoğlu ve Turgut Köker Alevi olduklarını belirterek seçildiler.
Gayrimüslim üyelere gelince, HDP’den Garo Paylan, CHP’den Selina Özuzun ve AKP’den Markar Esayan, 54 yıl sonra Meclis'e giren ilk Ermeniler oldu. Ayrıca HDP’den Ezidi Felesnas Uca, Süryani Erol Dora da Meclis’e girdi. Böylece meclisimiz eser miktarda da olsa gayrimüslim üyeyle ‘renkli’ hale geldi. Bu kadar ‘renk’ bile bazılarımıza fazla gelmiş olabilir ama 1877’de açılan ilk mecliste 69 Müslüman mebusa karşılık 46 gayrimüslim mebus, 1908’de açılan ikinci mecliste 224 Müslüman mebusa karşılık 46 gayrimüslim mebus olduğunu hatırlayınca, ne 1920’deki Birinci Meclis’e, ne Cumhuriyet tarihindeki diğer meclislere, ne de 2015’teki son meclise ‘renkli’, ‘çokkültürlü’ demek mümkün… Bu konuda daha çok yol katetmemiz gerekiyor…
Özet Kaynakça: İhsan Güneş, Fahri Çoker, Kazım Öztürk, Türk Parlamento Tarihi, 13 Cilt, TBMM Vakfı Yayını, 1994; T. Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler, Dogˆan Kardes¸ Basımevi, 1959; I·nci Erginün, ‘‘Birinci Büyük Millet Meclisi’nin Açılıs¸ı’’, T.B.M.M’nin Kurulus¸ Yıldönümü Sempozyumu, TBMM Yayınları, 1985; Parlamentoculugˆunun I·lk Yüzyılı (1876–1976), Siyasi Ilimler Türk Derneği Kanun-i Esasi’nin 100. Yılı Sempozyumu, 1976; Semi Ertan, “An Armenian at the Turkish Parliament in the early republican period: Berç Türker-Keresteciyan (1870-1949)”, Sabancı Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde 2005’te kabul edilmiş yüksek lisans tezi; Rıfat N. Bali, “1930 Yılı Belediye Seçimleri ve Serbest Fırka’nın Azınlık Adayları”, Tarih ve Toplum 167, Kasım 1997, s. 25-34; Bali, “Cumhuriyet Döneminde Azınlık Milletvekilleri”, Toplumsal Tarih, S. 186, Haziran 2009, s.61-64.
.
"Ah bir ataş ver, cigaramı yakayım!"
5.7.2015 - Bu Yazı 1346 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Çok sevdiğim bir İzmir türküsüdür “Ah bir ataş ver, cigaramı yakayım/Sen salın gez, ben boyuna bakayım/Uzun olur gemilerin direği/Ah yanık olur efelerin yüreği/Uzun olur gemilerin direği/Ah çatal olur efelerin yüreği…”
Nerden aklıma mı geldi? Şurdan: 19 Temmuz 2009’dan itibaren yürürlüğe konulan ‘kapalı yerlerde sigara yasağı’ konusunda AKP iktidarının tavizsiz tutumumun arka planında neyin olduğu bilemiyorum ama gerekçe ne olursa olsun bunun sonuçları açısından olumlu bir uygulama olduğunu düşünmüşümdür. Fakat hayatım boyunca sigara içmediğim halde, uygulamanın bu kadar katı ve radikal olmasını doğru bulmamışımdır. Sigarasız yaşama daha yumuşak bir şekilde geçmek mümkün diye düşünmüşümdür. Bu sertlik de beni hep kuşkulandırmıştır. Ama esas Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sigara konusundaki kişisel çıkışlarını çok garipsemişimdir. 2014 yılında Esenler’de bir kafede sigara içen gençlere ‘terbiyesizler’ diye girişmesini anımsarsınız. Epey tartışmıştık ama sonunda “kötü niyetli olmayalım, gençlerimizin iyiliğini istiyordur hakikaten” deyip susmuştuk. Geçen gün Erdoğan Yeşilay’ın düzenlediği iftarda “bir Müslümanın ne alkolle, ne uyuşturucu ile ne de sigara ile işi yoktur olamaz. Bakıyorsun hoca koskoca profesör sigara alkol bunların hepsini götürüyor. Sonra kendini savunuyor. Sonra başkası yapınca bunları yapmamalısın diyor. Ben medya ile bu konuda çok savaş verdim.” (cümle yapısı, imla kendisine ait.) derken yüzünü öyle buruşturdu ki aklıma IV. Murad geliverdi ve bu haftayı sigara konusuna ayırmaya karar verdim. (Alkol konusunda daha önce bir kaç kez yazmıştım. Örneğin şu yazılar:
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/meyhaneye_gel_kim_ne_riya_var_ne_murai-1134981, http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/ayse-hur/icki-butun-curumlerin-anasi-midir/14415/.İlerde belki uyuşturucu konusuna da değenirim.)
Kolomb’un hediyesi
Tütün, patlıcangiller (Solanacease) familyasından altmış dört cinsi içinde barındıran, bilimsel adı ‘nicotiana’ olan türün bir üyesi. Tütünün ana vatanının Asya mı, Avustralya mı yoksa Amerika kıtası mı olduğu yolunda değişik teoriler varsa da, genel kabul, tütünü Avrupa’ya tanıtan kişinin 1492 yılında Amerika Kıtası’nı ‘keşfeden’ Kristof Kolomb olduğu. Kaynaklara göre, Kolomb’un adamları, tütünle ilk kez Venezuela kıyılarının açıklarındaki bugünkü adıyla Trinidad ve Tobago Adaları’nda tanışmışlardı. Yerlilerin bir bitkinin yapraklarını bir çubuğa yerleştirdiklerini, daha sonra yakarak dumanını içlerine çektiklerini gören Kolomb ve arkadaşları, yerlilerin ‘tobacco’ adını verdikleri tütünü Avrupa’ya getirdiklerinde bu kadar tutulacağını muhtemelen tahmin etmemişlerdi. Gerçekten de, daha sonraki yıllarda Amerika kıtasına adını veren Amerigo Vespuci, dünyanın çevresini dolaşan Ferdinand Macellan ve Güney Amerika’daki Aztek uygarlığının sonunu getiren ve kıtayı İspanya’nın sömürgesi yapan Hernando Cortez gibi Kolomb’un ardılları, Kolomb ve yerliler gibi tütün tiryakisi olmuşlardı. Onların da etkisiyle, tütün Avrupa’da öyle bir moda olmuştu ki, 1550’lere kadar başta İspanya ve Portekiz olmak üzere, Belçika, İsviçre, İtalya, Fransa ve İngiltere’de tütün tanınıyor, hatta küçük çapta üretiliyordu.
(Raleigh's First Pipe in England-Raleigh’in İngiltere’de İlk Piposu, Frederick William Fairholt, 1859)
Tütünün Osmanlı’ya gelişi
Tütünün Osmanlı coğrafyasına girişi ise 1570’lerde olmuştu. 1580 yılında III. Murat’ın Polonya Kralı’na gönderdiği hediyeler arasında ‘şifa verici’ olduğu düşünülen bu bitkinin kurutulmuş yapraklarının da olduğu, hatta Polonya’nın tütünü bu hediye ile tanıdığını belirten kaynaklar var. İlk tütün tarımının ise Muğla’ya bağlı Milas kazasında 1583 yılında başladığı sanılıyor. 1598 yılından itibaren Avrupalı tüccarlar, özellikle İngiliz, Fransız ve Hollandalılar, Amerikan tütününü başta İstanbul olmak üzere imparatorluğun büyük şehirlere getirmeye başlamışlar, bu da tütünde çeşitlenmeye ve modaya neden olmuştu.
Osmanlı toplumunda tütün, lüle veya nargile yardımıyla yakıp içilerek, toz halinde (enfiye) burundan çekilerek ve ağızda çiğnenerek tüketilirdi. Macar asıllı Osmanlı tarihçisi Peçevî, 1600’lü yılların ilk yarısına dair gözlemlerini içeren tarih kitabında “tütüne insanlar o kadar rağbet etmişti ki, ayak takımından bazı insanların tütünü çok içmelerinden dolayı kahvehanelerde insanların birbirini görmeleri güçleşmişti” der. Peçevî’ye göre sokaklarda ve pazarlarda insanlar lüleleri elde gezer, birbirinin gözüne “puf puf ederek” sokakları ve mahalleleri kokuturlar ve tütün üzerine birtakım manzumeler yazarak münasebetsiz bir şekilde okurlardı. Bu yüzden insanlar arasında pek çok kavgalar çıkıyordu. Tütünün kokusu insanların elbiselerine, evlerine siniyor, külleri etrafa kirletiyor, izmaritlerden yangınlar çıkıyordu. İşte bu sevimsiz sonuçları yüzünden, Avrupa’dakine paralel olarak Osmanlı ülkesinde de tütüne yasak konulacaktı.
Yasaklar başlıyor
I. Ahmed’in tütünü yasaklayan 1609 tarihli fermanında, bir iki yıldan beri İngiltere’de ‘tabaga’ adı verilen bir yaprağı lülelere konup içilen bir nebatın devlet görevlilerinin, esnaf ve zanaatkârların işlerinden geri kalmalarına neden olduğu, bu nedenle bu nebatın Osmanlı ülkesinde ekilmesinin, ticaretinin ve içilmesinin yasaklandığı belirtiliyordu. Tütün içenlerin burnuna lüle denilen içme çubukları sokularak sokaklarda teşhir edileceklerdi. Bu yasaklamanın arkasındaki esas neden o yıllarda, sarayın ihtiyacı olan balmumunun tütün ilaçlamasında kullanılması yüzünden, balmumu fiyatının aşırı şekilde artmasıydı. Ancak, balmumun fiyatını arttıran tütün ilaçlamasında kullanılması değil, Avrupalı tüccarların Anadolu’dan ucuza topladıkları balmumunu Avrupa’ya götürmeleriydi. Saray sorunu yanlış teşhis etmişti. Benzeri fermanlar, 1610, 1614, 1618-1619 yıllarında tekrarlandığına göre yasaklama pek işe yaramamıştı ancak, 1622 yılında Sultan II. Osman’ın bir Yeniçeri ayaklanması sonunda öldürülmesi ve ardından patlak veren Abaza Paşa İsyanı’nın bastırılmasından sonra devlet işi sıkı tuttu ve 1630 yılında, tütün yasağı daha sert olarak tekrar uygulanmaya başladı.
IV. Murad’ın şedit politikaları
Tütüne karşı en sert yasaklar, tarihe içkiciliği, sefahat âlemleri, gaddarlığı ve kan dökücülüğü ile geçmiş IV. Murad döneminde oldu. Tütün içerken yakaladığı kişileri bizzat öldürdüğü de kaydedilen IV. Murad (ki döneminde 17 bin ila 20 bin arasında kişinin öldürüldüğü iddia edilir), altı kızdan sonra ilk erkek çocuğu doğduğu için yapılan eğlenceler sırasında 1 Ağustos 1633’te Cibali’de bir kadırgada çıkan ve karada 20 bine yakın evi yok eden büyük yangından sorumlu tuttuğu tütünü tamamen yasakladı. Esas neden tütünün zararlarından çok, bu şenliklerle yangın arasında bağlantı kurarak padişaha kızan halkın, tütünün en çok tüketildiği mekânlar olan kahvehanelerde Padişah aleyhine konuşmalara başlamasıydı. İddialara göre padişah öyle öfkelenmişti ki, tebdili kıyafet edip sokaklarda tütün kullananları elleriyle öldürmekle kalmamış, kahvehaneleri de yıktırmıştı.
Tütün yasağı, IV. Murad’ın 1640 yılında ölümüyle sona erdi. Hatta kendisi de sıkı bir tütün tiryakisi olan Avcı Mehmet (IV) döneminde, 1633’te tütün içtiği için Halep Kadılığı’ndan azledilerek Kıbrıs’a sürgün edilmiş olan Bahaî Efendi’nin 1649’da Şeyhülislam olmasından itibaren tütün iyice serbest oldu. Tütünle ilgili dini tartışmalar da bu tarihten sonra başladı. Tütünün İslam’a göre haram mı, mekruh mu yoksa mubah mı olduğu konusunda günler ve geceler boyunca tartışıldı. Her bir iddiaya ayetler ve hadisler delil gösterildi, hatta yepyeni hadisler üretildi. Ancak, bu tartışmalar tütünü yasaklamaya yetmediği gibi bu tarihten itibaren Yenice, Kavala ve İskeçe bölgesinden başta olmak üzere, Osmanlı ülkesinin dört bir yanında tütün ekimi, ticareti ve tüketimi yaygınlaşırken, tüm dünyada ‘Şark tütünü’ diye yeni bir tür meşhur oldu.
(IV. Murad’ın Revan Seferi’nden bir sahne)
Devletin başı sıkışınca
1683 tarihli Tahrir Defteri’ne göre, o yıl Osmanlı İmparatorluğu’nun toplam 41 kazasında tütün tarımı yapılıyor, 10 binden fazla aile geçimini tütünden sağlıyordu. Ancak, aynı yıl yaşanan II. Viyana bozgunundan sonra, devlet hazinesini düzenlemeyi aklına koyan Sadrazam Fazıl Mustafa Paşa, 1688’de, imparatorluğun gayrimüslim tebaasını devletten soğuttuğu gerekçesiyle alkollü içeceklerden alınan ‘hamr-ü arak’ vergisi kaldırarak, yerine tütün vergisi koydu. 1691 yılında verginin şekli değiştirildi ve çiftçinin ürettiği tütünün yarısını aynî (mal) olarak veya nakdî (para) olarak devlete vermesi zorunlu kılındı. Bu ağır vergiye çiftçilerin tepkisi tütün üretimini durdurmak, tütün tarlalarını eksik göstermek veya hiç göstermemek oldu. Bu dönemde tütün kaçakçılığı hızla arttı. Özellikle kıyı bölgelerinde kayıklarla ülkeye tütün sokulması pek sıradan bir olay oldu. Sonunda 1697 yılında devlet bu gaddar usulden vazgeçerek, yerine dönüm başına 2,75 kuruşluk maktu bir vergi koydu. Bu uygulama Tanzimat’ın ilanına kadar tam 143 sene kesintisiz uygulandı. Devletin tavrını yumuşatması üzerine tütün tarımı tüm ülkeye yayıldı. Öyle ki 19. yüzyılın ikinci yarısında tüm imparatorluktaki kazaların yüzde 40’ına tekabül eden 400 kadar kazada, 150 bin çiftçi hanesi, 1 milyon dönümü aşkın alanda tütün tarımı yapıyordu.
Tütünün bir ihtiyaç maddesi değil de keyif verici bir madde olduğu, dolayısıyla tüketicinin fiyatı ne olursa olsun tütünden vazgeçmeyeceği fikri ilk olarak II. Mahmut döneminde (1808-1826) oluşmaya başladı. Bu tarihten sonra, özellikle askeri alanlarda yapılan reformlar yüzünden artan ordunun masraflarını ve savaş giderlerini karşılamak için paraya ihtiyaç duyulduğu her durumda ilk akla gelen tütün vergisi oldu.
(İstanbul’da bir kahvehanede tütün mamüllerini tüketenler, Sebah-Joaillier,1898. Orijinali siyah-beyaz.)
Rüsum-ı Sitte İdaresi
1853-1856 Kırım Savaşı’ndan itibaren artan devlet borçlarının ödenmesi için Kasım 1879 tarihinde çıkarılan bir kararname ile damga (pul), tütün, müskirat (içki) balık avı, tuz ve bazı yerlerin ipek vergilerinin 10 yıl süreyle Galata bankerlerine bırakılmasına karar verildi. Bunun için de Rüsum-ı Sitte (Altı Vergi) idaresi kuruldu ve başına Bank-ı Osmani-i Şahane adına Fransız Hamilton Long getirildi. İstanbul bankerlerine verilen bu imtiyaz, dış borçların sahiplerini de harekete geçirdi. Rüsum-i Sitte’den pay almak isteyen Fransa ve Britanya’nın baskıları sonucu II. Abdülhamit, tüm Osmanlı borçlarının tek merkezde hesap edilip oradan ödenmesini taahhüt eden 23 Ekim 1880 tarihli kararnameyi yayımlamak zorunda kaldı. Yabancılarla yapılan uzun pazarlıklar sonucu, 20 Aralık 1881’de çıkarılan tarihinde çıkarılan bir başka kararname ile borçların alacaklıların oluşturacağı bir meclis tarafından yönetilmesi kabul edildi. Rumi takvime göre 28 Muharrem 1299 günü yayımlandığı için tarihe Muharrem Kararnamesi olarak geçen bu kararnamenin 15. maddesi uyarınca, tahvil sahiplerini temsil etmek ve haklarını korumak için Düyun-u Umumiye İdaresi kuruldu. Bu tarihten itibaren tütün ve içki üretiminden ithaline kadar bütün işlemler Düyun-u Umumiye İdaresi’nin denetiminde gerçekleşti.1884’te tütün ekiminin yarı hissesi Fransız Reji Şirketi’ne devredildi. Reji, Cumhuriyet’e kadar Osmanlı tütün üreticisini sömürdü durdu. 1995’e kadar faaliyet gösteren Cibali Tütün Fabrikası da 1884’te kurulmuştu. (Bina 2002’den beri Kadir Has Üniversitesi.)
Cumhuriyet döneminde tütün, alkollü içkiler, tuz, barut ve patlayıcı maddelerin işletmesi 1932 yılında kurulan inhisarlar Umum Müdürlüğü’ne verildi. 1941’de adı Tekel Genel Müdürlüğü olan kurum, 2008’de, özelleştirme kapsamında British American Tobacco (BAT) şirketinin iştiraki olan Tabac Turc Nargile ve Pipo Tütün Sanayi ve Ticaret AŞ’ye devredildi. 2010 yılında aylarca direnen 12 bin Tekel işçisinin sorunları da o zaman başladı.
Sigara kaçakçılığında son durum
Cumhuriyet dönemi boyunca tütün ekimiyle ilgili yaşanan sorunları anlatmaya yerimiz yetmez. AKP’nin tütün politikaları ile bağlantılı olarak 2000 yılında 583.000 olan tütün üreticisi aile sayısı, 2008 yılına gelindigˆinde yaklas¸ık % 69 oranında azalarak 194.000 seviyelerine geriledi. 2014’te sadece 66 bin aile tütün ekiyordu. Bu yılki sayı muhtemelen daha da düşük olacak. Bu ailelerin tütün yerine ne ektiklerini, yeni ziraat tarzlarıyla aralarının nasıl olduğunu, geçinip geçinemediklerini ben bilmiyorum, umarım devletimiz biliyordur.
Tütün üretici sayısındaki düs¸üs¸e paralel olarak üretim miktarında da önemli düs¸üs¸ler gerçekles¸ti elbette. Ama sigara yasakları ne kadar sert uygulanırsa uygulansın tütün tüketimi bu kadar hızlı düşmedi. Talep ithalatla karşılanıyor. İthalatın da bir kısmı yasal bir kısmı kaçak.
Aslında bir tütün ülkesi olduğumuz halde Düyun-u Umumiye döneminde başlayan ve Cumhuriyet tarihi boyunca süren sigara kaçakçılığının en büyük sorunlarımızdan biri olduğunu bizim kuşak bilir de gençler bilmeyebilir. Osmanlı ve erken Cumhuriyet döneminde tütün kaçakçılarına ‘ayıngacı’ denirdi. Örneğin “Çökertmeden çıktım da Halilim aman başım selâmet/Bitez de yalısına varmadan Halilim aman koptu kıyamet/…” diye devam eden Bodrum türküsü ‘ayıngacı Halil’in kolcularla yani jandarmayla müsademesine dairdir. Günümüzde sigara kaçakçılarının özel bir adı var mı bilmiyorum ama kaçakçılığın neden önlenemediğini Okan Acaroğlu’nun 2013 yılında Polis Akademesi’nde kabul edilmiş doktora tezinden birazcık da olsa öğrendim. Hepsi de 2013 yılında (yani çok yeni) yakalanan kaçakçılarla yapılmış derinlemesine görüşmelerden bir kaç cümle ile size de fikir vermeye çalışayım:
“Dogˆu’da hiç kontrol yok. Kontrol az. Ama beni zaten ihbar ettiler öyle yakalandım. Kontrolden falan degˆil. Zaten dükkânımın kars¸ısında MOBESE vardı. Polis her s¸eyi görüyordu.”
“Kontrol uzun yolda sıkı degˆil öncüler gidiyor haber veriyorlar. Genelde ihbar falan yoksa yolda pek yakalanmaz. Genelde buraya indirdikten sonra depoda falan yakalanır. I·nsanlar birbirlerini çekemiyorlar. I·hbar ediyorlar. I·hbar olmasa 1 tane mal yakalayamazlar.”
“Sigara kontrolleri normal. Çok sıkı degˆil. Zaten köpekler sigaranın kokusunu alamıyorlar. Bir de polis bas¸ka s¸eyler arıyor. Sigaraları görüp devam et diyenleri bile gördüm.”
“Kontrol hiç yok. Kontrol dıs¸arıya var ama o hanlara is¸ merkezlerine kontrol yapılmıyor. Ben dilekçe vermeme göstermeme ragˆmen olmuyor. Sokaktakini aramak için karara gerek yokmus¸ ama dükkânlar için karar çıkartmaları gerekiyormus¸.”
“Kontrol hem var hem yok. Bir tır sigara Van’dan I·stanbul’a 20 ilden 100 ilçeden geçiyor belki de. Ama yakalanmıyor. Bu is¸te bir is¸ var. Bir de Van- Bas¸kale arası 100 km. Ankara Kırıkkale arası gibi aynı. Van-Bas¸kale arasında 7 ayrı kontrol noktası varken Ankara Kırıkkale arasında bir tane bile kontrol yok.”
“Yasaksa her yerde yasak olmalı. Gümrüklerden geçerken serbest. I·ç piyasaya girince yasak. Hiç kaçak sigara içiyor diye ceza alan duymadım. Yasaksa ona yasak degˆil mi? Talep var talebi sen devlet olarak engelleyemiyorsun. Arz eden mekanizmaları organizasyonları engellemiyorsun. Ee olan bizim gibi dara düs¸üp arada ekmek parasını çıkartmaya çalıs¸an garibana oluyor. Gücün yetiyorsa arzı ve talebi engelle. Mücadele ediliyormus¸ Hepsi hikâye, garibanın tepesine biniliyor.”
"Van'da mücadele genelde bu s¸ekilde aracı olanlara yöneliktir. Yani bir yerden toplu alıp o malı dagˆıtmaya çalıs¸an orta ölçekli çalıs¸anlara oluyor olan. Bu malı sınırdan getirten büyüklere genelde bir s¸ey olmaz. Tablacılara da burada dokunulmuyor. Orta ölçekli bu is¸i yapanlar da mutlaka tas¸ıyıcı olarak bas¸kalarını tutarlar benim gibi. Bu mal sahiplerine en fazla malı gider bas¸ka bir s¸ey olmaz. Bu sigara kaçakçılıgˆından en çok magˆdur olanlar s¸oförlerdir.”
“Benim sigara aldıgˆım toptancıyı almıyorlar. Onlar devletin asıl sahibi biz hiçiz. Onlar beyefendi olurlar o sigara parasıyla. Biz ise cezaevinde sürünürüz. Sigara kaçakçılıgˆını organize bir s¸ekilde yapanlara bir s¸ey olmuyor. Bu is¸i ferdi olarak yapan garibanlara olan oluyor.”
“Benim sigaraları aldıgˆım yerlere polis karıs¸mıyordu. Polisle anlas¸maları vardı. I·ki polis geldi at bakalım bir 200 dediler. Ben de 50 TL vardı. Verdim begˆenmediler. I·ki kis¸inin neresine yetecek dediler. I·s¸lem yaptılar.”
“Elazıgˆ’da polis kontrolleri çok sıkıydı. Tezgâha 3-4 kere gelirlerdi. Toptancılara operasyon yapıldıgˆını ben hiç görmedim. Polis yakaladıgˆı sigarayı tekrardan sattırıyor olabilir. Biz garibanız biz halka zarar mı veriyoruz? Faydalı bir s¸ey yapıyoruz. Sigara fiyatları artınca ne oldu bizim is¸lerimiz katlandı. Sigarayı içmeyi bırakmazlar.”
“4-5 senedir Güneydogˆuda sigara kaçakçılıgˆına bir yol verme var. Kontrol yok. Güneydogˆuda Tekel’den sigara alan bulamazsın yok. Bu is¸te gizli bir el var. Fiyatları arttırıyorsun, kaçakçılıkta patlama oluyor, kontrol etmiyorsun, mücadele etmiyorsun. I·s¸te bu apaçık tes¸viktir, yol vermedir.”
(28 Aralık 2011 günü, devletin uçakları tarafından atılan bombalarla katledilen 34 Roboskilinin en büyük suçu da kaçakçılıktı.)
Lafı uzatmayayım. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın koca koca profesörlerin sigarasıyla, içkisiyle uğraşmak yerine bu doktora çalışmasında belirtilen sorunları halletmeye çalışması (ve elbette Roboski Katliamı’nın sorumlularını ortaya çıkarması) daha mantıklı olacaktır diye düşünüyorum, ne dersiniz?…
Özet Kaynakça: Ehlikeyfin Kitabı, (Yay. Haz. Fatih Tığlı), Kitabevi Yayınları, 2004; Reşat Ekrem Koçu, Osmanlı Tarihinde Yasaklar, Tarih Dünyası Dergisi, Özel Sayı, 1950; Tütün Kitabı, Yayına Hazırlayan: Emine Gürsoy Naskali, Kitabevi Yayınları, 2003; Fehmi Yılmaz, “Osmanlı I·mparatorlugˆu’nda Tütün: Sosyal, Siyasi ve Ekonomik Tahlili (1600-1883), Marmara Üniversitesi Türkiyat Aras¸tırmaları Enstitüsü’nde 2005 yılında kabul edilmiş doktora tezi; Okan Acaroğlu, “Türkiye de sigara kaçakçılığı, karakteristikler, kullanılan yöntemler ve kaçakçı profili”, Polis Akademisi Başkanlığı, Güvenlik Bilimleri Enstitüsü’nde 2013 yılında kabul edilmiş doktora tezi.
Açıklama ve düzeltme: Geçen haftaki TBMM yazımla ilgili olarak okurumuz Murat Dursunoğlu’ndan bir mail aldım. Murat Bey, büyük bir nezaketle Kürt olmaktan hiç bir şekilde gocunmayacağını belirttikten sonra “bazıları Kürtlüklerini hiç açıklamadılar (örneğin Septioğlu ailesinin üyeleri), bazıları Türk milliyetçisi oldular (örneğin Erzurum Mebusu Cevat Dursunoğlu, Bitlis Senatörü Kamran İnan)” cümlemdeki iddiamın kaynağını sordu. Elbette kökenle ilgili iddiaları ispatlamak güç olduğu için kendisine inandırıcı bir kaynak sunamadım. Dahası, aksi ispat edilinceye kadar Murat Bey’in “ailemizin Kürt olduğuna dair hiçbir bilgi yok” demesine itibar ettim. Kendisi “hiç gerek yok” dedi ama bu yazışmayı sizlerle paylaşmayı borç bildim.
.
Bir Macar icadı: Turancılık
12.7.2015 - Bu Yazı 1690 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
“Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan…”
Ziya Gökalp’in Trablusgarp hezimetinin yaşandığı 1911’de Genç Kalemler dergisinde yayımlanan ‘Turan’ adlı şiirin bu son iki dizesi, deyim yerindeyse Türk milliyetçiliğinin amentüsüdür. Son haftalarda Çin yönetiminin İslami ritüellere yasaklar koyduğu iddialarıyla (devletimizin resmi ajansı Anadolu Ajansı ile CB Erdoğan bile baskıların abartıldığını söyledi) tırmanan Doğu Türkistan bağlantılı sokak faşizminin temaları sadece milliyetçilik değilse de, ana motivasyon ‘soydaşlık’ dayanışması gibi görünüyor. Doğu Türkistan konusunda daha önce yazdığım için (“Doğu Türkistan ne yana düşer?”, bu hafta konunun bir başka veçhesine bakmayı tercih ettim.
RESMİ MİLLİYETÇİLİK
Hugh Seton-Watson’a göre imparatorlukların ve çok etnili devletlerin bağımlı halkların milliyetçi meydan okumalarına verdikleri yanıt olan ‘resmi milliyetçilik’, sert ve yoğun asimilasyona dayalı uygulamalar biçiminde ortaya çıkar. İmparatorlukların bölgenin egemenliği için birbiriyle yoğun bir mücadeleye girmesi ve bu mücadele sırasında rakip monarşiler içerisindeki ‘kardeşlerini’ kullanma isteği ile birlikte bağımlı halklarda gelişen milliyetçilik akımlarının bağımsız devletler oluşturma sürecinde birbiriyle girdiği rekabetin sonucu ‘Pan’ öntakısıyla anlatılan milliyetçilik türleri (Pan Cermenizm, Pan Arabizm, Pan Slavizm, Pan Afrikanizm, Pan Türkizm/Turancılık gibi) belirir. Antony D. Smith’e göre ise ‘Pan’ milliyetçiliklerin ortak paydaları şunlardır: 1) Zamandaki başlangıç miti (‘ne zaman doğduk?’, 2)Mekandaki başlangıç miti (‘nerede doğduk?’), 3) Soy miti (‘bizi kim doğurdu?’), 4) Göç miti (‘nereleri aşıp geldik?’), 6) Kuruluş miti (‘nasıl özgürleştik?’), 6) Altın Çağ miti (‘nasıl büyük ve kahraman olduk?’), 7) Çöküş miti ((‘nasıl aslımızdan uzaklaştık/fethedildik)/sürüldülk?’), Yeniden doğuş miti (‘eski şanlı günlerimize nasıl dönebiliriz?’)
AVESTA VE ŞEHNAME’DE TURAN
Bu tanımlardan sonra konumuza dönersem, Turancılık, 1848’deki milliyetçi kalkışmaları Rusya ile ittifak kuran Avusturyalılar tarafından bastırıldığından beri kendilerini ‘Avrupa’da bir ada’ metaforuyla tanımlayan ve sloganları ‘Yalnızız’ olan Macarların, kendilerine bağımlı Slav halklarının geliştirdiği Pan Slavizm’e cevap olarak geliştirdikleri ‘resmi milliyetçilik’ türü idi. (Farsça “Turanî” kavramı İran’ın İslamiyet öncesi dönemine ait Avesta metinleri ile Firdevsî’nin Şehnâme adlı eserinde boy göstermişti. Şehname’de hükümdar Feridun’un üç oğlundan birinin adı Tur’dur. Ona verdiği ülkenin adı da Turan’dır. 1786 yılında Osmanlı İmparatorluğu’ndan gönderilen bir mektupta Buhara hükümdarı Seyyid Ebulgazi Han’a ‘Turan hakimi’ diye hitap ediliyordu.
(Firdevsi’nin Şehnamesi’nden bir sahne: Behram ‘tekboynuzlu’yu haklarken.)
AVRUPALI DİLBİLİMCİLERİN ROLÜ
1830’larda, Ural-Altay dilleri üzerine çalışmalar yapan Macar dilbilimcilerince literatüre kazandırılan ‘Turan’, Tatarların, Özbeklerin, Moğolların ve Türkistan halklarının ülkesi olarak tanımlanmıştı. Kavramın coğrafi bir içerikle birlikte dilsel ve etnik bir kategoriyi de işaret etmesi üç Avrupalı dil bilimci sayesinde olmuştur: Bunlardan Finli M. A. Castren’e göre Finliler, Macarlar, Türkler ve Moğollar tek bir halkın üyesidir. (‘Altay dilleri’ tasnifi de Castren’e aittir.) Alman C.C.J. Bunsen ise 1854 yılında Turan’ı bir halk kategorisi olarak tanımlayan ilk kişidir. Bu teoriyi popülerleştiren ise İngiliz F. Max Müller’dir.
VAMBERY, CAHUN VE DİĞERLERİ
Turan’ı bir ‘ırk’ olarak Macarlara tanıtan Yahudi asıllı Macar oryantalisti Hermann Arminius Vambery idi. (Bazı çevrelerce İngiliz ajanı olduğuna inanılan) Vambery, Orta Asya'ya Yolculuk kitabında (1873) şöyle diyordu: “Bir Türk hanedanı olarak Osmanlı İmparatorluğu, dinleri, dilleri ve tarihleriyle birbirlerine bağlı olan Türk halklarını bir araya getirerek Adriya(tik) kıyılarından Çin içlerine kadar güçlü bir imparatorluk kurabilirdi (…) Anadolululardan, Azerbaycanlılardan, Türkmenlerden, Özbeklerden, Kırgızlardan ve Tatarlardan oluşacak bir Türk bloğu, kuzey komşusuna (Rusya'ya) karşı bugünkü Türkiye'den (Osmanlı) daha dengeli durumda olurdu.” gibi tezleriyle bugün çok revaçta olan ‘Pan Türkçü’ tezlerin ilk derli toplu ifadecisidir. Bu tarihten itibaren Macar aydınları Macarların kökenlerini, Orta Asya’da aramaya başlayacaklardı. Bu bağlamda Osmanlı aydınlarıyla (özellikle Harbiye ve Tıbbiye öğrencileriyle) Macar aydınları arasında duygu alışverişleri 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı arasında ortaya çıkmıştı. Hatta bir Osmanlı grubu Macaristan’ı ziyaret etmişti.
(Muhayyel Turan ülkesini gösterir harita)
Turan’ın içine Osmanlı Türklüğünün girmesi çok sonra olacaktı. Yahudi asıllı Fransız Türkolog Léon Cahun 1873 yılında Paris’te toplanan Birinci Oryantalistler Kongresi’nde yaptığı konuşmada Orta Asya’da bir zamanlar kıyılarında Türklerin yaşadığı bir iç denizin olduğu, bu denizin kuruması üzerine Türklerin Avrasya’ya doğru göçe başladıklarını ileri sürmüştü. Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları adlı eserinde “1896’da İstanbul'a geldiğim zaman ilk aldığım kitap Léon Cahun’un tarihi olmuştur. Bu kitap adeta Pantürkizm mefkûresini teşvik etmek üzere yazılmış gibidir,” diye yazmıştı.
MACAR TURANCILARI ANADOLU’DA
II. Meşrutiyet’in ilan edildiği 1908’de kurulan Türk Derneği’nin ülke dışındaki tek şubesi Budapeşte’de açılmıştı. Bu şubenin onursal başkanı Vambery idi.
1910’da Macaristan’da yayımlanan Turani Dalok (Turan Şarkıları) adlı şiir kitabı Macar Turancılığının adeta kutsal kitabı, şairi Arpad Zempleni de Turancılığın peygamberi (Son Şaman) mertebesine çıkarılacaktı. Aynı yıl Turani Tarsasag (Turan Cemiyet) adlı ilk örgütlenme ortaya çıktı. Macar Turancıları 1912’de Konya ve Ankara çevresinin coğrafi, jeolojik ve ekonomik yapısını incelemek için Tuz Gölü’ne geldiler. Bir başka hepet Aral Gölü ve Hazar Denizi’ni inceledi. 1913’te Turan adlı bir dergi çıkarılacak, Konya, Kayseri, Kilikya (Adana) havalisine geziler yapıldı. Ayrıca iki ayrı ekip Kafkasya ve Baykal Gölü’ne gidecekti. ‘Yalnızlık’ duygusundan kurtulmak için yeni ittifaklar arayan Macar Turancıları ‘Türkçü’ aydınlardan Ahmet Hikmet (Müftüoğlu) ile temas kurdular ve Turancılık fikri Osmanlı ülkesinde iyice bilinir hale geldi.
(‘Türklerin (Macarların) Kralı Geza’ 11. yüzyıl ikonu)
RUSYA KÖKENLİ ‘TÜRKÇÜLER’
İki ülke Turancılığı arasında elbette farklar vardı. Örneğin Macar Turancıları Macaristan’dan Japonya’ya uzanan bir coğrafyada yaşayan Fin-Ugor ve Türk-Tatar başlığı altında topladıkları ırkları Turani sayarken, Osmanlı ülkesindeki Turancılar sadece Orta Asya’daki ‘Türk’ ırklarını Turani saymışlardı. Genel anlamıyla Turancılık, Rus Çarlığı tarafından sistematik baskıya uğramış ‘Turanî’ toplumlardan yetişmiş ve Osmanlı İmparatorluğu’na sığınmış (Kırım Tatarı) Gaspıralı İsmail, (Kazan Tatarı) Akçuraoğlu Yusuf, (Azeri) Hüseyinzade Ali, (Azeri) Ağaoğlu Ahmet gibi göçmen aydınlar tarafından Osmanlı başkentine yayılmaya başladı. Girişte sözünü ettiğim Turan şiirini Ziya Gökalp, 1910’da Hüseyinzade Ali ile tanışmasından sonra yazdı. Bu şiiri ‘Altun Destan’, ‘Ergenekon’, ‘Kızıl Elma’ ve ‘Kızıl Destan’ gibi adlarından anlaşıldığı üzere ‘Turancı’ şiirler izledi. (CB Erdoğan, Aralık 1997’de Siirt’te içinde “Minareler süngümüz, kubbeler miğfer, camiler kışlamız, müminler asker” dizeleri geçen tahrikçi şiirin Ziya Gökalp’in Asker Duası adlı şiiri olduğunu ileri sürmüştü ancak Gökalp’in 1912’de yazdığı şiirin orijinalinde bu dizeler yoktur.)
Ziya Gökalp (1876-1924) ve Yusuf Akçura (1876-1935)
YAHUDİLERİN TURANCILIĞA KATKILARI
Turancılığın (yarı Kürt olduğu iddia edilen) Ziya Gökalp’ten başka yerli ideologları da vardı elbette. Mehmet Emin (Yurdakul), Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Ömer Seyfettin ve hepsi de Yahudi olan Moiz Kohen (daha sonra Munis Tekinalp adını alacaktır), Emmanuel Karasu, Avram Galanti ilk aklıma gelenler. Küçük bir parantez: Niyazi Berkes, “garip olanı Türkçü, ırkçı ve Turancı denen yazarların, asıl Türkçülük ve Turancılık akım ve fikirlerinde 19. ve 20. yüzyıllarda Avrupalı ve yerli Yahudilerin özel bir yeri olduğunu görmezden gelmeleridir” der. Üstelik bu Yahudi kökenli ‘Türkçüler’ Türk kökenlilerden çok daha coşkuludurlar. Örneğin Yeni Cengizlik adlı çalışmasında Tekinalp şöyle yazar:
“Kanımda taşıdığım izler, benim tarihimin sonucudur. Atalarımın ünlü davranışlarını, tarih kitaplarının ölü, solmuş ve tozlu yapraklarında değil, kendi damarlarımda ve kalbimde okudum. Bu kuru sayfalarda benim Atilla’m, benim Cengiz’im, ırkımın onurlu geçmişini temsil eden bu kahraman kişiler, kötülük ve iftiranın hakim olduğu çağımıza utanç ve yüzkarasıyla örtülmüş gibi tanıtılır; oysa onlar aslında ne İskender’den ne de Sezar’dan aşağı kalmaz. Kalbimin daha iyi tanıdığı kişi ise, tarihin karanlık ve gizemli kişilerinden Oğuz Han’dır. O, içimde hala tüm ünü ve büyüklüğüyle yaşar. Oğuz Han bana esin verir ve sevinç ilahileri söylememe neden olur. Türklerin anavatanı Türkiye ya da Türkistan değil, sonsuza uzanan Turan ülkesidir. (…) “Evet Turan kurtulmalı, Turan kurtarılmalı, Turan kurtarılacak! -Fakat nasıl ve ne ile?.. -Nasıl ve ne ile mi? Pek basit: Demir ve ateş ile! Turanı kılıçlarımızın demiri ve fikirlerimizin ateşi feth ve teshir (zapt) edecektir. Tarih bize gösteriyor: Bir milletin vahdeti, istiklali ancak kılıç ve ile kalem ile temin olunabilir. Bütün Slavlar, bu yolda meydana çıktılar. Hakir bir Moskova Kenezliği, bütün Rusları etrafında topladı, sonra o ‘münci’ edebiyatı ile, kılıcı ile Balkanlara yürüdü ve Sırpları, Dağlıları, Bulgarları da kollarından tutup ayağa kaldırıverdi. … Siyaset ve medeniyet, demir ve ateş, kılıç ve çırağ! İşte bu iki kuvvetle onlar kurtuldular. Biz de bu iki hazırlıkla milleti esaretten kurtaracağız.”
TURAN’I KURTARMAK
1911 Trablusgarp hezimetinden itibaren 1908’de kurulanlara ek olarak adında ‘Türk’ kelimesi olan bir dizi dernek kuruldu. Bu dernekler eliyle Seton-Watson’ın terminolojisiyle söylersem ‘resmi Türk milliyetçiliği’ biçimlendirilmeye, örgütlenmeye başladı. Bu örgütlerden biri olan Türk Gücü Cemiyeti’nin kuruluş bildirisini yazan Kuzucuoğlu Tahsin Bey bu cemiyetlerin amaçlarını şöyle tarif etmişti: “Büyük Turanı özleyen yeni, uyanık Türk dünyası, Turanın altın tacını taşıyacak saltanat binasının dört direğini dikti: Türk Bilgi Derneği, Türk Yurdu, Türk Ocağı ve Türk Gücü! … Dernek’in meydancısı, Ocak’ın bekçisi, Yurd’un koruyucusu, Turan’ın akıncısı olacak. (…) Türkün Gücü ta Karakurum’da fışkırıp taşan, coşkun akınlarıyla bütün dünyayı kaplayan, bükmedik bilek, kırmadık kılıç, vurmadık kale bırakmayacak. Türkün o demir pençesi yine dünyayı kavrayacak, yine dünya o pençenin karşısında tir tir titreyecek.”
Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam’da bu ideolojik güdülemenin ne işe yaradığını çok açık anlatır: “Biz gençler, şimdi de muallim mektebinin dershanelerinin duvarlarına asılı olan haritaların başına toplanıyorduk. Bu haritaların üstünde yeni Türk vatanının sınırlarını çizmeye çalışıyorduk. Osmanlı Afrikası, Yemenler, Hintler, Bosna-Hersekler artık gözümüze görünmüyordu. Bir elimizi Balkan geçitlerinin, Tuna-Meriç havzalarının üzerine koyardık. Sonra diğer elimizi Kırım’ı, Kafkasya’yı, Başkırdistan’ı, Türkistan’ı sıralayarak Altaylara, Çin Türkistanı’na, Çangari’ye, Altın dağa uzatırdık: Buraları hep bizim! derdik. Buralarını hep biz kurtaracaktık. Rumeli’de sınırlarımız, gerçi bizim mektebin kapısından iki kilometre ileride, Edirne’nin şehir istasyonunda bitiyordu. Ama bu bizim gözümüze görünmüyordu. Bizim gözümüz dünyanın öbür ucunda, Kafkasya’larda, Türkistan’larda, Çin sınırlarındaydı. Oralara gidecektik. Köylere, avullara, obalara koşacaktık. Elde asa ayakta çarık, sırtta kitap çantalarını Anadolu’ya, Azerbaycan’a, Türkistan’a taşıyacaktık (..) Yakın mazi artık kasvetli bir rüyaydı. Hakikat, yalnız istikbaldeydi. Avrupa’da Birinci Dünya Harbi işte bu hava içinde patladı.” (Ayrıntılı bilgi için: “1914’te Cihan Harbi’ne nasıl girdik? Okumak için tıklayın)
KAZIM KARABEKİR’İN ŞERHİ
Tevfik Fikret’e taş atarak “‘Milletim nev-i bes¸erdir, vatanım ru^y-ı zemin’ diyen vatansızlar bizim mefku^remizi duyamazlar. Bizim mefku^remizdeki hakikati hissedemezler. Onlar fen ile temas etmemis¸ a^lim cahillerdir.” diyen Ömer Seyfettin Yarınki Turan Devleti (1914) adlı makalesinde “Harp fena idi, vahşilik idi, barbarlıktı. Sözde birgün bütün insanlar kardeş olup barışacaklardı. Halbuki hakikatte muharebe, milletlerin başlıca hayat nişaneleri olan büyümek ve yayılmak seciyeleri arasındaki içtinap olunamaz (kaçınılamaz) bir çarpışmadan başka bir şey değildir. Milletler tabii hayatlarını yaşadıkça muharebe en zaruri ve mutlak bir hadise idi,” der ama Kazım Karabekir, böyle düşünmez: “Cihan Harbi patladığı sıralarda Turancılık ve İslam Birliği (İttihad-ı İslam) idealleri propagandasıyla, edebiyatıyla hızını almış bulunuyordu.” “'Turan' ve 'Kızıl Elma' lokantaları, terzileri, berberleri, ticaret evleri.. Hatta 'îttiad-ı İslam Terzihanesi', 'Müslüman Kardeşler Berberi' gibi klişeler görülmeye başladı.” “Ancak tarihimize pek derinden bağlı ve bize çok uygun görünen bu iki ideal, sadece bizim içimizden mi doğmuştu? Bu iki idealin gerçekleşebilirliğini kendimiz kendi anlayışımızla ve kendi ölçülerimizle mi ölçmüştük? Daha açık bir ifadeyle bu ideallerin aramızda yerleşmesinde ve hızlanmasında yabancı unsurların kendi menfaatleri hesabına yaptıkları tahriklerin etkisi olmamış mıydı? Basının o zaman oynadığı ve başka zamanlar da oynayabileceği büyük ve sorumlu rolün önemini kavrayabilmek için bu sorular üzerinde düşünmeliyiz. Çünkü Alman basını da İslamcılık ve Turancılık ideallerini çok işliyordu. Almanların bu alanlarda yazdıkları eserler, makaleler bazı Osmanlı yazarları elinde bilmeyerek millileşti. Böylece de ‘İslam Birliği’ ve ‘Turancılık’ gibi iki büyük dava, çok yorgun düşmüş olan Anadolu Türkünün omuzlarına binmiş oldu.”
ALMAN VE İNGİLİZLERİN TURAN’I KULLANIŞI
Kazım Karabekir, Turancılığı Almanların kendi yayılmacı emelleri için kullandığını söylerken Arnold J. Toynbee’ye göre ise İngilizler, Panturanizmi, Türk olmayan Müslümanlar arasında Türkiye'ye karşı bir propaganda aracı olarak kullanmıştır. Bu propagandayı özellikle ‘Türkleşme’ tehlikesiyle karşı karşıya kalan Osmanlı İmparatorluğu’nun Arapça konuşan halkı arasında yürütmüştür. İngiliz propagandasının en büyük darbesi, 1916’da Türkiye'ye karşı kışkırttığı ve Mekke Emirinin yönetiminde, Hicaz’da başlayan Arap ayaklanması olmuştur. Ve böylece Turan hayali Osmanlının cihadını da etkisiz bırakmıştır.
Ancak İttihatçı ideologlar ne böyle bir işlevin farkındadırlar ne de savaşın gidişatının farkında… Örneğin Ziya Gökalp, 1916 yılında, Rusya ordularının Anadolu içlerinde hızla ilerlediği günlerde, şunları yazabilmektedir: “Söylenme için için/Geldiler acab niçin?/Geldik senin zulmünden / Türkü kurtarmak için/Ey kardeşler merakta/Kalmayınız ırakta/Yükselecek ordunun/Şanı bu ak toprakta/Uygun düştü kelamlar/Halife’ye selamlar/Moskof’u ezeceğiz/Kurtulacak İslamlar!” Hatta 1917’de Rusya’da Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmeleri Gökalp’i iyice ümitlendirir: “Çok geçmeden birdenbire/Parçalandı Rus ülkesi/Sevinçle düştü tekbire/ Elli milyon Türkün sesi/Artık Turan hayal değil/Hakikate döndü bugün/Türk bilecek yalnız bir dil/Bizim için bu bir düğün…” Ziya Gökalp değildir elbette tek coşan, esas Enver Paşa coşmuş ve Kafkasya harekatına girişmiştir. Hayatı da Orta Asya içlerinde sonlanacaktır…
(Cihan Harbi’nde esir düşen Osmanlı askerleri Malta’da)
ROMANTİZM Mİ BAKÜ PETROLLERİ Mİ?
Bu noktada, çoğumuzun aklındaki soruyu sorar Tarık Zafer Tunaya: “Turancılık yalnızca bir hayale mi dayanıyordu?” Ve cevabı verir: “İttihatçılar bu sorunun somut ve gerçekçi yanıtını bulduklarından emindirler ve bu da yüzde yüz ideolojik bir madde olan petroldü.” Tunaya’ya göre Halil Paşa, 15 Ekim 1918’de Enver Paşa’ya gönderdiği mektubunda bunu “Arşimet heyecanıyla” şöyle bildirmişti: “Bugün Bakû’deki mahzenlerde toplanmış olan petrol ve mazotun bugünkü fiyatlara göre kıymeti yüzlerce milyon lirayı bulmaktadır. Tanrının bir lütfu olarak elde ettiğimiz bu kaynak, bütün mali sıkıntılarımızı karşılayacak mahiyettedir. (…) Bakû için verdiğimiz iki üç muharebede üç bine yakın can kaybettik. Binaenaleyh Bakû servetinin en büyük aksamından, fetih hakkı olmak üzere, bizim ve Azerbaycan’ın istifade etmesi icap eder…”
TURANCILARIN NADİM OLMASI
Savaşın nasıl bittiğini hepimiz biliyoruz. Yüzbinlerce şehit, esir, milyonlarca yaralı, hasta, kayıp… 30 Ekim 1918’de Osmanlı Devleti’nin teslimiyet belgesi olan Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından iki gün sonra bir Alman gemisi ile ‘suç mahallini’ terk eden Enver, Talat ve Cemal paşalar hesap vermekten kurtulmuş görünüyorlardı ancak, 13 Kasım’da İstanbul’u gayrı resmî olarak işgal eden İtilaf Devletleri’nin ilk işinin Birinci Dünya Savaşı ve 1915 Tehciri suçlularını mahkemeye çıkarmak olacağını anlayan daha alt düzeydeki kadroların durumu zordu. Geride kalanlar arasında bu kanlı sürecin ideolojik mimarı Ziya Gökalp de vardı. Gökalp yargılandığı İstanbul'daki Divan-ı Harb-i Örf’deki sorgusunda Turancılığın militarist yayılmacılığa zemin yapılmasıyla ilgisini tümüyle reddederek, Turancılığın bir kültürel bağ olduğunu ileri sürdükten sonra, kendisine şaşkınlıkla bakan mahkeme reisine “basit bir maarif müfettişiydim, başkaca da bir hizmetim yoktur” diyecektir. 1914’te Kafkaslar üzerinden Türkistan'a geçme özlemini dile getiren Ömer Seyfettin de görüşlerini revize edecek, 1919’da, ‘Turan bir devlet değil, harsi, milli bir vatandır’ değerlendirmesini yapacaktır. Turancılığın en önemli ideologlarından biri olan ancak sınıfsal analizlere de kapısı kapalı olmayan Akçuraoğlu Yusuf ise 1924’te “Turancılık Osmanlı emperyalizmi” diyerek günah çıkaracaktır. Halide Edip (Adıvar) ise 23 Ağustos 1918 tarihli Vakit’te Büyük Türkçülüğe, Turancılığa bağlılığını dile getiriyor, ama sonra “Müşterek idealin geniş yolunda herkes kendi mahallesinden, çarpık sokağından yürüyerek gidebilir” diyerek çizgisini koruyacağını ima ediyordu. (Ayrıntılı bilgi için “Türkiye yerine Anadolu Cumhuriyeti olsaydı ne olurdu? Okumak için tıklayın)
MUSTAFA KEMAL'İN REALİZMİ
Turancılık tartışmalarında adı hiç geçmeyen ama gerek halka açık toplantılarda, gerekse mecliste ırkçılığa varan yorumlarını bildiğimiz (bkz: “Ne mutlu ‘Türküm diyene’ mi ne mutlu ‘Türk olana’ mı? Okumak için tıklayın)
Mustafa Kemal ise konuyu 16/17 Ocak 1923’teki ünlü İzmit Basın Konferansı’nda şöyle değerlendirecekti: “Efendiler! Milletimiz, yüzyıllarca bu [fetihçi] bakış açısıyla hareket ettirildi, fakat ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. En sonunda oralardan kovuldu, kovuldu. Ve bugün sekiz milyona indi. Yemen çöllerinde kavrulup mahvolan Anadolu evlatlarının sayısını biliyor musunuz? Suriye’yi, Irak’ı koruyabilmek için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutunabilmek için, Viyana kapılarına kadar fetihler yapabilmek için ne kadar insan ziyan oldu, bunu biliyor musunuz? Ve sonuçta ne oldu, görüyor musunuz? (…) Efendiler! Diğer bir noktayı da gözlerinizde canlandırmak isterim, bir an için farzedelim ki Türkiye, (…) İslamları kurtarmak ve bir noktada birleştirerek sevketme ve yönetme amacına yürüsün ve başarılı bile olsun! Pekala ama Mısır’ı kurtardıktan sonra, Mısırlılar dese ki çok teşekkür ederiz, fakat biz sizin yönetiminiz altına girmeyiz! Mısır Mısırlılarındır! Biz bağımsızlığımıza ve milli egemenliğimize kimseyi müdahale ettirmeyiz. Bağımsız kalacağız. Hint’in 70 milyon Müslümanı derlerse ki, bize büyük hizmet yaptınız, fakat bizim egemenliğimize ve bağımsızlığımıza karışmayınız. Biz kendi kendimizi yönetecek güçteyiz. (…) Görüyorsunuz ki bir hava için, bir heves için, bir kuruntu için, bir hayal için, bu zavallı milleti mahvetmeyi öneriyorlar! İşte hilafet makamına ve Halifeye görev ve yetki verme önerisinin niteliği bundan ibarettir! Efendiler! Kendimizi dünyaya egemen sanmak gafleti artık devam etmemelidir. Gerçek mevkiimizi, dünyanın durumunu tanımaktaki gafletle, gafillere uymakla zavallı milletimizi sürüklediğimiz felaketler yetişir. Bile bile aynı faciayı devam ettiremeyiz!”
Turancı yayılmacılıkla ulusalcı kapanmacılık parantezine mahkum olmadığımızı hatırlatarak ve bir başka yazıda ‘İslam ittihadı’ ve ‘halifelik’ tartışmalarına daha yakından bakmaya söz vererek burada noktayı koyayım…
Özet Kaynakça: Günay Göksu Bozdoğan, “Turan”dan “Bozkurt”a, Tek Parti Döneminde Türkçülük (1931-1946), İletişim Yayınları, 2002, Şerif Baştav, Tarih ve Toplum, Macaristan Özel Sayısı, C. 36, S. 215, Kasım, 2001, Judith Winternitz, “The ‘Turanian’ Hypothesis and Magyar Nationalism in the Nineteenth Century’, Culture and Nationalism in Nineteenth Century, Editorler: Roland Sussex and J. C. Eade, Slavica Publishers, Inc. 1985, A. Gün Soysal, “Rusya Kökenli Aydınların Cumhuriyet Dönemi Türk Milliyetçiliğinin İnşaasına Katkıları”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 4, Editör: Tanıl Bora, s. 483-504, Fevziye Abdullah Tansel, Ziya Gökalp Külliyatı-1, Şiirler ve Halk Masalları, TTK Yayınları, 1989, Yusuf Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri-1928 Yılı Yazıları, Yayına Hazırlayan Nejat Sefercioğlu, Kültür Bakanlığı Yayınları,2000, Rıdvan Akın, Osmanlı İmparatorluğu’nun Dağılma Devri ve Türkçülük Hareketleri, 1908-1918, Der Yayınları, 2002, Jacop M. Landau, Pan-Turkism, from Irrendentism to Cooperation, Indiana Uni. Press, 1995, a.g.y., Tekinalp, Bir Türk Yurtseveri (1883-1962), İletişim Yayınları, 1996, Erdoğan Aydın, Osmanlı’nın Son Savaşı, Literatür Yayınları, 2013, Tarık Demirkan, Macar Turancıları, Yayıma Hazırlayan: Ayşen Anadol, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000, Masami Arai, Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği, Çeviren: Tansel Demirel, İletişim Yayınları, 2000; Hugh Seton-Watson, Nations-States, an inquiry into the origins of nations and the politics of nationalism, Methuen Co. Ltd, 1977, Abdullah Şengül, “Ömer Seyfettin’de Milli Kimlik”,http://www.aku.edu.tr/aku/dosyayonetimi/sosyalbilens/dergi/III1/1.pdf.
Beş asırlık hülya: Karadeniz-Marmara izdivacı
20.7.2015 - Bu Yazı 844 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
2011 yılında Anayasa referandumu kampanyası sırasında, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘ucube fetvası’ sonucu Kars’ta Mehmet Aksoy’un Türk-Ermeni barışına adadığı İnsanlık Anıtı’nın kafası ‘Allahüekber!’ nidaları arasında koparılmıştı. Anıtın yıkımı için gerekçe gösterilen yakınındaki Ebu'l-Hasen el-Harakânî Türbesi söz konusu zatın gerçekten gömülü olduğu yer değil, sadece bir ‘makam’ yeriydi. İslam alimi Kazvînî’ye (ö. 682/1283), göre gerçek kabir, Horasan’da, Bistâm yakınlarındaki Harakân’daydı ama ne gam… Anıt yıkılırken Erdoğan İstanbul’da ‘Çılgın Projesi’ açıklıyordu. Karadeniz’le Marmara Denizi’ni Çatalca üzerinden birleştirecek Kanal İstanbul’du bu ‘çılgın proce.’ Arkasında ne bilimsel araştırmalar, ne fizibilite çalışmaları, ne fayda-zarar analizleri vardı. Erdoğan düşünmüştü ve ilan etmişti: “Kanal İstanbul açılmalı, açılacak!”
(Çizim, Muhammed Kürşad Sucuoğlu’nun İstanbul Üniversitesi/Fen Bilimleri Enstitüsü’nde 2014 yılında kabul edilmiş “Kanal İstanbul Projesi'nin Türk Denizciliği açısından SWOT analizi” adlı tezinden alınmıştır.)
PROJE İNTİHAL Mİ?
‘Ferman’ın okunmasından sonra yapılan ateşli ama sığ tartışmalarda ne bilim adamları böylesi bir kanalın yer, çevre, deniz, iklim, bitki ve hayvan dokusu, sosyal doku, ekonomik yapı, denizcilik hukuku vb. açısından neler getireceğini, neler götüreceğini açıkça ortaya koyabildiler, ne de Erdoğan bu projeden muradının ne olduğunu anlatabildi.
Dahası projenin Erdoğan’ın (veya ekibinin) özgün fikri olmadığı ortaya çıktı. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, Karadeniz’i Silivri’ye bağlamak üzere bir kanal yapılması fikrini ilk kez 1994 yılında CHP’nin eski genel başkanlarından Bülent Ecevit’in dile getirdiğini söylerken, Ecevit’ten de önce, 1990 yılında, dönemin Enerji Bakanlığı Müşaviri Yüksel Önem’in Tübitak’ın Bilim ve Teknik Dergisi’nin Ağustos 1990 tarihli sayısında “İstanbul Kanalını Düşünüyorum...” başlıklı bir makale yayımladığı anlaşıldı.
İstanbul Kanalı fikrine son sahip çıkan ise Trabzonlu esnaf Bilal Özyurt oldu. 8 Mayıs 2011 tarihli Cumhuriyet gazetesinin “Kanal’ın gerçek sahibi” başlıklı yazısından öğrendiğimize göre Bilal Özyurt hazırladığı projeyi 2004 yılında, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne göndermiş, Belediyeden gelen 23 Şubat 2005 tarihli yazı ile “Teklifiniz çalışmalarımızı kapsamıyor” cevabı alınca yılmamış ve projesini 21 Ekim 2010’da bizzat Başbakan Erdoğan’a göndermişti. Yerel basına yaptığı açıklamada “Kafa yorarak bu kanalın açılmasını ve çevresinde modern bir şehir kurulması projesini yazıya döktüm. Ne olur olmaz diye de notere onaylattım” diyen Özyurt, Başbakan’ın ‘Çılgın Proje’yi açıklamasından sonra yerel gazetelere açıklamalar yapmaya başladı ancak projenin asıl sahibi olduğunu ispatlayamadan 7 Mayıs 2011 tarihinde hayata gözleri yummuştu.
KANAL TEZ ZAMANDA YAPILA!
Aradan geçen dört yılda Erdoğan projeden vazgeçmediğine dair ipuçlarını açıkça verdi ama hep bu projeyi unutmuş olmasını diledim. Ancak, geçtiğimiz günlerde CB Erdoğan, Alevilerle alay edercesine ‘Yavuz Sultan Selim Köprüsü’ adının verileceği ilan edilen 3. köprünün inşaatında çalışan işçilere verdiği iftar yemeğinde kendime getirdi beni. Erdoğan "Bizim Kanal İstanbul'u da ne yapıp gerçekleştirmemiz gerekiyor. Bunu bitirdiğimiz andan itibaren İstanbul farklı bir cazibe merkezi haline gelecektir her yönüyle. Bakın şimdi şu yatırımın maliyeti 12 milyar avroyu bulacak. Devlete KDV'si hariç. 22 milyar avro gelir sağlayacak. Fakat bunu hazmedemeyenler var. Ama biz ne diyoruz 'At denize balık bilmezse halik bilir' ve böylece yola devam ediyoruz.” dediği an içim cız etti. “Ben yaptım, oldu” zihniyetinin doğurabileceği korkunç sonuçları düşündüm ve ürktüm… Bakalım bu sefer ne kadar sürecek bu uyanıklık halim… Bu uzun girizgahtan sonra tarihe dönelim ve Erdoğan’a ilham veren Osmanlı kanal projelerinin akıbetine göz atalım.
DON-VOLGA KANAL PROJESİ
Osmanlı döneminde, Karadeniz’i Marmara’ya bağlamak için ilk girişim, Kanuni Sultan Süleyman döneminde (1520-1566) yapılmış, padişah bu iş için Mimar Sinan’ı görevlendirmişti. Amaç, konut ve gemi yapımı için Eskişehir, Bolu ve Kocaeli’nden getirilen kerestenin İstanbul’un şehir düzenini bozmadan başkente ulaştırılmasıydı. Ancak fikir kâğıt üzerinde kaldı.
Kanuni döneminin bir başka projesi, Karadeniz’le Hazar Denizi’ni birbirine bağlayacak Don-Volga Kanal Projesi idi. Kanalı padişaha öneren 1568 yılında Kanuni’nin son sadrazamı Sokollu Mehmet Paşa idi ama fikir ilk kez 1563’te bir önceki sadrazam Semiz Ali Paşa’nın aklına gelmişti. Amaç, Don ve Volga nehirlerini bir kanalla birleştirerek Rusların güneye doğru inmesini engelleyecek bir set çekmekti. Bu sayede Altın Orda devletinin yıkılmasından sonra ortaya çıkan Astrahan Hanlığı’nı Osmanlı egemenliğine alarak hem Volga boyundaki hanlıkları hem de Orta Asya’ya giden ticaret yollarını kontrol etmek mümkün olacaktı. Bu kontrol, Gürcistan, Azerbaycan ve Şirvan üzerindeki Rusya-İran-Osmanlı rekabeti açısından hayati öneme sahipti. İkincil amaçlar arasında, İpek Yolu ticaretini canlandırma, İran ile yapılan savaşlarda donanmadan yararlanma ve Orta Asya’daki Türk hanlıklarıyla irtibat sağlamak da vardı. Sokollu düşmanları padişahı projenin faydasız ve masraflı olduğu yolunda iknaya çalışmışlardı ama esas engel Kanuni’nin 1566 yılındaki Zigetvar Seferi’nde vefat etmesi oldu.
Yerini alan oğlu II. Selim, babasının yadigari Sokollu’nun projesiyle ilgilendi. Halil İnalcık’tan öğrendiğimize göre, Sokollu, Kefe Beylerbeyliği’ne Çerkez Kasım Paşa’yı tayin etti. Paşa kanal kazılacak yeri tespit etti. Burası Perevolok (bugünkü Stalingrad) mevkiindeki altı deniz millik bölgeydi. Osmanlı vak’anüvisleri kanal açılan bölgede Ejderhan adında “camiler, hamamlar ve medreselerinin izleri meydanda olan ve içinde hiçbir insan bulunmayan eski bir İslam şehri olduğunu” düşünüyorlardı. Halil İnalcık’a göre bunu düşündüren Volga civarındaki harap şehir Yeni-Saray olabilirdi. Yeni-Saray Altınordu devletinin başkentiydi ve yeri 1940’larda Rus arkeologlar tarafından tespit edilmişti. Astrahan Hanlığı’nın orijinal adı Ejderhan Hanlığı idi ve Astrahan denmesi Rusların işiydi.
KANAL SEFERBERLİĞİ
1569 yılında hazırlıkların son aşamaya geldiğini gören Kırım Hanı Devlet Giray, Osmanlı Devleti'nin kendisine olan ihtiyacının azalacağı, hatta özerkliğini kaybedileceği endişesiyle ikili bir oyuna kalktı. Bir yandan Rus Çarı IV. (Korkunç) İvan’a ‘Osmanlı Astrahan’ı zaptederek beni buranın hanı ilan edecek, en iyisi siz savaşa hacet kalmadan Astrahan’ı bana teslim edin” diyordu. Bir yandan Osmanlı sultanına, ‘Çar Astrahan’a büyük bir ordu gönderecek, siz susuzluk, kıtlık, soğuk yüzünden bu orduyla başedemezsiniz, Azak Denizi sığdır, fırtınalıdır, gemilerinizi buraya sokamazsınız, yapacağınız kanal da en çok Moskof’un işine yarar, en iyisi ikimiz güçlerimizi birleştirip Moskof’a sefer edelim’ diyordu. İki taraf da bu oyuna gelmedi. 1569 yılının ilkbaharında donanma Osmanlı ordusu (kaynaklarda sayı birkaç binden 200 bine kadar değişir ki, Halil İnalcık sayıyı 13-14 bin sipahi ve yeniçeri olarak tahmin ediyor) Kefe sahillerine çıktı. Bunlara Kırım Hanı ordusuyla (50 bin civarındaydı) katıldı. Ameleler, silah, mühimmat ve erzak Perevolok mevkine taşındı ve kanalın kazılmasına başlandı. Bu faaliyet neticesinde üç ay içinde iki nehir arasındaki mesafenin üçte biri kazıldı.
EJDERHEN SEFERİ VE HEZİMETİ
Ancak konunun böyle dallanıp budaklanması, İran ve Rusya’nın Osmanlı’ya karşı ittifak kuracağı endişesi, Kırım Hanı’nın ikircikli tavrı, Tatar ordusundaki huzursuzluklar ve en çok da mevsimin kışa dönmesi, sert şimal rüzgarları, bataklıkların zorlaması kanal kazımını iyice yavaşlattı. (Rivayete göre Kırım Hanı, askerlerine kanal setlerini yıktırtmıştı.) Sonunda Kırım Hanı, Kasım Paşa’nın kanal işini bırakıp doğrudan Astrahan üzerine yürümesi konusunda II. Selim’i ikna etti. Böylece kanal projesi çöktü. Ancak Ejderhan Seferi de başarılı olmadı. İddialara göre mevcudu 60-70 civarında olan Osmanlı-Kırım ordusuyla 130 bin mevcutlu Moskof ordusu arasında ciddi bir çarpışma olmadığı halde, Kasım Paşa’nın ordusu gerilemeye başladı. Bir ay süren ricat sırasında, ordunun yarısı (resmi tarihe göre Tatar kılavuzların yanlış yönlendirmesiyle girilen) çöllerde ve bataklıklarda telef oldu. Öyle ki tarihçi Hammer’e göre İstanbul’a ancak 7 bin kişi dönebilmişti. Bu arada mühimmat ve erzak depolanan Azak kalesi isyancı Yeniçeriler tarafından barut deposunun patlatılmasıyla yerle yeksan edildi. Kısacası tam bir bozgun yaşanıyordu. Padişah bütün bunlardan elbette Sokollu’yu sorumlu tuttu ancak onu herkesin önünde azarlamaktan daha ileri gitmedi. Eğer teselli edecekse söyleyelim, Korkunç İvan, Kırım Hanı’nın korkusundan Astrahan’da oturmadı, onun yerine Volga’nın ortasındaki bir adaya Yeni Astrahan’ı kurdu. Ardından Osmanlı-Rus ilişkileri (1587’ye kadar) duruldu. (Osmanlı-Rus ilişkileri konusundaki yazımı okumak için tıklayın) Osmanlı dikkatini Kıbrıs’ın fethine verirken, Rusya ile mücadele Kırım Hanlığı’na kaldı. (Don-Volga Kanalı’nı açmak, o da 16 yıl süren çabalardan sonra, ancak 1953 yılında, Stalin’in SSCB’sine nasip oldu.)
(Don-Volga Kanalı’nın 1953’te açılması şerefine basılan pul.)
SOKOLLU’NUN SÜVEYŞ KANALI GİRİŞİMİ
Karadeniz’i Marmara’ya bağlama konusundaki ikinci girişim de Sokollu Mehmed Paşa tarafından, ancak bu sefer III. Murad döneminde (1574-1595) yapılmıştı. (Anlayacağınız Sokollu, üç padişah döneminde 14 yılı aşkın sadarette bulunmuştu. En uzun süre rekoru 22 yılla Çandarlı Halil Paşa’ya aitti ama 2 metre boyuyla Sokollu tartışmasız en uzun sadrazamdı.) Paşamız, Don-Volga Kanalı dışında, Süveyş Kanalı ve Sakarya Nehri-Sapanca Gölü-İzmit Körfezi Kanalı projelerinin de müellifi idi.
Konumuzla dolaylı ilgili ama ilginç bir hikayesi olduğu için Süveyş parantezi açmak istiyorum. Akdeniz’le Kızıldeniz’i birleştirme fikrinin tarihi M.Ö. 2 binli yıllara kadar gider ama Sokollu’yu Süveyş’e kanal açmayı düşündüren somut olayın Sumatra’daki Açe hükümdarı Sultan Alaeddin’in Kanuni’den, Portekizli sömürgecilere karşı savaşında yardım istemesi, ancak bu yardımın Zigetvar Seferi yüzünden geç ve yetersiz gönderilmesi olduğunu söyleyenler var ancak Sokollu’nun vizyonunun bundan geniş olduğu belli. Kaynaklara göre, Sokollu, Aralık 1568’de Mısır Beylerbeyi’ne bir ferman gönderip, Süveyş’te bir kanal açılıp açılamayacağını, açılabilirse bunun için ne kadar para harcanacağını, ne kadar gemi, işçi, malzeme vs. gerekeceğini sormuştu. Ancak muhtemelen Don-Volga Kanalı’nı da akamete uğratan Astrahan hezimeti yüzünden Sokollu’nun itibarı sarsıldığı için bu işin arkası gelmedi.
MÜHENDİSLERİN YANLIŞ HESABI
Sadece Akdeniz’le Kızıldeniz’i değil aynı zamanda (Cebelitarık Boğazı yoluyla) Atlantik Okyanusu ile (Babü’l-Mendep Boğazı yoluyla) Hind Okyanusu’nu bağlayan Süveyş Kanalı projesini gerçekleştirmek yaklaşık 3 asır sonra Fransızlara nasip oldu. Fransızlar da bu işi bir hamlede yapamadılar. 1798-1802 arasında Mısır’ı işgal eden Napolyon Bonapart’ın bu iş için görevlendirdiği Lepere adlı mühendis, denizlerin kabardıg?ı bir anda zamanlama hatası yapmış, bu yüzden Kızıldeniz’in Akdeniz’den 10 metre yüksek olduğunu sanmıştı. Bu yüzden kanalın inşaasının çok zor olduğuna karar verilmişti. Yaklaşık yarım asır sonra, Kahire’deki Fransız Konsolosu M. Ferdinand de Leseps (ki mühendis değildi) konuyu dikkatle incelemiş ve kanalın açılmasının mümkün olduğunu anlayınca ülkesini ikna etmiş, Mısır Hıdivi Kavalalı Mehmed Said Paşa’dan ilk resmi izni koparmıştı. İlk kazma 25 Nisan 1859’da vuruldu, kanal 17 Kasım 1869’da trafiğe açıldı. Kanal inşaatında 2 milyon 400 bin Mısırlı işçi çalışmış, bunlardan 125 bin kadarı hayatını bu yolda kaybetmişti. Bu arada Başbakan Benjamin Disraeli’nin usta manevrasıyla kanalın hisseleri Britanya’nın eline geçti çünkü Süveyş Kanalı Britanya’nın dominyonlarına giden yolun tam ortasındaydı, kısacası Fransızlara bırakılamayacak kadar stratejik öneme haizdi!
AİDA OPERASI, EUGENİE VE ABDÜLAZİZ
Siyaseti bırakıp daha eğlenceli konulara bakalım derseniz, dönemin Hıdivi İsmail Paşa, Avrupa’yı dolaşarak açılış törenine imparator ve imparatoriçeleri, kral ve kraliçeleri, prens ve prensesleri, bilim adamlarını, şairleri, velhasılı Avrupa'nın ünlü isimlerini bizzat davet etmekle kalmamış, bu iş için Kahire’de bir opera evi yaptırmış, İtalyan besteci Giuseppe Verdi’ye de bir opera ısmarlamıştı. Açılış törenine yetişmeyen (ilk temsili yine Kahire’de ama 24 Aralık 1871’de gerçekleşecekti) ama ileriki yıllarda büyük üne kavuşan Aida operası böylece ortaya çıkmıştı. Açılış töreninde Fransa’yı temsil edecek olan İmparatoriçe Eugenie’nin gidiş yolunda İstanbul’a uğraması ve padişah Abdülaziz’le küçük bir macera yaşadığı dedikodusu da günümüze kadar geldi… Lesseps 1880’lerde Panama Kanalı’nı açmaya niyetlendi ancak projeyi tamamlayamadı. Cemal Paşa’nın Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Kanal hezimetlerini ise bir başka yazıya bırakalım.
(Aida Operası’nın ABD-Ohio’da 1908’deki temsilinin taşbaskısı afişi.)
SAKARYA-SAPANCA-İZMİT KANALI
Tekrar konumuza dönersek, III. Murad, Don-Volga ve Süveyş kanalı önerilerine sıcak bakmamıştı ama Sakarya Nehri-Sapanca Gölü-İzmit Körfezi Kanalı projesini beğenmişti. Öyle ki, 21 Ocak 1591 tarihinde İznikmid (İznik) ve Sapancı (Sapanca) kadılarına gönderdiği fermanda günümüz Türkçesiyle şunlar yazılıydı: “Sakarya Nehri’ni Sapanca Gölü’ne ve Sapanca Gölü’nü de İzmit Körfezi’ne akıtmak muradımdır. Gerekenler yapılsın, bu hususta ihmal ve gevşeklik gösterilmesin. Sakarya’dan göle ne kadar mesafe vardır ve gölden körfeze kaç arşındır, ölçülsün. Bu arada değirmen, mandıra, çiftlik, vesaire var mıdır, varsa başka yere nakli kabil midir, acilen geniş ve doğru bir şekilde yazılıp bildirilsin.”
Kanalın sorumluluğu elbette Sokollu Mehmed Paşa’ya verildi. Kanal Eminliği’ne Budin’in eski hazinedarı Ahmed Efendi atandı. Ardından bölgeye mimar ve ustalar gönderildi, Anadolu, Karaman, Sivas, Maraş ve Erzurum beylerbeyliklerine ve Eyüp kadısına, inşaatta çalışacak 30 bin amelenin toplanması emredildi. Ancak bütün bu hazırlıklar sonuç vermedi, iddialara göre devlet adamlarının birbiri aleyhine çevirdiği entrikalar sonucu bu proje de akim kaldı!…
ÜÇÜNCÜ VE DÖRDÜNCÜ GİRİŞİMLER
Karadeniz’i Marmara’ya bağlamak konusundaki üçüncü girişim, IV. Mehmed döneminde (1648-1687) yapıldı. Yine Karadeniz’i Sakarya Nehri ve Sapanca Gölü ile İzmit Körfezi’ne bağlamak hedeflenmişti. Padişahın emriyle bölgede keşif yapan Hindioğlu adlı mimarın bazı zorluklardan bahsetmesi üzerine kanalın açılması üçüncü defa ertelendi.
Dördüncü girişim ‘ıslahatçı padişah’ III. Mustafa döneminde (1757-1774) yapıldı. Ancak bu sefer mali sıkıntılar yüzünden Karadeniz’le Sapanca Nehri’nin birleştirilmesinden vazgeçilmiş, sadece Sapanca Gölü’yle İzmit Körfezi’nin birleştirilmesi hedeflenmişti. Amaç Sakarya ve çevresindeki ormanlardan elde edilen kerestenin İstanbul’a daha hızlı ulaştırılmasıydı. Padişahın 1759 ve 1761 yıllarında çıkardığı iki ferman da yetmedi, hafriyat işlerine başlandığı halde, bölgedeki eşrafın projeye destek vermemesi üzerine bu girişim de sonuçsuz kaldı.
KANALIN MAKUS TALİHİ
Konunun yeniden gündeme girmesi 1813 yılında Kocaeli ve Hüdavendigar (Bursa) sancaklarında mutasarrıflık yapan Vezir Hacı Ahmed Aziz Paşa’nın kanalın ekonomik anlamda ne kadar faydalı olacağına dair bir raporu dönemin padişahı II. Mahmud’a (1808-1839) sunmasıyla oldu. Aziz Paşa raporunda Sakarya’nın çıktığı yere veya Beypazarı taraflarına kadar arazinin temizlenmesi ve nehre komşu olan yerlerin her türlü mahsulünün kolayca Marmara’ya naklinin mümkün olduğunu yazıyordu. Ayrıca İstanbul’dan bölgeye arazinin tetkiki, ölçümlenmesi ve resimlerinin çizilmesi için uzmanların gönderilmesini talep ediyordu. Bu sefer iş ciddiye alınmış olmalı, çünkü projenin başına Aziz Paşa getirildi, emrine mimarlar ve ustalar verildi, eski Çavuşbaşı Abdullah İffet Bey arazideki işleri takiple görevlendirildi. Ancak, talihsizlik yine kendini gösterdi. Aziz Paşa’nın görev emrini almasından 20 gün sonra vefat etmesi üzerine hafriyata başlanamadı. Ardından ‘devletin içinde bulunduğu buhranlı ve sıkıntılı günler’ bahane edilerek proje tekrar rafa kaldırıldı.
Abdülmecit (1839-1861) ve Abdülaziz (1861-1876) dönemlerinde talihsiz kanal projesi yine raftan indi. Ancak 1845, 1857 ve 1863’teki girişimler sonuç vermedi.
Erdoğan, belki de bu uğursuzluğu yenmek için kanalı Sakarya bölgesinden Çatalca bölgesine aldı ve sekiz padişahın başaramadığını başarmanın hırsına kapıldı. Böyle hesapsız kitapsız girişilen çılgın projelerin sonunun hiç de hayırlı olmadığını ona hatırlatacak kimse de yok etrafında. Hesap kitap demişken, İstanbul ve Çanakkale boğazlarının statüsünü belirleyen Montreux (Montrö) Antlaşması’nın (ayrıntılı bilgi için tıklayın) bu projeden nasıl etkileneceği de meçhul. Kısacası, halk deyişiyle “bindik bir alemete, gidiyoruz kıyamete”…
Özet Kaynakça: Beş Asırlık Sakarya-Sapanca-Marmara Kanal Projeleri, Hazırlayan: Ömer Faruk Yılmaz, Çamlıca Basım Yayın, 2010; Halil İnalcık, "Osmanlı-Rus Rekabetinin Menşei ve Don-Volga Kanalı Teşebbüsü (1569)", Belleten, 1948, C.12, s. 349-402. (İnternette:http://www.inalcik.com/images/pdfs/48778970OSMANLIRUSREKABETiDONVOLGAKANALITESEBBUSU.pdf ), Durmuş Akalın, Süveyş Kanalı, Yeditepe Yayınları, 2015.
.
Kürt meselesi'nin 90 yıllık icmali: Tamam mı, devam mı?
27.7.2015 - Bu Yazı 1529 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
‘Sözün bittiği’ daha doğrusu, ‘söz’ün bilinçli olarak bitirildiği bir atmosferde ne faydası olacak bilmiyorum ama Kürt milliyetçiliğinin ve Türk milliyetçiliğinin buna verdiği karşılığın 100 yıllık serencamını bir kez daha özetlemek istiyorum. Yer sorunu yüzünden dışarıda bıraktığım İran, Irak, Suriye ve eski SSCB coğrafyasındaki Kürtlerin modern tarihini bilmeden bu tarihçeyi tam olarak anlamlandırmak mümkün değil ama bu haliyle bile bugünkü çıkmazın nedenlerini anlayabiliriz diye umuyorum. Yazı doğal olarak uzun oldu. Keşke bir dizi halinde yayımlanabilseydi. Ama bunu planlamaya vaktim olmadı. Yine de konuyla samimi olarak ilgilenenlerin ve bilgilerini tazelemek isteyenlerin uzunluktan yılmayacağını umuyorum.
KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
Kürt milliyetçiliği, Türk milliyetçiliği gibi 1880’lerde filizlenmeye başladı. Başlangıçta her iki etnik grubun da kendi ulus-devletini kurma gibi bir hedefi yoktu. (Bunun nedenleri ayrı bir yazı konusu.) Hedef, II. Abdülhamit’in istibdat rejimini yıkmaktı. Bu amaçla her iki kesim de 1889’da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde (İTC) birleştiler. İki taraf birbirine öyle yakındı ki, İTC 1913’ten itibaren Türk milliyetçiliğine evrilirken bile Kürt kökenli aydınların ezici kısmı hareketin içinde kaldılar. Türkçülük akımının güçlü bir damar halinde ortaya çıktığı 1918’de kurulan Kürt Teali Cemiyeti’nde toplanan Kürtler ise, kültürel kimliğin ötesine geçmişlerdi ama ortak bir siyasi tavır geliştirememişlerdi. Örneğin cemiyetin başkanı Seyyid Abdülkadir sıkı bir Osmanlıcı idi ve siyasi hedefi Hilafeti de koruyarak Osmanlı Devleti içinde Kürtlere otonomi (özerklik) verilmesiydi. Ancak bunun için Kürt toplumundan çok ABD, Britanya ve Fransa gibi dış güçlere bel bağlamıştı. Cemiyetin belkemiğini oluşturan Bedirhanlar ve Cemilpaşazadeler gibi Kürt aristokratları ise bağımsız bir Kürdistan için mücadele ediyorlardı. Ancak destekçileri çok azdı.
MİLLİ MÜCADELE’DE KÜRTLER
Milli Mücadele döneminde Kürtlerin siyasi bölünmüşlüğü devam etti. Bazı Kürtler Doğu Anadolu’da bir Ermeni devletinin kurulmasından endişe ettikleri için Kemalist güçlerle işbirliği yapmayı seçtiler. Böylece 1919’da toplanan Erzurum ve Sivas Kongreleri’ne ve 1920’de açılan (T)BMM’ye Kürt kökenli pek çok kişi delege ve milletvekili olarak katılmayı kabul etti. Bu katılım, ileriki yıllarda resmi tarihçiler tarafından ‘Kürtler kendi kaderlerini tayin hakkını, Türklerle birlik olma yolunda kullandılar’ propagandasına malzeme yapıldı.
Kongrelere veya Meclis’e katılmayan Cibranlı Miralay Halit Bey, Seyid Abdülkadir, Bedirhaniler ve Cemilpaşazadeler gibi unsurlar ise Kemalist grupla açıkça çatışmaktan kaçınarak, gizlice özerklik veya bağımsızlık hedeflerini gerçekleştirmeye çalıştılar ve bu bağlamda Büyük Devletlerle temas içinde oldular. Ancak bu kesimler, bütüncül bir proje ortaya koyamadılar. Örneğin İtilaf Devletleri’nin Birinci Dünya Savaşı’nın hesabını görmek üzere Ocak 1919’da topladığı Paris Barış Konferansı’nda Kürtleri, Kürtçe bilmediği söylenen Osmanlı Devleti’nin Stockholm Büyükelçisi Şerif Paşa temsil etti. Şerif Paşa’nın Sevr’de Ermeni heyetinin Başkanı Bogos Nubar Paşa’yla imzaladığı muhtıra, Kürt ülkesinin sınırlarını Van Gölü’nün güneyinden geçirdiği ve fazlaca topraksal tavizler içerdiği için Bedirhanlar tarafından; “Ermeni gavuruyla uzlaştığı” için de Şemdinanlar tarafından reddedildi. Kürtlerin kadim Ermeni korkusundan ustaca yararlanan Mustafa Kemal’in örgütlediği Doğu Anadolu’daki bir dizi Kürt aşiret reisi, Şerif Paşa’ya çektikleri telgraflarla Şerif Paşa’yı temsilcilik görevinden istifa ettirdiler. Böylece Paris’te ve onu izleyen Sevr sürecinde Kürt talepleri ancak sınırlı şekilde masaya geldi. Nitekim Kazım Karabekir anılarında Türk-Kürt ittifakının özel bir çaba sarf edilmeden, sadece Kürdistan’ın Ermenistan olma tehdidiyle karşı karşıya olduğu hatırlatılarak kurulduğunu söyleyecekti.
1921 KOÇGİRİ İSYANI
1920’de Milli Aşireti ve Bahtiyar (Cemil Çeto) Aşireti gibi Kemalist Türk milliyetçilerine açıkça meydan okuyanlar da vardı ama bu isyanların hem siyasi talepleri net değildi, hem de yerel kalmışlardı. Dolayısıyla kolayca bastırıldılar ve kolektif bellekte önemli yer tutmadılar.
Mart-Nisan 1921’de Sivas havalisindeki 135 köyden oluşan Koçgiri Konfederasyonu’nun isyanı ise bunlardan farklıydı ama ortada hala ‘milli bilinç’ yoktu. Örneğin, bölge Kızılbaş-Alevi ağırlıklı bir nüfusa sahip olduğu halde, Dersimli toplum önderleri örgütlenme çalışmalarını ‘Hilafet Ordusu Müfettişi’ sıfatıyla yapmışlar, bu çalışmaların sonunda Ovacık-Kemah bölgesindeki halk ‘Padişahın emri olmadığı için’ Kemalistlere asker vermek istememişti.
Askeri yöntemlerle isyanı bastıramayan Ankara, siyasi manevralarla Dersimlileri ikiye bölmeyi başarmış, Diyap Ağa, Meço Ağa, Ahmet Ramiz, Mustafa Bey, Hasan Hayri gibi Hozat-Ovacık liderlerini Dersim mebusu olarak meclise katılmaya ikna etmişti. Aynı günlerde 72 Kürt mebusu üzerlerinde yerel giysileri ile Meclis’e getirilmişler ve İtilaf Devletleri’ne Ankara hükümeti ile beraber olduklarını bildiren bir telgraf çekmişlerdi. Bu mebuslar arasında en ateşlisi olan Hasan Hayri Bey, Meclis’teki görüşmeler sırasında Türk-Kürt kardeşliğinden ve iki kavmin ayrılmayacağından o kadar heyecanla söz etmişti ki, Mustafa Kemal ertesi gün Hasan Hayri’nin Kürt milli giysileriyle meclise gelmesini istemişti.
Bunun üzerine, Koçgiri isyanının siyasi önderleri Baytar Nuri Dersimi, yöneticilerinin ağırlıklı olarak Sünni olduğu ancak ‘milli’ esaslara göre hareket ettiği Kürt Teali Cemiyeti’nden “Kürtlerin bölünmüşlüğüne son verilmesini” talep etmiş, Cemiyet ise duruma müdahale etmemişti. Nuri Dersimi bunun üzerine İtilaf Devletleri’nden yardım istemiş ama kendi ifadesiyle “ne İngilizler ne de Fransızlar, yekvücut davranmaktan aciz Kürtler uğruna giderek konumu güçleşen Kemalist hareketi karşısına alacak kadar maceracı” olmadıkları için bölünmüş Kürtleri Ankara’nın ‘tepelemesi’ hiç de zor olmamıştı. (Bu konudaki yazılarım: “Koçgiri isyanı, Alişer ve Zarife okumak için tıklayın”) ve (“Seyit Rıza’nın TBMM’ye ve MC’ye mektupları okumak için tıklayın”)
KÜRTLERE ÖZERKLİK SÖZÜ VERİLDİ Mİ?
Burada bir parantez açalım. Yıllardır bazı Kürt çevreleri, Mustafa Kemal’in, Kürtleri Milli Mücadele’ye kazanmak için özerklik vaadinde bulunduğunu ancak daha sonra bundan caydığını iddia ederler. Özetin özeti söylersem gerçekten de özerklik vaadine değinen pek çok belge, bilgi var elimizde. (Henüz gün ışığına çıkmamış pek çok belge bulunduğunu tahmin edebiliriz) Örneğin 4-11 Eylül 1919 tarihli Sivas Kongresi’nden hemen sonra hazırlanan Amasya Protokolleri’nin ikincisinde, 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun ‘İdare’ başlığı altında toplanan 12 maddesinde, (T)BMM’nin El Cezire (Irak) cephesi kumandanlığına 27 Haziran 1921 tarihinde yazdığı talimatta, araştırmacı Robert Olson’un İngiliz arşivlerinde bulduğu bazı belgelerde, araştırmacı Murat Issı’nın Yunan arşivlerinde bulduğu bazı belgelerde Kürtlere özerklik vaadi vardır. Ancak bu vaadlerin Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkı kapsamında yapılmış samimi vaadler olmadığı, sadece o zor günlerde Kürtleri Kemalist hareketin ajandasına bağlı tutmak, düşmana (İtilaf Devletleri ve Ermenilere) karşı Kemalistlerle işbirliği yapmalarını sağlamak için yapılmış sahte vaadler olduğu anlaşılıyor. Aynı şekilde Kasım 1922-Temmuz 1923 arasında Lozan Barış Görüşmeleri sürerken Mustafa Kemal’in, İtilaf Devletleri’nin Kürtleri savunmak için duruma müdahale etmelerini engellemek ve Kürtleri ayrı bir çözüm aramaktan caydırmak için 16/17 Ocak 1923’teki İzmit Basın Konferansı’nda Kürtlere özerklik vaat etmişti. (Bu konudaki yazımlarımdan biri: “Kürtlere özerklik sözü verildi mi? Okumak için tıklayın)” ve (Murat Issı’nın yazısı: “Kürt özerkliği sözü okumak için tıklayın”)
Ancak hem iktidar samimi değildi hem de bu vaadlerin arkasını takip edecek örgütlü bir Kürt siyasal hareketi yoktu. Nitekim 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasıyla birlikte Ermeni tehlikesini tamamen savuşturmuş olan Kemalist hareketin artık Kürt ittifakına ihtiyacı kalmayınca olanlar olmuştu. Mart 1924’te TBMM neredeyse oybirliği ile Halifeliği kaldırılırken Sünni-Şafii Kürt milletvekilleri karşı çıkmadılar ama rahatsızlıklarının dışa vurulması yakındı.1924 Anayasası’nda Türklüğe vurgu yapan 88. Maddenin de katkısıyla bu tarihten sonra ilişkilerin kopması kaçınılmaz oldu.
1925 ŞEYH SAİD İSYANI
İlk sıcak çatışma, 1924 Eylül’ünde patlak veren Beytüşşebap ‘Ayaklanması’ yüzünden oldu. (Resmi tarihin ‘ayaklanma’ adını verdiği ancak yakından bakınca böyle olmadığı görülen bu ve benzeri 10 kadar olayı ayrı bir yazıya bırakıyorum.) Bu hareketin asker liderleri, yenilgi sonrası kaçtıkları Irak’ta İngiliz yetkililerine bağımsız bir devlet arzusunu dile getirirken, hareketin sivil lideri olan Bitlis Mebusu Yusuf Ziya Bey, İstanbul’daki Mustafa Kemal karşıtı kişilerle temas kurarak, Türkiye içinde bir çözümün yollarını arıyordu. Ancak Ankara kendisini affetmedi ve idam etti. (Bir yıl sonra da 1921’de Kürt giysileriyle TBMM’ye davet edilen Hasan Hayri Bey de ‘bağımsız Kürdistan’ istemekle suçlanarak idam edildi.)
13 Şubat 1925’te feodal Nakşibendî Şeyhi Said’in Bingöl'ün (o zamanki adıyla Çapakçur'un) Ergani ilçesinin Eğil bucağına bağlı Piran köyündeki evine bir grup jandarmanın gelerek evdeki bazı misafirleri tutuklamak istemeleri ve bu isteğe ateşle karşılık verilmesiyle başlayan isyan Cumhuriyet tarihine ve Türk-Kürt ilişkilerine damgasını vurdu.
İsyana en büyük katılım Zazaca konuşan Sünni aşiretlerin yoğun olduğu Piran, Çapakçur, Lice ve Hani dağlık bölgesindeki Zaza Kürt aşiretlerinden olmuştu. Başlangıçta 7 bin civarında olan isyancı güçler kısa sürede 30 bin kişiye ulaştı. İsyancılar kısa sürede Genç, Hani ve Lice’yi ele geçirdilerse de Kiğı’da Kızılbaş Xormek ve Lolan aşiretlerinin yardım ettiği Ankara orduları tarafından püskürtüldüler. Kızılbaş Kürtlerin yurdu Batı Dersim’den Karaballı, Ferhatuşağı, Abbasuşağı aşiretleri isyancılara destek vererek Hozat’ı ve Bitlis’i basmak için görüşmeler yaptılarsa da Dersim’in geneli ayaklanmaya ilgisiz kaldı. Hatta Hıran ve İzol Kızılbaşları Şeyh Said’in birliklerini Pertek bölgesinde etkisiz hale getirdiler ama daha önemlisi isyancılar Elazığ ve Diyarbakır gibi Sünni ağırlıklı şehir merkezlerinde tutunmayı başaramadılar. İsyancıların lideri Şeyh Said akrabası Binbaşı Kasım Bey’in işbirliğiyle yakalanınca hem siyasi, hem askeri açıdan örgütlü olan Türk tarafı, isyanı kolayca bastırdı. Şeyh Said’le birlikte 49 kişiye idam cezası verildi. Diğer sanıklar bir ilâ 10 yıl arasında hapis cezalarına çarptırıldılar. İdamlardan ikisi 10 yıl hapse çevrildi, geriye kalan 47 kişi 29 Haziran 1925 günü sabaha karşı, Diyarbakır’da, Dağ Kapısı’nın dışında idam edildiler.
İSYANIN MAHİYETİ NEYDİ?
Şeyh Said’in isyana geçerken şeriat ve hilafetle ilgili propaganda yapması ve Sultan Abdülhamid'in en büyük oğlu olan ve o sıralar Beyrut'ta yaşayan Mehmed Selim Efendi'yi başa geçirerek saltanat ve hilafeti yeniden kurmak istediğini söylemesi ileri yıllarda isyanın ‘irticai’ nitelikte olduğunun kanıtı olarak gösterildi. Hâlbuki isyanın arkasında Cibranlı Miralay Halit Bey ve Bitlisli Yusuf Ziya Bey’in liderliğini yaptığı, İhsan Nuri, Süleymaniyeli İsmail, Mülazım Hakkı Saveş gibi milliyetçi, seküler Kürt aydınlarının kurduğu Hizbe Azadiya Kürdistan (Kürdistan’a Özgürlük Partisi, kısaca Azadi) adlı seküler bir örgüt vardı.
O yıllarda ne üretim biçimi ve ilişkileri ne de bunların üzerinde yükselen üstyapı kurumları ‘ulusal’ nitelikte bir ayaklanmaya müsait değildi. Ancak ayaklanmayı planlayanlar ‘ulusal’ uyanış içinde olan kimselerdi. Buna karşılık halkı harekete geçiren söylemler dinseldi. İsyancılar Türkiye’de yapılan laikleştirici reformlara karşı samimi bir kızgınlık duyuyorlardı. Yine de ayaklanmaya katılım sınırlı kaldı çünkü, Zaza olmayan Kürtler, Zaza olup Alevi mezhebine dahil olanlar, Sünni olup Nakşibendî olmayanlar, hatta Nakşibendilerin bazı kesimleri ayaklanmayı desteklememişti. Kısacası ‘millî bilinç’ henüz ortaya çıkmamıştı. Nitekim Kürt Meselesi’ne dair yazılarını çok ilginç bulduğum Cemil Gündoğan’ın dediği gibi, “bizim kuşak, 1970’lerde Şeyh Sait ayaklanmasını kendi eyleminin tarihsel referans noktalarından biri olarak anmak istediği her seferinde, Şeyh Sait’in değil, onu yargılayan mahkemenin başkanının sözlerini alıntılamak zorunda kalmıştı.”
Ayrıntı sayılabilir ama sembolik açıdan manidar şu bilgileri de not edelim: Şeyh Said’i yargılayan Şark-İsyan Bölgesi İstiklal Mahkemesi üyelerinden Ali Saip Ursavaş da bir Kerkük’lü bir Kürt’tü. Kürt Teali Cemiyeti’nin başkanı Seyit Abdülkadir mahkemede Kürt olmadığını söylemişti. Diyarbakırlı Kürt aristokrasisinin en önemli ailelerinden birinin oğlu olan Cemilpaşazade Ekrem ise isyandan haberi olmadığını söyleyerek paçayı kurtarmıştı.
1925-1927 ARASININ İNSANİ BİLANÇOSU
İstiklal Mahkemeleri konusunda tek çalışmayı yapan Ergun Aybars, Kürt kaynaklarına göre 3 bin, hükümetin tahminine göre 5 bin kişilik bir kuvvetle ayaklanan Şeyh Said’in kuvvetleri bastırılırken ortaya çıkan kayıpları “tahminlerden öteye gitmemektedir” diye ihtiyatla ele alır ki haklıdır. Ama “206 köyün 8.758 evin yıkıldığı ve 15-20 bin kişinin öldüğünü ve bu ayaklanmanın o zamanki para ile 20 milyon (paund) olduğunu ileri süren Abdurrahman Chassen’in verdiği sayılar ise, yalnız ordu birlikleri tarafından yapılmış gibi gösterilmekte, ordu birliklerinin yöreye gelmeden önce asilerin yaptıkları yıkımdan ve öldürmelerden hiç sözedilmemektedir” diyerek, verilen sayıları zımnen kabul etmekte, ancak bilançoyu taraflar arasında paylaştırmaya çalışmaktadır. Ellerinde çakar almaz silahlar bulunan asilerin nasıl olup da toplu, tüfekli ordulara karşı bu kadar etkili olabildiklerini ve neden kendi yurtlarını, köylerini imha etmiş olacaklarını açıklamamaktadır. Nitekim Genelkurmay kitabına göre harekata toplam 39.651 asker katılmıştı. Genelkurmay kaynakları Türk ordusundan kaç kişinin zayi olduğunu belirtmez ama İstiklal Mahkemesi Savcısı Ahmet Süreyya Örgeevren, 19 Nisan 1957 tarihli Dünya Gazetesi’nde yayımlanan anılarında “6 Zabit, 106 nefer şehit düşmüş, 17 zabit ve 300 neferimiz yaralanmış….” der. Kürt tarafının ölümleri ise devam etmiştir elbette. Ergun Aybars’a göre isyan bölgesindeki İstiklal Mahkemeleri, 12 Nisan 1925’ten 7 Mart 1927’ye kadar 5.010 kişi yargılamış, 420 idam, 1911 çeşitli hapis cezası vermişti.
1926-1930 AĞRI İSYANI VE HOYBUN
Yine Cemil Gündoğan’ın kelimeleriyle devam edersek “Devlet, Şeyh Sait hareketini bastırıp öz güven kazanınca, ayaklanma süresince yatıştırma politikasıyla idare ettiği çevre illerdeki güven vermeyen aşiretlere yönelmiş, bunların ileri gelenlerini yakalayarak Batı illerine sürmeye başlamıştı. Bu durum, Şeyh Sait hareketini çevreleyen Mardin’den Hakkari’ye, Van’dan Zilan’a, Erciş’ten Bitlis’e Sason’dan Silvan’a, Muş’tan Ağrı’ya kadar uzanan bölgelerde küçük çaplı, bir dizi geleneksel direnişin doğmasına neden olmuştur. Türk Genelkurmayı’nın belgelerinde ’18 Kürt İsyanı’ olarak tanımlanan hareketlerin büyük bölümü, bu direnişlerden oluşur, ki bunların hemen hiçbirisinde modern bir önderlik yoktur ve bağımsız Kürt devletini öngören bir program veya bir söylem görülmez. Böyle olmakla birlikte, sözü edilen direnişler, daha önce Suriye’ye kaçmış olan milliyetçi Kürt aydınlarını hareketlendirici bir rol oynamış ve Ermenilerden alınan lojistik desteğin de katkısıyla ilk kez bağımsız bir Kürt devletini programlaştıran ve bunun modern söylemini oluşturan bir örgüt, yani Hoybun kurulmuştur. Dolayısıyla, Ağrı İsyanı’yla Hoybun arasındaki ilişki, yaygın algının tersine kurulmalıdır: Ağrı’yı doğuran Hoybun değildir, tersine Hoybun’un doğuşunu hızlandıran faktörlerden biri de Ağrı’dakinin de içinde olduğu geleneksel direnişlerdir. (…) Ne var ki Ağrı İsyanı’nın 1930 sonbaharında bastırılmasının ardından, Hoybun iç tartışma ve çatışmalara boğulmuş ve bu çekişmelerin de katkısıyla 1930’ların ilk yarısında fiilen son bulmuştur. Yani Şeyh Sait ayaklanmasının çevre serpintilerinin yarattığı hareketliliğin de katkısıyla doğan örgüt, bu hareketliliklerin birleşik, merkezi ve modern bir Kürt ulusal hareketine dönüştürülmeyeceğinin anlaşılmasıyla cazibesini yitirip sahneden çekilmiştir. (…) İhsan Nuri de içinde olmak üzere isyan liderlerinin değişik dönemlerde Türk heyetleriyle yaptıkları görüşmelerde genel af, el konulan arazilerin sahiplerine iadesi gibi konuları tartışmış olmalarından da anlaşılacağı üzere, hareket zaman zaman kendini hâlâ Türkiye’nin sınırları içinde görmeye veya hissetmeye devam etmiştir.” (Gündoğan, bu ve benzeri yazılarını mail yoluyla gönderiyor bu yüzden bir link veremiyorum. Ama sizler adıyla ve konusuyla internette arama yaparsanız ilgili yazıları bulacağınızı sanıyorum. Benim bu konudaki yazım ise: “Ağrı Dağı’nda bir Kürt Cumhuriyeti… okumak için tıklayın”)
1937-1938 DERSİM HAREKATI VE ÖZSAVUNMASI
1937-1938’de “Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Silahlı kuvvetlerin müdahalesi Dersimliye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder. Dersim evvela koloni gibi nazarı itibara alınmalı. Türk camiası içinde Kürtlük eritilmeli, ondan sonra ve tedricen öz Türk hukukuna mazhar kılınmalıdır” düstürunu izleyen Ankara’nın hem Kürt, hem Kızılbaş, hem Ermeni dostu hem de modernleşme karşıtı olarak egemen ideolojinin mutlak ötekisi olan Dersim’i zapturapt altına almak için en sert tedbirleri almaya kalktığında, Seyit Rıza’nın etrafında kenetlenen altı aşiret öz savunma için harekete geçti ancak Dersim’li aşiretlerin çoğunluğu onlara destek vermedi. Hatta bazı aşiret reisleri devletin yanında yer aldı. Bölge dışındaki Alevi ve Sünni-Şafii Kürtlerden sembolik adımlar dışında ciddi bir destek gelmedi. Sembolik destek ise, Sünni-Nakşibendi Şeyh Sait`in kardeşi Şeyh Abdurrahim’in yanında 20-30 kişiyle birlikte Suriye’den Türkiye’ye geçmesiydi. Ancak grup Türk devleti ile af karşılığı bir antlaşma yapan bir Kürt Yüzbaşının ihbarı sayesinde yakalandılar ve Bismil yakınlarında öldürüldüler. Sonunda devlet 1937 Temmuz sonu itibarıyla bölgeyi kontrol altına almayı başardı. Yaz boyu devam eden artçı tarama faaliyetleriyle katliamları takiben isyanın lideri Seyit Rıza sonbaharda yakalandı ve altı arkadaşıyla birlikte 15 Kasım 1937 Kasım’da Elazığ’da idam edildi. İsyan böylece bastırılmış oldu.
Ağustos 1938’e kadar süren ve bombardıman uçaklarının, zehirli gazların kullanıldığı askeri operasyondan sonra, Genelkurmay kaynaklarına göre “Tarama bölgesinden ölü ve diri 7.954 kişi çıkarılmıştı.” Gerçek sayının ne olduğu hala öğrenilemedi. Sadece son yıllarda ortaya çıkan bir Jandarma Kumandanlığı raporundaki 13.806 ölü rakamı var elimizde. Taramanın ardından İçişleri Bakanı Şükrü Kaya tarafından bizzat seçilen 3.470 kişiden oluşan 347 aile Tekirdağ, Edirne, Kırklareli, Balıkesir, Manisa ve İzmir gibi Batı illerine serpiştirilerek yerleştirildiler. Binlerce Kürt kızı Türk ailelerine evlatlık olarak verildi. Dağlara sığınanların mücadelesi 1946 affına dek sürecek, bölgenin yasak bölge olmasına ise ancak 1948’de son verilecekti. (Bu konudaki son yazım: “Dersim’de kuyruklu yalanlar… Okumak için tıklayın”)
Burada Cemil Gündoğan’ın şu değerlendirmesine katılıyorum: “Gerçekte, 1937 ve 1938 iki ayrı safahattır ve Dersim’e ilişkin önce Sünni, sonra da Türk-Sünni devlet aklının Osmanlı’dan beri planladığı akıbetin iki aşamasını teşkil ederler. Bu aşamalardan birincisi, Şeyh Sait veya Ağrı harekatlarında şahit olduğumuz klasik bastırma eylemlerine benzerken; ikincisi Ermeni, Süryani ve Pontus soykırımında şahit olduğumuz etnik temizlik harekatlarına benzer. Bu yazı çerçevesinde bizi ilgilendiren birincisidir ve burada da, tıpkı Ağrı’da olduğu gibi, geleneksel unsurların kalkışmalarıyla bu kalkışmaları mümkün olduğunca birleşik, modern bir ulusal hareket halinde toparlamaya çalışan Alişer ve Nuri Dersimi gibi milliyetçi Kürt aydınlarının ortak çalışmasına şahit oluruz. Burada da birincilerin söylemleri daha çok geleneksel çizgiler üzerinden yürürken, ikinciler zaman zaman Kürtlerin bağımsızlığıyla ilgili ifadeler kullanırlar. Ama hareketin ılımlı modernist kanadına mensup bu aydınların devlet yetkililerine çektikleri telgraflara, Türk yetkilileriyle yaptıkları görüşmelere vs. baktığımızda görürüz ki bunların söylemlerinde de ayrılıkçılıkla çelişen tutum ve ifadeler bolca vardır. Yani bu aydınların kullandığı söylemler de sistematik olarak Türkiyelilik çerçevesinin dışına çıkmış değildir.”
Sonuç olarak, 1921-1938 arasında, kimi feodal, kimi kültürel, kimi dini, kimi siyasi taleplerle defalarca Türk devletiyle karşı karşıya gelen Kürt toplumu, Alevi-Sünni, Alevi-Alevi, Sünni-Sünni çatışmaları, aşiretler, bölgeler, aileler arası çatışmalar yüzünden bölünmüş olduğu için ve bunun doğal sonucu olarak da toplumsal, ekonomik ve siyasi örgütlenme açısından yetersiz olduğu için, kendisinden çok daha örgütlü olan Türk milliyetçiliği ve onun düzenli ordusu karşısında başarısızlığa uğramıştır.
1924-1938 arasındaki harekatlarda devletin ve Kürt tarafının can kaybının bir dökümünü ilerde yapacağım ama kabaca söylersek Kürt tarafından en az 100 bin kişi hayatını kaybetmiş, binlerce köy yerle bir edilmiş, binlerce kişi yerinden yurdundan edilmiştir. Devletin insan kaybı ise bin kişiyi bulmaz.
ÇOK PARTİLİ DÖNEM’İN ‘TEK SESLİ’ KÜRT POLİTİKASI
En basit talepleri bile baskı, zulüm, yıldırma, silah, bomba, hatta zehirli gaz gibi sert yöntemlerle karşılanan Kürtler, 1946’da ‘Çok Partili’ yaşama geçildiğinde sindirilmiş durumdaydılar. 14 Mayıs 1950’de yapılan tarihi seçimlerde bazı Kürt toplum liderleri Demokrat Parti (DP) listelerinden aday olurken, Kürtlerin büyük bir bölümü oylarını ilk kez CHP’ye değil, DP’ye verdiler. Bunun altında yatan en önemli neden CHP’nin 1945’te uygulamaya çalıştığı ancak başarısız olduğu Toprak Reformu idi. Ancak CHP ile Kürt feodalleri arasındaki ittifak 1957’ye kadar sürdü. Çünkü DP’nin modernleşmeci projeleri Kürtleri kapsamıyordu.
Bu tarihlerden itibaren Türkiye’nin modernleşmesiyle uyumlu olarak çeşitli kesimlerden Kürt çocukları üniversite eğitimi için büyük şehirlere gelmeye başladılar. Bu kesimlerin çıkardığı bazı yayın organları aracılığıyla Kürt tarihi, uygarlığı ve edebiyatı dünyaya, komşu halklara ve Kürtlerin daha çok kentli kitlelerine ulaştırıldı. Kahire ve Erivan’dan yapılan Kürtçe yayınların da katkısıyla ‘etnik kimlik bilinci’ artık bir avuç Kürt milliyetçisinin özel alanı olmaktan çıkmaya başladı.
Ama Kürtlük bilincini en fazla etkileyen olay, 14 Temmuz 1958’de Irak Kralı Faysal’ın General Abdülkerim Kasım tarafından kanlı bir darbeyle tahttan indirilmesinden sonra İran’da kurulan Mahabad Cumhuriyeti’nin önderlerinden olup 1947’den beri sürgünde olan Molla Mustafa Barzani’nin Bağdat’a çağrılması ve Kürtlere Kerkük’ün de içinde olduğu bir otonom bölge sözü verilmesi oldu. Bu durum Menderes Hükümeti’ni tedirgin edince yeni bir sertleşme dönemine girildi.
General Kasım darbesinin birinci yıl kutlamaları sırasında, 14 Temmuz 1959’da Kerkük’te bir grup Türkmen’in Irak ordusunca katledilmesine misillime olarak, MİT’in (o zaman MAH) önerisiyle 1.000 ila 2.500 kişilik bir Kürt grubunun ‘tenkil’ edilmesi fikriyle başlayan ‘beyin fırtınası’ sonucu 49 Kürt aydın idam cezası ile mahkemeye verildi. 49’ların davası sürerken 27 Mayıs 1960 darbesi gerçekleşti.
27 MAYISÇILARIN KÜRT POLİTİKASI
27 Mayısçıların feodalizmden kaynaklandığını düşündükleri Kürt meselesine buldukları çare ise feodalizmi çözecek bir toprak reformu yapmak değil, 1 Haziran 1960’ta bölgelerinde etkili olan toprak ağalarından, aşiret reislerinden, şeyhlerinden ve Kürt milliyetçisi olduğundan şüphelenilen 485 kişinin Sivas-Kabakyazı’da açık arazide kurulan bir kampa kapatılmasıydı. Ayrıca geleneğe uygun olarak, siyasetlerini Kürt kimliğini inkâr üzerine kurduklarını gösteren raporlar hazırladılar. Hatta darbecilerin cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, 16 Kasım 1960 tarihli İsveç gazetesi Dagens Nyheter’de çıkan demecinde şu tehdidi savurmuştu: “Eğer yola yordama gelmezlerse, dağlı Türkler (Kürtler) rahat durmazlarsa, ordu, şehir ve köylerini bombalayıp yıkmakta, tereddüt etmeyecektir. Öyle bir kan gölü olacaktır ki, onlar da ülkeleri de yok olacaktır.” (Bu olaylara dair bir yazım: “Kımıl Olayı’ndan 49’lar Davası’na… Okumak için tıklayın”)
TİP, DDKO, TKDP, T-KDP DENEYİMLERİ
Dünyada devrimci kalkışmanın moda olduğu yıllarda, solcu Kürt aydınları siyasi taleplerini 1961’de kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP) içinde dile getirmeye başladılar. Muhafazakâr Kürt aydınları ise Irak’taki Barzani hareketine eklemlenerek, Sait Elçi’nin önderliğinde Türkiye Kürdistan Demokratik Partisi’nde (TKDP) örgütlendiler. TİP’teki ‘Doğulular’ kanadının etkisiyle, TİP literatüründeki adıyla ‘Doğu Meselesi’ Türkiye’nin gündemine taşındı, ancak konuyu kamuoyuna mal etmek için, T-KDP’li muhafazakârlarla ve TİP’li solcular elbirliği yaptılar ve 1967’de çeşitli il ve ilçelerde ‘Doğu Mitingleri’ düzenlendiler. Mitinglerde, Doğu’nun ihmal edilmişliği, jandarma ve polis baskısı, fırsat eşitliğinin olmayışı gibi konular işleniyordu. Cemil Gündoğan’ın dediği gibi ‘Bağımsız Kürdistan devleti, o dönemde sadece ikili sohbetlerin veya şakalaşmaların konusuydu. Sait Elçi’nin TKDP ateşli bir birlik savunucusuydu. Örneğin 1968’deki bir polis operasyonuyla tutuklanıp Antalya’da yargılanan partinin kurucularından mahkemede savunma yapmayı göze alabilenler, Kürtlerin haklarını sıkı bir Türkiyelilik -hatta bazı tezleri itibarıyla Osmanlılık- çerçevesinde savunmuşlardı.
Bazı Kürt gençleri TİP’i pasif bularak 1969’da Doğu Devrimci Kültür Ocakları (DDKO) ile Dev-Genç ve Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) gibi Marksist örgütlerde toplandılar. Bu örgütlerde sol söylemlerle Kürt milliyetçisi söylemler el ele gitti ancak hiç bir zaman ayrılıkçı bir dil kullanılmadı. 1970’te kurulan ve mücadele yöntemi olarak silahlı mücadeleyi seçmiş olan Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın (Dr. Şıwan) önderliğindeki Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi (T-KDP) bile başlangıçta Türkiyelilik söyleminin dışına çıkmış bir örgüt değildi. Bağımsızlık, partinin programına 1970’lerin ikinci yarısında girmişti.
Ancak bu oluşumlara, sadece alt ve orta sınıfların eğitimli çocukları değil aynı zamanda Kürt feodallerinin, ağalarının, Cumhuriyet döneminin sürgünlerinin çocukları da katılınca rejimin muhafızlarında alarm zilleri çalmaya başladı. 12 Mart 1971’de askerlerimizin adet olduğu üzere siyasete müdahalesi gerçekleştiğinde TKDP illegal olduğu için sadece üyelerinin yargılanması ile cezalandırıldı ama TİP Kürt meselesini gündeme taşıdığı için kapatıldı. Kapatma kararından sonra TİP liderleri 15 yıla kadar değişen hapis cezalarına çarptırıldılar. Bir kez daha anlaşılmıştı ki, devletin en mutedil biçime de olsa Kürt meselesinin dile getirilmesine tahammülü yoktu!
RADİKALLEŞME SÜRECİ
TİP’in ve ardından DDKO’nun kapatılmasıyla siyasi taleplerini dile getirecek platformları kalmayan solcu Kürtler, ister istemez, muhafazakârlar gibi gözlerini Molla Mustafa Barzani’nin özerk bir yönetim kurduğu Kuzey Irak’a çevirdiler. Bu durum devletin gözünden kaçmadı ve Şırnak ve Silopi yöresindeki DDKO’lu gençler Diyarbakır ve Siirt İlleri Sıkı Yönetim Mahkemelerinde, ‘Irak KDP’sinin (I-KDP) uzantısı T-KDP sanıkları’ olarak ağır cezalara çarptırıldılar.
1973’te iktidara gelen CHP’li Bülent Ecevit seçim kampanyasında ‘Doğu’nun sorunlarını çözme’ sözü vermişti ama bir süre sonra bundan vazgeçti. Hem legal siyasi partilerden, hem ‘Türk solundan umudunu kesen Kürtler, 1974’te I-KDP’nin ve Barzani’nin Irak’taki ayrıcalıklı konumunu kaybetmesi üzerine sol ile milliyetçiliğin karışımı radikal bir söyleme kaydılar. Bu radikal gruplardan biri hikâyesini şu yazımda (“Kürt Meselesi’nde PKK’nin işlevi neydi? Okumak için tıklayın”) anlattığım PKK idi. Yani PKK 50 yıllık baskı döneminin sonucuydu.
İLAN EDİLMEMİŞ BİR İÇ SAVAŞ
TSK’nın 25 Nisan 1983’te Kerkük-Yumurtalık Boru Hattı’nı güvence altına almak gerekçesiyle Irak’taki PKK kamplarına operasyona başlaması ve PKK’nın bu operasyonlara cevaben 15 Ağustos 1984’te Şemdinli ve Eruh ilçelerine yaptığı baskınlarından sonra devlet ‘Kürt Meselesi’ni kadim askeri yöntemlerle ‘çözmeye’ karar verdi. Önce Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki köyleri önce ‘güvenilir’ ve ‘güvenilmez’ diye ikiye ayrıldı. ‘Güvenilir’ köyler, II. Abdülhamit’in Hamidiye Alayları’na asker veren aşiretlerdi. ‘Güvenilmez’ olanlar bazen açık şiddet, bazen tehdit, bazen yıldırma, bazen de ikna yoluyla köylerinden çıkarılırken, 1924 tarihli Köy Kanunu’na eklenen iki fıkra ile ‘koruculuk sistemi’ne resmiyet kazandırıldı. 1984-1999 arasının bilançosu ağırdı: Avrupa’nın en büyük, dünyanın altıncı büyük ordusuna sahip olan Türkiye, 15 bin civarındaki PKK üyesini etkisiz hale getirmek için 300 bin askerini ve 67 bin korucuyu seferber etmişti. 14 ilde 1987-2002 arasında Olağanüstü Hal (OHAL) ve sıkıyönetim ilan edilmiş, bunlar tam 57 kez uzatılmıştı. 24 kez sınır ötesi operasyon yapılmış, (hepsi yaklaşık rakamlar olmak üzere) 5.500’ü güvenlik gücü 5.300’ü sivil halktan olmak üzere 10.800 ‘şehit’ verilmiş, bir o kadar kişi yaralanmıştı. 24 bin PKK üyesi ya da sempatizanı öldürülmüş, 12 bini sağ ele geçirilmişti. (Yani devletin ağzına pelesenk ettiği ’40 bin şehit’ söylemi doğru değildi. Ölenlerin ezici çoğunluğu Kürt tarafındandı.) 2.600 köyde yaşayan 1 milyon 200 bin kişi yerinden edilmiş, 17 bin kişi ‘faili belli’ cinayete kurban gitmiş, bölgenin ormanları, meraları güvenlik adına imha edilmişti. Hayvancılık, tarım, sanayi ve turizm hakkın rahmetine kavuşurken, uyuşturucu kaçakçılığı patlama yapmıştı. Ama en kötüsü Türk ve Kürt milliyetçilikleri birbirine karşı bilenmişti. Üstelik bu korkunç sonuca varmak için 400 milyar dolardan fazla para harcanmıştı!
GALİP KİBRİNDEN ‘KÜRT AÇILIMI’NA
13 Şubat 1999’da hala arka planı bilinmeyen bir operasyonla Kenya’da teslim alınan Öcalan’ın müebbet hapse mahkûm edilmesinden sonra tipik bir ‘galip kibri’ ile davranan Türk tarafı, Öcalan’ın çağrısıyla Türkiye’ye gelen PKK militanlarını hapse attı, Kürtlerin hiçbir kültürel talebine kulak asmadı, Kürtlerin kurduğu tüm siyasi partileri şu veya bu bahane ile kapattı, yüzde 10’luk seçim barajı gibi engellerle PKK dışında bir siyasi hareketin gelişmesini engelledi. Devletin bu katı politikaları sonucu, Türkiye’ye getirilişi sırasındaki ve mahkemedeki tavrı yüzünden Kürt toplumu nezdinde çok prestij kaybetmiş olması gereken Abdullah Öcalan kısa sürede imajını tazeledi ve 2004’ten itibaren PKK Kürt toplumunun en dinamik temsilcisi olarak yeniden sahneye çıktı. O tarihten 2009 yılına kadar muhafazakârından solcusuna, Şafiî’sinden Kızılbaş’ına, yerlisinden diasporasına uzanan geniş bir yelpazeden zımni ya da açık destek alarak şiddete dayalı siyasasını devam ettirdi. 2009’da başlayan ‘Kürt açılımı’ ya da Kürt kelimesini ağızlarına almak istemeyenlerin tercihiyle ‘çözüm süreci’, işte hem devletin hem PKK’nin şiddete son vererek, 'Kürt meselesi’ni barışçıl yöntemlerle sona erdirme niyetinin kod adıydı. Süreç içinde, AKP iktidarı ve devletin bazı unsurları 90 yıllık Kürt alerjisini aşmaya çalışırken, HDP-PKK çizgisi ‘Türkiyelileşme’ başlığı altında değerlendirilebilecek pek çok adım attı. 90 yıllık kanlı parantezin kapatılarak Türkiye’nin ve bölgenin güzel bir geleceğe yürümeye başlayacağı umudu çok kişiyi heyecanlardırdı. Kabahatin kimde olduğu konusunda bir şey söylememe gerek yok, çünkü her şey gözümüzün önünde oldu. Bugün vardığımız nokta çok umut kırıcı ancak “kan kussak bile kızılcık şerbeti içtik” deyip ‘çözüm süreci’nin devam etmesini talep etmekten, barış sürecine destek vermekten, barışı inşa etmekten başka çaremiz yok. Aksi takdirde hem Türkiye’yi, hem bölgeyi çok kötü bir gelecek bekliyor…
Not: Yararlandığım kitapları tek tek saymıyorum çünkü, verdiğim linklerdeki yazılarımın altında bunlar var. Daha ayrıntılı bilgi için Profil Yayıncılık’tan çıkan Öteki Tarih, I,II,III ve Çok Partili Dönem’in Öteki Tarihi I ve II (II. cilt basım aşamasında) kitaplarıma bakılabilir.
.
Resmi tarihin 'sözde' Kürt 'ayaklanmaları'
3.8.2015 - Bu Yazı 1025 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Geçtiğimiz hafta Kürt Meselesi’nin 90 yıllık bir özeti yaparken, “Resmi tarihin ‘ayaklanma’ adını verdiği ancak yakından bakınca böyle olmadığı görülen bu ve benzeri 10 kadar olayı ayrı bir yazıya bırakıyorum” demiştim. Bu hafta bu sözümü tutacağım. Yazının dayanağı, Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları I adlı kitap. Reşat Hallı tarafından hazırlanan ve Genelkurmay tarafından basılan kitabın ilk baskısı 1972 yılında yapılmıştı ama kitabı piyasada bulabilmek imkansızdı. Hatta bazı dönemlerde kütüphanelerde bile raftan kalkardı. Kitabı, Harp Tarihi Başkanı Korgeneral Namık Kemal Ersun’un önsözüyle 1992 yılında Kaynak Yayınları tekrar bastı. Ben de bu kitaptan yararlandım.
1) Sözde Nasturi isyanı
‘Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları I’ adlı kitabın 37. sayfasından 110. sayfasına kadar anlatılan ‘Nasturi Ayaklanması’na, kitabın 47. sayfasındaki şu cümle ile başlayalım: (ifade bozukluklarını aynen korudum) “İngilizlerin Nasturileri kullanarak Kürtler arasında propaganda yapmalarını ve Kürtlerini kandırmalarını önlemek amacını güdecek böyle bir örgütün meydana getirilmesi ise, ilkin Türk sınırları içinde İngilizler tarafından silahlandırılan Nasturileri bu işte etkisiz bırakmak için ellerindeki silahları almak lazımdı.”
NASTURİLİK NEDIR?
Harekata geçmeden bir kaç açıklama yapayım. Nasturilik Hz. İsa'nın tanrısal ve insani doğalarının birbirinden bağımsızlığını vurgulayan bir Hıristiyan mezhebi. Nasturilere göre tanrısal doğasında İsa, Tanrı’nın oğludur. İnsani doğasındaysa Meryem’in oğludur. Meryem Ana Ortodoks inancındaki gibi Tanrı doğuran (theotokos) değil, insan İsa’yı doğuran (hristotokos) dur. Konstantinopolis Patriği Nestorios'un ve öğretilerinin 431 tarihli Efes ve 451 tarihli Halkedon (Kadıköy) Konsilleri tarafından mahkûm edilmesinden sonra esas olarak Anadolu ve Suriye'de gelişen mezhebin 5. yüzyıldan itibaren Araplar arasında yayıldığı; 7.-10.yy'lar arasında ise Orta Asya’daki Maveraünnehr bölgesinde ve Çin'de önemli bir cemaati olduğu bilinmektedir. Osmanlı ülkesindeki Nasturilerin etnik kökenleri konusunda kesin bir şey söylemek mümkün olmasa da Patrikleri nezaretinde Hakka^ri Ku¨rt Emirlig?i’ne bag?lı olarak yas¸adıklarını biliyoruz. Nasturiler, Tanzimat döneminde (1839-) Ku¨rt emirliklerine itaat etmemeye ve vergilerini o¨dememeye başlayınca, Emir Bedirhan Bey, 1843 ve 1847 yıllarında Nasturiler u¨zerine iki defa sefer du¨zenlemişti.
MUSUL MESELESI VE İNGILIZLER
O tarihten Cumhuriyet dönemine kadar olanları özetlemeye yerimiz yetmez, bu yüzden özetin özeti bir cümleyle bağlayayım konuyu: 23 Temmuz 1924 tarihinde imzalanan Lozan Barış Antlaşması’nın sonraya bıraktığı en önemli sorun Musul Meselesi idi. (Ayrıntılı bilgi için: “Musul’a neden ve kaça sattık” Okumak için tıklayın) Nasturiler de o tarihlerde Musul konusunda Türkiye’yi sıkıştırmaya çalışan İngilizlerin kullanmasına müsait bir halet-i ruhiye içindeydiler. Nasturilere müdahale için aranan bahane 7 Ağustos 1924’te Çölemerik’ten Çal’a denetim için giden Jandarma Komutanı ile 20 kişinin, 200 kadar Nasturi tarafından rehin alınmasıyla bulundu. Genelkurmay bu olaya ‘Handediği Olayı’ demekle yetinmemiş, parantez içine bir de ‘İsyanı’ yazmış. Nasıl bir isyansa, rehineler ertesi gün yine bölgedeki bazı Kürt aşiretlerinin müdahalesiyle serbest bırakılmıştı ancak kitaba göre göre 3 er şehit olmuştu, 5 de yaralı vardı. Rehin alınan komutan “Olay bendenize kanlı yaşlar döktürmekle beraber, Nasturilerin tedibi ve topraklarından atılmaları için hükümetimize gerçek bir sebep vermiş bulunmaktadır” diye bağlamış sözünü.
Bundan sonraki bölüm ise ‘Tenkil Harekatı’ adını taşıyor. Tenkil’in anlamı “uzaklaştırma, örnek olacak bir ceza vermek”. Genelkurmay kitabına göre 12-28 Eylül 1924 tarihleri arasında devam eden tenkil harekatı sırasında bölgede yaklaşık 8 bin nüfus yaşamakta olup sınır dışından gelecekleri hesaplanan birliklerle birlikte 3.400 ile 7.500 kadar silahlı adam çıkaracakları tahmin ediliyor. Bölgeye 6 alay (?), ağır silahlar ve toplar ile İzmir’deki hava kuvvetlerinden 8 uçak gönderilmiş. Ordunun başta İran’la Türkiye arasında yaşayan Kürt Simko İsmail Ağa’nın kuvvetlerinden olmak üzere 2600 kadar aşiret askerinden yardım aldığı anlaşılıyor. Hükümet 100 bin lira ödenek ayırmış. Osmanlı Bankası da 200 bin lira kredi açmış.
TENKİL HAREKATI BAŞLIYOR
Genelkurmay kitabı tam 38 sayfa harekatı anlatıyor ama tam olarak ne olduğunu anlayana aşkolsun. Harekat sırasında ne kadar Nasturinin öldürüldüğü söylenmiyor ama şu ifadeler var: “Beştüşşebab grubu karşısında 600 kadar tahmin edilen Nasturilerin 6. Alay cephesine yaptığı taarruz, makineli tüfek ve topçu desteğinde yapılan karşı taarruz ile kırılmış ve neticede asilerin çoğu öldürülmüş ve bir kısmı da civardaki Nasturilerle birlikte ve perişan bir halde Pervari’ye çekilmişlerdi.” “22 Eylül 1924 Durumu: Nuhup deresi dolayında Semdar sırtları hattına kadar olan kısımda Nasturilerden eser kalmamıştı.” “24 Eylül günü Valto dağı üzerinde Nuhup deresi kuzeyindeki tepelere kadar olan kısımda Nasturilerden eser kalmamıştı.” “Genelkurmay Başkanlığı 7. Kolordunun 30 Eylül tarihli raporuna karşılık olarak 2 Ekimde verdiği emirde: Zap doğusunda kimse kalmadığına göre tedip harekatının fiilen sona erdiğini…”
Türk tarafının kayıpları konusunda şu bilgi veriliyor kitapta: “20 Eylül 1924 Durumu: (…) Bu hava taarruzunda 6 er şehit, 15’i ağır, 10’u halif olmak üzere 25 er ve 9 hayvan yaralanmıştı.” “Dört gün içinde biri subay olmak üzere 14 şehit 15’i ağır olmak üzere 43 er yaralı.”
Sonuç bölümü “İngilizlerin kışkırtması ile başlayan ve kendi sevk ve idarelerinde kuvvet kullanarak destekledikleri Nasturi ayaklanmasına karşı o günün çok güç şartları içinde yapılan tenkil harekatı, ayaklananlar üzerinde kesin sonuca ulaşamamış ve asilerin çoğu hudut dışına kaçmıştır” diye bitiyor. Görüldüğü gibi olmayan bir ayaklanmayı bahane ederek, Nasturiler kendi öz vatanlarından ‘temizlendiği’ halde, Genelkurmay tatmin olmamış.
2) Sözde Raçkotan ve Raman ayaklanmaları
Genelkurmay kitabının “Raçkotan ve Raman Tedip Harekatı (9-12 Ağustos 1925)” başlıklı bölümde (s.197-228) konumuza giriş şöyle: “Şeyh Said ayaklanmasının bastırılmasından sonra ayaklanma bölgesinde devam eden temizleme ve ıslahat hareketinin kesin sonucu henüz alınmamıştı. Bu faaliyetin geleceğe esas olacak şekilde yürütülmesi lüzumunu gören İçişleri Bakanlığı 26 Mayıs 1925’te (…) yayınladığı bir genelgede temizleme alemiyesinin şu tarzda yürütülmesi lüzumuna işaret etmişti. (…) Beşiri Garzan, Silvan, Kulp, Sason ilçelerinde askeri kuvvetlerle şiddetli bir tedip harikatı yapılacak. Bu tedip, bölgedeki aşiretleri kamilen silahtan arıtmak, asi ve hükümlüleri yakalamakla beraber muhalefet ve direnme durumuna göre yok etme derecesine varabilecek. Bu nedenledir ki bu iş uzun sürebilir.”
Bilmeyenler olabilir, ‘tedib’ de Osmanlıca bir kelime olup ‘terbiye etmek’ anlamını taşıyor. Türk ordusunun kendilerini ‘terbiye etmek için’ genel taarruza geçtiğini duyan köylüler, sürüleri ve taşıyabildikleri varlıklarıyla dağlara sığınıp, gizlenmeye çalışıyorlar. Raman aşiretinin önde gelenlerinden Emin ve köylüleri, aileleriyle birlikte, 11 Ağustos 1925 günü, üç ayrı birlik tarafından, Hasankeyf yakınlarında kuşatılıyor, bunlardan kurtulan oldu mu resmi tarih kaydetmiyor. Aynı günlerde Viranşehir’de Hançeran ve Emir Feddale kabileleri, Genelkurmay’ın deyimiyle ‘tard’ ediliyor. Sonra Siirt, Garzan, Şırnak, Sason, Mutki, Şemdinli, Botan, Şirvan, Hizan, Midyat bölgeleri muhasara altına alınıyor ve yeni bir tedip ile tenkil hareketine girişiliyor.
Kitap, harekat boyunca köylerin silah taramasına tabi tutulduğunu bazı köylerin hiç mukavemet etmediğini, bazı aşiretlerin dağa çekildiğini bazılarının ise direndiğini söylüyor ama kaç köyün yakıldığını, kaç kişinin öldürüldüğünü belirtmiyor.
3) Sözde Koçuşağı ve Bicar ayaklanmaları
Genelkurmay kitabının Koşuşağı Harekatı bölümü şu ‘epik’ (!) suçlama ile başlıyor: “Yüzyıllar boyunca etrafındaki itaatli halka, zavallı köylülere her türlü zulüm ve işkence yapan, kasabaları dahi tehdit eden, hükümetin öğütlerini, ihtarlarını ve iyi muamelesini hiçbir suretle dinlemeyen ve devletin zayıf olduğu bir zamanı fırsat bilerek hükemete karşı silahlı olarak ayaklanan ve vergi vermemek, vatan savunmasına katılmamak ve daha birçok karşı hareketler dolayısıyla hükümet, 19 Eylül 1926’da Dersim’in Koçuşağı aşiretini tedibe karar verdi ve harekatın icrasına Elazığ ve Havalisi Komutanı Albay Mustafa (Muğlalı) memur edildi ve bu harekat için şu kuvvetler tahsis edildi: 10. alay, 19. alay /1.,3. Taburlar), 11. Alay, 13. Alay (2., 3. Taburlar), 12. Alay (1.,2. Taburlar), 16 Alaytan iki mürettep bölük, Üç dağ bataryası….” (Komutan hakkında ayrıntılı bilgi için: “Devletin Demir Yumruğu:Mustafa Muğlalı” Okumak için tıklayın)
Koçuşağı Aşireti, bazı kaynaklara göre 2.500 kişiydi, bazı kaynaklara göre 4 bin kişi. Elbette nüfusun büyük bir çoğunluğu yaşlı ve çocuklardan oluşuyordu. Eli silah tutan sayısı ise iyice azdı. Ama nedense koskoca devlet bu küçücük aşiretten çok korkuyordu ve onu ezmek gerektiğine inanıyordu. 7 Ekim 1926 günü harekat başladı. Daha harekâtın ikinci günü akşamı, Koçuşağı Aşireti’nin ileri gelenleri teslim bayrağını çekmişlerdi ancak Muğlalı, köylüleri samimi görmeyerek, harekâta devam kararı almıştı. İlâve üç tabur ve bir müfreze ile takviye ettiği birlikleri, uçakların desteğinde Koçuşağı Aşireti’nin iflahını kesti. Tam aşirete yataklık ettiği gerekçesiyle Tağar ve Koçulu köyleri yakılmıştı ki, Koçuşağı isyancılarından bir grup Mustafa Bey’in Amutka mıntıkasındaki çadırına baskın düzenleme cüretinde bulundu. Bu durum ‘sert kumandan’ın tepesini iyice attırdı ve 30 Ekim’e kadar süren kanlı harekât sonunda, mağaralara sığınmış isyancılar teker teker imha edildiler.
Koçuşağı harekatına paralel olarak yürütülen Bicar Tenkil Harekatı’nın hedefi ise 1925’teki Şeyh Said İsyanı’nın bastırılmasından sonra Murat Suyu yakınlarındaki Bicar bölgesinde toplanarak sağa sola saldırdığı iddia edilen eski isyancıları imha etmekti. Yani yine ortada bir isyan yoktu. Muğlalı’nın emrine verilen kuvvetler 7. Kolordu’dan 63. ve 62. Piyade Alayları, 40. Süvari Alayı, 7. Seyyar Jandarma Alayı, bir muhabere, bir sıhhiye birliği, 8. Kolordu’dan 12. ve 19. Alay (Bir tabur daha sonra Bingöl’ den getirilmişti), 3. Seyyar Jandarma Alayı ve üç dağ bataryasıydı. Ayrıca devlete sadakatleriyle tanınan Hezanlı Şeyh Selim Efendi Milisleri, Şeyh Selâmet Köyü Milisleri, Bicar Milisleri, Lice Milisleri, Hani Milisleri, Bingöl’den katılan milis grupları, Gökdere Milisleri de kendisine yardımcıydı. Olayları uzun uzun anlatmaya yerimiz yok. Sadece şunu söyleyelim: 17 Kasım’da resmî adıyla Bicar Tenkil (‘uzaklaştırma’, ‘örnek olarak ceza verme’) Harekâtı’nın bittiği merkeze müjdelendiğinde, 280’den fazla köy yakılmış, 2 binden fazla asi kurşuna dizilmişti.
4) Sözde Sason ayaklanmaları
Genelkurmay kitabında “Sason Ayaklanmaları ve Bastırılmaları (1925-1937)” başlıklı 15 sayfalık bölümde ise neyin ayaklanma sayıldığını, hangi olaya ne kadar kuvvetle karşılık verildiğini anlamak yine mümkün değil. Çünkü bölüm hiçbir somut olay olmaksızın, Sason halkının ne kadar “şımarık ve itaatsiz olduğu”na dair bir cümleyle başlıyor ve hemen harekata geçiliyor. Ama başka kaynaklardan aslında ‘Sason Ayaklanmaları’ diye bir şey olmadığını anlayabiliyoruz. Nasıl mı?
27 Mayıs darbesinin liderlerinden Cemal Madanoğlu (ki Sason’un tepelenmesi sırasında Yüzbaşı rütbesiyle bölgededir) olayı Anılar 1911-1953 (Evrim Yayınevi, 1982) adlı kitabında şöyle anlatıyor: “Bir gün kaymakam (miralay ve binbaşı arasında bir rütbe) vekili yanına sivil memurları da alarak, bir yüzbaşının komutasında, Harbak köyüne gitmiş, Teteri Bedik’e misafir olmuş. Teteri Bedik’in evinde erkek yok. Gelin, harıl harıl akşam yemeği hazırlıyor. Tam bu sırada yüzbaşı geline yaklaşmak isteyince, olay çıkıyor. Kadın direniyor. Başlıyor bağırmaya. Yüzbaşı kaçıyor. Peşinden koşanları korkutmak için, birkaç el ateş ediyor. Tepeye yerleşmiş birliğin yardımıyla canını kurtarıyor, ama olaydan habersiz kaymakam vekili ve diğerleri Harbaklılar tarafından öldürülüyor. Jandarma yüzbaşısı sonra olayı rapor ediyor. Ama gerçeği yazmıyor. İsyan çıktı, diyor.”
1927 SASON İSLAHAT PLANI
Ve bu yalan haber yetiyor, bölgeye müdahale için fırsat kollayan Ankara emri veriyor. Ardından harekat başlıyor. Ele geçen insanlar öldürülüyor, mallar talan ediliyor, taş üstünde taş kalmamak üzere köyler yakılıp, yıkılıyor. İş bununla da kalmıyor, bir askerin bir Kürt kadınını taciziyle başlayan Sason bölgesinin ‘tedip ve tenkili’, 1936’ya kadar sürüyor. Bu yıllar içinde devletin terörünün boyutlarını yine Genelkurmay’ın kitabından okuyalım: “1932 yılında (…) bölgenin taranmasında 200’den fazla silah toplanmış ve varılabilen köy ve evler tahrip edilmiş ve kışın bastırmış olması nedeniyle harekat durdurulmuştu.” “Bu yıl (1935) yapılan harekatta birliklerden bir jandarma yaralı, dört sivil şehit verilmiş, eşkıyaya 23 ölü, üç yaralı verdirilmiş, 58’i yakalanmış, 870’i kendiliğinden teslim olmuş ve bu arada 57 tüfek toplanmıştı.” “1935 yılı harekatının devamı sayılan bu harekata 7.8.,10. Seyyar Jandarma Taburları ile 2. Tümenden mürettep bir bölükten mürekkep kuvvetle 10 Temmuz 1936’da tekrar başlandı… İçişleri Bakanlığının Sason meselesinin hal tarzı üzerindeki düşüncesi ise…. Sason yasak bölgesi halkının Batı Anadolu’ya veya Trakya’ya nakilleri idi… yasak bölge halkından 2.400 kişinin batı illerine nakilleri başladı… Bu yıl yapılan harekatta jandarmadan 14 yaralı, nizamiye birliklerinden 21 şehit, iki yaralı, halktan iki şehit, beş yaralı verilmiş… eşkiyaya da 155 ölü, 24 yaralı verdirilmişti. 39 kişi yakalanmış, 879 kişi kendiliğinden teslim olmuş, bu arada 52 de tüfek toplanmıştı…. Mayıs 1937 başına başlayan harekatta asilere çok sayıda ölü ve yaralı verdirilmekte, malları müsadere, evleri tahrip edilmekte ve bu arada kabarık sayıda dehaletler (teslimler) olmakta idi. (…) Kasım 1937 başına kadar jandarmadan 38 şehit, 57 yaralı, nizamiye birliklerinden 3 şehit, 5 yaralı, halktan 7 şehit, 10 yaralı verilmiş, 17 hayvan ölmüş, 7 hayvan yaralanmış, 8 tüfek ve 40 mermi kaybolmuştu. Eşkıyadan da 273 ölü, 52 yaralı verdirilmiş, 283 kişi yakalanmış, 748 kişi kendiliğinden teslim olmuş ve bu arada 39 tüfek ve 140 mermi toplanmıştı.”
İçişleri Bakanlığı’nın 27 Ekim 1937’de “7. Kolordu ve 1. Genel Müfettişliğin teklif ve mütalaaları alınmak suretiyle” oluşturduğu ‘islahat raporu’ndan bir kaç cümle ile bu bölümü bitirelim: “Yasak bölgenin iç ve dışında 15 karakolun açılması ve bu suretle genel kadroya 300 kişilik bir jandarma kadrosunun ilavesi…”, “gerek yasak bölgeyi baskı altında bulundurmak ve gerek Siirt, Bitlis ve Diyarbakır’daki ordu birlikleri arasında bir nevi garnizon irtibatı yapmak…”, “bu taburlar yaz ve kış yasak bölgede takip ve baskın hareketlerine muktedir olabilecekleri gibi….” ,“Sason bölgesi halkının tekrar canlanmalarına, etrafa saldırmalarına ve ülkenin içinden ve dışından gelecek her türlü zararlı kişiler ve propagandaların bu bölgede yer bulmasına meydan vermemek ve esaslı bir güvenlik durumu elde etmek için şimdiye kadar yapılan harekatın ve alınan tedbirlerin verdiği tecrübelere göre, lüzum gösteren askeri ve idari tedbirlerin alınması gerekir….”
5) Sözde Mutki ayaklanması
Genelkurmay kitabında “Mutki Ayaklanması ve Bastırılması” bölümü şöyle başlıyor: “Bundan önce Sason’da yapılan Mehmet Ali Yunus tedibatı sırasında, bunlara yardımda bulunan Hersan ve Silent eşkıyasının Sason harekatı sonunda silahlarının toplanması gerektiği halde bu iş yapılmamış, ayrıca Mutki ilçesi içinde kimlerde silah olduğu ihbar edilmiş olmasına rağmen bunlar toplanmamıştı. Bu arada, Bitlis Valiliği Mutki’de 35 köyün naklini lüzumlu görerek bu hususu 2. Tümene önerdiği halde Tümen bu konuyu Kolorduya ve dolayısıyla 3. Ordu Müfettişliğine duyurmadığı gibi vilayeti de cevapsız bırakmıştı. Bu konu üzerine yeteri kadar eğilinmediğini gören Bitlis Valiliğinin 2. Tümene yaptığı öneri ile yetinerek Tümenin cevabını beklemeksizin 35 köyün naklini emretmesi üzerine bu köyler halkı ayaklandı ve bu suretle Silent ve Mutki olayları başlamış oldu.”
Yani neymiş, yukarıda anlattığım ‘sözde Sason ayaklanması’ndan sonra bölgeyi hedef tahtası haline getirmiş olan yetkililerin, suçluları değil tüm halkı toptan cezalandırmaya kalkması ve 35 köyü boşaltmak istemesine doğal olarak tepki gösteren köylüler ‘isyancı’ sayılıvermişler!…. Ardından gelsin harekat… 26 Mayıs 1927’de 2. tümene bağlı tugaylar, alay ve taburlar, seyyar jandarma alaylarıyla takviyeli olarak tedip ile tenkile başlamış… Ekinler tahrip edilmiş, köyler yakılmış. Uçaklar dağlara, mağaralara sığınan insanları, çember içine alıp imha etmiş.
TESLİM OLSALAR BİLE AF YOK!
Anlatıcı, “fiilen ayaklanmaya katılan ve askere silah kullanarak birçoklarının şehit düşmesine sebep olan asilerin dehalet etseler (sığınsalar) bile aflarının doğru olmayacağı, esasen bunların dehaletleri gönülden olmayıp askerin başkasından başka çare bulamadıklarından ileri geldiği, bu sebeple bunların ilerde de zararlı olmalarını önlemek için eli silah tutanların kamilen yok edilmelerinin zorunluğu olduğu….”, “Binbaşı Zeki’nin şehit olmasına çok üzüldüm. Bütün bu harekatta genellikle kansız denecek kadar az zayiatla kazanılan başarı bir anda değerini kaybetmiştir. Arkadaşımızın kaybı büyük bir olaydır. Bu sebeple, 18. Alay süratle ve şiddetle hareket ederek Silent’te halen eşkıyanın tehdidi altında olanların bir felakete uğramalarına meydan bırakmamalı ve sebep olanlardan büyük ölçüde öç alınmalıdır” diye devam ediyor. Bundan sonraki 15 sayfada devletimizin kendi vatandaşlarına yönelik askeri harekatı adım adım anlatılıyor. Sanırsınız ki, I. Dünya Savaşı cephelerinden birindeyiz… 25 Ağustos 1927’de harekat bittiğinde Genelkurmay’ın başarısını (!) anlatan cümle şöyle: “Birliklerin, emir esasları dahilinde ve eşkıya muharebeleri taktiğine uygun yaptıkları harekatta, asiler kısmen kaçmış, çoğu yok edilmiş ve bir kısmı da yakalanmış, ayaklanma bölgesinde taranmamış yer kalmamıştı.”
6) Sözde Asi Resul ayaklanması
Şimdi anlatacağım, öylesine bir olay ki, Genelkurmay yazarı bile ortada bir ayaklanma olmadığını daha ilk sayfada itiraf etmek zorunda kalmış. İnanmazsanız okuyalım: “Gerçekte ne ayaklanma ne de güneyden geçen eşkıya tarafından çıkarılmış bir mesele olmayan bu ayaklanma olayına sebep, Eruh ilçesi Jandarma Komutanı Teğmen Ziya’nın öteden beri Lodi bucak merkezinin Tilmişar köyünden Jilyan aşerite reisi Resul’e muğber (düşman) oluşu dolayısıyla, hasmı hakkında aldığı ihbarları vesile yaparak Eruh İlçesi Kaymakan Vekili Jandarma Yüzbaşısı Galip’i de kandırmak suretiyle Resul, kardeşi akit ve daha bazı kimseler için tutuklama müzekkeresi sağlamak suretiyle ve silah toplamak bahanesi ile aranan şahısların bulunduğu dört köyde, aynı zamanda arama yaşmıştı. Resul’ün evi aramışsa da evde bir şey bulanamamış ve Resul yakalanmıştı. Diğer köylerde de bir fevkaladelik olmadı. Yalnız Akit’in bulunduğu Goveşil köyü araştırılırken şiddet gösterilmiş olması ve yeteri kadar da tertibat alınmamış bulunması dolayısıyla Akit ve taraftarlarının açtığı ateş üzerine müsademe başladı bir onbaşı, dört jandarma eri şehit edildi. Teğmen Ziya tutukladığı Resul’ü Tilmişar’dan çıkarcağı sırada Resul taraftarlarının iki yandan açtığı ateş sırasında Resul kolayca kaçırılmış oldu. Bu müsademede de bir er şehit edilerek verilen zayiat 6’ya yükselmişti. Başlarına gelecekten korkarak 15 kadar köy halkı da evlerini ve ekinlerini bırakarak Midyat ve diğer ilçelere kaçtılar ve böylece asayişi ihlal eden ayaklanma başlamış oldu.”
Evet, elimizde artık dört dörtlük sözde bir isyan olduğuna göre, gelsin askeri harekat! Lafı uzatmayayım, Genelkurmayın dediğine göre “Resul’ün elinde 50’si cephanesiz 200 tüfek” vardı, buna karşılık devletin üç uçağın desteğindeki 2. Tümen’den “59 subay, 1525 er, 532 hayvan, 1014 piyade tüfeği, 59 hafif makineli tüfek, 22 ağır makineli tüek, 6 top, 355.105 piyade mermisinin, el bombası…” Ama o da ne, tedip harekatı 4 Temmuz 1929 günü başladı. 3 Ağustos 1929 günü, Genelkurmay yazarının ifadesi ile “başarısızlıkla sona erdi.” Acaba neydi anlatıcıyı başarısız hissettiren?…
7) Sözde Tendürük ayaklanması
Genelkurmay kitabının II. cildinde anlatılan 14-17 Eylül 1929’daki “Tendürük Harekatı” ise yazı Aladağ’da geçiren, kışın hükümetçe tahsis edilen Ağrı’nın güneyinde Örtülü ve Kurtkapanı’nda kışlayan İran ve Türkiye’de yaşayan Şeyh Abdülkadir’in aşiretini ülkeden sürmek için yapılmış. Genelkurmay kitabında “Şeyh direndiği takdirde kuvvetle hareket edilerek tenkil ve imha edilecektir. Bu maksatla 20 Eylül 1929’da Erciş’teki uçaklar saat 07.00’de hareket ederek Kandil-Hacı Halit köyleri civarında bulunan Şeyhin çadırlarını ve sürülerini bombalayacaktır….” diyor.
Bu ifadelere bakıp da, ‘Şeyh sadece direnirse bombalanacak’ diye anlayanlar yanılır. Çünkü anlatıcı biraz ilerde şöyle diyor: “Şeyh Abdülkadir’in ilk işi, oğlunu Tümenle görüşmek üzere Karaköse’ye göndermek oldu. Maksadını hükümet makamlarını oyalamak ve ağırlığını sezdirmeden İran’a geçirmekti.”
‘Şeyh sözünü tutmamıştır, ordumuz da bombalamıştır” diyenler için ikinci bir cümle: “20 Eylül 1929’da Tümen Komutanlığı, Şeyh Abdülkadir ve aşireti üzerinde yaptırdığı hava keşiflerinde: Saat 10.00’a kadar Abdülkadir ve aşiretinin bir kısmı ile Tendürük tepesindeki göl civarında, diğer kısım ile de Gevrişemyan civarındaki vadilerden İran’a doğru gitmekte olduklarını ve her iki kolun havadan bombalandığını…”
Nitekim bundan sonra harekat aşiretin İran’a geçmemesi için önünü kesmek suretiyle devam ediyor. Yani hem gitsinler isteniyor, hem de gitmesinler. Çünkü imha etmek seçeneği daha cazip. Bombalamalar sırasında kaç kişi öldü onu belirtmiyor kitap. Sadece “başarısız olundu” diyor. Başarıdan kastedilenin ne olduğunu ve neye üzülündüğünü takdirlerinize bırakıyorum.
8) Sözde Savur ayaklanması
Genelkurmay durmuyor, 20 Mayıs-9 Haziran 1930 arasında Savur Tenkil Harekatı’nı yapıyor. Burada da gerekçenin ne olduğu da meçhul. Çünkü görüşü istenen yerel yetkililerden Beyazıt Valisi’ne göre “vilayette bir Kürtçülük hareketi beklenmiyordu. Yurtdışındaki Kürtçülük örgütlerinin faaliyetleri geçen yıla nazaran artmışsa da bu durum memleket içinde bir genel hareket doğurmaktan ziyade, sadece şekavet olaylarını arttırmış olabilirdi. Bu takdirde ise, sınırlarımızı kapamaz, İranlılar bu işe önem vermezlerse, şekavet olaylarının sürüp gideceğini kabul etmek lazımdı. Bununla beraber durum ne olursa olsun, Kürtçülük gibi milli bir cereyan karşısında ve özellikle parası ve propagandası bol, dış düşmanların devamlı faaliyetleri karşısında kuvvetli ve uyanık olmak gerekti.”
Hakkari Valisi de “Birinci Dünya Harbindeki göçün zararlarını fiilen görmüş, servet, mal ve mülklerini kamilen kaybetmiş olan vilayet halkı arasında zararlı kişiler ve siyasi cereyanlarla ilgili kimse yoktur. Geçirdikleri felaketin doğurduğu iyi intiba ve hükümetin kendilerini Nasturi baskısından kurtarması dolayısıyla sadaket ve bağlılıkları artmıştı. Bununla beraber vilayetin en zayıf yeri Şemdinan ilçesi idi. Haricin kışkırtmaları ve propagandaları ile halk zehirlenmekte, haricin bu kışkrtmasından başka, başta kaymakan, memur ve jandarmalar, hasis menfaatlarını sağlamak maksadi ile halkı tamamen hükümetten soğutmakta idiler” diyordu.
Elazığ Valisi ise vilayetin Merkez, Maden, Başgil, Pertek, Çemişkezek ilçeleri halkının çoğunun Türk olduğu için burada bulunan Kürtlerin böyle bir olaya cüret etmeyeceklerini söyledikten sonra ekliyordu: “Ovacık halkının da çapulculuktan başka bir siyasi maksada alet olmadıkları, geçmişteki olaylarla sabit olduğu gibi diğer Kürtlerden kendilerini ayıran mezhep ihtilafı birleşmelerine bir engel tekil ettiği için bu ilçelerdeki Kürtlerin de böyle bir düşünceye kapılmaları varit değildir. (…) Palu ilçesi halkının kısmen olaya katılmaları yakın zamanda Dersimlilerden silah aldıkları, öğrenilen pek mahdut olanların durumları şüphe çekmekte ise de, hükümetin kuvvetinden olan bu halkın, diğer Kürtlerin başarısını görmedikçe katılmalarına özellikle imkan yoktu.”
Siirt Valisi’ne göre “bölge halkı genellikle Arap olup, ancak bir kısmı Kürtçülük ülküsünde idi. Bunlar genellikle cahil insanlardı. Bununla beraber halk daima güneyin yıkıcı propagandasına maruzdu. Öğrenildiğine göre her tarafa gizlice silah tedarik edilmekte idi.” Muş Valisi ise her kış Kürtlerin ilkbaharda büyük şekavet olayları, ayaklanmalar çıkaracağı ve hariçten maddi ve manevi yardım almakta olduklarının söylendiğini belirttikten sonra “Bu haberlere tamamen inanmamakla beraber önemsiz saymamak ve Kürtlerin her fırsattan faydalanmaya çalışacaklarını kabul etmek lazım” demişti. Buna karşılık Urfa ve Diyarbakır valileri, Suriye’de yuvalanmış bazı Kürt örgütlerinin bir ayaklanma için fırsat kolladığını düşünüyordu.
I. Genel Müfettişlik bütün bu görüşleri değerlendirip şu sonucu varmıştı: “Müfettişlik bölgesinde bu sene genel bir ayaklanma yüzde 20 ihtimal dahilinde bile değildir.” Peki raporlar ve sonuç bu yönde iken, bundan sonraki sekiz sayfa boyunca, bölgedeki askeri tahkimatın ayrıntılı biçimde anlatılmasını nasıl yorumlamalıyız? Ya da “Bir yandan silah toplama işine tam bir sükunet içinde devam ediliyordu. 11 Haziranda toplanan muhtelif cins silah miktarı 503’ü” bulmuştu dedikten sonra “Kaymaz, Haçan, Kölesor, Cilli ve Osmanlı köyleri havadan bombalanmış, Patnos bölgesinde ayaklananlara katılan köyler bomba ve kamineli tüfek ateşi altına alınmıştı…” cümlelerini? Yine de orduyu ve hükümeti tatmin eden bir sonuç alınamamış olmalı ki, Genelkurmayın yazarı bölümü yuvarlak cümlelerle tamamlıyor.
İşte Genelkurmay’ın kendi anlatımlarıyla, yıllardır Cumhuriyet döneminde Kürtlerin ne kadar isyankar, ne kadar baş belası bir topluluk olduğunu, dolayısıyla onları ‘tepelemenin ne kadar haklı’ olduğunu anlatmakta kullanılan sözde ayaklanmalar ve bunlara karşı devletin tenkil ve tedip harekatlarının özetinin özeti böyle… ‘Çözüm/Barış Süreci’ni tehlikeye düşüren son olaylarla ilgili anlatılan resmi hikayelere neden kolayca inanamadığımı da anlamışsınızdır herhalde….
.
Siyasi 'günah keçisi' olarak viski
9.8.2015 - Bu Yazı 1326 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Bu haftanın yazısı, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin ‘'İzmir’de, Marmaris’te yazlıklarında yatıp, AKP’nin olmasın diye oyunu MHP’ye vermeyen; ama HDP’yi Meclis’e taşıyan zavallılar, Türkiye’nin kaymağını yiyenler, Boğaz’da, yalılarda viskisini yudumlayıp oyunu HDP’ye veren şerefsizler. Şimdi, HDP ile koalisyonu kurun!’' sözlerinde geçen ‘viski’ye dair. Konunun ‘şeref’ ile ilgili analizini bir ölçüde Mümtazer Türköne yapınca (okumak için tıklayın) bana da işin keyifli yanı kaldı. Merak edenler olabilir, sosyal ortamlarda bir iki kadeh şarap veya yazları bir iki bardak biradan gayri içki içmem. Adabıyla, güzel güzel içenlere ise bayılırım. Viskinin ise bir kez tadına bakmışlığım vardır o kadar. Ama viski üzerine yazmak hakikaten keyifli bir iş oldu benim için. Hele de “J&B markası tersten Kürtçede ‘yaşasın’ anlamına gelen ‘biji’ diye okunur, renkleri de Kürt bayrağındaki gibi kırmızı-yeşil-sarıdır” şeklindeki absürt çıkarımların kol gezdiği günlerde…
“Ülkede kan gövdeyi götürürken, iktidar adım adım 1990’lara ricat ederken, milliyetçi-mukadesatçı ittifak HDP’de temsil edilen Kürtlere ve onların destekçilerine karşı sözlü ve fiziksel saldırıya geçmişken, bu konu nereden çıktı?” diye sitem etmeyin lütfen, çünkü belki de bu tür hafif konuları ele alabileceğimiz son günleri yaşıyoruz. Bırakın da bu son fırsatları değerlendireyim arada…
Viskinin siyasi kültürümüzdeki yerine dair bir fikir vermekten öte bir hedefim yok. Zaten bir pazar yazısından daha fazlasını bekleyen de yoktur diye umuyorum.
AQUA VİTAE, AB-I HAYAT, UISGE BEATHA
Önce viskinin tarifini verelim. Ama bir ansiklopediden değil, 11 Ocak 1951 tarihli Milliyet gazetesinden: “İngiliz dilinde ‘Whisky” şeklinde yazılan iyi viski, tıpkı iyi şarap ve aşık olma gibi tabiatın bir sırrıdır denilebilir. Birbirinden birkaç kilometre mesafedeki iki mahalde aynı malzeme ve aynı usullerle imal eilen iki viskinin arasındaki çeşni, koku ve karakter farkının tamamıyla değişik olduğu vakidir ve bunun hakiki sebebini tamamıyla kimse bilmez. Muhtemel olarak bu farkın başlıca sebebi imalatta kullanılan suyun hususiyetlerinden ileri gelmektedir. İmalat tekniğindeki hafif farkların ise, fabrikanın kuruluş tarzı ve iklim şartlarının da tesirleri olsa gerektir. Geçen asırda kuzey İskoçya'nın en büyük viski imal edilen kesimlerinden Speyside’da bir fabrika açılmış ve piyasaya çok tutulan bir marka arz etmiştir. Sürümünü arttırmak isteyen firma sahibi biraz ötede aynı çayın daha aşağısında ikinci bir imalathane açmıştır. Fakat imal edilen viski ilk imalathanede çıkan viskiden tamamıyla değişik olmuştur. Her iki cins hâlâ piyasadadır. Amatörler bunları birbirinden kolayca ayırtedebilmektedir. İmal ettiği viskiden pek memnun kalmayan diğer bir fabrikatör, tasfiyehanesinin biraz ötesinde ikinci bir imalathane açmış, suyunu aynı kaynaktan temin etmekle beraber kusursuz ve mükemmel bir viski imaline muvaffak olmuştur. Bu farklar suyun ihtiva ettiği madenler miktarındaki son derecede tahavvüllerden (değişmelerden) ileri geldiği zannedilmektedir. Şimdi bildiğimiz şekliyle viskinin ilk defa ne zaman yapıldığını kesin olarak tespit etmek müşküldür. Bunun sebebi şudur: Eskiler distalasyonlar için kullandıkları ham maddeler ne olursa olsun elde edilen alkole ‘aqua vitae’ veya abıhayat (yaşam suyu) adını verirlerdi. Viski kelimesi de aslında abıhayat manasınadır. Gaelik (Britanya Adası’ndaki Gal) dilinde bu manayı ifade eden ‘Uisge Beatha’ aslından gelmektedir. 18 inci asırdan kalma kitaplarda bu kelime ‘Uskebaf’ (usquebaugh) şeklini almış fakat tedricen (zamanla) telaffuzunu kaybederek yumuşamış ve içkinin adına viski denilmiştir. O devirlerde bile, imalatının en mühim kısmı kaçak olmakla beraber İskoç viskisi İngiltere’de tutunmuştu. Halis imbik demi viskiler başlıca 3 dibe ayrılır. Highland viskileri başta gelir. Bu cinsin en iyi çeşitleri Skye adasında imal edilir. Batı Highland viskilerinin en makbulleri Islay adasında çekilmektedir. Üçüncü tip muhtelif cins Lowland viskileridir. Bunlar daha az makbuldür. Kanunen viskinin 3 yıl fıçıda dinlendirilmesi lazımsa da ekseri imalatçılar bilhassa daha sert viskileri en az 7 yıl dinlendirmektedir. İdeal olarak viskinin kiraz ağacından mamul fıçılarda dinlenip yaşlanması lazımdır. Ancak devrimizde yaş kiraz ağacı fıçıların tesiri viskiye karamel şeklinde şeker ilavesiyle elde edilmektedir.”
Uzun bir alıntı farkındayım ama viskiyle ilgili bilmemiz gereken temel bilgileri içerdiği için aktarmakta yarar gördüm. (Daha fazlasını merak edenler kendileri araştırabilir.)
DEMOKRAT PARTİ VE VİSKİ PATLAMASI
Viskinin Türkiye’ye ilk ne zaman geldiğini tespit edemedim ama gazetelerde ilk kez viskiye, 1950 yılında değiniliyor. Bu da mantıklı çünkü II. Dünya Savaşı’nın ardından Batı Bloku içinde yer almaya karar veren CHP’nin başlattığı süreci, 14 Mayıs 1950’de ezici çoğunlukla iktidara gelen DP büyük hevesle benimsemişti. (1)1923-1938 arasında Türkiye-ABD ilişkileri için: Okumak için tıklayın, 2)1939-1980 arası ilişkiler için: (okumak için tıklayın) Öyle ki, bu yazıdaki temel kaynağım olan Milliyet gazetesinde Peter Cheney adlı bir yazarın “Kadınlar İşe Karışıyor” adlı polisiye tefrikasında neredeyse her gün bir kaç kez viski kelimesi zuhur eder olmuş. Gazetenin 6 Ağustos 1950 günlü nüshadaki küçük bir haber ise şöyle: “Sirkeci’deki Tekel Satış deposunda bir yolsuzluk hadisesi meydana çıkarılmış ve satış ambar memurlarından Ahmet Karaoğlu’nun 200 şişe viskiyi satarak tutarı olan 7.000 lirayı zimmetine geçirdiği anlaşılmıştır. Vaziyetin anlaşılması ve müfettişlerin işe el koyması üzerine kaçan Ahmet Karaoğlu yakalanarak tevkif edilmiştir.”
Gazetenin 1950 yılı arşivlerini taradığımda karşıma o kadar çok ‘viski’ konulu haber çıktı ki “Acaba hükümet halkı viskiye alıştırılmak için gazetelere özel ricada mı bulunmuş” diye düşündüm… Örneğin 28 Eylül 1950 tarihli gazetede General Mac Arthur’la ilgili bir yazıda “Çalışma dışında suvareler, eğlenceler diye bir şey yoktur. Her beş senede bir bardak viski içer. Amerikalılara göre general dediğin böyle olur” diyor yazar. Ön sayfada ise Generalin sadece Japonya’nın işgalinin yıldönümünde adeti hilafına iki bardak viski yuvarladığını okuyoruz. 4 Mart 1951 tarihli gazetedeki bir haberde ise Türkiye’ye 8 ton viski ithal edildiğini öğreniyoruz. 1 Kasım 1951 tarihli bir haberde, New York limanlarındaki liman işçilerinin grevi yüzünden 1 milyon dolar kıymetinde 1000 kasa viski ile 500.000 dolar kıymetinde 26.000 kasa İtalyan şarabının limandan çıkarılamadığı ve geldikleri yerler olan İskoçya ve İtalya’ya geri gönderildiği yazılı.
Bu yıllarda gazetede tefrika edilen Kemal Ragıp imzalı ve ‘Milli Roman’ alt başlıklı “Acıların En Büyüğü” adlı tefrikada Abdülvahap adlı kahraman sürekli viski içen biri olarak karşımıza çıkıyor. Ümit Deniz’in “Kral Faruk Bir Cani miydi?” tefrikasında Kral sürekli viski içiyor. J. Latimer, William Woldock, Harold Robbins ve hatta Refik Halit Karay’ın tefrikalarında bile her gün “doldur bir viski”, “buz gibi viski”, “viskisini yudumladı” türü cümleler okuyoruz. Gazetede her gün “ABD’de viski içme rekoru kıran adam”, “viskili diş macunu”, “viski kaçakçıları”, “viski hırsızlığı”, “bedava viski ziyafeti”, “viskinin tesiri nasıl olur?”, “iyi viskiyi nasıl anlarsınız?”, “Boksun Siyah İncisi Joe Louis emekli olduktan sonra viski işine girdi” türünden haberler boy göstermiş. Kısacası içinde viski kelimesi geçmeyen bir nüsha yok…
Viski, bira ve 20 dereceden düşük alkollü içkilerin (tuz, barut, dinamit ve av malzemeleri ile birlikte) Tekel’den alınıp özel teşebbüse bırakılması da 20 Temmuz 1954 tarihinde gerçekleşiyor. (1957’de, Menderes, viski değil ama Çanakkale’de şarap fabrikasının temelini atıyor…)
MÜJDE! TÜRK VİSKİSİ YOLDA!
20 Mart 1958 tarihli gazetede haber şöyle: “Kayseri şilebi 15 bin kilo viski getirdi. Kayseri gemisi bundan önce de 4000 kilo iskambil kağıdı getirmişti.” 6 Mayıs 1958 tarihli gazetede ise DP İzmir İl Başkanı Faruk Tunca ile Jokey Kulübü Müfettişi, eski İzmir mebuslarından Muzaffer Balaban’ın da aralarında bulunduğu bir grup kişinin viski kaçakçılığından yargılandığını öğreniyoruz.
29 Eylül 1958 tarihli gazetede müjde veriliyor: “Türk viskisi 1959 yılı başında satışa çıkacaktır. Adı da “Türk Viskisi” olacaktır.” Ancak 25 Mayıs 1959 tarihli gazetede ‘Türk viskisi’nin tecrübelerinin müspet sonuca ulaşmadığı, bu yüzden viskinin çok beklenmesi gerektiği açıklanıyor. Üzüntüyü tahmin edebilirsiniz… Elbette telafi yöntemi belli. Samsun vapurunda kaçak viski yakalanır. Bir Rum kilisesinde katiplik yapan Somalaki’nin evinde kaçak viski bulunuyor. Bir ay sonra da hükümet 150 bin şişe viski ithal ediyor.
EMPERYALİSTLER VİSKİ İÇER!
Viskinin, Batı’nın Türkiye üzerindeki ‘kötü emelleri’ ile ilişkilendirilmesi, bu yıllarda ufak ufak boy gösteriyor. Mesela 8 Haziran 1959 tarihli Milliyet’te Kıbrıs meselesini görüşmek Cenevre’de bir araya gelen “dört hariciye vekilinin görüşmeler sırasında içkileri devirdiği” yazılı. Sovyet vekili Gromiko votka, İngiliz vekili Slwyn Lloyd viski, Fransız Murville konyak, ABD vekili Herter Kanada viskisi içiyormuş…
6 Ağustos 1959 tarihli gazetede Yunan armatör Onassis’in gemisiyle gelen Lord Churchill’in buzlu viskisini yudumladığı bir kaç kez belirtiliyor. Bir kaç gün sonraki haberde daha alaylı bir dil kullanılmış. Güya motorcular “Churchill’e giden yok mu? Güvertede oturmuş viski içiyor!” diye dolmuş yapıyorlarmış.
8 Ağustos 1959 tarihli gazetede SSCB lideri Kruşçev’in Moskova havaalanında bir Amerikan jet uçağını gezdiği ve Amerikan Büyükelçisi L. Thomson ile viski kadehini tokuşturarak şakalaştığı yazılı. Haberin başlığı da “Viskiye alışıyor.”
Bu arada viski ithalatı da tüm hızıyla sürüyor elbette. Örneğin 24-26 Haziran 1959 tarihli haberlere göre “ithal edilen 300 bin şişe viskinin ilk partisi Muğla şilebi ile İstanbul’a gelmiştir. Şişesi 75 veya 80 liradan satılacaktır.” 1957’ten itibaren Milliyet’te çizen Turhan Selçuk’un viskili karikatürleri de bu tarihlerde boy gösteriyor. Örneğin birinde kahveci, çay ocağına ‘Skoç viski biiiiirrrr!” diye sesleniyor… Bir başkasında bir bebeğe biberonla viski içiriyor annesi.
PASTIRMA-SUCUKLA VİSKİ İÇEN KÖYLÜLER
‘Turhan Selçuk abartıyor mu?’ diye düşünenlere, yılların ünlü yazarı Çetin Altan ‘Taş’ adlı köşesindeki şu satırlarla adeta cevap veriyor: “Gazetelerde şirin bir havadis vardı. Köylülerimiz bayilere yeni dağıtılan ithal malı Skoç viskileri çok beğeniyor ve bira içer gibi pastırma, sucuk, kaşar peyniri ve cacıkla bol bol viski içiyorlarmış. Evet, viski ve pastırma, viski ve cacık… Şöyle püfür püfür bir gazinoda kasketi yana yıkıp bir ayağını da altına aldın mı oh kekah… Neye gülüyorsunuz? Aslına bakarsanız neşir yasaklı, Gösteri Yürüyüşü Kanunlu, mevkuf (tutuklu) gazetecili demokrasi ile pastırmalı viski arasında hiçbir fark yoktur. Medeniyetten görgü ile bilgiyi çıkartırsanız geriye daima aynı şey kalır: Hazin bir komiklik… Ben olsam on kişinin aynı yatakta yattığı, ocağında tezek yakıldığı kerpiç damlı köyün ortasında, sarmısaklı cacıkla viski içen köylünün resmini çeker, kalkınan Türkiye’ye rozet yapardım…” Anlayacağınız, günümüzde bazı kesimlerin bazı kesimleri küçümsemek için kullandığı “lahmacunla viski içenler” tanımı çok eskilere gidiyor.
Altan bu işe kafasını takmışa benziyor çünkü 18 Ağustos 1959 tarihli köşesinde de “Deli olmak işten değil… Tütüncüde viski var da eczanede Terramycine yok… Bu ilaca muhtaç binlerce hasta, kalkınma nutku dinleyerek ölecek…. Ben mi çıldırıyorum, yoksa hapimiz mi oynattık….” diyor.
“VİSKİNİN ÇELİMSİZLEŞTİRDİĞİ TÜRKLER”
Sadece Çetin Altan değil Refii Cevat Ulunay da şikayetçi İnhisarlar (Tekel) İdaresi’nden. Bakın ne diyor 25 Eylül 1959 tarihli sütununda: “Bir vakitler bastığı yeri titreten Türk, alkol iptilası ile günden güne çelimsizleşiyor. İnhisar, bu iptilayı mükemmel surette körüklüyor. Zavallı Fahreddin Kerim’in Yeşilay’ı, işi yoksa ‘Su içelim, ayran içelim, şerbet içelim” diye bağırsın. Millet rakı içiyor, sonra da ‘Ne yaptığımı bilmiyordum” diye birbirini öldürüyor. (…) Şimdi rakı kafi değil… Viski getirtiliyor. Çin çin! İçelim efendim, birer viski içelim, İnhisarın şerefine!… Bu kadarla kalmıyor. Kötü gün dostu Kızılay Cemiyeti tarafında getirilen onaltı ton, yani on altı bin kilo iskambil, yani kumar kağıdı da evvelki gün limana gelmiş. Kızılay… Sonra kumar… Bu nasıl olur?”
7 Kasım 1959 tarihli ‘Dinleyici’ adlı sütunda, doktor, besteci Bülent Tarcan viskiyi belki de ilk kez (Bahçeli’ninkine yakın) pespayeliğin nişanesi olarak şöyle kullanıyor: “Güçlükle elde edilen bir bilet sayesinde, aylardan hatta senelerden beri özlenen büyük bir artisti koltuğundan ibadete yakın bir ruh haleti içinde dinleyen, onun her namesini yudum yudum için kimsenin zevkine göre, elinde viski bardağı ile dostları arasında dolaşırken öte yandan durmadan konuşan bir kalabalığın gevezeliğine fon teşkil eden meşhur bir senfoni ve operaya da kulak kabartan zatın duygusu şüphesiz çok pespayedir….”
İNÖNÜ, BAYAR VE MENDERES VİSKİ İÇER MİYDİ?
23 Ocak 1960 günü Tekel bütçesi görüşülürken bir DP milletvekilinin muhalefetin eleştirisine sebep olan viski ithali meselesine karşı savunma olarak “İsmet İnönü de viski içiyor” şeklinde sözler sarf edince tartışma çıkıyor. CHP Milletvekili Emin Soysal “İsmet İnönü içki müpelası ve itiyadını taşıyan bir adam değildir. Bu büyük devlet adamı şu anda sigara bile içmiyor. Bu nevi küçük sözlerle onu lekeleyemezsiniz” diyor. CHP’li vekiller, DP’lileri ve bazı bar artistlerinin ayaklarını viskiyle yıkamakla suçluyorlar. Viskinin DP döneminde popülerleştiği ortada iken ve bu tartışmaların yapıldığı yıl her ay 10 bin şişe viski içildiğini yazarken gazeteler, DP’nin değil de CHP’nin ve içki içmediği bilinen İnönü’nün suçlanması ilginç değil mi? Nitekim dünya çapında ünlü barmenimiz Vefa Zat, yıllarca içki servisi yaptığı liderlerin içki tercihleriyle ilgili şunları söylemişti 2012 yılında: “Adnan Menderes viski severdi. Celal Bayar ve İsmet İnönü meyve suyu içerdi.”
Ama CHP’nin intikamı yoldaydı elbette. DP iktidarı için ölüm çanlarının çalındığı günlerde, Mart 1960’ta meşhur Vatan Cephesi Ocağı kurucularından eski opera sanatçısı Hüsamettin Ünder ve operacı Adnan Aydan’ın evlerinde yapılan aramada 700 gram afyon, bir tabanca, külliyetli miktarda tabanca mermisi, kaçak Amerikan eşyaları ve viski ele geçirildiğini okuyoruz. Olay günlerce gazetelerde yer alıyor.
27 MAYISÇILAR VE VİSKİ
27 Mayıs 1960 darbesinden sonraki günlerdeyiz. 15 Haziran 1960 tarihli köşesinde Çetin Altan viskiyi ‘düşük’ DP’lilere siyasi eleştirinin bir unsuru olarak kullanıyor: “… Hey garson getir bizim viskiyi… Bir apartman bir apartman daha… Gelsin paralar, gelsin birazcık aman daha… Sıkı kanun yapmalı, sıkı olsun kanunlar… Vatandaşlar sussunlar, gazeteler sussunlar… Suçlar gizli kalmalı, herkes biraz daha çalmalı… Bizdendir, alsın haracı, karşıdır, vur kırbacı… Gazeteleri topla, üniversiteyi copla… Burunlar bir Kafdağı… Binbir neşir yasağı… Ama kimse üzmesin muhterem beyefendiyi… ? Hey oğlum garson getir bizim viskiyi… Bir memleketin haris döküntüleri, bir sofrada buluştular. Sefilken ne yüksek konuşurlardı, yükseldikçe ne sefil konuştular… ”
Yönetime el koyan Milli Birlik Komitesi 22 Temmuz 1960'ta bazı fotoğraflar yayınlamaya başlar. Bunlardan biri ramazanın yedinci günü olan 1 Haziran 1952 tarihinde Manisa’da çekilmiştir. Fotoğrafta ortada Adnan Menderes, sağında Fevzi Lütfi Karaosmanloğlu, solunda ise Refik Şevket İnce oturmaktadır. Sofrada içki şişeleri ve bardakları görülmektedir. Yani ima edilen, muhafazakar değerlere sahip çıkan, Türkçeleştirilmiş ezanı Arapçaya çevirmiş olan Demokrat Parti'nin lideri, ramazan gününde içki masasına oturmuştur.
MENDERES YOKSA RAKI MI İÇERDİ?
Fotoğrafın gerçek mi, imalat mı olduğu tartışması henüz bitmedi ama Can Kıraç’ın Anılarımla Patronum Vehbi Koç adlı kitabında şu satırlara itiraz gelmedi: “Adnan Menderes Demokrat Parti İl Kongresine katılmak üzere Antalya'da bulunuyordu ve o gece şerefine bir ziyafet verilecekti... Mahmut Konuk, bu yemeğe katılması için Vehbi Koç'u ikna etmiş ve ‘Adnan Bey sizin varlığınızdan memnun olacaktır" diyerek onu cesaretlendirmişti. Ziyafetin düzenlendiği Halkevi salonuna girildikten sonraki gelişmeleri Vehbi Bey şöyle anlatmaktadır: Mahmut Bey'in beni davete getirmesi dikkatleri çekmişti. Yemeğe katılacağım Başbakan'a da duyurulduğu için, Adnan Bey de, 'Vehbi Bey'i karşıma oturtun' talimatı vermiş. Ben, kenar bir yere oturup gözlerden uzak kalmayı düşünürken, Menderes'in karşısında kendimi sahneye çıkmış acemi bir artist gibi hissetmiştim! Hoşbeşten sonra Menderes, 'Ben susuz rakı içiyorum, su koyarsam rakı içtiğimi anlayacaklar, onlar da içecekler, sonra sarhoş olacaklar! Durumu böyle idare ediyorum, siz de susuz rakı için' teklifinde bulunmuştu! Hayatımda ilk defa susuz rakıyı Menderes'in karşısında içmiş oldum!..” Evet neymiş, Menderes viski içmezmiş, ama rakı içermiş…
(MBK’nin yayımladığı içkili fotoğraf, Kaynak: Demokrat Haber)
Tekrar darbe sonrasına dönersek, sabık Tekel Genel Müdürü Ömer Refik Yaltkaya ile Ankara Tekel Baş Müdürü Melih Sütar “düşüklerden Celal Bayar, Adnan Menderes ve Hadi Hüsman’a ithal malı viskileri hediye ettikleri” için yargılanıyorlar. Yassıada duruşmalarında Bedii Faik şunları söylüyor: “Şimdi burada süngüler arasında muhakeme edilirken benim aleyhlerinde yazı yazdığımdan bahsediyorlar. Onlar 10 yıl bunu yaptılar. Biz gizli celselerde muhakeme edildik. Grupta anamıza babamıza sövüldü. Onlar beyaz peynirle viski içtiler. Şimdi hangi mertlik ve karakterden bahsediyorlar?” Ve bu sözleri dinleyiciler tarafından şiddetle alkışlanıyor.
VİSKİ İÇMEKTEN VAZGEÇEN SOSYETİK BAYANLAR
Askerlerin viski tüketimine pek hoş bakmadıklarını hissettiren ufak tefek emareler var. Örneğin Leyla Erduran’ın 8 Ekim 1960 tarihli Cemiyet Haberleri sütununda “Viskiye Boykot” başlıklı haberindeki gibi: “Balık baştan kokar ama baştan düzelebilir de. Altı ay önce alt tabakalarında sucukla viski içilen cemiyetimizin şimdi üst tabakalarında hayırlı belirtiler var: İstanbul’un en zengin kadınlarından birçoğunu aralarında bulunduran bir hanımlar gurubu toplantılarında viski ikram edilmesi adetini kaldırmaya karar verdi. Bu kadar daha çok kimse tarafından benimsenir ve yukarıdan aşağı doğru yayılırsa milletçe kayıp sıkma yolunda bir deliklik merhale aşılmış olur. Yakın geçmişte uzunca bir müddet çok daha tiryakisi olduğu kahvesiz bile yapabilmiş toplumumuz için bu pek büyük bir mahrumiyet sayılmasa gerek. Zaten istemesek de çok geçmeden viski perhizine girilmesi mukadder: Bir Tekel yetkilisinden aldığımız bilgiye göre eldeki viski stoku hızla devam eden satışlar sayesinde azalıyor ve katiyen yeniden ithal düşünülmüyormuş.” Örneğin 28 Haziran 1961 tarihli Cumhurbaşkanlığı resepsiyonunda sadece bir şişe viski açılması gibi.
ÇETİN ALTAN VE VİSKİ
1961 yılında, viskiyle DP’lileri vurmaya çalışan Çetin Altan’ın başını viski ağrıtıyor. Çünkü aslında Çetin Altan sıkı bir viski tüketicisi. Bunu 4 Mayıs 1961 tarihli köşesinde şöyle itiraf ediyor: “Viski içmişim. İçtim ya, sıkıntıdan koca bir şişeyi bitirmişim bir saatte. Karıma kızmıştım, öleceğim demiştim. Ben ne zaman içsem karıma kızarım ve öleceğimi hatırlarım. Baykal bu ruh çalkantılarından ne anlar.” (Baykal dediği, 27 Mayıs darbesinin şahin kanadını oluşturan 14’lerden Rıfat Baykal. İkili, ünlü Nazi suçlusu Eichmann’ın Kudüs’teki yargılaması sırasında karşılaşmışlar. Orada Altan koca şişe viskiyi bitirmiş.)
Çetin Altan’ın viskisi daha sonra da başına dert oluyor, nitekim 17 Mart 1961 tarihli köşesinde basındaki yazar çekişmelerini anlatan sarkastik yazında “Bana da bu yakınlarda sağdan soldan çatıldığını görüyorum. Çatanların kimisi arkadaş, kimisi meslektaş… Sinirli sinirli şeyler yazıyorlar… Kimisi imkan bulunca viski içermişim diye öfkeleniyor, kimisi bir fıkrada hırt tipini yazmışım diye pireleniyor… Bazısı sosyalizm lafına karşı pek alıngan, bazısı gerici ithamına karşı kırılgan…” diye şikayet ediyor…
Meşhur anekdotu da hatırlatmadan geçmeyeyim: Viski sevgisini, 1998’de Viski adlı bir roman yazarak taçlandıracak olan Çetin Altan'a sorarlarmış: "Solcuyum diyorsunuz ama viski içiyorsunuz?" Cevap: "İçerim tabii, solcular her şeyin en iyisine layıktır.”
MEHMET ALİ AYBAR VE VİSKİ
Viskinin, Çetin Altan dışında solcu müdavimi var mıydı diye merak edenlere, Mina Urgan’ın "Bir Dinazorun Gezileri" adlı anı kitabındaki şu satırlar cevap olabilir: “Viskiden pek hoşlanmam ama ilk ‘malt viskimi böyle içmiş ve normal viskiden çok daha pahalı olan bu değişik viski türüne bayılmıştım. (Viskiden hoşlanmamamın nedeni Mehmet Ali Aybar’dır. Çok gençken, viskinin ne biçim bir içki olduğunu ona sormuştum. O da beni alaya almış, ‘bir tahtakurusu ezip kötü bir konyağın içine atarsın. İşte al sana viski!” demişti. Ben de elime aldığım her viski kadehinde, eskiden yazlarımızı zehir eden o tahtakurusunun kokusunu duymuştum yıllarca.)…” Mehmet Ali Aybar bildiğiniz gibi 1961-1971 arasında bir fırtına gibi esen TİP’in Genel Başkanı.
“Peki solcular arasında viski sevgisi yaygın mıydı?” diye soranlara da Ferit Edgü’nün 14 Mart 2003 tarihli Radikal Kitap’taki şu ifadeleri belki cevap olur: “…Bugüne değin, Paris'le ilgili hemen hemen hiçbir şey yazmadım. Oysa, yalnızca Lepic sokağıyla ilgili, yüzlerce sayfa yazabilirim. Paris'in en renkli, en büyük, en uzun, en zengin pazarı bu sokaktaydı. Yok yoktu. Av etleri, at etleri, balık, deniz ürünleri, sebze, meyve, kömür, odun, gazyağı... aklınıza ne gelirse. Ve tabii her tür içecek. Şaraplar, konyaklar, votkalar, likörler, paranız varsa şampanyalar... Sanırım viski yoktu. Çünkü viskiyi, o yıllarda ya tanımıyor, ya sevmiyorduk.”
Tekrar genele dönersek, 13 Haziran 1961 tarihli Milliyet’te kötü haber veriliyor: “Yerli viski imalatı olumlu sonuç vermedi. Bu nedenle viski üretmekten vazgeçildi… Talep olduğu takdirde ithal olunacaktır…” Aynı günlerde Refi Cevat Ulunay’dan o bildik şikayet boy gösteriyor: “Bu ülkede viski ithal edilmektedir ama ilaç edilmemektedir!”
12 Mart 1961 tarihli gazetede Suriye ile Mısır’ın birleşmesinin 3. yıldönümü törenleri için Kahire’ye giden Mehmet Ali Kışlalı’nın yazısında “Batılı bir müşahit hassas bir soru karşısında elinden bırakmadığı viski bardağının üzerine eğilip susmayı tercih” ediyor. 4 Ağustos’ta Kışlalı şöyle yazıyor: “Kahire’de Nil Hilton yapılıncaya kadar en şöhretli ziyaretçileri misafir etmiş olan Semiramis otelinin barında viskilerini yudumlayan Mısırlı zenginler Nasır’a küfrediyorlar. Sebep Başkan’ın her geçen gün sermayenin kudretini bir bir kırması, daha daha sosyalizme doğru ilerlemesi…” Viskiyi Batılı emperyalizmin bir sembolü olarak gördüğü anlaşılan Kışlalı’nın dediğine göre Nasır, kendisini sosyalist devlet kurmakla itham edenleri de şu sözlerle durdurmuş: “İlk sosyalist devleti Hazreti Muhammed kurmuştu”. Yazara göre “ertesi gün bütün gazetelerde sosyalizm ile İslam dini kucak kucağa” idi. (Bu birleşmeye dair yazım: “Yeni Nasır Olmak Kolay mı?”, Okumak için tıklayın)
OĞLUM, YAP BİR ‘İKİLİ KOALİSYON’!
6 Kasım 1961 tarihli Milliyet’teki ‘Olaylar ve İnsanlar’ köşesinde bir anekdot: CHP Artvin Senatörü Fehmi Alparslan, Anadolu Kulubü’ndeki garsona: “Fazla bir şey yemeyeceğim. Hafif tertip bir ikili koalisyon yapsınlar” der. Garson teredütle “Anlayamadım efendim, ne emrettiniz?” deyince gülen Alparslan’ın cevabı şu olur: “Evladım, bana bir kadeh Amerikan viskisiyle bir parça Rus salatası getiriver..”
17 Mart 1962 tarihli habere göre, CHP Adana Milletvekili, viski ikram ettiği gazetecilere “Masa başından memleket idare edilmez, Türkiye millet olarak Türk politikacısı ve partiler olarak silkinmek, kendine çeki düzen vermek, dinamik bir yola girmek mecburiyetindedir” demiştir. 10 Nisan 1962 tarihli gazetede ise Turhan Selçuk’un bir bebeğin ağzına biberon gibi uzatılmış bir viski şişesi çizimi ve üstünde şu yazıyı okuruz: “10 bin dolarlık çocuk maması yerine 150 bin dolarlık viski tahsisi var (Gazetelerden)” (Merak edenlere not: 1957’de başlayan yerli viski üretimi çabası 1963’te mutlu sona ermiş, ‘Ankara Viskisi’ Ankara Bira Fabrikası’nın kapatıldığı 2007’ye kadar üretilmiştir.)
SÜLEYMAN DEMİREL VE VİSKİ
1960 darbesi sonrasının siyasilerinden Süleyman Demirel’in başlangıçta viski içip içmediğini bilmiyorum ama neredeyse ömrünün sonuna kadar iyi bir viski içicisi olduğunu duyduk. Kimlerden mi? Örneğin Vehbi Koç, 11 Mart 1972'de Demirel'i Ankara Güniz Sokak'taki evinde ziyaret etmiş ve buluşmaların ayrıntılarını not defterine şöyle yazmış: "Bizi kapıda karşıladı. Oturduk, hatırımızı sordu. 'Birer viski içelim.' dedi. Birisi buz ve su getirdi, kendisi odanın bir tarafında bir dolaptan Chivas Regal çıkardı. 'Ne var ne yok, piyasa nasıl gidiyor?' diye sordu. Ciroların, karların iyi gittiğini söyledim, pek memnun kalmadı. (…) İkinci viski konuldu, o da içildi. Hep kendisi koyuyordu. Dehşet konuşuyor. Bir taraftan, 'Ben sizden bilgi alacaktım, bana fırsat vermediniz, beni konuşturdunuz’ diyordu; diğer taraftan da konuşmayı çok seviyordu. Mezemiz patlamış mısırdı. Viskiler üçe çıktıktan sonra o da serbest konuşuyordu, ben de... Anlaşılan çok okuyor, bilhassa iktisadi işleri gayet iyi biliyor ve istikbalden emin görünüyordu…”
Aradan geçen yıllarda viskiyle ilişkisini devam ettirdiğine dair bir ipucu da gazeteci Burhan Ayeri,’nin 21 Mart 2010’da Akşam gazetesinden Gülay Altan’a söylediği şu sözlerde var: “Bir de Demirel, hep 'Benim soğuk çayımı getirin' diye bağırırdı. Peçeteye sarılmış plastik bir bardak, içerken insanlara yaklaşmazdı da. Ben onun çay olduğunu hiç düşünmedim. Bana göre o kesin viskiydi, dopingini alırdı.”
Nitekim, eğitimci-televizyoncu Abbas Güçlü’ye göre 9 Haziran 2006 günü Kayseri Üniversitesi’de, Kanal D’de yayımlanan Genç Bakış programına konuk ettiği Demirel, program sonunda, kendisi için düzenlenen sazlı sözlü eğlenceyi sabah 05.00’te mantılı, pastırmalı yemeğini yiyerek viskisini içerek bitirmiş…
1990’dan itibaren Demirel’in özel doktoru olan Osman Müftüoğlu, Zaman gazetesinden Nuriye Akman’a “İçkiyi Demirel benden önceki dönemlerde bazen kullanmış. Eski yakın çalışma arkadaşlarının hepsi de Demirel'in güzel viski içtiğini bilir. Ben viskiyi iki kere içtiğini gördüm. Kendisini tanıdığım andan itibaren kırmızı şarap önerdim. Demirel içki içmek isteği zaman belki bir iki bardak kırmızı şarap içiyor. Tercih ettiği şaraplar genellikle ‘cabernet’ türü..” diyerek viskideki devamlılığı itiraf ederken, Demirel Nisan 2011’de İzzet Çapa’ya verdiği mülakatta “Viski içerim arada sırada. Viskinin markası olmaz. Viski viskidir. Dünyanın en güzel içkisidir. Sadece canım istediği zaman…” diyerek şüphecileri susturdu…
(Demirel ve diğer siyasileri ellerinde içki bardağı ile gösteren fotoğraf bulmak zor. Burada da su var kadehte!)
ZİNCİRBOZAN’DAKİLERE VİSKİ YETİŞMEDİ Mİ?
12 Eylül 1980 darbesinden sonra Zincirbozan’da ‘enterne edilen’ siyasilere viski yetiştirilemediğini Süleyman Demirel’in Mehmet Barlas’a anlattıklarından biliyoruz. 31 Temmuz 2014 tarihli Sabah gazetesindeki ifade tam olarak şöyle: “Önceki gün sevgili Ali Şen'in Bodrum'daki evinde ‘Zaman Tüneli’ne girdim... Yanımdaki koltukta Süleyman Demirel oturmaktaydı. Nahit Menteşe ile İsmet Sezgin'in sohbetlerine, Yavuz Donat ve Can Pulak katılmaktaydılar. Bu arada Can Pulak'ın nikâh şahidinin Nahit Menteşe olduğunu da öğreniyorduk… Karşımızdaki koltukta oturan Celal Doğan Zincirbozan'daki günlerini anlatıyordu. İhsan Sabri Çağlayangil beraberinde köpeğini de getirmek isteyince, Zincirbozan'ın komutanı ‘Bunun için Konsey'in izin vermesi gerekir’ demiş... Konsey de hem Çağlayangil'in köpeğinin kampa alınmasına, hem de gözaltındaki siyasilerin alkollü içkiler içebileceklerine izin vermiş... Ve sonunda viski yetiştiremedikleri için, Tekirdağ'dan partililerce getirilen rakıya dönmüşler…”
TURGUT ÖZAL VİSKİ İÇER MİYDİ?
10 Mayıs 2007 tarihli Vatan Gazetesi’nde Bilal Çetin’in yazdığına göre, Erdoğan, Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığını açıkladığı günlerde Bakanlar Kurulu’nda herkes Gül’ü kutlarken Savunma Bakanı Vecdi Gönül söz alıp şöyle demiş: “Çok isabetli bir tercih yaptınız. Türkiye ilk defa dindar bir cumhurbaşkanına kavuşacak. Turgut Bey için de dindar diyorlardı ama aslı yok. Rahmetli bir kere içki içerdi. Başbakanlık Konutu’nun tavanları patlatılan şampanyaların mantarları ile delik deşik olmuştu...” Çalışma Bakanı Murat Başesgioğlu ise, 'Ayıp olmuyor mu, siz Özal’la birlikte çalıştınız. Arkasından böyle konuşulur mu' demiş. Kavgayı Erdoğan önlemiş. Ne diyerek önlemiş, Çetin yazmamış.
Bunun üzerine Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök, Semra Özal’ı aramış (çünkü kendisi Özal’ın içki içtiğine hiç tanık olmamış), ve öğrendiklerini 11 Mayıs 2007 tarihli sütununda şöyle özetlemiş. “Çok seyrek içki içerdi. Arada bir biz zorlayınca bir kadehe konyak koyar içerdi. Ama 1987’deki kalp ameliyatından sonra ağzına hiç içki koymadı.” “Peki resmi davetlerde?” “Beyaz şarap yerine elma suyu, kırmızı şarap yerine vişne suyu koyup içerdi.” “Ya çevresindekilere karışır mıydı?” “Asla karışmazdı. Örnek mi istiyorsun, işte ben. Ben viskimi içerdim.” (Semra Özal, 2011 yılında İzzet Çapa’ya “Kuran da okurum eğlenceye de giderim. Kuran’ı Arapça okurum, her gün 5 vakit namazımı kılarım. Ama davete gidip viskimi de içerim. Hepsinin yeri ayrıdır” diyerek İslam modernizminin özgün bir formülünü vermişti.) Özkök ısrarlı: “Peki şampanya patlatma…” “Tamamen yalan, hiç böyle bir şey olmadı.”
ÖZAL DRAMBUİE Mİ İÇERDİ?
Aynı gün konuya Milliyet yazarı Güneri Civaoğlu da dahil olmuş ve şöyle yazmış:
“AKP'li bir bakanın 'Çankaya'ya ilk kez dindar bir cumhurbaşkanı çıkacak, çünkü Turgut Özal içki içerdi' dediği ve buna eski ANAP'lı bir bakanın karşı çıktığı... Aralarında tartıştıkları yazıldı. Gerçekten içer miydi? Özal ile pek çok kez aynı ortamda bulundum. Bir kez bile içtiğini görmedim. Hatta dönemin Yunanistan Başbakanı Papandreu, Davos'taki bir otelde 'peynir-şarap' partisi vermişti. Orada ikram ettiği şarabı, Özal reddetmemiş ama sadece elinde gezdirmişti. Bir yudum bile almamıştı. Fakat... Özal'ın en yakın çevresinden çok uzun yıllara dayanan yakın arkadaşlarım var. Onlardan Özal'ın, bazen gecenin geç saatlerinde telefon ederek 'Seninle konuşacağım, Drambuie'ni al gel' dediğini dinlemiştim. Drambuie, hazmettirici özellikte, alkol oranı düşük, tatlı bir likördür. Özal, böyle tatlı diğer marka likörlerden de içermiş. Ama o kadar... Sert alkollü içecekler değil. Şarabı ise ağzına koymazmış.
Bakanın, 'Başbakanlık Konutu'nda şampanyalar içilirdi. Salonun tavanı patlatılan şampanya tıpalarıyla delik deşikti' iddiasına gelince... Şampanya içildiğine ben de birkaç kez tanık oldum. Özellikle çoğu Ahmet Özal'ın arkadaşı olan genç banka genel müdürleri, başkanları, ellerinde şampanya kadehleriyle salonda sohbet ederlerdi. Özal'ın elinde portakal suyu olurdu. Tavan da şampanya tıpalarıyla delik deşik değildi…” Neyse içimiz rahatladı, Özal viski değil Drambuie içermiş ve Çankaya’nın tavanı delik deşik değilmiş…
(Turgut Özal ve Semra Özal, bir kahvaltı sofrasında)
BODRUM’DA VİSKİ İÇİN AĞAR
Yakın tarihte viskinin politik bir bağlam içinde kullanıldığı cümleleri taradığımda karşıma şu haber çıktı. 1959 yılında başlayan ’49’lar Davası’ mağdurlarından, 1994 yılında İstanbul’da derin eller tarafından silahlı saldırıda öldürülen Avukat Medet Serhat’ın 20. ölüm yıldönümünde, eşi Yurdanur Serhat “Eşimi katline neden olanlar, Mehmet Ağar, Tansu Çiller ve Süleyman Demirel’dir. Mehmet Ağar, hakkındaki yargılamalara katılmamak için yüksek tansiyon hastası olduğunu gerekçe göstererek rapor aldı. Oysa biliyoruz ki Bodrum’da oğlunun kafesinde viski içiyor. Ben de şunu sormak istiyorum, 20 yıldır bizim tansiyonumuz hiç düştü mü?” demiş.
EKŞİSÖZLÜK’TE VİSKİ
Gazetelerde günümüzün liderleri Recep Tayip Erdoğan, Ahmet Davutoğlu, Kemal Kılıçdaroğlu veya Devlet Bahçeli’nin içki alışkanlıklarına dair bilgi veya dedikodu var mı diye özel olarak araştırmadım. Sadece Vefa Zat’ın “Alparslan Türkeş balo olduğunda değişik içkiler içerdi” sözüne ve CHP'li vekil Aydın Ayaydın’ın Instagram hesabından paylaştığı bir fotoğrafta Kılıçdaroğlu'nun hemen önünde viski şişesi ve içi dolu viski bardağı olduğuna dair habere rastladım. İddialara göre Aydın Ayaydın bu ayrıntıyı fark edince fotoğrafı apar topar silmiş fakat Kılıçdaroğlu'nun alkollü fotoğrafı tepki toplamıştı. Günümüzde gençler arasında viskinin ne kadar popüler olduğuna dair bir izlenim edinmek için ise Ekşisözlük’e baktım. Gördüm ki rakı için 167 sayfa, bira için 152 sayfa, şarap için 88 sayfa, viski votka için 43 sayfa ayrılmışken (yan başlıkları saymadım) viski için 51 sayfa girdi yapılmış. Hepsini okudum. Viskiye genel olarak saygı duyuluyor. Beğeniliyor. “Yaşlı içkisidir” diyenler var ama “Kralların içkisidir, içkilerin kralıdır” gibi aforizmaları saymazsak, sınıfsal analiz, sınıfsal suçlama çok çok az. Hele sağ ve sol muhafazakarların diline pelesenk olan “Viski ABD emperyalizminin sembolüdür” türünden analizler hiç yok.
Yazının başına dönersek, son günlerde Devlet Bahçeli o hakaret sözlerini sarf ettikten sonra KONDA Araştırma Şirketi Genel Müdürü Bekir Ağırdır, katıldığı NTV canlı yayınında "Gülümseyelim diye söylüyorum, herhangi bir polemiğe dahil olmak için değil. MHP seçmeninin yüzde 28,8'i içki içiyor. Bira veya viski. HDP seçmeninin yüzde 22'si. Yani MHP seçmeni daha fazla içki içiyor. MHP seçmeninin yüzde 4,8'i viski içiyor. HDP seçmeninin de 3,8'i. (…) Bu saçmalıklar üzerinden siyaset falan konuşamayız. Konuşmamalıyız ya da bunu hak etmiyoruz.” demişti.
Ben yazımı benzer sözlerle bağlayayım: Siyaset böyle saçmalıklarla yürütülmeyecek kadar ciddi bir iştir… Hele de bugünlerde…
.
Her daim itibarlı (!) meslek: Jurnalcilik
17.8.2015 - Bu Yazı 1117 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Her hafta, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmalarından veya eylemlerinden esinlenerek yazı yazmaktan hoşnut değilim ama bir yandan da bu kaçınılmaz. Ne de olsa ülkemizin en büyük ‘kanaat önderi’ Erdoğan’ın ağzından çıkan Allah kelamı muamelesi görüyor. Son olarak bilmem kaçıncı kez yaptığı ‘Muhtarlar Toplantısı’nda, muhtarlara bu süreçte (?) çok iş düştüğünü (?) söyleyen Erdoğan, "Benim muhtarım, hangi evde kim var? Gelecek gayet uygun ve sakin bir şekilde kaymakamına, emniyet müdürüne bildirecek" dedi. Daha sonra bazı muhtarlar, bu amaçla bir sistemin altı aydır faaliyette bulunduğunu açıkladılar medyaya. Uzatmayayım, ben de bu hafta muhbirliğin tarihinde gezmeye karar verdim.
KAVALALI VE II. MAHMUD ETKİLEŞİMİ
16. yüzyıl devlet adamı Gelibolulu Mustafa Ali, Sasani hükümdarı Ardeşir’in uygulamalarını örnek gösterip gizli polis teşkilatı kurulmasını önermiş ama bu öneriyi yaşama geçirmek ancak yarım asır sonra mümkün olmuştu. Kaynaklara göre IV. Murad (ö. 1640) ilk kez muhbir (ihbarcı) kullanan padişah idi.
Ama ihbarcılık işinin sistematikleşmesine daha çok vardı. 19. yüzyıldan itibaren bu işin adı ‘jurnal’ oldu. ‘Jurnal’ Fransızca ‘journal’ kelimesinden geliyor ve ‘günlük’, ‘haber’ gibi olumlu veya nötr anlamlardan ‘gizlice bildirme’, ‘ele verme’, ‘kötüleme’ gibi olumsuz anlamlara uzanan geniş bir anlam yelpazesine sahip. ‘Jurnal’ terimine ilk olarak II. Mahmud Dönemi’nde (1808-1839), merkezin baş belası olan Mısır Valisi (Hıdivi) Kavalalı Mehmet Paşa’nın yazışmalarında rastlıyoruz. Paşa, önce haftada bir, sonra her gün rapor istemiş bu işle görevlendirdiklerinden. II. Mahmud, ordusuyla Kütahya’ya kadar gelen Kavalalı’yı sevmiyor ama bu icadını çok beğeniyor ve jurnalcilik işini sistemli hale getiriyor. Öyle ki, jurnal usulüne dair bir talimatname yayımlıyor.
(Solda Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı gösteren bir gravür, sağda Henri-Guillaume Schlesinger’in fırçasından II. Mahmud)
JURNALLER CERİDE NAZIRI’NA İLETİLE!
II. Mahmud Dönemi bildiğiniz gibi Sırp, Yunan isyanları, Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Tepedelenli Ali Paşa isyanları, Cezayir’in Fransızlar tarafından işgali gibi olayların yaşandığı sıkıntılı bir dönem. 1826’de Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla başlayan reformların bir parçası jurnalcilik.
Orhan Koloğlu’nun aktardığına göre II. Mahmud’un talimatnamesi (sadeleştirilmiş dille) şöyle: “Vilayet merkezleri, kaza ve kasabalarda yöneticiler ve ileri gelenler tarafından bir jurnal katibi atanacaktır. Bunlar, milletin malının korunması, refah ve halkın huzuru ile ilgili iyi ve kötü meydana gelen her türlü işin bilgisini toplamak, bunun için büyük ya da küçük her türlü işi kaydedip jurnali hazırlamak ve İstanbul’a ulaştırmakla yükümlü olacaklardır. Bu iş için nüfus defteri kayıt tutucuları da kullanılabilir. Jurnal katibi her gün meydana gelen davalar, hükümet işleri, kanunlar, evlenme, doğum, ölüm, hacca gidip-geliş, göç ve ticaret sebebiyle seyahat, ekinler, ürünler ve bütün gerçek ve açık hesapta olmayan şeyleri yazmakla görevlidirler. Bunlar bir üst makamda toplanacak ve sonunda vali ya da mütesellim tarafından Ceride Nazırı’na (Takvim-i Vekayi Nazırı’na) ulaştırılacaklardır.”
ABDÜLMECİD VE KAMUOYUNUN KEŞFİ
II. Mahmud’un jurnalcilikten muradının bilgi edinmek ve ona göre politikalarını düzenlemek mi yoksa devlete, sultana, düzene karşı gelenleri cezalandırmak mı olduğunu bilecek kadar veriye sahip değiliz. Ama halefi Abdülmecit’in (dönemi hakkında: “150. yıldöneminde Abdülmecit”, okumak için tıklayın) ilk dört yılına ait yüzlerce sayfalık ‘havadis jurnalleri’ni incelemiş olan Cengiz Kırlı, kaynakçada belirttiğim kitabı hakkında Toplumsal Tarih’in Temmuz 2009 tarihli 187. sayısında yayımlanan söyleşisinde şöyle özetliyor bulgularını: “Jurnaller İstanbul’da yaşayan veya geçici olarak İstanbul’a gelmiş olan sıradan insanların gündelik sohbetlerine kulak kabartan hafiyelerin, sohbeti yapanların kendi ağzından naklettiği raporlar. Sohbeti yapan kişinin ismi, hangi devletin tebaası olduğu, sohbetin hangi mekanda ve hatta hangi gün ve saatte yapıldığı gibi ayrıntılar da jurnallerde yer alıyor. Başka bir deyişle bu jurnaller halkın gündelik konuşmalarından fotoğraf kareleri. (…) Jurnallerin tamamı Türkçe olarak kaleme alınmış olmakla beraber İstanbul’da konuşulan farklı dillerde yapılmış azımsanamayacak sayıda sohbetin kaydı da tutulmuş. (…) Dolayısıyla, jurnallerin bütününe baktığımızda odaklanılmış belirli bir grup göze çarpmaz. Mümkün olduğunca geniş bir ‘kamuoyunun’ nabzı tutulmaya çalışılmış. Bu nedenle jurnallere yansıyan sohbet konuları büyük çeşitlilikler gösterebiliyor. Kıyamet alametlerinden duvar altında kalıp ölmüş bir küçük kızın annesinin feryadına, geçim sıkıntısından devlet ricalinin atamalarına, İngiltere ile Çin arasındaki Afyon Savaşı’ndan Fransız kralına suikast girişimine kadar dramatik, eğlenceli, kaygılı, umutlu ve meraklı her türlü sohbet jurnallerde yer almakta. 1840’lı yıllarda insanların ne konuştuklarına 170 yıl sonrasında kulak kabartmak için bu jurnaller gerçekten çok değerli bir pencere açıyor.”
ABDÜLAZİZ’İN TALİMATNAMESİ
Abdülmecit’in halefi Abdülaziz döneminde ise ‘jurnalciler’ adlı yeni bir memuriyet ortaya çıkıyor. Orhan Koloğlu’nun aktardığına göre 1871 yılında Tanzimat reformlarının takipçisi Ali Paşa’nın ölümünden sonra Sadrazam olan Mahmud Nedim Paşa şöyle bir talimatname göndermiş vilayetlere: “Şura-yı Devlet muavinlerinden ve ülkenin çeşitli yerlerindeki yetenekli ve ahlak sahibi kimselerden jurnalci namıyla Anadolu’nun üç kolu için her yöne üçerden dokuz ve Rumeli cihetine dahi altı memur seçilerek, her bir ya da iki ayda, biri birinin ardından ülkeyi dolaşarak şahit oldukları ve topladıkları ülke ve halk ile ilgili haberleri jurnal ederek parça parça Bab-ı Ali’ye göndermeleri ve dönüşlerinde genel görüşleri ile ilgili jurnallerini vermeleri istenecektir. Bu şekilde yapılan çalışmalar neticesinde alınacak tedbir ve yapılacak ıslahatlar sultan tarafından verilecek fermana uygun olarak Bab-ı Ali tarafından gerçekleştirilecektir.”
II. ABDÜLHAMİT’İN YILDIZ HAFİYE TEŞKİLATI
Abdülaziz’in 30 Mayıs 1876’da bir saray darbesi ile tahttan indirilmesi, 4 Haziran 1876 günü de öldürülmesi, yerini alan V. Murad’ın da 93 gün sonra ‘ruhi bunalım’ gerekçesiyle tahttan indirilmesi üzerine 31 Ağustos 1876’da tahta geçen II. Abdülhamit, kucağında birbirinden belalı pek çok mesele bulmuştu. Bosna-Hersek ayaklanması, Karadağ yenilgisi, Sırbistan’ın ve nihayet Rusya’nın Osmanlı’ya savaş açması yetmezmiş gibi, 1878 yılında Ali Suavi’nin ve Scalieri Aziz Bey komitesinin darbe teşebbüsleriyle zaten evhamlı biri olan padişah “Dış ve iç tehlikelere karşı gereken tedbirleri almak korkaklık alameti değil insanlık icabıdır” dedi ve Yıldız Sarayı’na kapandı. Ardından II. Mahmud döneminden beri gündemde olan jurnalcilik işinin deyim yerindeyse ‘suyunu çıkarttı’.
(Solda ‘Şehzade Abdülhamit’, sağda ‘Halife-Sultan II. Abdülhamit’
Yazının sonunda nedenlerini anlatacağım üzere, elimizde II. Abdülhamit döneminin jurnallerinin asılları yok. Öte yandan tüm jurnaller okunup tasnif edilmiş de değil. Yıldız Hafiyye Teşkilatı da kağıt üzerinde bir örgütlenme. Her şey Abdülhamit, onun adamları ve jurnalciler arasında geçiyor. Bu ilişkilerin kaydı da yok. Bu yüzden ikincil, üçüncül kaynakların yorumlarına dayalı olarak değerlendirme yapabiliyoruz. Bildiklerimiz şunlar:
Abdülhamid’in özel doktoru Mavroyani Paşa, 1891’de yayımlanan risalesinde ilk gizli teşkilatın İngiliz Elçisi Stratfort Cunning’in telkinleriyle kurulduğunu söylüyor. Paşa’ya göre Napolyon Bonapart döneminde Fransa’da gizli emniyet teşkilatını kuran Vidocq adlı kişinin tecrübeleri incelenmiş, Civinis Efendi adlı Korfulu ya da Kefalonyalı bir Rum, albay rütbesiyle polis şefi yapılmış. Polis Umumi Müfettişliği’ne de Kont Edouard Lefoulonu getirilmiş.
23 ‘CİHET’TE ÇALIŞAN BİNLERCE JURNALCİ
Orhan Koloğlu’na göre bunun dışında doğrudan Abdülhamit’e bağlı olan Yıldız Hafiyye Teşkilatı vardı. (Hafiyye, Arapça ‘gizli’ demek olan ‘hafa’ kelimesinden geliyor.) Bunun başına da Fransa’dan getirttig?i Mösyö Bonin’i getirilmişti. (Abdülhamit’in yabancı veya gayrimüslim uzmanlara yönelik ilgisi ayrı bir yazı konusu.)
İlknur Haydaroğlu’na göre Yıldız Hafiye Teşkilatı şu 23 ‘cihet’te çalışıyordu: 1)Yıldız, 2) Beşiktaş (Sarıyer’e kadar), 3) Bab-ı Ali, 4) Mekatib-i Askeriye, 5) Beyoğlu, 6) İstanbul ve Mevlevihaneler, 7) Üsküdar, Çamlıca ve Zeşzadegan Kaşaneleri, 9) Bab-ı Seraskeri, 10) Fatih, 11) Medreseler, 1) Şeyhülislam Kapısı, 13) Adalar, 14) Liman İdaresi, 15) Makriköy (Bakırköy) ve Ayestefanos (Yeşilköy), 16) Şişli, 17)Tersane, 18) Yıldız Sergi Dairesi, 19) Anadoluhisarı-Kanlıca-Çubuklu, 20) Nefs-i Zaptiye, 21) Bilimum tekke ve zaviyeler 22) Kadıköy, 23) Beykoz.
Bir de ‘Ser Hafiye-i Hazreti Şehriyarı’ unvanlı, doğrudan padişaha rapor veren, polisten bağımsız reisler altında çalışan örgütlenmeler var. Örneğin Kabasakal Mehmet Paşa Takımı, Fehim Paşa Takımı, Beşiktaş Muhafızı Hasan Paşa Takımı, Yaver-i Şehriyarı Ahmet Celaleddin Paşa Takımı, Askeri Mektepler Müfettişi İsmail Paşa Takımı gibi. Anlaşılan o ki Abdülhamit bu ekipleri birbirinden bağımsız ve rekabet halinde çalıştırmış.
Jurnalciler ordusunun sayısı meçhul. 23 merkezde görevli 990 hafiyenin adını veren bir risale var. 1909’da jurnallerin tasnifinde çalışan Asaf Tugay’a göre tam olarak 1.058 kişiydiler. 1896’dan itibaren çeşitli devlet görevlerinde bulunan Süleyman Kani İrtem’e göre 30 bini aşıyordu. Sayı muhtelif ama bazı isimler var ki, bütün kaynaklarda geçiyor. Bunlar arasında Abdullah Cevdet, Mihran Efendi, Ahmet Ziya Bey, Apik Bey, Ahmet İhsan Bey, Ohannes Ferid Bey, Tevfik Bey, Ali Saip Bin Hüsnü Bey gibi önemli gazeteciler, İzzet Paşa, Münir Paşa, Celal Paşa, Zeki Paşa, Memduh Paşa, Selim Melhame, Baba Tahir gibi yüksek devlet görevlileri var…. (Keşke yerimiz olsa da Asaf Tugay’ın 1058 kişilik listesini buraya aktarabilsem… Hakikaten yazarın dediği gibi tam bir ibret vesikası.)
“ABDÜLHAMİT JURNALCİLERİ HOR GÖRÜRDÜ”
Abdülhamit Dönemi sansürü üzerine çalışan Cevdet Kudret Aksal’a göre II. Abdülhamit, jurnalcıları hem kullanır, hem de hor görürdü. Bir başka yazar Ahmet Semih Mümtaz’a göre “Gerçi jurnalcileri o da sevmezdi. Lâkin bin yalanın içinden bir dog?runun çıkacag?ını hayal ederek bu zararlı adamları terslemezdi. Hatta, ne olduklarını bildig?i için, bazılarının jurnallerini hiç açmaz, bir tarafa atardı.”
Gerçekten de, 1909’da tahttan indirildikten sonra Yıldız Sarayı’nda bir oda dolusu hiç açılmamış jurnal bulunduğunu yazar kaynaklar. Peki Abdülhamit’in amacı neydi derseniz, selefleri II. Mahmud ve bir ölçüde Abdülmecid gibi ‘kamuoyu yoklaması yapmak’ ve poltikalarını buna göre tayin etmek değildi öncelikli amacı. Abdülaziz’le başlayan, ‘cezalandırmak için bilgi toplamak’ fikrine daha yakındı ama Abdülhamit’in muhaliflerine karşı tavrı gayet yumuşak sayılabilir. Çoğu zaman maaşa bağlayarak sürgüne göndermeyi veya elverişsiz bir bölgede göreve atamayı tercih ederdi. Nadim olduğunu söyleyenleri affetmesi de hiç nadir değildi. (1894-1896 arasındaki Ermeni katliamlarını ayrı bir kategoriye alıyorum. Bu konudaki yazım: Okumak için tıklayın)
‘EL ÜFÜRÜK’ EBULHÜDA’NIN JURNALLERİ
Jurnalleri verenlerin kimliği, jurnallerin içeriği ve Abdülhamit’in tutumu konusunda fikir vermek için bir kaç örnek aktarayım: 1876’dan itibaren Abdülhamit’in ‘üfürükçüsü’ ve ‘muskacısı’ olan Sayyadîzâde Ebulhüdâ Efendi (ki kendisi Rufai Tarikatı’nın şeyhlerinden olup, Abdühlamit’in bir rüyasını tabir ettikten sonra yıldızı parlamıştı) asılsız jurnalleri, adam kayırmacılığı, yolsuzlukları ve usulsüzlükleriyle meşhurdu ama Kazaskerliğe kadar da yükselmişti. Ama bu yetmemişti, en büyük arzusu Şeyhülislâm olmaktı. Bu konuda en büyük rakibi olan Şazeli Tarikatı şeyhi Zafiri’yi gözden düşürmek için, padişahın bazen cuma namazını kıldığı Şazeli dergahının camiinde bir bomba patlatılacağına dair sahte bir jurnali Romanya’daki adamı aracılığıyla padişaha gönderecek kadar gözü kararmıştı. Padişah jurnali Ebulhüda’nın gönderdiğini tespit ettiği halde bir daha o camiye ayağını basmamış, Zarifi gözden düşmüş ama, Ebulhüda ayrıcalıklı konumunu sürdürmeye devam etmişti.
İ. Hakkı Uzunçarşılı, 1878 yılı sonunda, Mithat Paşa’nın Suriye’de vali olarak göreve başlaması ile beraber Deli Nusret Paşa, Süruri Efendi ve Mahmut Celalettin Bey gibi düşmanlarının Paşa’yı Saray’a jurnallemeye başladıklarını söyler. Öyle ki iddialar arasında Mithat Paşa hakkında Suriye’de hükümdarlığını ilan edeceği bile vardı.
GEDİKPAŞA TİYATROSU’NU KAPATTIRAN JURNAL
1859’da İstanbul’a çeşitli tarihlerde gelmeyi adet edinen Souillier Sirki için yapılan, sirkin 1864’te Maslağa taşınması üzerine Ermeni sanatçılar Hovan Kasparyan ve Karabet Papazyan ve topluluğu tarafından sözlü ve sözsüz pandomim gösterileri için kullanılmaya başlayan ve 1867’de ünlü tiyatro adamı Güllü Agop tarafından onarılan Gedikpaşa Tiyatrosu’nun ortadan kalkması, Ahmet Mithat Efendi’nin Çengi ve Çerkez Özdenleri adlı oyunda hem ahlaka aykırı hem de hanedana karşı halkı ayaklanmaya teşvik edici sözler bulunduğu yolundaki ‘jurnaller” sonucu olmuş, tiyatro 400 belediye çavuşu tarafından 1884’te bir gecede yıkılmıştı. (Tiyatro tarihimize dair şu yazımı da hatırlatayım: “Reisicumhur olabilirsiniz, fakat tiyatrocu olamazsınız”, Okumak için tıklayın)
TRABZON VALİSİ SEVİNÇTEN BANDO MIZIKA MI ÇALDI?
1892’de Trabzon Valisi Ali Bey hakkında, İstanbullu bir Rum olan Geogiades ile evli olduğu için yaşam tarzıyla halkı rahatsız ettiği, Ali Bey’in dans edip, kart oyunları oynadığı, içki içtiği belirtilmekteydi. 1894’teki büyük İstanbul Depremi sonrasında Ali Bey’in halefi Kadri Bey için yazılan 20 kadar jurnalden birinde “İstanbul’da Sultan II. Abdülhamit’in Yıldız Sarayı sallandı diye Trabzon’da Vali İbrahim Kadri Bey sevincinden bando mızıka çaldı” diye yazıyordu. Oysa Vali Bey, her hafta cumartesi günü bando çaldırırdı. Abdülhamit, kendisinden beklendiği üzere bu jurnale gülüp geçmedi ve ciddi bir soruşturma açtırdı. Ancak Kadri Bey’in 1903’e kadar görevde kalmasına ve her cumartesi bando mızıka çaldırmaya devam etmesine bakılırsa, Abdülhamit’i, kötü bir niyeti olmadığına inandırmayı başarmış olmalıydı!
“ÇERKES TARİHİ YAZIYOR EFENDİM..”
Yıldız Sarayı’nda mabeyn kâtibi olarak çalışırken, Çerkes tarihini yazmaya kalkan Hacı Mustafa Raşit Bey, 1886’daki Kahire’deki Çerkes Cemiyeti’yle ilişkili olduğu yolundaki jurnaller sonunda önce beş değişik yere sürüldükten sonra Trablus’a İstinaf Mahkemesi Reisi olarak gönderilmişti. (Abdülhamit’in Çerkes alerjisinin nedeni, büyük kardeşi sabık padişah V. Murad’ı hapis olduğu Çırağan Sarayı’ndan çıkarıp tekrar tahta geçirmek isteyen Ali Suavi’nin işbirliği yaptığı kişilerin arasında Saray’daki Çerkes kadınların olması idi.) Bu olayda muarızını maaşlı bir göreve atayan Abdülhamit’in bazı durumlarda maaşı kesmeden ama bir göreve de atamadan sürgünler yaptığını biliyoruz.
HEM JURNALCİ, HEM MAĞDUR ABDULLAH CEVDET
Askerî Tıbbiye öğrencisi iken 1889’da İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni kuran dört kişiden biri olan Abdullah Cevdet’in hem jurnal verdiğini hem de jurnal kurbanı olduğunu not edelim. Abdullah Cevdet aleyhindeki jurnaller ciddi bir yekun tutunca 1895’te Abdülhamit’e muhalefet suçundan tutuklanarak Trablusgarp’a gönderildi ama Abdülhamit’in yufka yüreği sayesinde, kısa bir hapislikten sonra Trablus Merkez Hastanesi’nde göz hekimliği yaptı, hastane yakınlarındaki evinde diğer sürgünlere hürriyetçi şiirlerini okudu. Ancak Trablusgarp’ın ‘cehennemi’ Fizan’a gönderileceğini haber alınca, 1897 yazında bir maltız kayığı ile Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp’taki varlığının sembolü olan köhne Muzaffer korvetinin gözünün içine baka baka önce Tunus’a, oradan da Avrupa’ya kaçacaktı.
JURNALLERLE TRABLUSGARP’A
5 Aralık 1896’da İstanbul’dan kalkan Canik vapuru ile Libya’ya gönderilen Hacı Ahmet Efendi’nin başını da Abdülhamit’i devirmek için komite kurduğuna dair jurnaller yakmıştı. Jurnalcilere göre komitenin üyeleri arasında İstanbul Merkez Kumandanı Müşir Kazım Paşa, Ayan Meclisi üyesi Kürt Seyid Abdülkadir, Numune-i Terakki Mektebi Müdürü Nadir Bey de vardı. Nadir Bey sarhoşlukla ağzından birkaç söz kaçırınca, Abdülhamit’in hafiyeleri olayı derhal Yıldız’a bildirmiş, diğerlerine bir şey olmamıştı ama Hacı Ahmet Efendi, Trablusgarp’ın yolunu tutmuştu. Yanında Kocamustafapaşa’daki Bedevi Tekkesi Şeyhi Naili Efendi ile Humus’a sürülen kardeşi Hakkı Bey ile Bingazi’ye sürülen diğer kardeşi Yümni Bey de vardı. Bu ailenin suçu da Jön Türklerle ilişki içinde olmaktı.
ŞEREF KURBANLARI
Trablusgarp’a Şeref vapuruyla geldikleri için başlangıçta “Şeref Yolcuları”, bir süre sonra “Şeref Kurbanları”, kurtuluşlarından sonra da “Şeref Kahramanları” diye anılan grup ise hakkında en çok bilgi sahibi olduğumuz sürgünler. Babası Sadullah Koloğlu, 1947-1948 arasında Libya Başbakanı olan tarihçi Orhan Koloğlu’na göre (ki ailenin soyadı Kuloğullarından geliyor) jurnallerle tespit edilen çoğunluğu Tıbbiye Mektebi öğrencisi olan 77 kişi, 28 Ağustos 1897’de Şeref vapuruna bindirilmiş, ambara doğru yürürken güverte üstünü dolduran sırmalı nişanlı subaylara “Yuha!” diye bağırmışlardı. Çoğu padişaha bağlı memur ailelerinin çocuklarının çektiği bu “Yuha” saltanatın sona ermekte olduğunun bir işaretiydi.
Ancak Şeref Yolcuları dokuz aylık baskı ve beyin yıkama faaliyetinden sonra 21 Haziran 1898 günü valinin huzurunda “Bundan böyle padişaha sadakatle hizmet edeceklerine, fesatlarla meşgul olmayacaklarına, herhangi bir şekilde firar ederek Avrupa’da kötü yayınlar ile uğraşanlara katılmayacaklarına Vallah ve Billah” yemin ettiler ve “Padişahım çok yaşa” diye bağırdılar. Rivayete göre bazıları “Padişahım baş aşağı!” diye bağırmıştı. Sürgünlere eski rütbeleri verildi, asker olanlar orduda, mülkiyeliler vilayette, tıbbiyeliler hastanelerde Abdülhamit’i devirmek için çalışmaya devam ettiler…
HERZL, NEWLINSKI VE VAMBERY
Siyonizm düşüncesinin müellifi Theodore Herzl, Yahudilere bir yurt temin etmek için II. Abdülhamit’le görüşme girişimlerinden ilkini, Haziran 1896’da Abdülhamit’in hafiyelerinden Leh asıllı Kont Philipp de Newlinski aracılığıyla yapmıştı. Bir başka girişim, Haziran 1900’de Abdülhamit’in bir başka hafiyesi Macar Yahudisi Şarkiyatçı Arminius Vambery aracılığıyla yapılmıştı. 1901 sonu veya 1902 başındaki üçüncü girişim de muhtemelen Vambery aracılığıyla oldu. (Bu konuyu ilerde yazacağım için ayrıntıya girmiyorum.)
AHMET SAMİM VE EBUZZİYE TEVFİK’İN JURNALLERİ
17 Mart 1904 tarihli bir jurnal ise (1910’da İttihatçılarca öldürülecek olan), Sada-yı Millet gazetesi başyazarı Ahmet Samim Bey tarafından kaleme alınmış. Sadeleştirerek aktarıyorum: “Azori adında bir Suriyeli (Teyakkuz-ı Millet-i Arap) adında hükümdar aleyhinde gayet zararlı bir kitap yayımlamıştı. Padişahın kutsal çıkarlarına karşı olan bu olayı arz ederim…”
Bir başka ünlü gazeteci Ebuzziya Tevfik’in tarihini tespit edemediğim bir jurnali ise şöyle: “Çakmakçılar yokuşundaki ünlü Vali Hanı İranlıların istilası altında olup ter türlü teftiş ve aramanın dışındadır. (…) Bu Valide Hanında bir İran şirketinin matbaası vardır bu matbaada hiç kitap ayrımı yapılmadan basılmaktadır. Örneğin Ziya Paşa’nın Zaptiye Nazırı Hasan Paşa’nın dilinden yazdığı ünlü Zafer name Şerhi orada birçok kez basılarak ülkenin her tarafına dağıtıldı. Bu şirket Namık Kemal’in ‘Vatan yahut Silistre’ adındaki tiyatrosu ile ‘Zavallı Çocuk’ adındaki bir tiyatrosunu şimdiye kadar elli defa basmıştır (…) Bu matbaalar ayrıca toplumun ahlakını bozacak eserler de basmaktadırlar….”
BELÇİKALI BOMBACI JORRİS’E 500 ALTIN
Abdülhamit 21 Temmuz 1905 günü kendisine karşı bombalı suikast girişiminde bulunan Belçikalı anarşist Jorris’i bile affedip 500 altın ihsan ederek jurnalci yapmıştı. Jorris’ten beklenen Avrupa’daki Ermeni komitacılarını jurnallemekti. İleriki yıllarda ortaya çıkacağı gibi bu olayla ilgili olarak Ermeniler de jurnallemişti bombacıları. Hatta o sırada Osmanlı Devleti’nin Londra Sefareti’nde Üçüncü Sekreter olan Esat (Paker) Bey anılarında Padişah’ın kendisine hazırlanan suikasttan haberdar olduğunu, Abdülhamid’in bu konudaki istihbaratı Londa Sefiri Kostaki Muzurus Paşa’dan, Muzurus Paşa’nın da bir Ermeni’den almış olduğunu yazmıştı.(Ayrıntılı bilgi için: “1905 Bomba Olayı ve 1909 Adana İğtişaşı”, Okumak için tıklayın)
EMANUEL KARASU EFENDİ DE JURNALCİYDİ
Jön Türk hareketinin ünlü üyelerinden Emanuel Karasu Efendi’nin de iki jurnaline rastlanmış. Birincisinde sergiye gitmek bahanesiyle Avrupa’ya giden Tabip Rıfat ve Mehmed Aziz efendilerin “aslında fesada katılmak amacında oldukları ve bunlara müsaade edilmemesi” isteniyor. Karasu’nun ‘fesad’ dediği İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin faaliyetleri. İkincisinde “Avrupa’da yayınlanan halkın düşüncelerini bozan gazetelerin Selanik’te umumi kahvehanelerde serbestçe okunduğu fakat bunların Polis Dairesince katiyen engellenmediği” yolunda. Bu gazetelerin de İttihatçılar tarafından yayımlandığını tahmin etmişsinizdir. İlginç olan Emanuel Efendi’nin 27 Nisan 1909’da Abdülhamit’i halleden beş kişilik heyette olması ve 1908, 1912 ve 1914 seçimlerinde İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi olarak Selanik Mebusu olması… Yani İTC aleyhine jurnalleri siyasi ikbalini önlememiş…
(Abdülhamit’i hal heyetinin beş üyesi: (Soldan sağa) Arif Hikmet Paşa, Emanuel Karasu Efendi, Esat Toptani Paşa, Aram Efendi ve Albay Galip (Pasiner) Bey.
BABASINI JURNALLEMİŞ EVLAT…
Jurnal işi öylesine dejenere olmuştu ki, 1905’te Beşiktaş Muhafızı olan Vasıf Paşa mealen şöyle yakınmıştı: ‘Artık bizim gözetleme memurlarımıza iş kalmadı. Sadrazam (Ferit Paşa) bu görevi kusursuz şekilde yapıyor, durmadan jurnal veriyor. Sadrazam görevine giderken yol üzerinde arabasından inip bir karakola girmesi bile padişaha ulaştırılıyor, o da Sadrazam’ı (Halil Rıfat Paşa) sorguya çekiyor. Yahut da biri misafir Alman İmparatoru’nun getirdiği örnek tüfek hediyelerinin kendisine suikast yapılması için kullanılacağını bildiriyor, padişah da hediye sunma programını iptale kalkışabiliyordu. Nazırın halini ve yaptığı işleri müsteşarı, müşteşarın yaptığı işleri kalem müdürü, onu da daha altındaki jurnalliyordu. Babasını jurnallemiş evlat, damadının felaketine sebe olmuş kayınpeder, taşradan merkeze, yerli görevlilerden sefaretlerde çalışanlara herkes birbirini jurnalliyordu…” (Yan başlık olarak Abdülhamit Dönemi sansürü hakkında şu yazıma bakılabilir: “Abdülhamit’in ‘muzır’la savaşı” Okumak için tıklayın)
1908 tarihli bir jurnale göre Adliye Nazırı Nazım Paşa'nın koruduğu Komiser Hüsnü ve polis memuru Şaban Efendilerin sorumlu oldukları bölgelerdeki umumhanelerden ayda altışar lira rüşvet aldıkları ayrıca gözlerine kestirdikleri namuslu kadınlarla tehdit yoluyla beraber oldukları, sonra da umumhanelere düşmelerine neden oldukları yazılı. Nazım Paşa’nın 1909’daki 31 Mart Olayı sırasında İttihatçı Ahmet Rıza Bey sanılarak linç edilmesinden anlaşıldığına göre Abdülhamit görevinden almamış Paşa’yı…
(1908 arifesinde II. Abdülhamit’i bir cuma selamlığında gösteren kartpostal.)
JURNALİN YANISIRA TELGRAF HATLARI
Abdülhamit’in istihbarat için sadece hafiye teşkilatı kurmadığını da söylemeliyiz. Yemen’den, Hicaz’dan İstanbul’a, Akdeniz ve Ege adalarına uzanan 30 bin kilometreden fazla telgraf hattı çektiriyor. Telgraf dili olan Mors alfabesini hızlıca Osmanlıcaya çevirtiyor, son model telgraf makineleri getiriyor, Fransa’ya telgrafçılık öğrenimi için öğrenciler gönderiyor… Bir Fransız telgraf mühendisi, “Türkiye yol ve demiryollarının gidemediği yerlere kadar telgraf hatlarını geren ilk ülkedir” diyor, bunları anlatırken…
Şeref Yolcuları’nın Trablusgarp’a adım atmalarından 11 yıl sonra aynı nesilden İttihatçı subaylar Makedonya dağlarında çektikleri “Yuha!” sonucu Abdülhamit’e ikinci kez Meşrutiyet’i ilan ettirdiklerinde jurnalcilik bitti mi bilmiyoruz. Bildiğimiz şunlar:
JURNALLERİN AKİBETİ
1909’daki ünlü 31 Mart Olayı’nı takiben Abdülhamit tahttan indirildikten sonra Yıldız Sarayı yağmalanırken, gazeteler jurnallerin basına açıklanması için büyük bir kampanya yürütmüştü. Bunun üzerine Meclis-i Mebusan konuyu görüştü ve Tedkîk-i Evrak Komisyonu oluşturuldu. Heyet tam jurnalleri incelemeye başlamıştı ki 31 Mart Olayı’nı bastırmak üzere Selanik’ten gelen Hareket Ordusu’nun Kumandanı Mahmud Şevket Paşa’nın emriyle jurnaller Harbiye Nezareti’ne taşındı. İddialara göre tam 330 sandık evrak gönderilmişti. Mahmud Şevket Paşa kendisine jurnallerin yayınlanmasını öneren birine sakalını sıvazlayarak “ne bilirsiniz benim de jurnalimin çıkmayacağını?” demişti. Tarihçi Mithat Sertoğlu’nun aktardığına göre hocası Profesör İsmail Hakkı Uzunçarşılı’dan dinlediği bir anekdot şöyleydi: İsmail Saib Sencer Efendi adlı biri Evrak Tetkik Komisyonu’ndaki görevini yaparken öyle önemli, öyle ‘muhalif’, öyle karakter sahibi diye bilinen isimlerin jurnallerine rastlamıştı ki, ilerde selam verecek adam bulamayacağı korkusuyla görevinden ayrılmıştı.
(Hareket Ordusu askerleri 31 Mart Olayı’ndan sonra Yıldız Sarayı’nda)
ENVER PAŞA JURNALLERİ YAKTIRIYOR
Tasnif heyetinden Asaf Tugay’ın İbret adlı kitabında anlatıldığına göre jurnaller uzun süre ciddiyetle tasnif edildi, her biri mühürlenerek numaralandırıldı, metinler büyük bir deftere geçirilmeye başlandı. Önemli jurnallerin ve önemli şahısların jurnallerinin fotoğrafları alınarak bunlardan dört adet albüm hazırlanmaya girişildi. Ama zamanla konu önemini yitirdi. Heyet Yarbay Galip Bey adında bir zatın reisliğinde on kadar zabit azadan ibaret kaldı. ve nihayet, 23 Ocak 1913’te Babıali Baskını ile İttihatçılar iktidara el koyduktan sonra Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın emriyle jurnallerin hepsi yakıldı. Böylece tarihimizin çok önemli bir dönemine ait değerli bir arşiv imha edilmiş oldu. (Babıali Baskını hakkında bilgi için: Okumak için tıklayın)
Osmanlı ve Cumhuriyet arşivlerinin başına gelenleri bir kaç kez konu etmiştim. O yazıları bulup okursanız (linklerini aşağıda veriyorum) kimi sadece ihmalkarlıktan ama çoğu kasıtlı olarak ne kadar önemli bilgilerin bizlerden kaçırıldığını anlarsınız. Erdoğan’ın muhtarlara yüklediği görevin benzerlerinin tüm Cumhuriyet tarihi boyunca birileri tarafından yapıldığını çeşitli vesilelerle fark etmiştik. Bunu da “En uzun yüzyılımız: Asr-ı Fişleme” (Okumak için tıklayın) başlıklı yazımda anlatmıştım. Son zamanlarda yaşadıklarımızdan anlaşıldığı üzere, fişleme, karalama, ihbarcılık, jurnalcilik asrımız daha epey sürecek gibi gözüküyor…
Özet Kaynakça: Cengiz Kırlı, Sultan ve Kamuoyu, Osmanlı Modernleşme Sürecinde ‘Havadis Jurnalleri’, (1840-1844), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009, Orhan Koloğlu, “Jurnal”, Osmanlı Ansiklopedisi (Tarih, Medeniyet, Kültür), C. 7, İz Yayınları, 1996, s. 60-64, Orhan Koloğlu, Abdülhamit Gerçeği, Pozitif Yayınları, 2007, Ali Said, Saray Hatıraları, Sultan Abdülhamid’in Hayatı, Nehir Yayınları, 1994, Ali Vehbi, Sultan Abdülhamid (Siyasi Hatıratım), Hareket Yayınları, 1974, Asaf Tugay, İbret, Abdülhamid’e verilen Jurnaller ve Jurnalciler, Okat Yayınları, 1967, Mehmet Ali Beyhan, “II. Abdülhamit Döneminde Hafiye Teşkilatı ve Jurnaller,” Türkler, Yeni Türkiye Yayınları, C. 12, 2002, s. 939,-950, François Georgeon, Sultan Abdülhamid, Çeviren: Ali Berktay, Homer Kitabevi, 2006, İlknur Haydaroğlu, “II. Abdülhamit’in Hafiye Teşkilatı Hakkında Bir Risale (I. Kısım)’, Tarih Araştırmaları Dergisi, XIX/30, 1998, s. 109-133,Süleyman Kani İrtem, Abdülhamid Devrinde Hafiyelik ve Sansür, Temel Yayınları, 1999.
Arşivlerimizin durumu hakkındaki yazılarım:
1) “Tarihten ve belgeden korkan devlet”, http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/ayse-hur/tarihten-ve-belgeden-korkan-devlet/2602/
2) “Taşnak arşivini bırak, Osmanlı arşivine bak”, http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/ayse-hur/tasnak-arsivini-birak-osmanli-arsivine-bak/728/
3) “Genelkurmay arşivleri ve Avustralyalılar”, http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/ayse-hur/genelkurmay-arsivleri-ve-avustralyalilar/4622/
.
Devletin karanlık yüzü: JİTEM
24.8.2015 - Bu Yazı 2793 Kez Okundu.
Yorum : 1 - Onay Bekleyenler : 0
6 Haziran 2015 günü Diyarbakır’da HDP’nin seçim mitinginde bomba patladı, 4 kişi öldü, 400’den fazla kişi yaralandı. 20 Temmuz 2015 günü Suruç’ta Kobane’ye yardım malzemesi götürmek üzere toplanan sosyalist gençlerin arasına bir intihar bombacısı daldı, 33 genç öldü, 100’den fazla kişi yaralandı. İki olayda da faillerin IŞİD militanı olduğuna dair güçlü emareler vardı ama henüz soruşturmalarda bir adım ilerlenmedi. Ardından Ceylanpınar’da iki polis evlerinde kurşuna dizildi, olayı HPG’ye bağlı yerel bir grup üstlendi, beş gün sonra PKK sorumluluğu reddetti. Bu olay da hala aydınlanmadı. Ardından TSK’nın IŞİD ve PKK’ya eş zamanlı harekatı başladı. Elbette “az IŞİD, çok PKK” şeklinde. IŞİD sözlü tehditle yetindi şimdilik ama PKK’nın fiili cevabı gecikmedi. Bombalamalar, mayınlamalar, roketatarlı saldırılar. Devlet zaten sürekli arazideydi. Onun eli hiç bir zaman armut toplamazdı zaten. Resmi kaynaklara göre korkunç bilanço son olarak şöyleydi: 43 güvenlik görevlisi (asker, polis ve korucu), 14 sivil, 58 PKK’lı hayatını kaybetti, 186 kişi yaralandı. kaybetti, 197 kişi yaralandı. PKK kaynakları güvenlik güçlerinin kaybının 250 civarında, kendi kayıplarının 30 civarında olduğunu iddia ediyorlar.
(20 Temmuz 2015, Suruç Katliamı’nda ölen sosyalist gençler)
DERTLEŞME
Yazılarımı veya sosyal medyadaki paylaşımlarımı okuyanlar bilirler ki devletin şiddetini asli, yapısal ve sistematik, ezilenlerin kendilerine şiddet uygulayan devlete karşı verdikleri mücadelede başvurdukları şiddeti, tali, savunmacı, tepkisel, veya türev şiddet diye nitelerim. Bu yüzden de öncelikle ve ağırlıkla devletin şiddetini eleştiririm. Bu konuda yüzlerce yazı yazmışımdır. (‘Şiddet’ konusunu ayrı bir yazıda ele almayı düşünüyorum.)
Ancak Ceylanpınar’daki polis cinayetlerinden beri özellikle sosyal medyada defalarca PKK-HPG şiddetine dair daha net sözler etme ihtiyacı duydum. Çünkü artık PKK şiddetinin türev şiddet olmaktan çıkıp kurucu, stratejik şiddet haline dönüştüğünü düşünüyorum. Bu yüzden örneğin “Ceylanpınar katliamı nedeniyle HPG’yi lanetliyorum” dedim. Örneğin “PKK’nın mayınlama, bombalama gibi eylemlere hele de öldürmelere derhal son vermesini” diledim, örneğin “Devlet ne kadar şiddete başvurursa başvursun İsa gibi öteki yanağını çevirmesini, böylece devletin şiddetini teşhir etmesini ve devleti sürekli barış masasına davet etmesini” önerdim. Örneğin “sivil itaatsizlik türü eylemlerin daha çok sempati toplayacağını” hatırlattım. (Merak edenler Twitter’daki mesaj arşivime bakabilirler.)
Bu yüzden de PKK sempatizanı veya sol siyasal kültürden gelen izleyicilerim tarafından “fabrika ayarlarına dönmekle”, “içimdeki Beyaz Türk’ün hortlamasıyla”, “Kürtleri anlamamakla”, “korkaklıkla”, “liboşlukla”, “naiflikle”, “aptallıkla” vs. suçlandım. Buraya kadar sorun yok. Nihayetinde tepkilerin çoğu sert de olsa, çoğu haksız da olsa, ‘eleştiri’ niteliğindeydi.
YANDAŞ MEDYANIN MANİPÜLASYONU
Ancak Siirt’te 8 askerin uzaktan kumandalı mayınla öldürülmesi olayını kınarken “Siirt’teki olayın faili ‘meçhul’ çünkü henüz üstlenen yok. Kaldı ki biz yıllar sonra pek çok olayın JİTEM’in işi olduğunu öğrenmiş bir kuşağız” yazınca farklı bir durumla karşı karşıya geldim. Mesajım iktidarın ‘besleme’ haber siteleri tarafından anında “Ayşe Hür Siirt katliamını PKK yapmamıştır dedi” şekline çevrildi, bu format iktidarın borazanı bazı televizyon kanallarında uzun uzun işlendi ve ardından binlerce Ak, Ülkücü veya Ulusalcı ‘trol’ün hakaret yağmuru başladı. Cinsel içerikli hakaretler, tecavüz ve ölüm tehditleri, hatta kafamın kesilmesini öneren hastag’lar.. Ama en çok da, “keşke JİTEM olsa da seni temizleseler” dileği.
(19 Ağustos 2015’te Siirt’te ölen askerler)
Bunlar olurken demokratik örgütlerin, kadın örgütlerinin, gazetemin, arkadaşlarımın ve 5-10 kişi dışında okurlarımın desteğini gördüm mü derseniz, ne yazık ki HAYIR! Yalnız bırakılışım benim tavırlarımla, çizgimle ilgilidir muhtemelen, yoksa bunun onda biri şiddette saldırılarda kol kanat gerdiklerini biliyorum yakın gördükleri kişilere. Sorun değil. Tehditler ise beni yıldırmaz, korkutmaz. Ne demişler “demirden korksaydık trene binmezdik.” Ama iktidar yanlısı medyanın ve daha önemlisi onların yönlendirdiği gençlerin düşünsel, davranışsal, siyasal, ahlaksal vb. düzeyi tüylerimi ürpertti. Uzatmayayım, aklıma iki ihtimal geldi. Ya bu gençler sadece fikir belirten bir yazarı öldürmek, 60 yaşında bir kadına tecavüz ettirmek üzere JİTEM’i göreve çağıracak kadar kötü yürekliydiler, ya da JİTEM’in ne olduğunu bilmiyorlardı. İkinci ihtimale daha ağırlık vererek bu haftayı JİTEM’e ayırdım. Elbette, hisleri galeyana getirmek gibi bir amacım olmadığı için teknik bir yazı kaleme aldım. Yine de bilmeyenlere fikir verebilir, bilip de unutanların hafızasını canlandırır diye düşünüyorum. Bu arada PKK’nın Siirt katliamı ve benzeri eylemlerini lanetliyorum. Ölenlerin sevenlerine baş sağlığı, yaralılara acil şifalar diliyorum. Gelelim konumuza:
CEM ERSEVER CİNAYETİ
“İlk bulunan ceset Kızılcahamam yakınlarında, ormanlık araziye atılmıştı. 30 yaşlarındaki esmer kadının kimliği tespit edilemedi. İkincisi, bir hafta sonra Elmadağ’daki kireç ocaklarında bulundu. Elleri bağlanmış, ağzı bantlanmış, kafasına iki kurşun sıkılmıştı. Kısa bir araştırmadan sonra kurbanın, emekli Jandarma Binbaşı Cem Ersever olduğu anlaşıldı. İki gün sonra, Ersever’in yardımcısı ve PKK itirafçısı Mustafa Deniz’in cesedi Polatlı’da bulundu. Elleri bağlanıp kafasına tek kurşun sıkılmıştı. Araştırma derinleştirildiğinde, kimliği belirsiz ilk cesedin de Ersever ekibinden olduğu anlaşılacaktı: (Adı) Mahsune (idi). (Dr. Mahsune Dgoube Suriyeli idi.) Cesetler, Ersever’in ‘Üçgendeki Tezgah’ adlı kitabını anımsatırcasına, Ankara’nın üç ayrı köşesine bırakılmıştı.”
Esrarengiz cinayet zinciri, 1993 Kasımı’nın ilk günlerinde gazetelerin manşetlerine çıktı. O güne kadar sadece Güneydoğu’dakilerin duyduğu bir gizli teşkilattan bahsediyordu basın: Jandarma İstihbarat Terörle Mücadele, yani JİTEM. Cem Ersever, kurucusuydu. İsminin baş harflerini kullandığı bir de slogan vardı: ‘Teröre karşı en etkili deterjan ACE!’ Katiller, basını arayıp şu notu bırakmıştı: ‘Bitlis Paşa’nın katili Ersever infaz edildi.’”
EŞREF BİTLİS’İN UÇAK KAZASI
Bu satırlar, Serhan Yedig’in "Bir var bir yok Hem var hem yok JİTEM” başlıklı yazısından. (20 Kasım 2005, Hürriyet Pazar) Bitlis Paşa Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis. Resmi açıklamaya göre, Orgenaral Bitlis, 17 Şubat 1993 günü Diyarbakır’a gitmek üzere uçağa binmiş, “anti-buz sisteminin çalışmaması sonucu” uçak düşmüş ve Bitlis’le yanındakiler ölmüştü. Bitlis’in ekibinden Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın da 22 Ekim 1993 günü Lice’de Kanas marka suikast tüfeğiyle öldürülecekti. Cinayeti PKK’nin işlediğini iddia etti devlet ama PKK bunu kabul etmedi. Aynı uçağa son anda binmekten vazgeçen Albay Kazım Çillioğlu ise 3 Şubat 1994’te görevli olduğu Tunceli Jandarma Alay Komutanlığı’nın lojmanlarında ölü bulundu. Yüzeysel bir inceleme ile ‘intihar’ raporu verildi. 11 Şubat 1994 tarihli Ortadoğu gazetesinde, Çillioğlu’nun, bir üst düzey komutanın PKK’ya müsamaha göstermesinden rahatsız olduğu, operasyonlar konusunda Genelkurmay’la görüş ayrılığına düştüğü, bu yüzden öldürülmüş olabileceği yazılmıştı. Cinayetler bu güne dek aydınlanmadı.
Bu arada 1993 yılından itibaren kendisinin JİTEM’in tetikçisi ‘Yeşil’ kod adlı Mahmut Yıldırım olduğunu söyleyen biri, sicil numarasını vererek ama yüzü karartılmış biçimde Kadir Çelik’in programlarına çıkıp Behçet Cantürk, Savaş Buldan, Medat Serhat cinayetlerini devletin işlediğini defalarca anlatıyor ve kimse bunları yalanlamıyordu. Kısacası JİTEMciler marifetlerini göğüslerini gere gere anlatıyorlardı, böylece topluma gözdağı veriyorlardı belki de… (1997’ye kadar sahne alan bu adamın sahte ‘Yeşil’ olduğu anlaşılacaktı sonunda.)
SONER YALÇIN’IN KİTABI
1994 yılında JİTEM’e dair çok ayrıntılı bir kitap yayımlandı. Kitabın yazarı Soner Yalçın konuyla ilgilenmeye, 2000’e Doğru Dergisi muhabiri olduğu 1991 yılında başlamıştı.
Ardından Cem Ersever’i konuşmaya ikna eden Yalçın, Binbaşı Ersever’in İtirafları’nı (Doğan Kitap) yayımladı. Yalçın’a göre JİTEM, 1987’de Binbaşı Arif Doğan tarafından Jandarma İstihbarat Daire Başkanlığı’na bağlı kurulmuş, İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Diyarbakır, Samsun, Erzurum’da örgütlenmişti. Kadrosunda muvazzaflar ve hapishaneden özel izinle çıkarılan PKK itirafçıları vardı. Kitapta yanı sıra, en gözü kara PKK itirafçılarından Alaattin Kanat, İbrahim Babat, Adil Timurtaş tanıtılıyor; bunların işlediği Vedat Aydın (1991), Musa Anter (1992), Mehmet Sincar (1993) ve diğer önemli cinayetler anlatılıyordu. Denetimdışı grubun uyuşturucu ve silah kaçakçılığına da karıştığı anlatılıyordu.
(1990’larda faili belli veya meçhul cinayetlere kurban gidenler. Büyük resim: Uğur Mumcu, Özdemir Sabancı, Necip Hablemitoğlu, Behçet Cantürk, Savaş Buldan. Küçük resimler: üstte Medet Serhat, altta Vedat Aydın. )
ŞEYTAN ÜÇGENİ CİNAYETLERİ
1994 yılı, karanlık cinayetler yılıydı. uyuşturucu kaçakçısı olduğu söylenen Liceli Behçet Cantürk, Cantürk’ün avukatı Yusuf Ekinci ve Medet Serhat (eşi Yurdanur Serhat suikasttan sağ çıkmıştı), Cantürk’ün ortağı Savaş Buldan ile arkadaşları Hacı Karay ve Adnan Yıldırım Sapanca-Düzce-Adapazarı arasındaki ‘şeytan üçgeni’nde ölü bulundu. Bu kişilerin PKK’nin finansmanını sağlayan kişiler olduğu söyleniyordu. Yani JİTEM ‘vatan hizmeti’ yapmıştı. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel “Devlet rutin dışına çıkabilir” görüşündeydi, yani JİTEM’i zımnen kabul ediyordu. Başbakan Tansu Çiller, PKK destekçisi işadamlarının listesinden, ‘Bask tipi çözüm’den bahsediyordu. Ersever cinayetinin bir iç hesaplaşma olduğunu savunuyordu. Çiller malum, “Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir” vecizesinin müellifiydi.
JİTEM VAR MI YOK MU?
1995’in Nisan ayında TBMM Faili Meçhul Cinayetler Komisyonu’nun hazırladığı rapordaki bazı ifadeler basına ‘şok bilgiler’ diye yansıdı. Raporda, yasadışı işlere karışmış korucular, PKK itirafçıları ve JİTEM arasındaki karanlık ilişkilere değinildikten sonra dil gayet steril bir dille “JİTEM’in faaliyetlerinin ne olduğu anlaşılamamıştır. (...) Devlet organlarının kanunlarla sınırlı görev ve yetkileri aşılıp, yasal boşluklardan yararlanıp yeni kurumlaşmalara gidildiği görülmüştür. (...) JİTEM yetkisiz, görevsiz olduğu polis mıntıkasında polisten habersiz operasyon yapmaktadır. Yasal dayanağı olmayan ve buna rağmen kuruluş amacından saparak bazı yasadışı olaylarla birlikte anılan kuruluşun faaliyetlerine son verilmesi hukukun üstünlüğüne inanan devletiminiz lehine olumlu bir davranıştır” deniyordu.
Deniyordu ama, 2 Mart 1995’te MİT ajanı Tarık Ümit kimliği bilinmeyen kişilerce kaçırıldı ve kendisinden bir daha haber alınamadı. Vanlı işadamı Senar Er’in babası JİTEM tarafından 100 Mark fidye için kaçırıldı. Görüşmeler sırasında fidye 1 milyon marka kadar çıktı ancak para ödenemediği için babadan bir daha haber alınamadı. 12 Ağustos 1995 günü, Eşref Bitlis’in ekibinden Mardin Jandarma Alay Komutanı Albay Rıdvan Özden, resmi hikayeye göre PKK ile girdiği çatışmada alnından aldığı bir kurşunla öldü. Eşinin alnında değil ensesinde kurşun yarası olduğunu söyleyen Tomris Özden’e göre ise, eşine dönemin Giresun Jandarma Komutanı Veli Küçük ve ekibi tarafından JİTEM’e girmesi yönünde baskı yapılmıştı. Öldürülmesi bununla ilgili olabilirdi. (Bir PKK itirafçısının Özden'in çatışmada ölmediğini söylemesi ve askerlerinden birinin ‘Komutanımızı yanındaki asker öldürdü’ iddiası üzerine Rıdvan Özden suikastı dosyası 2009’da açılacak ama sonuç alınamayacaktı.)
SUSURLUK KAZASI VE JİTEM
3 Kasım 1996’de Susurluk Çatalceviz mevkiinde, bir Mercedes’e bir kamyon çarptı va Türkiye tarihinin en büyük politik skandalı patlak verdi. Mercedes’te, DYP Şanlıurfa milletvekili Sedat Edip Bucak, İstanbul Polis Okulu Müdürü Hüseyin Kocadağ, Mehmet Özbay adına düzenlenmiş sahte kimlikli Ülkücü militan Abdullah Çatlı ile sevgilisi Gonca Us vardı. Kaza, MİT Operasyon Dairesi’ne ve Emniyet Genel Müdürlüğü Özel Harekat Dairesi’ne bağlı iki hukuk üstü silahlı grubun daha varlığını ortaya çıkarmıştı. JİTEM’in adı tekrar geçince, Susurluk Skandalı’nın ardından TBMM'de kurulan Susurluk Komisyonu konuyu bu işi en iyi bilecek kişiye, eski Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Teoman Koman’a sormaya karar verdi. Koman davete fiziken icabet etmedi mektupla şu cevabı verdi: “Jandarma teşkilatı içinde JİTEM adında legal ya da illegal bir örgüt kurulmamıştır, yoktur. Ama jandarma dışında bu ismi kullanıp kanunsuz işler yapan bir grup vardır.” Halbuki aynı günlerde Milli Güvenlik Kurulu’nin (MGK) hazırladığı bir raporda JİTEM’in adı geçiyordu. Elbette kimse Koman’a veya MGK’ya bu çelişkiyi sormaya cesaret edemedi.
YEŞİL’İN MESUT YILMAZ’I DARP ETTİRMESİ
Susurluk Skandalı patladığında iktidarda Erbakan Hükümeti vardı. Erbakan’ın Susurluk’ta ortaya çıkan kirli ilişkileri protesto etmek için halkın yürüttüğü Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık eylemini “Glu glu dansı yapıyorlar” diye alaya alması deyim yerindeyse Erbakan Hükümeti’nin sonunu getirdi. Yerini Mesut Yılmaz Hükümeti aldı. Mesut Yılmaz’ın başta Susurluk Skandalı’nı deşmeye niyeti yoktu belki ama 23 Kasım 1996’da hiç hesap olmadığı halde “yakıt ikmali için uğradığı” Budapeşte’de bir otel lobisinde, daha JİTEM’in tetikçilerinden ‘Yeşil’in organize ettiği bir saldırıda burnu kırılınca, ülkeye döner dönmez, Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş’dan “ülke menfaatleri ve terörle mücadele adı altında yürütülen para, güç, menfaat sağlamaya yönelik tüm faaliyetleri araştırmasını” istedi.
Rapor yazılırken komisyon Kaçakçılık İstihbarat ve Organize Suçlar eski Daire Başkanı Tuncay Yılmaz’la Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Hanefi Avcı’yı dinledi. Avcı, “çetelerin başı (dönemin Emniyet Genel Müdürü) Mehmet Ağar’dır” dedi. Elbette devlet ve Ağar üstüne alınmadı. Avcı, JİTEM’ci Cem Ersever’in yine JİTEM’ci Kemal isimli biri tarafından öldürüldüğünü söyledi. Daha sonra “JİTEM’cilerin mafya ile ilişkilerine” dair bir bilgi notu iletti komisyona. Elbette bunlar da sümenaltı edildi.
(Devlet için ‘kurşun atanlar’: ‘Yeşil’ Mahmut Yıldırım, Mehmet Ağar, Mehmet Eymür, Korkut Eken)
JİTEM’CİLER BİRBİRİNİ ELE VERİYOR
Komisyon 152 faili meçhul (!) cinayetin sorumlularından biri olduğu söylenen, JİTEM’in kurucularından Tuğgeneral Veli Küçük’ü de davet etti ama Küçük, hakkındaki suçlamalara bir televizyon kanalından “ne şimdi ne sonra öyle bir açıklama yapmayacağım” diye cevap verdi. 16 Şubat 1997’de gazetelere TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda sadece askeri yetkililer ve üye milletvekillerinin katıldığı gizli bir oturumda JİTEM’in bütçesinin kabul edildiği yansıdı. Komisyon üyesi CHP’li Sinan Yerlikaya’ya göre sadece rakamlar vardı ortada ve komisyon üyelerine hiçbir bilgiyi sızdırmamaları konusunda yemin ettirilmişti.
Bir kaç gün sonra gazetelerde MİT ve JİTEM adına çalışan İranlı iki uyuşturucu kaçakçısından Yeşil’in 300 bin mark fidye aldığı okundu. İlginç olan, 25 Ocak 1995 tarihli Özgür Ülke gazetesinde “İranlıların ARGK gerillarınca öldürüldüğü”nün yazmasıydı. ARGK, PKK’nın koluydu. Bu nedenle Yeşil’in ve dolayısıyla JİTEM’in PKK ile ilişkisi olabileceği ihtimali konuşulmaya başladı. Bir kaç gün sonra JİTEM’ci bir assubay Uğur Mumcu cinayetinde Alaattin Çakıcı’nın rolü olduğunu açıkladı. Kısacası JİTEM’ciler birbirini ele veriyordu.
Bu arada Özel Harekat Dairesi Eski Başkan Vekili İbrahim Şahin bir türlü yakalanamıyordu ama adamları Ayhan Çarkın, Ayhan Akça, Ziya Bandırmalıoğlu’nun ifadeleri alınıyordu. Tansu Çiller ve ailesinin dinlenmesinden ise nedense vazgeçilmişti. Gazetelerde JİTEM’in Güneydoğu Anadolu’da “yargısız infazlar yaptığı” yazılıyordu. Ve TBMM’nin Susurluk Raporu Nisan 1997’de yayımlandı. Komisyon Başkanı Mehmet Elkatmış, “raporda JİTEM’i yeterince sorgulayamadık, bu içimde ukde kaldı” dedi.
KUTLU SAVAŞ’IN SUSURLUK RAPORU
Kutlu Savaş’ın hazırladığı II. Susurluk Raporu (birincisi MİT tarafından hazırlanmış yüzeysel bir rapordu, çok eleştiri almıştı) ise 1998’de tamamlandı. Rapor 120 sayfa idi. Bunun 11’i devlet sırrı gerekçesiyle açıklanmadı. JİTEM’le ilgili en çarpıcı bölüm, itirafçılardan İbrahim Babat’ın 76. sayfada özetlenen ifadesiydi. Babat şöyle diyordu: “JİTEM birlikleri içinde teröre karşı başarılı çalışmalarımız olmakla birlikte açığa çıkmamış ve gizli kalmış ve bugün de devleti sıkıntıya sokan bazı keyfi, hukuk dışı, pis uygulamalar olmuştur” dedikten sonra bazı dava arkadaşlarının devletçe nasıl öldürüldüğünü, (geçen dönem HDP Milletvekili olan) avukat Hasip Kaplan’a nasıl bombalı suikast planlandığını anlattı.
Raporun yayımlanmasından bir kaç ay sonra gazeteci Necdet Açan, Babat’la cezaevinde görüştü, ifadenin tam metni yayımladı. Babat olayları, amir ve kurbanlarının ismiyle anlattı. (Babat’ın ifadeleri üzerine dönemin İdil Cumhuriyet savcısı, 16 Eylül 1989'da öldürülen üç kişi ile ilgili dosyayı tekrar açtı. Ancak Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Babat’ın ifadesinin alınmasına izin vermedi. Bu ve benzeri bir çok engellemeden sonra İbrahim Babat 2002'de kamuoyunda Rahşan Affı olarak bilinen yasadan yararlanarak tahliye edildi.)
(JİTEM elemanları 1990-1991 yıllarında Diyarbakır’daki Şehitlik semtinde yer alan JİTEM Bölge Karargah’ında toplu halde. Soldan sağa: Hüseyin Tilki, Fethi Çetin, Recep Tiril, İbrahim Babat, Abdülkadir Aygan, Ali Ozansoy. Fotoğrafı çeken: Adil Timurtaş. Kaynak: Abdülkadir Aygan arşivi / Hakan Akçura /open-flux.blogspot.com)
JİTEM PINAR SELEK’İN PEŞİNDE Mİ?
Artık JİTEM’in varlığı inkar edilemez hale gelince, Mesut Yılmaz yetkililerle görüşüp sonucu kamuoyuna şöyle duyurdu: “Şu anda JİTEM yok, temizlemişler!” Sene 1998 idi.
15 Şubat 1999’da Abdullah Öcalan Kenya’da yakalanıp Türkiye’ye getirildi. Ardından yargılandı ve İmralı’ya konuldu. ‘PKK Meselesi’ buzdolabına kondu. Yeşil’in İHD Başkanı Akın Birdal’ın yaralanmasında, Sabancı Suikastı faillerinden Mustafa Duyar’ın öldürülmesinde parmağı olduğu yazıldı. Bunun üzerine Aralık 1999’da jet bir kanunla Jandarma İstihbarat Teşkilatı kuruldu böylece güya JİTEM geride bırakıldı. Halbuki 2001 Şubatında Hizbullah’ın bir JİTEM’ciyi öldürdüğü, bir JİTEM’ciyi de MİT’e havale ettiği yazıldı gazetelerde. Elbette hepsi ‘iddia’ olarak kaldı. 2005 yılının Mayıs ayında Mısır Çarşısı Davası’nda önce itirafçı olmaya karar verip Pınar Selek’i suçlayan Alaattin Öget, kararından vazgeçip, “MİT ve JİTEm Pınar’ı mahkum ettirmek için beni kullandı!” dedi. Daha sonra iki sıra arkada oturan Pınar Selek’e: “Seni öldürecekler, dikkat et!” dedi. Pınar’ın davası kaç kere temyize gitti geldi bilmiyorum. Hala Almanya’da yaşıyor. JİTEM’in kendisine garezinin vazgeçmesini bekliyor belki de.
YAŞAR BÜYÜKANIT: TANIRIM İYİ ÇOCUKTUR
9 Kasım 2005’te Şemdinli’de Seferi Yılmaz’a ait Umut Kitabevi’nde patlayan bombadan sonra olay yerinden kaçarken halk tarafından yakalanan astsubay başçavuş Ali Kaya, Özcan İldeniz ve Veysel Ateş’ten birinin PKK itirafçısı, diğerinin jandarma istihbaratçısı çıkması JİTEM’i yeniden hatırlattı. TBMM Başkanı Bülent Arınç hükümete çağrıda bulundu: “JİTEM var mıdır, nasıl çalışmaktadır, nasıl bir görev yüklenmiştir? Net bir açıklama yapılmalı.”
Olayı soruşturan Van Cumhuriyet Başsavcısı Ferhat Sarıkaya, arkasında hükümetin olmasından aldığı cesaretle bir kişinin ölümüyle biten bu bombalı saldırının devlet görevlileri tarafından düzenlenen bir terör eylemi olduğu savunduğu gibi, dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın sanık Ali Kaya için, “Tanırım, iyi çocuktur” sözleriyle adli yargıyı etkilemeye teşebbüs ettiğini belirtti. Ancak baltayı taşa vurmuştu. Sarıkaya’nın Büyükanıt hakkında soruşturmaya talebi Genelkurmay tarafından reddedilirken Sarıkaya Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun 20 Nisan 2006 günü almış olduğu kararla meslekten ihraç edildi. Neyse ki mahkeme Sarıkaya'nın iddianamesinin iade edilmesini gerek görmedi de yargılama sonucu sanıklar 39'ar yıl hapis cezasına çarptırıldılar. Ancak elbette JİTEM evlatlarını terketmedi. Yargıtay olayda askeri yargının görevli olduğu gerekçesiyle bozdu. Üyeleri değiştirilen mahkeme bu görevsizlik kararına uyularak dosya askeri ceza mahkemelerine gönderdi. Sivil mahkemenin ağır cezalara çarptırdığı sanıklar, askeri mahkeme tarafından ilk celsede serbest bırakıldılar. Sonunda sadece Tanju Çavuş 8 yıl ceza aldı. Böylece ‘iyi çocuklar’ bu işten de sıyrıldılar.
2008’de Avusturya veya Almanya’da yaşadığı sanılan Yeşil’in 10 milyon dolarlık bir servete sahip olduğu, Yeşil’in Veli Küçük’le ilişkisi yansıdı gazetelere…Bunlar soruşturuldu mu? Hayır. Yeşil’in servetine el kondu mu? Hayır…
ABDÜLKADİR AYGAN’IN İTİRAFLARI
PKK itirafçısı Abdülkadir Aygan 2009 Ocak ayında Star gazetesine verdiği röportajda "Görev yeri: JİTEM" yazan resmi maaş bordrosunu gösterdi ve görev yaptığı yerde JİTEM yazılı tabela bulunduğunu söyledi. Aygan Ülkede Özgür Gündem gazetesine verdiği röportajda ise JİTEM'in eski Diyarbakır Grup Komutanı olduğu iddia edilen emekli Albay Abdülkerim Kırca'nın emriyle gerçekleştiğini söylediği pek çok cinayeti tek tek sıraladı. Abdülkadir Aygan'ın anlatımlarında JİTEM tarafından öldürüldüğü söylenen kişiler şunlardı: Musa Anter, Vedat Aydın, Musa Toprak, Mehmet Şen, Talat Akyıldız, Zahit Turan, Necati Aydın, Ramazan Keskin, Mehmet Ay, Murat Aslan, İdris Yıldırım, Servet Aslan, Sıddık Yetmez, Edip Aksoy, Ahmet Ceylan, Şahabettin Latifeci, Abdülkadir Çelikbilek, Mehmet Salih Dönen ve ismi öğrenilemeyen amcası, İhsan Haran, Fethi Yıldırım, Abdülkerim Zoğurlu, Zana Zoğurlu, Mele İzzettin Acet ve şoförü Mehmet Emin Kaynar, Hakkı Kaya, Harbi Arman, Fikri Özgen ve Muhsin Göl. Bu kişilerin hemen tamamının Kürt olduğunu söylemeye gerek yok herhalde. Bu röportajdan bir kaç gün sonra Abdülkerim Kırca intihar etti. Genelkurmay Başkanlığı Kırca’nın ölümü üzerine sert bir basın açıklaması yaptı. Açıklamada Aygan "sözde itirafçı" olarak niteleniyordu.
13 YIL SONRA JİTEM DAVASI
Halbuki Aygan’ın belirttiği yerlerde bazı mezarlar açıldı ve iddialarının bir kısmı doğrulandı. Bazı yerlerde insan değil hayvan kemikleri bulundu. Sonunda Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı, JİTEM üyesi oldukları, 1992-94 arasında sekiz cinayete katıldıkları iddia edilen beş itirafçı, bir emekli subay ve bir muvazzaf astsubay hakkında tam 12 yıl sonra dava açtı. Temmuz 2009’da İstanbul Cumhuriyet Savcılığı "JİTEM adlı bir oluşumun var olup olmadığı" konusunda, İçişleri Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, MİT Müsteşarlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğüne yazılar yazdı. Genelkurmay Başkanlığı “bünyemizde (JİTEM) adında herhangi bir birim mevcut değildir'' derken Jandarma Genel Komutanlığı JİTEM adlı oluşumun, 1990 yılında sonlandırıldığı belirtti.
Eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı hapiste olduğu için talimatla verdiği ifadesinde JİTEM'in varlığının resmi düzeyde kabul gördüğünü söyledi. Somut olarak da, adını vermediği bir Baro Başkanı’nın arabasına bomba konulmasını, Yeni Ülke gazetesinin yakılmasını, Aydınlık ya da benzer bir derginin basılarak bir kişinin öldürülmesini ve HEP İl Başkanı Vedat Aydın’ın kaçırılıp öldürülmesini ifşa etti.
(1990’larda JİTEM’in infazlarda kullandığı ‘beyaz Toros’ araba geçtiğimiz haftalarda AHaber’in programcılarından Cemil Barlas’ın iki twitine konu olmuştu. Birincisinde Barlas “halkı silahlanmaya çalışanların kafalarını beyaz toroslara vura vura almadan terör bitmez” derken ikincisinde “halkı silahla kışkırtana, kan akıtana ne yapılır… torosu beğenmediyseniz başka marka da olur” diyordu.)
CEMAL TEMİZÖZ DAVASI
Uzatmayayım, savcı, sonunda “JİTEM adlı oluşumun, İçişleri Bakanlığının onayı olmadan ve Genelkurmay Başkanlığının görüşü alınmadan, Jandarma Genel Komutanlığının kendi inisiyatifiyle kurulduğu tespit edildi” dedi ancak oluşumla ilgili asker şahıslar yüzünden “yetkisizlik” kararı verip dosyayı Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığına gönderdi. Böylece bu konuda da rafa kaldırıldı.
Eski Cizre Jandarma Alay Komutanı Cemal Temizöz, 23 Mart 2009 günü Cizre’de görev yaptığı sırada yaşanan faili meçhul cinayetler nedeniyle gözaltına alındı. Bu olayın öncesinde Cizre’nin Kuştepe köyünde faili meçhul cinayet iddiaları hakkında yapılan kazı çalışmaları sonucu 20 kemik parçası bulunmuş ve soruşturma kapsamında eski Cizre Belediye Başkanı Kamil Atak ve oğlu tutuklanmıştı. Olay hakkında gözaltına alınan kişilerin ifadelerinde Temizöz'ün adı geçmekteydi. 2009 Temmuz ayında açıklanan 104 sayfalık iddianamede Cizre'deki 20 cinayetten sorumlu tutulan Temizöz'ün 9 kez ağırlaştırılmış müebbet hapsi istendi. Bundan üç ay önce savcı sekiz sanığın da beraatini istedi. Bilmem şaşırdınız mı?
2014 yılında Kendilerine ‘Bıçak Timi’ adını veren JİTEM’ci dört asker ve beş korucu, Mardin Kızıltepe’de, PKK’ya maledilen 22 cinayetin faali olarak yargılanmaya başladı. Dava hala devam ediyor. Sonucunu tahmin etmek zor olmasa gerek.
GERÇEĞE ULAŞMA YOLU
İşte ‘hem var hem yok’ JİTEM’in özetinin özeti hikayesi böyle. Özel Harp Dairesi-Kontrgerilla-Gladio-JİTEM-MİT ilişkileri herhalde ciltler doldurur. Anlatmadığım yüzlerce olay var elbette. Anlatılması mümkün olmayan gözyaşı ve acılar var. Uyuşturucu, silah kaçakçılığı, adam kaçırma, kadın kaçırma, haraç ve fidye alma ve elbette milyarlarca lira para var. Ve elbette, toplumun devlete, devletin vatandaşına, Türkün Kürde, Kürdün Türke uzaklaşması, düşmanlaşması var… Bunların yanısıra elbette PKK’nin hem devlete, hem örgütüne hem halka karşı işlediği suçlar var. (Bu konuyu önümüzdeki hafta ele alacağım.) Gerçeklerin ortaya çıkması için niyete, cesarete, azme ve teknik olarak Hakikat Komisyonları’na ihtiyacımız var. Var oğlu var.
Bu süreçte gerçeğin bir nebze de olsa ortaya çıkarılmasında emeği geçen kişilerden yazıda adlarını anmaya fırsat bulamadığım Fikri Sağlar ve Sezgin Tanrıkulu’na çok şeyler borçluyuz.
JİTEM, AKP’lilerin dediği gibi (ya da yazıklandığı gibi) “geçmişte mi kaldı”? Hiç sanmıyorum. Devletin kılcal damarlarına kadar yayılmış, böylesine girift bir suç örgütünün tasfiye edilmesi ancak cesur, kararlı, sistematik ve çok yönlü politikalarla olur. Ortada bunu başarabilecek, daha doğrusu başarmak isteyen bir siyasal iktidar var mı? (Davaların akibetinden gördüğüm kadarıyla yok.) Aynen Diyanet gibi, aynen YÖK gibi, aynen MGK gibi, OHAL Yasası gibi ele geçirilinceye kadar ‘kötü’, ele geçirilince ‘faydalı’ olabilecek yapıları, mevcut iktidar tasfiye eder mi, yoksa kendi çıkarları için kullanır mı? Bundan PKK veya benzeri örgütler de yararlanır mı? (Merhum MİT’ci Mahir Kaynak’ın kızı Deniz Ülke Arıboğan hocamızın “ülke darbeye doğru gidiyor” kehanetini de not edelim.) Cevabı size bırakıyorum….
Özet Kaynakça: Soner Yalçın, Binbaşı Ersever’in İtirafları, Doğan Kitap, 1994, Çetin Ağaşe, Cem Ersever ve JİTEM Gerçeği, Bilge Karınca Yayınları, 2003, Ersin Kalkan, Katille Buluşma Bir Jitem Dosyası: Musa Anter Cinayeti, Güncel Yayıncılık, Timur Şahan; Uğur Balık, İtirafçı Bir JİTEM'ci Anlattı, Aram Yayınları, 2004, Ecevit Kılıç, JİTEM, Timaş Yayınları, 2009, Nevzat Çiçek, İtirafçı, Timaş Yayınları, 2009, Uğur Balık, KERBEROS-PKK'dan JİTEM'e Bir Tetikçinin Anatomisi, Timaş Yayınları 2011, Milliyet Gazete Arşivi.
Bonapartizm, Yeni Osmanlılar ve Paris Komünü
31.8.2015 - Bu Yazı 810 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Geçen hafta JİTEM’in hikayesini anlatırken, “Bunların yanısıra elbette PKK’nin hem devlete, hem örgütüne hem halka karşı işlediği suçlar var. Bu konuyu önümüzdeki hafta ele alacağım” demiştim. Ancak bilgisayarım başına gelen bir kazadan dolayı dosyalarıma şu anda ulaşamaz haldeyim. Bunun için, bu hafta bir kitap için daha önce hazırladığım bir yazımın (mailimin ekinde olduğu için ona bir başka bilgisayardan ulaşabildim) bir bölümünü paylaşmak zorunda kaldım. Geliri, Gezi direnişi sırasında devlet ve paramiliter güçlerin işbirliğiyle katledilen Ali İsmail Korkmaz’ın adına kurulan vakfa bırakılan kitabın adı Direnişten Komüne Gezi. Editörü Savaş Çoban. Kitaba katkıda bulunan yazarları aşağıdaki görselde görebilirsiniz. Benim yazım 1871 Paris Komünü adını taşıyordu ama öncesi ve sonrasıyla geniş bir yazıydı. Buraya yazının kısaltılmış bir versiyonunu aktaracağım. Anlatmadığım bölüm Paris Komünü’nün güncesi. Aktardığım bölümlerde ise, son günlerde CB Erdoğan’ın izlediği siyasanın ilham aldığı düşünülen Bonapartizm kavramının tarihçesini, Avrupa’da ortaya çıkan siyasal akımların Osmanlı ülkesindeki karşılıklarını ve nihayet Paris Komünü’ne katılan üç Yeni Osmanlı’nın maceralarını bulabileceksiniz. Yazıyı uzun bulanlar, ilgilendikleri konuyla ilgili bölümleri okuyabilirler çünkü her bölüm bağımsız sayılabilir. Diğer yazı için sözüm söz, yeter ki, bilgisayarımdaki sorunu halledebileyim.
1830 VE 1848 DEVRİMLERİ
1787’de başlayan, doruk noktasına 1789’da ulaşan ve değişik aşamalardan geçerek 1799'a kadar süren toplumsal altüst oluş Fransa’da eski rejimi (ancien régime) sona erdirmekle kalmamış, Avrupa tarihinde de yeni bir sayfa açmıştı. 1792’de Fransa’da Cumhuriyet ilan edildi. 1793-1794 arasında ‘ihtilal’ çocuklarını yedi. 1795’de Direktvuar idaresi kuruldu, o da sorunlara çözüm olmadı 1799’da Konsüllük idaresine geçildi. İlk konsül Napolyon Bonapart’ın ilk işi Avrupa’nın güçlü devletlerine savaş açmak oldu. Bu arada Napolyon konsül olmakla yetinmeyip imparatorluğunu ilan etti. Napolyon ordularının 1815’de Waterloo’da mutlak biçimde yenilmesiyle başlayan Restorasyon Dönemi paradoksal olarak orta ve alt sınıfların giderek devrimci bir tavır takınmasına neden oldu. İtalya’da Carbonari, Fransa’da Hak ve Özgürlükler Hareketi, Almanya’da Bursenschaften gibi gizli örgütler, Britanya Adası’nda Chartist Hareket gibi önemli ama soluksuz bir hareket döneme damgasını vurdu. 1830’de Avrupa’nın değişik yerlerinde birbiri ardına ulusalcı devrimler patlak verdi. Ancak bunlardan sadece biri başarılı oldu. 1830’da Brüksel’de başlayan bir ayaklanma sonucu Hollanda’dan ayrılan Katolik Flaman ve Valonlar Belçika devletini kurdular. Diğerlerinde esas olarak iktidar bloğunu oluşturan güçlerin yer değiştirmesi yaşandı.
NAPOLYON BONAPART: DEVRİMCİ Mİ, MUHAFAZAKAR MI?
Murat Belge Militarist Modernleşme adlı kitabında Napolyon hakkında şöyle diyor: “Paradoks şu. Napoleon, Fransa’da devrim heyecanının devrim yorgunluğuna dönüştüğü bir anda iktidarı kapmış ve sosyopsikolojik ortamdan akıllıca yararlanmış bir önderdi. Fransa’da devrimi bitirdi. Çıkardığı yasalarla, getirdiği uygulamalarla, devrim toplumunu neredeyse muhafazakar bir topluma çevirdi. Devrimden kalan enerjiyi de bir ‘dünya fütühatı projesi’nin yakıtı haline getirdi. Bu projeyle birlikte, cumhuriyetten imparatorluğa ‘yumuşak’ geçişi de sağladı ki daha sonra yeğeni de (hikayesini birazdan anlatacağım III. Napolyon’u kastediyor) yapmasa ‘kimse bunu beceremezdi’ derdim. Paradoks Fransa’da devrimi bitiren adamın onu (devrimi) imparatorluk kurmaya çalıştığı Avrupa’da her yere birlikte götürmesidir. Meclis gibi, seçim gibi, anayasal (meşruti) yönetim gibi, Fransız Devrimi’yle doğmamış olsa da onunla gündeme daha sağlam basmış kurumlar, Napoleon’un ‘fetihleri’ yoluyla Avrupa’ya yayıdı. (…) Dolayısıyla Fransa’dan bakınca muhafazakar görünen (buna rağmen bir ‘dünya fatihi’ olarak hala çok sevilen) Napoleon Bonaparte, Avrupa’dan bakıldığında bir hayli ‘devrimci’ bir kılığa bürünür."
Geçen hafta JİTEM’in hikayesini anlatırken, “Bunların yanısıra elbette PKK’nin hem devlete, hem örgütüne hem halka karşı işlediği suçlar var. Bu konuyu önümüzdeki hafta ele alacağım” demiştim. Ancak bilgisayarım başına gelen bir kazadan dolayı dosyalarıma şu anda ulaşamaz haldeyim. Bunun için, bu hafta bir kitap için daha önce hazırladığım bir yazımın (mailimin ekinde olduğu için ona bir başka bilgisayardan ulaşabildim) bir bölümünü paylaşmak zorunda kaldım. Geliri, Gezi direnişi sırasında devlet ve paramiliter güçlerin işbirliğiyle katledilen Ali İsmail Korkmaz’ın adına kurulan vakfa bırakılan kitabın adı Direnişten Komüne Gezi. Editörü Savaş Çoban. Kitaba katkıda bulunan yazarları aşağıdaki görselde görebilirsiniz. Benim yazım 1871 Paris Komünü adını taşıyordu ama öncesi ve sonrasıyla geniş bir yazıydı. Buraya yazının kısaltılmış bir versiyonunu aktaracağım. Anlatmadığım bölüm Paris Komünü’nün güncesi. Aktardığım bölümlerde ise, son günlerde CB Erdoğan’ın izlediği siyasanın ilham aldığı düşünülen Bonapartizm kavramının tarihçesini, Avrupa’da ortaya çıkan siyasal akımların Osmanlı ülkesindeki karşılıklarını ve nihayet Paris Komünü’ne katılan üç Yeni Osmanlı’nın maceralarını bulabileceksiniz. Yazıyı uzun bulanlar, ilgilendikleri konuyla ilgili bölümleri okuyabilirler çünkü her bölüm bağımsız sayılabilir. Diğer yazı için sözüm söz, yeter ki, bilgisayarımdaki sorunu halledebileyim.
1830 VE 1848 DEVRİMLERİ
1787’de başlayan, doruk noktasına 1789’da ulaşan ve değişik aşamalardan geçerek 1799'a kadar süren toplumsal altüst oluş Fransa’da eski rejimi (ancien régime) sona erdirmekle kalmamış, Avrupa tarihinde de yeni bir sayfa açmıştı. 1792’de Fransa’da Cumhuriyet ilan edildi. 1793-1794 arasında ‘ihtilal’ çocuklarını yedi. 1795’de Direktvuar idaresi kuruldu, o da sorunlara çözüm olmadı 1799’da Konsüllük idaresine geçildi. İlk konsül Napolyon Bonapart’ın ilk işi Avrupa’nın güçlü devletlerine savaş açmak oldu. Bu arada Napolyon konsül olmakla yetinmeyip imparatorluğunu ilan etti. Napolyon ordularının 1815’de Waterloo’da mutlak biçimde yenilmesiyle başlayan Restorasyon Dönemi paradoksal olarak orta ve alt sınıfların giderek devrimci bir tavır takınmasına neden oldu. İtalya’da Carbonari, Fransa’da Hak ve Özgürlükler Hareketi, Almanya’da Bursenschaften gibi gizli örgütler, Britanya Adası’nda Chartist Hareket gibi önemli ama soluksuz bir hareket döneme damgasını vurdu. 1830’de Avrupa’nın değişik yerlerinde birbiri ardına ulusalcı devrimler patlak verdi. Ancak bunlardan sadece biri başarılı oldu. 1830’da Brüksel’de başlayan bir ayaklanma sonucu Hollanda’dan ayrılan Katolik Flaman ve Valonlar Belçika devletini kurdular. Diğerlerinde esas olarak iktidar bloğunu oluşturan güçlerin yer değiştirmesi yaşandı.
NAPOLYON BONAPART: DEVRİMCİ Mİ, MUHAFAZAKAR MI?
Murat Belge Militarist Modernleşme adlı kitabında Napolyon hakkında şöyle diyor: “Paradoks şu. Napoleon, Fransa’da devrim heyecanının devrim yorgunluğuna dönüştüğü bir anda iktidarı kapmış ve sosyopsikolojik ortamdan akıllıca yararlanmış bir önderdi. Fransa’da devrimi bitirdi. Çıkardığı yasalarla, getirdiği uygulamalarla, devrim toplumunu neredeyse muhafazakar bir topluma çevirdi. Devrimden kalan enerjiyi de bir ‘dünya fütühatı projesi’nin yakıtı haline getirdi. Bu projeyle birlikte, cumhuriyetten imparatorluğa ‘yumuşak’ geçişi de sağladı ki daha sonra yeğeni de (hikayesini birazdan anlatacağım III. Napolyon’u kastediyor) yapmasa ‘kimse bunu beceremezdi’ derdim. Paradoks Fransa’da devrimi bitiren adamın onu (devrimi) imparatorluk kurmaya çalıştığı Avrupa’da her yere birlikte götürmesidir. Meclis gibi, seçim gibi, anayasal (meşruti) yönetim gibi, Fransız Devrimi’yle doğmamış olsa da onunla gündeme daha sağlam basmış kurumlar, Napoleon’un ‘fetihleri’ yoluyla Avrupa’ya yayıdı. (…) Dolayısıyla Fransa’dan bakınca muhafazakar görünen (buna rağmen bir ‘dünya fatihi’ olarak hala çok sevilen) Napoleon Bonaparte, Avrupa’dan bakıldığında bir hayli ‘devrimci’ bir kılığa bürünür."
İşte Napolyon Bonapart’la başlayan, III. Napolyon’la devam eden siyasi geleneğe Karl Marx Bonapartizm adını verdi. Marx’ın 1852 yılında yayımlanan The Eighteenth Brumaire of Louis Napoleon adlı eserinde ilk kez tanımlanan kavram, siyaset biliminde genellikle iktidarı emekçilerin alamadığı ama burjuvazinin de alacak kadar palazlanamadığı için siyasal gücünü asker-sivil bürokrasiye devrettiği rejimin adı olarak günümüze kadar geldi. Almanlar Bismarkizm dediler, İtalyanlar Sezarizm dediler, biz Kemalizm dedik. Şimdi birileri Erdoğanizm diyorlar ki ben buna pek katılmıyorum ama Erdoğan’ın uygulamaya çalıştığı rejimin adını da henüz koyamıyorum.
(Paris’te 24 Haziran 1848 günü yapılan barikat savaşlarını gösterir Horace Vernet tablosu)
VİCTOR HUGO: “ZAVALLI BÜYÜK HALK”
Tekrar tarihe dönersek, Fransa’dakine benzer süreçler Prusya’da, Avusturya’da ve İtalya’da yaşandı ama hepsinde devrimler edildi. Neden böyle olduğuna dair ipuçlarını 1830 Devrimi sırasında geçen olayları Sefiller adlı romanında anlatmış olan Victor Hugo’nun hatıratında buluruz. Victor Hugo reformistler öncülüğündeki Paris halkının hükümeti devirip kralın yurtdışına kaçmasını sağlayan ayaklanmanın zafer günü olan 24 Şubat 1848’i şöyle anlatır: “Bastille Meydanı’nda işçilerin çoğunlukta olduğu ateşli bir kalabalık vardı. Çoğu, kışlalardan alınan ya da askerlerin verdiği tüfeklerle silahlanmıştı. ‘Victor Hugo! Victor Hugo bu! Bazıları beni selamlıyor. (…) Sesimi duyurmak için sütunun üzerine çıkıyorum. (…) Hemen Louis-Philip’in tahttan çekildiğini söyleyerek söze başlıyorum. (…) Orleans Düşesi’nin tahta vekalet edeceğini duyurduğumda bu şiddetli tepkilere yol açıyor. (…) Hiçbir şey hazır değil, hiçbir şey. Bu tam bir altüst oluş, yıkım, sefalet, belki iç savaş, ama her koşulda bilinmezlik (…) Bir ses, tek bir ses yükseldi: Yaşasın Cumhuriyet! Ona yankı yapan tek bir ses bile yok. Zavallı büyük halk, bilinçsiz ve kör! Ne istemediğini biliyor, ama ne istediğini bilmiyor!”
Evet, Victor Hugo haklıydı ve Marx’ın öngörüsünün tersine sadece Fransa’da değil tüm Avrupa’da işçi sınıfı örgütlü değildi. Nitekim Marx bu devrimlerden edindiği dersleri (farklı ekonomik çıkarları bulunan işçi sınıfı ile küçük burjuvazinin ortak bir devrin yapamayacakları, ‘burjuva’ ve ‘proleterya’ devrimlerinin farklılıklarını örneğin) Class Struggles in France 1848 to 1850 ve yukarıda sözünü ettiğim The Eighteenth Brumaire of Louis Napoleon başlıklı çalışmalarında toplayacaktı. “Yenildik, aşağılandık…. Dağıtıldık, hapsedildik, silahsızlandırıldık ve susturulduk. Avrupa demokrasinin kaderi ellerimizden kayıp gitti…” demişti Proudhon yenilgiden sonra. Evet Proudhon’un dediği gibi bir şeyler parmak uçlarından kayıp gitmişti. Ama liberal düşünceler Brezilya’ya bile ulaşmıştı.
OSMANLI’DA LİBERALİZM RÜZGARLARI
Brezilya’ya giden liberal düşüncelerin Osmanlı ülkesine uğramaması düşünülebilir mi? Düşünülemez elbet. Ancak Osmanlı’yı liberalleşmeye iten daha çok dış faktörlerdi. Nitekim Avrupa halk ayaklanmaları ile kavrulurken Mısır Hidivi Kavalalı Mehmet Paşa ile büyük kavgaya tutuşmuş olan Osmanlı İmparatorluğu, Kavalalı’nın ordularının galip geldiği 1832 Kütahya ve 1839 Nizip savaşlarından sonra önce Rusların, sonra Rusları durdurmak isteyen Avrupalı büyük devletlerin kanatları altına girmiş, hem içteki talepler hem de bu himayenin karşılığı olarak 1839’da Tanzimat Fermanı’nı ilan etmişti. Fermanı yayınlayanların Avrupa’daki ulusal kalkışmalardan, işçi sınıfı ve yoksulların ayaklanmasından haberi olduğu şüpheli ancak henüz kesinleşmeyen iddialara göre, 1848’de Paris’te eğitim gören İbrahim Şinasi (ki Osmanlı ülkesinde ilk Türkçe gazeteyi çıkaracak, ilk Türkçe piyesi yazacaktır ilerde) 21-24 Şubat 1848 ayaklanması sırasında Said Sermedi adlı Osmanlı tebaasından bir Arnavutla birlikte 1789 Fransız İhtilali’nden sonra önemli Fransız entelektüellerinin gömüldüğü Panthéon’a Fransız bayrağını dikmişti.
1848 devrimlerinin kanlı şekilde bastırılmasından dolayı Osmanlı ülkesine sığınan bir Macar mültecilerden biri İstanbul’da bir kitapçı dükkanı açmış ve burada Avrupa’daki sosyalist hareketler tarafından basılan kitaplar, risaleler, afişlere yer vermişti. 1861 tarihli, İstanbul basımlı İngilizce-Türkçe sözlükte sosyalizm karşılığında ‘iştirak-i emval’ (mallara katılım) ifadesi okunuyordu. Ve nihayet 1864’te Londra’da kurulan, ilk kongresini 1866’da Cenevre’de yapan Birinci Enternasyonal’e Yeni Osmanlılar denilen reformist aydınların ilgi gösterdiğine dair anılar var.
KİMDİ YENİ OSMANLILAR?
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde, kabaca 1800’lerden itibaren Avrupa’nın üstünlüğüyle yüzleşilmesi ve bu durumun içselleştirilmesi sürecinde ‘fikir adamları’ için en önemli soru “Bu devlet nasıl kurtulur?” idi. Böylesi bir soruya cevaplar da, kuşkusuz devlet eksenliydi. 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı’nı hazırlayan Mustafa Reşit Paşa ile başlayan, 1856’da ilan edilen Islahat Fermanı’nın mimarları Âli ve Fuad Paşa’larla devam eden bürokratik ve idari reformları ‘aşırı Batıcı’ buldukları için sistemli bir muhalefet başlatan ilk grup olan Yeni Osmanlılar (ya da Genç Osmanlılar), 1865 yılında İstanbul’da bir araya gelen bir grup aydının kurduğu İttifak-ı Hamiyet Örgütü’nden doğmuştu.
Hareketin, adları tespit edilebilen dokuz önderinin (Namık Kemal, Mustafa Nuri, Sağır Ahmed Beyzade Mehmed, Suphi Paşazade Ayetullah, Kayazade Reşad, Mustafa Refik, İbrahim Şinasi, Ziya Paşa ve Ali Suavi) hemen hepsinin babası devlet memuruydu. Dahası bu dokuz kişiden beşi Tercüme Odası’nda çalışıyordu. 1821’de kurulan bu daire, başından itibaren büyük devlet görevlerine atanmak için iyi bir atlama tahtası olmuştu. Dönemin haberleşme araçlarını (özellikle gazeteleri) başarıyla kullanan bu memur-aydınlar, modernleşme pratiklerine dönük ilk fikir tartışmalarını başlattıkları gibi, gazeteciliğin, düşünce ürünlerinin yayılmasının aracı olarak kullanılması da bu grubun marifetiyle olmuştu.
PARİS, LONDRA, CENEVRE SÜRGÜNLERİ
Özellikle Batı ile artan ticari ilişkilerden zarar gören kesimlerin tepkilerinden güç alan Yeni Osmanlılar, iddialara göre 5 Haziran 1867 günü bir darbe ile anayasal bir düzene geçmek üzere planlar yapmışlar ama bu planlarının sarayın kulağına gittiğini anlayınca grubun liderleri (Ziya Paşa ve Namık Kemal, Sağır Ahmet Beyzade Mehmed, Mustafa Nuri Bey, Kayazade Reşad, Ali Suavi) Paris’e ve Londra’ya kaçmıştı. Sürgünleri, Paris’te yaşayan Mısır hidiv ailesinden Mustafa Fazıl Paşa davet etmiş ve maddi himayesine almıştı. Kaçmakta haklıydılar çünkü geride kalanlardan bir bölümü 10’ar yıl süreyle Kıbrıs’ta, bir bölümü ise Rodos’ta sürgüne mahkum edilmişti.
Sürgünler Londra ve Cenevre’de Muhbir ve Hürriyet, Paris’te İttihad gazetesini çıkardılar. İttihad gazetesinin direktörlüğünü yapan Mehmed Bey daha sonra Cenevre’de İnkilap (devrim) gazetesini çıkardı. Mehmed Bey’in İnkilab’ın 28 Nisan 1870 tarihli nüshasındaki ‘İnkılap’ (devrim) fikrine övgüler düzen yazısı o kadar radikal unsurlar içeriyordu ki Osmanlı İmparatorluğu’nun Paris Sefiri Cemil Paşa, İsviçre Hükümeti’ne başvurarak gazetenin kapatılmasını istemişti.
FRANSA-PRUSYA SAVAŞI VE HEZİMETİ
Bu olaydan kısa süre sonra, 19 Temmuz 1870’de Fransa İmparatoru III. Napolyon, Prusya’ya savaş açtı. Savaş hiç de Napolyon’un hayal ettiği gibi gelişmedi. (o sırada henüz şehzade olan II. Abdülhamit’in, savaşı Almanya’nın kazanacağına dair 100 liraya/sterling’e bahse girdiği söylenir.) 2 Eylül 1870’te Napolyon’un ordularının Sedan’da yenilmesinden ve esir düşmesinden iki gün sonra, Alman orduları Paris’e doğru yürürken, 4 Eylül 1870 Paris Belediye Binası’nın (Hotel de Ville) önünde Cumhuriyet ilan edildi ve Ulusal Savunma Hükümeti kuruldu. Başına da General Louis Jules Troucheau getirildi. Böylece fiilen Üçüncü Cumhuriyet başlamış oldu. (Resmen, yeni anayasanın kabul edileceği 1873 yılında başlayacaktı.)
Bu günlerde, Parisliler için bile hayat çok zordu, yabancılar için iki kat zordu. Böylece Yeni Osmanlıların liderlerinden Namık Kemal Viyana’ya gitti. Ziya Paşa Brüksel’e geçti. Ama Mehmed, Reşat ve Nuri beyler Paris’te kalmayı tercih ettiler. Etmekle kalmadılar, üçlüden Reşad Bey, 4 Eylül 1870 günü Ulusal Savunma Hükümeti’nin Generali Troucheau’ya bir mektup yazdı. Mektupta şöyle diyordu:
“General,
Türk’üm ve vatanıma Fransa’nın hizmetlerini unutmadım. Minnet duygusunun ve büyük bir millete zorunlu olan demokratik ruhun heyecanlarıyla, general sizden rica ederim. Fransız Cumhuriyetinin düşmanlarıyla savaşmak için beni gönüllü olarak Fransız ordusuna alınız. Vatanseverliğiniz hakkındaki hayranlığımı ve Cumhuriyetçi Fransa için beslediğim bağlılık duygularımı lütfen kabul ediniz General. Reşad.”
Bu mektuba General yazılı bir cevap verdi mi bilmiyoruz ama Mithat Cemal Kuntay şöyle diyor: “Cephenin gittikçe genişleyerek ta Paris duvarlarına yaklaşmaya başladığı günlerde (…) bu üç Yeni Osmanlı ‘Ulusal Savunma’ komitesine başvurarak kendilerini gönüllü yazdırmışlar ve birçok Fransız soylularının çocuklarıyla birlikte o zamanın Eğitim Bakanı Duruy’un yanında istihkamlara gönderilmişlerdi. Birbirinden hiçbir şekilde ve hiçbir zaman ayrılmayan bu üç arkadaşa Fransızlar tarafından ‘Üç Türkler’ adı takılmıştı. Çünkü nereye bir obüs ya da bir şarapnel düşüp de birçok kimseyi yaralayacak olsa bu üç arkadaş derhal orada beliriyor, yaralıları tedavi için ellerinden geleni yapıyor, onları hastane çadırlarına götürüyorlardı. Bunların giysileri de bir tuhaftı. Üzerlerinde Fransız asker elbiseleri vardı. Fakat başlarında -doğru bir deyimle püsküllü belamız olan- fesleri olduğu gibi durmaktaydı. Bu ilginç kıyafet kendilerini asıl Fransız gönüllülerinden ayırıyordu. Zaten ‘Üç Türkler’ diye anılmalarının bir nedeni bu kılıklarıydı. Ancak yaralılara yardım konusunda öyle değerli hizmetleri görülmüştü ki, istihkamların her tarafında onların adı ‘Şevkat’in karşılığı olarak değerlendirilmekteydi.”
MEHMET, REŞAT VE NURİ BEYLER KOMÜNDE
General Troucheau’nun Ulusal Savunma Hükümeti’nin teslim bayrağını çekmesinden sonra Paris’te öyle olaylar yaşandı ki sonunda Versailles, karşısında her sınıftan öfkeli insanları buldu. Artan muhalefetten çekinilerek başkent Paris’ten Bordeaux’a taşındı. Savaşın resmen bitmesinden sonra Cumhuriyetçi Paris’e değil monarşist Versailles’e dönüldü. Bu Parislilerin öfkesini daha da arttırdı. Ve bunun sonucu da 18 Mart -28 Mayıs 1871 tarihleri arasında yaşanan 72 günlük Paris Komünü oldu. Sonunda monarşistler tarafından ağır bir yenilgiye uğratılan Komünün günbegün hikayesini, komüncülerin taleplerini, neleri başardıklarını ve sonunda neden başarısız olduğunu merak edenler yazının başında sözünü ettiğim kitabı alıp okuyabilirler. Hatta lütfen okusunlar. Gerçekten çok ilginç bir hikayedir, çok dersler içerir. Kitabı satın alarak da Ali İsmail Korkmaz Vakfı’na katkıda bulunmuş olurlar. Devam edelim.
Daha önce Paris’in savunmasına katılan üç Yeni Osmanlı, Paris Komünü’ne de katılmıştı. Yeni Osmanlılar konusunda uzman olan ve bu konudaki kitabı Sovyet Gözüyle Jöntürkler adıyla Türkçeye çevrilen Yuri A. Petrosyan, kitabında 1879 tarihli bir birincil kaynağa atıf yaparak “Mehmed Bey, Reşat ve Nuri, Fransız ordusuna girdiler ve savaşlara katıldılar. Paris’in ve Paris Komününün kuşatması sırasında, her üçü de bazı bilgilere göre şehirde kaldılar ve şehrin savunmasına komünacılara katılarak aktif olarak çalıştılar… Bir Türk Komüncü… Bu Jön Türklerin doktrininde yeni bir aşamaydı” diye yazmıştı.
(Paris Komüncüleriyle birlikte savaşan Milli Muhafızlar bir barikatta)
ÂLİ PAŞAGİLLERİN ZİHNİYET DÜNYASI
Paris Komünü’nün ezilmesinden yaklaşık bir ay sonra, Temmuz 1871’de, Marx’ın “cüce canavar” dediği Thiers’in yakın dostu Sadrazam Âli Paşa, Komüncülere çatan bir beyanname yayımladı. Âli Paşagillerin zihniyet dünyasını çok iyi yansıttığı için tümünü aktaracağım beyannamede (sadeleştirilmiş dille) şöyle deniyordu:
“Bildiğiniz gibi çağımız maddi bilgiler yönünden geçen yüzyıllarla kıyaslanmayacak kadar ileridir. Ancak insan toplumunu asıl ayakta tutan toplumsal ahlakın dayanağı gibi bağlar ne yazık ki dikkate alınmamaktadır. Bu ilgisizliğin vahim sonuçları ortada. İşçiler, sermayedarlarla servet ve refahça eşit olmak için mevcut malları bölüşmek gibi tehlikeli, sakıncalı fikirlere kapılmışlar. Yalnız o kadar değil, hükümet yönetimine ortak olmak da istiyorlar. 1860-1861 yılları arasında beliren bu tehlikeli düşünceler, şu 9-10 yıl süresince habis ruhlar gibi Avrupa’nın her tarafına yayılmıştır. Bu nitelikli kişilerden oluşan cemiyetin adı Enternasyonal’dir. Enternasyonal’in Londra’da bir merkezi, Amerika ve İsviçre’de şubeleri vardır. Üyeleri çoğalmış, sermayesi artmıştır. Pekala bilirsiniz ki bu tehlikeli istekler dünya düzenine aykırıdır. Gerçekleşmeleri -Allah göstermesin- türlü türlü ihtilal ve uyuşmazlıklara yol açar. Böyle düşünenlerin Komüna’da ne yaptıklarını gördük. Paris’in hali meydandadır. Haydutluğu meslek edinmiş bu adamların amacı, insan toplumlarını vahşet durumuna ve hayvanlığa geri götürmektir. Hem mizacımıza hem ahlakımıza ters düşen bu gibi fikirlerin ülkemizde ilgi görmeyeceği doğaldır. Ancak, Osmanlı Devleti’nin toprakları çok geniş ve Padişah’ın kulları çok kalabalıktır. Bu nedenle dikkatli olmalıyız. Bu uğursuz fikirler hudutlarımızdan içeri girmemelidir. Bu bozuk düşünceli kişilerin amaç ve isteklerini yaymalarına fırsat vermemeliyiz.” (Not: Âli Paşa bu emirnameyi yayımladıktan sonra çok yaşamadı, 7 Eylül 1871’de Bebek’teki yalısında 58 yaşında öldü.)
NAMIK KEMAL’DEN KOMÜNCÜLERE
Komün ilan edilmeden önce Viyana’ya giden Namık Kemal, daha sonra Londra’ya geçmiş, burada hamisi Mustafa Fazıl Paşa’nın desteğiyle Muhbir gazetesini çıkarmıştı ama bir diğer Yeni Osmanlı Ali Suavi ile anlaşmazlık üzerine Muhbir’den ayrılmış, 1871 yılında Saray’ın affıyla İstanbul’a dönmüştü. Yani Komün’e şahit olmamıştı. Ancak Namık Kemal İstanbul’a döndükten sonra başına geçtiği İbret gazetesinin 12 Haziran 1872 tarihli nüshasında Komüncüleri savunmak için kaleme aldığı ünlü “Reddiye”sinin sonunda “Far dö Bosfor’un (İstanbul’da yayımlanan Le Phare Du Bosphore adlı Fransızca gazete) bahsettiği makalenin yazarı (Reşat Bey) daha Versaylıların silahlı zulmüyle dökülen kanları sokaklarda akarken Paris’te idi. Mahkemelerde Komün taraftarlarını itham edenleri ve müdafaa eden avukatları dinledi. İki tarafın fikirlerini tutan gazeteleri okudu….” diyerek Komüncülere sıcak bir selam göndermişti. Bu yazıdaki bazı ifadelere bakılırsa Komün’ün yenilmesinden sonra da Paris’te kalan Reşat, Nuri ve Mehmet beyler 1872 yılında ülkeye dönmüşler, İbret’te Komün’ün tarihçesini ve ideallerini (kendi anladıkları kadar elbette) anlatan yazılar yazmışlardı. Bu üçlüden Mehmet Bey 1874’te ölmüştü.
“İLKİNDE TRAJEDİ, İKİNCİSİNDE FARS”
II. Abdülhamit’in iktidarının ilk yılı olan 1876’da Kanun-ı Esasi’nin kabul edilişi, 1877’de ilk meclisin açılmasıyla zirvesine çıkan nisbi liberalleşme dalgası 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı bahane edilerek kesintiye uğrayacak, onun yerini yazının başında sözünü ettiğimiz Bonapartizmi bile aratacak katı bir baskı rejimi alacaktı.
Marx, The Eighteenth Brumaire of Louis Napoleon adlı eserinde III. Napolyon’un gerçekleştirdiği darbeyi, amcası Napolyon Bonapat’ın daha önceden gerçekleştirdiği darbeyle kıyaslamış ve daha sonra çok popüler olacak şu cümleyi yazmıştı: "Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: İlkinde trajedi, ikincisinde komedi (fars) olarak.”
Aradan neredeyse 150 yıl geçtiği halde, dönüp dönüp aynı konuları tartışıyor olmamız bana Marx’ın bu saptamasını hatırlatıyor. Ama bizde tarih her seferinde, trajedi olarak tekrarlanma eğiliminde ne yazık ki…
Yararlanılan Kaynaklar: Wolfgang Abendroth, A Short History of the European Working Class, Londra, 1972; Eric J. Hobsbawm, Devrim Çağı, Çeviren: Bahadır Sina Şener, Dost Kitapevi, Ankara 2000; F.W.J. Hemmings, Culture and Society in France 1848-1898: Dissidents and Philistines, New York, 1971; The New Cambridge Modern History The Zenith of European Power 1830-1870, Vol.10, Cambridge University Press, 1960; Samuel Bernstein, “The Paris Commune”, Science & Society, Vol. 5, No. 2 (Spring, 1941), s. 117-147; Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998; Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789-1914), Alkım Yayınevi, İstanbul 2005; Coşkun Üçok, Siyasal Tarih (1789-1950), Türk Matbaası, Ankara 1961; Serol Teber, Mehmet, Reşat ve Nuri Beyler, De Yayınevi, İstanbul, 1986, Stephen J. Lee, Avrupa Tarihinden Kesitler (1789-1980), Çeviren: Savaş Aktur, Dost Kitapevi, Ankara 2002; Charles Tilly, Avrupa’da Devrimler (1492-1992), Çeviren: Özden Arıkan, Literatür Yayınevi, İstanbul 2005; Hetje Cantz, Gustave Courbet, The Metropolitan Museum of Art, New York 2008, Murat Belge, Militarist Modernleşme, İletişim Yayınları, 2011.
.
6-7 Eylül 1955 yağması ve 1964 sürgünleri
6.9.2015 - Bu Yazı 952 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Bugün tarihimizdeki utanç verici olaylardan biri olan 6-7 Eylül yağmasının 60. yıldönümü. Geçen yıl da aynı vesileyle “Cumhuriyet’in azınlık raporunu” (okumak için tıklayın) sizlerle paylaşmıştım. O yazının girişinde geçmişi neden hatırlamalıyız sorusuna uzunca bir cevap vermiştim. Bu yüzden bu hafta neden utanç verici bu olaya dair yazdığımı açıklamaya girişmeyeceğim, doğrudan konuya gireceğim.
Ağustos 1928’de Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos, Başbakan İsmet Paşa’ya ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü (Aras) Bey’e birer mektup yazarak Yunanistan’ın Türk toprakları üzerinde hak iddia etmediğini ve demokratik Türkiye ile ilişkilerini geliştirmek istediğini belirtmişti. Bu mektupların sonucu Venizelos’un 1931 yılının Ağustos ayında İstanbul ve Ankara’ya yaptığı iki parlak ziyaret oldu. İki ülke, Lozan Barış Antlaşması’nın kapsamında olan ancak ondan önce imzalanan 30 Ocak 1923 tarihli Mübadele Anlaşması’nın işlemeyen yanlarını, 1930’da iki parti halinde, Türk-Yunan Dostluk, Tarafsızlık, Uzlaştırma ve Hakemlik Antlaşması’nı imzalayarak düzelttiler. Aynı yıl İsmet Paşa ve Tevfik Rüştü Aras Atina’yı ziyaret etti. Aras 1933’te sınır güvenliğini görüşmek üzere tekrar Atina’ya gitti. Yunanistan Başbakanı Panagis Tsaldaris ile Dışişleri Bakanı DemêtreMaximos aynı yıl Ankara’ya geldiler. İki ülke arasındaki balayı, 12 Ocak 1934’te Venizelos’un Mustafa Kemal’i Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermesi ile taçlandı.
(Venizelos ve eşi İstanbul’da. 24 Ağustos 1931)
BALAYI BİTİYOR
1934’te Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya arasında Balkan Antantı, 1938’de Türkiye ile Yunanistan arasında yeni bir ‘tarafsızlık’ antlaşması imzalandı. 1941’de Türkiye, Kurtuluş gemisi aracılığıyla, savaş dolayısıyla Yunanistan’da hüküm süren korkunç açlığa merhem olmaya çalıştı. 1952’de Yunan Kral ve Kraliçesi Türkiye’yi ziyaret ettiğinde her şey yolunda görünüyordu. Ancak, 1954’te Balkan Antantı’nın yenilenmesinin ardından Yunanistan’ın Kıbrıs Meselesi’ni BM’ye taşıması balayına son verdi.
Yunanistan’ın 1954’te Kıbrıs’a ‘kendi kaderini tayin hakkı’nın tanınması için BM’ye yaptığı başvuru kabul edilmeyip de, Georgios Grivas liderliğindeki EOKA Kıbrıs’ta İngilizlere karşı terör eylemlerini başlattığında, Britanya, Türkiye ve Yunanistan’ı Doğu Akdeniz’i etkileyen siyasal savunmaya ilişkin sorunları görüşmek üzere Londra’da toplanacak üçlü bir konferansa davet etmişti. Türkiye daveti hemen kabul ederken, Yunanistan biraz nazlanmıştı ama sonunda taraflar 29 Ağustos 1955’te Londra’da buluşmak için sözleşmişlerdi. Konferansın [I. Londra Konferansı] 7 Eylül’e kadar sürmesi planlanmıştı.
MAH MENSUPLARI İŞ BAŞINDA
Aslında aylar önce, iktidardaki DP ile muhalefetteki CHP ve Osman Bölükbaşı’nın Cumhuriyetçi Millet Partisi’ne mensup milletvekilleri, Rum aleyhtarlığını kışkırtacak önergelerini vermeye başlamışlardı. Siyasilerin en büyük yardımcısı ise Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) ile Kıbrıs Türktür Cemiyeti (KTC) idi. KTC Başkanı, Hürriyet gazetesi yazarı ve avukat Hikmet Bil, 1952’de Adnan Menderes ve Fuad Köprülü’nün Atina ziyaretinde resmî heyete davet edilecek kadar iktidara yakın biriydi. Yönetim kurulu üyelerinden Kamil Önal ise MAH üyesi bir başka gazeteciydi. Cemiyetin diğer önemli isimleri Dr. Hüsamettin Canöztürk, Orhan Birgit, Ahmet Emin Yalman, Dr. Ziya Somer, Nevzat Karagil gibi CHP’ye yakın isimlerdi. Devletin maddi yardımda bulunduğu bu örgütlerle hem DP teşkilatlarının hem de tekstil, şişe-cam, motorlu taşıtlar, deri-kundura, tütün-içki, gemi, su gibi çeşitli işkollarında faaliyet gösteren sendikaların ilginç ilişkileri vardı.
Başta İstanbul’da yayımlanan Hürriyet, Yeni Sabah ile İzmir’de yayımlanan Gece Postası olmak üzere tüm gazetelerde, hemen her gün, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi ve Patrik Athenagoras aleyhine haberler boy gösteriyordu. Siyasetle ilgilenmesi devletçe yasaklanan ve ekümenikliği reddedilen Patrikhane, “Fener, tüm Ortodoks dünyasını temsil eden ekümenik patriklik olduğu halde sessiz kalarak, Kıbrıslı Rumlar’ın lideri Makarios’u desteklemekle” suçlanıyordu. Ayrıca gazeteler, Patrikhane’nin, topladığı bağışları gizlice Kıbrıs’a yolladığını iddia ediyorlardı. Yunanistan basını da boş durmuyordu elbette. Ethnikos Kiriks’te çıkan Atatürk hakkındaki ağır yazı, Türkiye’de büyük tepkiye neden olmuştu.
“ERKEKÇE SES VERELİM!”
16 Ağustos’ta KTC Başkanı Hikmet Bil, Kıbrıslı Türklerin lideri Dr. Fazıl Küçük’ün “adadaki Yunanlıların Türk azınlığa karşı katliam hazırlığı içinde olduğuna dair” mektubunu tüm şubelerine göndererek, üyelerinden “Londra ve Atina’nın korkacağı erkekçe bir ses çıkarmaya” davet etti. 24 Ağustos’ta Adnan Menderes, Liman Lokantası’ndaki yemekte, Yunanistan ve Kıbrıs aleyhine gayet sert bir nutuk atarak ‘çarşambanın gelişini’ müjdeledi. Ardından İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği, Yunan pasaportlu Rumların mallarının müsadere edilip, yurtdışına çıkarılmalarını talep ederken, gazetelerden Kıbrıslı Türklerin zor durumda olduğunu okuyan vatandaşlar, Kıbrıs’a gitmek için TMTF’ye kitlesel başvurular yapmaya başladılar. İddialara göre İskenderun şubesine 23 bin, Adana şubesine 15 bin başvuru yapılmıştı.
Menderes’le bir akşam yemeği yiyen Hikmet Bil’in iddiasına göre Menderes kendisine “Biraz önce Zorlu’dan bir mesaj aldım. Çok zor durumda imiş. Yardım istiyor. Bir demarş yapmak istiyorum” demişti. Hikmet Bil de ‘seferberlik emrini’(!) almıştı. Aynı gün gazetelerde üç Rum casususun yakalandığı haberi çıktı. Bir grup genç Taksim’de gövde gösterisi yaparak, üzerinde “Kıbrıs Türk’tür’” yazılı bir pankartı Patrikhane’ye bıraktı. Ayrıca Türk bayrağına dil uzattığı iddia edilen bir Rum genci dövüldü ve bazı Rum gazeteleri yakıldı. Artık iş barut fıçısını patlatacak kıvılcımı çakmaya gelmişti.
İSTANBUL EKSPRESS’İN ROLÜ
Bazı Rumların Türk komşuları tarafından yarım ağızla da olsa “o gün pek dışarı çıkmamaları, çocuklarına ve karılarına gözkulak olmaları” yolunda uyarıldıkları o meşum 6 Eylül 1955 günü saat 11’de, İstanbul Radyosu, devletin resmî ajansı Anadolu Ajansı’na dayanarak, Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bombalı saldırı yapıldığı haberini verdi. Öğleden sonra İstanbul Ekspres adlı 20-30 bin tirajlı gazete, haberi iki ayrı baskıyla kamuoyuna duyurdu. Gazetenin, bazı kaynaklara göre 300 bin, bazı kaynaklara göre 230 bin baskı yapması, k?ğıt sıkıntısının olduğu bir dönemde şüphe çekiciydi. DP döneminin Münakalat (Ulaştırma) Bakanı Arif Demirer’in oğlu Mehmet Arif Demirer’e göre İstanbul Ekspres’in Yazı İşleri Müdürü Gökşin Sipahioğlu, saat 13.30’da gazetenin sahibi Mithat Perin’i telefonla aramış ve ikinci baskı yapmak istediğini, 300 bin basacağını ve k?ğıt almak için nakit para istediğini bildirmişti. Perin, daha sonraki yıllarda Demirer’e, Sipahioğlu’nun o gün çok ısrar ettiğini, büyük bir gazetecilik başarısı olacağını söylediğini açıklamıştı. Mithat Perin, saat 16.30’da gazeteye gittiğini, basımı devam etmekte olan ve o saate kadar 150 bin adedinin sokaklarda satıldığını öğrendiğini, ancak gazetenin basımını, “bobini yırtarak durdurduğunu”, “Bu iş kötü. Ortalığı karıştırabilir” diye düşündüğü söylemişti. Perin’e göre Sipahioğlu ise, bu konuda nedense hiç kaygılı değildi.
BİNDİRİLMİŞ KITALAR İŞ BAŞINDA
Gazetenin ikinci baskısından sonra İstiklal Caddesi’nde toplanan güruh, gayrimüslimlere ait işyerlerini taşlamaya başlamıştı. Saat 18.00-20.00 arasında üniversite öğrencileri Taksim’e doğru yürüdüler. Saat 20.00-22.00 arasında ağırlıklı olarak Cibali Sigara Fabrikası işçileri ve işsiz gençler Beyoğlu’nda dükk?nları tahrip ettiler. Olaylar kısa sürede Beyoğlu, Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı gibi gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yayıldı, ardından Eminönü, Fatih, Eyüp, Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutluk, Bebek, Kadıköy, Moda, Kuzguncuk, Çengelköy gibi uzak bölgelere sıçradı. Saldırganlar halkı tahrik etmek için “Makarios’a ölüm!”, “Kıbrıs Türktür!” diye haykırıyor, ellerindeki Atatürk ve Bayar resimlerini, KTC rozetlerini karşılaştıkları Türklerin ellerine tutuşturuyorlardı. Daha sonra pek çok tanık, 20-30 kişilik mangaların başında KTC’den öğrencilerin olduğunu, hemen her semtte yağmacıların kullandığı sopaların aynı tornadan çıkmışçasına eşit büyüklükte ve kalınlıkta olduğunu, Rumlara ait ev ve iş yerlerinin önceden tespit edildiğini, hatta kimi yerlerde bu ev ve işyerlerinin bir gece önce tebeşirle ya da soba boyası ile işaretlendiğini, polislerin ise saldırganları izlemekle yetindiğini anlatacaklardı. Sonradan, emniyetten karakollara yangın ve hırsızlık dışındaki olaylara karışmaması talimatı verildiği ortaya çıkacaktı. Bazı Türkler komşularını kurtarmak için çaba göstermişler, bazıları sadece tanıdıklarını korurken, tanımadıkları gayrimüslimlere saldırmaktan geri durmamışlardı.
TANIKLAR NE DİYOR?
Bu konuda doktora çalışması yapan Dilek Güven’in aktardığı bazı tanıklıklar şöyleydi:
“Bir Rum arkadaşımın dükkânının önünde elimde bir Türk bayrağı ile nöbet tutuyordum. Ellerinde bir listeyle geldiler. Onlara bu dükkânın bir Türk’e ait olduğunu söyledim. O bunun imkânsız olduğunu, çünkü ismin listede olduğunu belirti. Ben de ‘O zaman listede bir hata olmuştur’ dedim. Ellerindeki listelerde tüm cadde isimleri ve ev numaralan vardı. Kendi aralarında sürekli birbirlerine talimat veriyorlardı. ‘Bu ev bir Rum’un, şu Ermeni’nin, bu dükkânı yağmalayın, şu eve girin’ vs.”
“Yüksekkaldırım’da bir Yahudi, o kargaşada kendi levhasını bir Türk dükkanının tabelasıyla değiştirdi. Yahudi’nin dükkanına hiçbir şey olmadı amaTürk’ünki yağmalanmıştı. Sonra komşusuna dedi ki ‘Ne yapalım, senin insanların bunu yaptılar.’ Ama garip hatalar da oluyordu. Benim bir profesör arkadaşım vardı. Muayenehanesinin üzerinde Doçent Dr. diye bir levha yazılmıştı. Doçent kelimesini gayrimüslim bir isim zannedip muayenehanesini tahrip etmişler.”
“Tünel’de Cevat Bey’e ait bir kumaş dükkanı vardı. Adam Türk’tü, ama onun da işyerini yağmalamaya başladılar. Adam hemen pantolonunu aşağı indirdi ve sünnetli olduğunu gösterdi. O da bu şekilde adamları durdurmaya çalıştı.”
“Bizim evimiz, Beyoğlu’ndaki Kalyoncu Sokak’taydı. Şiddet olayları patlak verdiğinde, kapıcı Mehmet, anneme ‘Korkmayın Madam, bizim evde saklanabilirsiniz’ dedi. Eline bir Türk bayrağı aldı, dış kapıyı kilitledi ve binanın önünde durdu. İlk saldırganlar geldiğinde, onlara burada Rum oturmadığını söyledi ve adamlar gerçekten de evimizi yağmalamadan gittiler. 2. kattaki Madam Katina’yı, 3. kattaki Maria’yı ve 4. kattaki Anton’u korumuş olan Mehmet, binadan çıktı. Türk bayrağını bıraktı, eline bir odun parçası aldı ve caddenin karşısındaki gayrimüslimlere ait dükkân ve evlere saldırmaya başladı. Ben onu evimizin penceresinden izleyebiliyordum.”
“Yayamın (annemin) evindeyken orada gördüklerime inanamadım. Kapılar ve pencereler artık yoktu. Buzdolapları, dolaplar, aynalar parçalanmış ve evinin önüne yığılmıştı. Yataklar, yorganlar kesilmiş, yünler her tarafa dağıtılmıştı. Elbiseler, ayakkabılar, örtüler, halılar lime lime edilmiş, yığınlar halinde tabak çanak binlerce parçaya bölünmüştü. Somya parçalanmış, avizeler, vitrinler, masalar, sandalyeler ve koltuklar baltayla kesilmişti. Yerde odun, kömür ve gaz, tuz ve şeker, yağ ve yumurtalardan bir birikinti oluşmuştu. Soba da tahrip edilmiş, bazı valizlerin içindekiler dahi makasla kesilerek kullanılamaz hale getirilmişti.”
MİLLİ İSYAN MI, MİLLİ AYIP MI?
Bunlar yaşanırken, Ankara’dan İstanbul Valiliği’ni arayan Devlet Bakanı Mükerrem Sarol’la İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay arasında şu konuşma geçmişti:
“-Vali Beyefendi’ dedim, ciddiyetini anlasın diye, ‘İstanbul yakılıp yıkılırken nasıl gönlünüz razı oluyor da orada polislerin size sağladığı emniyet içinde oturuyorsunuz’ dedim. ‘Ayıp değil mi’ dedim. ‘Bu büyük bir felaket. Milli bir felaket.’ ‘Yanımda Dahiliye Vekili var, onu veriyorum’ dedi. Telefonu Namık’a [Gedik] verdi. Namık dedi ki, ‘Öyle milli felaket filan değil’ ‘Bu milli bir isyan. Gençliğin milli kıyamı.’ ‘Namık’ dedim, ‘Bunu senden duyduğuma çok üzüldüm. Bu gerçekten milli bir felaket. İstanbul’da devlet yok, emniyet yok, can güvenliği yok. Beyoğlu’nda mağazaları yağma ediyorlar ve sen buna ‘Milli gençlik kıyamı’ diyorsun.”
Benzer olaylar İzmir’de de yaşandı. Saldırganlar Yunan Konsolosluğu’nu ateşe vermişler, altı Yunan NATO subayının evini yağmalamışlar, İngiliz Kültür Enstitüsü’ne saldırmışlar, limanda demirli bulunan iki İngiliz gemisinin mürettebatına, mazota bulanıp tutuşturulmuş taşlar veya kumaşa sarılmış teneke kutularla saldırmışlardı. İzmir Valisi Kemal Hadımlı ise, olayları göstericilerin omuzlarında izlemişti.
İstanbul Emniyet Müdürü, bir yazı ile Birinci Ordu’dan 19 bin asker istemişti. Yazıda askerlerin saat 20.00’da belirlenmiş adreslerde bulunmaları isteniyordu. Askerler nedense dört saat gecikme ile, tam geceyarısı geldi ve duruma h?kim oldular. Ardından örfi idare (sıkıyönetim) ilan edildi. Olaylar İstanbul’da 7 Eylül’de yavaşlayarak da olsa devam ederken, İskenderun, İzmir, Çanakkale’de küçük çaplı saldırılar yaşanacaktı.
EVDEKİ HESAP ÇARŞIYA UYMADI
Olayların biraz öncesinde veya olaylar sırasında İstanbul’da Uluslararası Karşılaştırmalı Hukuk Bilimleri Kongresi, Bizans Tarihçileri Kongresi, Uluslararası Üniversite Dernekleri Kongresi ve Uluslararası Kriminologlar ve Polisler Kongresi’nin olduğunu unutmak, bu olayı tezgâhlayanların işlediği en büyük hataydı. Çünkü, o sırada hükümet ciddi ekonomik sorunlarını çözmek için Dünya Bankası’na ve uluslararası para piyasalarına bel bağlamış durumdaydı ve uluslararası kamuoyunun saygın temsilcileri ve onları izleyen yabancı basın, Türkiye’deki vandallığa bizzat şahit olmuşlardı. Yani evdeki hesap çarşıya uymamıştı.
Yunanistan’da yayımlanan Vradini gazetesinin 9 Eylül 1955 tarihli nüshasındaki şu ifadeler iç acıtıcıydı: “Zaman geçer fakat insanlar değişmez. Büyük Kemal; köylü vatandaşlarını medeni insanlar haline sokmak istedi. Fakat bunda muvaffak olamadı. Onlar yine barbar olarak kalmıştır. Kilise yakmak, ev yağma etmek onların milli endüstrisi olarak kalmıştır.”
YAĞMANIN BİLANÇOSU
Türk basınına göre 11 kişi ölmüştü, ancak sadece üç kişinin adları verilmişti. Bazı Yunan kaynaklarına göre 15 ölü vardı, ancak daha sonra öldüğü iddia edilen bazı kişilerin Yunanistan’da yaşadığı anlaşılmıştı. Yaralı sayısı resmî rakamlara göre 30, gayriresmi kaynaklara göre 300’dü. Sadece Balıklı Hastanesi’nde 60 kadın tecavüz nedeniyle tedavi görmüştü. Tecavüze uğrayanların 200’ü aştığı sanılıyordu. Resmi rakamlara göre 5.300’ü aşkın, gayriresmi kaynaklara göre 7 bine yakın bina saldırıya uğramıştı. En büyük tahribat nüfusun yüzde 15’inden fazlasını Rumların oluşturduğu Beyoğlu’nda yaşanmıştı. Bunu Eminönü, Fatih, Şişli, Beşiktaş, Sarıyer, Kadıköy, Adalar, Üsküdar, Bakırköy izlemişti.
ABD İstanbul Başkonsolosluğu’na göre saldırıya uğrayan işyerlerinin yüzde 59’u Rumlara, yüzde 17’si Ermenilere, yüzde 12’si Musevilere, yüzde 10’u Müslümanlara; evlerin yüzde 80’i Rumlara, yüzde 9’u Ermenilere, yüzde 5’i Müslümanlara, yüzde 3’ü Musevilere aitti. Ayrıca İsveç Büyükelçiliği binası ile Fransız, İtalyan, Avusturyalılara ve Almanlara ait işyerleri ile Ermeni ve İngiliz mezarlıkları da saldırılardan nasibini almıştı. Hasarın mali portresi konusundaki en düşük tahmin o günün değerleriyle 150 milyon lira, en yüksek tahmin 1 milyar liraydı.
“GALİBA DOZU KAÇIRDIK NAMIK…”
200 bin kişilik güruhun katıldığı tahmin edilen bu yağmada, ölüm olaylarının az olması ve saldırganların en ufak bir direnişte geri çekilerek başka hedeflere yönelmesi, hükümetin bir katliam planlamadığını, amacın başta Rumlar olmak üzere gayrimüslimleri ekonomik olarak güçten düşürmek, sonra da korkutarak ülkeden kaçırtmak olduğunu düşündürüyordu. Nitekim iddialara göre, Celal Bayar, İstiklal Caddesi’ndeki hasarı görünce, etrafındakilerin duyacağı bir sesle İçişleri Bakanı Namık Gedik’e “Galiba dozu kaçırdık” demişti.
(Celal Bayar İstiklal Caddesi’nde hasar tespit gezisinde)
8 Eylül’de hükümet yaşananlardan üzüntü duyduğunu ve özür dilediğini belirten bir açıklama ile zararların tazmin edileceği sözünü verdi. 9 Eylül’de Maliye Bakanlığı mağdurlara vergi kolaylığı, ucuz inşaat malzemesine erişim olanağı, cam ithalatı, banka borcu olanlara geri ödeme ve banka kredisi alma kolaylığı sağlanacağını açıkladı. 10 Eylül’de Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın himayesinde, Kızılay Başkanı Rıza Çerçel, Borsa ve Sanayi ve Ticaret Odaları Başkanı Üzeyir Avunduk, Yapı Kredi Bankası Yönetim Kurulu Başkanı Kazım Taşkent ve Sanayi Odası Başkanı İbrahim Esi’den oluşan bir komite kuruldu. 9 Ekim 1955’e kadar komiteye bağış yapan 94 gerçek ve tüzel kişiden 42’sinin Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı kuruluşlar ya da Rum, Ermeni ve Yahudilere ait firmalar olması, devletin bizzat örgütlediği bu yağmanın faturasının en az yarısını mağdurlara yüklemeyi başardığını gösteriyordu. Sonuçta mağdurlara ödenen tazminat, bağışlanan 9 milyon lira ile hükümetin tahsis ettiği 60 milyon liradan ibaret kaldı. Zararların küçük bir miktarı da olsa tazmin edilmesi memnuniyet vericiydi ancak devlet bugüne dek resmen özür dilemedi.
OLAĞAN ŞÜPHELİLER
Hükümetin üzüntü beyanından sonraki ilk tepkisi yağmanın sorumluluğunu komünistlere yıkmak olmuştu. 7 Eylül 1955’te 45 ‘tescilli’ komünist adliyeye getirildi, bunlardan 19’u tutuklandı. Tutuklananlar arasında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Nihat Sargın, Müeyyet ve Can Boratav, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo, İlhan Berktay, Aslan Kaynardağ gibi ünlü isimler vardı. Aralık ayına gelindiğinde, hükümet bu saçma suçlamadan vazgeçmek ve tutukluları salıvermek zorunda kalacaktı.
Olaylarla ilgili olarak Beyazıt, Beyoğlu ve Kadıköy’de oluşturulan sıkıyönetim mahkemelerinde 5,104, Ankara’da 171, İzmir’de 424 kişi yargılandı. CHP lideri İnönü’nün hükümete sert eleştiriler yapması üzerine, sanıkların büyük çoğunluğu peyderpey salıverildi. Mahkeme TMFT’nin, KTC’nin, MAH’ın ve elbette adı gündeme bile getirilmeyen Seferberlik Tetkik Kurulu (1965’te adı Özel Harp Dairesi oldu) üzerine gitmedi veya gidemedi. Daha sonra, KTC yöneticisi Kamil Önal’ın adamlarının, polisin mühürlemiş olduğu KTC binasına girerek MAH’a ait evrakları imha ettikleri söylenecekti.
Karar, 1956 yılının Aralık ayı sonunda açıklandı. Sadece 228 kişi suçlu bulunmuştu. Bunların arasında gerçek failler yoktu, geri kalanların da cezaları çok değildi. İstanbul Ekspres gazetesinin sahibi Mithat Perin ve yazı işleri müdürü Gökşin Sipahioğlu da beraat ettiler. Konsolos Yardımcısı dokunulmazlık zırhıyla kurtulmuş, Oktay Engin’e üç yıl altı ay, Hasan Uçar’a ise iki yıl hapis cezası verilmişti. Dokuz ay Selanik Cezaevi’nde hücrede yatan Oktay Engin, tahliye edildikten sonra Gümilcine Konsolosluğu’muz tarafından Türkiye’ye getirilmişti.
1957 seçimlerinde DP listelerinden iki Rum milletvekili seçildi. 1959 yılında Zürih ve Londra Antlaşmaları imzalandı ve Ada’ya barış ve bu antlaşmalara göre, 16 Ağustos 1960’ta Türk bayrak ve askeri geldi. Bu tarihte Zorlu ve Menderes Yassıada’daydı.
YASSIADA YARGILAMALARI
27 Mayıs rejimi, Fuat Köprülü’nün 9 Haziran 1960 tarihli Yeni Sabah’ta yayımlanan “Olayları Zorlu istedi, Menderes onayladı, Gedik tertipledi” başlıklı haberi ihbar kabul etti ve 11 sanık aleyhine dava açtı. Sanıklar arasında Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Kemal Hadımlı, Mithat Perin ve Gökşin Sipahioğlu da vardı. Dava 5 Ocak 1961 tarihinde Zorlu, Menderes ve Hadımlı’nın mahkumiyeti ile sonuçlandı. Diğer sanıklar beraat ettiler. Böylece ‘devlet’ adlı dokunulmaz varlık, tüm suçu siyasetçilerin üstüne yıkarak kendini yine temize çıkardı.
Köprülü’nün damadı Coşkun Kırca’nın, kayınpederini teyit eden tanık ifadesi, mahkeme kararının dayanağıydı. Karardan bir gün sonra, yağma sırasında DP İstanbul İl Başkanı olan Orhan Köprülü (Fuat Köprülü’nün oğlu), Devlet Başkanı Gürsel’in kontenjanından 1961 Anayasası’nı hazırlayan Kurucu Meclis’e Onur Üyesi olarak girdi. Başbakan Menderes ile İstanbul Valisi Gökay’ın aracılığıyla, Selanik’te yarıda bıraktığı hukuk eğitimini İstanbul’da tamamlayan Engin Uçar, uzun yıllar Emniyet teşkilatında önemli görevlerde çalıştıktan sonra, Nevşehir’e önce kaymakam, ardından da vali olarak atandı. Uçar, hakkındaki suçlamaları sürekli reddetti. Dahası, bu iddiada bulunanlara davalar açıp çoğundan da yüklü tazminatlar kazandı.
ÖZEL HARP’İN MUHTEŞEM ÖRGÜTLENMESİ
Ama en ilginci, orgeneral rütbesinden emekli olmuş, tuğgenerallik rütbesinde Özel Harp Dairesi (ÖHD) başkanlığı yapmış, bu konuda eserleri olan, Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı ve Milli Güvenlik Kurulu’nda üst düzey görevlerde bulunmuş Sabri Yirmibeşoğlu’nun (daha sonra ink?r etmekle birlikte), gazeteci Fatih Güllapoğlu’na söyledikleriydi:
“Bak ben sana bir örnek daha vereyim. 1974’teki Kıbrıs Harekâtı. Eğer Ö.H.D. olmasaydı, o harekât, yani iki harekât da o kadar başarılı olabilir miydi? (...) Adaya, bankacı, gazeteci, memur görüntüsü altında Özel Harp Dairesi elemanları gönderildi ve bu arkadaşlarımız, adadaki sivil direnişi örgütlediler, halkı bilinçlendirdiler. Silahları 10 tonluk küçük teknelerle adaya soktular. Sonra 6-7 Eylül olaylarını ele al...-Pardon Paşam anlamadım, 6-7 Eylül olayları mı? -Tabii. 6-7 Eylül de, bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı. Sorarım size, bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi? -E, evet Paşam!...”
Evet, paşamız haklıydı. Özel Harp Dairesi memleketin eğitimli gençlerini, namuslu işçilerini vahşi yağmacılara dönüştürmeyi, yüzlerce yıldır birlikte yaşadığımız gayrimüslim vatandaşlarımızı ülkeden kaçırmayı, Kıbrıs Meselesi’ni kangren haline getirmeyi, Türkiye’yi dünyaya rezil etmeyi muhteşem biçimde başarmıştı!
1964 KARARNAMESİ
6-7 Eylül yağmasının yaraları yeni sarılmıştı ki, 1963’ten itibaren Kıbrıs’ta toplumlararası çatışmalar hızlandı. Türkiye’nin buna cevabı hiç beklenmedik bir şekilde oldu. 16 Mart 1964 günü, Atatürk ve Venizelos arasında 1923 tarihli Mübadele Antlaşması’nın aksayan yanlarını düzeltmek üzere 1930 yılında imzalanan ve her iki ülkenin yurttaşlarına herhangi bir ön şart öne sürmeksizin iki ülke içinde ticaret yapma, oturma, mal, mülk edinme hakkı tanıyan İkamet, Ticaret ve Seyrisefain Mukavelenamesi’ni feshetti. Gerekçe “antlaşmanın imza edildiği tarihten bu yana uzun zaman geçmiş olması münasebetiyle o günkü icaplara” uymamasıydı. Anlaşılan Türkiye Yunanistan’ı dize getirmek ve Kıbrıs meselesinde ön almak için, burada doğmuş büyümüş ancak Yunan uyruğunu koruyan İstanbullu Rumları bir şantaj aracı olarak kullanacaktı.
17 Mart 1964’te tapu dairelerinde, Yunan vatandaşlarına dair işlemler durduruldu. Tapu daireleri bir tedbir olarak satış ve intikal işlemlerine dair muameleleri askıya aldı ve bu suretle mülkiyet hakları ihlal edilmeye başlandı. Bu durum yürürlükteki 1961 Anayasası’na aykırıydı. Hükümet durumu hukukileştirmek için Kasım ayında 6/3801 Sayılı Kararname’yi çıkardı. Buna göre Yunan uyrukluların gayrimenkulleri üzerinden doğan hasılatlar, Merkez Bankası tarafından bloke edilmeye başladı. Ancak Anayasa’nın 11. maddesi, temel haklara ilişkin sınırlamaların ancak kanun ile yapılabileceğini söylediği için bu da hukuk dışıydı.
20 DOLAR, 20 KİLO
Hasılatlar bloke edilirken, arka planda Yunan uyrukluların sürgün edilmesi kararı alınmıştı bile. Sürgün edileceklere doğrudan tebligat yapılmamıştı. Aralıklı olarak gazetelerde sürgün listeleri yayımlanıyordu. Adlarını listede görenler, yabancılarla ilgili Emniyet 4. Şube’ye gidiyorlar ya da götürülüyorlardı. Orada kendilerine bir belge imzalatılıyordu. Söz konusu belge ile yasaları ihlal ettiklerini, Türkiye aleyhine politik faaliyetleri bulunan Eleniki Enosis üyesi olduklarını ve Kıbrıs’taki Yunanlı teröristlere para göndermiş olduklarını kabul etmiş oluyorlardı. Böylece ‘sürgün’, ‘ülkeyi gönüllü olarak terk etme’ şekline dönüştü. Bu ‘itirafnameleri’ imzalamak istemeyenleri sıkıntılı anlar bekliyordu. İmzayı atanlar ise profilden ve yandan suç numarası önünde fotoğraflarını çektirip, parmak izlerini verdikten sonra, 48 saat ile 10 gün arasında değişen bir sürede ülkeden çıkmak üzere evlerine dönüyorlardı.
(Sürgünler uçaklarını Yeşilköy’de uçağa binmeyi beklerken)
(Sürgünler geçici olarak yerleştirildikleri Atina Tiyatrosu’nun localarında.)
Sürgünlerin yanlarına 20 kiloyu aşmayacak bir bavul ve 20 dolar karşılığı (yaklaşık 200 Türk Lirası) para almalarına izin verilmişti. Sözlü tarih anlatılarına göre, gümrük alanlarında sürgünlerin altın dişi olup olmadığına bile bakılmıştı.
Eylül sonuna kadar 12 bin kadar Yunan uyruklu Türkiye’yi terketmişti. Ancak Türkiye Cumhuriyet yurttaşı Rumlarla, aynı din ve etnik kökten gelen Yunanistan tebaalı Rumların onlarca yıldır İstanbul’da birlikte oluşturdukları aileler de bu sürgünü çok acı şekilde yaşadılar. Çünkü eşi Yunan tebaalı, kendisi Türk tebaalı ailelerin bir bölümü sürgüne gönderilecek, tabii bunların eşleri ve çocukları da aynı sürgünün bir parçası olacaklardı. Daha sonradan Türkiye’deki atmosferden endişe duyanlar da ayrılınca sürgün sayısı 45 bine ulaştı.
Böylece 1914’te İttihat ve Terakki’nin Ege’de başlattığı “Rum kaçırtması”, 1919-1921’de Pontus Rumların kırımı ve Eylül 1922’de kelimenin gerçek anlamıyla Rumların (ve Ermenilerin) denize dökülmeleriyle ilk zirvesini yapmış, 6-7 Eylül 1955’in eksiği 1964 yılında tamamlanmıştı. Bu tarihten sonraki göçler sonucu, 1914’te 2 milyon kadar olan Rum nüfusu 2 bin kişiye kadar düşürüldü. Böylece devletimiz muhteşem bir görevin (!!!), önemli bir parçasını, Anadolu’yu etnik, dinsel, dilsel ve kültürel açıdan tektipleştirme projesini büyük ölçüde yerine getirdi. Bu projeye inatla direnen Sünnisiyle, Kızılbaşıyla Kürtleri ve Zazaları neyin beklediğini hep birlikte göreceğiz…
Özet Kaynakça: Dilek Güven, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005; 6-7 Eylül Olayları Fotoğraflar–Belgeler Fahri Çoker Arşivi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005; Rıdvan Akar, “İki Yıllık Gecikme: 6-7 Eylül 1955”, Toplumsal Tarih, S. 117, s.86-93; Foti Benlisoy, “6/7 Eylül Olayları Öncesinde Basında Rumlar”, Toplumsal Tarih, S. 81, Eylül 2000, s.28-38; Uygur Kocabaşoğlu, “6/7 Eylül Olaylarından Sonra Hasar Tespit Çalışmaları Üzerine Birkaç Ayrıntı”, Toplumsal Tarih, S. 81, Eylül 2000, s.45-49; Mete Tunçay, “Kıbrıs Sorununun Gelişmesi Bağlamında 6-7 Eylül Olayları”, Tarih ve Toplum, S. 33, 1986; Orhan Türker, “6-7 Eylül 1955 Olaylarının İstanbul Rum Basınındaki Yankıları”, agy, S. 177, 1998; Hulusi Dosdoğru, 6-7 Eylül Olayları, Bağlam Yayınları, 1993; Mehmet Arif Demirer, 6 Eylül 1955-Yassıada 6/7 Eylül Davası, Bağlam Yayınevi, 1995; Mehmet Arif Demirer, 6 Eylül 1955 Olayları-50. Yılda Yeni Bakış–Hangi Derin Devlet?, Demokratlar Kulübü Yayınları, 2006; Faruk Mercan, “Bombacı da MİT elemanı da değilim”, Aksiyon, S. 457, 13 Temmuz 2004; Fatih Güllapoğlu, “Türk Gladio’su İçin Bazı İpuçları,”Tempo Dergisi, S. 24, 9-15 Haziran 1991, s. 24-27; Rıdvan Akar, Hülya Demir, İstanbul’un Son Sürgünleri, Doğan Yayınları, 2014; Samim Akgönül, Türkiye Rumları, İletişim Yayınları, 2007.
.
Özerklik açıklaması yapmak suç mudur?
13.9.2015 - Bu Yazı 630 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Geçtiğimiz haftalarda HDP’li bazı belediye başkanlarının özerklik açıklamalarıyla birlikte ‘ulusların/halkların kendi kaderlerini/geleceklerini tayin hakkı’ (kısaca KKTH) diye Türkçeleştirilmiş bir uluslararası hukuk kavramı olan ‘self-determinasyon’ kavramı çok sık telaffuz edilir oldu. İlk açıklamayı sanırım Şırnak Belediye Başkanı yapmıştı ve arkasından gözaltına alınmıştı. Bunun üzerine sosyal medyada “özerklik açıklaması yapmak niye suç olsun?” diye sormuştum. Bu sorum gayet meşruydu ancak ummadığım kadar çok tepki çekti. Tepkilerin bir ucunda “ülkenin bölünmesini isteyen bir hain olduğum” diğer ucunda “özerklik ilanının gerçek amacını anlayamayan bir saf olduğum” vardı. Tepkilere mealen şöyle bir cevap verdim: “Benim tercihim halkların birlikte yaşaması yönünde. Hatta en büyük hayalim, sınırların olmadığı bir dünya. Ama madem böyle bir talep var, onu ilkesel olarak desteklerim. Çünkü self-determinasyon neredeyse 100 yıldır uluslararası hukukun bir parçası. HDP’lilerin özerklik açıklamalarını uygulanamaz, yersiz, aptalca, kışkırtıcı hatta çılgınca bulabilirsiniz (ki ben de katılabilirim bazılarına) ama sırf basın açıklaması yaptı diye bir belediye başkanının tutuklanmasına sessiz kalamazsınız.”
Elbette sosyal medya formatında derdimi anlatmam kolay değildi. İtirazları aslında anlayabiliyorum çünkü kamusal alanda bu tür konular hiç tartışılmıyor. Dünyada olup bitenlerden ancak devletin izin verdiği kadar haberdar olabiliyor geniş kitleler. Bu karartmayı delmek için daha önce Radikal’de, bu kavramın tarihçesine giriş mahiyetinde bir yazı yazmıştım. Yazının birinci bölümü 1776’dan 1918’e kadarki dönemde kavramın (o yazıda KKTH kısaltmasını kullanmıştım, burada self-determinasyonu kullanacağım) ortaya çıkışı ve uygulanışına dairdi. Yazının ikinci bölümü ise Kürtlerin bu hakkı kullanıp kullanmadıklarına ve bunun nedenlerine dairdi. (Bkz.http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/uluslarin_kendi_kaderini_tayin_hakki_ve_kurtler-1150829 ) Bu hafta o yazıda bıraktığım yerden, 1918’den itibaren self-determinasyon kavramın tarihçesine devam edeceğim. Böylece neden sosyal medyada tepki çeken sorumun meşru olduğunu, yani neden HDP’lilerin özerklik açıklamalarının suç olmaması gerektiğini düşündüğümü anlayacağınızı umuyorum. (Benim dünya hayalim için de şu yazımı hatırlatırım: “Bir rüyam var: Bir gün herkes dünya vatandaşı olacak”, okumak için tıklayın)
(Günümüzün ulus-devlet sisteminin oluşturulduğu 1648 Vestfalya Anlaşması konulu Gerard Terborch tablosu.)
YENİ (!) AVRUPA DÜZENİ
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Avusturya, Çekoslavakya, Macaristan ve Polonya ulus-devletleri kurulurken, bunların dışında kalan halklara, ‘ulusal azınlık hakları’ adı altında bir çeşit teselli ikramiyesi verilmişti. Ancak yeni kurulan ulus-devletler kendi içlerindeki azınlıkların self-determinasyon hakkını tanımadılar, bu yüzden bazen barışçıl, bazen şiddete dayalı müdahaleler yapıldı, milyonlarca insan zorunlu göçe tabi tutuldu, ölüme terkedildi ya da öldürüldü. Kısacası yeni Avrupa düzeninde, “egemenin dini egemendir” (cujus regio ejus religio) ilkesinin yerine, “egemenin ulusu egemendir” (cujus regio ejus natio) ilkesinin geçmesinden başka bir yenilik yoktu.
1930’lara gelindiğinde KKT hakkını azınlıklar lehine değil, kendi lehlerine yorumlama şampiyonu olan Almanya, Avusturya, İtalya ve Macaristan'ın irredentist (yayılmacı milliyetçi) talepleri 30 milyon hayata ve büyük yıkımlara neden olan İkinci Dünya Savaşı ile sonuçlanmıştı bildiğiniz gibi. Daha savaş sürerken, Britanya Başbakanı Churchill ve ABD Başkanı Roosevelt’in 14 Ağustos 1941’de yayımladığı Atlantik Bildirisi’nin 2. ve 3. maddelerinde dolaylı şekilde de olsa self-determinasyon hakkından söz ediliyordu. Ama elbette, Britanya Devlet Başkanı Churchill, 9 Eylül 1941’de Avam Kamarası’ndaki konuşmasında self-determinasyon hakkının, başta İngiliz sömürgeleri olmak üzere, sömürge halklarını kapsamadığını, sadece Nazi işgalinde kalmış Avrupa devletleri için söz konusu olduğunu belirtmeyi ihmal etmemişti.
(Churchill ünlü zafer işaretini yaparken)
TOPRAK BÜTÜNLÜĞÜ ESASTIR!
Savaş sonrasında yeni düzen kurulurken, esas olarak mevcut ulus-devletlerin yeniden ayağa kaldırılması konusuna odaklanıldı. Bu yüzden de self-determinasyon hakkı temkinli biçimde ele alındı. Öyle ki, 1945’te kurulan Birleşmiş Milletler (BM) Şartı’nın 1. ve 55. maddelerinde “vesayet rejimi altındaki halkların self-determinasyon ilkesine saygıya dayanan dostane ilişkileri geliştirmek” ifadeleri SSCB’nin ısrarıyla kullanılmıştı ama daha çok kullanılan ifade ‘self-government’ (öz yönetim) idi. Şart’ın özünü eskisi gibi ‘toprak bütünlüğüne saygı’ (uti possidetis juris) ve ‘iç işlerine karışmama ilkesi’ oluşturuyordu.
(San Fransisco, 26 Haziran 1945. Birleşmiş Milletler’in kuruluş anlaşması imzalanıyor.)
SÖMÜRGECİLİĞİN TASFİYESİ
Sömürgeciliğin ortadan kaldırılması amacıyla 14 Aralık 1960’ta BM Genel Kurulu’nun kabul ettiği 1514 (XV) Sayılı Karar’a göre “Kendi Kendini Yönetemeyen Topraklarla” ilgili olarak şu üç seçenek mevcuttu: 1)Egemen bir devlet olarak ortaya çıkmak; 2)Bağımsız bir devletle özgür iradesi ile birlik oluşturmak; 3)Bağımsız bir devletle entegrasyona gitmek. Ancak burada da aşırı temkinli (ya da ikiyüzlü) tavır çok belirgindi. Çünkü kararda hem “Bütün halkların self-determinasyon hakları vardır, bu hak sayesinde siyasi statülerini özgürce belirler ve özgürce kendi ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişmelerini sağlar” deniyordu hem de “Bir ülkenin ulusal birliğini ve toprak bütünlüğünü kısmen ya da tamamen bozmaya yönelik her girişim, BM Antlaşması’nın amaç ve ilkeleriyle bağdaşmaz” deniyordu. Yine kararda, hem bir ‘devlet’ yetkililerinin bir ‘halk’ın tam bağımsızlık hakkıyla bağlantılı olarak self-determinasyon hakkını tayinini önlemek için güç kullanmaması gerektiği belirtiliyordu, hem de o halkın bağımsızlığa hakkı olduğunu uluslararası topluluğa ‘göstermesi’ (ispat etmesi) gerektiği belirtiliyordu. Kısacası self-determinasyon hakkının kullanılmaması için her türlü önlem alınmıştı.
AYRILMA HAKKINA İTİRAZLAR
Öte yandan bilim insanları ve uzmanlardan da, self-determinasyon hakkının ‘ayrılma hakkı’nı içermediğini ileri sürenler olmuştur. Bu fikri salt bilimsel kaygılarla savunanların çıkış noktası, self-determinasyon hakkının esas olarak etnik veya dinsel çatışmalara çözüm getirmek için tanınan ‘pozitif bir hak’ olduğu; ayrılma hakkının ise, çatışma yaratabilecek ‘negatif’ bir hak olduğu. Buna katılmak mümkün, çünkü dünya yüzündeki devletlerin yüzde 90’ı birden fazla etnik/dilsel/dinsel gruptan oluşuyor ve bunca devlet arasında kavga etmeden ayrılmayı sadece Çeklerle Slovaklar başarmış görünüyor. Karşı tezi savunanlar ise, ayrılma hakkı olmadan self-determinasyon hakkından söz etmenin, ‘seçimsiz demokrasi’ tarifi yapmak gibi saçma bir fikir olduğunu söylüyorlar. Onlara katılmamak da mümkün değil. Ancak genel olarak, ayrılma hakkı taraftarları bile, bu hakkın ancak insanların hayatlarının veya kültürel özerkliklerinin tehlikeye düştüğü veya halkın sürekli olarak yoksulluk/yoksunluk içinde yaşadığı durumlarda haklı olacağını kabul etme eğiliminde olmuşlardır.
Yine de sömürge ülkelerinin halkları BM sözleşmeleri tarafından kendilerine sunulan seçenekler arasında en çok bağımsız devlet olmayı seçtiler. (1945-1978 arasında bu hakkı kullanan 100 halktan 70’i bağımsız devleti seçti.) Ancak eğer bir sömürge ülkesi çeşitli etnik ya da ulusal gruplara bölünmüşse, bu iç grupların kendi dışsal statülerini belirlemeleri ‘self-determinasyon’ kapsamında görülmedi. Yani bağımsızlığını yeni kazanan bu devletler için ‘toprak bütünlüğü ilkesine’ üstünlük verildi. BM bu kuralını sadece iki olayda bozdu. 1961-1962’de, Eski Belçika sömürgesi Ruanda-Urundi, Ruanda ve Burundi olarak iki ayrı bağımsız devlet olarak ayrıldı. Eski Britanya sömürgesi Kuzey Kamerun’un Nijerya ile, Güney Kamerun’un ise BM gözetiminde yapılan bir halk oylaması sonucu Doğu Kamerun ile ‘Kamerun’ adı altında birleşmesine müsaade edildi.
DIŞSAL VE İÇSEL SELF-DETERMİNASYON
Süreç BM’nin gözünü o kadar yıldırmış olmalı ki, 9 Ocak 1970 tarihli bir basın toplantısında dönemin BM Genel Sekreteri U-Thant şöyle demişti: “Uluslararası bir örgüt olarak BM, ayrılma hakkını geçmişte kabul etmemiş, şu anda da etmemektedir ve ümit ediyorum gelecekte de kabul etmeyecektir.” Bu yüzden BM Genel Kurulu’nun 24 Ekim 1970 tarihli 2625 [XXV] Sayılı Devletlerarasında Dostça İlişkiler Bildirisi’nde “self-determinasyon hakkının halklar açısından bir hak, devletler açısından bir yükümlülük” olarak tanımlanması bir mücadelenin sonucu olmaktan ziyade, o tarihlerde sömürgeleri kalmadığı için görece rahat olan Batılı devletlerin Doğu Bloku’nu zayıflatma niyetinin sonucu olarak görüldü. Çünkü 1960 tarihli 1541 Sayılı Karar’daki üç seçeneğe şu dördüncü seçenek eklenmişti: “Söz konusu halk tarafından özgürce belirlenmiş diğer bir siyasi statünün kabulü.”
Bu madde günümüzde ‘içsel self-determinasyon’ kavramının temeli olarak görülüyor. 1960’da kabul edilen üç madde (bağımsızlık, özgür ortaklık veya entegrasyon) ise ‘dışsal self-determinasyon’ olarak adlandırılıyor. Dışsal self-determinasyon hakkının kullanımı sömürgecilikle ve bir kereyle sınırlı iken içsel self-determinasyon hakkı sömürgecilikle ve zamanla sınırlanmamış. Öte yandan ‘içsel self-determinasyon’ Batılı devletlerin hem mevcut ulus-devlet sistemini korumak hem de Doğu Bloku başta olmak üzere rejimlerinden memnun olmadıkları ülkelerde memnuniyetsiz grupları mobilize etmek için en çok tercih ettikleri yöntem olduğu için, bir anlamda geri adım bile sayılabilir.
1975 HELSİNKİ NİHAİ SENEDİ
Ancak, self-determinasyon hakkını, sadece sömürge halklarını değil, dünya yüzündeki tüm halkları kapsayan bir hak olarak tanımlayan 1975 Helsinki Nihai Senedi’nin bu zihniyetle ilişkisi olmakla birlikte, dönemin uluslararası ahlakını da yansıttığını kabul etmemiz gerekiyor. (Dönem hakkında şu yazımı önerebilirim: “Siyasi ve kültürel bir karnaval olarak Paris 1968”, Okumak için tıklayın) Bu bağlamda içsel self-determinasyon hakkı biraz değişiklikle Helsinki Nihaî Senedi’nin sekizinci bölümünde yer aldı. Anti-demokratik ve baskıcı rejimlerin yıkılması sırasında halk kitleleri işte bu belgedeki içsel self- determinasyon hakkına dayanacaklardı.
AB’NİN BELİRSİZ TAVRI
Ancak, 1989’dan itibaren Batı’nın arzu ettiği gibi Çekoslovakya, Yugoslavya ve Sovyetler Birliği etnik temelli küçük devletlere ayrılmaya başladığında, benzer çözülmelerin kendilerinde de olmasından korkan Batılı ulus-devletler yeni tedbirler alma ihtiyacı duydular. Örneğin Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) ürettiği bütün belgelerde, ulusal azınlık konularında açık tanımlamalar yapmak yerine siyasi taahhütler olan genel ilkelere gönderme yapmakla yetinildi. AB deyince ilk akla gelen 1990 tarihli meşhur Kopenhag İnsani Boyut Belgesi azınlık haklarından söz ederken self-determinasyon hakkına değinmezken, devletlerin toprak bütünlüğüne değinen uluslararası antlaşmalara atıfta bulunmayı da ihmal etmedi.
Aynı şekilde, 1989 Viyana Belgesi, 1990 Yeni Bir Avrupa için Paris Şartı ve 1991 Moskova Belgesi’nde konu, grup haklarından ziyade kişi hakları çerçevesinde ele alındı ve toprak bütünlüğüne halel getirmemek şartına bağlandı. Bu konudaki küresel ölçütü oluşturan 1992 tarihli BM Ulusal veya Etnik, Dini ve Dilsel Azınlıklara Mensup Bireylerin Hakları Bildirgesi’nde ise defalarca ‘uygun önlemler’, ‘özendirici koşullar’, ‘uygun/olanaklı/gerekli olduğu takdirde’, ‘ulusal yasama yetkisiyle bağdaşmayan bir mantıkla değil’ gibi belirsiz ifadelere yer verilerek konu ulus-devletlerin inisiyatifine bırakıldı. (Bu sözleşmelere Türkiye ya çok geç imza koydu, ya da çekincelerle koydu.) Bu konudaki en açık ifade herhalde 25 Haziran 1993 tarihli Dünya İnsan Hakları Viyana Bildirisi’ndeydi:“Eşit haklar ve self-determinasyon ilkelerine uygun hareket eden ve o toprakta yaşayan tüm halkı herhangi bir fark gözetmeksizin temsil eden bir yönetime sahip bulunan egemen ve bağımsız devletlerin ülkesel bütünlüğünü ya da siyasal birliğini tam olarak veya kısmen ortadan kaldırabilecek veya tehlikeye sokabilecek herhangi bir eyleme izin veya teşvik sağlamak biçiminde yorumlanamaz.”
Ancak, 1995 yılında ilginç şekilde 50. yıldönümünü kutlayan BM, Yıldönümü Deklerasyonu’nda “Koloni yönetimi veya yabancı işgali veya diğer tüm yabancı hakimiyeti şekilleri altındaki halkların özel durumlarını daima göz önünde bulundurarak, tüm halkların self-determinasyon hakkını korumaya devam edecek ve halkların vazgeçilmez self-determinasyon hakkını elde etmek için BM Şartı’nda kendilerine tanınan yasal mücadelelerini tanıyacak” olduğunu belirtti. Böylece self-determinasyon hakkının önemi ve sürekliliği açıkça vurgulanmış oluyordu.
SORUNLU ALANLAR
Yazının girişinde sözünü ettiğim yazıyı da okursanız göreceksiniz ki, “bir halkın, idaresi altında yaşayacakları veya yaşadıkları hükümet şeklini seçme hakkı” diye özetleyebileceğim self-determinasyon kavramı ortaya çıktığı tarihten beri tartışmalara konu olmuş. Bunun doğal bir haktan mı, bir ilkeden mi, bir örf ve adetten mi, yoksa devletlerin uymasının şart olduğu uluslararası katı bir normdan mı söz edildiği üzerinde anlaşma sağlanamamış. Daha doğrusu, hangi pencereden baktığınıza bağlı olarak hak da diyen olmuş, ilke de, norm da. Bu konudaki son sözü eninde sonunda güçlü olan ulus-devletler söylemiş, söylemeye de devam ediyor.
Bir başka kavram kargaşası da hakkın öznesinin kim olduğu konusunda sürüyor. Tarih boyunca, self-determinasyon hakkından söz eden metinlerdeki ‘halklar’, ‘uluslar’, ‘milletler’, ‘azınlıklar’ gibi değişik kavramlarla neyin kastedildiği ve bu gruplardan hangilerinin bu hakkı kullanabileceği konusunda da bir uzlaşma sağlanamamış. Buna bağlı olarak, bu tanımlamaların kim tarafından yapılacağı (o ‘azınlığın/halkın/ulusun/milletin’ kendisi tarafından mı yoksa içinde yaşadığı devlet ve/veya uluslararası topluluk tarafından mı, yani ‘öteki’ tarafından mı yapılacağı) konusunda da uzlaşma yok. Tek bir devletin içinde yaşayan bir grupla birden fazla devlete dağılmış grupların (örneğin Kürtlerin) self-determinasyon hakkını kullanması arasındaki zorluk farkına değinmeye bile gerek yok herhalde.
Tanım meselesi aşıldıktan sonra bir halk, uluslararası statüsünü ‘bağımsızlık’, ‘özgür ortaklık’ veya ‘entegrasyon’ seçeneklerinden birini seçerek belirleyebilir diyor uluslararası hukuk metinleri. Bağımsızlık ayrı devlet kurmayı, özgür ortaklık, otonomi, federasyon, konfederasyon gibi birlikte yaşama statülerini, entegrasyon ise hakları ve kimlikleri güvence altına alan hukuksal bir çerçevede bütünleşme/kaynaşma durumunu anlatıyor. Ama bu seçeneklerden durumlardan herhangi birine nasıl karar verileceği konusunda tartışma sürüyor. Örneğin plebisit veya referandum (halk oylaması) mu yapılmalı, bunlara kimler katılmalı, bunlar nasıl örgütlenmeli, halka neler sorulmalı, oylamaya katılanların egemen devletin baskı ve tehditlerinden korkmadan özgür iradelerini dile getirmeleri nasıl sağlanmalı, oylama bir kere mi yapılmalı yoksa arada tekrarlanmalı mı, salt çoğunluk mu yoksa nitelikli çoğunluk mu gerekir, KKT hakkının hangi formda hayata geçirileceğine karar verildikten sonra diğer etnik grupların KKT hakkı olmalı? gibi birçok soru hala cevap bekliyor.
İMDAT ÇIĞLIĞINI DUYMAK
Bütün bu belirsizliklere, engellere rağmen günümüzde dünyanın pek çok yerinde sayısız halk, topluluk dışsal veya içsel self-determinasyon hakkını kullanmak için çırpınıyor. Mevcut ulus-devlet sistemi de bu talepleri mümkün olduğunca ertelemeye, engellemeye çalışıyor. Hep ezilen, sömürülen halklar değil talepte bulunanlar. Ya da engelleyenler hep baskıcı rejimler değil. Örneğin demokrasi konusunda bir ‘altın standart’ oluşturduğunu iddia eden AB kriterlerine sonuna kadar uyduğu halde, İspanya Baskların ve Katalanların bağımsızlık taleplerini dindiremiyor. Bunun ayna yansıması olarak, İtalya’nın zengin kuzey bölgesi, fakir güneyi sırtından atmaya çalışıyor. Bizim coğrafyamızda ise Kürtler self-determinasyon haklarını kullanmak istiyorlar. Kimi özerklik, kimi ayrılık, kimi birlikte yaşamayı seçecek belki ama fikirlerinin alınmasını istiyorlar…
(Kürt kadınları ‘artık yeter’ anlamına gelen pankartla)
İLK ADIM DEMOKRATİKLEŞME OLMALI
Benim kanımca ayrılma talebi, mağdur olan veya kendini mağdur hisseden bir grubun kabul görme veya sesini duyurma çabaları engellendiğinde attığı bir çeşit ‘imdat çığlığı’. Bu çağlığı duyanların ilk yapacağı şey, hele de toprak bütünlüğü konusunda hassasiyeti varsa, memnuniyetsizliğin nedenlerini anlamak ve onları gidermek için elinden geleni yapmak olmalı. Örneğin Türkiye’nin tüm Cumhuriyet tarihi boyunca bazen alçak sesle, bazen yüksek sesle, bazen çığlık halinde dile getirilen Kürt talepleri bağlamında yapması gereken şeylerin başında öncelikle bu konuların serbestçe konuşulmasını, tartışılmasını gücence altına alması, Avrupa Birliği’nin Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’ndaki çekinceleri kaldırması, yerel yönetimler kanununu değiştirmesi, yerel dillerin eğitim dili olmasını kabul etmesi ve eşit vatandaşlığı anayasal garantilere bağlaması geliyor. Bunların uygulanmasına ilişkin sorunlar elbette çok önemli, çok ciddi ama bir hakkın uygulanamaz olması bir hakkın tanınmasını engellemez. Aksine pratik sorunları aşmak için önce ilkelerde anlaşmak gerekir. Veya iyi niyet, ilkelerde anlaşmakla gösterilir.
Dünya pratiği gösteriyor ki, demokratikleşme, gerek ulus-devletlerin içindeki tansiyonu düşürdüğü için, gerekse uluslararası sistemin ayrılıkçı taleplere desteğini engellediği için ulus-devletlerin bütünlüğünün en büyük garantisi. Ancak şunu da söylemek gerekir: Demokratikleşmeye rağmen bölünen ülkeler oldu. Örneğin SSCB, Çekoslavakya ve Yugoslavya’nın bölünmesi Gorbaçov’un mimarı olduğu Glasnost ve Prestroyka politikalarının ardından geldi. Yani demokratikleşme, hele de gecikmişse, hele de yüzeyselse her zaman derde derman olamıyor.
Aynı şekilde ‘çığlığı atanların’ da uluslararası sistemin/içinde bulundukları bölgenin/ülkenin/ülkelerin gerçekliklerini/ olanaklarını/ olanaksızlıklarını göz önünde bulundurması beklenir. Aynı şekilde kendi güçlerini, olanaklarını da gerçekçi şekilde değerlendirmeleri… Çünkü self-determinasyon hakkının hayata geçirilmesi hiç de kolay değil. Çoğu zaman kanlı ve uzun iç savaşlar yaşanıyor. Başarıya ulaşan örneklerde de hem talepten etkilenen devletlerin anlaşması hem de uluslararası sistemin desteği söz konusu. İşin kanlı çatışmalara varmasında esas kabahatli egemen unsurlar ama sonuçta toplumun tümü ödüyor bedelini. Yani self-determinasyon hakkının kullanımı çok hassas hesaplar yapmayı gerektiriyor. Ancak bütün çabalara rağmen egemen unsurlar azınlıklara haklarını vermek istemezlerse, azınlıklar bu duruma razı olamazlar ve ayrılık kaçınılmaz hale gelirse ve de bu tüylerinizi diken diken ederse, ayrılma her şeyin sonu değil. Bu son dediklerimi örnekler yoluyla önümüzdeki haftalarda anlatmayı planlıyorum. 'Haftalarda' , 'planlıyorum' diyorum çünkü bu aralar bazen teknik nedenlerle bazen ülkenin gündemi yüzünden verdiğim sözleri tutamıyorum.
Özet Kaynakça: Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Cilt II, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1992; Andreas Osiander, The State System of Europe 1640-1990, Oxford University Press, 1994; Mustafa Şahin, Avrupa Birliği’nin Self-Determinasyon Politikası, Nobel Yayın Dağıtım, Ankara, 2000; Jennifer Jackson Preece, Ulusal Azınlıklar ve Avrupa Ulus-Devlet Sistemi, Donkişot Yayınları, 2002; Gündüz Aslan, Security and Human Rights in Europe: The CSCE Process, Marmara Üniversitesi Yayınları, 1994; Antonio Cassese, Self-Determination of Peoples, Cambridge University Press, 1995; Richard T. De George, The Myth of the Right of Collective Self- Determination, Aberdeen University Press, 1991; Patricia L. Small, Self-Determination in the New World Order, Carnegie Endowment Trust, 1992; Alexis Heraclides, The Self-Determination of Minorities in International Politics, Frank Cass, 1991.
Hem yakın hem uzak: Bulgaristan Türkleri
20.9.2015 - Bu Yazı 597 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Bu haftaki yazım sık sık “neden dış Türkler hakkında yazmıyorsunuz?” diye sitem eden okurların taleplerini de karşılamak umuduyla, son günlerde Suriyeli sığınmacıların kapılarını zorladığı Bulgaristan ve Bulgaristan Türkleri üzerine. (Bu arada, bana yönelik eleştiriler çok da haklı değil, çünkü dış Türkler hakkında epeyce yazı yazdım. Bunların linkini yazının sonunda bulabilirsiniz. )
14.yüzyıldan itibaren Osmanlı egemenliğine giren Bulgaristan’da 15.yüzyıldan itibaren Anadolu’dan göçertilen yörüklerden oluşan büyük bir Türk nüfus yaşıyordu. Ruslar 1806, 1811 ve 1829’da Balkanları işgal ettiğinde Bulgar gönüllüleri Ruslara katılmışlar, 1853-1856 Kırım Savaşı’nda Rusların yanında Osmanlılara karşı savaşmışlardı. Osmanlı’nın buna cevabı ise 1850’lerde beri dalga dalga gelen Çerkesleri Balkanlara yerleştirip Slavlara karşı savaştırmak olacaktı. (Bkz http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/21_mayis_1864_cerkeslerin_kara_gunu-1134019 )
Aşkın Koyuncu’nun kaynakçada belirttiğim makalesine göre 1864 yılında kurulan Tuna Vilâyeti, Rusçuk, Varna, Tulça, Vidin, Tırnova, Sofya ve Niş sancaklarından oluşuyordu. Tuna Vilâyeti’nde nüfusun ana bileşenini (Hıristiyan) Bulgarlar ve (Müslüman) Türkler teşkil ediyordu. Niş Sancağı, 1869-1874 yılları arasında Prizren Vilayeti’ne bağlandı. 1876’da Sofya ve Niş sancakları Tuna Vilâyeti’nden ayrılarak Sofya Valiliği kuruldu. 1877’de ise Sofya Sancağı Edirne Vilâyeti’ne, Niş Sancağı da Kosova Vilâyeti’ne bağlandı. Bütün bu değişimlerden sonra nüfusu hesaplamak zor olsa da yazarın hesaplamalarına göre 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nden önce bölgede en az 1.100.000 dolayında Türk ve Müslüman, 1.700.000 dolayında Gayrimüslim nüfus yaşıyordu.
BATAK OLAYI SONRASI
Nisan 1876’da Batak köyünde başlayarak hızla çevreye yayılan ve Avrupa’da ciddi bir Osmanlı/Türk düşmanlığına zemin teşkil eden Osmanlıların deyimiyle ‘Batak Olayı’, Batılıların deyimiyle ‘Bulgar Dehşeti’nden sonra (çeşitli kaynaklara göre 12 bin ile 30 bin arası Bulgarın öldürüldüğü bu katliamlar dizisi ayrı bir yazı konusu olduğu için detaya girmiyorum) Bulgarlar Avrupa’nın da desteğiyle bağımsızlığa bir adım daha yaklaştılar. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın Osmanlı İmparatorluğu tarafından kaybedilmesinden sonra imzalanan Berlin Antlaşması’yla Bulgaristan’a iç işlerinde bağımsız ‘Prenslik’ statütüsü verildi ancak anlaşma Bulgaristan’da yaşayan Türk nüfusunun dini ve kültürel haklarını da garanti altına alıyordu. Türk okulları özel statüde sayılıyor ve bunların yönetimleri Türk cemaatine bırakılıyordu. Ancak alttan alta işleyen dışlama politikaları ve anavatanın da teşvikleri ile 1883’te 200 bin, 1886-90 arasında 75 bin, 1893-1902 arasında 70 bin ‘Türk asıllı’ İstanbul’a ve Anadolu’ya göçtü.
(2 Ekim 1877, İvanova Çiftlik Çarpışması, Pavel Kovalevsky)
KAÇ MÜSLÜMAN/TÜRK ÖLDÜ?
Ölüm ve Sürgün kitabının yazarı Justin McCharty’ye göre 1878 sonrasında Türkler şu dört nedenlerle kitlesel olarak öldüler: 1)Gerek savaş meydanlarında, gerekse bağımsızlıkçı Bulgar çeteleriyle Osmanlı (Türk, Çerkes) çeteleri arasındaki çatışmalardaki ölümler (“Çerkesler sadece Bulgar köylerini değil Türk köylerini de talan ediyordu” diyor yazar), 2)(Az olarak) Bulgar ve (esas olarak) Rus birlikleri (Kazaklar) tarafından öldürülmeler, 3)Açlık ve hastalıktan ölümler, 4)Sürgünlerin sığındıkları ülkelerde yaşam koşullarından dolayı ölümleri.
Bu nedenlerin ilk üçünü içeren bir anlatıyı Edirne’deki Britanya Konsolosu Calvert’in İstanbul’daki Britanya Büyükelçisi Layard’a yazdığı şu raporda görebiliyoruz:
“Müslüman köylülerin talaları, evleri, besi hayvanları ve her türlü malları elleinden alınmıştır. Bu süreç her gün, her ay boyunca işletilmiştir. Sonunda köylüler ahırlarda, barakalarda, kulübelerde barınmak zorunda kalmışlar e tam bir yoksulluğa düşürelerek tekrar tekrar uygulanan ve her defasında daha güçlü olan bir soyguna maruz bırakılmışlar, hatta bazen bu zulüm kurbanların derisine kızgın demir yapıştırma vahşetleri uygulanmıştır. (…) Bunu yapan Rus-Bulgar jandarmasının bir subayıdır. Bulgarların baltası, bıçağı, kalın sopası her yerde işlemiş durmuştur. Herhangi bir Hıristiyanın herhangi bir Türk kızına yahut kadınına keyfince saldırıp ırzına geçmekte özgür bulunduğu ve Hıristiyanların kendilerine tanınan bu serbestlikten alabildiğine yararlandıkları kesinlikle gerçektir. (…) Bütün bunlar, yapanların yanına kesinlikle kar kalmaktadır. Şimdiye kadar bir Türke karşı işlenmiş herhangi bir suçtan dolayı bir tek Hıristiyan cezalandırılmış ve bir tek Bulgar bile tutuklanmış değildir, burnu havada diye nitelenmekle kendilerine haksızlık edilmiş olmayacak Rus yöneticiler olan bitene karşı ilgisiz kalmaktadır.”
Ölümlerin dördüncü nedeni olan “sığınmacıların sığındıkları yerlerde karşılaştıkları sorunların neler olduğunu yukarıda linkini verdiğim Çerkes sürgünlerine dair yazıdan öğrenebilirsiniz çünkü o dönemde Türk sığınmacılar Çerkes sürgünlerle aynı koşullara tabi tutulmuşlardı. Burada sadece Justin MacCharty’nin verdiği şu rakamları paylaşacağım. Yazara göre o tarihte Bulgaristan’da 1.230.000 Türk yaşıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun elindeki bölgelere ulaşabilmiş sığınmacıların sayısı 515 bin kişiydi. (Bunların 105 bini Edirne Vilayeti’ne, 60 bini Selanik Vilayeti’ne, 140 bini Kosova ve Manastır Vilayeti’ne, 120 bini İstanbul’a, 90 bini Anadolu ve diğer bölgelere sığınmıştı.) Bulgaristan’da ise 725 bin Müslüman/Türk kalmıştı. Dolayısıyla yazara göre 261 bin Müslüman/Türk öldürülmüştü. Bu rakamlar toplanınca Tuna Vilayeti’nin Müslüman/Türk nüfusu 1.230.000’e ulaşıyor. Yazar bu rakamları hangi kaynağa dayandırdığını da açıklamıyor. Halbuki yazının başında sözünü ettiğim Aşkın Koyuncu’nun rakamlarına göre o tarihte 1.100.000 Müslüman nüfus vardı. Dolayısıyla ölüm sayılarını ihtiyatla ele almakta yarar var.
1912-1913 BALKAN SAVAŞLARI
II. Meşrutiyet’in ilan edildiği 1908 sonrası durum biraz düzeldi. Çünkü 1909’da Osmanlı İmparatorluğu ile Bulgar Pensliği arasında imzalanan protokol ile Bulgaristan’ın bağımsızlığı tanınırken, Bulgaristan Türklerinin hukuki, dini ve kültürel konularda Bulgarlarla eşit haklara sahip olacağını da belirtilmişti. Türk cemaatinin liderliğini Başmüftü yapacaktı. Bunun ve müftülerin maaşını Bulgaristan hükümeti ödeyecekti. Ancak aynı yıl çıkarılan ‘milli eğitim yasası’ ile tüm Bulgar okulları merkezi yönetime alınınca Türk okullarının sıkıntıları arttı. Cemaatin de varlıklı olmaması yüzünden yeni okullar açılamadı, eskiler zayıfladı, ama hep varoldular. Hatta bu tarihlerde 80’e yakın Türkçe gazete ve dergi yayımlandı.
Osmanlı İmparatorluğu savaşta büyük hezimete uğradı. 29 Eylül 1913 tarihli İstanbul Barışı, 14 Kasım 1913 tarihli Atina Barışı ve 13 Mart 1914 günü Sırbistan’la imzalanan antlaşmadan sonra Osmanlı İmparatorluğu tüm topraklarının üçte birini, nüfusunun beşte birini, Rumeli’nin yüzde 89’unu, Rumeli nüfusunun yüzde 69’unu kaybetmiş, dolayısıyla sadece küçülmekle kalmayıp, bir ‘Avrupa devleti’ olma niteliğini yitirmişti.
HEZİMETİN BİLANÇOSU
Balkan Savaşları sırasında Rusya yoktu, her biri kendi ‘milli’ çıkarları için Osmanlı’yla çatışan, zorba, sömürücü ve işgalci olarak gördükleri Osmanlı’yı topraklarından söküp atmak için savaşan Yunanlar, Bulgarlar, Sırplar, Karadağlılar vs. vardı. Ama bu gruplar aynı zamanda kendi aralarında da savaşıyorlardı. Bir yandan birbirini öldüren bu gruplar, aralarında anlaşıp Müslümanları toptan Balkanlardan sökecek güçte ve kafada olmadıkları için komitacıların köylere baskın yapıp halkı katletmesi dışında esas olarak Müslümanları sürekli birbirinin topraklarına sürmekten başka bir yöntem bulamamışlardı. Yüzbinlerce (bu konuda güvenilir istatistik yok) Türk savaşta ve savaş dolayısıyla çıkan karışıklıklarda ölürken, Ceren Çolak’a göre 200 bin, Justin MacCharty’ye göre 414 bin (bazı kaynaklara göre 440 bin) Türk kökenli, Osmanlı İmparatorluğu’na göçetmek zorunda kaldı. (Bu savaşların Balkanların Hıristiyan halklarını da tarumar ettiğini unutmayalım.)
(Yukarıda: İstanbul’da sevkedilmeyi bekleyen Balkan göçmenleri. Aşağıda Kızılhaç görevlileri ve Osmanlı esirleri.)
MUTLU DÖNEM: ÇİFTÇİ PARTİSİ İKTİDARI
29 Eylül 1913’te imzalanan İstanbul Barışı ile Bulgaristan Türklerinin önceki hakları teyit edilmişti. Hatta iki ülke arasındaki ilişkiler o kadar düzeldi ki, Birinci Dünya Savaşı’nda Bulgaristan, Almanya ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun müttefiki oldu. İki ülkenin askerleri Romanya cephesinde Ruslara karşı birlikte savaştılar. Bu yakınlaşma sayesinde Bulgaristan Türklere Türkçe adlar kullanma hakkını iade etti. Savaş bilindiği gibi Almanya ve müttefiklerinin yenilgisiyle sonlandı. Savaş sonrasında İtilaf Devletleri’nin Bulgaristan’la imzaladığı 1919 tarihli Neuilly Barış Antlaşması ile ülkede yaşayan tüm azınlıkların dini ve kültürel özgürlükleri teminat altına alındı. 1918-1923 arasında yönetimde olan Bulgar Halk Çiftçi Partisi döneminde Bulgaristan Türkleri gayet rahat yaşadılar. Partinin yöneticilerinden Konstantin Muraviev, Ivan Evstratiev Geshov, Todor Ivancov, Konstantinov Stoilov ve daha nicesi İstanbul’daki Robert Kolej’de eğitim görmüşlerdi. Muraiev partinin lideri Aleksandar Stamboliyski’nin yeğeniydi aynı zamanda.
Sadece 1921-1922’de açılan Türk okulu sayısı 1.712 idi. Ancak 1923’te Çiftçi Partisi faşist bir darbe ile devrildi, Stramboliyski ve partinin önder kadrosu öldürüldü ve “Bulgaristan Bulgarlarındır” sloganı ile Türklere yönelik baskı politikaları başladı. Örneğin Türkiye’deki alfabe devrimine paralel olarak Türk okullarında Latin alfabesine geçme isteği reddedildi, aynı yıl 1922’de açılmış olan Şumnu Öğretmen Okulu kapatıldı. (Öğretmen yetiştirme işi yine Türk cemaatine ait olarak aynı yıl kurulan Şumni İlahiyat Okulu’na verildi.) Esas olarak Kemalist modernleşme projesine yoğunlaştığı için ‘soydaşlar’ konusunda aktif davranması beklenmeyen Türkiye, 1925’te Bulgaristan’la bir göç anlaşması imzaladı. Ardından büyük bir grup Türkiye’ye göçetti. Geride kalanlar ise giderek radikalleştiler. Örneğin 1926’da Bulgaristan Türk Spor Birliği’nin adı ‘Turan Derneği’ olarak değiştirildi. Turan adlı bir dergi yayımlamaya başladılar. Öyle ki, Çiftçi Partisi tekrar toparlanarak 1931’de Ulusal Blok hükümetinde yer aldığında ilk işi milliyetçilikle mücadele kapsamında Turan Derneği’ni kapatmak olacaktı. 17 Nisan 1933’te Deliorman bölgesindeki Razgrad’da Türk Mezarlığı’nın Rodna Zaştita (Vatan Müdafaası) adlı aşırı milliyetçi örgüte bağlı 200 kişilik bir Bulgar grubu tarafından tahrip edilmesiyle Türkiye-Bulgaristan ilişkilerinde yaklaşık bir yıl süren bir burulma yaşandı. (Tarih yazımımıza ‘Razgrad Olayı’ diye geçen bu gerilimi bir başka zamana bırakıp devam ediyorum.)
SOSYALİST DÖNEMİN TUTARSIZ POLİTİKALARI
Ama 1934’te bütün bunları önemsiz kılan bir gelişme yaşandı. Çiftçi Partisi’nin de içinde olduğu Ulusal Birlik Hükümeti, faşist bir darbe ile yıkıldı. Yeni iktidar Atatürk’ün Balkan Antantı’na ilgi göstermedi ve Bulgaristan-Türkiye arasındaki siyasi ilişkiler adeta dondu. Ancak nüfus hareketleri durmadı. 1923-1939 arasında yaklaşık 200 bin Bulgaristan Türk’ü Türkiye’ye geldi. İkinci Dünya Savaşı’na kadar sadece geride kalmayı göze alan Türkler değil tüm azınlıklar ve faşist olmayan Bulgarlar baskı altında yaşadılar. Ancak savaş sırasında Bulgar komünistlerinin başını çektiği Vatan Cephesi Nazileri ve işbirlikçisi Bulgar monarşisini yenilgiye uğratınca Georgi Dimitrov’un (ö.1949) liderliğinde Bulgaristan’da yepyeni bir dönem başladı.
Savaş sonrasında kurulan sosyalist düzende, ‘milliyetler meselesi’ ‘sınıf meselesi’nin arkasına konulduğu için, Bulgaristan hükümetleri aynen Türkiye’nin kendi azınlıklarına yaptığı gibi yok sayma-inkar-asimilasyon-entegrasyon seçeneklerini aynı anda kullanmaya devam ettiler. Örneğin 1946’da tüm okullar devletleştirilmişti ama buna karşılık Türk okullarında Türkçe eğitime devam edildiği gibi 1944’te Türk okullarında okutulan 23 ders kitabının adeti, 1953-1954 arasında 85’e yükselmişti. Amaç, Türk toplumunu, sosyalist idealler çerçevesinde Bulgar toplumuyla entegre etmekti. (Bununla paralel olarak savaş öncesi 46 olan müftü sayısı 1959’da altıya indirilecekti çünkü din de entegrasyonun önünde önemli bir engel olarak görülüyordu.)
(Stalin ve Dimitrov, 1936)
1950’DE TÜRKİYE’YE GÖÇMEN NOTASI
Sosyalist rejimde ülkedeki tüm araziler özel mülkiyetten kolektif mülkiyete geçirilirken bundan zengin Türkler zarar gördü ama yoksullar faydalanmıştı. Ama yine de Türkiye’ye göç durmadı 1940-1949 arasında 21 bin kişi Türkiye’ye geldi. Bulgar tarafı bundan bile rahatsız oldu ve Türkiye’ye üç ay içinde 250 bin göçmenin birden alınması için nota verdi. Türk tarafına göre (örneğin DP’ye yakın Zafer gazetesinin yazarı Mümtaz Faik Fenik’e göre) Bulgarların dört amacı vardı: 1)Türklerin mallarının üzerine oturmak, 2) Üretici olmayan çingeneleri Türkiye’ye göndererek Türkiye’nin başını belaya sokmak, 3) Komünistleri Türkiye’ye sokmak, 4) Türkiye’ye ekonomik bakımdan zarar vermek. Sosyalist tarihçilere göre ise esas hedef mülteci Türkler aracılığıyla Türkiye’de sosyalist bir rejimin temellerini atmaktı. Bugünden bakınca daha iyi anlaşılıyor ki, ABD’nin yürürlüğe koyduğu Truman Doktrini uyarınca Türkiye’nin Batı Bloku’na kilitlenmesi politikasından SSCB’nin duyduğu rahatsızlık esas tetikleyiciydi.
Ancak Türkiye üç ayda 212.150 kişiye Türkiye’ye giriş vizesi vererek Bulgarların hesabını şaşırttı. Bu dönemde göçmenlere yardım için dernekler kuruldu, bağış kampanyaları, milli piyango çekilişleri düzenlendi. Celal Bayar, Refik Koraltan, Ermeni Patrikhanesi bu kampanyalara yüklü bağışlar yaparak yolu açtılar. Amerikan Ekonomik İşbirliği İdaresi 4 milyon lira değerinde ayni yardımda bulundu. Uluslararası Göçmenler Örgütü, Dünya Sıhhat Teşkilatı, Kanada hükümeti, Amerikan-Ermenisi Hrand Cevheriyan, Amerika’daki muhtelif mezheplere ait kiliselerin ortak teşkilatı olan World Council of Churches gibi değişik kişi ve kuruluşlar da para veya malzeme yardımı yaptılar. Sonuçta Türkiye’de toplanan yardımlar 9 milyor, dışarıdan gelen yardımlar 15 milyon liraya ulaştı.
Türkiye açısından bir şans mı saymak gerekir bilemiyorum ama vize alanların hepsi Türkiye’ye gelmedi. Türkiye Çingeneleri Bulgaristan’a iade etmek istedi. Bulgaristan kabul etmeyince 1951 yılı içinde iki kez sınırları kapattı. Taraflar altı kez birbirine nota verdi. Bunun üzerine Bulgaristan Türkiye’ye göçü yasakladı.
ZAYIFLAYAN TÜRK CEMAATİ
1968’e kadar göç hareketi durakladı ama sonuç olarak 1950-1951 yılında Türkiye 154 bine yakın Türk mülteci kabul etmiş oldu. Türkiye bu yeni nüfusa barınma ve iş olanakları sağlamak için çırpınırken (ve çoğu zaman başaramazken), bu büyük nüfus kaybı Bulgaristan’daki Türk cemaatini çok zayıflattı. Okullarda Türkçe öğretmeni bile bulunamaz oldu. Bunun üzerine Bulgaristan hükümeti 1952’de Azerbaycan’dan uzman ve danışman getirdi. Bu uzmanların önerisi uyarınca Kırcaali, Razgrad ve Sofya’da Türk pedagoji okulları, Rusçuk’ta Türk kız lisesi ve ortaokulu açıldı. Okullarda eğitim dili Türkçe yapıldı. Türkçe radyo yayınlarına başlandı. Türk öğrencilere burs verildi. 30 kadar Türk Azerbeycan’a gönderildi. Yeni Türkçe kitaplar basıldı ve Sofya Üniversitesi’nde Türk öğrencilere yer açıldı. Bu okullarda Bulgaristan Türklerinden asistanları olan Azeri hocalar çalıştı. Bu hocalar sosyalist ülkülere bağlılığı derin olmadığı için, okullarda sosyalist eğilimler yerine milliyetçi eğilimler kökleşmeye başladı.
STALİN SONRASI
1953’te Stalin’in ölümü üzerine Bulgaristan Türk politikasını sil baştan değiştirdi. 1954’te Todor Jivkov hükümeti kuruldu. 1956’da yapılan nüfus sayımına göre 1 milyon Türk yaşıyordu. (Müslüman Bulgarlar olan Pomaklar ise ayrı gösterilmişti.) Bu nüfusun üçte biri okuma yazma bilmiyordu. Bunun üzerine 1956’dan itibaren Azeri uzmanlar ülkelerine gönderildi, Sofya üniversitesi’ndeki Türkçe bölümü kapatıldı, Türk öğretmen okulları ve liselerindeki eğitim dili tekrar Bulgarca oldu. Buna karşılık nüfusu tamamen Türk olan köy ve mahallelerdeki Türk okullarında Türkçe eğitime devam edildi. Türklerin çoğunlukta olduğu yerlerde karma sınıflar oluşturuldu ve eğitim dili Bulgarca oldu. Türklerin azınlıkta olduğu yerlerde ise Türk çocukları Bulgar okullarına alındı. Türkçe tiyatro faaliyetleri, radyo yayınları ve Türkçe kitap basımı durduruldu. Ama daha da vahimi muhalif Türkler için Belene, Lofça gibi toplama kampları kuruldu. Bunun üzerine 1964’e kadar 400 bine yakın kişi mülteci olmak için Türk makamlarına başvuruda bulundu. Ancak Bulgaristan buna izin vermedi. 1964-1966 arasında Türk-Bulgar ilişkilerinde yumuşama yaşanınca bundan Türk toplumu da yararlandı. 1968’de iki ülke arasında parçalanmış aileleri birleştirme anlaşması imzalandı. Buna göre 1952’ye kadar Türkiye’ye göçetmiş ailelerin Bulgaristan’da kalan birinci derece yakınlarına Türkiye’ye gitme izni veriliyordu. Bu kişiler Bulgaristan’daki mallarını satacaklar ve bazı mallarını da Türkiye’ye getirebileceklerdi. (Ancak bu madde çok işlemedi.) İlk göçmen kafilesi 1969’da yola çıktı.(Göç fasılalarla 10 yıl sürecek ve 130 bin kişi Türkiye’ye gidecekti. Böylece ‘komünist rejim’ döneminde Türkiye’ye göç eden Türklerin sayısı 290 bine ulaşacaktı.)
JİVKOV DÖNEMİ
‘Fazlalıklarını’ parça parça atan Bulgaristan 1970 yılında “Komünist Bulgar-Slav toplumu” yaratmak için kolları sıvadı. 1972-1974 ve 1981-1985 arasında iki dalga halinde Çingene, Gagavuz, Türk ve Pomakların adları Bulgarlaştırıldı. Bunlardan 200 bini Türk’tü. Bu kararlara uymayanlar ağır şekilde cezalandırıldı hatta bazı Türk kaynaklarına göre 10 bine yakın Türk kökenli öldürüldü. Ancak bütün bu politikalara rağmen Türkler, o yıllarda nüfusun yüzde 40’ını oluşturuyordu. 1985’te Turgut Özal yönetimindeki Türkiye ve dünya kamuoyunun da baskısıyla Jivkov yönetimi Türkiye’ye yeni bir göç dalgasına izin vermek zorunda kaldı. 1990 Mayısına kadar süren bu dalgada 313 bin kişinin geldiği söyleniyor. (Bütün rakamlara ihtiyatla yaklaşıyorum, çünkü bazen rakamları toplayınca Bulgaristan nüfusunu kat kat aşan sayılara ulaşılabiliyor.) Bunların bir kısmı hem Türkiye’de uğradıkları hayal kırıklığı, hem de Bulgar aydınlarının da konuya müdahil olmasıyla Bulgaristan’da ortaya çıkan yumuşama üzerine Bulgaristan’a geri döndü.
(1989 yılından bir göç sahnesi)
DOĞU BLOKU’NUN YIKILMASI
1989’da SSCB ve diğer Doğu Bloku ülkelerinde sosyalist-komünist rejimlerin yıkılmasına pararel olarak Jivkov yönetimi de sona erince Türk toplumu için yeni bir dönem başladı. Yeni rejim 1984-1989 arasında Türklere ve diğer azınlıklara yapılan haksızlıkları kabul etti ve onarım siyasetine geçti. 1989’da kurulan 160 civarındaki partiden 4’ü Türklere aitti. Bunlardan Hak ve Özgürlükler Hareketi (HÖH), 1990 seçimlerinde 400 üyeli meclise 23 üye soktu. Yerel seçimlerde 27 belediye başkanlığını ve 653 köy muhtarlığını HÖH adayları kazandı. 1991 Anayasası ile tüm azınlıkların hakları iade edildi. Zorla değiştirilen Türk adları iade edildi, Türkçe konuşma yasağı kalktı, Türk çocuklarının kendi okullarında Türkçe eğitimine izin verildi. Elbette bunların hayata geçirilmesi hemen mümkün olmadı ama zaman içinde hem pedagoji, hem öğretmen hem de ilahiyatçı yetiştiren Türk okulları açıldı. 1994’te HÖH’ün oyu epey düşmüştü ama Türklerin devlet mekanizmasındaki temsiliyeti artmıştı. 1999’da HÖH’ün aldığı oy biraz daha düştü. Hatta resmi olarak 1 milyon, gayriresmi kaynaklara göre 2 milyon civarındaki Türk toplumunun (yine gayriresmi kaynaklara göre Çingene ve Pomaklar da dahil Müslüman nüfus 3 milyona yakındır) ancak yarısının oyunu alabildi. Bugün Türkiye’nin uyguladığı zorlaştırıcı politikalar yüzünden Türkiye’ye göçün olmadığını söyleyenler olsa da benim kanımca Bulgaristan’ın Türkleri entegre etmekte başarılı olması yüzünden artık Türk göçü yok.
Elbette çok eksik gedik bir tarihçe bu ama görüldüğü gibi modern dönemdeki Bulgar rejimleri Türklere karşı tek tip bir politika izlememişler. Aynen Türkiye’de başta Kürtler olmak üzere tüm azınlıklara karşı neredeyse süreklilik arz eden asimilasyon politikasının benzerlerini çok sık, Türkiye’de sık rastlanan inkar ve imha politikasının (örneğin ‘Kart-kurt eden dağ Türkleri’ söylemi, örneğin 1938 Dersim katliamları) nadir, Türkiye’de az rastlanan entegrasyon politikalarını sıkça uygulamışlar. Hepsinden önemlisi, bugün Kürtler hala anadilde eğitim hakkı, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve anayasal güvenceler gibi temel hakları için savaşırken, bugün Bulgaristan Türkleri, AB üyeliğinin de etkisiyle Bulgar toplumuyla entegrasyon yolunda önemli ilerlemeler kaydediyorlar. Belki de bu yüzden Türkiye’deki milliyetçi çevrelerin pek ilgisini çekmiyor Bulgaristan Türkleri… Elbette mecliste 23 milletvekili olan ırkçı-faşist ATAKA partisinin veya iki yıl önce ırkçı örgütler ve neo-nazi holigan grupların oluşturduğu Bulgaristan Milliyetçi Partisi'nin bu sürece hasar vermeyeceğinin garantisi yok. Yine de Bulgaristan deneyimi pek çok açıdan esin verici olsa gerek…
Özet Kaynakça: War and Diplomacy, The Russo-Turkish War of 1877-1878 and the Treaty of Berlin, Editörler: M. Hakan Yavuz ve Peter Sluglett, University of Utah Press, 2011, Aşkın Koyuncu, “Tuna Vilayeti’nde Nüfus ve Demografi”,http://www.turkishstudies.net/Makaleler/880266314_38KoyuncuAşkın-trh-675-737.pdf , Ceren Çolak, “Bulgaristan Türklerinin Türkiye’ye Göç Hareketi (1950-1951)”, http://johschool.com/Makaleler/804462305_11-%20filiz_colak_makale.pdf, Justin MacCharty, Ölüm ve Sürgün, Çeviri: Bilge Umar, İnkilap Kitabevi, 1995, Richard Hall, Balkan Savaşı, Homer Kitabevi, 2003; Sacit Kutlu, Milliyetçilik ve Emperyalizm Yüzyılında Balkanlar ve Osmanlı Devleti, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2007.
Not: 'Dış Türkler' hakkındaki bazı yazılarım:
1) Irak Türkmenleri:
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=142696
2) SuriyeTürkmenleri:
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/megerse_suriyede_turkmenler_yasarmis-1169309
3) Doğu Türkistanlılar:
http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/ayse-hur/dogu-turkistan-ne-yana-duser/6616/
4) Kırım Tatarları:
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/stalin_naziler_ve_kirim_tatarlari-1178082
5) Kıbrıs Türkleri:
http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/ya_taksim_ya_olumden_birlesik_kibrisa-1348349
.
Yüzde 100 yerli: Karamanlılar ve Hay-ho(u)ro(u)mlar
28.9.2015 - Bu Yazı 956 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Geçtiğimiz hafta CB Erdoğan, “yüzde yüz yerli ve milli milletvekili” isteyince medyada “yerli kime denir?”, “kim daha yerli”, “milli ne demektir?” “Erdoğan kime ne demek istedi?” tartışması yaşandı. Erdoğan’ın ne kastettiğine dair tartışmaları okumuşsunuzdur, ben o konuya girmeyeceğim. Bu toprakların yerlilerinden olup, artık izleri bile kalmayan, hatta çoğu kişinin adlarını bile bilmediği için iki topluluktan söz edeceğim.
TÜRK MÜ, RUM MU?
Osmanlı döneminde ağırlıklı olarak Aydın, Antalya, Adana, Hüdavendigâr (Bursa), Ankara, Kayseri, Tokat, Kastamonu, Konya, Sivas, Nevşehir, Niğde ve Göller Bölgesi’nde (Burdur-Isparta yöresi) yaşayan, Rumca bilmeyen, Türkçeyi kendilerine özgü bir ağızla konuşan, buna karşılık Grekçe dua eden ve Grek harfleriyle yazan Ortodoks halka Karamanlılar denirdi. Karamanca/Karamanlıca ya da Karamanlidika, Osmanlıca, antik Yunanca ve Rumcanın bir karışımıydı ve Karaman alfabesinde Yunan alfabesinde bulunan delta, theta, ksi, psi ve omega harfleri yokken, Yunan alfabesinde olmayan b, d, ş, k, ö ve ü harfleri vardı.
(Kayseri-İncesu’da ‘Maaşallah’la başlayan Karamanlıca kapı kitabesi.)
Osmanlı Anadolu’daki Ortodokslara ‘Ortodoks milleti’ dediği halde, kaynaklarda ‘zimmiyan-ı Karaman’ adıyla ayrı bir topluluk olarak geçen bu grupların kökeni konusunda iki temel tez var. Yunan tarihçilerine göre, Karamanlılar antik dönemden beri Anadolu’da yaşayan ancak Bizans döneminde Hıristiyanlığı kabul eden Yunan kökenlilerdi. Bu tezin bir versiyonuna göre de Karamanlılar, Bizans döneminde, sınır boylarında yaşadıkları için Türk akıncıları ile sıkça temasta bulunan Grek asıllı savaşçı köylülerden ana dillerini unutanlardı.
Cami Bey ya da İzzet Ulvi gibi ‘Türk Tarih Tezi’nin erken temsilcilerine göre, Karamanlılar, prehistorik dönemden beri Anadolu’da yaşayan Hititler, Kumuklar, Kumanlar ve Urartular gibi ‘Türk’ kavimlerin bakiyesiydi. Ünlü tarihçilerimizden Mehmed Fuad Köprülü’ye göre ise, Karamanlılar, ağırlıklı olarak Selçuklulardan önce Anadolu’ya gelen Hıristiyan Oğuz Türklerinin bakiyesiydi. Çok azı da, Müslüman Selçuklulardan Hıristiyanlığa geçenlerdi.
BİZANS’TAKİ TÜRK AİLELER
Gerçekten de, Heredotos veya Strabon’dan gayet iyi bildiğimiz gibi, Anadolu’daki Yunan kolonilerinin tarihi MÖ 5-6 yüzyıllara kadar gider. Bizans kaynaklarında ise, Peçenek, Kuman ve Uz gibi Hıristiyan Türk boylarından gelen askerlerin yanı sıra, ayrıca ‘Türkopol’ diye adlandırılan Selçuklu Türkleri ve Anadolu Türkmenlerinden oluşan Bizans birliklerden de söz edilir. Malazgirt’te Selçuklulara karşı savaşan Bizans İmparatoru Romen Diyojen’in ordusunda Hıristiyan Türklerin olduğu bilinmektedir. Yine 11. yüzyıldan itibaren, Bizans kaynaklarında Aksuhos, Maniakes, Kaloufes (Halife), Prosouch, Tziglognos, İsak, İsa, İlhan, Kutlumuş gibi pek çok aile ‘Türkopoulos’ diye anılır. Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarının önemli figürlerinden Köse Mihal de Müslümanlığı kabul etmiş bir Bizans beyidir. (Bu dönemin bir diğer önemli figürü Gazi Evrenos’un kökenine dair iddiaları ise bir başka yazıya bırakıyorum.)
MERAM BAĞLARI’NA ZİYARET
1473’te Gedik Ahmet Paşa ile birlikte Konya’nın Meram Bağları’na giden Gian-Maria Angiolello adlı Venedikli seyyah, buradaki Rumların tamamen Türkçe konuştuklarını, dinsel törenlerinde kullandıkları kitaplarının da Arap harfleriyle ve Türkçe yazıldığını belirtir. Bu bilgi şaşırtıcıdır çünkü Karamanlılar Türkçeyi Arap harfleriyle değil Yunan harfleriyle yazarlardı. 1551’de İstanbul’a gelen seyyah Nicolas de Nicolay ise, Yedikule’deki Karamanlı cemaatinden bahseder. 1554-55 yıllarında Habsburg İmparatorluğu’nun temsilcisi Ogier G. Busbecq’le birlikte İstanbul’a gelen seyyah Hans Dernschwam da Yedikule semtinde kendilerine Karamanlılar (Caramonos) denilen halkın ibadetlerini Rumca yaptıklarını fakat bu dili anlamadıklarını, yalnızca Türkçe konuştuklarını yazar. (Dernschwam, Karamanlılar adını ilk kullanan Batılıdır.) Bu bilgileri 17. yüzyıl yazarı Eremya Çelebi Kömürciyan da tekrarlar.
“ÖYLE BİR MAHLUDİ HATT-I TARİKATIMIZ”
Bir başka 17. yüzyıl yazarı Evliya Çelebi ise Antalya Rumları için “Ve dördü Urum keferesi mahallesidir. Amma keferesi asla Urumca [Rumca] bilmezler. Batıl Türk lisanı üzre kelimat iderler”, Alanya’daki Rumlar için de “Amma kadim eyyamdan beri Urum [Rum] keferesi bir mahalledir. Cümle üç yüz hane haracdır. Amma asla Urum lisanı bilmiyüb batıl Türk lisanı bilirler” der. (Çelebi’nin Türk lisanı hakkında ‘batıl’ demesine dikkatinizi çekerim.)
Karamanlıların yaktıkları şu ağıt da bu duruma dairdir: “Gerçi Rum isek de, Rumca bilmez Türkçe söyleriz/ Ne Türkçe yazar, okuruz ne de Rumca söyleriz/ Öyle bir mahludi [karışık] hatt-ı tarikatımız [yazı usulümüz] vardır/ Hurufumuz [harflerimiz] Yunanice, Türkçe meram eyleriz...” Bunlara bakınca, M. Fuad Köprülü haklı görünmektedir. 1000’li yılların başından itibaren karşılıklı etkileşim içine giren bazı Türkler Hıristiyanlaşırken, bazı Hıristiyanlar da Türkleşmişe benzemektedir.
Kendileri tarafından yazılmı eserlerlerde kendilerinden ‘Anadolu Hristiyanları’, ‘Anadolu Ortodoks Hristiyanları’, ‘Yunan dilini bilmeyen Anadolu Hristiyanları’, ‘Anadolu Rumları’ veya sadece ‘Anadolular’ olarak bahsederken, konutukları dili ‘Türkçe’, ‘açık Türkçe’, ‘sade Türkçe’, ‘yavan Türkçe’, ‘kaba Türkçe’, ‘Türk dili’ veya ‘Anadolu Lisanı’ diye adlandırıyorlardı.
Bu arada not edelim, Karamanlı Türklerine ait ilk gazete Gazete-i Anatoli, Evangelinos Misailidis tarafından 1851 yılında çıkarılmıştır. (Gazete 1921 yılına kadar yayımlandı.) Yine Karamanlı Türkçesiyle yazılmış ilk telif roman Misailidis’in yazdığı Seyreyle Dünyayı-Temaa-i Dünya ve Cefakâr u Cefake adını taşır ki 1871’de basılan bu roman, edebiyat tarihçilerimiz tarafından ilk Türkçe telif eser sayılan emseddin Sami’nin Taauk-ı Talat ve Fitnat’ından bir yıl önce basılmıştır. Konunun uzmanlarından Evangelia Balta’nın tespitlerine göre, 1711’den 1921 yılına kadar Karamanlı Türkçesiyle yazılmış ve yayımlanmış kitap sayısı 369’dur. Bunların 164’ü din, 205’i din dışı konulardadır.
ZAYIF MİLLİYETÇİLİK
Muhtemelen bu kültürel doku yüzünden 19. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun Müslüman ve Hıristiyan tebaası arasında milliyetçilik akımları etkisini göstermeye başladığı halde, Karamanlılar arasında ‘milli’ bilinç çok düşüktü. Örneğin 1879’da Kapadokya’yı gezen Henry Tozer’e göre Karamanlılar Rusya’ya, Yunanistan’dan daha yakındılar. Yine çeşitli kaynaklara göre, Karamanlılara milliyetleri sorulduğunda ‘Türk’, ‘Rum’ veya ‘Yunan’ değil, sadece ‘Hıristiyan’ olduklarını söylerlerdi.
Yüzyılın sonlarında iyice güçlenen milliyetçilik akımlarının etkisiyle, bazı unsurların Nevşehir’deki Rum okullarında Karamanlılara Rumca öğretilmesi gibi ‘kültürel Helenleştirme’ çabalarına rağmen küçük bir azınlık dışında Karamanlılar Yunan milliyetçiliğine kayıtsız kaldılar. Bu kayıtsızlıkları yüzünden de Türk milliyetçiliğinin Fener Rum Patrikhanesi’nin etkisini kırma planlarında önemli rol oynadılar.
İTC’NİN İZMİR VEKİLİ EMMANOUİLİDİS
II. Meşrutiyet (1908) döneminde açılan mecliste, İttihatçıların onayıyla yer alan 24 Rum vekil arasında Karaman Rumları da vardı. Örneğin Aydın Vilayeti’ne bağlı İzmir’i temsil etmesi üzerinde anlaşılan iki üye Kayserili Karaman Rum’u olan Aristidis (Georgantzoglou/Yorgancıoğlu) Paşa’yla, Atina Üniversitesi öğretim üyesi Pavlos Karolidis (Pavli Karalidi Efendi) idi. Yunan milliyetçisi çevreler bu ikilinin ‘hain’ olduğu düşünüyorlardı. Aristidis Paşa kolay seçildi ama Karolidi Efendi’nin Yunan uyruklu olmasından rahatsız olan İttihatçılar ‘müntesib-i sani’lere (yani ‘ikinci seçmen’lere) Karolidis’i seçmeme yönünde talimat verince İzmirli Rumlar durumu protesto ettiler. Büyük olaylar çıktı, sonunda İttihatçılar geri adım attılar ve Karolidis’in seçildiğini ilan ettiler.
1911 seçimlerinde İttihatçılar ve Rum Cemaati, Meclis-i Ayan üyeliği teklif ettikleri Aristidis Paşa’nın yerini yeğeni avukat Emmanouil Emmanouilidis’in almasında anlaştı. Geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz değerli tarihçi Vangelis Kechriotis’in dediğine göre, Emmanouilidis de aynen Aristidis Paşa gibi, 19. yüzyıl Yunan milliyetçiliğine damgasını vuran Yunancılar ve Bizansçılar tartışmalarına katılmak yerine “Osmanlıcı vatanseverliğinden ilham alarak imparatorluğun bütünlüğünü korumak üzere Türk-Müslüman unsurları ile işbirliğinin gerekliliğine samimi bir bağlılık” göstermişti. Bu yüzden 1912 seçimlerinde tekrar aday gösterilerek ödüllendirilen Emmanouilidis, 1912 yılının Ekim ayında Birinci Balkan Savaşı patlak verdiğinde, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) önemli isimleriyle birlikte Sultanahmet’teki mitingde Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü savunan bir konuşma yaptı, bu konuşması Atina’daki bazı gazetelerin büyük tepkisini çekti.
(Emmanouil Emmanouilidis, Atina 1929. Aleksandros Madonis Arşivi.)
1920’de Meclis-i Mebusan’ın kapanmasına kadar görev yapan Emmanouilidis, bu dönemde İTC’yi sadece 1915 Ermeni Tehciri/Kırımı/Soykırımı yüzünden eleştirdi. 1922’de savaşın Yunan ordusunun yenilmesiyle sona ermesi üzerine Yunanistan’a gitti, 1923’te Venizelos’un ekibinden olmak üzere Batı Makedonya’ya vali olarak atandı, ardından da meclise girdi. (Öldüğü 1943’e kadar da vekilliği devam etti.) 1920’de tamamladığı Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Yılları adlı kitabını yayımlamak için 1924 yılına kadar bekleyen Emmanouilidis, Vangelis Kechriotis’in dediğine göre “bu süre içinde Yunan Devleti’ne herhangi bir şekilde değinmekten kaçınarak Osmanlı ideolojisine bağlı kaldı ve Atina basını ısrarla ona saldırmaya devam etti.”
KARAMANLILARIN MÜBADELESİ
Yunanistan’la Türkiye arasında, 23 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması’nın bir parçası olarak imzalanan Mübadele Anlaşması ile karşılıklı göçe tâbi tutulacaklar ‘Müslümanlar’ ve ‘Hıristiyanlar’ olarak belirlenince, Türkçe konuşan Ortodoks Karamanlılar da mübadeleye tâbi tutulmuştu. Sonuçta, Anadolu’nun çeşitli yerlerinden çıkarılarak İstanbul, İzmir ve Mersin limanlarından Yunanistan’a gönderilirken yürek paralayan sahneler yaşanmıştı. “Biz sizdeniz, göndermeyin!” yalvarmaları işe yaramamıştı. Sadece, Mustafa Kemal’in ‘Baba Eftim’ dediği Papa Eftim ve yakınları, Mustafa Kemal’in emri üzerine 3 Ağustos 1924 tarihinde çıkarılan 3798 sayılı “Papa Eftim Tezkeresi’ ile devletin himayesine alınmıştı. Böylece Anadolu’nun en yerli halklarından biri olan Karamanlıların köküne kibrit suyu dökülmüştü… (Papa Eftim kimdir, neden bu ayrıcalığa mazhar oldu diye merak edenler şu yazımı okuyabilir: “Papa Eftim’in cemaatsiz kilisesi”, okumak için tıklayın)
Bu bölümü şu bilgiyle tamamlayalım: Cumhuriyet döneminde, ilk gayrimüslim vekiller bilindiği gibi meclise 1935’te katılmıştı. Bunlardan biri Karaman Türkü/Rumu İstamat Zihni Özdamar idi. Bodrum doğumlu olduğu halde Atatürk’ün isteğiyle Eskişehir’den aday gösterilen Özdamar, gayrimüslimlerin iflahını kesen 1942 Varlık Vergisi Kanunu’na “evet” oyu veren vekiller adasındaydı. (Varlık Vergisi için bkz.:http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/1942_varlik_vergisi_kanunu-1353243 )
(Mustafa Kemal’in emriyle Fener Rum Patrikliği’nin etkisi kırmak üzere, Türk Ortodoks Kilisesi’ni kuran Papa Eftim, 23 Nisan 1922’de, II. İnönü Meydan Muharebesi’nin birinci yıldönümünü kutlamak için Meclisin önünde toplanan 50 bin kişiye Türk Ordusu’nu öven pek duygulu bir konuşma yapmıştı.)
HAY-HO(U)RO(U)MLAR KIMDIR?
Gelelim ikinci kökü kurutulmuş, unutulmuş yerli topluluğumuza… Yunanca kaynaklarda Hay-hurumlar, Ermenice kaynaklarda Hay-horomlar diye geçen topluluk, ruhani açıdan Rum Ortodoks Kilisesi’ne bağlı ancak Ermenice konuşan bir gruptu. (Bundan sonra Ermence kaynaklardaki gibi Hay-horomlar diye devam edeceğim çünkü dilleri Ermeniceydi.) Bu ilginç kompozisyon, Hay-horomların, Yunan ve Ermeni milliyetçilikleri tarafından paylaşılamamasına neden olmuştur. Bu konuda yapılmış bilimsel araştırma yok ama, ağırlıklı olarak sözlü kaynaklardan yararlanarak Hay-horomlar konusunda önemli bilgi birikimine sahip olmuş İzmirli bir Rum olan olan Yorgos Anastasiadis’e (1874-1971) göre, Hay-horomların etnik kökeni konusunda değişlik görüşler var.
ANABASİS’İN BAKİYELERİ Mİ?
Çağdaş Yunan tarihçilere göre Hay-horomlar, MÖ 401’de kardeşi II. Artakserkes’i devirerek Pers tahtını ele geçirmeye çalışan Genç Keyhüsrev (Kiros) için savaşan ancak Keyhüsrev’in öldürülmesi üzerine geriye dönen paralı Yunan askerlerin bakiyeleriydi. Bu efsanevi ‘geri dönüş’, söz konusu sefere katılmış olan Yunan tarihçi Ksenephon tarafından “Onbinlerin Dönüşü” (Anabasis) adlı eserde anlatılmıştır. Bu tezin sahiplerine göre, bunlara daha sonra Büyük İskender’in Asya Seferi sırasında (MÖ. 334-323), güzergâhların güvenliği için bıraktığı Yunan askerleri de eklenmiş, bu gruplar, Doğu Anadolu bölgesindeki Ermeni toplumlarının kadınlarıyla evlenerek asimile olmuşlar, zamanla dillerini unutmuşlardır.
EGİNA ADASI’NDAN GELEN YUNANLILAR MI?
Hay-horomların etnik olarak Rum olduğuna dair tezin bir başka versiyonuna göre Hay-horomlar Bizans döneminde, Yunanistan’da Atina yakınlarında bir ada olan Egina’dan gelen koloni sakinleridir. Tarihte ilk Hay-horom topluluğunun ortaya çıktığı Sivas yakınlarındaki Eğin’in adı da Egina’dan gelmektedir. Bu gruplar, Bizans’a son veren Osmanlı İmparatorluğu döneminde İslam’a geçmek istememişler ve yaşadıkları bölgelerdeki Ermeni nüfusa katılmışlardır. Bu bölge Türkler için çok önemli olduğundan, İslam’a geçmek konusunda baskıya maruz kalmamışlar; fakat zamanla dil açısından Ermeniler tarafından asimile edilmişlerdir.
HELENLEŞMİŞ ERMENİLER Mİ?
Görece yeni Ermeni kaynaklarına göre, Hay-horomlar Bizans döneminde Helenleşmiş (Yunanlılaşmış) Ermenilerdir. İmparatorluk bu grupları Fırat’ın batısında, merkezi Eğin olan on ikiden fazla köyde toplamıştı. Ermenice konuşan bu Ortodokslar, ruhani olarak Büyük Antakya Patrikhanesi’ne bağlı Erzurum ve Diyarbakır Metropolitliği’ne tâbi olmuşlardı.
Hay-horomların kökeni ilişkin bir başka tez de şudur: Ermeni mitolojisine göre Ermeni soyunun kurucusu, efsaneye göre Iapetos’un (Yaşeth’in Yunanlaştırılmışı) neslinden olan Hayk’tır. Hayk, MÖ. 24’te yaratılmıştır ve Ermenicede ‘önder’, ‘lider’ anlamına gelir. Ermenicede Rum’a (Romalı anlamında) da ‘Horom’ denir, o nedenle Rum kökenli veya Rumlaşmış Ermenilere ‘Hay-horom’ denir.
AGİN’DEN EĞİN’E, EĞİN’DEN KEMALİYE’YE
Yine Ermeni kaynaklarına göre; Hay-horomların ilk ortaya çıktıkları merkez, Sivas’ın Eğin Köyü’ydü. Eğin adının kaynağı konusundaki söylence ise şöyle: Masis (Ararat veya Ağrı) ve İran Ermenilerinin Anadolu’ya yayıldıkları dönemde, bir grup Ermeni, Fırat boyunca ilerleyerek, etrafında çok verimli topraklar olduğu söylenen nehrin kaynağını aramışlar. İlerlerken sürekli, “kaynağa doğru” diyorlarmış, böylece onlar tarafından kurulan şehrin adı ‘Agin’ olmuş. (Emenice ‘ag’kaynağa/kaynağı anlamına geliyor).
LİSANEN ERMENİ VE TÜRK, KALBEN RUM
Yorgos Anastasiadis’e göre bu tezlerden hangisi doğru olursa olsun, bugün Hay-horomlar kendilerini Rum kabul ederler. Yüzyıllar boyunca bir kelime bile Yunanca bilmemelerine rağmen Rumluklarına olan sarsılmaz inançlarını muhafaza ederler. Anadilleri öncellikle Ermenice, sonra da Türkçedir. Ermeniceyi okulda öğrenirler. Kilisedeki ayinleri daha çok Türkçe ve Ermenice ve daha az Yunanca ilahilerin karışımıdır. Ancak, cemaat Yunanca ilahileri anlamadığı gibi, Ermenice okunan ilahilerin de Ermeni kilisesininkilerle hiçbir ilgisi yoktur. Bunlar Rum Ortodoks Kilisesi’nin ilahilerinin çevirisidir ve Yunan kilise müziğinin makamıyla okunur. 1896 yılında, Ermenice ilahilerin yerini daha çok Karamanlıca (yukarıda anlattığım gibi Yunan alfabesiyle yazılan Türkçe) ilahiler almıştır.
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDA HAY-HOROMLAR
Sevan Nişanyan’ın Index.Anatolicus adlı eserinde 20. yüzyıl başında Hay-horumların yerleşim yeri olan köylerin adları oldukça fazla. (http://www.nisanyanmap.com/?eth1=hh) Buna karşılık, Hay-horum olduğunu söyleyen bir okurum Hay-horomların Doğu Anadolu’daki köylerinin altı tane olduğunu söylemişti. Bunlar Vag, Zorak, Musaga, Sirzu, Hogus ve Mamsa olup, ilk dördü Eğin’e, Mamsa Çemişkezek’e bağlıydı. Hogus ise diğer dört köyden epeyce uzakta, Kemah’ta idi. Yine aynı kaynağa göre Birinci Dünya Savaşı sırasında Ruslar Erzincan ve Erzurum’a kadar ilerlediklerinde, Hogus’un sakinleri onları coşkuyla karşılamış, Rus ordusu geri çekilirken korkuya kapılıp onların peşisıra Rusya’ya gitmişlerdi. Bu gruplar Cumhuriyet dönemine kadar da orada kalmışlardı.
Fırat’ın Eğin bölgesindeki 70 Hay-horom ailesi ise 1924’te Mübadele Antlaşması ile Yunanistan’a gönderildiler ve Eğriboz’un kuzeyindeki Kastaniotisa Çiftliği’ne yerleşerek Yeni Eğin’i kurdular. İki yıl geçmeden Rusya üzerinden (muhtemelen Hogus’lu) 50 aile daha Selanik yakınlarındaki Diavata’ya yerleşti. Eğin adı ise, Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal’in onuruna, Kemaliye olarak değiştirilerek Doğu Anadolu Hay-horomlarının son izi de tamamen silindi.
BİTİNYA HAY-HOROMLARININ KADERİ
Anadolu’daki diğer geniş Hay-horom cemaati 1608’den beri Adapazarı/İzmit (Bizans dönemindeki adıyla Bitinya) bölgesinde yaşıyordu. 1915’te İzmit’te 7-8 bin civarında Hay-horom yaşıyordu. Geyve civarındaki Hudi, Ortaköy ve Şındıklı adlı üç köyün ilk sakinlerinin Eğin’den geldikleri sanılıyor.
1923'teki I. Tüm Göçmenler Konferansı’na sunduğu tebliğinde Doktor Benediktos Adamantiadis Bitinya Hay-horomlarının kaderini şöyle anlatmıştı: “Ticarette ve sanayide gelişmiş, zengin, 15 bin ve daha fazla sakiniyle Geyve-Ortaköy Rumları, Haziran 1920’nin sonlarına doğru Sakarya-Karaçay civarındaki hanlara toplanıp kapatılmışlar ve aşırı dinci gruplar tarafından kılıçtan geçirilmişlerdir. Bu kıyımdan kurtulanlar da, kaçtıkları dağlarda av köpekleriyle kovalanmış ve hunharca katledilmişlerdir. Ağustos 1920 sonlarında bölgede bir tane bile Rum kalmamıştır. Sadece, temkinli davranıp topraklarını kıyımdan önce terk etmiş birkaç yüz kişi kurtulabilmiştir.”
Bu birkaç yüz kişinin de sonra ülkeden ayrılmış olması mümkün. Geride kalanlar varsa da artık bir ‘Hay-horom kültürü’nden söz etmek maalesef imkânsız… Aynen Karamanlı kültüründen söz edemediğimiz gibi. Bu sayfalarda defalarca örneklerini verdiğim Türk milliyetçiliğinin ‘başarı hikayesi’ (!) olan gayrimüslimlere yönelik tehcirlerin, sürgünlerin, mübadelelerin, kaçırtmaların üstüne Karamanlılar ve Hay-horomların kökünün kazınmasını da koyabiliriz yani. 6,5 milyon Kürt seçmenin oyunu, “seni başkan yaptırmayacağız” diyen HDP’ye vermesinden sonra Kürtlere sempati duyması beklenmeyen CB Erdoğan’ın ‘yerli ve milli’ kontenjanını doldurma işinin, eğer Anadolu’ya gelişlerini 1071 Malazgirt Savaşı ile başlatırsak, yerlilik konusunda bu topluluklardan çok daha kısa bir tarihçeye sahip olan Türklere kaldığını söylemeye gerek yok herhalde… Kendini Türk diye tarif edenlerin ne kadarının ‘millilik’ konusunda Erdoğan’ı tatmin edecek kriterlere sahip oldukları ise ayrı bir konu…
Özet Kaynakça: Foti Benlisoy, Stefo Benlisoy, “‘Karamanlılar’, ‘Anadolu ahalisi’ ve ‘aşağı tabakalar’: Türkdilli Anadolu Ortodokslarında kimlik algısı”, Tarih ve Toplum Yeni Yaklaşımlar, Sayı 11, Güz 2010, s.7-22, Sula Bozis, “Karamanlılar”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, c.4, s.458-459, Tarih Vakfı Yayınları, 1994, Yonca Anzerlioğlu, Karamanlı Ortodoks Türkler, Phoenix Yayınevi, 2009, Evangelia Balta, “Karamanlıca (Karamanlidika) Basılı Eserler”, Çeviren: Andonis Zikas, Tarih ve Toplum, C. 62. s. 57-59, E. Balta, “‘Gerçi Rum isek de Rumca bilmez Türkçe söyleriz’ Adventures of An Identity in The Triptych: Vatan, Religion and Language” Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, S.8, s. 25-44. Speros Vryonis, The decline of medieval Hellenism in Asia Minor and the process of Islamization from the eleventh through the fifteenth century, University of California Press,1986, Vangelis Ketchoridis, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Dönemi’nde Karamanlı Rum Ortodoks diasporası, İzmir Mebusu Emmanouil Emmanouilidis”, Toplumsal Tarih, 25 Kasım 2014, s. 38-43, Yorgos Anastasiadis, “Ermenice konuşan Rumlar”, Yunanca’dan çevirenler: Frango Karaoğlan ve Elçin Macar, Toplumsal Tarih, S. 156, Aralık 2006, s. 38-43.
Not: Bu yazının Hay-horomlar ile ilgili bölümünü 3 Temmuz 2009 tarihli Agos gazetesi için yazmıştım. (O zaman Yorgos Anastasiadis gibi Yunanca ‘Hay-hurumlar’ terimini kullanmıştım.) Bu yazıya, Facebook’ta Sofya Agopyan adlı kullanıcının sayfasında rastladım. (https://www.facebook.com/notes/sofia-agopyan/ermenice-konuşan-rumlar-hay-horomlar-kimdir/1407356199550293) Sofya Agopyan kaynak belirtmediğinden ilk bakışta yazıyı kendi kaleme almış sanılabilir. Dolayısıyla o sayfayı görenler, benim o yazıdan ‘intihal’ yaptığımı düşünmesinler diye (bu sık sık başıma geliyor, benim yazılarımı birileri kendilerine malediyorlar, başka birileri de benim bu çalıntı yazılardan ilham aldığımı iddia edebiliyor!) bu notu koymak ihtiyacı hissettim.
.
Bir örgüt: İTC... Bir gazeteci: Ahmed Samim... Bir tetikçi: Çerkes Ahmed...
5.10.2015 - Bu Yazı 582 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Günlük bir gazetede tarih sayfası hazırlamak zor. Birbirinden farklı ilgi, eğitim, sabır ve zamana sahip geniş bir kitleye hitap ettiğiniz için üslup, uzunluk, derinlik konusunda hep ortalama bir yerde durmanız gerekir. Konu seçmek bile sorun olur. Bazen kronoloji, bazen gündemin temaları, bazen gündemin olayları, bazen tarihin genel sorunları esin kaynağı olur konu seçiminde. Elbette seçtiğiniz konunun kaynaklarına sahip olmanız ya da kısa sürede ulaşabilir olmanız gerekir. En çok özlediğim, bu kriterlere hiç uymadan sadece kendi ilgilendiğim, benim için ilginç, önemli, değerli olan konularda yazma özgürlüğüdür.
‘Esin kaynağı olur’ sözünü bilinçli kullandım, çünkü bazen ele aldığım konularla güncel olaylar arasında paralellik kurmaya, hatta bunları birbirinin tekrarı gibi görmeye eğilimli kişilerle karşılaşıyorum. Veya tersinden "Bu yazdığınızın şu şu olayla ne ilgisi var?" diye soranlar oluyor.
Bazen nesnel anlamda ‘ilgi’ çok güçlü olur, bazen ‘zayıf’, bazen hiç ilgisi olmaz. Çoğunlukla da ilgiyi öznel biçimde okurun kendisi kurar sadece. Bu haftaki yazımın esin kaynağı da yazar, programcı Ahmet Hakan’a yönelik darp eylemi. Bu vesileyle Ahmet Hakan’a bir kez daha büyük geçmiş olsun diyorum. ‘Ahmet Hakan’a kim vurdu’ sorusuna cevap arıyorsanız Hayko Bağdat’ın 3 Ekim 2015 tarihli Taraf yazısını okumanızı öneriyorum. (okumak için tıklayın)
BİR ÖRGÜT: İTC
Örgütün hikayesi ile başlayalım. 30 yıldır istibdat rejimi sürdüren II. Abdülhamid’i alaşağı etmeye karar veren Müslüman-Türklerin (ki Batı basını onlara Jön Türkler diyordu) ilk hücresi, İshak Sukuti, Mehmed Reşit, İbrahim Temo, Abdullah Cevded, Hüseyinzade Ali tarafından Fransız Devrimi’nin 100. yıldönümünün kutlandığı 1889 yılının Mayıs ayında, İstanbul’da Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye’de kurulmuştu. İlk adı İttihad-ı Osmanî olan bu gizli cemiyetin hedefi halkın temel hak ve özgürlüklerini gasp eden ‘istibdat’ yönetimini sonlandırmak ve imparatorluğun dağılmasının önüne geçmekti.
İttihad-ı Osmanî ve Avrupa’da faaliyet gösteren diğer muhalifler 1889-1895 arasındaki bir tarihte Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti adı altında birleştiler. Kısa süre içinde Paris, Cenevre, Selanik, Kahire, Londra, Napoli gibi merkezlerde şubeler açan örgüt önceleri Mizan, Meşveret, Osmanlı, Kanun-i Esasi, Basiret’ül-Şark, Hak, İçtihad gibi yayın organları aracılığıyla sadece fikir faaliyetlerinde bulundu. 1902’de Abdülhamid’e muhalif güçlerin Paris’te gerçekleştirdiği Birinci Jön Türk Kongresi’ne tüm Osmanlı halklarını temsilen 60-70 kişi katıldı, İngiliz tipi liberalizme yakın duran Prens Sabahattin kongre başkanı seçildi, Ermeni Ahoranyan ve Rum Satus ise yardımcılıklara getirildi. Ama kongre başarıya ulaşamadı ve Prens Sabahattin’in grubu Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti adında bağımsız örgütlenmeye gittiler.
1906’da Selanik’te Talât, Cemal, Rahmi, Mithad Şükrü, İsmail Canpolat beyler gibi radikal unsurlar Osmanlı Hürriyet Cemiyeti adı altında örgütlendiler. 27 Eylül 1907’de bu ‘radikal’ örgütle Paris’teki ‘entelektüel’ örgüt Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti adı altında birleşti. Daha sonra kısaca İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) olarak tanınacak olan örgüt, birleşmeden sonra entelektüel niteliğini kaybederek komitacılığa evrildi. Cemiyet’e muhalefet etmek vatan hainliği ile eşdeğerdeydi. Cemiyet bu cezaları yerine getirmek için ‘Cemiyetin Jandarma Teşkilâtı’ diye bir fedailer birliği oluşturmuştu. Tüzüğün 48-55. maddelerine göre, bir yemin töreniyle girilen fedai teşkilatına giriş gönüllü olup, çıkmak mümkün değildi. Fedailer merkez heyeti tarafından mevcudiyeti vatan için tehlikeli olduğuna hükmedilen herkesi ortadan kaldırma konusunda yetkiliydiler, ancak gerektiğinde merkezin talimatlarını beklemeden eyleme geçme hakkına da sahiptiler. Kendisine verilen görevi 24 saat içinde yerine getirmeyen fedai cezalandırılırdı.
Cemiyetin önündeki en önemli sorun hareketi Anadolu’da yayacak bir teşkilata ve etkinliğe sahip olmamaktı. İşte bu eksiklik 27-29 Aralık 1907’de Paris’te yapılan kongrede Haçadur Malumyan (nam-ı diğer Agnuni), Prens Sabahaddin ve Ahmed Rıza’nın başkanlık yaptığı üç oturumda Taşnaksutyun (Ermeni Devrimci Federasyonu) ile kurulan ittifakla dolduruldu. İttihatçılar sadece Taşnakçılarla değil, VMORO’nun (Makedonya-Edirne Dahili Örgütü) sol kanadından çetelerle de işbirliği yapıyorlardı.
(Genç ve yaşlı II. Abdülhamit)
II. MEŞRUTİYET'İN İLANI
9-12 Haziran 1908 tarihlerinde Britanya Kralı VII. Edward ile Rus Çarı II. Nikola’nın Reval’de (bugün Estonya’nın başkenti Tallinn) bir araya gelmesi İttihatçılara aradıkları fırsatı verdi. Reval’de Osmanlı İmparatorluğu’nun “taksimine karar verildiği” şaiyaları yayılarak ortam gerilmiş (bugün Edward ve Nikola’nın esas amacının Almanya’ya karşı bir gövde gösterisi yapmak olduğunu ve görüşmede Makedonya, Girit gibi konularda görüş alışverişi yapıldığını biliyoruz) Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun, Avusturya sınırından Selanik Limanı’na uzanan bir demiryolu inşa etmeye karar vermesi üzerine İttihatçılar harekete geçmişlerdi.
3 Temmuz 1908’de Resneli Niyazi Bey komutasındaki kuvvetler dağa çıktılar. 23 Temmuz 1908 günü, İttihatçılar Manastır Garnizon Kumandanı Müşir Osman Paşa’yı esir aldılar, şehirdeki İngiliz Konsolosluğu’na İTC’nin birkaç saat içinde meşrutiyeti ilan edeceğini bildirdiler. Serez, Drama, Resne, Debre ve başka merkezlerde de benzer törenler yapıldı. Haberler İTC’nin merkezi Selanik’e ulaştığında şehir halkı coşkuyla meydanlara akın etti. Selanik’te bulunan Umumi Müfettiş Hüseyin Hilmi Paşa, hükümetten, Abdülhamid’in halkın isteklerine uyarak 1877’de kapattığı Meclis-i Mebusan’ı yeniden açmayı kabul ettiğine dair bir telgraf aldı. Hüseyin Hilmi Paşa 24 Temmuz’da telgrafı halka okuduktan sonra Selanik’te ve Makedonya’nın önemli şehirlerinde Avrupalı gözlemcileri büyük şaşkınlığa düşüren gösteriler başladı. Abdülhamid ya hareketi çok güçlü sandığı için ya da tarihin akışını değiştiremeyeceğini anladığından Jön Türklere direnmedi ve 1876 tarihli Kanun-i Esâsî uyarınca Meclis-i Mebusan’ın açılmasını emretti. 30 yıl aradan sonra 17 Aralık 1908’de açılan Meclis-i Mebusan’da 147 Türk, 60 Arap, 27 Arnavut, 26 Rum, 14 Ermeni, 10 Slav ve 4 Yahudi mebus yer aldı. Kısacası Osmanlı İmparatorluğu’nun çok kültürlü yapısını tam anlamıyla yansıtmasa da gayet çoğulcu bir meclis oluşmuştu.
(İzmir’de Meşrutiyet’in ilanı sevincini gösteren bir kartpostal. Temmuz 1908)
BİR GAZETECİ: HASAN FEHMİ
Bu olayların coşkusu azalarak da olsa sürüyordu ki, 1909 yılının 6 Nisan’ını 7 Nisan’a bağlayan gece, Serbesti gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi Bey ile Şakir Bey Galata Köprüsü’nün orta yerinde silahlı saldırıya uğradılar. Alpay Kabacalı’nın aktardığına göre parlak düğmeli siyah bir kaput giymiş, yakasında kırmızı işaret bulunan kara bıyıklı bir şahıs “Al Mevlan!” diye bağırarak Şakir Bey’e bir el ateş etmiş ardından Hasan Fehmi Bey’e üç kurşun sıkmıştı. Şakir Bey, kendisini katil sanan polis tarafından zorla karakola götürülürken, gerçek katil Eminönü tarafına doğru koşarak gözden kaybolmuştu.
Mevlanzade Rıfat Bey’in sahibi olduğu Serbesti gazetesi ve yazarı Hasan Fehmi Bey, İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) yönetimine karşı sert muhalefetleriyle tanınıyorlardı. Bir ay önce gazetede yayımlanan bir belgede İTC’nin eski rejimin yozlaşmış memurlarından şantaj yoluyla para aldığı iddia edilmişti. Katilin “Al Mevlan!” seslenişi, aslında Mevlanzade Rıfat Bey’i öldürmek istediğini, Hasan Fehmi Bey’in Rıfat Bey’e benzerliği yüzünden saldırıya uğradığını düşündürüyordu. Nitekim Rıfat Bey, olayın soruşturulması için Zaptiye Nazırlığı’na başvurduğunda, nazırın yanında bulunan Meclis Başkanı İTC’li Ahmed Rıza Bey, kendisine “şahsiyat ile uğraşanların akıbeti böyle olur,” demişti…
ALİ KEMAL'İN SİVRİ DİLİ
7 Nisan günü, İTC’ye muhalif İkdam’ın sivri dilli gazetecisi Ali Kemal, tarih dersleri verdiği Mekteb-i Mülkiye’de olayın heyecanı içindeki büyük bir topluluğa hitap etmiş, “O atılan vicdansız kurşun, Hasan Fehmi’nin başına değil, söz hürriyetine, fikir hürriyetine, vicdan hürriyetine, en basit ve en başta gelen insan haklarına atılmış bir kurşundur” diye haykırmıştı. Nutkun giderek artan şiddetiyle dershane adeta sarsılmış, izleyicilerin derin sessizliği yerini asabi ve öfkeli bağırışlara bırakmıştı. Konuşmanın etkisindeki Darülfünun hocaları ve öğrencileri Bâbıâlî’ye giderek yetkililerden katillerin yakalanmasını istemeye karar vermişlerdi. Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa, yanında yaveri ile sayıları on bine yaklaşmış kalabalığın huzurunda belirdiğinde öfke son haddine varmıştı. (Resmi tarihin ünlü ‘hain’i Ali Kemal ve acı sonu hakkında geniş bilgi için: http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/ayse-hur/resmi-tarihin-unlu-haini-ali-kemal/369/ )
Kalabalığın sözcüsü “her iki başında ikişer askerin nöbet tuttuğu bir köprüde işlenen cinayetin hükümetten habersiz olamayacağını,” “devletin İttihatçıların çetecilik usulleri ile yönetilemeyeceğini” söylemiş, konuşmayı kayıtsızca dinleyen Sadrazam “Katil yakalanır ise, en ağır cezaya çarptırılacaktır,” deyince kalabalık “Yakalanırsa ne demek? ‘İse’ ne demek, bu ne biçim devlet?” diye haykırmaya başlamış, yeni katılımcılarla birlikte Ayasofya Meydanı’ndaki Meclis-i Mebusan’a doğru yürüyüşe geçmişti. Meclis Başkanı Ahmed Rıza Bey de benzer bir ilgisizlik gösterince, kalabalık tam galeyana gelmişti ki, uzaktan 50 kadar süvari belirmişti. Bir süre sonra, sayıları on binlere ulaşan topluluğun geride birkaç yüz yaralı bırakarak yavaş yavaş dağılmaya başladığı görülecekti…
MİTİNG GİBİ CENAZE TÖRENİ
Ancak, halkın sinmediği ertesi gün anlaşıldı. 8 Nisan günü, yaklaşık 30-40 bin kişi cenaze için toplanmış, padişahtan cenazeyi Sultan II. Mahmud’un türbesine gömmek için izin alınmıştı. Cenaze töreni İTC’ye ve Hükümete yönelik bir gövde gösterisine dönüşmüştü. 11 Nisan tarihli Volkan gazetesinde çıkan bir haber birilerinin olayı karartmaya çalıştığını düşündürüyordu. “Cinayet Başka Bir Şekle mi Girecek?” başlıklı bir haberde şöyle deniyordu: “...dünkü gazetelerin bir ikisinde mecruh (yaralı) Şakir Bey’in yarasının evvelce arkadan olduğu söylenirken, şimdi Gülhane Hastanesi Müdürü ve Sertabibi muallim Doktor Viting Paşa ile Seririyyat-ı Cerrahiye Muallimi Doktor Orhan Bey ve Zabtiye Etibbasından (doktorlarından) Simon Beylerin vaki olan muayeneleri neticesinde Şakir Bey’in ön taraftan cerh edilmiş (yaralanmış) olduğunu tahakkuk etmiştir deniliyor.”
Halbuki adı geçenlerden Orhan Bey’in yapmış olduğu ilk muayenede, Şakir Bey’in arkasından yaralandığı söylemişti. Aynı doktorun iki ayrı raporda farklı teşhisler koyması Volkan gazetesinin şüphesini çekmişti. Ancak birkaç gün sonra ‘31 Mart Olayı’ patlak verdi ve cinayetin peşi bırakıldı. (Olay, bugün kullandığımız Milâdî Takvim’e göre 13 Nisan 1909 günü, o tarihte kullanılan Rumî Takvim’e göre ise 31 Mart 1325 günü meydana geldiği için böyle adlandırılmıştı. Ayrıntılar için: http://arsiv.taraf.com.tr/yazilar/ayse-hur/31-mart-ihtilal-i-askeriyesi/375/ , eş zamanlı Adana İğtişaşı için:http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/1905_bomba_olayi_ve_1909_adana_igtisasi-1338855 )
(31 Mart Olayı’nı bastıran Hareket Ordusu Kumandanı Mahmud Şevket Paşa)
İTC İSTİBDATI BAŞLIYOR
31 Mart Olayı bastırıldıktan hemen sonra İttihatçılar II. Abdülhamid’i tahttan indirdiler. Selanik’te Alatini adlı bir İtalyan un tüccarının köşkünde (Alatini Köşkü, sonradan Ordu Köşkü diye anılacaktı) mecburi ikamete tabi tutulan Abdülhamid’in yerine Veliaht Mehmed Reşad Efendi’nin padişah ilan edilmesinden sonra İTC iktidara yerleşmeye başladı.
Özgürlükleri kısıtlayan bir dizi kanun çıkarıldı. 9 Haziran 1910’da Sada-yı Millet başyazarı Ahmed Samim Bey, 10 Temmuz 1911’de Şehran gazetesi yazarı Zeki Bey öldürüldü. Ekim-Kasım 1911’de Trablusgarp Savaşı başladı. 1912 Mayıs ve Haziran aylarında, İTC’ye muhalefet eden bir grup subay ‘Halaskâr Zabitan Grubu’ (Kurtarıcı Subaylar Grubu) adıyla bir araya geldi ve bir ‘muhtıra’ yayınladı. Ekim ayında Birinci Balkan Savaşı patladı. Hükümet krizleri derken, İTC 23 Ocak 1913 tarihli kanlı Babıali Baskını ile yönetime tamamen el koydu!… (Ayrıntılı bilgi için:http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/teskilatin_tetikcisi_yakup_cemil-1378707 )
Cumhuriyet tarihi boyunca yakamızı bırakmayan darbeciliğin miladı saydığım Babıali Baskını’ndan altı ay sonra, 30 Mayıs’ta, Edirne’nin tüm mücadelelere karşı kesin olarak düşmanın eline geçmesinden sonra Enver’in itibarı çok azaldı ama muhalefetin 11 Haziran 1913’te, Mahmut Şevket Paşa’yı Harbiye Nezareti’nden çıktığı sırada öldürülmesi ile durum tersine döndü. Aralarında devlet memurlarının da bulunduğu 320 kadar muhalif Bahr-i Cedid Vapuru ile Sinop’a sürüldü. Edirne’nin bir şans eseri geri alınmasıyla birlikte İTC’nin itibarı zirveye çıktı ve Birinci Dünya Savaşı’na kadar da sürdü.
BİR TETİKÇİ: ÇERKES AHMED
Gelelim tetikçinin hikayesine. Yakın zamana dek, Hasan Fehmi’yi İttihatçıların fedailerinden Kara Kemal’in veya Mustafa Necip’in öldürdüğü tahmin ediliyordu. Ancak bu kişinin, Şehrah yazarı Zeki Bey’in de katili olan Çerkes Ahmed olduğu ihtimali çok güçlü görülüyor.
10 Temmuz 1911 gecesi üç arkadaşı ile Sakızağacı’ndaki Mihail’in gazinosundan çıkıp evlerine giderken öldürülen Zeki Bey’in katil zanlısı olarak Serez Mebusu Derviş Bey’in kardeşi Mustafa Nazım ile Nazım’ın çiftlik kahyası Çerkes Ahmed tutuklanmıştı. Sorguda ve yargılamada birbiriyle çelişen ifadeler veren ikili, mahkemeye gelmeyen, gelse de “hatırlamıyorum”, “bilmiyorum” diyen tanıklar, resmi makamlardan bir türlü gelmeyen cevaplar ve belgeler, İttihatçıların mahkemeye baskılarına rağmen cezalandırılmış, bunlardan Çerkes Ahmed asli fail olarak 15 seneye mahkum edilmişti. Ancak bu cezasını çekmediği gibi rütbe almaya devam etti. Çerkes Ahmed’in affa mı uğradığı yoksa hapisten mi kaçtığı/kaçırıldığı meçhuldür ancak cinayetlerine devam ettiği kayıtlara geçmiştir. Bunlardan en ünlüsünün hikayesi şöyle:
ERMENİ MEBUSU ZOHRAB'IN KATLİ
O meşum 1915 yılında, 23 Nisan’ı 24 Nisan’a bağlayan gece İstanbul’da tutuklama haberini duyanlar İstanbul Mebusu Krikor Zohrab’ın evine koşmuşlardı. Zohrab Sadrazam Said Halim Paşa’yı aramış, ardından Talât Paşa’ya bir mektup yazmıştı. Ama sürgünleri durduramamıştı. Durduramadığı gibi kendisi de sürülmüştü. Tutuklanış hikâyesi gayet ilginçti. 2 Haziran Çarşamba gecesi Cadde-i Kebir’deki (İstiklal Caddesi) Cercle d’Orient Kulübü’nde Talât Paşa ve Halil Bey’le yemek yemiş, ardından kâğıt oynamış, Zohrab Efendi gitmek üzere ayağa kalktığında Talât Paşa da kalkmış ve Zohrab’ı yanağından öpmüştü. Şaşıran Zohrab “Bu iltifat neden?” diye sormuştu. Talât Paşa da “İçimden geldi” demişti. Zohrab, yayan olarak evine giderken kendisini takip eden bir polis tarafından tutuklanmıştı. Erzurum Mebusu Vartkes Serengülyan’la birlikte Zohrab’ı Diyarbakır Divan-ı Harbi’nde yargılamak üzere Haydarpaşa’dan trene bindirdiklerinde, karısı Klara ile İttihatçı gazeteci Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey, Talât Paşa’nın evine gitmişlerdi. Talât Paşa Klara’yı kayıtsız bir şekilde dinlemiş ve “Soruşturma bitince dönecektir” demekle yetinmişti. Ama Zohrab ve Serengülyan dönemeyeceklerdi.
(24 Nisan 1915 den itibaren tutuklanan ve öldürülen Ermeni aydınlarından bir grup: Krikor Zohrab, Taniel Çubukkâryan, Rupen Zartaryan, Ardaşes Harutünyan, Adom Yârcanyan, Rupen Çilingiryan, Dikran Çöğüryan, Diran Kelekyan, Tlgadintsi, Yervant Sırmakeşhanlıyan.) Kaynak: AGOS
ÇERKES AHMET'İN İTİRAFLARI
İki arkadaş, zorlu yolculukları sırasında İstanbul’da pek çok kişiye (Şeyhülislam Ürgüplü Hayri Bey’e, Dahiliye Nazırı Talât Paşa’ya, İTC’nin Merkez Komitesi üyesi Halil Bey’e, eski Adliye Nazırı Necmettin Molla’ya, Almanya Büyükelçisi Wangenheim’a, İTC’nin önde gelenlerinden Dr. Nazım’a) mektup yazarak geri dönmelerine yardım etmeleri için ricada bulunmuştu. Ama hiçbirinden cevap alamamışlardı. Ermeni komitacıların ve bazı Türk dostlarının (örneğin Bekir Sami Bey’in) kaçmalarını tavsiye etmelerine de kulaklarını tıkamışlardı. Hâlâ işin vahametinin farkında değillerdi. Zohrab ve Serengülyan, 18, 19 veya 20 Temmuz’da Urfa yakınlarında, Teşkilat-ı Mahsusa mensubu Binbaşı Çerkes Ahmed tarafından öldürüldüler.
AHMET REFİK ALTINAY'IN TANIKLIĞI
Cinayetin nasıl işlendiğini, İkinci Meşrutiyet’in üç önemli tarihçisinden (diğerleri Ali Reşad ve Diren Kelekyan’dır) biri olan ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin resmi tarihçisi olan Ahmed Refik Altınay İki Komite, İki Kıtal/Kafkas Yollarında adlı hatıratında şöyle anlatmıştı: “Çerkes Ahmet, Ermeni felaketi için mühim bir belge idi. Bu katili, hadisenin evrelerini bizzat failinden dinlemek istedim. Çerkes Ahmet’e doğu vilayetlerinde neler yaptığını sordum. Çizmeli ayaklarını birbirinin üstüne attı, cigarasının dumanlarını karşısına savurdu: ‘Beybirader’, dedi, ‘şu hal namusuma dokunuyor. Ben vatanıma hizmet ettim. Gidin, görün, Van ve havalisini Kâbe toprağına döndürdüm. Bugün orada bir tek Ermeniye tesadüf edemezsiniz. Vatana bu kadar hizmet ettim: sonra o Talât gibi hergeleler İstanbul’da buzlu bira içsinler, beni de böyle muhafaza altında getirtsinler, yok bu haysiyetime dokunuyor!’
Fakat onun bir arkadaşı vardı, kendisiyle beraber Zeki Bey’i öldüren Nazım! Çerkes Ahmet’e Nazım’ı sordum: Sus beybirader. Zavallı şehit oldu. dedi. Çerkes Ahmet’ten daha fazla malumat almak istiyordum: -Peki, bu Zöhrab filan ne oldular? ‘A duymadınız mı? Hepsini geberttim.’ Sigarasının dumanlarını havaya doğru savurdu, sol eliyle bıyıklarını düzelterek sözüne devam etti: ‘Halep’ten çıkmışlardı. Yolda rast geldik, derhal arabalarını kuşattım. Gebereceklerini anladılar. Vartakes dedi ki: Peki Ahmet Bey. Bize bunu yapıyorsunuz, fakat Araplara ne yapacaksınız? Sizden onlar da memnun değiller.’ ‘O senin bileceğin iş değil kerata dedim, bir mavzer kurşunu ile beynini patlattım. Sonra Zöhrab’ı yakaladım. Ayağımın altına aldım. Koca bir taşla kafasını ezdim, ezdim, geberinceye kadar ezdim.”
ÇANTADAN ÇIKAN MÜCEVHERLER
Meclis-i Mebusan’ın saygın ve renkli üyelerinden olan Zohrab’ın böyle vahşice öldürülmesi İstanbul’da büyük tepki yaratınca, Talât Paşa bir soruşturma açmak zorunda kaldı. Aslında Talât Paşa bir süredir uygun bir bahane bulup başına buyruk davranan Çerkezs Ahmed’den kurtulmak istiyordu. Nitekim IV. Ordu Kumandanı Cemal Paşa’nın Emir Subayı Falih Rıfkı (Atay) Suriye anılarını topladığı Zeytindağı adlı kitabında “Tam fırsatı idi. Cemal Paşa hemen ikisinin de tevkif olunmasını emretti. Fakat Çerkes Ahmet’le Nazım durumu kavramış olduklarından ilk trenle İstanbul’a hareket etmişlerdi. Cemal Paşa, çılgın, Adana’ya, Afyon’a, şiddetli emirler yağdırıyordu. İki arkadaş İstanbul’a can atmışlardı. Merkez Kumandanına emir verdi: Bütün mesuliyeti bana ait olmak üzere derhal bu iki arkadaşı eşyalariyle Şam’a yollayınız.’ Merkez-i Umumi bırakmıyordu. Talat Paşa ile şifre yazışmaları başladı. Talat Paşa nihayet: ‘Bu vesile ile onlardan da kurtulmuş oluruz’, kararını vermiş olacaktı. İki arkadaş Şam’a geldiler. (…) Çerkes Ahmet ve Nazım’ın eşyaları açıldığı zaman çantalarında kadın yüzüğü, bilezik, küpe ve mücevher buldular. Harp divanının eline mükemmel bir silah geçmişti, bu iki serserinin bir ideal için fedakârlık değil, zengin olmak için cinayet yapmış oldukları belli idi. İstanbul’dan iltimas telgrafları yağıyor, Şam Harp Divanına sür’at emirleri gidiyordu. Harp Divanı yirmi dört saat içinde iki azılının idam kararını verdi ve mazbatasını Kudüs’e yolladı. (…) Zöhrap’la Vartekes’in katilleri ertesi gün Şam’da asılmıştı.”
İleriki yıllarda bu hikaye resmi tarihçiler tarafından “Ermeni Tehciri’nin suçlularını İttihatçılar cezalandırdı” yalanına monte edilecekti.
Evet, yazı bitti. Kıssadan hisseler çıkarmak sırası sizde…
Özet Kaynakça: Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük, Cilt I: (1889–1902), İletişim Yayınları, 1986; Aykut Kansu, 1908 Devrimi, Çeviren: Ayda Erbal, İletişim Yayınları, 2006; Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler Cilt 3, İttihat ve Terakki, Bir Çağın, Bir Kuşağın, Bir Partinin Tarihi, İletişim Yayınları, 2000; Feroz Ahmed, İttihat ve Terakki 1908-1914, Kaynak Yayınları, 1995; 31 Mart’ta Ne Oldu?”, Dosya Editörü: Aykut Kansu, Toplumsal Tarih, S. 124, Nisan 2004, s. 72-103, Nazmi Eroğlu, “Arnavutluk İsyanından Muhalif Bir Cuntaya:1Halâskâr Zabitân Grubu”, Köprü, Güz 2002, S. 80; Alpay Kabacalı, Türkiye’de Siyasal Cinayetler, Gürer Yayınları, 1993, Ahmed Refik Altınay, İki Komite, İki Kıtal/Kafkas Yollarında, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2010, Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı,Varlık Yayınevi, 1964.
.
Yakın tarihimizden katliamlar ve itiraflar
12.10.2015 - Bu Yazı 689 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Dün Türkiye tarihinin en korkunç terör katliamı gerçekleşti. Bu yazıyı yazarken ölü sayısı resmen 86, gayriresmi 93, yaralı sayısı resmi 186, gayriresmi bundan çok fazlaydı. Yaralılardan bazılarının durumunun ağır olduğunu belirtti yetkililer. Yüreğim cayır cayır yanıyor, yanacak. Anlamı olmadığını bilsem de, başınız/başımız sağolsun diyor, yaralılara acil şifalar, geride kalanlara dayanma gücü diliyorum…
Olayı üstlenen bir örgüt yok henüz. Bu ilginç, çünkü terör örgütleri işledikleri suçları göğüslerini gere gere üstlenirler, çünkü terörün amaçlarından biri örgütün hedeflerini, gücünü geniş kitlelere ilan etmektir. Bekleyip göreceğiz. Olayın nasıl olduğuna (intihar saldırısı mı, bomba mı, bombanın türü ne vb…) dair bilgi de yok. Bu anlayışla karşılanabilir çünkü kesin bilgiye ulaşmadan açıklama yapmayı doğru bulmayabilir yetkililer, ama olayda eksikliğini kabul eden bir devlet yetkilisi de yok henüz. Aslında bu da hiç garip değil çünkü biz neredeyse tüm Cumhuriyet tarihi boyunca kamu görevlilerinin, siyasilerin ‘sorumsuzluğu’ konusunda geniş bir külliyata sahibiz. Sadece son yıllarda Roboski, Reyhanlı, Soma, Ermenek, Diyarbakır, Suruç ve daha nice katliamın ne failleri, ne sorumlularını öğrenebildik. Bakalım bu sefer farklı olacak mı? Bakalım bu olayın gerçek failleri ortaya çıkarılabilecek mi?
Bakalım tek bir siyasi, tek bir kamu görevlisi olayda payı olduğunu kabul edip istifa edecek mi?
Bu arada her ne kadar geçen hafta hakkımda “Terör örgütünün eylemlerini övme suçundan” dava açılmışsa da, amacı ne olursa olsun şiddeti hele de öldürmeyi bir mücadele yöntemi olarak onaylamayan yılların pasifisti olarak daha önce sosyal medyada ve yazılarımda defalarca belirttiğim gibi PKK, HPG gibi örgütlerin polislere, askerlere ve az sayıda olsa da sivillere yönelik saldırılarını şiddetle kınadığımı tekrarlamalıyım. Bu saldırılarda ölenler için de yüreğim cayır cayır yanıyor, yanacak…
Söylenecek çok şey var ama yazıya da başlamam gerek. Gerçek failleri yıllar sonra ortaya çıkan ama faillerin cezasızlık geleneğinden yararlanan bazı örnek olaylar aktaracağım bu hafta. Amacım başta 20 Temmuz 2015 Suruç Katliamı olmak üzere son dönemlerdeki olayların kimin işi olduğuna dair çıkarımda ya da imada bulunmak değil, çünkü bunun için elimde hiç bir somut delil yok. Sadece tarihsel pratiklerimizden süzülüp gelen kanaatlerim var. Ama kanaatlerimi de kendime saklayacağım. Sonuç olarak bu olay IŞİD, PKK, DHKP-C gibi örgütler tarafından da düzenlenmiş olabilir, ya da devletin veya uluslararası güçlerin karanlık örgütleri veya onlar tarafından yönlendirilen unsurlar tarafından düzenlenmiş olabilir. Sadece “gerçeğin çok yüzü olduğunu” akılda tutmamız için anlatıyorum bunları. Bu yazıyı yerine oturtabilmek için önce geçtiğimiz haftalarda bu sayfalarda yayımlanan “Devletin karanlık yüzü: JİTEM” (http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/devletin_karanlik_yuzu_jitem-1420112) başlıklı yazımı okumanız iyi olur… Tekrar başımız sağolsun...
KATLİAMLAR
1. Mardin-Başyurt, Açıkyol ve Pınarcık katliamları
23 Ocak 1987’de Midyat’ın Başyurtlar köyüne bağlı Efeler mezrasını basan bir grup 7’si çocuk, 1’i kadın, 2’si erkek toplam 10 köylüyü katletti. Ama katliam nedense o günlerin gazetelerine yansımadı. 9 Mart 1987’de Mardin’in Nusaybin ilçesine bağlı Açıkyol köyüne düzenlenen baskında 6’sı çocuk, 1’i kadın olmak üzere 8 kişi öldürüldü. Mayıs 1987’de Ramazan Candan adlı militan Midyat’ta teslim olduktan sonra bu eylemleri PKK’nin gerçekleştirdiğini itiraf etti. (Bu ‘itiraf’ terimini unutmayın, yazı boyunca bir kaç kez daha karşımıza çıkacak.) Öldürülen kişiler korucu ve ailesiydi. 23 Mayıs 1987 tarihli Milliyet gazetesine bakılırsa eylemlerin nedeni hem korucuları cezalandırmak hem PKK’nin adını dünyaya duyurmaktı. Gazeteye göre Candan çok ‘pişman’dı (‘pişman’ terimini de aklımızda tutalım) ve “Devletimizin vereceği her türlü cezaya razıyım. Yaptıklarımdan yüzüm kızarıyor” demişti.
20 Haziran 1987’de Mardin Ömerli’ye bağlı Pınarcık Köyü’nde 16’sı çocuk 30 kişinin öldürüldü. Olay PKK’ya maledildi. Ama gazeteler olayın üzerinde fazla durmadılar. 20 Ağustos 1987’de Siirt’in Kılıçkaya Köyü’nde 12’si çocuk 24 kişi katledildi. Olağan şüpheli yine PKK idi.
Milliyet gazetesinin 6 Eylül 1987 sayılı nüshasındaki bir habere göre, 46 yıla mahkum PKK militan Sakine (Cansız) Polat (ki kendisi 2013’te Paris’te katledildi) “Hedefimiz kadınlar ve çocuklar değildir ancak bir halk savaşı vermekteyiz. Böyle zararlar mücadelenin bir sonucudur” demişti. 24 yıla mahkum PKK militanı diye takdim edilen Mahmut Tanrıkulu da “Eylemlerimiz kadın ve çocuklara yönelik değildir. Ancak köy korucuları ailelerinden izole edilemiyor. Eylemlerimiz sırasında yine kadın ve çocuklar ölebilir. Kurşun adres sormaz.” demişti.
2. Güçlükonak-Çevrimli Katliamı
11 Haziran 1990’da Güçlükonak’a bağlı Çevrimli Köyü’ne baskın düzenlendi ve baskında 12’si çocuk, 7’si kadın toplam 27 köylü öldürüldü. Bu sefer Cumhuriyet gazetesi, 12 Haziran 1990’da, olaydan bir gün sonra, köyün “kimliği belirsiz kişilerin baskınına uğradığını” dedi ama devlet yetkilileri olayın “PKK tarafından yapıldığını” duyurdu. Daha sonra bütün basın yayın organlarında da böyle yansıtıldı.
İnternette dolaşan bazı iddialara göre PKK’nin resmi yayın organı olan Serxwebûn dergisinin Eylül 1990 tarihli Özel Sayısı’nda bu katliamla ilgili şunlar belirtiliyordu: “Sömürgeciler Eruh’un Gêrê (Çevrimli) köyünde katliam yaptı. 22’si çocuk ve kadın 27 kişi öldürüldü. Buna karşılık gerillalar 11 ile 12 Haziran tarihleri arasında Haruna ve Karadağ mıntıkasında, Şırnak’ta ve Elmadağ mıntıkasında asker, özel tim ve çetelerden toplam 80 kişi öldürdüler.” İddialara göre Serxwebûn’un aynı sayısında bir başka bilgi daha vardı: “Kızılsu bucağının Halkemer (Alkemer demek isteniyor) Köyü çetelerine düzenlenen baskında 4 çete öldürüldü. Ayrıca Çevrimli katliamına katılan 3 çete ölümle cezalandırıldı.” Aynı sayıda PKK’nin öldürdüğü bir kişi daha var: “Alkemer köyünde çetecilik yapan Ömer adlı unsur ölümle cezalandırıldı.” Sözü edilen Ömer adlı kişinin Türk basınında köy korucusu Ömer İstemi olduğu belirtiliyordu. Bu ifadelere göre PKK’ye göre devlet güçleri Çevrimli katliamını yapmış, PKK de intikam için 88 özel timci ve korucuyu öldürmüşlerdi.
İddiaların doğruluğunu tespit edemedim çünkü internette “Serxwebûn’un açıklamaları” başlığı altında dolaşan pek çok görüntü (caps) var. Bunlarda olayın başka türlü anlatımları yer alıyor. İşin doğrusunu öğrenmek için Serxwebûn’un internetteki sitesine girmeye çalıştım ama siteye erişim mahkeme kararıyla yasaklandığı için hangi anlatımın özgün olduğunu anlayamadım. Ama şu aşamada, bu anlatımları doğru kabul ederek devam edeceğim, nedenini de yazının ilerleyen bölümlerinde anlayacağınızı umuyorum.
3. Midyat-Tinate Katliamı
20 Nisan 1992’de Mardin’in Midyat İlçesi’ne bağlı Tinate Köyü’nde yaşanan katliam da ilk ağızda PKK’ya maledilmişti ama daha o günlerde faillerin korucular olduğu ortaya çıkmıştı. Bu neredeyse bir ilkti. Her yönüyle çok ilginç ve örnek nitelikteki bu olayla ve yargılama süreciyle ilgili ayrıntıları, 23-29 Temmuz 1992 tarihli Aktüel Dergisi’nden özetleyen bir yazıyı şu linkten okuyabileceğiniz için anlatmaya kalkmıyorum. Ama lütfen okuyun. (http://yenisosyalizm.blogspot.com.tr/2011/10/katliam-silsilesi-ve-bebek-katilleri-1.html)
4. Başbağlar Katliamı
2 Temmuz 1993 günü Sivas’ta Madımak Oteli’nde çoğu Alevi 33 yazar, düşünür, ozan ile 2 otel çalışanının devlet görevlilerinin gözleri önünde saatler süren bir linç olayı sonucu Sünni İslamcıların yönlendirdiği güruh tarafından yakılarak ya da dumanla boğarak öldürülmesinin üzerinden (ayrı bir yazı konusu olduğu için ayrıntıya girmiyorum) üç gün geçmişti ki Erzincan'ın Başbağlar Köyü'nde PKK tarafından 32 sivilin öldürüldüğü haberleri ile sarsıldı kamuoyu. Daha sonra ölenlerin sayısının 33 olduğu ileri sürüldü. Ölenlerden biri kadın, biri 13 yaşında çocuktu. İddialara göre öldürülenlerin üzerine "Sivas'ın intikamı alınmıştır" yazılı bildiriler bırakılmıştı.
Olay sırasında kurşunlanan ve öldü diye bırakılan Muhtar Ali Akarpınar, Türkiye Gazetesi'nden İrfan Özfatura'ya o gün yaşadıklarını şöyle anlatmıştı: “…Akşam namazı camideydik. Eli silahlı militanlar geldi, çok gençtiler, bizi köyün yukarısına çıkardılar. Doğrusu itmediler, kakmadılar, zorlamadılar. Kadınları da kuru bir dere yatağına toplamışlar. Takriben yarım saat, belki üç çeyrek örgüt propagandası yaptılar. Meğer bizi oyalıyorlarmış, aşağıda evleri talan ediyor, yağma yapıyorlarmış o anda. Ne zamanki kesif bir duman yükseldi köyün yakıldığını anladık. Zaten evlerimiz ahşap ve bitişik nizam. Üstü ot, altı ahır, Nasıl berbat bir koku anlatamam. Bak, hayvanların çığlıkları hala kulaklarımda. (…) Biz 40 kadar militan saydık ama istihbarata sorarsan 100 kişi civarındalar. Birden ateş emri verildi, ilk kurşunu göğsümden aldım, koltuk altımdan çıktı. Düşmüş bayılmışım herhalde beni öldü sandılar. Bir ara gözümü açtım köy alev duman. (…) Köye itfaiye hiç gelmemiş, ben 2 ay sonra döndüm enkaz için için yanıyordu hala. İnanır mısınız buraya bir sene kuş gelmedi, kedi köpek kalmadı ortalıkta.”
Katliamdan sonra bir PKK itirafçısı, saldırıyı gerçekleştiren grubun liderinin 'İsa' kod adlı Orhan İlbay olduğunu, saldırı emrini veren kişinin ise 'Dr. Baran' kod adlı Müslüm Durgut olduğu iddia etmişti. Buna karşılık PKK lideri Abdullah Öcalan katliamla ilgileri olmadığını iddia etmişti.
Madımak Katliamı’nın faillerinin günümüze kadar süren yargılanma daha doğrusu “yargıla(n)mama” süreci ayrı bir yazının konusu ama Başbağlar Davası sadece üç yıl sürdü. Dava 26 Nisan 1995’de İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne nakledildi. Son duruşmaya kadar 8 sanık yakalandı sadece iki sanık biri örgüt üyeliğinden 3,5 yıl, itirafçı sanık da 14 yıl ceza aldı.
İTİRAFLAR
1. Güçlükonak’ın gerçek faili kim?
Aradan yıllar geçti. Tansu Çiller'in Başbakan, Deniz Baykal'ın ise Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olduğu 52. Hükümetin İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı Adnan Ekmen 1 Eylül 2009 tarihli Yeni Aktüel aracılığıyla 15 Ocak 1996’da yaşanan Güçlükonak-Çevrimli Olayı’na dair ifşaatta bulundu. O gün içindeki yolcularla birlikte bir minübüs önce ağır silahlarla taranmış, arkasından ateşe verilerek yakılmıştı. Güvenlik güçleri saldırıyı PKK'nın yaptığını açıklamış, ancak o tarihte ‘ateşkes’ kararı almış olan örgüt, saldırıyı üstlenmemişti. Olayın üzerinden 13 yıl geçmiş ama Güçlükonak katliamının üzerindeki sis perdesi bir türlü aralanmamıştı. Eski Bakan Adnan Ekmen, o günlerde öğrendiği, ancak kanıt bulamadığı için bugüne kadar sakladığı gerçekleri Yeni Aktüel'e şöyle açıklamıştı: “Bölgeden ve ölenlerin yakınlarından aldığımız duyumlara göre olay hiç de güvenlik güçlerinin anlattığı gibi değildi. Zaten olayın geliştiği yer, güvenlik güçlerinin tamamen hâkim olduğu, kontrolü altında bulundurduğu bir alandı, PKK'nın orada eylem gerçekleştirmesi mümkün değildi. Dahası, öldürülen insanların kimlikleri güvenlik güçlerinin elindeydi, insanlar yanmış, ama nedense üzerlerinde bulunan kimlikler zarar görmemişti. (…) Bakanlık bürokratlarıyla oturup neler yapabileceğimizi konuştuk. Güçlükonak'ta güvendiğim, korucubaşı olan bir aşiret reisini telefonla aradım, aldığım duyumlardan söz ettim. Bana ‘Biz seninle şahsen tanışmadık, ama aileni, babanı, dedeni çok iyi biliyorum. O nedenle sana yalan söyleyemem; aldığın duyumlar doğrudur. Güvenlik güçlerinin resmi açıklaması gerçeği yansıtmıyor’ dedi. Güçlükonak'a gitmemiz hâlinde gelip bize gerçekleri açıklayıp açıklayamayacağını sordum. ‘Bu mümkün değil. Sen devletin bir bakanısın, sana bir şey olmaz. Ama biz burada yaşamaya devam edeceğiz. Eğer gerçekleri açıklarsak kendimizi koruyamayız, sen de koruyamazsın’ dedi. Öyle deyince Güçlükonak'a gitmekten vazgeçtik. (…) Olaydan sonra yetkililer çıkıp ‘Saldırıyı PKK gerçekleştirdi. Ölenler de şu kişilerdir. Kimlikleri de bizdedir’ dedi. Olayı PKK gerçekleştirdiyse kimlikleri sende ne arıyor? İnsanlar yanarak ölüyor ama kimliklerine bir şey olmuyor. Demek ki onları yakanlar, yakmadan önce kimliklerini ellerinden aldılar. Bana göre burada bir açık verdiler. Bildiklerimi Başbakan Çiller'e anlatmayı teklif ettim. 'Sen Bilirsin, Ama Başbakan'ın bu ara işi başından aşkın' deyince vazgeçtim. Olan biteni mensubu olduğum CHP'nin Genel Başkanı Deniz Baykal'a anlattım, duyumlarımı kamuoyu ile paylaşmak istediğimi söyledim. Suçun neden PKK'nın üzerine yıkılmaya çalışıldığını sordu. Şimdi tam olarak anımsamıyorum; ama Avrupa'da Kürtlerle ilgili önemli bir oylama yapılacaktı. Bu olayın PKK'ya mal edilerek oylamayı gerçekleştirecek kuruma mesaj verilmek istenmiş olabileceğini söyledim. Böyle bir mesaj vermek için neden bu korucuların seçildiğini sordu.” Baykal’ın Erkmen’e ne dediğini bilmiyoruz ama Erkmen tam 13 yıl sustuğuna göre tahmin edebiliyoruz ne dediğini…
2. JİTEM’ci Ayhan Çarkın: Başbağlar’ı biz yaptık!
Aradan 3 yıl daha geçti. Bu sefer konuşan Ayhan Çarkın adlı JİTEM tetikçisiydi. Çarkın’a göre Erzincan-Başbağlar Katliamı’nı PKK değil JİTEM yapmıştı.
JİTEM hakkında daha önce çeşitli televizyon kanallarında itiraflarda bulunan Çarkın’ın itirafları üzerine “Faili meçhuller” hakkında açılan davada, Çarkın’la birlikte Mehmet Ağar, İbrahim Şahin, Korkut Eken, Ayhan Akça, Ziya Bandırmalıoğlu, Ercan Ersoy, Ahmet Demirel, Ayhan Özkan, Seyfettin Lap, Enver Ulu, Uğur Şahin, Alper Tekdemir, Yusuf Yüksel, Abbas Semih Sueri, Lokman Külünk, Mahmut Yıldırım, Nurettin Güven, Muhsin Korman zanlı olarak yargılanıyordu. Ayhan Çarkın daha önce yaptığı bazı itiraflarını “söylerken uyuşturucunun etkisinde olduğu” gerekçesiyle reddetmekle birlikte mahkemede 1990’lı yıllarda işlenen siyasi cinayetlerin dönemin Cumhurbaşkanı, Başbakanı, Milli Güvenlik Kurulu (MGK), İçişleri Bakanlığı, İstihbarat Daire Başkanlığı ve MİT’in içinde bulunan Kontr-Terör Dairesi’nin bilgileri ve koordinasyonu dahilinde işlendiğini söylemişti. Ayhan Çarkın’a göre Başbağlar, Pınarcık, Perpa, Çiftehavuzlar, Gazi Mahallesi, Bolu-Sapanca-Düzce üçgeni içinde işlenen cinayetler ve daha pek çok katliam ve cinayette kendisi de yer almıştı.
Çarkın özetle şunları söylemişti: "Ben 1986’da Güneydoğu’ya ilk gönderilen 320 kişilik Özel Harekât grubu içindeydim. 1990’a kadar bölgede kaldım. Hepimiz kana bulaşmıştık. Öyle korkunç şeyler yapıldı ki o halka. Gittiğimizde baktık adamın biri gelmiş, çoluğun çocuğun içinde adamın birini çırılçıplak soymuş. Milleti köy ortasında toplamış dayak atıyor. Bir Kürt’ü PKK'lı diye çırılçıplak soyan bir zihniyet nedir? Bunlar Atatürk'ün askeri olamaz. Bunun adı terörle mücadele değildi, bunun adı ihanetti. Ben bu halka (Kürtler) uçak kullanıldığını gördüm. Top kullanıyorsun, tank kullanıyorsun, mayınlar kullanıyorsun halkına karşı. Bu ateş hepimizi yakacak. B.. yedirdik bu millete. Tırnaklarını söktük, dilini yasakladık, biz bunu yaptık… Kürt halkı bizim onurumuz, omurgamız, gururumuz. Bir özür dilememiz lazım Kürtlerden... Şimdi her tarafta toplu mezarlar çıkıyor. İster gerilla de, ister terörist. Bu toplu mezarlar bu ülkenin ayıbıdır.”
2. Pınarcık’ı da biz yaptık!
“Dehşet şeyler yaşandı o bölgede. 1986’da gittik oraya. Bir yıl sonra Mardin Ömerli’ye bağlı Pınarcık Köyü’nde bir katliam yaşandı. 16’sı çocuk 30 kişi katledilmişti. O köye gittim, kan barut kokusu vardı her tarafta. Pınarcık katliamını provokasyon amaçlı JİTEM’in oluşturduğu gruplar yaptı. Çoğu çocuk 30 insan. Bir çocuğun cansız bedeni kollarımdaydı… O insanları örgüt öldürmedi. Bu kanı döken başkasıydı. Başbağlar katliamı, Bilan kazası olayı, Jave köyleri…Aynı ekip yaptı bunları. Başbağlar katliamı kesinlikle Ergenekon zihniyeti ürünüdür. (…) Öcalan’ın önerdiği hakikatleri araştırma komisyonu açılsın, namusum ve şerefim üzerine yemin ediyorum gider her şeyi anlatırım. Benimle birlikte olanları, bu ülkeye ihanet edenleri söyleyeceğime yemin ediyorum. Ama o komisyona başkaları da gelmeli. Mehmet Ağar, İbrahim Şahin ve daha başkaları da gelmeli.
4. Perpa, Çiftehavuzlar da JİTEM’in işi!
Ben İstanbul’daki her baskında vardım. Perpa baskınında bir kız öldü, infaz edildi. Ben silahlı çatışmadaydım o esnada. Orada başka bir Ayhan vardı, o vurdu kızı. Sabahat Karataş olayında (Çiftehavuzlar) ben vardım. İbrahim Şahin’in yanındaydım. Bahçelievler’deki çatışmada imzamı attım. 15 kişi ölmüştü orada. Hata yaptıysam bedelini ödemeye hazırım. Ama emri kim veriyorsa katil odur. Ben tiksindim bu olanlardan. Şimdi o dönem bize başkanlık yapan İbrahim Şahin’in (dönemin Emniyet Genel Müdürlüğü Özel Harekât Dairesi Başkan Vekili) şu anki halini görüyorum da çıldırıyorum. Adli Tıp’ta rapor peşinde. Hafıza kaybı yaşıyormuş. Biz onun odasına girmeden önce salavat getirirdik. Şimdi düştüğü duruma bakın! Beni kandıramazsın İbrahim Şahin. O alacağın deli raporunun arkasına sığınamazsın. Çünkü tüm cevaplar onda. Mehmet Ağar da çıksın hesabını versin.”
Peki bu korkunç açıklamaları yapan kişinin akıbeti ne oldu dersiniz?
Savcı mütalaasında, sanık Ayhan Çarkın'ın itiraf ve iddialarının birçok kez değiştiğini, çelişkili olduğunu, soyut olmaktan öteye geçmediğini, somut olduğu kabul edilirse itirafta adı geçen diğer sanıklarla ilgili tedbir ve uygulamaların yapılması gerektiğini belirtti. Sanığın üzerine atılı suçun vasıf değiştirerek iftira ve suç uydurma olarak değişeceği, sanığın 20 yıl öncesine dayanan suçların delillerini değiştirme ihtimalinin bulunmadığını ifade etti ve sanığın ve itirazlarında adı geçen sanıkların bu suçu işledikleri konusunda somut deliller olmadığı, iddiaların soyut olmaktan öteye gitmediği, delillerin bu aşamadan sonra toplanabileceği kadar toplandığı, sanıkların savunmalarının defaaten alındığını belirterek 37 aydır tutuklu yargılanan Ayhan Çarkın'ın tutukluluk halininin devamı halinde telafisi imkansız zararlar doğacağını söyledi ve Çarkın'ın serbest bırakılmasını istedi. Ve Ayhan Çarkın 11 Temmuz 2014 tarihinde tahliye edildi. O günden beri de itiraflarının üzerine gidilmedi. Bildiğiniz gibi davanın diğer sanıkları da yargılandıkları çeşitli davalardan birer birer “beraat” edip aramıza katıldılar…
5. Batman Valisi Salih Şarman’ın itirafları
Bu dava sürerken, 21 Şubat 2012 tarihli gazetelerde şöyle bir haber vardı: “Kontrgerillanın yaptığı katliamları PKK’ye mal eden devletten bir itiraf daha.1993 yılından itibaren Batman’da görev yapmaya başlayan Emekli Vali Salih Şarman, 25 Mayıs 1995 yılında 11 kişinin öldüğü bombalı patlama olayının MİT tarafından yapıldığını itiraf etti.” Şarman, Aksiyon Dergisi’ne verdiği demeçte Batman’ın Hürriyet Mahallesi’ndeki minibüs durağına bırakılan ve 11 korucunun ölümüne neden olan bombalı katliamı yapan kişinin MİT muhbiri çıktığını, bu kişiyi evinden aldıklarını ancak kurumlar arası gerilimler yaşandığını belirtmişti. Şarman’da göre dönemin OHAL Valisi Ünal Erkan, kalkıp Diyarbakır’dan gelmiş, toplantılar yapılmış, konu kapatılmıştı.
Aslında Batman eski Valisi Salih Şarman, bu konularda konuşmaya çok önce başlamıştı. 2007 yılında resmi terminolojiyle söylersek “terörle mücadelede özel yöntemlerin kullanıldığı” Tansu Çiller’in Başbakanlığı ve Doğan Güreş’in Genelkurmay Başkanlığı dönemine ilişkin bir kitap yayımlamıştı. Kitabın adı, Süleyman Demirel’in “Devlet gerektiğinde rutin dışına çıkar” sözüne atıfta bulunarak “Rutin Dışı” idi. Ama o günlerde basın “rutin dışı” teriminden hiç rahatsız değildi. (Bugün de pek rahatsız olduğunu söyleyemeyiz ama…) Bir yan bilgi: Adı Susurluk Skandalı’nda da geçen Vali Şarman’ın en dikkat çekici icraatlarından biri Batman’da sekiz ay boyunca PKK propagandası diye sarı kırmızı yeşil trafik ışıklarını yasaklamaktı. Vali Şarman, ayrıca PKK’ye karşı mücadele edilmesi için oluşturulan özel kontra birlikler için alınan silahların bir kısmının kayıp olması ve bir ihale yolsuzluğu nedeniyle yargılanıp "Kayıp silahlar" davasında zimmet suçlamasından beraat etmiş, görevi kötüye kullanma suçundan zaman aşımıyla kurtulmuş, Batman'da otopark ihalesi karşılığında bir işadamından rüşvet olarak Mercedes marka otomobil aldığı gerekçesiyle 16 ay cezaevinde kalmıştı. Tahliye olduktan sonra Sabah Gazetesi’nin sorularını yanıtlayan Şarman “JİTEM'le birlikte çok iyi çalıştık. Neden yok dediler hiç anlamadım. Vardı ve faydalıydı. Bize göre model doğruydu, yeniden uygulanabilir.” demişti.
Bakalım kaç yıl sonra, 20 Temmuz 2015 Suruç Katliamı’nın ve 10 Ekim 2015 Ankara Katliamı’nın gerçek failleri ortaya çıkacak…
Not: Bugün için “Ders kitaplarımızda Rusya ve Ruslar” konulu bir yazı hazırlıyordum. Ankara Katliamı’ndan sonra böyle bir yazının çok anlamsız olacağını düşünerek bu yazıya başladım. Ama o kadar az süre kalmıştı ki ortaya iyi bir yazı çıkaramadım. Eksiklikler (ve muhtemel hatalarım) için peşinen özür diliyorum.
.
Aktrollerin alamet-i farikası: Osmanlı Devlet Arması
25.10.2015 - Bu Yazı 698 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Geçen yıl, bir AKP’li milletvekili, yeni bir devlet arması hazırlanması için kanun teklifi vermişti, o zaman yazmıştım bu yazıyı ama teklif seçim telaşı içinde kadük olunca vazgeçmiştim. Son aylarda AKP’ye yakın 30 kadar kişi tarafından yönlendirildiği söylenen maaşlı sosyal medya tacizcisi (ya da ‘sövme timi’) Aktrollerin profil resmi olarak ‘Osmanlı Devlet Arması’ olunca ve nihayet Osmanlı Ocakları ile yazı benim için yeniden güncellenmişti ama bir türlü bitirememiştim. Geçen hafta yurt dışındaydım, programımı iyi düzenleyemediğimden yeni bir yazı yazamayınca, henüz pek çok eksiği de olsa bunu göndermek zorunda kaldım gazeteye. Ancak nedense bir türlü ulaştıramadım. Dolayısıyla geçen hafta sayfam boş kaldı. Hem gazetemden hem siz okurlarımdan çok çok özür dilerim…
MÜTEFERRİKA VE İLK ARMA
Edhem Eldem’e göre “Avrupalı seyyah ve tarihçiler olmak üzere, erken tarihlerden beri hilalin Osmanlıların arması (terim Latince’de kalkan, silah, zırh, ordu anlamına gelen ‘armorum’dan geliyor) olup olamayacağı tartışılmıştı. Örnek vermek gerekirse, 1529’da Viyana’daki Aziz Stefan Katedrali’ne (Sankt Stephans Dom) ateş etmedikleri için Osmanlılara şükran ifadesi olarak katedralin kulesinin tepesine ay-yıldız yerleştirildiği, ama 1683’te aynı katedral topa tutulunca alemin indirilip yerine haç konduğu 18. yüzyılın sonlarında anlatıldığında, bu simgeyi tarif etmek için arma anlamına gelen ‘armoiries’ tabiri kullanılmıştı.
Kemal Özdemir’e göre ise bir devlet armasını ilk oluşturan kişi ilk Osmanlı/Türk matbaasını açan İbrahim Müteferrika idi. Müteferrika’nın 1720 yılında bastığı bir haritanın sol üst köşesinde haritanın altıda birini kaplayacak büyüklükte, Batılı uslüpta bir arma vardı. Bu armayı şöyle tarif ediyor Özdemir: “Üzerine yukarıya doğru bakan bir hilâl çizili arma kalkanının çevresinde, mızraklar, flamalar, irili ufaklı toplar, bunların altında ok ve yay, zurna görülmektedir. Arma kalkanının etrafında 12 adet top namlusunun belirgin bir şekilde çizilmesi, o yıllarda humbaracı ocağındaki yenileşme çalışmalarının armaya yansıması olarak düşünülebilir. Bu görünümü ile humbaracı ocağına özgü bir armaya daha çok benzemektedir. (…) Ancak bu armanın ilgililerce kabul görmediği, daha sonra basılan Karadeniz, İran ve Mısır haritalarında yer almamasından anlaşılıyor.” (Müteferrika’nın hikayesi okumak için tıklayın)
Yine Özdemir’e göre Osmanlı Arması’nın ilkel denilecek örneklerine III. Selim döneminde tercüme edilmiş/basılmış olan Fenn-i Harp, Fenn-i Lağım, Fenn-i Muhasara ve Usul-u Hendese adlı kitaplarda raslanır. Bunların daha gelişmişi III. Selim’in armalı mührü olacaktı. Bu mühür ayla yıldızın yanyana görüldüğü ilk örneklerden biriydi.
Edhem Eldem’e göre, Aydınlanma’nın meşhur bilim abidesi Encyclopédie’nin armalara ayrılmış bölümündeki hilalli kolye “II. Mehmed tarafından ihdas edilmiş olan Hilal Nişanı” olarak tarif edilmişti. Bu durum Osmanlı topraklarında yıllarca görev yapmış olan Baron de Tott’un dikkatini çekmiş ve bu hatayı düzeltmek üzere ansiklopedinin yayın kuruluna bir mektup yazma ihtiyacı duymuştu. Tott, Osmanlı topraklarında geçirdiği dokuz sene boyunca tuğra dışında arma yerine geçebilecek herhangi bir şeye rastlamadığını belirterek, bu hatanın kaynağının ‘vecize, alâmet, sembol gibi şeyleri armayla karıştırmak olduğunu’ ekliyordu.
KRALİÇE VİCTORİA’NIN HEDİYESİ
Eldem’e göre Şark mühür ve alametleri konusunda uzman olan Reinaud da Osmanlıların armasızlığına tek bir istisna olarak III. Selim’in yaptırmış olduğu bir mührü gösteriyordu. Bu mühürde padişahın tuğrasını içeren oval kalkan şeklinde arma levhasının arkasından çapraz olarak geçen altı adet kılıç, üzerinde sancak, altında ise kundağında bir havan topu ve toplar, en altta gülleler ve benzer eşyalar vardı. Britanya Kraliçesi Victoria tarafından Abdülmecit’e 1 Kasım 1856’da İngiliz Dizbağı Nişanı verilmesinin ardından bu nişanın geleneğine uygun olarak Windsor Şatosu’ndaki Saint George Kilisesi’ne bu yeni şövalyenin armasının da yer alması gerektiği ama Osmanlı arması bulunmadığı anlaşılınca, Charles Young adlı bir ressam İstanbul’a gönderilmiş ve bu armayı resmetmişti. (30 kadar unsurun yer aldığı bu arma halen kilisede görülebilmektedir.)
II. Mahmud döneminde kullanılan devlet arması (Kaynak :http://tarihvemedeniyet.org)
TANZİMAT MADALYASI’NA SIĞDIRILANLAR
II. Abdülhamid tarafından 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın anısına çıkarılan gümüş madayanın tuğra yüzünün arkasında bir arma görülür. Bu şekil altta çapraz iki top, altında bir gülle, topların üzerinde çapraz iki çift bayrak ve tüfek, bayrakların arasında doğan güneş ve güneşten dağılan ışınların üzerine konmuş beş köşeli bir yıldız ve topların üzerinde bir hilâlden oluşur. 17 Nisan 1882’de bir adım daha atılır ve bugün ‘Arma-i Osmani’ diye bilinen tasarım ortaya çıkar. Bu tasarımın kime ait olduğu, ne gibi aşamalardan geçtiği, ilham kaynakları, ön çizimleri, taslakları, denemeleri bir muammadır ancak 1851’de Belçikalı hakkak Laurent Joseph Hart’ın ürettiği iri Tanzimat Madalyası’ndan esinlenildiği sanılır. Bu öyle bir tasarımdır ki unsurları sayması dakikalar alır. Elbette bir de bu unsurların neyi temsil ettiğini merak ederseniz işiniz epey zordur!
Bu zor işi üstlenmiş olan Kemal Özdemir’e göre madalyanın ön yüzünde, en üstte güneş ışınları arasında Abdülmecid'in tuğrası, altta, ortada üzeri on iki yıldızlı altı şualı kalkan ve kalkan üzerinde bir serpuş, kalkanın sağında batı tarzı bir zırh, top ve top gülleleri, tuğ, sancak, mızraklar, kılıç, balta, tüfek ve ok bulunmaktadır. Sol yanda bereket boynuzu ve boynuzdan çıkan meyve, çiçek ve başaklar, onun üst tarafında bir asa, Hellen mitolojisinin haberci tanrısı Hermes'e ait bir işaret olan Kadüse, terazi, tanzimat fermanı yer almaktadır. Kalkanın tam ortasına Osman Gazi'nin, sancağın üzerine Sultan II. Mehmed'in, topun üzerine Kanuni Sultan Süleyman'ın, zırhın üzerine II. Mahmud'un, kalkanın altına Köprülü'nün adları yazılmıştır. Madalyanın kenarlarında Tanzimat ile gelen yenilikler Fransızca olarak belirtilmiş ve "Herkese Eşit Adalet", "Yaygın Eğitim", "Barış Sanatlarının Desteklenmesi", "Azınlıkların Haklarının Korunması", "İmparatorluğun Saygınlığının Yüceltilmesi", "Güçsüzün Korunması" slogan halinde konulmuştur. En alta Fransızca "Abdülmecit Tarafından Osmanlı İmparatorluğu’nun İhyası" yazısı konulmuştur. Madalyanın arka yüzünde sağlam ve kadim bir devleti temsil eden kabaran dalgalar üzerinde yükselen bir kale ve kalenin üzerinde cami kubbesi, minareler ve çok şualı bir ayyıldızın yer aldığı dalgalanan bir sancak bulunmaktadır. Resmin üzerinde, kenar boyunca Fransızca olarak "İmparatorluk Varolacak, Tanrı İstiyor" sloganı yer almıştır. En alta 1850 tarihi yazılmıştır!
Küçücük bir madalyaya ne ağır yük değil mi?…
ARMA-İ OSMANİ KİMİN TASARIMI?
II. Abdülhamit 1905’te, o tarihe kadar ortaya çıkan birbirinden farklı pek çok armayı tektipleştirmeye karar verdiğinde ve armanın unsurlarının neler olduğunu sormuş, ancak ortada armanın resmi bir versiyonunun olmadığı anlaşılmıştı. Sonunda bürokratlar armanın unsurlarını tarif eden bir rapor hazırlanmıştı. Edhem Eldem ve Selim Deringil’den öğrendiğimize göre 18 Nisan 1906 tarihli bu rapora göre çevre dairesinde ‘El-müstenid’ ibaresi nakşolunup elips şeklinde eski zamanda savunma aracı olarak kullanılan kalkan armanın merkezini oluşturuyordu. Kalkandaki ana motif, şanlı Osmanlı padişahlarının onurlu başlığı olan tac (keçeden mamul sarıklı başlık) olup, ortasında ve üstünde altın ışınlar içinde padişahın yüce tuğrası çizilmişti. Bunun yanında biri Şeriat’ı biri dünyevi nizamı temsil eden iki kalın cilt bulunuyordu. Bunların altında adaleti simgeleyen bir terazi, armanın sağ yanında Osmanlı devletini temsil eden kırmızı sancak, sol yanında ise hilafeti temsil eden yeşil sancak-ı şerifi vardı.
ADETA SİLAH KATOLOĞU
Ana motif, birbirini dengeleyecek şekilde düzenlenmiş eski ve yeni silahlarla çevriliydi. Eski silahlardan tek ve çift ağızlı birer adet teber ile birer adet kargı, piyade ve süvari imparatorluk askerlerine has yeni tarzda bir kılıç ile top ve bir adet zırh ve eskide kullanılan aşiret kılıcı ile tomar, armanın sağ tarafını süslüyordu. Yeni silahlardan süngülü tüfek ve bunun altında tek ağızlı bir adet teber, bir adet revolver ve daha aşağısında buna bağlı olarak terazi ile kefeleri altında gösterilen kitaplar vardı. Sancak-ı şerifin altında “devletin yüce merhametini” temsil eden çiçek açan güller ve günlükle dolu bir vazo ile onun altında imparatorluk gemilerine has çapa vardı. İmparatorluk armasının kaidesini oluşturan ve imparatorluk nişanlarının asılması için ayrılan süs ile kalkanın arasındaki boşluğun ortasına imparatorluk askerlerine has boru ve bunun sağ yanında okluk ve sol tarafında meşale ve iki adet ok ve bir adet yay vardı. En altta II. Mahmud’un ihdas ettiği Osmani, Şefkat, İftihar, Osmanlı, Mecidi ve İmtiyaz nişanları asılıydı.
"GÖRMEMİŞİN ARMASI OLMUŞ"
Bir armada bu kadar çok (tam 37 adet!) unsurun/sembolün yer alması neye işaret ediyordu? Edhem Eldem’e göre “Bütün bu farklar ve uyumsuzluklar, Osmanlı armasını iğreti, suni, zorlama ve nihayetinde zevksiz kılan şeylerdi. Olmayan bir geleneği taklit etmek her zaman sorunludur, bu durumda da aynı türden hazmedilmemiş bir özentililik göze çarpmaktadır. ‘Görmemişin arması olmuş’ dedirten bu durumun başlıca nedeni, tarihi boyuttan yoksunluğun yarattığı anlaşılan bir tür kompleksten kaynaklanan bir ifrattır: Vur deyince öldürmek kabilinden bir şevkle akla gelen ve elde bulunan bütün simgeleri tıkıştırmak, ‘kör kör parmağım gözüne’ üslubunda her objeye neredeyse çocuksu bir heyecanla mana yüklemek: tuğra, şua, motto, bayrak, saltanat, hilafet, gelenek, cengaverlik, modernlik, teknoloji, ordu, donanma, refah, adalet, kanun, şeriat, onur, taltif... Genellikle asırlardan beri taşıdığı ve çok sembolik bir lisanla az ama öz asalet mesajını aktaran sade ve sakin bir arma geleneğinin karşısında onu taklit eden ama köklerine sahip olmadığı için yüzüne gözüne bulaştıran, kalabalık, karmaşık, ağır, yüklü, ‘yeni zengin’ bir tarz…”
Edhem Eldem “Bu konuda fazla sert davranıyor olabilirim, ama eğer bir arma oluşturmak şart idiyse, bu armayı daha sade ve sakin bir şekilde tasarlamak, mesela mavi zemin üzerine üç adet altın zambaktan oluşan Fransız kraliyet armasından mülhem kırmızı zemin üzerine üç hilalden veya tek bir ay-yıldızdan oluşan bir arma çok mu sönük kalırdı?” diye soruyor ve devam ediyor: “Sanırım mesele biraz da Batılılaşma bağlamında Osmanlı kültüründe hissedilen ve sıkça zevksizliğe dönüşebilen bir süreçle de ilgilidir. Bu anlamda Osmanlı armasının, Yıldız Sarayı’ndan mobilya ve eşya seçimlerine kadar bu tür bir ‘burjuva’ zevke sahip olduğu anlaşılan II. Abdülhamid’in döneminde tasarlanmış olması pek de şaşırtıcı gelmiyor. Ancak kabul etmek gerekir ki, pek bir zevklilik numunesi olmasa, hatta birçok açıdan ilginç bir ‘kitsch’ (zevksizlik) örneği sayılabilse de, Osmanlı arması yaratıcısının ivme ve desteğiyle çok başarılı bir simge sayılmalıdır. Bu açıdan II. Abdülhamid gayet akıllıca bir strateji takip ederek bu başarıyı büyük ölçüde sağlamış ve yönlendirmiştir. Bir taraftan bu yeni sembole hemen hemen herkesin bir şekilde katılabileceği veya benimseyebileceği unsurları katarak yaygın bir kabul görmesini temin ederken, devlet tarafından kullanımını inanılmaz derecede teşvik ederek görünürlüğünün aynı hızla artmasına gayret etmiştir. Diğer taraftan ise, bu tür objelerin karşılaştığı en büyük tehlike olan değer kaybı ve ‘ayağa düşme’ riskini azaltmak için devletin ve kendisinin dışındaki kullanımı konusunda son derece titiz ve seçici davranarak kıymetini arttırmayı başardı.
ARMA-İ OSMANİ'NİN 25 YILLIK SALTANATI
Tolga Akay’ın makalesinden öğrendiğimize göre Arma-i Osmani, Sisam Adası’nda bir Rum’un tütün fabrikasının, Beyrut’ta bir Musevi’nin sahip olduğu dükkanın, Bursa’da bir Türk’ün şekerci dükkanının kapısında veya İstanbul’da Singer dikiş makinesi firmasının Konya ve Mersin Şubesi’nde veya Almanya’nın Kologne (Köln) şehrinde bir saatçinin kapısında, Viyana Fiume’de bir Musevi’nin imal ettiği soda, sabun ve mum fabrikasının kapısında Osmanlı Devlet Arması’na rastlanabiliyordu. Ayrıca devletten izinsiz kullanımlar da (özellikle sigara kağıtları üzerinde ve kutularda) söz konusuydu. Özetle Arma-i Osmani icat edildiği 1882-1883’ten 1908’deki Jön Türk ihtilaline kadar geçen 25 yıllık süre içinde gerçek anlamda bir devlet armasına dönüşmüş, akla gelebilecek hemen her zeminde kullanılarak son derece kuvvetli görünür ve başarılı bir simge haline gelmişti.
Ancak Eldem’e göre bu simgenin başarısının bir kısmı orta vadede padişahın aleyhine işlemişti. Armanın neredeyse II. Abdülhamid’in ayrılmaz bir parçası olarak algılanmasından olacaktır ki, Abdülhamit’in halliyle de sonuçlanacak olan II. Meşrutiyet’in ilanından (1908) sonra kullanımı net bir şekilde azalmış, yerine tuğra ve giderek artan bir milli kimlik kazanan ay-yıldız kullanılmaya başlamıştı. (Ayyıldızlı bayrağın tarihçisine dair şu yazıma bakılabilir: Okumak için tıklayın)
Saltanatın Kasım 1922’de lağvedilmesiyle birlikte ise Osmanlı arması bütün meşruiyetini kaybetmiş, hatta özellikle İstanbul’da mevcut bulunduğu birçok yapıdan kazınarak yok edilmiş, tuğra ile birlikte Cumhuriyet rejiminin ortadan kaldırmaya çalıştığı simgelerin arasında yerini almıştı.
Ancak Osmanlı dönemine ait tuğra ve kitabelerin kaldırılmasına dair kanun ancak 28 Mayıs 1927 tarihinde çıkarıldı. Ayrıca kırmızı kalkan üzerine Türk bayrağı, Türk Bayrağı altında bir kurt ve bayrağın üzerinde bir meşale şeklinde bir de devlet arması belirlendi ancak ne eski tuğralar ortadan kalktı, ne bu yeni arma kullanıma girdi. Dahası zamanla üzerleri örtülen Osmanlı armaları ve tuğraları ortaya çıkmaya başladı. Örneğin 1953’te, Fethin 500. yıl kutlamaları şerefine pek çok eski kitabe temizlenmiş, sadece Beyazıt Meydanı’nda İstanbul Üniversitesi kapısı olarak bilinen Seraskerat Kapısı’nda Sultan Abdülaziz’e ait tuğra örtülü kalmıştı. Yakın tarihlerde o da ortaya çıkarıldı. (Bkz. aşağıdaki fotoğraf)
1999’da Osmanlı Devleti’nin 700. kuruluş yılının kutlanmasının ardından ise bir arma sevdası başlamıştı adeta. Edhem Eldem’e göre “II. Abdülhamit’in ve kitcsh’in gücü hiç bir tarihi temeli olmayan, tamamen suni olan ve 25 sene kadar yoğun bir kullanım dışında pek uzun ömürlü olmamış bir sembol, yokoluşundan yaklaşık bir asır sonra bu şekilde hortlayabiliyorsa herhalde bugüne dair bazı olgularla izah etmek gerekir. Ancak her şey bir yana, bu fenomenin mümkün olmasına katkılarından dolayı II. Abdülhamit’in ileşitim dehasına ve kitsch’in şaşırtıcı cazibesine şapka çıkarmamak mümkün değildi”!
Ancak ‘kitsch’in de kitsch’i’ denilebilecek yeni armalar var çıktı ortaya. Örneğin Bilecik kentinde 2008 yılında inşa edilen üç boyutlu dev Osmanlı arması gibi. Hem unsurlarıyla hem de boyutuyla gerçekten garip bir yapı bu. Özgün armanın yeşil sancağı, üç hilalli ve yıldızsız hale (MHP amblemine), tuğra ise besmeleye dönüştürülmüş. Aktrollerin profil fotoğrafı olması ise Arma-i Osmani’nin imajına yönelik en ağır darbe olsa gerek… Bakalım bu ‘kitsch’ abidesinin başına daha neler gelecek…
Bilecik’teki ‘Osmanlı Devlet Arması’ (!)
Özet Kaynakça: Edhem Eldem, “Geç Osmanlı Döneminden Günümüze İntikal Eden Bir Kitsch Numunesi: Arma-i Osmani”, Toplumsal Tarih, Aralık 2009, S. 192, s. 56-65, Selim Deringil, İktidarın Sembolleri Ve İdeoloji, II. Abdülhamid Dönemi, (1876-1909), Çeviren: Gül Çağalı Güven, Doğan Kitap 2014, Tolga Akay, “Osmanlı Devleti’nde Arma-i Osmani ve Tuğra-yi Hümayun’un Alamet-i Farika Olarak Kullanımı”, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 9, Bahar 2012, s. 1-15, Kemal Özdemir, “Osmanlı Arması”, Popüler Tarih Dergisi, Ekim 2000, s. 44-46.
Aktroller hakkında: Hüseyin Özay, “Fiyatları belli oldu…AKP’nin sövme timi bin liraya küfrediyormuş!”,http://www.taraf.com.tr/politika/akpnin-sovme-timindeki-kisi-en-az-bin-lira-maas-aliyor/,
Hafıza Kolektifi, “Ak trollerin başlangıcı”, http://fraksiyon.org/ak-troller-kimler/
.
Siyasi ve mali silah olarak idam ve müsadere
1.11.2015 - Bu Yazı 435 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Koza İpek Grubu’na ‘kayyum’ atanması ve ardından yaşananlar İslam devletlerinde (Dört Halife, Emeviler, Abbasiler, Eyyübiler, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde) neredeyse rutin olan ‘müsadere’ uygulamalarına ne kadar benziyor…
‘Müsadere’, ’ısrarla istemek’ manasına gelen ‘sudür’ kökünden türemiş olup ‘çekip almak’ anlamına gelir. İslam tarihinin başlarında yolsuzluk, zimmet, rüşvet, devlete karşı suç işleme, casusluk, emirlere itaat etmeme vb. gibi gerekçelerle cezalandırılan devlet erkânının geride bıraktığı mallara ceza veya tedbir olarak devlet veya hükümet adına el konmasına ‘müsadere’ denirdi.
TAZİR CEZALARI
İslam devletlerinde ‘müsadere’ ‘tazir cezası’ hükmünde kabul edilirdi. Tazir cezaları, İslam hukukuna göre sınırları Kuran ve Sünnet tarafından belirlenmemiş cezalardı. Bu yüzden cezaya esas teşkil eden suçun ne olduğu ve cezanın nasıl uygulanacağı merkezi otoritenin veya onun atadığı hakimin kararıyla belirleniyordu.
Doktrin böyleydi ancak uygulamada müsadereye tabi tutulacak kişinin yargılaması bile yapılmadan, müsadere kararıyla eş zamanlı olarak idam cezası veya sürgün cezasının ilan edildiği, dolayısıyla suçlamaya maruz kalan kişinin kendisini savunmasına imkan bile olmadığı yüzlerce örnek vardır. Müsadere durumunda ölenin mirasçıları hiçbir hak talep edemez, bazı istisnai durumlar haricinde kişinin ailesine hiçbir bedel ödenmezdi. Müsadereden kaçmak için en çok başvurulan yöntem vakıf kurmaktı. Çünkü İslam hukukuna göre vakıf malları Allah’a ya da cemaate devredildiği için müsadere edilemezdi. (Vakıflarla ilgili yazım için üstüne tıklayın: “Sosyal devlet mi, sadaka kültürü mü?”)
İslam kaynaklarına göre ilk müsadere uygulaması II. Halife Ömer döneminde (bazılarına göre Peygamber döneminde) yapılmıştı. Peygamber ve Ömer, haksız kazanç sağlayan yöneticilerin mallarına el koyarlardı. Yani ilk müsaderelerde ahlaki kaygılar öndeydi. Yine İslam kaynaklarına göre Emeviler bu yöntemi muhaliflerini tasfiye etmek için kullandılar. Abbasiler de selefleri Emevileri cezalandırmak için…Yani giderek müsadere siyasal mücadele aracı oldu.
FETRET DÖNEMİ VE MUSA ÇELEBİ’NİN MÜSADERELERİ
Osmanlı döneminde herhangi bir sebeple hükümdarın gazabına uğrayan yüksek dereceli askeri ve sivil devlet görevlilerinin (‘padişahın kullarının’) hapis ve idamı ve mallarının beytülmal (kamu/devlet) namına zapt ve müsaderesi, sıklıkla karşılaşılan bir durumdu. Reaya (halk) ve ulema (alimler sınıfı) ‘padişahın kulu’ statüsünde olmadığından müsadereye tabi değildi. Yine de tarih içinde ilmiye sınıfından kişilerin bile müsadereden kurtulamadığına dair örnekler var. Zaten müsadere edilecek değerli malı olmadığından reaya müsaderesine dair tarihe geçmiş bir kayıt ise yok.
“İlk müsadereler Fetret Dönemi’nde (1402-1413) Edirne’de hüküm süren Musa Çelebi tarafından yapılmıştır” diyen kaynaklar olduğu gibi, diğer taht iddiacılarına karşı Musa Çelebi’ye destek vermek için isyan eden Şeyh Bedreddin’in mallarının bile idamından sonra müsadere edilmediğini ileri süren kaynaklar da var.
M. Zeki Pakalın’a göre ise Osmanlı tarihinde ilk kayıtlı-kuyutlu müsadere, Konstantinopolis’in fethinden bir gün sonra yapılmıştır. Malları ilk müsadere edilen kişi ise II. Mehmed’in ‘Fatih’ unvanı almasında önemli rolü olan Vezir-i Azam Çandarlı Halil Paşa’dır.
FATİH VE ÇANDARLI HALİL PAŞA’NIN KATLİ
Babası II. Murad’dan kendisine miras kalan Çandarlı’nın neden II. Mehmed’in gözünden düştüğünün ve Konstantinopolis’in fethedilmesinin hemen ardından tasfiyesinin hikayesi uzundur. Bu yüzden anlatmaya girişmeyeceğim. Sadece şunu söylemekle yetineceğim: İsmail Hakkı Uzunaçarşılı gibi Çandarlı’nın taht devir teslimleri sırasında II.Murad’la II. Mehmed’in arasını bozduğunu bu yüzden II. Mehmed’in garezini çektiğini söyleyenler olduğu gibi, Erdoğan Aydın gibi Türkmen asıllı Çandarlı’nın temsil ettiği yerli unsurlarla Zağanos Paşa’nın temsil ettiği devşirme unsurlar arasındaki iktidar mücadelesinde II. Mehmed’in Zağanos Paşa’dan yana tavır almasının kurbanı olduğunu ileri sürenler var.
Arka planda böylesine büyük bir hikaye var ama Çandarlı’ya atfedilen suç Bizanslılarla işbirliği yaparak Osmanlı’ya ihanet etmekti. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın anlatımına göre II. Mehmed fetihten sonra sağ olarak ele geçirilen Bizans donanmasının amirali (megas doux) Notaras’a “niye bu kadara direnip de bunca felakete sebep oldunuz?” diye sorduğunda güya Notaras “… Bundan başka senin adamlarından bazıları sözle ve mektupla imparatora haber gönderip ‘korkma padişah size tahakküm etmeyecektir’ diyorlardı” cevabını vermişti. İşte bu ifade Çandarlının ihanetine kanıt sayılmıştı.
II. Mehmed derhal Çandarlı’nın yakalanıp hapsedilmesini emremiş, Halil Paşa elleri ve ayakları bağlı şekilde Edirne’ye gönderilmişti. Tacit’ül-Tarih’e göre “enva-ı işkence ve azap ile öldürülmüştü.” Bunlarla eş zamanlı olarak da Halil Paşa’nın “120 bin dukalık hazinesi ve mal ve mülk nesi varsa” müsadere edilmişti. Anlaşılan bu haksız infazın gözden ırak bir köşede yapılması uygun görülmüştü. Çandarlı’nın yerini alan Zağanos Paşa’nın da saltanatı uzun sürmeyecek, 1456 yılındaki Sırbistan Seferi sırasında Belgrad’ın alınamamasının faturası Zağanos Paşa’ya kesilecekti. Yine de Zağanos Paşa şanslıydı, malları müsadere edilmediği gibi Balıkesir’e sürgünle yetinilmişti.
(Fausto Zonaro’nun “Konstantinopolis’in fethi sırasında gemilerin karadan indirilmesi” tablosu)
Fatih sonrası dönemde müsadere, ulema dışındaki devlet görevlilerinden kayda değer zenginliğe sahip kişilere uzanan geniş bir yelpazede, kişilerin suçlu olup olmadığına bakılmaksızın uygulanan bir yöntem halini almıştı. Öncelikle Osmanlı yönetim anlayışına göre zaten devlet için çalışanların sahip olduğu herşey şahsa değil makama aitti. Bundan dolayı devlet için çalışan bir kişinin devlet için ne kadar çalışırsa çalışsın vefatı halinde sahip olduğu bütün serveti asıl sahibine yani devlet hazinesine aktarılması gayet meşru bir uygulamaydı. Böylece devletten bağımsız bir zenginler sınıfının ve bunlara bağlı güç odaklarının ortaya çıkması engelleniyordu. Zenginlik ve güç babadan oğula geçemediği için de tek ümit devlete kapılanmak oluyordu. Devlete kapılanma sırasında elde edilen zenginliğin o görevle sınırlı olduğunu da herkes peşinen kabul etmiş oluyordu.
KANUNİ VE DEFTERDAR İSKENDER PAŞA’NIN KATLİ
Müsaderenin sistematik hale geldiği Kanuni Dönemi’nin ünlü vak’alarından biri Defterdar İskender Çelebi’nin infazı ve servetinin müsaderesiydi. İskender Çelebi’ye atfedilen suç, Irakeyn Seferi sırasındaki bazı başarısızlıklar ve yolda gerçekleşen bir soygundu. İddialara göre soygunu İskender Çelebi düzenlemişti. Suçlama büyüktü ama daha sonraki dönemlerin Osmanlı tarihçileri, İskender Çelebi’nin katlinin haksız yere olduğunda birleşirler. Onlara göre katlin nedeni, Paşanın gücünün ve servetinin aşırı derecede büyümesi idi. Bu yüzden dönemin bir başka güçlü ve zengin adamı Vezir-i Azam ‘Makbul’ (Pargalı) İbrahim Paşa’nın komplosuna kurban gitmişti. İskender Paşa iktidar savaşında, adet olduğu üzere sadece mallarını değil kafasını da kaybetmişti. Azledildikten dört ay sonra 1535 yılında Bağdat’ta Atpazarı’nda asılmıştı.
Solakzade Tarihi’ne göre İskender Çelebi’nin muhallefatında (müsadere edilecek malların listesine ‘muhallefat’ denirdi) 100’den fazla içoğlanı bulunmuş, bunlardan 10’u seçilip Kanuni Sultan Süleyman’ın haremine gönderilmişti. Kanuni ise içoğlanların eğitimini ve edepli tutumlarını çok beğenerek geride kalanların hepsinin saraya alınmalarını emretmişti. İskender Çelebi’den yadigâr kalan bu ‘kullar’ arasından Kanuni’nin damadı Vezir-i Azam Rüstem Paşa’nın damadı olacak Vezir-i Azam Ahmed Paşa, Kanuni Dönemi’nde 14 yıl Kaptan-ı Deryalık yapacak olan Piyale Paşa, Anadolu Beylerbeyi olacak olan Behram Paşa gibi önemli şahsiyetler çıkacaktı.
PARGALI İBRAHİM PAŞA’NIN MAKBUL İKEN MAKTUL OLMASI
‘Makbul’ İbrahim Paşa’nın sonunu getiren olaylardan biri olacaktı İskender Paşa’nın öldürülmesi. İbrahim Paşa, Fransızlara verilecek olan kapitülasyonlarla ilgili çalışmalarını yürütürken, 14-15 Mart 1536 gecesi iftar için saraya davet edilmiş, iftardan sonra dört dilsiz cellat tarafından boğdurulmuştu. Ölümünden sonra unvanı ‘Makbul’dan ‘Maktül’e dönecek, malları haraç mezat satılarak hazineye irad kaydedilecekti.
II. Selim Dönemi’nde (1566-1574) Rusya ve Avusturya ile yapılan savaşlar müsadere gelirleriyle finanse edilmişti. Bu tarihten sonra da müsadere sadece siyasi değil mali bir silah olarak kullanılacaktı.
Kanuni’nin ‘çaşnigircibaşısı’ (yemek tadımcısı) olarak başladığı saray kariyerini III. Murad ve III. Mehmet dönemlerinde (yani 1574-1603 arasında) bir kaç kez sadrazam olarak tamamlayan Koca Sinan Paşa’nın mallarının müsaderesiyle hazineye hatırı sayılır bir meblağ girdiğini yazar Osmanlı tarihçileri. Müsadereye tabi tutulan malların ‘muhallefat’ defterine hangi ayrıntıda kaydedildiğine dair fikir edinmeniz için Koca Sinan’ın muhallefatından bir kaç başlık vereyim: “600 bin duka altın, 2.900.000 akça, 20 sandık zeberced, 15 inci tesbih, 30 rota elması, 20 miskal altın tozu, 20 ibrik, 1 satranç takımı, elmas ile süslenmiş meşinden 7 sofra örtüsü, 16 siperlik, 16 eğer, 34 üzengi, güzel taşlarla süslenmiş 32 kalkan, 140 miğfer, 120 kemer, kıymetli taşlarla süslü 16 bilezik, sahanlar, 600 samur kürk, 600 vaşak kürk, 30 siyah tilki kürkü, sırmalı ve ipekli 1075 parça kumaş, 900 diğer kürk, 61 ölçek inci, 2 elmas gerdanlık, murassa 2 örtü….”
CİNCİ HOCA VE CİNCİ PARASI
Devlet bütçesinin kaybedilen savaşlar yüzünden daha büyük açıklar verdiği 17. yüzyılda birçok sadrazam, yeniçeri ağası katledilip malları müsadere edildi elbette. Hepsi de sadrazam olan Nasuh Paşa, Hüsrev Paşa, Receb Paşa, Derviş Mehmed Paşa, Silahdar Mustafa Paşa, Kemankeş Kara Mustafa Paşa bunlardan bazılarıdır. (Osmanlı döneminin sonuna kadar 44 sadrazam idam edilecek ve malları müsadere edilecektir.)
’Deli’ unvanlı padişah I. İbrahim Dönemi’nin ünlü isimlerinden olan Cinci Hoca lakaplı Karabaşzade Hüseyin Efendi’nin, padişahın tahttan indirilmesini takiben (1648) katli ve mallarının müsaderesi hazineyi epeyce rahatlatmış, Cinci Hoca’nın toplam 2.700 kese kadar olduğu rivayet edilen altınları senelerce tedavülde kalmış, halk arasında ‘Cinci Parası’ diye anılmıştı. Cinci Hoca’nın hamisi Kösem Sultan’ın mallarının da (ki Deli İbrahim’in annesiydi) müsadere edildiğini not edelim.
(“Pargalı İbrahim Paşa”, Hans Sebald Beham, 1530)
Bu tarihe kadarki uygulamalar yine de iyiydi çünkü en azından bir kişinin mallarına el konması için bir kamunun da kabul edebileceği bir suç isnad edilmesi (yolsuzluk, isyan, casusluk vs. gibi) veya kişinin eceliyle ölmesi bekleniyordu. Ancak 18. yüzyıldan itibaren buna bile ihtiyaç duyulmadı. Malına göz konulan kişinin uydurma gerekçelerle veya hiçbir gerekçe gösterilmeden öldürülmesi yoluna bile gidildi. Özellikle taşrada, yerel yöneticiler kendilerine rakip gördükleri kişileri veya mallarına tamah ettikleri kişileri öldürmekten çekinmediler. Bazı durumlarda merkezden görevlilerin gelmesi beklenmeden (usule göre kişi İstanbul’da ölmüşse hemen, taşrada ölmüşse haber İstanbul’a gelir gelmez sultanın fermanıyla ölen kişinin yaşadığı mahaldeki valiye, kadıya, sancakbeyine veya yetkili kişilere sürecin başlatılması için emir gönderilmesinin beklenmesi gerekirdi) malların talanı yapılmış olurdu. Örneğin Pazarcık’ta yaşayan Hacı Ahmed Ağa’nın vefatının ardından daha defni bile gerçekleşmeden, o kazada yaşayan memurlar tarafından mallarının sayımına başlanmış ve mallara el konulmuştu.
(Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın 1683’te idamını gösteren bir gravür)
II. MAHMUD VE ALEMDAR MUSTAFA PAŞA
19. yüzyılda ‘müsadere’, özellikle ‘ayan’ denilen yerel yöneticilerin gücünü kırmak için kullanıldı. Ayanlık sisteminin tarihçesini anlatmaya yerimiz yok. Ama ‘ayan’ deyince aklımıza merkezi devletin zayıflamasıyla ve dirlik düzeninin bozulmasıyla eş zamanlı olarak, taşrada ortaya çıkan yerel beyler gelmeli. Bu yerel beyler başlangıçta devlet adına vergi ve asker toplama işini yürütürlerken, zamanla paranın ve silahın gücüyle palazlanmışlar, bazı durumlarda merkeze kafa tutacak güç odakları haline gelmişlerdi. II. Mahmud’un iktidara gelir gelmez (1808) yaptığı ilk işlerden biri ayanları zapt-u rapt altına almak için onlarla bir anlaşma imzalamaktı. Tarihe Sened-i İttifak olarak geçen bu anlaşma hiçbir zaman uygulanmadı ama II. Mahmud’un ayanların gücünü kırmak için müsadere yöntemini rahatlıkla kullanmasına zemin hazırladı. Elbette ayanlar ordusuyla teşkilatıyla, avanesiyle birer küçük padişah oldukları için onları sudan gerekçelerle, kurmaca mahkemelerle yargılamak kolay değildi, dolayısıyla ölümlerini beklemek icap ediyordu. Ama ölümden sonra ayanların ve onların kanadı altındaki zenginlerin malları haraç mezat satılarak geliri hazineye irad kaydediliyordu. Taşrada devlet adına bu ölümleri takiple görevli memurlar, muhbirler istihdam ediliyor, ölüm haberini ilk getirene ‘ihbariye ücreti’ veriliyordu.
Malları heyecanlı satışlara neden olmuş ayanların başında Alemdar Mustafa Paşa gelir. Okuması yazması olmayan, 40. Yeniçeri Bölüğü mensubu olarak başlayan kulluk kariyerini sırasıyla Rusçuk Ayanı, Silistre Valisi ve Tuna Seraskeri ve nihayet III. Selim ve II. Mahmud’un Sadrazamı olarak tamamlayan Alemdar Mustafa Paşa, Sened-i İttifak’ın da mimarlarındandı. Alemdâr Mustafa Paşa’nın tarihe Alemdar Vak’ası olarak geçen bir Yeniçeri isyanı sırasında ölmesini (16 Kasım 1808) fırsat bilen II. Mahmud, ayanların nüfusunu kırmak amacıyla, bir çoğunu idam ettirip (Alemdâr Mustafa Paşa’nınkiler de dahil olmak üzere) mallarını müsadere ettirmişti.
ERMENİ DÜZYAN AİLESİ’NİN BAŞINA GELENLER
Bugün bazı yazarlar, Osmanlı döneminde gayrimüslimlerin müsadereye tabi tutulmadığını (övünerek) söylerlerse de II. Mahmud Dönemi’nde Ermeni Düzyan (Osmanlı kaynaklarındaki adlarıyla Düzoğulları) Ailesi’nin dört ferdi 1819’da idam edildikten sonra malları müsadereye tabi tutulmuştu. Barındırdığı unsurlar açısından vak’a analizine imkan sağladığından biraz ayrıntılı olarak ele almak istiyorum bu müsadereyi.
Ermeni kaynaklarına göre aile İran’dan İstanbul’a 1600 yılında gelmişti. Ailenin bilinen ilk üyesi Divriğili Artin 1600 yılında İstanbul’da bir kuyumcu dükkânı açmış, babadan oğula geçen bu meslek sayesinde, ailenin üyeleri önce saray kuyumcubaşılığına ve daha sonra darphane sarraflığı ve ifrazcıbaşılığına gelmişti. İfraz mukataası, Osmanlı Devleti tarafından Darphane’de kullanılmak üzere piyasadan kıymetli maden toplama işi için oluşturulmuştu. Önceleri devlet eliyle yürütülen maden toplama işi 17. yüzyılın sonlarından itibaren daha düzenli bir şekilde yapılabilmesi için mukataa olarak teşkilatlandırılıp özel teşebbüse verilmiş ve mukataayı alan kişi ‘Darphane İfrazcıbaşısı’ olarak anılmıştı. Aileye ‘Düz’ adının verilmesi III. Ahmed döneminde olmuştu. (Adın etimolojisi konusundaki hikayelere girmiyorum.) Ermeni kaynaklarına göre Düzyanlar, Osmanlı kaynaklarına göre Düzoğullar, 1758 yılında, o tarihe kadar Yahudilerin elinde olan ifraz mukataasına sahip olmuşlar böylece Darphâne-i Âmire İfrazcıbaşılığı babadan oğula geçerek yüz yıldan fazla bir süre Düzyanların elinde kalmıştı.
KABAKÇI MUSTAFA İSYANI VE DÜZYANLAR
Bu süreçte büyük bir güç, prestij ve servet biriktiren Düzyanlar ilk tehlikeyi 1807 yılında çıkan Kabakçı Mustafa İsyanı’nı sırasında yaşamıştı. Yeniçeriler, halkın gözünü korkutmak amacıyla gayrimüslim cemaaatlerinin ileri gelenlerini idam edip mallarını müsadere etmeyi planladıklarında, seçtikleri ilk kişiler Rumlardan Meyhaneci Todoraki, Yahudilerden Şapçı Mois, Ortodoks Ermenilerden Harutyun Amira Noraduknkyan ve Katolik Ermenilerden Ohannes Çelebi Düzyan olmuştu. Ancak ifraz ve ipek mukaatasını işleten Kazaz Artin Bezciyan, bazı Yeniçeri ağalarıyla arasının iyi olmasından faydalanarak bu idamları engellemeyi başarmıştı.
Kabakçı Mustafa İsyanı’yla başa geçen IV. Mustafa döneminde de, ondan sonra başa geçen II. Mahmud dönemlerinde de Ohannes Çelebi Düzyan bu görevine devam etmekle kalmadı Ohannes’in oğullarından Kirkor, Saray Kuyumcubaşısı ve Darphane İfrazcıbaşısı olurken, kardeşi Sarkis Çelebi de aile işlerini yürüttü. İki kardeş II. Mahmud’un en mutemed adamlarından olarak Saray’a teklifsiz (örneğin bir ayrıcalık işareti olan ‘samur kürk giyerek’) girip çıkabilmekteydiler. İlişkiler öyle iyiydi ki, Düzyanların Yeniköy’de yaptırdıkları bir yalının inşaat masraflarının bir bölümü II. Mahmud tarafından ihsan edilmişti.
(Kabakçı Mustafa İsyanı’nın nedenlerinden biri olan Nizam-ı Cedid Ordusu’na dair bir gravür)
DÜZYANLARIN DÖNEN TALİHİ
Ne olmuştu da böylesine itibarlı bir aile birden kendisini okkanın altında bulmuştu? Şanizade Tarihi’ne göre Sarkis ve Kirkor Çelebi’lerin debdebeli yaşama düşkünlükleri biliniyordu. Ancak Darphane Nazırı olan Abdurrahman Fevzi Efendi’nin de gösterişe düşkünlüğü ve işinde yeterince mahir olmadığı herkes tarafından gayet iyi biliniyordu. Bu kadro darphane hesaplarını ya yeteri kadar titiz tutamadığı için ya da gerçekten kötü ve yersiz harcamalar yaptıkları için hesaplarda büyük açıklar ortaya çıkmıştı. Bu durum, halk arasında ‘Devlet Kahyası’ diye tanınan II. Mahmud’un başdanışmanı Halet Efendi’nin uzun süredir kafasındaki planı yürürlüğe sokmasına vesile oldu.
Darphane Nazırı Abdurrahman Fevzi Efendi ile arasının iyi olmadığı bilinen Halet Efendi, açığın en yüksek noktaya ulaştığı an duruma el koydu. Önce Abdurrahman Efendi’yi Darphane Nazırlığı’ndan azlettirip Dahiliye Nazırlığı’na tayin ettirdi. Yerine getirdiği yakın adamı Hayrullah Efendi darphane hesaplarını gözden geçirdi ve bütçede açık tespit etti. İddialara göre 20 bin keseden fazla (bazı kaynaklara göre yaklaşık 10 milyon, bazılarına göre 20 milyon kuruşluk) akçeyi zimmetlerine geçirmekle suçlanan Sarkis ve Kirkor Çelebiler önce Darphane’ye hapsedildiler, ardından Düzyan Ailesi’nin tüm fertlerinden, Darphane’ye olan borçlarının ödenmesi için borç senedi imzalamaları istendi. Damat Oseb Aznavuroğlu hariç ailenin tüm fertleri borç senedini imzaladığı halde, damadın tavrı bahane edilerek Kaptan-ı Derya Abdullah Paşa, Tersane Kethüdası, Bostancıbaşı, Topçubaşı, Kaleağası ve beraberindeki Yeniçeriler, Düzyanların ve yakınlarının evlerine baskınlar yapıp bütün mal varlıklarına el koydular. Ailenin akrabaları ve hizmetlerinde çalışanların erkek olanları hapishaneye, kadınlar ve çocuklar ise Kumkapı’daki Ermeni Patriklanesi’ne gönderildiler.
Bundan sonraki bir ay içinde Düzyanların idamı için gerekçe aranmaya başlandı. Çünkü ailenin mal varlığının satışı sonunda elde edilecek gelir Darphane’nin açığını kapatmaya yetiyordu. Dolayısıyla idama gerek yoktu. Sonunda aranan gerekçe bulundu. Düzyanların yalısında yapılan aramalarda o tarihlerde devlet nezdinde henüz tanınmamış olan Katolik mezhebine (onun da Mıkhitarist koluna) ait ayin malzemeleri ve bir şapel bulunmuştu. İddialara göre Düzyanların idamına bir türlü gönlü razı olmayan II. Mahmud, şapel meselesiyle ikna olmuştu.
(Düzyan Ailesi’nin bazı üyeleri)
DÜZYANLARIN İDAMI
Sıra idamları yerine getirmeye geldi. 16 Ekim 1819 tarihinde Sarkis Çelebi ağabeyi Kirkor Çelebi Bab-ı Hümayun önünde idam edildiler. Aynı gün diğer kardeşleri Mikail ve amcalarının oğlu Mıgırdiç Kuruçeşme’deki yalılarında Yeniçeriler tarafından pencereye asılarak idam edildi. Yerleşik teamüle göre denize atılması gereken cesetler II. Mahmud’un Başveziri Burdurlu Derviş Mehmed Paşa’nın sarrafı Matheos Amira Allahverdi Efendi tarafından 2.500 altına satın alınarak Kurçeşme’deki aile kabristanlığına defnedildi. Ağabeyleri idam edildiğinde Mora’da bulunan ailenin diğer oğlu Agop Çelebi daha sonra İstanbul’a getirildi ve diğer iki kardeşi Boğos Bey ve Garabed Çelebi’yle birlikte 26 Şubat 1820 tarihinde Kayseri’ye sürgüne gönderildi. Ailenin diğer üyeleri ise Niğde, Lefkoşa, Midilli, İstanköy, Limni, Rodos’a sürüldü. İlk fasılda kellesini kurtaran Abdurrahman Fevzi Efendi ise 17 gün Dahiliye Nazırlığı yaptıktan sonra konağı ve yalısı mühürlenerek, Dimetoka’ya sürgüne gönderildi ve ardından idam edildi.
DÜZYANLARIN MUHALLEFATI
Düzyanların muhallefatının satışı ve alacaklarının tahsili 1820 yılı içinde bitirildi. Bazı müsaderelerden sonra mal varlığının nakde çevrilmesi işinin 40 yıla kadar yayıldığı bilindiği için bu süre çok hızlıydı. Satış sonrasında oluşan 16,5 milyon kuruşluk hasılat o dönem için çok büyük bir miktardı çünkü örneğin 1814 yılında Hazine-i Âmire’nin toplam geliri 18 milyon kuruş civarındaydı. Dahası 28 yıllık süre zarfında Darphâne-i Âmire’ye aktarılan toplam muhallefat bedeli 11,5 milyon kuruş civarındaydı. Yani Düzyanların serveti hakikaten iktidar mahfillerini ve halk kesimlerini rahatsız edecek kadar büyüktü. Ancak bu servet asırlar içinde ve devletin koruması, izni ve teşviki ile edinilmiş bir servetti. Yani İslam hukukuna göre de örfi hukuka göre de meşru idi.
Bu 16,5 milyon kuruştan önce Darphane’nin alacağı olan 10,1 milyon kuruş kesildi, kalan paradan ailenin borçları ödendi. Ancak kalan para borçları karşılamaya yetmediğinden alacaklılara, her 100 kuruşluk alacakları için 58 kuruşluk ödeme yapıldı. (Bu usule ‘garame’ denirdi.) Merak edenler olabilir, Düzyanların müsaderesi sermayenin ‘İslamlaştırılması’ değildi çünkü 66 parçalık gayrimenkulü satın alan toplam 16 kişiden 7’si sarraf olup bunların biri dışındakiler yine gayrimüslimdi. İşin ilginç yanlarından biri de, güya devletin zararını karşılamak için yapılan satışlar sırasında gayrimenkulleri satın alan kişilerden bazılarının Darphâne-i Âmire’den borç almalarıydı!
Düzyanların katlinde önemli rolü olan Halet Efendi, 1822’de Tepedelenli Ali Paşa’nın katlini ve mallarının müsaderesini de örgütleyen kişiydi. Kaynaklarda Halet Efendi’nin Yahudi Sarrafı Haskil’in de Darphâne-i Âmire’nin ifrazcıbaşılığı makamanı Ermenilerden geri almak için Düzyanlara karşı komployu kışkırttığı belirtilir. Nitekim Düzyan kardeşlerin idamından sonra bu emelini gerçekleştirmek için girişimlerde bulunmuş ancak, 1758 tarihli “Darphane başına Yahudi getirilemez” fetvasının padişaha hatırlatılması üzerine bu girişimi akim kalmıştı. Ancak Düzoğulları’nın Kuruçeşme’deki sahilhanelerinden biri sarraf Haskil’e verilmişti.
DÜZYANLARIN AFFI
Diyeceksiniz ki, Düzyanların suçu sabit olmasa bu kadar ağır cezalar verilir miydi? Haklısınız ama o zaman, sadece dört yıl sonra, 1823 yılında,Şehzade Abdülmecid’in doğumunun şerefine Saray’da yapılan kutlama sırasında, Düzyan Ailesi’nin kızlarının, sürgündeki kardeşlerinin affını dilemesi üzerine II. Mahmud’un bu isteği kabul etmesini, Halet Efendi ve sarrafı Haskil’i idam ettirmesini, o sırada Darphâne-i Âmire İfrazcıbaşısı olan Kazaz Artin’in yanında çalışmaya başlayan Agop Çelebi’nin Kazaz Artin’in vefatından sonra Darphâne-i Âmire İfrazcıbaşılığına atanmasını, Agop Çelebi’nin İstanbul’daki ilk Katolik Ermeni Kilisesi olan Surp Pırgiç Kilisesi’ni kurmasına izin verilmesini, idam edilenlerden Sarkis Çelebi’nin oğlu Mihran Bey’in 1894 yılında vefatına kadar Darphane’de ve yeni kurulan Maliye Nezareti’nde önemli görevlerde bulunmalarını, bununla birlikte saray kuyumcubaşılığını ve sarraflığını da yürütmelerini, Osmanlı Devleti’nde ilk kurulan bankaların (örneğin Osmanlı Bankası’nın) sermayedarları ve idarecileri arasında Düzyanların yer almasını ve daha nice olayı nasıl açıklayabiliriz?
Sonuç olarak Düzyanların başına gelenlerinin pek çok nedeni vardır. Bu nedenler bu yazıda anlattığım pek çok olayın arka planını oluşturan unsurların hemen hepsini barındıran örnek bir olaydır. Bunları özetlersek: 1) Düzyanların çok büyük bir servete kavuşması ve bu zenginliğin hem padişahı hem de Saray’daki pek çok kişiyi rahatsız etmiştir. 2) Darphane İfrazcıbaşılığı’nı ellerinden almaları Yahudi cemaatinin husumetini çekmiştir. 3) Düzyanlar Katolik olmaları yüzünden Ortodoks Ermenilerin düşmanlığını kazanmışlardır. 4) Düzyanların Katolikliğin Mıkhitarist kolundan oluşu, Katolikliğin Latin kolundan olanların canını sıkmıştır. 5) Halet Efendi’nin Abdurrahman Fevzi Efendi ile iktidar mücadelesi Düzyanlar üzerinden yürütülmüştür. 6) Halet Efendi’nin Paris Sefiri olduğu yıllarda Sarkis Çelebi’den bir miktar borç aldığı ancak bu borcu geri ödeyemediği için Düzyanlara karşı mahcubiyeti olduğu da söylenir. 7) Bazı kaynaklara göre Kazaz Artin Efendi’nin Düzyanlara yönelik hisleri de iyi değildir. Düzyanların Darphane’yi kötü yönetmeleri eyleme geçmek için gerekli bahaneyi sağlamıştır.
Sonuç olarak ‘müsadere’ tarih boyunca olduğu gibi bazen ahlaki gerekçelerle, bazen siyasi gerekçelerle, bazen mali gerekçelerle bazen bunların kombinasyonu halinde, devletin sıkça başvurduğu bir yöntem olarak tüm Osmanlı dönemine damgasını vurmuş, Düzyanların idamı ve müsaderesi ise tüm bu gerekçelerin üstüste düştüğü örnek bir olay olarak tarihe geçmiştir.
II. Mahmud, müsaderelerdeki keyfiliğe karşı saraydan ve halktan tepkiler artınca, 1826’da kendiliğinden vefat eden memurların mallarının müsaderesini yasaklayacak 1838’de hakim kararıyla olmayıp, sadece padişah emriyle müsadere yapılmayacağı güvencesini verecekti. Her türlü müsaderenin kesin olarak yürürlükten kaldırılması ise 3 Kasım 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı ile olacaktı.
Yazının esin kaynağı olan Koza İpek Grubu’nun kayyuma verilmesi ve ardından gruba bağlı medya kuruluşlarında yürütülen yüz kızartıcı operasyonlara bakılırsa yeni bir Tanzimat Fermanı’na ihtiyacımız olduğu açık…
Özet Kaynakça:
Sevgi Gül Akyılmaz, “Osmanlı Devleti’nde Yönetici Sınıf Açısından Müsadere Uygulaması”, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: 12, 2008, S.1-2, s. 389-420 ( http://webftp.gazi.edu.tr/hukuk/dergi/12_15.pdf ); Cavit Baysun, “Müsadere”, İslam Ansiklopedisi, Cilt 8, MEB Yayınları, 1993, s. 671-673; Yavuz Cezar, Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve Değişim Dönemi (18. yüzyıldan Tanzimat’a Mali Tarih), Alan Yayıncılık,1986; Mensure Öztürk, “Rusçuk Âyanı Alemdâr Mustafa Paşa ve Mallarının Müsadere Sürecine Kısa Bir Bakış”, Iğdır Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 7, Nisan 2015, s. 95-129; Cahit Telci, “Osmanlı Devleti`nde 18. Yüzyılda Muhallefat ve Müsadere Süreci”, Tarih İncelemeleri Dergisi, Cilt:12, Sayı:2, Aralık 2007, 145-166; M. Ali Ünal, “Osmanlı İmparatorluğunda Müsadere”, Türk Dünyası Araştırmaları, Ağustos 1987, s. 95-111; Fatma Nur Aysan, “II. Mahmud Döneminde Dersaadette Bir Ailenin Muhallefatı: Düzoğulları”, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde kabul edilmiş yüksek lisans tezi, 2013; Erdoğan Aydın, Fatih ve Fetih, Mitler ve Gerçekler, Literatür Yayıncılık, 2013.
Okurdan: Geçen haftaki yazımda ( http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/aktrollerin-alamet-i-farikasi-osmanli-devlet-armasi-1458837/ ) kaynak olarak kullandığım Osmanlı Devlet Arması (Dönence Yayınları, 1997) adlı kitabın yazarı Kemal Özdemir, ortada bu kadar arma meraklısı var gibi göründüğü halde kitabın (ki konuyu bilimsel yönüyle ele alan pek çok makaleyi barındırıyor kitap) raflarda kaldığını, MÜSİAD üyesi işadamlarına bir mektupla kitabı indirimli alabileceklerini belirttikleri halde tek bir işadamının bile geri dönmediğini belirten bir mail attı. Bu bilgileri sizlerle paylaşmak istedim.
.
5186 sayılı Atatürk'ü Koruma Kanunu
8.11.2015 - Bu Yazı 498 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
İki gün sonra 10 Kasım. Atatürk’ün 77. ölüm yıldönümü dolayısıyla bazı gazeteler bana da sorular yönelttiler. Bu konuda onlarca yazı yazmış biri olarak önce ‘yeni’ ne söyleyebilirim diye düşündüm. Sonra da böyle önemli bir konuda bir kaç cümlede özetlenmiş düşüncelerin yanlış anlamalara neden olabileceğini düşündüm. Dolayısıyla sorulara cevap vermedim. Ama bu haftaki yazımı Atatürk’le ilgili bir konuya ayırmaya karar verdim. Yazım bazılarının Atatürk ve dönemi hakkında açık sözlü, cesur, radikal konuşmaların önünde engel olarak gördükleri (ki ben böyle düşünmüyorum) 5186 Sayılı Atatürk’ü Koruma Kanunu’nun çıkarılış hikayesine dair.
“DP, Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu İnönü yüzünden çıkardı…” Bu ifadeler 25 Ekim 2009 tarihli Zaman gazetesinde yayımlanan bir röportajın başlığı. “Atatürk’ü Koruma Kanunu’nun çıkarılmasının gerçek nedeni nedir?” diye soran gazeteci Nuriye Akman’a hukukçu Cüneyt Toraman “Bazı kaynaklara göre, bir gecede 17 tane büst kırma olayı oldu. Menderes’in nereden geldiğini tahmin ettiği bu saldırılara karşı sessiz kalması düşünülemezdi. Fakat asıl sebep bu saldırılar değil. Atatürk vefat ettikten sonra İnönü Cumhurbaşkanı oldu. Milli şef dönemi başladı. Paraların üstünden Atatürk resimlerini kaldırdı, kendi resimlerini bastırdı…” diyerek başlayan uzun bir cevap vermiş. (Röportajın tamamını okumak için tıklayın)
İNÖNÜ RESİMLİ BANKNOTLAR
‘Büst kırma’ olaylarına geçmeden önce ‘para’ meselesine dair bir iki söz etmek istiyorum. 11 Haziran 1930’da kurulan Merkez Bankası’nın ilk banknotları 1937’de tedavüle çıkarılan İkinci Emisyon banknotlardı. 50 Kuruş ila 1.000 lira arasında değişen dokuz farklı değerdeki banknotlarda, 1 Kasım 1928’de yapılan Harf Devrimi’nden dokuz yıl sonra ilk defa Latin alfabesi kullanılmıştı. Ön yüzlerinde Atatürk resmi bulunan banknotlardan 100 liralıkların arka yüzünde Çanakkale Boğazı resmi Osmanlı tarihinin parçası olan Çanakkale Savaşı’nın, ‘Cumhuriyet’in tarih’ yazımına dahil edildiğini gösteriyordu.
Atatürk’ün ölümünden sonra, 1939’da basılan paraların ön yüzünde hâlâ Atatürk figürü vardı. 2,5 liralık banknotun arka yüzünde Zafer Anıtı, 5 liralıklarda Güven Anıtı, 50 liralıklarda tiftik keçileri ile ‘Ankara egemenliği’ sürerken, 500 liralık banknotlarda ilk kez bir İstanbul resmi, üstelik Osmanlı İmparatorluğu’nun en sembolik yapılarından biri olan Rumeli Hisarı’nın resmi boy göstermişti.
15 Mart 1940 tarihinde Londra’daki Bradbury, Wilkinson &Co şirketine 40 milyon adet 50 kuruşluk banknot sipariş edilmişti. Parayı taşıyan Yorkshire adlı gemi, mola verdiği Yunanistan’ın Pire Limanı’nda Alman savaş uçakları tarafından batırılınca, su yüzüne çıkan İnönü resimli banknotlar halk tarafından yağmalandı. Yunan hükümetinin ele geçirebildiği banknotlar Türkiye’de imha edildiyse de, halkın eline geçen paralar, Yunan tüccarlar aracılığıyla olaylardan haberi olmayan Doğu illerinde dolaşıma sokulunca hükümet, 1945 yılına dek bu banknotları toplamakla uğraştı. Bu paralar daha sonra koleksiyoncuların gözdelerinden oldu.
HEM ATATÜRK HEM İNÖNÜ
2 ile 1.000 lira arasında altı farklı değerdeki Üçüncü Emisyon grubundan 1942, 1944 ve 1946’da basılan banknotlarda artık Atatürk değil, İsmet İnönü vardı. Bu değişikliğin, Atatürk gibi güçlü bir figürün halefi olarak çok ağır bir yükün altına girmiş olan ‘İkinci Adam’ın rüştünü ispatlama girişimi olduğunu söylemek mümkündü. Aslında Osmanlı döneminden beri paraların üzerine devlet başkanının resmini koymak gelenekti. Bu gelenek 30 Aralık 1925’te kabul edilen 701 Sayılı Mevcut Evrak-ı Nakdiyenin Yenileriyle İstibdaline Dair Kanun’'la resmileşmişti. Yani değişiklik yalnız siyasi bir tasarruf değildi, aynı zamanda kanuna da uygundu.
1947 ve 1948 yıllarında dolaşıma giren Dördüncü Emisyon Grubu banknotlar 10 ve 100 Türk Liralık kupürlerden oluşan iki farklı değerdeydi. Bu emisyondaki banknotların tamamı İnönü portreliydi. Ancak daha önce basılmış 500 ve 1.000 liralık banknotların hem Mustafa Kemal Atatürk resimlisi, hem de İsmet İnönü resimlisi aynı anda tedavülde kalmıştı.
İsmet İnönü’nün damadı gazeteci, Metin Toker o yıllarda, hem İnönü hem de Atatürk’ün resimlerinin bulunduğu altın sikkelerin bastırılması için karar alındığını ancak bu kararın uygulanmadığını söylemiş, iki resmin gerekçesini “İnönü kendini belli etsin ama Atatürk de unutulmasın” diye açıklamıştı.
DP iktidarının birinci yılında (1951) basılan banknotlarda, İsmet İnönü’nün resminin yerini tekrar Atatürk resimleri aldı. Bu yıl, aynı zamanda yazının konusu olan Atatürk'ü Koruma Kanunu’nun da çıkarıldığı yıldı. 1938’den beri bir türlü tamamlanamayan Anıtkabir inşaatının da DP tarafından 3 yılda bitirilmesini not edelim. (Bu konudaki yazımı okumak için tıklayın)
CELAL BAYAR’A GÖRE GERÇEK NEDEN
‘Para’ meselesine açıklık getirdikten sonra ‘heykel kırma’ meselesine gelelim. Celal Bayar vaktizamanında Yeni Asır gazetesinden Erkin Usman’a şöyle bir açıklama yapmıştı:
“İktidarımızın ilk yıllarında, Kemal Pilavoğlu adında birinin yönettiği tarikat mensupları ellerine geçirdikleri çekiçlerle Atatürk heykellerine saldırıyor, huzursuzluk çıkartıyorlardı. Hükümet, bunlara karşı gerekli tedbirleri alıyordu. Fakat olayların birbirini kovalaması, toplumda sinirli bir hava estirdi. Pilavoğlu isimli tarikat şeyhi, 26 müridi ile yakalanıp adliyeye sevk edildi. Yine bu aylarda yeraltı faaliyeti yapan bir gizli Komünist Partisi de ele geçirildi ve 188 üyesi adliyeye sevk edildi. Bütün bunlar gösteriyor ki; demokrasinin getirdiği hürriyet havası içinde aşırı akımlar ortalığa yayılmışlardı. Toplumu aşırı cereyanların zararlarından korumak lazımdı. Bunun için sağ ve sol akımlara karşı Ceza Kanunu'ndaki cezaları ağırlaştırmak, Atatürk heykellerine ve Atatürk'e karşı harekete geçeceklere karşı da Atatürk'ü Koruma Kanunu çıkartmak gerekiyordu (...) Atatürk'ün kurduğu ana muhalefet partisi ise bu kanun karşısında yer aldı. Demokrat Parti içinden bazı milletvekilleri de, şahsi düşüncelerine bağlı kalarak bu kanunun çıkmasını engelliyordu (...) Kanun müzakeresi aylarca sürdü. Bir gecede 17 Atatürk heykeline birden saldıranlar, o gün bugün ortada yoktur." (Yeni Asır, 10 Kasım 2003)
HEYKEL KIRICI TİCANİLER
Görüldüğü gibi, Celal Bayar, kanunun çıkarılmasıyla İnönü arasında bir ilgi kurmuyordu. Aksine doğrudan ‘heykel kıran Kemal Pilavoğlu tarikatının mensupları’nı sorumlu tutuyordu. Bayar’ın sözünü ettiği Kemal Pilavoğlu’nun tarikanının adı Ticanilik idi. Ticanilik 1945’te Çok Partili Dönem’e geçişle birlikte güç kazanan dinsel hareketlerden biriydi. Diğer iki hareket ise Nakşibendilikten gelen Saidi Nursi’nin önderliğini yaptığı Nurculuk ile, Süleyman Hilmi Tunahan’ın önderliğini yaptığı Süleymancılık tarikatlarıydı. Kemal Pilavoğlu adlı hukuk fakültesinden terk şahıs tarafından, 1930’larda Ankara’nın Çubuk ilçesi ile Çankırı’nın Şabanözü ilçesinde örgütlenen Ticanilik, adını Şazeli-Halveti kökenli Ebu’l Abbas Ahmed et-Ticani (ö.1815) tarafından Cezayir'de kurulan ve Fas, Hicaz, Mısır, Trablusgarp ve Senegal’de yayılan Ticaniye tarikatından alıyordu. Ancak Pilavoğlu’nun tarikatının asıl tarikatla ilişkisi çok şüpheliydi. Çünkü Pilavoğlu, güya rüyasında Ahmed et-Ticani`ye intisap ettiğini görmüş, ardından Abdülkadir Medeni adlı birinden tarikat ruhsatı almıştı.
Pilavoğlu ve müridleri ilk kez 1943’te kovuşturmaya uğramışlar ancak kısa bir süre sonra serbest bırakılmışlardı. Bir süre sonra “heykel puttur”, “laiklik dinsizliktir”, “Hilafeti kaldıran Atatürk mel’undur”, “Türkçe ezan küfürdür” gibi sloganlarla ortaya çıktılar ve ilk büyük eylemlerini 4 Şubat 1949’da TBMM’nin dinleyici bölümünde Arapça ezan okuyarak yaptılar. Ardından, Bayar’ın dediği gibi, çeşitli yerlerdeki Atatürk heykellerine saldırmaya başladılar. Tarikatın eylemleri 1951 yılı başlarından itibaren halkın da dikkatini çekmeye başladı. CHP, DP’yi sıkıştırmak için ‘Ticanileri tel’in mitingleri’ yapmaya başladı.
CHP-TİCANİLER İLİŞKİSİ
Halbuki 26 Nisan 1950 tarihli Zafer gazetesinde çıkan bir habere göre, Kemal Pilavoğlu ve müritlerinden bir grup İsmet İnönü’nün onayıyla partiye üye yapılmış, tarikat üyeleri köylerde toplantılar düzenleyerek parti propagandası yapmışlar, köylüleri CHP’ye üye yazmışlardı. Ancak gazetenin DP yanlısı olması yüzünden bu iddia seçim atmosferinde gürültüye gitmişti. Konunun tekrar gündeme gelmesi 14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra oldu.
28 Nisan 1951 tarihli Ulus gazetesine göre 1950’den 1951 yılına kadar Atatürk’ün büst ve heykellerine 9, manevi şahsiyetine 5, fotoğraflarına 1 kez olmak üzere 15 saldırı olayı gerçekleşmişti. Nadir Nadi 28 Haziran 1951 tarihli Cumhuriyet gazetesinde “Artık Yeter” başlıklı yazısında şöyle yakınıyordu:
“İstiklal Savaşı’nın büyük kahramanı, Türk İnkılâbının baş yaratıcısı, hürriyetlerimizin eşsiz temsilcisi Atatürk'e karşı bir müddettir girişilen tecavüz hareketleri son zamanlarda göze çarparcasına yüreğimize bıçak saplanırcasına arttı. Birbirinden çok uzak yurt köşelerinde, birbirini belki hiç tanımayan, fakat hayret edilecek kadar birbirine benzeyen çember sakallı, karanlık suratlı birtakım adamlar rastladıkları büstlere saldırıyorlar. Resmî ağızlar, memlekette irtica olmadığına dair demeçler veriyor, vicdan hürriyetinin kutsallığından bahsediyorlar. ”
Zafer gazetesinin 30 Haziran 1951 tarihli nüshası “Atatürk heykellerine mel’unane tecavüzleri tel’in maksadile bugün büyük bir miting yapılıyor” başlığı ile çıkmıştı. Habere göre mitinge DP’li milletvekilleri de katılacaklardı. Gazetenin tam orta sayfasındaki kutu içerisinde ise “Ticaniler ve CHP” başlığı altında “CHP seçimlerde Ticanilere nasıl yardım etmişti?” sorusuna cevap veriliyordu.
Anlaşılan CHP`nin akıl hocaları, Nurcuların ve Süleymancıların DP`ye destek verdiklerini görünce, dindar bir grubun halk arasında partileri adına çalışmasında fayda görmüşler ama bula bula Ticaniler gibi ‘sözde’ tarikatı bulmuşlardı. Bu durum pek içlerine sinmediği için de, grupla ilişkilerini mümkün olduğunca gizli ve mesafeli tutmaya çalışmışlardı. Nitekim, seçimlere kadar DP aleyhinde görünen Ticaniler, seçimden sonra DP iktidarını sıkıntıya sokacak eylemlerine devam etmişlerdi.
II. Menderes Hükümeti’nin kurulduğu dönemlerde yoğunlaşan protesto mitinglerine DP, 5186 Sayılı Atatürk’ü Koruma Kanunu teklifiyle yanıt verdi. Böylece ‘Atatürkçülük şampiyonluğu’ unvanını CHP’nin elinden alma konusunda önemli bir hamle yaptı.
KANUNA İTİRAZLAR
Adalet Bakanlığı’ndaki toplantıya, Bakanlığın üst düzey bürokratları, Yargıtay daire başkanları, Hukuk Fakültesi Dekanı ve bir grup milletvekili katılmıştı. Kanun tasarısı, Adalet Komisyonu’nda ateşli tartışmalara yol açmıştı. Sözlü sataşmalar zaman zaman fiziksel saldırıya dönüşmüştü. Sonunda tasarı 7’ye karşı 9 oyla kabul edildi ve TBMM’de görüşülmesine geçildi. Yanlış anlamaları önlemek için, görüşmeler “Atatürk'e ve O'nun devrimlerine bağlılık hislerinin ifadesi için” üç dakikalık ayakta tazim sükutu” ile başlatıldı.
4 Mayıs 1951’de başlayan görüşmeler 25 Temmuz 1951’e kadar aralıksız devam etti. Tesfire Güneş’in kaynakçada künyesini verdiğim master tezine göre tasarı hakkında ilk sözü, Emekli General DP Ankara Milletvekili Selahattin Adil almış ve tasarı aleyhinde konuşmuştu. Adil, Atatürk'ünönemli işler yapmakla beraber, bazı yanlışları olduğunu iddia ederek şöyle devam etmişti:
“Mustafa Kemal Paşa'nın da idari, içtimai, siyasi hataları bulunduğunu söylemek ve yazmaktan men edecek bir kanunu, demokratik rejimi benimsemiş olan bizlerin kabulüne bugünkü Meclis’te imkân olmamak icap eder. Bu Meclis kürsüsünden acı acı şikâyet ettiğimiz 27 senelik Şeflik idaresi mahzurlarını, memlekete yapılan fenalıkları, hakiki Cumhuriyetin, ancak milletin sağduyusuna dayanarak mevkii iktidara gelen bugünkü hukuki bir hükümette vücut bulduğunu yüzlerce defa tekrar eden bizler değil miydik? Halk Partisi'nin binbir yolsuzluğunu zikrederek Meclise hâkim olan bu parti azalarının ne surette intihap olunduğunu bilmiyor muyduk? Şimdi bu geçmiş idareye Şeflik veya diktatörlük demek tecavüz telakki olunarak söyleyeni ve yazanı hapse mi mahkûm edeceğiz? (“Öyle şey yok!” sesleri) Daha dün Arapça olan ezanı, dini abidelerin açılmasını kabul eden ve anlaşılmaz bir hale sokulan dilimizi doğrultmaya çalışan bizler değil miyiz?”
MUSTAFA KEMAL Mİ ATATÜRK MÜ?
Atatürk’ü “diktatör”; kanunu da “komünist zihniyetin eseri” olarak değerlendiren Selahattin Adil Bey, “Hazreti Muhammed için kötü bir söz söylenecek olursa, onun için de bir kanun çıkarmak icap eder” diyerek tutarlı davranmıştı ama Selahattin Adil’in Atatürk’ten ‘Mustafa Kemal’ diye bahsetmesi, Zafer gazetesinde ‘Sarı Çizmeli’ mahlası ile yazan (Mümtaz Faik Fenik’in eşi ) Adviye Fenik tarafından “Mustafa Kemal, Atatürk’ün eşsiz şahsiyetinde ilk merhaledir. Mustafa Kemal ile Atatürk arasında koskoca bir milli mücadele ve inkılâp tarihi vardır (…) Yoksa Selahattin Adil Paşa Mustafa Kemal’den sonraki Gazi’nin ve Atatürk’ün farkında değil midir?” diye eleştirilecekti.
DP Giresun Milletvekili Arif Hikmet Pamukoğlu da, tasarıya muhalif olduğunu belirtmişti: “Anayasamızın 69. Maddesi mucibince Türkler kanun karşısında eşittirler, her türlü grup, sınıf, aile ve kişi ayrılıkları kaldırılmıştır (…) Atatürk her şeyden evvel Türk'tür. Bütün Türkler için mevzuu Ceza Kanunu neden Atatürk için mevzubahis olmasın? Türkler hukuken müsavi değil midirler, kanun önünde eşit değil midirler? Anayasamızın 69. Maddesi bunu amir değil midir?”
DP Ankara Milletvekili Osman Şevki Çiçekdağ ise böyle bir kanun çıkarmanın, “aradan 30 sene geçtikten sonra Atatürk'ün ölümsüz manevi varlığını, kahraman ve kurtarıcı şahsiyetini, yaratıcı ve devrimci atılımlarını milletçe takdir edememek, devrimlerinin sarsıldığını, kör taassubun homurdanmaya, irticanın hortlamaya başladığını kabul ve ilan etmek anlamına geleceğini” söylemişti.
ATATÜRK’ÜN LEHİNE Mİ ALEYHİNE Mİ?
DP Çankırı Milletvekili Kazım Arar şöyle demişti: "Atatürk'ün kapatılacak, gizlenecek, söylenmesinden tevakki edilecek bir tarafı mı vardı ki milletin ve matbuatın ağzını kapatalım. Hem öyle ki o büyük adamın devrinde bile kavuşamadığımız demokrasi inkılabının tahakkukundan sonra Demokrat Parti iktidarının büyük meclisi, onun muzaffer mümessilleri, siz milletvekilleri tarafından milletin kurtarıcısı olduğunuz kadar hürriyetin de yaratıcısı, büyük aziz Türk Milletinin ağzına 14 Mayıs armağanı olarak bir kilit mi takalım? Arkadaşlar, Atatürk'ün inkılabı ve eserleri hakkında mevzuatımızda kafi derecede müeyyide vardır. Eğer kafi gelmiyorsa artıralım fakat şahıslar hakkında kanun çıkarmayalım. Böyle bir usulü biz ihdas etmeyelim. Her men edilen husus daha ziyade aleyhtar toplar. Bence bu kanun Atatürk'ün lehinde değil bizzat aleyhinde bir kanundur."
DP Çanakkale Milletvekili Bedii Enüstün de Dünya ve insanlık tarihinde rastlanmayan bir olay karşısında olunduğunu, Türkiye Cumhuriyeti kurucularından büyük asker, büyük reformist Kemal Atatürk'ün manasız bir kuruntu, lüzumsuz bir heyecan baskısıyla ideolize edilmek istendiğini ileri sürerek, millete mal olmuş devrimleri, reformları, bir şahsın taştan veya topraktan yapılmış heykelinde arayan ve bir kâğıt üzerindeki resminde sembolize eden zihniyetten ileri demokratik hamleler beklenemeyeceğini, kitlelerin şereflerinin tek bir şahıstan yansıyamayacağını, milletlerin hayatındaki bütün zaferlerin, başarıların, reformların, bunları gerçekleştirirkenölen milyonlarca vatan evladının kanlarının bedeli olduğunu ifade etmişti.
CHP’LİLERİN İTİRAZLARI
Benzer konuşmaları başka DP’li milletvekilleri de yapmıştı. Ancak Bayar’ın dediği gibi, bazı CHP’ler de bu kanunun çıkartılmasına çok sıcak bakmamıştı. Örneğin CHP Mardin Milletvekili Kamil Boran, “Atatürk'ün manevi varlığına ve maddi hatıralarına yönelen saldırıların dikkat çekecek bir dereceyi bulmuşsa -ki bu kanun tasarısının sevki bunu göstermektedir- bunun sebebinin, cezai yaptırımların yetersizliği değil, demokrasi ve hürriyete yanlış anlam veren veya verdiren zihniyet ve bu konularda Hükümet ve Hükümetin emrindeki sorumlu organların takındıkları kararsız tutumdur” demişti.
CHP grubunun görüşünü belirtmek üzere söz alan CHP Yozgat Milletvekili Avni Doğan ise, kanun tasarısının gerek Hükümet ve gerek Adalet Komisyonu tarafından hazırlanmış olan gerekçelere uymadığını, bu gerekçelerde heykel ve büstlere yapılan saldırıların asıl hedefinin “Türk Cumhuriyeti ve Türk devrimi” olduğunun açıkça belirtilmesine rağmen, hazırlanan metinde, asıl hedefin metnin dışında bırakıldığını ve sadece taş ve tunçtan yapılmış büst ve heykellerin korunmasının göz önünde tutulduğunu belirtmiş, asıl hedefi bırakıp şekli korumaya yarayan bu metnin amacına ulaşacak hale getirilmesini gerekli gördüklerini ifade etmişti.
HALİDE EDİP ADIVAR’IN İTİRAZI
Daha önce CHP milletvekili olan, 1950 seçimlerinde Meclis'e bağımsız olarak giren Seyhan Milletvekili Sinan Tekelioğlu da "Mesela yarın üniversitede inkılap dersleri okutan bir hoca Atatürk'ün mevcut olan nutkunun haricinde bir şey söylerse hocayı mesul mu tutacağız?” diye sorarken Bağımsız İzmir Milletvekili Halide Edip Adıvar da “Tasarıyı getirenlerin esas fikriyle hepimiz hemfikiriz fakat bunun için yeniden bir kanun yapmak, Atatürk'ü tarihten önceki Asuriler, Babillilerin yaptığı gibi Allahlaştırılmış putlaştırılmış insanlar arasına koymaktır. Ceza kanunundaki hükmü bir tarafa bırakarak sadece heykel kırmak veya cumhuriyetin banisi Atatürk'e dil uzatmak gibi bir saygısızlığın önüne geçmek için yeni bir kanun yapmayı bir Şark zihniyetinin yeni bir mahsulü diye telakki ederim. Yani daha evvel de dediğim gibi, put haline gelen ve bugün yerinde yeller esen eski saltanatlar devrinde şahsı ilahileştirmek ve onlara adeta bir put gibi tapmak zihniyetinin tekrar hortlaması gibi geliyor bana” demiş ve çekimser oy kullanacağını eklemişti.
PROFESÖR HİRSCH’ÜN MÜTALAASI
Eleştirilerin devam etmesi üzerine Başbakan Adnan Menderes üç kez söz alarak, kanun tasarısını ve Atatürk’ün yaptıklarını, manevi şahsiyetini ateşli biçimde savunmuştu.
Muhaliflerin, tek bir kişi için kanun çıkarılmasının, o sırada yürürlükte olan 1924 Anayasası’nın 69. Maddesi’ne aykırı olduğunu düşündüklerinin anlaşılması üzerine, Hükümet, Nazi zulmünden kaçarak Türkiye’ye gelmiş olan ünlü Hukuk Profesörü Ernst Hirsch’ün görüşüne başvurdu. Hirsch şöyle dedi:
“Anayasa başka şeylerin yanı sıra, bir şahsa imtiyazların tanınmasına imkân sağlayacak yasaların çıkarılmasını yasaklamaktadır. Buradaki ‘şahıs’ deyimi, ‘gerçek kişi’ yani ‘insan’ anlamına gelmektedir. Madde 27’ye göre insanın şahsiyeti, doğumunun tamamlanmasından itibaren hayatla başlar ve ölümle son bulur. Atatürk adında bir şahıs, artık hukuki anlamda mevcut değildir. Dolayısıyla ona yasa yoluyla bir imtiyaz sağlanması söz konusu olamaz (…) Burada korunmak istenen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuna karşı Türk milletinde genel olarak yaygın bulunan hayranlık ve saygı duygusudur.”
Bu açıklama (ki günümüzdeki “kanun bir Alman’ın icadıydı” gibi yüzeysel yargıların kaynağı budur) milletvekillerini tatmin etmiş olmalıydı ki, uzun adıyla Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun, 25 Temmuz 1951’de 50 ret, 6 çekimser oya karşılık 232 oyla kabul edildi. Oylamaya 179 milletvekili de katılmamıştı. Böylece CHP’nin bağrından doğmasına karşın 1950 seçimlerinde ‘Ebedi Şef’ Mustafa Kemal’in kurduğu CHP’yi hezimete uğratarak Kemalist kadroların tepkisini çeken DP, hem kendisinin özgünlüğünü ortaya koymak, hem de rejimin kurucu partisi olduğu için bir çeşit dokunulmazlığı olan CHP’yi ve onun lideri İnönü’yü hırpalayabilmesine yetecek politik manevra alanı yaratmak için Mustafa Kemal’i ‘Atatürk olarak’ tabulaştırmayı akıl ederek, sistemle ilişkisini düzeltme şansını yakalamıştı.
(DP Dönemi’nin Cumhurbaşkanı Celal Bayar, bir Atatürk büstüyle)
PİLAVOĞLU’NUN YARGILANMASI
Kanunun 1. maddesinde “Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimseye bir yıldan üç yıla kadar, Atatürk'ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk'ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir” diyordu. 2. maddesinde bu suçların toplu olarak veya kamuya açık yerlerde veya basın yoluyla işlenmesinde cezanın yarı yarıya arttırılacağını, bu suçlar zor kullanarak işlenirse bir kat daha arttırılacağı belirtiliyordu. 3. maddeye göre kanunun uygulanması için şikayete gerek yoktu, Cumhuriyet Savcısı ‘re’sen’ dava açmakla yükümlüydü.
Kanun uyarınca Kemal Pilavoğlu ve 74 müridi, 5 Mart 1952’de Ankara 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 15 ay hapis cezasına mahkûm oldular. Pilavoğlu’nun avukatlığını yapan Yılmaz Akpınar’ın, CHP Balıkesir Milletvekili Muzaffer Akpınar’ın oğlu olması, CHP’liler tarafından sürekli inkâr edilen dedikoduları destekler mahiyetteydi.
(Kemal Pilavoğlu ve müritleri mahkemede)
27 Mayıs Darbesi’nden sonra Milli Birlik Komitesi tarafından Bozcaada’ya sürülen Kemal Pilavoğlu, iddialara göre Orta Anadolu'dan getirttiği 130 kadar müridiyle ada ekonomisine egemen olmuştu. Adanın pastanesi, kasabı, manavı, fırını hep onundu. ''Şarap üretmek günahtır; üzümlerini şarapçılara verenler cehennemde cayır cayır yanar” diyerek Müslüman bağcıların yüreğine korku salan Pilavoğlu, Bozcaada’yı terk ettirdiği Rumların bağlarını teker teker satın alarak pekmezcilikten servet edindi. 1977’de karısının ihbarı üzerine evinin üst katında üç oğlan çocuğuyla yakalanıp yargılandıktan birkaç ay sonra ölünce, tarikatın bir bölümü Nurculara bir bölümü Aczmendilere dahil oldu ve Ticanilik sona erdi. Ama Ticaniler adı, halka irtica tehlikesini hatırlatmak gerektiğinde ‘öcü geliyor’ kabilinden kullanılmak üzere hep canlı tutuldu.
KAZIM KARABEKİR’İN KİTABI
Kanunun erken dönem kurbanlarından biri, Milli Mücadele kahramanlarından merhum Kazım Karabekir’in İstiklal Harbimizin Esasları kitabını 1960’da tekrar yayımlamaya kalkan Tahsin Demiray’dı. Demiray 15 aya mahkûm oldu, kitap ancak 1969’da yayımlanabildi. ‘Büyük Doğu’ hareketinin lideri, İslamcı şair Necip Fazıl Kısakürek, 27 Mayıs 1960 Darbesi’nden sonra 1.5 yıl hapse mahkûm oldu ve genel aftan sadece kendisi istisna edildiği için Aralık 1961’e kadar hapis yattı. İslamcı tarihçi Kadir Mısıroğlu, Lozan Zafer mi, Hezimet mi? adlı kitabının 1970’teki genişletilmiş ikinci baskısı yüzünden yargılandı, ancak dava 1974 genel affı dolayısıyla düştü.
Kanun, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra çok sık uygulandı. Yazının başında sözünü ettiğim Nuriye Akman röportajındaki rakamlar doğruysa, 1980-1990’larda 1.000’den fazla kişiye bu kanuna muhalefetten dava açılmış. Ama artık Atatürk’e hiç de sempati duymadıkları sır olmayan AKP’nin iktidarda olduğu 2000’li yıllarda da 1.100’ü aşmış açılan davaların sayısı. Dava edilenler arasında Milli Gazete yazarı Hakan Albayrak, Aykırı Yayınları’nın sahibi Seyfi Öngider, Aram Yayıncılığın sahibi Fatih Taş, Belge Yayıncılık’ın sahibi Ragıp Zarakolu, yazar İpek Çalışlar, Hürriyet gazetesinin Sorumlu Müdürü Necdet Tatlıcan, Çoban Ateşi gazetesi yazarı Berkant Coşkun ve yazı işleri müdürü Yasin Yetişgen, çevirmenler Lütfi Taylan Tosun ve Aysel Yıldırım, Özgür-Der Çocuk Kulübü yöneticilerinden Zehra Çomaklı Türkmen ve (o günlerde) Bianet yazarı Ertuğrul Kürkçüoğlu, Profesör Atilla Yayla gibi siyasi yelpazenin değişik kanatlarından isimler vardı. Bir ara konu öylesine alevlenmişti ki Avrupa Birliği’nin ilerleme raporlarına ve AİHM kararlarına bile konu olmuştu kanun ve uygulamaları. Son yıllarda özellikle Twitter’da Atatürk’e yönelik hakaretlerin konu olduğu pek çok dava olduğunu tahmin ediyorum. Son olarak HDP Milletvekili Sırrı Sakık bu kanundan ceza aldı.
Bu arada ilginçtir, 13 yıldır çeşitli mecralarda Mustafa Kemal Atatürk ve dönemi hakkında onlarca ‘açık sözlü’ yazı yazdığım halde sadece bir kez “Totem, Tabu ve Mustafa filmi” (okumak için tıklayın) başlıklı yazımdan dolayı bu konuna muhalefetten yargılandım ama ilk duruşmada beraat ettim. Kanunla başım derde girmedi ama beni okuyan ya da sadece yazımın başlığını okuyanlarla başım çok derde girdi. Ben bu tip tepkilerden dolayı Atatürk Dönemi-Atatürkçülük hakkında yazmaktan vazgeçmedim ama vazgeçenler mutlaka olmuştur.
Özetle Atatürk gibi tarihi şahsiyetleri kanunla koruma fikrinin komikliği bir yana, kanun teorik düzlemde bir çeşit ‘Demokles’in Kılıcı’ işlevini görüyor ama uygulamada çok da etkili değil. Buna karşılık kendilerine ‘Kemalist’, ‘Atatürkçü’, ‘ulusalcı’ diyenler kanunun başaramadığını pek ala başarabiliyor. Ama şunu da söylemeliyim ki, belki söylemediğim söz kalmadığı için, ama esas olarak Kemalizm ve/veya Atatürkçülük ideolojisi ile onu taşıyan kadrolar artık iktidarda olmadığı için, 2009’dan itibaren zaman zaman, 2011 yılından itibaren de sıklıkla, tahakkümünü her gün biraz daha pekiştiren örneğin bugün bir kanunu yok ama Erdoğan Atatürk’ten çok daha sıkı korunuyor, Deyim yerindeyse ‘Erdoğan’a dokunan yanıyor’. AKP iktidarının ve onun çevresinde kümelenen siyasal İslamcıların eylemlerini ve referanslarının ‘öteki’ yüzüne bakmaya çalışıyorum. (Taraf arşivimin linki için tıklayın) Yazacak yer bulduğum sürece de bunu yapmaya çalışacağımdan emin olabilirsiniz. Elbette yeri geldiğinde Atatürk dönemine dair sözümü de söyleyeceğim…
Özet Kaynakça: Tesfire Güneş, “Demokrat Parti Dönemi Atatürk İmajı (1950-1960)”, 2012 yılında Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nde kabul edilmiş master tezi; Nadir Nadi, Atatürk İlkeleri Işığında Uyarmalar, Bir İflasın Kronolojisi (1950-1960); Yakup Kadri Karaosmanoğlu, CHP ve Genel Başkanı-Siyasi İncelemeler, Resimli Posta Matbaası, 1963; Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Politika’da 45 Yıl, İletişim Yayınları, 2002.
.
Şarkiyatçılık, Garbiyatçılık, İslamcılık, 'Yeşil Kuşak'
16.11.2015 - Bu Yazı 381 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Bu haftaki yazımı (Seyit Rıza’nın idamının 78. yıldönümü dolayısıyla Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Doğu Faciası’ ve ‘Karaköprü Olayları’ başlıklı yazılarına dairdi) henüz bitirmiştim ki, Paris’te (şimdilik) 127 kişinin ölmesiyle, yüzlerce kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan katliamları duydum. (Gece televizyon ve sosyal medyayı izlemediğimden ancak sabahın ilerleyen saatlerinde haberim oldu.) Aynen Ankara Katliamı’nda olduğu gibi çok sarsıldım. Bu ‘küresel’ felaket karşısında yazdığım yazı bana fazla ‘yerel’ göründü ve alelacele rota değiştirdim. Zaman kısıtı yüzünden yeni araştırma yapmaya vaktim olmadı, dolayısıyla eski yazılarımdan bir derleme yaptım. Derlemelerde ‘dikiş yerleri’ belli olur, yazı iyi akmaz. Bu yazıda da böyle olduysa lütfen beni bağışlayın.
Paris’teki katliamlarla ilgili Batı basını önce üç ihtimal üzerinde durdu. Bunlar IŞİD, El Kaide markası altında toplanan terör örgütleri ya da ‘yalnız kurtlar’ denilen bireysel teröristlerdi. (Yeni Şafak’ın Haber Müdürü Recep Yeter ise Twitter’da bir toplantı için Paris’te bulunan Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak’la ilgili imalarda bulunacak kadar ileri gitti.) Ancak sonra IŞİD katliamları üstlendi. Ardından Fransa Cumhurbaşkanı Holland emin biçimde “IŞİD cihatçılarının Paris saldırıları savaş nedenidir. IŞİD barbarları saldırılarının karşılığını, içeride ve dışarıda, her yerde alacaklar. IŞİD barbarlarına karşı her yerde amansız olacağız,” dedi.
HUNTİNGTON VE MEDENİYETLER ÇATIŞMASI
Hangisi olursa olsun, pek çok yorumcu ünlü ‘Medeniyetler Çatışması’ tezine atıfta bulunmaya başladı yeniden. Tez ne derseniz, sabık ABD Başkanı ‘Baba’ G. Bush’un ‘Yeni Muhafazakâr’ (Neo-Con) teorisyenlerinden Harvard Üniversitesi Profesörü Samuel Huntington, 1993’te Foreign Affairs adlı dergide yayınlanan ‘The Clash of Civilizations’ (Medeniyetler Çatışması) adlı makalesinde özetle, Soğuk Savaş sonrasında Sosyalist ve milliyetçi ideolojilerin yerini, İslamcılık, Hinduculuk, Rusçuluk gibi akımların aldığını, Batının bireyciliği, liberalizmi, anayasacılığı, insan hakları savunuculuğu, veya demokrasi gibi ilkelerinin İslamcı, Budist, Ortodoks vb. kültürlerde çok anlam ifade etmediğini söylemiş ve geleceğin temel çatışmasının dünyaya egemen olan Batı kültürü ile ‘dünyanın geri kalanı’ arasında olduğunu iddia etmişti. Hungtington’un ‘Medeniyetler Çatışması’ kavramı büyük tartışmalara neden olmuş, çok kişi bunun ‘kendi kendi gerçekleştiren kötü bir kehanet’ olduğunu, yani bu kavramsallaşmanın bizatihi kendisinin ‘Batı medeniyeti’ ile ‘öteki medeniyetler’ arasındaki ayrımı körüklediğini iddia ederken, bazıları Huntington’un dünyadaki doğal gidişatı, en erken gören düşünür olduğunu söylediler.
DOĞU-BATI AYRIMININ KÖKLERİ
Hangi görüş olursa olsun bugün kabaca Doğu-Batı çatışması adıyla kodlanan bu derin yarılmanın tezahürlerine değinmeden Doğu (Orient, Şark) ve Batı (Occident, Garp) ayrımlarının ne zaman ortaya çıktığını ararsak, mitolojiye kadar gitmek zorunda kalabiliriz. MÖ.12. Yüzyıl’da gerçekleştiği rivayet olunan Troyalılarla Akhalar arasındaki savaşları, M.Ö. 499-386 yılları arasında gerçekleşen Helen-Pers savaşlarını, 395’te Roma İmparatorluğu’nun Doğu (Bizans) ve Batı (Roma) olarak ayrılmasını, 732’de Endülüslü Araplarla Avrupalı güçler arasındaki Poitiers Savaşı’nı, 1095-1291 arasındaki Haçlı Seferleri’ni ve 1453’te İstanbul’un fethini birer kırılma noktası olarak görebiliriz. Ama bu konudaki en büyük katkıyı Filistin kökenli Amerikan yazarı Edward Said yaptı. 1978’de yayımlanan Şarkiyatçılık (Orientalism/Oryantalizm) adlı eserinin tezlerini özetlemek gerekirse, Said’e göre Rönesans’tan bu yana Avrupalılar Şark’ta direniş görmeden bulunma şansına sahip oldukları için Şark’ı gözlemlemişler ve yazmışlar, Şark zorbalığı, şaşaası, acımasızlığı, şehveti, mezhebi, felsefesi, bilgeliği gibi başlıklarda sadece belli bir coğrafyaya ait olduğu düşünülen karmaşık bir fikirler dizgesi oluşturmuşlar ve bunlara dayanarak Şark’a egemen olmuşlardı. Yani şŞarkiyatçılık bir bilgi-iktidar ilişkisiydi ve bu ilişki ve bu ilişkiyi kuran söylem tek yönlü, tutarlı ve sürekliydi.
ŞARKİYATÇILIK-GARBİYATÇILIK İLİŞKİSİ
Kabaca ‘Batı düşmanlığı’ diye çevirebileceğimiz Garbiyatçılık (Oksidentalizm) kavramı ise Şarkiyatçılık kadar iyi irdelenmiş bir kavram değil. Hintli siyaset bilimci ve tarihçi Partha Chatterjee’ye göre Garbiyatçılık, ‘Doğu’lu diye tanımlanan bölgenin entelektüellerinin Batı’yı algılama tarzı olan ‘tersine Şarkiyatçılık’ diye nitelenebilir. ‘Tersine Şarkiyatçılık/Oryantalizm’ kavramı ilk olarak Suriyeli filozof Sadık Celal el-Azm tarafından Edward Said’i eleştirmek için kullanılmıştı. El-Azm, farklı toplumları incelemenin (özelikle Şarkiyatçılar için) kasten kötü niyet taşıdığı hakkındaki Said’in düşüncesini reddetmişti. Ona göre, kendisininkinden farklı olan kültürleri ve toplumları inceleme arzusu hemen hemen bütün toplumlarca paylaşılan genel bir eğilimdi. Ötekiliğin oluşumdaki temel öncülün yaratıcı bir dışsallatırma olduğunu ve ben/öteki ikiliğinin evrensel bir analiz eğilimi olduğunu öne süren el-Azm, Edward Said’in, Doğu ve Batı arasındaki ayrımı sürdürerek, görünüşte eleştirmek üzere çıktığı yolda Şarkiyatçılığın özcülük hatasına düştüğünü iddia ediyordu. Mehrzad Boroujerdi’ye göre ise, ‘tersine Şarkiyatçılık’, ‘Doğu’lu entelektüel ve siyasi seçkinlerin ‘doğru’ ve ‘gerçek’ kimliklerini yeniden ele geçirme ve nihayet kendilerine mal etme iddiasıyla kullandıkları bir söylemdi. Ona göre, Garbiyatçılık tanım icabı İslamcı düşüncelerin harcında bulunur.
GARBİYATÇILIĞIN DOĞULU KÖKLERİ
Aslında Garbiyatçılığın ortaya çıkışıyla ilgili iki teori var. Bunlardan ilki El Azm ‘ın da dediği gibi Garbiyatçılığın esas olarak Müslüman dünyanın Batı ile ilişkilerinden doğduğunu ileri sürüyor. Örneğin Amin Maalouf, Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri adlı eserinde Arapların, bütün Haçlı Seferleri boyunca, Batı’dan gelen yeni fikirlere direndiklerini söyler. Ona göre bu saldırıların en kötü etkisi Arapların kendi içine kapanmasıdır. İstilacı açısından, fethedilen halkın dilini öğrenmek bir beceri iken; yenilenler için fatihin dilini öğrenmek bir uzlaşma, hatta bir ihanettir. Böylece çok sayıda Frenk Arapça öğrenirken, ülke halkı, birkaç Hıristiyan’ın dışında Batılıların dili karşında kayıtsız kalmıştır. Haçlı seferleri, Batı Avrupa için ekonomik ve kültürel gelişmenin önünü açarken, Doğu’da Müslüman topraklarda engellenemez bir gerileme dönemi başlatmıştır. Bu tarihten itibaren gerek küçük Müslüman devletlerinin birbirleriyle olan mücadeleleri, gerekse batıdan Frenklerin ve doğudan Moğolların istilası nedeniyle İslam dünyası kendi içine kapanmıştır. Dayanıksız hale gelmiş, savunmaya çekilmiş ve hoşgörüsüz olmuştur. Bu oluşumlar, Müslüman dünyayı Avrupa’nın sosyal ve ekonomik gelişmesinden uzaklaştırmıştır. Arapların gözünde ‘gelişme’ artık ‘öteki’ olan Avrupa modernizmini ifade etmektedir. Bu bağlamda, onlar iki farklı tavır arasında çelişmişlerdir: Modernizmi reddederek dini ve kültürel temelli kimliğe sarılmak veya kimliğini kaybetme riskini alarak modernizmi kabul etmek…
ARAPLARIN NAHDA HAREKETİ
Bu ikilemin sorunsal olarak ortaya çıktığı dönem ise Arapların Nahda (Uyanış) hareketi, Osmanlı hâkimiyetinde yaşayan ve devletin güç kaybetmesinden rahatsız olan Arap entelektüellerin arasında düşünsel anlamda toplumun ve İslam dininin yeniden yorumlanması olarak ortaya çıkmıştı. Başka bir deyişle Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı’nın ‘Şark Sorunu’ içinde çözülmeye başladığı bir dönemde, Araplar toplumunun yeniden inşasına yönelik bir örgütlenme hareketiydi.
Nahda entelektüellerinin en temel sorunsalı Müslümanların aynı zamanda hem otantik hem de modern olabileceği sorunsalıydı. Nahda düşünürleri, modern dönemde İslam’ın yüzyılların uyuşukluğundan kurtarmak için mücadele etmişlerdi. Onlar İslam’ın doğasının rasyonel olduğuna inandıkları için İslami düşüncenin ‘Modern Çağ’da da geçerli olduğunu ileri sürmüşlerdi. Amaç, İslam’ın akılcı yönüyle hem Müslümanların iç durumlarını geliştirmeyi hem de Batı’dan gelen kültürel ve politik tacizlerine karşı mücadele etmekti. Mücadele esas olarak üç biçimde yürütüldü. Birincisi gelenekçiliğin dar yorumlarını aşmak için Kuran’a ve sünnete dönüldü. İkincisi parçalanması muhtemel Osmanlı İmparatorluğu sonucunda ortaya çıkan milli devletlere karşı ümmetin bütünlüğünü esas alan bir ideoloji geliştirildi. Üçüncüsü Batı’ya karşı fiziksel direniş örgütlendi. Bu bağlamda Hasan El Benna ve ardılı Seyid Kutub’un başını çektiği Müslüman Kardeşler hareketinin önemli yeri var. (Bu konudaki yazımı okumak için tıklayın)
SELEFİLİK’TEN İSLAMCILIĞA
Bu üçayaklı ideolojiye veya fikir hareketine ‘İslamcılık’ demek mümkün. En genel anlamıyla İslamcılık, İslam’ı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlak, felsefe, siyaset, hukuk, eğitim ve öğretim vd) yeniden hayata hakim kılmak ve akılcı bir metotla İslam dünyasını Batı sömürüsünden, zalim yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden kurtarmak; medenileştirmek, birleştirmek, kalkındırmak için yürütülecek her türlü hareket olarak tanımlanıyor. İslamcılığın kökleri (dün televizyonlarda Eski Paris Büyükelçisi Uluç Özülker’in iddia ettiği gibi esas olarak II. Dünya Savaşı sonrası fenomeni olan ‘kötü’ ABD politikalarına değil) 7. Yüzyılda yaşamış olan Ahmed bin Hanbeli’nin başlattığı Selefiye akımına kadar gider. Selefiye esas olarak İslam’ın temel kaynakları olan Kuran’a ve Sünnet’e dönmek demektir. Yüzyıllarca gizli bir akım olarak varlığını sürdüren Selefiye, 13. Yüzyıl ilahiyatçıları İbn-i Teymiyye ve onun öğrencisi İbn Kayyim’el-Cevziyye tarafından yenilenmiş, 18. Yüzyılda Hicaz’lı ilahiyatçı Muhammed bin Abdulvehhab, Selefiye düşüncesini Vehabilik adı altında bir mezhebe dönüştürmüştür. (Bu konudaki yazımı okumak için tıklayın) Selefilik 19. yüzyıldan itibaren modernist olarak nitelendirilen İslami guruplarca İslami Diriliş, Modern İslami Düşünce, İhyacılık, İslami Reform, Islahatcılık veya Çağdaş İslami Düşünce gibi çeşitli isimler altında yeniden üretildi. Bu akımların güç aldığı kötü politikaları Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışından II. Dünya Savaşı’na kadarki dönemde henüz Ortadoğu’da varolmayan ABD’ye değil, olsa olsa Britanya İmparatorluğu ve Fransa’ya yıkabiliriz. Bu iki gücün etkilerini çeşitli yazılarda irdelemiştim. (Örneğin 1916 Skyes-Picot Anlaşması’na dair şu yazıma bakabilirsiniz: Okumak için tıklayın)
Bu yüzden hızla ilerlersem, 1948’de İsrail Devleti’nin kurulması ve 1967’de Arap-İsrail Savaşı’nda Arapların Batı’nın uzantısı olarak gördükleri İsrail karşısında büyük bir yenilgi almasıyla, Arap entelektüelleri ciddi bir şok ve şaşkınlık yaşadılar. Yenilgi ‘kendi’ ile karşılaşmayı‘öteki’ ile karşılaşmadan çok daha sorunlu hale getirdi. Lübnanlı yazar İlyas Khuri’ye göre, 1967 yenilgisi Arap düşüncesinde bilincin yokluğu, planlamanın yokluğu ve benliğin yokluğu olarak ortaya çıktı. Bu tarihten itibaren gerek sol kanattan Yasin el-Hafız, Sadık Celal el-Azm ve Abdullah Laroui, gerek sağ kanattan Yusuf el-Kardavi ve Constantine Zurayk gibi düşünürler neden yenildiklerini ve bu duruma çare bulmak için ne gibi adımlar atmaları gerektiği üzerine kafa yormaya başladılar. Bulunan cevaplar için ciltlerle kitap yazabiliriz. Cevapların işe yarayıp yaramadığını ise Ortadoğu’nun içinde bulunduğu durum gösteriyor. Varılan bu noktada Radikal İslamcılık, Cihadçılık gibi kavramları ve bunların en uç temsilcisi olan IŞİD’i hepimiz tanıyoruz artık.
İRAN İSLAM DEVRİMİ’NİN ETKİLERİ
Sünni dünyasında bunlar olurken, Şii dünyasında kaynıyordu. 1970’lerde İran’da Şah Pehlevi’nin ‘Beyaz Devrim’i sonucunda kırsal bölgeden kentlere yoğun bir şekilde göç eden halk karşılaştıkları ekonomik zorluklar yüzünden giderek Batılı yaşam biçimini benimsemiş laik kesime ve sisteme karşı muhalefetini arttırmıştı. Avrupa ve daha genel anlamıyla Batı, İran’da geniş bir entelektüel çevre içinde kültürel hastalık anlamına gelen ‘Batıcılık/Garbzedelik’ terimiyle karşılanmıştır. İran’lı entelektüel Celal el-Ahmed şöyle demişti örneğin: “Garbzedelik hastalığından veremden, vebadan söz eder gibi söz ediyorum. Fakat belki bu hastalık daha çok buğday biti istilasına benziyor. Onların buğdaya içeriden nasıl saldırdıklarını gördünüz mü? Kabuk dokunulmadan kalır. Sadece bir kabuk … Tıpkı bir ağacın üstündeki içi boş bir koza gibi. Her neyse ben bir hastalıktan bahsediyorum: Kendisinden çabuk etkilenilen bir çevrede çabucak yayılan bir hastalıktan.”
Ali Şeriati üçüncü dünya entelektüelleri arasında İslam'ı bir kurtuluş mücadelesi ve ideolojisi olarak kullanan en etkili ve görüşleri en yayılmış İranlı yazarlardan biridir. Özellikle, Martinikli Frantz Fanon'un Yeryüzünün Lanetlileri ve Siyah Deri Beyaz Maske kitaplarında oluşturduğu düşüncelerinden çok etkilenen Ali Şeraiti, 1950’lerde, Paris’te kaldığı dönemde, kendisi gibi bu şehirde yaşayan ve siyasi ve düşünsel düzeyde kimlik mücadeleleri veren üçüncü dünya entelektüelleri ile iletişime geçmiş, bağımsızlık hareketlerinden etkilenerek Cezayir’in kurtuluşuna makaleleri ile destek vermişti. Bu dönem Batılı olsun olmasın, hiçbir yazarın Batı’nın tartışılmaz bir model olmadığını düşündüğü bir dönemdi. Şeriati, Batı’nın karşısına otantik bir toplum modeli ve İslam dinini bu modelin temeline oturtan bir bakış açısı benimsiyordu. Bu model zamanla, Batı’nın tıpkı el-Ahmed'de olduğu gibi bir zehir, bir düşman ve hastalık imajlarını üretmeyi sağlayan bir söyleme sahipti. Bir fikir vermesi açısından Ali Şeriati’nin şu çağrısını aktarayım: “Gelin dostlar Avrupa’yı terk edelim; onu maymunca taklit etmekten vazgeçelim. Durup dinlenmeden insanlıktan söz eden, ama nerede insanlara rastlarsa onların kökünü kurutmaya çalışan bu Avrupa’yı kendi kaderi ile baş başa bırakalım.”
Bir başka İranlı düşünür Seyyid Hüseyin Nasr da Batı’yı ‘hastalık’ metaforuyla ele alacaktı. Örneğin Nasr’a göre Rönesans kavramı Greko-Romen putperestliğin manevi açıdan sapkın öğelerini yeniden gündeme getiren, İslam'ın yerini almak üzere dirilen Cahilliye çağının kültür ve değerler yapısını ifade etmekteydi. İlginç olan (veya olmayan) ise Nasr’ın üniversite eğitimini ABD’de alması, 958’de ülkesine dönmesi ve 1979 İran İslam Devrimi’nden sonra tekrar ve temelli olarak ABD’ye göçmesiydi…
İran’da bu ‘zalim’ ve ‘mazlum’ ayrışması, önceleri toplumdaki aristokrat ve dışa bağımlı kapitalistler ile orta sınıf-işçi ve köylü arasındaki ayrışmayı temsil eden bir üçüncü dünya terminolojisi iken; 1979 İran İslam Devrimi’nin lideri Humeyni tarafından bu söylem zamanla ‘Batı’ ile ‘Müslümanlık’ ikilemine dönüştürüldü. Böylece zaman ve mekânın ikiye bölündüğü bir dünya algılaması Batı’nın ötekileştirilmesini derinleştirdi. İran İslam Devrimi, Ürdün, Mısır, Tunus, Fas ve Cezayir'deki kendi siyasi sistemleriyle hoşnut olmayan kökten dinci grupların yeniden güçlenmesini sağladı.
GARBİYATÇILIĞIN BATILI KÖKLERİ
Garbiyatçılığın kökenini başka yerlerde arayanlar da oldu. Örneğin Hollandalı Ian Buruma ve İsrailli Avishai Margalit, 2004’de yayınladıkları Garbiyatçılık:Düşmanlarının Gözünde Batı adlı kitaplarında Doğu’nun Batı’yı nasıl ahlaksızlığa, çürümüşlüğe, makineleşmeye indirgediğinin izlerini sürerken, garbiyatçılığı otomatik olarak şarkiyatçılığın karşısına koymamışlardı. Yazarlara göre günümüzde İslamcı köktenciliğin bayraktarlığını yaptığı Batı kentlerinde yaşayanların ruhtan ve ahlaktan yoksun oldukları iddiası, Batı ekonomilerinin aç gözlü bir iştaha ile yönlendirildiği ya da finans dünyasını Yahudi komplosunun yönettiği meselesi hiç yeni temalar değildi. Hele, 20. Yüzyılda ortaya çıkmış İslami ve/veya Ortadoğulu kavramlar hiç değildi. Aksine 15. yüzyıl Reform Hareketi, 18. yüzyıl Alman Romantizmi, 19. yüzyıl Panslavizmi, 1930’ların faşizmi, nasyonal sosyalizmi ve komünizmi ile 1940’ların Japon Şintoizminin, 1980 sonrasının radikal İslamcılığının ve küreselleşmenin ortaklaşa doğurduğu bir kanser uruydu, bizzat Batı’nın (Frenkistan’ın) yarattığı bir çeşit Frankeştayn canavarıydı. Ancak bu canavarın yüzyıllardır ağır sosyal, ekonomik, politik, kültürel sorunlarla boğuşan ‘İslam Dünyası’nda kendisine mümbit bir toprak bulduğu açıktı…
İster Doğu ister Batı kökenli olsun, “Garbiyatçılık Şarkiyatçılığın, Batı’nın ya da yerel despotların açtığı yaralara merhem olabildi mi?” sorusuna Doğulunun kendisini ‘ezilmiş bir masum’ olarak sunma kolaycılığının ardına gizlendiğini ve kimliğini İslam gibi farkları göz ardı eden ve tamamen kendine ait özellikler üzerinden kurarak, Batı'ya alternatif oluşturduğunu sandığını söyleyen Edward Said’in bu soruya cevabı kesin bir ‘hayır’ olmuştu. Ancak bu cevap bile Pakistanlı yazar İbn Warraq’ı ikna etmemişti. Warraq’a göre, Said’in Şarkiyatçılık kitabı bütün bir Arap kuşağına kendine acıma sanatını, “kötü emperyalistler, ırkçılar ve Siyonistler olmasa, gene olağanüstü bir durumda olurduk” fikrini öğretmiş; 1980’li yılların İslamcı köktendinci kuşağını yüreklendirmiş; İslam’a yönelik her tür eleştiriyi sessizliğe mahkûm etmiş, hatta bulgularıyla İslami duyarlıkları incitebileceklerinden korkan ve şarkiyatçılıkla yaftalanma riskini göze alamayan seçkin İslam bilginlerinin araştırmalarını durma noktasına getirmişti.
ABD’NİN YEŞİL KUŞAK PROJESİ
Ancak, 1979’da Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesi üzerine ABD Başkanı Jimmy Carter ve danışmanı Zbigniew Brzezinski’nin yürürlüğe koyduğu ünlü Yeşil Kuşak Projesi’ni anmazsak hikayemiz çok eksik kalır.
Yeşil Kuşak Projesi, Batı Bloğu ile Doğu Bloğu arasında, 1947-1991 yılları arasında, nükleer silahların dehşet dengesi üzerine inşa edilmiş, ‘sürekli gerginlik ve sınırlı çatışma’ esasına dayanan Soğuk Savaş yıllarının ürünü bir doktrin olarak ortaya çıkmıştı. Buna göre, kapitalist bloğun başını çeken ABD, Sovyetler Birliği’nin temsil ettiği sosyalist ideolojinin Kafkaslar, Ortadoğu ve Asya'da yayılmasını önlemek için, ı bir tarafta kontr-gerilla biçimindeki çekirdek askeri oluşumlara giderken, bir tarafta da ABD ile bağlantılı anti-komünist Müslüman örgütler kurmuştu.
PAKİSTAN-SUUDİ İŞBİRLİĞİ
O yıllarda Afganistan’daki mücahitler (=din savaşçıları) çeşitli fraksiyondan oluşuyordu. Bunların hemen tamamı birbiri ile toprak anlaşmazlıkları, kan davaları ya da esrar ticaretinin kontrolü gibi nedenlerle savaş halindeydi. Ama ABD ne yapıp edip bunları bir araya getirmeyi başardı. Bu doktrinin en önemli uygulayıcıları arasında Pakistan ve Suudi Arabistan vardı. 1983-1987 arasında Pakistan Gizli Servisi (ISI) adına bölgede faaliyetleri organize eden General Yusuf’un 1992’de yayınlanan The Bear Trap (Ayı Tuzağı) adlı kitaba bakılırsa Suudi Arabistan, 1 milyar doların üstünde yardımla kampanyaya destek verirken, ISI, tüm üyeleriyle Afgan Mücahitlerinin eğitimini üstleniyordu. Bazı kaynaklar ise Türkiye ve İsrail’in de önemli roller oynadığını ileri sürmüşlerdi. Örneğin yıllarca bölgede Woodrow Wilson International Centre for Scholars adlı kurum adına faaliyet gösteren ve ABD’nin Asya ile ilişkilerini konu alan 5 kitabın yazarı olan Selig Harrison’a göre, Pakistan Devlet Başkanı Ziya ül Hak kendisine “Pakistan’ın etki alanını Afganistan, Özbekistan ve Tacikistan yoluyla İran ve Türkiye üzerine kadar yaymayı” planladığını anlatmıştı. Anlaşılan sadece ABD’nin değil onun küçük ortaklarının da büyük hevesleri vardı.
Sonuçta CIA, başta Mısır, Çin, Polonya, İsrail olmak üzere dünyanın başka yerlerinden toparladığı her türlü silahı mücahitlere akıtıyor, terör ve imha ekipleri mücahitleri eğitiyorlar, kimyasal ve elektronik zamanlama aletlerinin nasıl kullanılacağını, bombaların nasıl yapılacağını, uydu iletişiminden ve internetten nasıl faydalanılacağını öğretiyordu. Mücahitler tarafından ilk kullanılan batı tipi uçaksavar sistemleri İsviçre yapımı Oerlikon’lar ile İngiliz yapımı Blowpipe füzeleri idi. Daha sonra da ABD’li Stinger’ler geldi. Fakat mücahitlerin ABD’li uzmanlardan öğrendiği en büyük yenilik uydu iletişimin nasıl kullanılacağıydı.
REAGAN’IN KATKILARI
1981’de Başkan seçilen Reagan her ne kadar Orta Amerika’yı stratejik açıdan daha önemli görüyorsa da Carter politikalarını devam ettirdi. 1983-1987 arasında ABD’den götürülenler arasında uzun menzilli silahlar, anti-tank füzeler, uydu iletişim araçları, C-4 plastik patlayıcılardan tonlarcası ile milyonlarca Kuran da vardı. 1984’de Amerikan kongresinin iki üyesi Teksas’lı Demokrat Senatör Charles Wilson ile New Hempshire’lı Cumhuriyetçi Senator Gordon Humprey Afganistan’daki mücahit kamplarını ziyaret ettiler. ABD artık Yeşil Kuşak Projesini açık açık sahip çıkıyordu. Bunun sonucu olarak 1987’de askeri yardım miktarı 65 bin tona ulaştı. Ancak Washington Post Gazetesi’nde 23 Mart 2002’de yayınlanan bir haberden anlaşıldığına göre ABD’nin Afganistan’daki müdahalesi sadece askeri eğitimle sınırlı değildi. Ülkede İslami bir yönetimin kurulmasını kendine şiar edinmiş olan Amerikan yönetimi Nebraska Üniversitesi’ne Afganistan okullarında kullanılmak üzere kitaplar hazırlanması görevini vermişti. Agency for International Developement (AID) adlı kuruluş tarafından 6,5 milyon dolarla finanse edilen ve Pakistan’ın Peşaver kentinde basılan 10 milyon kitap görenlere bakılırsa ellerinde modern silahlarla Sovyet hedeflerine saldıran ‘kahraman mücahitleri’ gösteren resimleri ile dikkat çekiyordu. Ama metinler çok daha vahimdi.
AFGANİSTAN İSLAM CUMHURİYETİ
ABD’nin bu çok yönlü saldırısı karşısında yenildiğini kabul eden SSCB 1989’da birliklerini geri çekti. Bu tarih aynı zamanda SSCB’nin de dağıldığı yıldı. İki yıl süren bir kargaşa döneminden sonra ABD ve Rusya yerel güçlere yardımı kesmeye söz verdiler ve mücahitler Nisan 1992’de başkent Kabil’e girerek İslam Cumhuriyeti’ni ilan ettiler. Tacik kökenli Burhaneddin Rabbani devlet başkanlığına getirilirken, köktendinci Gülbeddin Hikmetyar başbakan ilan edildi. (CB Erdoğan’ı Hikmetyar’ın dizlerinin dibinde otururken gösteren fotoğraf bu yıllarda çekilmişti.)
Geride bir milyondan fazla ölü, 500 milyon öksüz-yetim ve sakat kalmıştı. Ülkenin tüm toprakları talan edilmiş, binaları yıkılmış, halk açlık ve yoklukla karşı karşıya bırakılmıştı. Yeşil Kuşak, II. Dünya Savaşı’ndan beri yürütülen en önemli toplumsal dönüşüm projesiydi. Sonunda amaca ulaşılmış, SSCB ve Doğu Bloğu tarihe karışmıştı. Daha da önemlisi gerektiğinde yönlendirilebilecek onlarca İslamcı silahlı grup oluşturulmuştu.
Orta Asya’daki eski Sovyet cumhuriyetlerinde gizli İslam partilerinin ortaya çıkışı ABD’nin Yeşil Kuşak Projesi ile eş zamanlıydı. Örneğin 1992'de Tacikistan’da iktidara gelen İslami Yeniden Kuruluş Partisi’nin liderlerinden biri olan Bici Devlet Osman, seçim zaferinin ardından verdiği demeçte “biz bu zafere 17 yıl hazırlandık” demişti. Bu partinin Suudi Arabistan kökenli Vahabi mezhebiyle bağlantısı biliniyordu. Bazı uzmanlarca Yeşil Enternasyonel Projesi olarak adlandırılan bu Vahabi hareket bugün Yugoslavya’dan Orta Asya’daki Türki cumhuriyetlere kadar geniş bir coğrafyada giderek etkisini arttırmış durumda.
USAME BİN LADİN
1982-1992 arasında 43 İslam ülkesinden yaklaşık 50 bin Müslüman’ın Afganistan’ın Peşaver yakınlarındaki kamplarda ABD ve Pakistanlı uzmanlar tarafından eğitildiği sanılıyor. Sovyet Afgan savaşından sonra Afganistan Başbakanı olan köktendinci Gülbeddin Hikmetyar’ın sadık adamlarından Nur Emin’in tabiriyle, Afganistan’daki bu cihat üniversitelerinde yetişenlerden en ünlüsü olan Usame Bin Ladin’di. 1990’da Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra, ABD Yeşil Kuşak Projesi’nden vazgeçince Bin Ladin bu kamplardan ayrılmak zorunda kalan militanları Yemen’e ve Sudan’a yerleştirdi. Bu durumun ilerde kendileri için tehlike oluşturacağını gören Suudi Arabistan’ın kendisini ‘istenmeyen adam’ ilan etmesi üzerine, bir zamanlar çok yardımcı bulunduğu Peştun kökenli Taliban örgütünün (Taliban Peştunca ‘öğrenciler’ anlamına geliyor) yardımıyla Afganistan dağlarında bir yerlerde gizli yaşamaya devam eden Bin Ladin 2010 yılında öldürülünceye kadar ABD’nin korkulu rüyası olmaya devam edecekti.
BREZİNSKİ’NİN İTİRAFLARI
Ocak 1998’de Fransa’nın Le Nouvel Observateur gazetesince 1997’de The Global Chessboard (Küresel Satranç Masası) adlı kitabıyla gündeme yerleşen Zibignew Brezinski ile yapılan bir röportaj çok yankı uyandırmıştı. (İddialara göre gazetenin iki versiyonu vardı ve Milli Kongre Kütüphanesine gönderilen tek örnek dışında, ABD’ye gönderilen kısa versiyonda söz konusu röportaj yer almamıştı.) Röportajı yapan gazeteci, o günlerde From the Shadows (Gölgelerden) adlı bir kitabı yayınlanan CİA’nın eski başkanı Robert Gates’in anılarından hareketle Başkan Carter’ın daha önceden inanılanın tersine Afganistan’a müdahale kararını, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’i işgalinden tam altı ay önce verip vermediğini soruyordu. Brezinski bunu doğruladığı gibi bu politikanın SSCB’nin Afganistan’i işgali için bir kışkırtma niteliği taşıması ihtimalini hatırlatan pişman olup olmadığını soran gazeteciye “Ne için pişman olmalıyım? Bu gizli operasyon gayet mükemmel bir fikirdi. Başkan’a böylece SSCB’yi kendi Vietnam savaşına sokmak fırsatına sahibiz diye yazmıştım. Gerçekten de 10 yıl kadar sonra Moskova savaşı sürdüremez hale geldi ve sonunda Sovyet imparatorluğu sona erdi’’ diye cevap veriyordu. Gazetecinin “yani geleceğin teröristlerine silah ya da tavsiye vererek onları desteklemiş olmaktan da mı pişman değilsiniz?’’ sorusuna Brezinski’nin yanıtı: “Dünya tarihi açısından hangisi daha önemlidir? Taliban mı yoksa Sovyet imparatorluğunun yıkılması mı?’’ olacaktı. Bu, gerçekten üzerinde tartışılmaya değer bir yanıttı. Carter’ın 2002 yılında Nobel Barış Ödülünü almasına bakılırsa tartışmada haklı bulunan taraf, o günlerde Carter-Brezinski ikilisiydi. Ama bu gün bu soruya başka cevaplar verenler var.
NE OLACAK?
Çoğu kişi için 2003 Irak Savaşı ile Samuel Huntington’un ‘Medeniyetler Çatışması’ kehanetinin gerçek olmasında ya da zaten olacak olanı hızlandırmasında, ABD’nin önemli rolü olmuştu. (ABD’nin Ortadoğu politikaları ayrı bir yazı konusu) Ancak Başkan Obama ile birlikte tüm dünyada ABD politikalarının değişeceği konusunda güçlü bir umut da doğmuştu. 2009 yılında peşinen Nobel Barış Ödülü ile taltif (veya teşvik?) edilen Obama’nın (ki Brezinski’nin hizmet verdiği Başkan Carter’ın 2002 yılında Nobel Barış Ödülü’nü aldığını hatırlayınca), Irak ve Afganistan konusunda doğru politikalar izleyeceği konusunda emin olamamıştık ama Obama’nın Amerikan halkına verdiği Afganistan’dan ve Irak’tan çekilme sözlerinin esas itibariyle (Libya bombalaması hariç) yerine getirdiğini gördük. Ancak IŞİD yayılmacılığına karşı ABD’yi yeniden göreve çağıranlar çoğaldı. Son Paris katliamları, IŞİD’e karşı topyekun bir savaşa mı neden olacak yoksa bazılarının dediği gibi (ki ben bu teze katılmıyorum) IŞİD zaten ‘Frenkistan’ın Frankeştayn’ı olduğu için (Türkiye'deki pek çok yorumcu neredeyse son Paris katliamlarından Batı'yı sorumlu tutma eğiliminde) IŞİD benzeri oluşumları azdırıcı adımlar mı atılacak, buna zaman gösterecek…
Özet Kaynakça: Edward W. Said, Şarkiyatçılık, Çeviren: Berna Ülner, Metis Yayınları, 1999; Amin Maalouf, Amin, Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri, Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay, Telos Yayınları, 1998; İbrahim M. Abu Rabi, Çağdaş Arap Düşüncesi:1967 Sonrası Arap Entelektüel Tarihi Araştırmaları, Çeviren: İbrahim Kapaklıkaya, Anka Yayınları, 2005; Mehrzad Boroujerdi, İran Entelektüelleri ve Batı, Çeviren: Fethi Gedikli, Yöneliş Yayınları, 1996; Celal El-Ahmed, Batılılaşma Hastalığı, Çeviren: Fatmanur Altun, Yöneliş Yayınları 2000; Ali Şeriati, Medeniyet ve Modernizm, Çeviren: İsa Çakan, Yeni Zamanlar Yayınları 2005; Hasan Hanefi, “Oryantalizmden Oksidentalizme”, Uluslar arası Oryantalizm Sempozyumu. Çeviren: Hakan Çopur İ.B.B.Kültürel ve Sosyal İşler Daire Bşk. Kültür Müd.Yayınları, 2007; Ian Buruma&Avishai Margalit, Garbiyatçılık:Düşmanlarının Gözünde Batı, Çeviren: Güven Turan, Yapı Kredi Yayınları, 2009; Daryuş Şayegan, Yaralı Bilinç: Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni, (Çev.: Haldun Bayrı), Metis Yayınları, 2002.
.
ABD dış politikası ve 'Kürtlerin trajedisi'
22.11.2015 - Bu Yazı 515 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Geçen hafta IŞİD’in Paris’te gerçekleştirdiği katliamlar yüzünden konu değişikliğine gitmiş ve Seyit Rıza’nın idamının 78. yıldönümü vesilesiyle kaleme aldığım Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Doğu Faciası’ dediği 1937-1938 Dersim Harekatları’na yönelik tavrıyla 1937’de Urfa civarındaki Karaköprü’de yaşanan Karaköprü Olayı’na dair yazımı rafa kaldırmıştım. Bu hafta onu yayımlamayı düşünürken, hafta için Leyla Zana’nın TBMM’de, milletvekili yeminindeki ‘Büyük Türk milleti’ifadesini ‘Büyük Türkiye Milleti” ne dönüştürmesiyle yaşanan ‘mini kriz’ gündeme girince, bu sefer milletvekili yemininin tarihçesine dair bir yazı kaleme aldım. Ama hafta sonuna geldiğimizde bu kriz unutulmuştu bile. Kısacası ışık hızıyla değişen gündeme yetişmeyi başaramamıştım. Sonunda, Dersim yazısını momenti kaçtığından, Leyla Zana ve yemin yazısını, önümüzdeki hafta TBMM Başkanı seçimlerinden sonra yeniden gündeme gelmesi muhtemel olduğundan yedeğe alıp, bu hafta IŞİD’e karşı ortak operasyon dolayısıyla giderek ilginçleşen ABD-Kürt ilişkilerinin geleceği konusunda bana fikrimi soranlara cevap vermeye karar verdim. Tarihin yanısıra siyaset bilimi de tahsil etmeme rağmen, gelecek konusunda (hele de Ortadoğu’nun geleceğini) tahmin edecek kadar ferasetli değilim (Ahmet Davutoğlu’nun kulakları çınlasın), ama taraflar arasındaki ilişkilerin tarihte nasıl geliştiği konusunda fikir verebilirim.
MONROE DOKTRİNİ
Önce ABD’nin dünya politikalarını özetleyeyim. Başkan James Monroe’nin adıyla anılan Yalnızcılık (izolasyonizm) politikasına göre ABD, 1823 yılında Yeni Dünya ile Eski Dünya’nın farklı sistemlere dayandığını ve iki ayrı dünya olarak kalmaları gerektiğini ilan etmişti. ABD bundan böyle Avrupa ülkelerinin içişlerine ya da aralarındaki savaşlara karışmayacak, Batı Yarıkürede var olan sömürgeci ilişkileri tanıyacak ve bunlara herhangi bir müdahale yapmayacaktı. Buna karşılık Batı Yarıküre Avrupa’nın yeni sömürgeci faaliyetlerine kapalı tutulacak, herhangi bir Avrupa ülkesinin Amerika kıtasındaki devletlere yönelik herhangi bir faaliyeti ABD’ye yöneltilmiş saldırı olarak kabul edilecekti. Önceleri Monroe İlkeleri, 1852’den beri ise Monroe Doktrini denen bu ilkeler yüzünden 1860’larda Senatör William H. Seward’ın Alaska, Kanada, Meksika, Orta Amerika, Karayipler, İzlanda, Grönland, Hawai ve diğer Pasifik adalarını ilhak etmeye ilişkin gözüpek planları ilgi görmemiş, sadece 1867’de Alaska’nın Rusya’dan 7,2 milyon dolara satın alınması ve Pasifikteki Midway adasının işgali ile yetinilmişti. Yayılmaya karşı çıkışın iki nedeni vardı: Birincisi o günlerde emperyalizm ABD’nin cumhuriyetçi ilkeleri ile bağdaşık görülmüyordu. İkinci olarak Amerikan halkı değişik kültürler, diller ve dinlerle karışmak istemiyordu.
ALFRED MAHAN VE PLATT TADİLATI
1890’ların ortalarından itibaren bu tutum değişmeye başladı. Bir deniz stratejisti olan tarihçi ve amiral Alfred Thayer Mahan’ın The Influence of Sea Power Upon History 1660-1783 (Deniz Gücünün Tarih Üzerindeki Etkisi, 1660-1773)) adlı kitabında dediği gibi “kim ki dalgaları yönetir, dünyayı da yönetir” sözü ABD’nin ileride dünyanın en büyük deniz gücü olmasıyla sonuçlanacak atağın başlamasına neden oldu. Mahan’ın kitabını kopya ettirip Alman Deniz Kuvvetlerinin bütün gemilerine koydurtan Alman Kayzeri II. Wilhelm, 1889’da gözünü ABD’nin egemenlik alanı içinde sayılan Samoa Adaları’na dikince ABD ile Almanya’nın arası açıldı. Bunu 1891’de Şili’nin Falkland Adaları yüzünden, 1895’de Venezuela yüzünden İngilizlerle savaşın eşiğine gelinmesi izledi. 1898 tarihli Paris Andlaşması ile Guam ve Porto Rico, Filipinlerden 20 milyon dolar karşılığı satın alındı. En nihayet 1903’de Platt Tadilatı ile Küba’nın ABD yönetimi altına alınmasından sonra bölgeyi ziyaret eden senatör Redfield Proctor, ABD’nin yalıtılma politikasından müdahale politikasına döndüğünü müjdeledi. Yani gün pasifist Monroe Doktrini’nin değil, Beyaz ırktan Hıristiyanların, yani bugün WASP şeklindeki kısaltmasıyla Beyaz Anglo-Sakson Protestanların diğer bütün ırklara üstün olduklarına ve onlara tanrı tarafından siyah ırkları medenileştirme görevi verildiğine inanmak şeklinde özetlenebilecek Manifest Destiny (Kader İnancı) taraftarlarının günüydü. Bunun bedeli dünya halkları için çok ağır olacaktı.
(Alfred Mahan-soldan dördüncü- 1899’da Hague/La Haye Konvansiyonu’nda)
ROOSEVELT GEREKÇESİ
1904’de T. Roosevelt tarafından formüle edilen Roosevelt Gerekçesi’ne göre “ABD medenileşmiş bir ulus olduğu için Batı yarımküredeki ‘kronikleşmiş yanlışlıklara’ müdahale etme hakkına sahipti.” 1905’de Almanların göz diktiği Santo Domingo'nun iktisadi kontrolü ele geçirildi, Pasifik’teki yeni toprakları kabul ettirmek için Japonya’ya baskı yapıldı, 1906’da Algerias Konferansı’na katılmak suretiyle Fas meselesine burun sokuldu. 1911’de Nikaragua’daki yönetim devrildi, bununla da yetinmeyip ülke işgal edildi. Aslında oyların cumhuriyetçi adaylar Taft ve Roosevelt tarafından bölünmesinden istifadeyle 1912 seçimlerini kazanan demokrat Wilson izolasyonistlerin tekrar iktidara gelmesini simgelemiş görünüyordu ama durum hiç de öyle gelişmedi. Wilson kendini şöyle tanımlamıştı: “Ben insani özellikler ve alyuvarlardan çok kanaatler ve akademik endişelerden oluşmuş muğlak ve farazi bir kişiliğe sahibim. Bakalım sonunda ne olacak?”
PASİFİZMDEN MÜDAHALECİLİĞE
‘Barışçı’ Wilson’un ilk işi ‘pasifist’ William Jennings Bryan’ı Dışişleri Bakanı olarak atamaktı ama “Latin Amerikalıları iyi adamları seçmeyi öğrenmeleri için eğitmek gerektiğini” düşündüğü için ABD’nin ‘arka bahçesine’ askeri müdahalelerden de kaçınmadı. 1913’de de Meksika’ya asker gönderdi. 1915’de Haiti’yi işgal etti. (Bu işgal 1934’e kadar devam etti.) 1914-1916 arasındaki Meksika İç Savaşı sırasında ülkenin kuzeyi ve liman şehri Vera Cruz’un yanısıra 1916’da Dominik Cumhuriyeti’ne bir denizci birliği yollamayı ihmal etmedi. 1917’de Virgin Adalarına ve British Jamaica’sı hariç tüm Karayip adalarına çıkıldı. O yılların iyi işlerinden biri Çin’le Open Door Policy (Açık Kapı Politikası) uygulamaya konulmasıydı. Elbette Çin için değil ABD için iyiydi bu. Ancak bu durum uzun sürmedi ve 1914 Ağustos’un Birinci Dünya Savaşı patlayınca ABD Monroe Doktrini uyarınca savaşa katılmamaya karar verdi.
Ülkeyi savaşa sokmadığı için ikinci kez seçilen Wilson’un 8 Ocak 1918’de ilan ettiği ünlü 14 İlke’si gizli diplomasiyi, silahlanmayı, iktisadi engelleri mahkum ederek, vatandaşlık haklarını ve bir milletler cemiyetinin güven altına alacağı devletler arasında eşitlik prensibini ortaya koymayı amaçlıyordu fakat sonuçta ABD etkin bir uluslar arası aktör olmaktan ziyade barış konferanslarında müşahit bulunduran etkisiz bir ülkeye dönüşmüştü. 1934’de Haiti ve Nikaragua’dan çekilen ABD aynı yıl Filipinler’e bağımsızlık vaadetti. 1935-1937 arasında Kongre üç değişik tarafsızlık yasasını onayladı. Ancak 1938’e gelindiğinde pasifist duygular doyma noktasına varmıştı. Hızla modernleşen Japonya’nın yarattığı tedirginliğe askeri ve ekonomik bir güç olarak yeniden toparlanan Almanya’nın yarattığı tehdit eklenince ABD’nin II. Dünya Savaşı’na dahil olmasının önünde engel kalmayacaktı.
SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ
5 Mart 1946’da Fulton şehrindeki Westminister Koleji’nde yaptığı konuşmada Britanya Başbakanı Winston Churcill, Avrupa’yı bölen ‘demir perde’den söz ettiğinde ise ABD’nin yeni rolü netleşmeye başladı. Bir yanda komünist blok, diğer yanda ise ABD’nin önderlik ettiği ‘özgür dünya”’ uzanıyordu. Bu yeni durumun adı Soğuk Savaş’tı. ABD 1947’de Truman Doktrini’ni ilan etti. Buna göre “özgür dünyanın” düşmanı olan SSCB” nüfuz alanını genişletmek istiyordu, bunu engellemek için bu ülkeyi ABD’ye dost rejimlerle çevrelemek gerekliydi. ABD bu politikalarının ilk adımı olarak önce Yunanistan ve Türkiye’ye askeri ve ekonomik yardım yapmaya başladı. Bunu yine 1947’de savaştan yıkılmış olarak çıkan Avrupa’nın yeniden kurulmasını öngören Marshall Planı izledi. Soğuk Savaşı’n ilk gerilimi olan 1948 Berlin Krizi’ni 1949’da NATO’nun kuruluşu ve 1950’de ‘soğuk dönem’in ilk ‘sıcak’ çatışması olan Kore Savaşı izledi.
(W. Churchill tarihe ‘Iron Curtain Speech’ (Demir Perde Konuşması) diye geçen ünlü konuşmasını yapıyor. Fulton, 5 Mart 1946)
ABD’NİN ORTADOĞU’YA YERLEŞMESİ
ABD’nin Ortadoğu’ya girişi uzun zaman gerektirdi ancak Avrupa ülkelerinin ödediği bedeller düşünülünce bu çok da pahalıya malolmadı. Avrupa’nın sömürgecilik rüyalarına karşı ABD hiç bir zaman bölgede sömürgeci bir güç olmaya niyetlenmedi. Nitekim 1919 yılında Suriye’li soyluların oluşturduğu Büyük Suriye Kongresi’nde “ABD her türlü sömürgeleştirme fikrinden çok uzaktır ve ülkemizle ilgili herhangi bir politik çıkarı yoktur” denilmiş ve ABD’den ülkenin gelişmesi için teknik ve ekonomik yardım talep edilmesine karar verilmişti. Wilson’un ünlü 14 İlke’si sayesinde göstermelik de olsa bağımsızlıklarına kavuşan Arapların desteği ve sevgisini kazanmayı kolayca başaran ABD’li uzmanlar, gezginler, diplomatlar, bölgede genel olarak iyi bir muamele gördüler. Ancak ABD’nin bölgedeki bu minimal varlığı II. Dünya Savaşı’nı izleyen dönemlerde sona erdi ve ABD Orta Doğu’ya başka bir gözle bakmaya başladı. Çünkü bölgedeki petrol varlığını ve bölgenin stratejik önemini çok derinden farketmişti.
ARAMCO VE SUUDİLERLE ANLAŞMA
ABD’nin günümüzdeki en önemli müttefiki Suudi Arabistan’la ilişkileri de bu tarihlerde başladı. Daha 1933’te Franklin D. Roosvelt ile Kral Abdülaziz arasında başlayan dostluk ilişkisi 1942’de Riyad’da ilk ABD elçiliğinin açılışıyla resmi hal aldı, 1944’de ARAMCO petrol şirketi kuruldu. Şubat 1945’de Suveyş Kanalı’na demirleyen dev Amerikan gemisi USS Quincy’nin güvertesinde yapılan toplantıda iki lider Orta Doğu’nun geleceğini konuşuyordu. Bu planlar arasında güya Filistinlilerin ve İsrail’in çıkarlarını uyuşturmak da vardı. Ancak 1940’lara gelindiğinde Nazilerin Yahudilere yönelik şiddet kampanyalarından etkilenen liberal Amerikan demokratlarının Yahudi devletinin kurulmasına sarfettikleri düşünsel enerjiyi Filistinlilere bir yurt yaratmakta harcamayacakları anlaşıldı. İleriki yıllarda Filistinliler tarafından “Batı’nın suçluluk duygusu” diye adlandırılacak bu sahiplenme, politik alana taşındı. Başkan Truman, Filistin’e Yahudi göçünün serbest bırakılması için İngiltere’ye baskı yaptı ve 1948’de İsrail Devleti’nin ilanına büyük destek verdi. ABD’nin bu desteği günümüze kadar artarak sürdü.(Bu süreç hakkın ayrıntılı bilgi: Okumak için tıklayın)
(Kral Abdülaziz ve Başkan Roosevelt, Quincy’nin güvertesinde)
İRAN VE MISIR’IN ABD İLE TANIŞMASI
II. Dünya Savaşı sırasında İran, Nazi Almanyası ile işbirliği yaptığı gerekçesi ile İngiltere ve Rusya tarafından işgal edildiğinde bölge için sömürgecilik tehlikesinin hala geçmediği anlaşılmıştı. Nitekim ABD 1951’de İran Başbakanı Musaddık’ın petrolü millileştirmesini hoş karşılamadı ve İran’da bir dizi karışıklık çıkardı. Musaddık’ın devrilmesi ve yerine Şah Pehlevi’nin geçmesi ile sonuçlanan olaylardan İran büyük dersler almış olmalıydı ki 1979’daki Humeyni iktidarına kadar ABD-İran ilişkileri sıcak tutulmaya çalışıldı. (Ayrıntılı bilgi: Okumak için tıklayın)
ABD’nin Arap dünyasının siyasi merkezi sayılan Mısır’la ilişkisi de sorunlu gelişti. 1952 Temmuz’unda krallığı devirerek iktidara el koyan Hür Subaylar Hareketi’nin perde arkasındaki lideri Cemal Abdül Nasır’ın başbakanlığı üstlendiği 1954-1956 yılları arasında izlediği temkinli dış politika ABD’nin hiç hoşuna gitmemişti. Nasır, ABD’nin Sovyet etkisini sınırlamak için kendisine yakın Orta Doğu ülkelerine 1955’de kurdurdurduğu Bağdat Paktı’na dahil olmakta çekinceli davranınca ABD Dışişleri bakanı J. Foster Dulles tarafından Assuan Barajı’nın yapımı için Dünya Bankası’ndan verilen kredinin dondurulması ile tehdit edildi. Bu fırsatı kaçırmayan Sovyetler Birliği barajın finansmanını üstlendi, üstelik bunun karşılığında Mısır’ın ne Varşova Paktı’na katılmasını ne de Bağlantısızlar Hareketi’nden ayrılmasını talep etti. Böylece ABD’nin yanlış hesabı sonucu SSCB bölgede sağlam bir üs bulmuş oluyordu. 1973’te Mısır, 1967’deki 6 Gün Savaşları sırasında İsrail’e kaptırdığı Süveyş Kanalı çevresindeki topraklarını ABD ve SSCB’nin baskıları sayesinde geri alıncaya kadar da Arap-ABD ilişkileri sıkıntılı gitti. Bu tarihten itibaren Mısır SSCB’den uzaklaşmaya ABD’ye yanaşmaya başladı. Çünkü Mısır kötü durumda olan ekonomisini toparlamak için ABD’nin ekonomik yardımlarına ihtiyaç duyuyordu. Doğu Bloğu’nun yıkılışıyla bu ilişki iyice pekişti ve Mursi dönemi hariç günümüze kadar da sürdü. (Arap milliyetçiliği ve Nasır hakkındaki yazım: Okumak için tıklayın)
ABD’NİN KÜRT POLİTİKALARI
Bu uzun girişten sonra nihayet konumuza geldim. 1973-1977 yılları arasında ABD Dışişleri Bakanı olan Henry Kissinger, 1979’da yayımlanan White House Years (Beyaz Saray Yılları) adlı anı kitabında şöyle yazmıştı: “Nixon, Rıza Şah’ı Irak’taki Kürtlerin otonomisi konusunda cesaretlendirmişti. Kürt meselesi ve 1972-1975’teki trajik sonuçları bu bölümün konularının dışındadır bu yüzden bunu 2. ciltte ele alacağım.”
Kissenger 2. ciltte bu konuyu hiç hatırlamadı. Ancak 20 yıl sonra Years of Renewal (Yenilenme Yılları, 1999) adlı kitabında Kürtlerle ilgili 21 sayfalık bir bölüm yazdı.“Tragedy of the Kurds” (Kürtlerin Trajedisi) başlıklı bu bölümde özetle ABD’nin her ne kadar ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ndan (kısaca KKTH) yana görünse de Kürtler söz konusu olduğunda buna hiç ilgi göstermediğini anlatıyordu. (“Ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve Kürtler” başlıklı yazım: Okumak için tıklayın)
MOLLA MUSTAFA BARZANİ
ABD’nin bazen sessiz, bazen gizlice bazen açıkça müdahale ederek izlediği olaylara 1946’da İran’ın Urumiye bölgesinde kurulan Mahabad Cumhuriyeti ile başlayabiliriz. Cumhuriyet 11 ay sonra Amerikalı bir komutanın yönettiği İran ordusu tarafından kısa sürede sonlandırılınca, oluşumun liderlerinden Molla Mustafa Barzani, 1958’e kadar kalacağı Sovyetler Birliği’ne gitmişti. Bu ABD için kabul edilemez bir durumdu çünkü o yıllarda ABD’nin esas meselesi, İran petrolünü millileştirmeye çalışan Başbakan Musaddık’a yaptığı darbenin ardından Şah rejimini konsolide etmekti. Ama ABD’nin yapacağı bir şey de yoktu.
Barzani, 14 Şubat 1958’de Kürt asıllı General Abdülkerim Kasım ve Yüzbaşı Abdüsselam Arif’in başını çektiği darbeden sonra Irak’a döndü. O güne dek illegal olarak faaliyet gösteren ve İbrahim Ahmad tarafından yönetilen Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) legal hale geldi. Partinin içinde çeşitli kanatlar vardı. Barzani ve Talabani aileleri bunların en önemlileriydi. Celal Talabani, İbrahim Ahmad’ın damadıydı. Aşiret ayrıcalıklarını kaybetmek istemeyen Barzaniler General Kasım’ın toprak reformuna karşı çıktıkları için gözden düşerken, Soranice konuşan şehirlileri temsil eden Talabaniler General Kasım’ın yanında yer aldılar ve yıldızları parlamaya başladı. 8 Şubat 1963’te General Kasım, Arap Sosyalist BAAS Partisi’nce (ASBP) düzenlenen bir darbeyle devrildi ve öldürüldü. Başa yol arkadaşı Abdüsselam Arif geçti. General Arif, 1964’te KDP’yi dışta bırakarak, doğrudan Barzanilerle görüşmeler yaptı. Bunun meyvesi Geçici Anayasa ile Kürtlere Irak’ın bütünlüğünü bozmamak kaydıyla bazı ‘milli haklar’ verilmesi oldu.
(Molla Mustafa Barzani, 1976’da ABD’ye gitti ve 1979’da orada vefat etti.)
1972-1975 İRAN-IRAK ÇATIŞMASI
1968 yılında iktidara doğrudan el koyan BAAS Partisi, 1970’de Kürtlere özerklik tanındı. Ancak zengin bir petrol bölgesi olan Kerkük’ün statüsünü belirlemedi. Gerek Kerkük sorunu, gerekse Barzanilere bağlı 25 bin kişilik Peşmerge gücünün İran ve Türkiye’deki Kürtlere yardımda kullanılmasına merkezin hükümetin karşı çıkması yüzünden KDP ile merkezin arası açıldı. BAAS’ın 1972’de Irak petrollerini millileştirmesi üzerine ABD fırsatı kaçırmadı ve o zamanlar Şahlık rejimiyle yönetilen İran aracılığıyla Kürtlerle ilk temaslara başladı. Aslında ABD daha 1972’de, İran’la Irak arasında sınır gerginliği başgösterdiğinde, o sırada ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissenger, İran Şahı Rıza Pehlevi’ye, Irak Kürtlerini ayaklandırma vaadinde bulunmuştu.
ABD’nin Kürtleri ikna etmesi hiç zor olmamıştı, çünkü onlara‘otonomi’ vaadinde bulunulmuştu. Nitekim Saddam, 1974’te petrol bölgeleri Kerkük ve Hanekin’i dışarıda bırakmak kaydıyla bir ‘Özerk Kürdistan’ kurmayı önerdiğinde Barzani buna karşı çıktı. 1975’te Kissenger gizli yollardan Irak Kürtlerine 16 milyon dolarlık silah yardımı ulaştırdı ancak kısa süre sonra İran ve Irak, Cezayir’deki OPEC zirvesinde sınır sorunlarını halledince olan Kürtlere oldu. Irak, ABD’ye Kürtlere verdiği desteği derhal sonlandırmasını ihtar etti. Ardından ‘isyancı Kürtler’e karşı ezme kampanyasına girişti. İran’a geçen Molla Mustafa Barzani, bu günlerde Kissenger’e gönderdiği bir mektupta mealen “Dünyanın sessiz bakışları altında, hareketimiz ve halkımız inanılmaz yollarla imha ediliyor. Bize göre sayın Ekselansları, ABD’nin, kendilerini sizin ülkenizin politikalarına adamış olan halkımıza karşı ahlaki ve siyasi sorumluluğu vardır…” diyordu. Tahmin edileceği gibi Kissinger bu mektuba cevap vermedi. Irak Kürtleri ezmeye devam etti. ABD istihbarat raporlarına göre 200 bin Kürt İran’a kaçtı. Ancak mültecilere ne İran, ne de ABD yardım etti. Ardından İran 40 bin sığınmacıyı sınır dışı etti. Bu dönemde ABD bir tek Kürdü bile ülkesine kabul etmedi.
İşte tam bu günlerde Barzani’nin aşiretçi ve maksimalist politikalarından bunalan Celal Talabani KDP’den ayrılarak Iraklı solcularla birlikte 1975 yılında Suriye’de Kürdistan Yurtseverler Birliği’ni (KYP) kurdu.
PİKE RAPORU
Ertesi yıl (1976) kamuoyuna sızan bir istihbarat raporuna (Pike Raporu) bakılırsa, ABD’nin planları arasında Kürtlere ‘otomoni’ zaten yoktu. ABD’nin önceliği İran’daki merkezi otoriteyi güçlendirmek ve Sovyet etkisini sınırlamaktı. Kissenger “dolaylı yoldan Kürtleri kurtarmanın ABD için çok pahalı olduğunu, çünkü İran’ın Sovyet sınırındaki dağlık bölgede yeni bir cephe açmayı gerektirdiğini” söylüyor, “böyle bir harcamanın neden gerekli olduğunu ABD vergi mükelleflerine anlatamayız” diyordu. “Sonunda Şah bir karar verdi, biz ise ne karşı argüman ne de bir strateji koyamadık onun önüne razı etmek için.” diye bitiriyordu sözlerini. Anı kitabı Years of Renewal’de “Kürtler tarihin sürekli kurbanıydılar ve bunun tesellisi yoktu” diyen Kissenger artık görevde olmadığı o dönemde şunu söylemekte beis görmemişti: “Bir vak’a çalışması olarak Kürt trajedisi pek çok sonuç çıkarmaya elverişli malzeme içerir.”
1980-1988 İRAN-IRAK SAVAŞI
Bundan sonrası daha da hızlı gelişti. 1978’de KDP ve KYP arasında silahlı çatışmalar çıktı. Kansere yakalanan Molla Mustafa Barzani 1976’da İran’dan ABD’ye gitti ve 1979’da orada öldü. Barzani’nin ölümünden sonra KDP tekrar parçalandı ve Sami Abdurrahman öncülüğünde Kürdistan Demokratik Halk Partisi (KDHP) kuruldu. Aynı yıl İran’da İslam Devrimi olmuş ve Humeyni başa geçmişti. Irak’ta ise Saddam Hüseyin iktidarı ele geçirmişti. Saddam, İran’la Irak arasındaki 1975 Cezayir Antlaşması’nın ihlal edildiğini, İran’ın hâlâ Kürtlere yardım ettiğini ileri sürerek İran’a savaş açtı. Ancak 22 Eylül 1980 günü Irak orduları sınırı geçerken, kimse savaşın sekiz yıl süreceğini ve bir milyondan fazla kişinin hayatına mal olacağını kestirememişti. Hele Kürtler hiç kestirememişti. Öyle ki KYP öncülüğündeki birkaç parti 12 Kasım 1980’de Irak Milli-Yurtsever Demokrasi Cephesi’ni kurarken üç hafta sonra KDP öncülüğündeki bazı partiler (ki aralarında Türkmen örgütü de vardı) Irak Milli Demokrasi Cephesi’ni kuracaktı. Kürt cephesindeki yeni unsur ise PKK idi. 12 Eylül 1980 darbesinden kaçan PKK 1982’de KDP’nin onayıyla Kuzey Irak’a yerleşmeye başlamıştı. (Ancak PKK’nın Marksist yapısı ile KDP’nin feodal yapısı arasında kan uyuşmazlığı çıktı. 1986’da TSK Barzani’nin güçlerine saldırınca, yıllardır özenle oluşturduğu kendi krallığının tehlikede olduğunu anlayan KDP, PKK ile yaptığı anlaşmayı bozdu. Bunun üzerine PKK, KYB ile protokol imzaladı ve Suriye’ye kayacaktı.)
ABD, 1980-1988 arasında 1 milyondan fazla kişinin öleceği kanlı İran-Irak Savaşı sırasında, Irak’ın yanında yer aldı, çünkü artık İran’da Mollalar rejimi vardı. 1988’de İran orduları Süleymaniye yönünde ilerlerken Irak uçakları Kürt şehri Halepçe’yi ve civarındaki köyleri havadan bombaladılar. Sinir gazı ve diğer kimyasal silahlarla beş bini aşkın Kürt öldürüldü ama dünyanın ve elbette ABD’nin sesi çıkmadı. Saddam’ın ordularından kaçan on binlerce Kürt, Türkiye’ye sığındı, dünyanın sesi yine çıkmadı. Sadece ABD Kongresi’nde bazı üyeler Irak’a ABD yardımını kısmaya çalıştılar ancak karşılarında sırasıyla Reagan ve ‘Baba’ Bush’u buldular.
BİRİNCİ KÖRFEZ SAVAŞI
Aslında yıllarda ABD dış politikası, bir dizi başarısızlıktan (1963-1973 arasındaki Vietnam Savaşı hezimeti, 1973 Petrol Krizi, 1979/1980’de 444 gün süren İran’daki elçilik kuşatması, 1983’de Lübnan’a yapılan müdahalede 250 askerin öldüğü bombalı saldırı gibi) dolayı adeta felç olmuştu. 1988’de yapılan bir araştırma Amerikan halkının gözünde başkanın itibarının geçmişe göre yarı yarıya düştüğü bir döneme işaret ediyordu. İşte tam bu sırada (2 Ağustos 1990) Irak, 13. Vilayeti olduğunu ileri sürerek Kuveyt’i işgal etti. Epeydir bölgeye müdahale fırsatı arayan ABD’nin başını çektiği Koalisyon Güçleri, 16-17 Ocak 1991’de Irak’ı bombalamaya başladılar. Birinci Körfez Savaşı adı verilen bu savaş sırasında Irak Kürtleri ABD için ‘iyi Kürtler’di. Suriye, İran ve eski SSCB coğrafyasındaki Kürtleri ‘yok’tu, Türkiye Kürtleri ise ‘terörist’ idi… (Suriye Kürtleri hakkında: Okumak için tıklayın)
(İran-Irak Savaşı’nda İranlı savaşçılar)
‘Baba’ Bush, Suudi Arabistan’daki Amerikan birliklerine Şükran Günü dolayısıyla yaptığı bir konuşmada ABD’yi “insanlığın durmaksızın süren özgürlük mücadelesinin dışa vurumu” olarak tanımlamıştı. Buradaki “özgürlük” sözcüğü, Amerikan retoriğinde bazen serbest pazar ekonomisi, bazen ‘kendi kaderini tayin hakkı’, bazen toprak bütünlüğü, bazen bir ülkenin bağımsızlığı, bazen de bireyin özgürlüğü yerine kullanılırdı, ancak Bush’un kurtarmak üzere gittiği Kuveyt için düşündüğü özgürlüğün iktidardaki monarşiyi tekrar ayakları üstüne dikmekten başka bir şey olmadığı ortadaydı. Doğal olarak Iraklı ‘iyi’ Kürtler bu özgürlük retoriğinden kendilerine de bir şey düşeceğini ummuşlardı. Halbuki savaşın sonunda ABD birleşik bir Irak’ın çıkarlarına daha uygun olacağını düşündü, Irak uçaklarının güneyde Şiileri, kuzeyde Kürtleri bombalamasına ses çıkarmak bir yana, destek verdi. Ancak 36. Paralel’in kuzeyi ile 32. Paralel’in güneyi uçuşa yasaklı bölge ilan edilince Irak Kürtleri için yepyeni bir dönem başladı. O güne kadar sürekli birbiriyle çatışan KDP ve KYB ‘kurtarılmış bölgede’ 19 Mayıs 1992’de seçime gittiler. KDP’nin yüzde 45, KYP’nin yüzde 44 oy aldığı seçimlerden 105 üyeli bir Kürdistan Parlamentosu çıktı, ardından Kürdistan Hükümeti kuruldu. Yine de nihai barış ABD-Britanya koalisyonunun 2003’te Irak’a müdahalesinden (İkinci Körfez Savaşı/Irak Savaşı) sonra oldu. O günden beri de ilişkiler görece sorunsuz yürüyor.
REALİZM İDEALİZMİ ‘DÖVER’
ABD’nin görüş alanına hemen hiç girmeyen (‘yok’ olan) Suriye Kürtleri (özellikle de PYD güçleri) artık ‘yeni iyi Kürtler’ olma yolunda. Türkiye Kürtleri hakkındaki ABD görüşü henüz değişmiş değil. PKK, ABD belgelerinde ‘terörist’ diye tanımlanıyor.
Şimdi bu tarihçeye bakınca ABD’nin Kürtlere yönelik ilgisinin ne kadar süreceğini kestirmek kolay değil. Realistlere göre bir süper gücün dış politikasının test eden şey onun milli çıkarlarını kollarken aynı zamanda dostlarını ve müttefiklerini de desteklemesi ve farklı gruplar arasındaki güç dengelerini korurken başka ülklerde yaşayan vatandaşlarının çıkarlarını da korumasıdır. Ahlakçılar realistleri ahlaki normları ikinci sıraya koydukları için eleştirirler. Özellikle ‘milli güvenlik çıkarları’ terimini bencil ve ilkesiz bulurlar. Tarih boyunca ABD dış politikası katı, pragmatik ve acımasız olmuştur. ABD politikalarını ‘ahlaki kaygılar’, ‘verilen sözler’, ‘ilkeler’ değil, ’milli güvenlik çıkarları’ çizmiştir. Dolayısıyla Kürtler ABD’nin desteğini, ancak ABD’nin büyük planlarına hizmet ettikleri sürece sağlayabilirler. Umarım tarih beni yanıltır.
Özet Kaynakça: Marianna Charountaki, The Kurds and US Foreign Policy: International Relations in the Middle East since 1945, Routledge, 2011, Henry Kissinger, White House Years, Simon & Schuster; Reprint edition, 2011, a.g.y., Years of Renewal, Simon & Schuster, 1999.
.
Rusya ders kitaplarındaki Osmanlı/Türk bilgisi
29.11.2015 - Bu Yazı 440 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Dün bu yazıyı tamamlamaya çalışırken kızım aradı, telaşla “Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi öldürülmüş, doğru mu?” dedi. Hemen televizyonu açtım. Ne yazık ki doğruydu! Tahir Elçi’nin cansız bedeni ne garip bir tesadüftür ki, aynen Hırant Dink gibi yüzükoyun yerde yatıyordu. Belki hemen hayatını kaybetmişti ama çatışmalar yüzünden Tahir Elçi’ye uzun süre ilk yardım yapılamadığı anlaşılıyordu.
KIRMIZI PAZARTESİ
Tahir Elçi’yle birlikte hayatını kaybeden polis memurunu ve yaralanan gazetecileri tanımıyorum, muhakkak onlar da sevenleri için çok değerli bir insandır, polisin sevenlerinin başı sağolun. Ama Tahir Elçi’yi tanıyordum. Benim için çok özel, çok değerli bir insandı… Acım bu yüzden çok derin. Tesellisi de yok… Olayın gelişimini videolardan az çok anladım ama çatışmanın tarihimizde çok örneği olan JİTEMvari bir suikastı perdelemek için kasıtlı mı çıkarıldığı yoksa tesadüfi mi olduğunu, Tahir Elçi’nin kimin tabancasından çıkan kurşunla öldüğünü henüz bilmiyorum. (JİTEM hakkındaki yazılarım: 1- Devletin karanlık yüzü: Jitem –Okumak için tıklayın, 2 – Yakın tarihimizden katliamlar ve itiraflar –Okumak için tıklayın)
Ancak Tahir Elçi’nin etrafında (aynen Hırant Dink’in etrafında olduğu gibi) uzun süredir kötücül bir ağın örüldüğünü, havuz medyasınca hedef gösterildiğini, sosyal medyada tehdit edildiğini (üzüntümü belirten mesajıma yağmur gibi “seni de öldürürler inşallah” türü cevaplar geldiğini belirteyim. Tahminimce bugün pek çok kişi aldı bu tür habis mesajlardan), hakkında dava açıldığını düşününce, “Tahir Elçi dün kazara öldürülmüş bile olsa, mutlaka gün öldürülürdü” diye düşünüyorum. Yani olay benim açımdan Gabriel Garcia Marquez’in o ünlü romanında anlatılan türden bir ‘Kırmızı Pazartesi’… Sonuç olarak yine tarihsel tecrübeden dolayı, gerçeğin ortaya çıkarılacağına dair bir ümidim de yok. “Türkiye kötü günlerden geçiyor” diyorduk ama korkarım ki daha da kötü günler bekliyor bizi… Türkiye-Rusya ilişkileri
SARPA SARAN TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİ
Kötü günlerimizin bir nedeni de uçak düşürme olayı sonrasında Türkiye-Rusya ilişkilerinin aldığı hal. Rusya’nın Suriye’deki operasyonları, Türkiye sınırını 17 saniye de olsa ihlali eleştirilebilir ama adeta bir düşman kuvveti muamelesi yapılarak uçağın düşürülmesi ya akıl eksikliğidir ya da kötü bir aklın işidir. Düşürme sonrası Rusya’nın bu kadar sert tepki vereceğini öngörmemiştim. Yaşananlar içinde yaşadığım toplum adına beni çok üzdü.
İlişkilerin yeni yeni bozulmaya başladığı 2013 yılında Osmanlı-Rus ilişkilerine dair şu yazıyı (Okumak için tıklayın) yazmıştım. Son olaylardan dolayı da ‘Türk ders kitaplarında Ruslar ve Rusya’ konulu bir yazıya başladığımı ama günden hızla değişince yazıyı rafa kaldırdığımı belirtmiştim. Ancak sonradan daha ilginç olanın Rusların Türkler ve Türkiye hakkındaki düşünceleri olabileceğini düşündüm. Bir toplumun diğer bir toplum konusundaki algısı pek çok şekilde inşa edilir. Aklıma ilk gelen kaynaklar, edebiyat, folklör, sinema, medya, siyasilerin açıklamaları, doğrudan gözlemler ve elbette okullardaki tarih eğitimi… İlk sırada saydığım kaynakları incelemek çok daha ilginç olabilirdi ama ortaya çok uzun bir yazı çıkardı. Ben, daha kolay olanın, ders kitaplarındaki anlatımların peşine düştüm. Karşıma sadece iki bilimsel araştırma çıktı. Bunlardan ilki yok.gov.tr adresindeki Emil Şadihanov’un “Sovyetler Birliği ve Sovyetler sonrası BDT Cumhuriyetleri tarih kitaplarında Türk imajı” adlı yüksek lisans teziydi. İkinci çalışma ise Sakarya Üniversitesi öğretim üyelerinden Ahmet Şimşek ve Nigar Meherremova Cengiz’in bir araştırması (“Rusya Tarih Ders Kitaplarında Türk-Osmanlı İmgesi” okumak için tıklayın) idi. İlk çalışmaya erişim izni olmadığı için, sadece ikinci yazıdan bir özet çıkardım. Çıkarırken, zaman zaman yazarların düzenine ve imlasına uyamadım. Nakille anlattığım için kesinlik içeren geçmiş zaman ekinden ziyade geniş zaman ve hikaye zamanını (mış) kullandım. Zaman zaman kendi yorumlarımı veya başka kaynaklardan edindiğim ekledim ama bunları ‘bence’ vb. ifadelerle yazarlarınkinden ayırdım.
PUTİN’İN ‘TEK TİP’ TARİH KİTAPLARI
Yazarların makalesinden öğrendiğime göre Rusya’da 5.sınıftan 11.sınıfa kadar Genel Tarih ve Rusya Tarihi şeklinde iki ders varmış. Derslerin temel kitabı da bizdeki gibi devletin bir komisyonu hazırlıyormuş. 2014’te Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, bu kitapları hazırlayan grubun temsilcileri ile yaptığı görüşmelerde “tarih ders kitaplarının tek elden yapılmış olması bizim baskıcı olduğumuzu değil, tarihi, geçmişimizi, tartışmalı olaylarımıza aynı gözden bakmamız gerektiği fikri ile ilgili olduğumuzu gösterir” demiş. Ne kadar tanıdık değil mi?
Türkleri Orta Asya’dan dünyaya yayılan göçebe bir toplum olarak niteleyen Rus tarihçileri, aynen bizim resmi tarihçiler gibi Türklerin tarihini Hunlarla başlatıyormuş. Bildiğiniz gibi Cumhurbaşkanlığı Forsu’nun 16 yıldızından ilk dördü (Hun İmparatorluğu, Batı Hunları, Avrupa Hunları ve Akhunlar olmak üzere) Hunlara aittir. M.Ö 204 yılından, M.S. 552 yılına kadar hüküm süren bu dört devletin kurucusu olan Hunların ‘Türk’ olduğu iddiasını ülkemize taşıyan, Türk-İslam Sentezi’nin ideologlarından İbrahim Kafesoğlu. Kafesoğlu iddiasını sadece Çin kaynaklarından bize kadar gelmiş bazı Türkçe sözcüklere dayandırıyor. Ancak aynı Kafesoğlu, İslam Ansiklopedisi için yazdığı ‘Türkler’ maddesinde Tabgaç (Kuzey Çin) Devleti’ni anlatırken “T’ai-wu, 439’da Kansu’daki Hun devletini ortadan kaldırdı. Böylece ünlü ipek yolu güzergâhı tekrar Türk hakimiyetine girdi” diyerek aslında kendi teorisine inanmadığını gösteriyor ama Ruslar Hunların Türk olduğundan emin görünüyor.
ROMALI YAZARDAN HUN TARİFİ
Ancak Rus yazarların Hunları çocuklarına tanıtmak için seçtikleri 4. yüzyılda yaşamış Romalı Ammianus Marcellius’tan yaptıkları alıntı hiç de hoş olmayan bir Türk imgesi yaratıyor bence: “Hunlar kendilerine yemek yapmıyorlar, onlar yabani bitkilerin kökleri ve avladıkları hayvanların çiğ eti ile besleniyorlar. Onlar başlarında bir çatıya gereksinim duymuyorlar mezarları gibi evleri de yoktur. Tarla farelerinin derilerinden diktikleri kıyafetleriyle vücutlarını örtüyor; dış ve ev giyimi arasında hiçbir fark gözetmeden giydikleri deri eskiyip parçalanıncaya kadar üzerlerinden çıkarmıyorlar. Atlarına çivilenmiş gibi bir izlenim yaratıyorlar (…) Attan inmeden yiyip içiyorlar hatta atlarının boynuna yaslanarak uyuyorlar…”
(“Attila ve Hunlar”. Ressamı: Ulpiano Checa, 20. yüzyıl başı)
‘AKTIF IŞGALCİ’ TÜRKLER
Rus tarih kitaplarında Osmanlı Devleti/İmparatorluğu’na ise epey yer ayrılmışa benziyor. Örneğin 6. Sınıf Genel Tarih kitabında Osmanlı Devleti’nin kuruluşu şöyle anlatılmış:
“XIII yüzyıl, Bizans için yeni ve çok tehlikeli bir düşman-Osmanlı Devleti ortaya çıktı. O, Konya Selçuklu devletinin çökmesi sonucundan bağımsız olan beyliklerin birleşmesinden oluşmuş ve aktif işgal siyaseti sonucu topraklarını genişletmiştir.”
Kitapta II. Mehmet ve İstanbul’un alınması anlatılırken, Osmanlı ordusunun Bizans ordusundan 20 kat daha fazla olduğu, kuşatma sonrası şehrin üçgün boyunca yağmaya açıldığı anlatıldıktan sonra, bir Bizans tarihçisinin Aya Sofya Kilisesi’nin başına gelenlerle ilgili şu anlatısı aktarılır: “Türkler her taraftan saldırarak öldürerek ve esir alarak mabede kadar geldiler. Kapıların kapalı olduğunu gördüklerinde baltalarla kırmaya başladılar. Kılıçla kuşatılmış halde içeriye girdiklerinde sayısız insanı gördüklerinde herkes kendi esirini almaya başladı. Bir dakika içinde kutsal ikonaları kırdılar, üzerindeki süsleri, gerdanlıkları ve bileklikleri giysileri (…) Değerli ve kutsal kapları (…) Altın ve gümüş ve diğer değerli şeyleri mabedi boş ve soyulmuş halde bırakarak bir an içerisinde hepsini götürdüler…” Bu anlatı da Türk tarih kitaplarındaki anlatıdan çok farklı…
Aynı kitaptaki Niğbolu Savaşı’na dair “Rakipten sayıca 2 kat fazla olan Türkler, Haçlıları ezdiler sonrasında esir düşen yüzlerce şövalyeyi idam ettiler” denmesi veya Kosova Savaşı’nı anlatırken “Sırpların sonuna kadar savaştığı”nın vurgulanması veya I Murat’ı öldüren Milos Obilic övülmesi de garipsenmemeli herhalde.
(1396 Niğbolu Savaşı’na dair bir minyatür. Sanatçı bilinmiyor.)
KANUNİ’NİN ADALET DAİRESİ
İginçtir, 7. sınıf Genel Tarih kitabında bizim Kanuni Sultan Süleyman dediğimiz I. Süleyman’dan “Muhteşem Süleyman tarihe, sadece Avrupa’yı dehşete düşüren şanslı işgalci olarak değil aynı zamanda başarılı reformcu olarak girmiştir. Osmanlı kanunlarının yer aldığı Kanunname kitabı ile o Kanuni lakabını almıştır” şeklinde bahsedilmiş. Ardından ona ait olduğu iddia olunan bir manzum ifadeyle (Yönetmek için, asker gereklidir/Onlara bakmak için mülkiyet gereklidir/Mülkiyete sahip olmak için zengin tebaa gereklidir/Zengin milleti sadece doğru kanunlarla oluşturmak mümkündür/Birini kaybedersek hepsi çöker…) sonlandırılmış. Bu manzum ifadenin Kanuni’ye ait olduğuna dair bir kanıt yok ama, Kınalızade Ali Efendi’nin Ahlak-ı Alâi adlı eserinde tarif edilen ‘adalet dairesi’ne çok benzediği de açık.
TÜRK ADALETİYLE HIRİSTİYAN DİNİ BİRLEŞSEYDİ?
Yazarlara göre yukarıdaki cümlelerdeki ‘aktif işgal siyaseti’, ‘Asya’nın derinliklerinden gelen Türkler’ veya bir başka yerdeki “Avrupa üzerinde XV-XVII yüzyıllarda uluslararası ilişkilerde önemli faktör olarak kalan Türk tehdidi böylece oluştu” cümlesindeki ‘Türk tehdidi’ ifadesi gibi negatif vurgular, Türkleri, Anadolu’da işgalci olmakla yetinmeyerek sağa sola yayılan, Avrupa ve Ruslar için bir tehdit oluşturan bir topluluk olarak tarif etmek anlamına gelmekle birlikte (ki bana göre yanlış değil bu imalar) bundan sonrası (tımar sistemi, nüfus göçertme sistemi, yönetim şekli) maddi hatalara rağmen oldukça nesnel bir biçimde anlatılmış. Örneğin 10. sınıf Rusya Tarihi kitabında yazarlar, Türklerle ilgili Rus yazar Peresvotov’un şu ilginç ifadesini yazmış ve öğrencilerden onu değerlendirmelerini istemiş: “Eğer gerçek Hıristiyan dini Türk adaletiyle birleşmiş olsaydı, melekler onlarla sohbet ederdi.” Veya 10. sınıf Genel Tarih kitabında Osmanlı erken dönem medeniyeti ile ilgili şöyle denmiş: “Osmanlı Devleti’nde İslam kültürü, işgal edilmiş milletlerin güçlü etkisi ile gelişmişti. Türk mimarisinin en gelişmiş dönemi mabet mimarisi ile çiçeklenmesi ile karakterize olduğu dönemdir. Yeni camiler için örnekler çoğu zaman Bizans kiliseleri idi. Konstantinopolis’te Osmanlılar sadece İstanbul’un hala en güzel mimari süslerinden olan Kutsal Sofya Kilisesi’ni değiştirmekle yetinmiştiler.”
OSMANLI-RUS SAVAŞLARI
Bu bağlamda bizim ders kitaplarında savaş meydanında kazandığımız halde Çariçe I. Katerina’nın Baltacı Mehmet Paşa’yı ayartması yüzünden kağıt üzerinde kaybettiğimiz diye tarif edilen 1711 tarihli Prut Savaşı’nın yer almasına şaşırmamak gerekir herhalde. Ancak Rus yazarlarına göre Çar I. Petro’yu ve ordusunu olası bir esaretten kurtaran Rus Sefiri Safirov’dur. Nitekim modern araştırmacılar Baltacı ile Katerina’nın hiç karşılaşmadığına karar vermiş durumdalar.
7. sınıf için hazırlanan Rusya Tarihi kitabın neredeyse Ruslar ve Türkler arasındaki savaşlara odaklanmış. Örneğin Çeşme’de batırılan Osmanlı donanmasını gösteren bir resimle süslenen 1768-1774 Rus Türk Savaşı şöyle özetlenmiş: “Rusya ile savaş Osmanlı Devleti için kaçınılmazdı. Osmanlı Devleti Karadeniz’e çıkmak zorunda idi. Balkan ve Kafkas halkları Türk hâkimiyetinden kurtulmak için bekliyorlardı. Rus orduları zor durumlarda savaşmak zorunda kaldılar. Yerli halklar Rusya’ya yardım ettiler. Gürcistan ve Ermenistan’da Türk ordularına karşı askeri harekât başladı. Balkanlarda Rus ordularıyla birlikte Sırplar, Bulgarlar, Karadağlılar savaştı.”
(“5 Temmuz 1770 Çeşme Deniz Savaşı”. Ressamı: Jacop Philipp Hackert)
Aynı kitapta 1787-1791 Rus-Osmanlı savaşlarının sebepleri ile ilgili şunları okuyoruz: “1780’li yıllardan itibaren Rusya Avusturya ile yaklaşmaya başladı. Bu iki güç anti-Türk karakterli ittifak kurdular. Müttefikler Yunan projesi hazırladılar. Bu proje Konstantinopolis merkezli Rus idareli bir Yunan devleti öngörüyordu. Rusya, Avusturya ve Fransa, Osmanlı toprakları hesabına yeni yerler elde etmeyi umuyorlardı. Kırım’ın Rusya’ya ilhakı, ülkeyi Tatar hücumlarından koruyarak sosyo-ekonomik düzeyinin artmasını sağlamıştı. Burada yeni kaleler inşa ediliyordu. Osmanlı devleti Kırım’ın kaybı ve Karadeniz’deki hâkimiyetinin kısıtlanması ile uzlaşmak istemiyordu. Aynı zamanda Rusya’nın ‘uğurlu’ dış politikasından rahatsız olan Britanya, Türkiye’yi yeni savaşa itiyordu. Sonuçta Türk sultanı Rusya’dan Kırım’ı geri vermesini ve Doğu Gürcistan’daki hâkimiyetinden vazgeçmesini talep etti. 1787 yılında Türkiye Rusya’ya savaş ilan etti.”
PAZVANTOĞLU’NA ÖZEL İLGİ
10. sınıf Genel Tarih kitabında, “birçok milleti birleştiren Osmanlı Devleti’nin hiçbir zaman iç birliğe sahip olmadığı”, “Osmanlı’nın çöküşünün bazı tarihçilerin dediği gibi İnebahtı Savaşı ile değil, 1740 yılında Fransa’ya verilen Kapitülasyonlarla olduğu ve bu çöküşü Ruslarla yapılan savaşların hızlandırdığı” veya III. Selim Dönemi’nin reformlarının anlatıldığı bölümlerde itiraz edilecek çok şey olmadığını düşünen yazarlara göre, 8. sınıf Genel Tarih kitabında Türk ders kitaplarında neredeyse hiç değinilmeyen Pazvantoğlu meselesinin gayet ayrıntılı işlenmesi ilginçtir. Nedir bu mesele derseniz, 1797 yılında Pazvantoğlu diye bilinen bir ayan neredeyse Bulgaristan’ı tamamen işgal etmişti. Pazvantoğlu kendisine karşı gönderilen 100 bin kişilik orduyu da yenerek 1807 yılına kadar Bulgaristan’ı yönetmiş, hatta kendi parasını basarak dış ilişkilerini kendisi yürütmüştü. Pazvanoğlu’nun isyanını diğer ayaklanmalar izlemişti. Sırbistan’ın bağımsızlığını kazanması da bu sürecin parçasıydı. Dolayısıyla Türk kitaplarında bu olaya yer verilmemesi bir eksiklik, Rus kitaplarında verilmesi de anlaşılır bir durum bence. Benzer şekilde, Osmanlı Devleti’nin epey başını ağrıtan Mısır Hıdivi Kavalalı Mehmed Paşa’nın isyanı anlatılırken, Rus yazarın 1829’da merkez, uzun süredir ödenmeyen vergiyi talep ettiğinde Kavalalı’nın “bu verginin Osmanlı Devleti tarafından yürütülen Arabistan ve Yunanistan savaşlarında ölen Mısırlı askerlerin kanı ile ödendiğini” belirtmesi de anlaşılır bir durum olsa gerek.
‘HASTA ADAM’ MESELESİ VE KIRIM SAVAŞI
Yazarlara göre 10. sınıf Rusya Tarihi ders kitabında “Kırım Savaşı 1853-1856” başlığı altında şunlar yer almakta: “Savaşın asıl nedenleri Balkanlar ve Yakındoğu’da Rusya, Türkiye, İngiltere, Fransa ve Avusturya-Macaristan arasındaki çıkar çatışmaları idi. I. Nikola yanlışlıkla Türkiye’nin ‘hasta adam’ olduğunu düşünüyor ve onun mirasının bölünmesi gerektiğini savunuyordu.” “Kırım Savaşı’nın en parlak sayfası Sivastopol savunmasıdır. Savunma 349 gün sürmüş ve Rus asker ve gemicilerinin kahramanlığını göstermiştir.”
Buradaki ‘hasta adam’ meselesi önemli. Bilirsiniz, bizim ders kitaplarında Rusya’dan söz ederken mutlaka bu konuya değinilir. İddialara göre Rus Çarı I. Nikolay, 9 Ocak 1853 tarihinde St. Petersburg’da Britanya Büyükelçisi S.H. Seymour’la görüşürken, şöyle demiştir: “Türkiye’nin işleri bozuk bir haldedir; uyuşmamız lazımdır… Bakınız! Kucağımızda hasta ve pek ağır hasta bir adam var; biz hazırlıklı bulunmadan onu elimizden kaçırırsak büyük bir felaket olur. Hasta ansızın ölebilir; biz öleni diriltmeye muktedir değiliz. Bundan doğacak karışıklıklara maruz kalmadan ise her olasılığa karşı önceden hazır bulunmak daha iyi olmaz mı? İşte hükümetinizin nazarı dikkatine arz etmek istediğim mesele budur.”
I. Nikolay’ın ‘hasta adam’ derken sadece Osmanlı İmparatorluğu’nu değil Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu kastettiğini söyleyenler vardır. Deyimin tamamı ilk kez 12 Mayıs 1860 tarihinde The New York Times tarafından yazılmış, ileriki yıllarda ‘Avrupa’nın hasta adamı’ veya ‘Boğaz’ın hasta adamı’ şeklindeki versiyonlarıyla birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun ‘Büyük Devletler’ tarafından parçalanmasını kod adı olarak sık sık tekrarlanmıştır. Sözün müellifinin Rus Çarı olması da Türk okurların zihninde olumsuz Rus imajının pekişmesine neden olmuştur.
(Kırım Savaşı sırasında Balıklava'da bulunan limandan tekneye bindirilen hastaları gösteren renkli litograf. Sanatçı: William Simpson, 24 Nisan 1855)
Tekrar Rus tarih kitaplarına dönersek, Kırım Savaşı çıktığında iktidarda olan Abdülmecit ‘in ‘reformcu’ bir padişah olarak tanımlanmasını, reformcuların dahi 1856 Islahat Fermanı’nı devlet için yıkıcı gördükleri ve Tanzimat politikalarının krize neden olduğunun belirtilmesi, Kırım Savaşı’nda alınan borçlar yüzünden Osmanlı Devleti’nin Batılı güçlere bağımlı hale gelmesi ve bu borçların Osmanlı’yı iflasın eşiğine getirmesi, 1861-1862 yıllarda imzalanan sözleşmelerle yerli üretimin korumasız kalması, ülkenin temel geçim kaynağı çiftçiliğin düşüşe geçmesi ve ahalinin açlığa mahkum olması şeklindeki anlatımları ise genel olarak nesnel bulduğumu belirtmeliyim.
93 HARBİ’NE NASIL GELİNDİ?
8. sınıf Genel Tarih dersinde bizde halk arasında ‘93 Harbi’ diye bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nı giden yol şöyle anlatılmış: “Avrupa devletlerinden aldığı borçları ödeyemeyen Osmanlı Devleti 1875 yılında ekonomik iflasını ilan etti. Yöneticiler yabancıların günahkâr olduğunu ilan ettiler. Bu nedenler ülkenin bazı yerlerinde Müslümanlar Hristiyanlara saldırmaya başladılar.” “Buna bağlı olarak Bosna’da 1875’de ve sonrasında Bulgaristan’da 1876’da Türkler tarafından olağanüstü sertlikle bastırılan milli özgürlük hareketleri patlak verdi.” “Selanik’te Fransız ve Alman konsolosları öldürüldü. Cevaben Avrupalılar Selanik’e güçlü bir filo çıkararak suçluların cezalandırılmasını istediler. Türk yönetimi altı suçluyu yakalamak ve asmak zorunda kaldı. Bu olaydan dolayı İstanbul’da heyecan başladı. Bazı nazırlar bu olayı kullanarak ordunun yardımıyla sultan Abdülaziz’i tahttan indirdi. Onu hemen öldürdüler ve halka sultanın intihar ettiğini ilan ettiler. Tahta sultan Abdülhamit geldi.” “Rusya her zaman olduğu gibi ezilmiş Slav haklarının tarafında durdu. Slav halklarının milli özgürlük hareketleri Rus cemiyetinde geniş yankı buldu, Balkanlara yüzlerce Rus gönüllüsü gitti.” “(Rusya Dışişleri Bakanı) Gorçakov, Alman ve Avusturya Macaristan’la birlikte Osmanlı İmparatorluğu’na siyasi baskı yapmaya başladı. Ama İngilizler tarafından desteklenen Osmanlı Devleti Slav halklarının haklarını içeren sözleşmeyi imzalamadı (…) Bu sürede Balkanlarda anti-Osmanlı karakterli isyanlar başladı. Sırbistan ve Karadağ Osmanlı’ya savaş ilan etti. Ve çatışmaya Rusya ve başka güçler dâhil oldu. Bu problemleri halletmek için İstanbul’da uluslararası kongre çağırıldı. Fakat konferansın başlangıcında Türkler anayasal düzene geçileceğini ve Hristiyan azınlıklarında haklarının olacağını ilan ettiler. Bu beyanat karşısında konferansın hiçbir anlamı kalmadı. Fakat anayasa imparatorluğun hayatında ciddi değişimlere sebep olmadı. (…) Osmanlıların anayasal düzen hilesi Balkanlar dâhil olmak üzere hiçbir problemi çözmedi.”
(Rus kaynaklarında da büyük saygıyla anılan Gazi Osman Paşa’nın kahramanlaştığı Plevne savunmasını gösteren tablo. Eser sahibi: Nikolai Dmitriev-Orenburgsky)
Makalenin yazarlarına göre ‘konsolosların öldürülmesi olayı’ aslında “gayrimüslim bir kızın Müslüman bir gençle evlenmek üzere din değiştirmek amacıyla geldiği Selanik’te Hristiyan topluluk tarafından alıkonmasına tepki olarak ayaklanan Müslümanların bunun sonucunda Alman ve Fransız konsoloslarını öldürmesi şeklindedir.” Bizim tarih kitaplarında hala ‘Abdülaziz’in intihar ettiği’ mi yazılı bilmiyorum ama Rus tarihçileri için konu net görünüyor…Sonuç olarak bu anlatılardaki romantik dil ve Rusların Balkan halklarının ‘kurtarıcısı’ gibi tasvir edilmesi dışında (ki Rusya’nın da Osmanlı İmparatorluğu için kullanılan bir terimle söylersek, bir başka ‘halklar hapishanesi’ olduğunu biliyoruz) sürecin anlatımı, gerçekçi…
Kitapta savaşın sonunda imzalanan San Stefanos (Ayastefanos) Antlaşması’na giden süreç ise şöyle anlatılıyor: “28 Kasımda Osman Paşa ordusu ile esir düştü ve bu savaşın gidişatını değiştirdi. Türkiye’ye karşı Sırbistan ve Karadağ savaşa dâhil oldu. 1878’de Rus orduları Sofya’ya girdi. Rus orduları Filibe ve Edirne’yi savaşmadan aldılar. Konstantinopolis’e yol açıktı. Ama İngiltere Türkiye’nin başkenti işgal olursa Rusya’ya savaş ilan edeceğini bildirerek buna karşı çıktı. Kafkaslarda savaş Türk kalelerinin kuşatılması ve alınması ile devam ediyordu. Fransız generalinin insan gücü ile alınamayacağını ilan ettiği Kars kalesi 1877 yılında General Obruchev tarafından bir gece kuşatması ile alındı. 19 Şubat 1878’de San Stefan’da barış antlaşma imzalandı. Bu antlaşma ile Karadağ, Sırbistan ve Romanya özgürlük kazandılar. Bosna Hersek ve Bulgaristan özerk oldu. Kafkaslarda Ardahan Kars Beyazıt ve Batum Rusya’ya verildi. Antlaşma İngiltere ve Avusturya Macaristan’ı tatmin etmedi. Onların ısrarı ile Berlin’de 1878 de kongre toplandı ve Gorchakov’un ağır hasta olduğu bu dönemde Rusya politik bir çembere alındı. Berlin Kongresi’nin sonuçları Rusya’da Rus diplomasisinin yenilgisi olarak değerlendirildi. A.M.Gorchakov hüzünle yazıyordu: ‘Berlin kongresi benim kariyerimde en karanlık sayfadır’…”
RUS DİPLOMASİNİN RÖVANŞI: BALKAN SAVAŞLARI
Bundan sonrası galiba kısa kısa geçilmiş çünkü yazarların belirttiğine göre 11. sınıf Genel Tarih kitabında 1912-1913’teki Balkan Savaşları Rus diplomasisinin ‘rövanşı’ veya zaferi olarak tanımlanmış ve şöyle denilmiş: “Rusya Balkan devletleri üzerinde büyük etkiye sahipti ve Balkan Antlaşması ile onlar arasında bir bağ yaratarak bölgedeki etkisini güçlendirmeye çalıştı. Bu birleşme sonucunda Balkan devletleri Türkiye'ye karşı savaşa başladılar ve Türkiye neredeyse Avrupa’daki tüm topraklarını kaybetti.”
Birinci Dünya Savaşı ile ilgili 8. sınıf Rus Tarihi ders kitabındaki anlatım ise şöyle: “Türkiye Karadeniz’deki Rus limanlarını kapatarak Rusya’yı ekonomik kuşatma altına almayı hedefledi. Aralıkta Kafkas cephesinde Türk ordularına ezici darbe vuruldu. Osmanlı imparatorluğu Kafkasya’da savaş gücünü gösteremedi.”
ATATÜRK VE ‘KEMALİST DEVRİMLER’
Rus ders kitaplarında Mustafa Kemal Atatürk ve devrimlerine de yer verilmiş. ‘Kemalist devrim’ olarak adlandırılan devrimler sempati ile anlatılmış ve desteklenmiş. Örneğin 9. sınıf Genel Tarih kitabında şu satırlardaki gibi: “1918-1923 yıllarda Türkiye’de Kemalist devrim 1906-1908’li yıllarda Gençtürkler harekâtının başaramadıklarını tamamladı ve son rötuşlarını yaptı. Yeni devrim sonucunda Türkiye şeriat ve hilafetten kurtularak laik devlet oldu. Avrupa kapitalizmini örnek alarak gelişmeye başladı. Türkiye ve Mısır İslam kültüründe kapitalist modernleşmenin örnek olduğu devletlerden oldular.”
11. sınıf Genel Tarih kitabında da “Türkiye’nin devrim sayesinde çehre değiştirdiği, monarşi devrindeki uygulanmayan anayasanın Birinci Dünya Savaşında yenilgiye sebep olduğu ve böylece Mustafa Kemal tarafından monarşinin tasfiye edilerek laik devler kurulduğu yazılmakta” diyor yazarlar.
Ardından Sovyet yönetiminin Türkiye’ye yardımları şöyle anlatılmış: “1921-1922 Sovyet devleti Türk milli burjuvazi yönetimine Antant’ın desteklediği Yunanistan ile mücadelesinde yardım etti. Silah yardımı ve askeri danışman sayesinde Türk topraklarının paylaşılması planı suya düştü.” Bu yıllara dair anlatılar bu kadar kısa mı yoksa yazarlar mı kısaltmış anlayamadım ama her halukarda ilginç geldi bana bu yüzeysellik veya mutevazılık… Çünkü Milli Mücadele döneminde Rusların yardımları hayati öneme sahipti. (Bu konudaki yazım: Okumak için tıklayın)
(Sovyet Rusya’nın Ankara Sefiri Semyon Aralof ve Mustafa Kemal. 1922)
Yazarlar, Rusya tarih kitaplarında 1923’ten bugüne kadarki Türkiye tarihi konusunda herhangi bir bilgiden söz etmiyor bu yüzden ben de bir şey aktaramıyorum sizlere… Yazının başında sözünü ettiğim diğer kaynaklardaki açık ve örtük göndermelerin de katkısıyla ortaya çıkan Türk imajının güncel halini merak edenlere ise Sputnik Ajansı’nın 2014 yılında Moskovalılara mikrofon uzatarak sorduğu sorulara verilen cevaplar (bkz. http://tr.sputniknews.com/turkish.ruvr.ru/2014_10_07/Moskovalilarin-Turkiye-hakkindaki-izlenimleri/?slide-13) yanıt olacaktır diye düşünüyorum.
.
Canip Yıldırım ve Necip Fazıl'dan 1937 Karaköprü Faciası
6.12.2015 - Bu Yazı 430 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Geçtiğimiz hafta Türkiye İşçi Partisi (TİP) kurucularından, 49’da Davası’nın (Okumak için tıklayın) ve 12 Mart 1971 Muhtırası’nın mağdurlarından, Diyarbakırlı Avukat Canip Yıldırım’ı 92 yaşında kaybettik. Sevenlerinin başı sağolsun. Kendisini, mücadelesini Celal Başlangıç’ın 10 yıl önce yazdığı “Tarihe tanık bir yaşam (Okumak için tıklayın) başlıklı yazıdan birazcık da olsa öğrenebileceğinizi düşünüyorum. Son dönemde özellikle Diyarbakır coğrafyasında yaşanan kanlı olayların tarihsel arka planını anlatmak için kaleme aldığım yazılardan biri de, Canip Yıldırım’ın Hevsel Bahçesinde Bir Dut Ağacı (Yayına Hazırlayan: Orhan Miroğlu, İletişim, 2005) adıyla basılan anılarında geçen ‘Karaköprü Hadisesi’…Ben başlıkta Necip Fazıl’ın ‘Karaköprü Faciası’ adlandırmasını kullandım, bunun nedenini yazının sonunda anlayacağınızı umuyorum...
İKİ AİLE ARASINDAKİ HUSUMET
Canip Yıldırım şöyle anlatıyor ‘hadise’nin arka planını: “1930’lu yıllarda Diyarbakır'ın en güçlü ailelerinden Cemilpaşa ile Pirinççizadeler arasında husumet vardı. Pirinççizadeler devletten yana olan ailelerin en başında geliyordu. Buna karşılık Cemilpaşa ailesi devletin uygulamalarına karşı bilinen ve devlet tarafından ‘tehlikeli’ kabul edilen bir aileydi. [Bu iki aileye dair okuma önerilerim yazının sonunda.] Devletin gazabından kurtulmak için Suriye'ye kaçan Cemilpaşa ailesinden Muhammed Bey, belli bir bölgede nüfuz ve otorite sağlıyor. Elinin altında binlerce dönüm arazisi ve silahlı adamları var. Muhammed Bey, başlarında Muşlu Fesih'in yer aldığı silahlı adamlarını bir gece Diyarbakır'a gönderiyor. Amacı, düşmanı Pirinççizadelere ait un fabrikasını tahrip etmekti. Ancak Diyarbakır'a varamadan güneş doğunca (…) adamlar ‘hadi eli boş dönmeyelim’ diyerek yoldan geçen araçları durdurmaya başlıyorlar. Durdurulan araçların sayısı 17'yi buluyor. Bunların arasında keşfe giden hâkim, savcı, adliye kâtibi ve jandarmaları taşıyan araç ile yolcuları arasında babamın da yer aldığı bir kamyon vardı. Babam Osman Şahap Bey, Mardin'de Ziraat Şefi’ydi. Mardin Valiliği'nin mobilya ihtiyacı için sipariş vermeye gittiği Diyarbakır'dan Mardin'e dönüyordu. O sırada ilkokul 3'üncü sınıftaydım, hadiseyi babamdan dinledim. Kamyonun şoför mahallinde oturan Yüzbaşı Şerafettin Bey, adamları gümrük muhafaza memuru sanarak küfürle karışık ‘Artık devlet memurlarını da mı durduruyorsunuz?’ diyor. Bunu duyan Muşlu Fesih kamyonun kapısını açıp yüzbaşıya yöneliyor. Eşi Müşerref Hanım, kocasını öldüreceklerini anlıyor ve Fesih'in eline kapanıyor ‘Kocamı bana ve kızıma bağışlayın. Beni dul, kızımı da babasız bırakmayın’ diye yalvarıyor. Fesih, ‘Korkma kızım’ diyor ve yüzbaşıyı yakasından tutup arabadan indiriyor; ‘Karına ve kızına dua et. Yoksa seni köprünün birinci ayağında kesecektim. Evimize gelirsiniz, altınıza iki döşek, sırtınıza iki yastık koyarız. Sizi memnun etmek için etrafınızda dolanırız. Siz ise bizim namusumuza göz dikersiniz’ diyor.
Kadınları bir tarafa, erkekleri başka tarafa diziyorlar. Erkeklerin üzerindeki para ve kıymetli eşyaları toplarken, kadınlara ‘Namahremsiniz size dokunamayız. Gönlünüzden ne koparsa onu verin’ diyorlar. Fılite Kıto adlı soyguncu, kadınlardan birinin kolundaki bileziği çıkarmaya çalışırken Muşlu Fesih'e yakalanıyor. Fesih, elindeki kırbacı Fılite Kıto'nun suratına indiriyor. Yanağı yarılıyor ve kanamaya başlıyor. Fesih, Fılite Kıto'ya ‘Ulan biz namus için dağa çıktık. Bir kadının kolundaki bileziği nasıl çıkarmaya kalkışırsın?’ diye çıkışıyor. Adamlar işlerini bitirdikten sonra Suriye'ye dönüyorlar. Bir süre sonra Suriye'nin Amude şehrinde Araplar, Kürtler ve arasında etnik çatışma baş gösterince Fransa devleti [o tarihte Suriye, Fransa'nın mandasıydı] eşkıyaları Türkiye'ye teslim ediyor.”
Canip Yıldırım bundan sonrasını da anlatıyor ama bu bölümü bir başka kaynaktan Çünkü, bazıları olanları ‘solcu’, ‘Kürtçü’ diye bildikleri Canip Yıldırım’ın ‘uydurduğunu’ sanabilir. Bu bazıları, olan biteni bugün iktidardakilerin adeta idolü olan Necip Fazıl Kısakürek’ten dinlerlerse belki daha çok inanırlar. Ancak olan bitenin anlatımına geçmeden bir parantez açmak istiyorum.
NECİP FAZIL’DAN ‘DOĞU FACİASI’
Yaşam öyküsünü daha önce anlattığım Necip Fazıl (okumak için tıklayın) CHP iktidarını eleştirmek için, resmi tarihin karanlık odalara tıktığı olayların üstüne gitmişti. 27 Ocak 1950 tarihli Büyük Doğu’da tefrika edilmeye başlayan “Doğu Faciası” başlıklı yazı dizisinde (‘Dedektif X Bir’ mahlasını kullanmıştı), 1937-1938 “kanlı Dersim hareketi”nde “en aşağı 50 bin” “saf ve masum Müslüman’ın, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil, ısırgan otu gibi doğranması” olayı son derece etkili bir dille ve örnekler verilerek anlatmıştı. Bildiğiniz gibi 15 Kasım 20015 günü, Dersim’in kanaat önderlerinden Seyit Rıza ve altı arkadaşının idam edilişinin 78. yıldönümüydü. (Dersim Harekatları/Katliamları hakkındaki yazılarımdan bir kaçının linkini sayfanın sonunda bulabilirsiniz.) Yazarın yaklaşımı hakkında fikir vermesi için yazıdan bir kaç pasaj aktarmak istiyorum.
“TARİH BOYUNCA MEYDANA GELEN FACİALARIN EN BÜYÜĞÜ
(…)
5- Dersim isimli vatan parçasında cereyan eden bazı münferit şekaviet ve isyan halleri, bunların tedip ve tenkili bahanesiyle bütün masum sekenesiyle kökünden kazınması gibi bir hakerete vesile olmuş ve birkaç yüz veya birkaç bin sergerdenin kanuna zıt vaziyeti, on binlerce saf ve masul Müslümanın, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil, ısırgan otu yolunur gibi doğranması işinde sebep (!) rolüne çıkarılmıştır.
6- O zamanki hükümetin, o bölgede bir türlü tesis edemediği huzur ve bir türlü kök saldıramadığı rejim kaygısı, nasıl böyle bir harekete cevaz bahşedebilir ki, böyle olunca, bir babanın terbiye edemediği çocuğunu öldürmesi ve bir öğretmenin ders anlatamadığı talebesini zehirlemesi lazım gelir. Kaldı ki, baba, kusurlu çocuğuyla beraber onun etrafındaki günahsız seyirci çocuklarını ve öğretmen, bütün sınıfını zehirleyecek olursa, bu tarihi itisafların en büyüklerinden biri olur. (…) 9- En aşağı 50 bin Müslüman’ın kanını ve canını ihtiva etmesi bakımından, böylece, kalın hatlariyle bir harita gibi çizdiğimiz ve şu anda yalnız ana prensip ve manasiyle tespit ettiğimiz bu facianın, gelecek sayımızda iç bünyesine ve mahrem iklimine gireceğiz. (…)
Örnekler: Aşağıdaki örnekler, üzerinde dağ gibi bir silindir geçmiş ve kanlı bir pestile dönmüş bir vücuda ait öyle kan pıhtılarıdır ki, vücudun ne çektiğini ifade etmek bakımından son derece veciz birer sembol mahiyetindedir. Her şey bunlara kıyas edilerek, on binler çapında mikyaslandırılabilir:
1- Elazığ Ortaokulunda okuyan iki çocuk… Tatili geçirmek üzere memleketleri olan Hozat’a geliyorlar ve facianın tam üstüne düşüyorlar. Hozat yakınlarındaki (köyün ismi vesikada okunamamıştır) A köyüne geldikleri zaman babaları Yusuf Cemil’in öldürülmüş olduğunu öğreniyorlar. Ana baba günü… Çocuklar birkaç gün dağda ve kırda başıboş dolaştıktan sonra Hozat Kaymakamına başvuruyorlar: ‘Babamızı suçsuz olarak öldürttünüz, bari bizi bir tarafı gönderin de başımızı sokacak bir yer bulabilelim!’… Aldıkları cevap şudur: ‘Şimdi sizi rahat edebileceğiniz bir yere, babanızın yanına göndereceğiz!’ Çocuklar odadan sürükletilerek çıkartılıyor ve jandarma muhafazasında gittikleri yolda süngületiliyorlar. Böylece babalarının yanına gönderilmişlerdir.
(…)
3- Birinci maddedeki Yusuf Cemil’in köyünden 200 kadın ve çocuk öldürtülmüş ve bunların cesetleri buğday sapları üzerinde yakılmıştır. Öldürülenler arasında Elazığ’da askerliğini yapan ve o sırada izinli olarak köyünde bulunan Rüstem adlı biri de vardır. Bu zavallı, mezun olduğunu ve isterlerse hüviyet ve izin kağıdını gösterebileceğini söylediği halde derdini dinletemiyor ve dört çocuğu ve seksenlik anası arasında, onlarla beraber kurşunlanıyor.
(…)
5-Bu aralık Hozat’ın Zımbık köyünde Şekspir’in hayaline bile taş çıkartacak bir vak’a cereyan etmektedir. Erkekleri tamamiyle doğranmış olan köyün 100 kadar kadın ve çocuğu sivri uçlu aletle öldürülüyor. Öldürülen kadınlar arasında biri, doğurmak üzere olan bir gebedir. Bu kadının karnına giren sivri uçlu alet, barsaklarını yere döküyor, rahmini parçalıyor ve kendisini öldürüyor.
(…)
7- Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı doğranmakta… Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaşı arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Vaziyet birden haber alınıyor. Çocukların öldürülmeleri emri veriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse zuhur edemiyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız masumlara silah kullanamıyacaklarını söylemeğe mecbur kalıyorlar. Tecrübe birkaç defa akamete uğruyor ve hayli sıkıntı mevzuu oluyor. Nihayet en kara yüzlü çingeneden daha karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve bir derece içinde titreşe titreşe bekleyen 20 masumun işi bitiriliyor.
8- Murat suyunun kandan kapkızıl aktığını görenler olmuştur.
9- Celal Bayar’ın Başvekil ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın Genelkurmay Başkanı bulunduğu 1938 yılında cereyan eden Dersim faciası, her türlü tavsifin [nitelemenin) üstündedir.”
(Harekatın ardından Türkiye’nin dört bir yanına sürülen Dersimlilerden bir grup. 1938)
ATIŞ POLİGONU OLARAK DERSİM
Necip Fazıl yazının 10 Şubat 1050’de yayımlanan ikinci bölümünde genel bir değerlendirme yapıyor. Bu bölümde, “Tunceli’nin 108 bin insanın 15 bin kadarının” “Kürt zannedilmek ve yarısından fazlası Alevi olmak şartıyla” “aslında “saf ve halis Türk” ve “asli ve mümessil unsurlarıyla Müslüman” olduğuna dair bildik milliyetçi-mukaddesatçı tezleri tekrarlıyor. “Son ınkılap kansızca ve açıkgözce teslim aldığı Anadolu bütününü, teslim aldıktan sonra yıldırmak (!) için Dersim’i (poligon) olarak kullanmış ve bu poligon’un hedefleri içine gebe kadınların çıkık karınlarına ve ağzı süt kokan çocuklarına kadar en aziz eşyayı merhametsizce dahil etmiş ve on binlerce cana kıymıştır…” dedikten sonra tekrar failleri sayıyor: “Dersim Faciası yarının tarih savcısı elinde büyük amme davası olarak açılacak olan 1 numaralı dava dosyasını gösteriyor. Bu dosyada 1 numaralı mesul, son 25 senelik ruhi izmihlalin 1 numaralı müessiri (İnönü’yü kastediyor olmalı), 2. ve 3. numaralılar da şanlı demokrat Celal Bayar ile maalesef görünüşiyle içi ve mazisi birbirine uymıyan Mareşal Fevzi Çakmak’tır. Öbür numaraları kaydetmeğe bile değmez.”
NECİP FAZIL’DAN KARAKÖPRÜ FACİASI
Büyük Doğu’nun 17 Şubat 1950 tarihli nüshasında bu sefer, ‘Menemen Fatihi’ lakaplı Mustafa Muğlalı Paşa’nın 1943 Van-Özalp’te icra ettiği ‘33 Kurşun Olayı’ eleştirildi. (Bu olayı şu yazımda -okumak için tıklayın- anlattığım için Necip Fazıl’ın yazısından bölümler vermeyeceğim.) Derginin 24 Şubat 1950 tarihli 20. sayısında ise “Karaköprü Faciası ve Çekilen Dayaklar” başlıklı yazı yayımlandı.
Bakın, Canip Yıldırım’ın ayrıntılı biçimde anlattığı olayların ardından neler olmuş:
(…)
2- Hâdise şöyle başlamıştır: Mâlum sene içinde, Suriye tarafından gelen bir takım şakîlerin hududumuzu tecavüz ettikleri, etraf ile muharebe vasıtalarını tahrip ettikleri ve Diyarbakır’ın Karaköprü [‘Pıra Reş’ diyor] mevkiînde yolcuları soymaya başladıkları haberi yayılıyor.
3- Bunun üzerine bazı mahallî memurlar ve ezcümle Mardin Valisi Fehmi Vural ile Birinci Umumî Müfettiş Abidin Özmen derhal şöyle bir tedip hareketine geçiyorlar: Alâkalı vilâyetlerin köylerinden bir takım masum vatandaşları gelişigüzel topluyorlar; ve Mardin’den Diyarbakır’a, Diyarbakır’dan Mardin’e, sanki ifadeleri alınacak ve muameleleri tamamlanacakmış gibi, 14’er kişilik gruplar halinde sevke başlıyorlar.
4- Sevk esnasında jandarmalar bu masumları Karaköprü Mevkiî’nde kurşundan geçiriyor. ‘Kaçarlarken vuruldular!’ diye bir zabıt tertibi de ihmal olunmuyor.
5- Bu şekilde, sayıları yüzlerce vatandaşı geçen müteaddit kafileler hep aynı pusuya düşürülüyor.
6- Nihayet en son 14 kişilik kafile gûya Diyarbakır’a götürülürken, sarp bir noktada durduruluyor ve jandarma çavuşu kendilerine haykırıyor: ‘Abdest alıp namaz kılınız. Şimdi sizi vuracağız!’ 14 vatandaştan ibaret son 14 kurbanlık koyun abdest alırken, Rahmanî bir kader cilvesi olarak, yol üzerinde birkaç otomobil peydahlanıyor. Otomobil yolcularının içinde bir general, bir de mülkiye müfettişi vardır.
7- Yolcular, jandarma çavuşundan işin mahiyetini öğrenmek istiyorlar. Jandarma çavuşuna nasıl bir emir verildiğini öğrenince de derhal müdahale edip 14 kişilik son kurbanlık koyunlar postasını kurtarıyorlar, beraberlerine alıp Mardin’e götürüyorlar.
8- Mucizevî şekilde Allahın kurtardığı bu son grup için de bir de seksenlik ihtiyar vardır.
9- Suriye hududundan birtakım şakîlerin geçtiği ve halkı soymaya başladığı ise masaldan ibarettir. Ne Suriye’den gelen, ne de o tarafa giden vardır. Bu havadis sadece bir bahaneden ibarettir. Maksat, (Kim bilir kendilerince sebep nedir?) sadece sebepsiz ve kanunsuz olarak müdafaasız insanları hayat defterinden kazımaktır.
(Yöre halkının Pıra Reş dediği altı kemerli köprü, Roma döneminde yapılmış.)
(…)
12- Bu civarın ahalisine muhtelif zaman ve mekânlarda ne gibi muameleler tatbik edildiğini anlamak için 1933 yılında silâh toplamak vesilesiyle yapılan zulümleri sıralamak yeter. Sıralıyoruz:
13- Mardin’in Derik kazasında silâh toplama vesilesiyle Kahveci Abdülgafur’a dayak atılmış ve bu zavallı dövülürken, danalar gibi böğürmesini duyurmamak için davul zurna çalınmıştır.
14- Derik’li Mahmut oğlu Davut, aynı vesileyle,öyle bir dayak yemiştir ki, gözleri bu dayağın tesiriyle kör olmuştur. (Halen yaşıyor).
15- Çınar ilçesinin Bahteri köyünden Molla Ali oğlu Şeyhmus, aynı silâh toplama vesilesiyle dövülmüş; ve her 20 sopada bir başına su dökülmüştür. Bu şahsı döverken üç jandarma, nöbetle sopa atmış, bu arada tam 6 adet sopa kırılmıştır. (Halen yaşıyor).
16- Çınar ilçesinin Tezharap köyünden kâhya Muhiddin Yardımcı, yerinden uzun müddet kımıldamıyacak kadar dövülmüş ve onun da gözleri, neticede göremiyecek hale gelmiştir. (Halen yaşıyor).
17- Yine Tezharap köyünden 60’lık bir ihtiyar olan Sofu Resul, iğde dallariyle dövülmüş ve bu sopalar kırılınca kazma sapiyle dövülmeğe devam olunmuştur. Sofu Resul’un kardeşi Abdürrezzak ve ayrıca Talo isimli bir şahıs da hadsiz ve hesapsız dövüldükten, kıpırdamaz hale getirildikten sonra birer merkebe ters bindirilmişler; evvelâ Altunakar, sonra Güzelşeyh köyne götürülüp, orada, karargâh kuran tedipçilerin nümunelik kurbanlarını teşkil etmişlerdir.
18- Karargâh ittihaz edilen Güzelşeyh köyünden hareket edilerek her gün bir köy basılmış, bu arada Şükrülü ve Dikili köyleri, bütün sekenesiyle sopadan gemiştir. Dikili köyü imamı ve hocası da sabaha kadar dövülenler ve eşeğe ters bindirilip dayak yiye yiye karargâh köyüne sevkedilenler arasındadır.
19- Tarihin bir mislini görmediği ve insanların kâbuslarda bile eşine rastgelemiyeceği bu işlerin hesabı ne gün sorulacaktır?”
UMUM MÜFETTİŞ ‘ÖKÜZMEN’
CHP’ye yüklenmek için, Canip Yıldırım’ın anlattığı yol kesme, soygun, tehdit vs. kısmını atlıyan Necip Fazıl’ın, cezalandırma bölümünü de abartmış olması ihtimal dahilinde çünkü birazdan sözünü edeceğim bir kaynakta 40, bir başkasında ise 103 kişinin ‘yargısız infaz’a kurban gittiği anlaşılıyor. Sonuçta sayı ne olursa olsun, devletin doğrudan suçlularla değil, suçlunun dahil olduğu etnik grubun içinden körlemesine seçtiği kişilerle doğrudan gruba mesaj gönderdiğini görmek zor değil.
Tahmin edileceği gibi yazı büyük gürültü koparmıştı. 3 Mart 1950’de Necip Fazıl tekrar tutuklandı ve mecmua 18 Ağustos 1950 tarihine kadar yayınlanmadı. Ancak mecmua kapalıyken, 14 Mayıs 1950 seçimleri oldu ve iktidara ezici bir çoğunlukla Demokrat Parti (DP) geçti. Yeni dönemde Necip Fazıl’ın dilini tutacak bir şey yoktu. Nitekim mecmuadaki CHP, İnönü ve Atatürk eleştirileri iyice keskinleşti. Ancak bundan sonrası konumuzun dışında.
Tekrar Canip Yıldırım’ın anılarına dönersek, Canip Bey 1935-1943 yılları arasında Birinci Umum Müfettiş, 1943-1948 arasında İkinci Umum Müfettiş olan Abidin Özmen ve uygulamaları hakkında ilginç bilgiler veriyor. (Bir zamanların ‘Olağanüstü Hal Valiliği’ne eş değer bir idari yapılanma olan Birinci Umum Müfettişlik 1927’de kurulmuştu ve Hakkari, Van, Muş, Bitlis, Siirt, Genç, Diyarbekir, Mardin, Urfa, Siverek, Elaziz, Dersim, Malatya, Ergani, Bayezit vilayeti ile Pülümür, Kiğı ve Hınıs kazalarını kapsıyordu. 1934’te kurulan İkinci Umum Müfettişlik Bölgesi Trakya idi. 1935’te kurulan Üçüncü Umum Müfettişlik, Erzurum, Kars, Gümüşhane, Erzincan, Trabzon, Ağrı illerini kapsıyordu. 1936’da Elazığ, Tunceli, Bingöl illeri Birinci Genel Müfettişlik’ten ayrılarak Dördüncü Genel Müfettişlik Bölgesi oluşturuldu. Umum Müfettişler de bir nevi sıkıyönetim komutanıydılar. Umum Müfettişler sınırsız yetkilerle donatılmışlardı.)
(Abidin Özmen, Celal Bayar ve Atatürk, Diyarbakır’da, 15 Kasım 1937)
DAYAKLA TOPLA, PARAYLA SAT!
Canip Yıldırım, devletin her daim başvurduğu ikili/sinsi politikalara dair şunları anlatıyor: “Abidin Özmen, orta boylu, şişman, sevimsiz, kulakları çok kıllı bir adamdı. Halk, bu uygulamalarından dolayı ona ‘Öküzmen’ adını takmıştı. (…) 1936 yılında asker köylerde silah araması yapıyor. Silahı olanlar teslim ediyor, olmayanlar dayaktan kurtulmak için parayla temin ediyor. Diyarbakır Valisi Faiz Bey, zaman zaman Şeyh Said’in torunlarından] Şeyh Sıddık'ı köşkünde ziyaret ediyordu. Şeyh Sıddık, bu ziyaretlerden birinde valiye olan biteni anlatıyor, bazı askerlerin toplanan silahları silahı olmayan köylülere parayla sattığını söylüyor ve ‘Bana imkân verin bunu size ispatlayayım’ diyor. Vali de kabul ediyor.
Bunun üzerine Şeyh Sıddık, Hücceti köyünden Sadi Sadun ve Göktepe köyünden Mehmet Durmaz (Hamme Asya) vasıtasıyla 13 adet silah satın alıp köşke getiriyor. Sonra da Vali Faiz Bey ile Defterdar Basri Konyar'a haber yolluyor. Silahlar Vali Konağı'na getiriliyor, burada seri numaraları kaydedildikten sonra ‘jandarma buldu’ denerek orduya teslim ediliyor. Aynı kişiler, aynı yollardan bu defa 20 adet silah satın alıyorlar. Vilayete götürüp daha önce alınan 13 silahın seri numaralarıyla karşılaştırdıklarında, 6 silahın daha önce orduya teslim edilen silahlarlarla aynı seri numarayı taşıdıkları görülüyor. Köylülerden toplanan silahlar Diyarbakır Ulu Cami'deki Şafiiler bölümünde depolanıyordu. Sorumlular görevden alındı ve yapılan soruşturmada, depoda görevli askerlerin silahları caminin tavanında açtıkları delikten iple çekerek çıkardıkları ve daha sonra bunları piyasada sattıkları anlaşıldı.
‘SUYUMU BULANDIRDIN’ CEZASI
Umum Müfettiş Abidin Özmen ve Kolordu Komutanı (Galip Deniz veya Kenan Paşa’ydı) Diyarbakır Valisi Faiz Bey'e ‘Sahamıza girdin, ordunun şerefiyle oynadın’ diye kızıyorlar. Özmen, Şeyh Sıddık'a da ‘siyasi gücümü sarstı’ diyerek kinlendi ve onu tutuklattı. Kardeşi Celal, Kızıltepe'ye kaçtı, ikisinin de ailesini Kütahya'ya sürgün ettiler. Şeyh Sıddık’ı Abidin Özmen'in hazırladığı düzmece bir belgeyle Fransa'ya casusluk yapmakla suçladılar, ama tutturamadılar. Mahkemede beraat etti. Cezaevinden çıktıktan sonra çocuklarının yanına gitmek üzere trene bindi. Askerler Yolçatı'da indirip Karaköprü'ye götürdüler ve burada kurşuna dizdiler. Cesedine köylüler sahip çıkıp köprünün yanına defnettiler. (Öldürülme nedeni) Cezaevi’nden çıktıktan sonra istihbarat elemanları ‘Sıddık artık çıktın’ deyince ‘Sesimi Çankaya'dan duyacaksınız’ diye karşılık vermiş. Yani yapılanları Çankaya'ya çıkıp Atatürk'e şikâyet edeceğini ima ediyor. Ajanlar bunu Abidin Özmen'e ulaştırınca Çankaya'ya çıkmasını engellemek için apar topar trenden indirip kurşuna diziyorlar.”
Gerisini Hevsel Bahçelerinde Bir Dut Ağacı anı kitabından okuyabilirsiniz.
KARAKÖPRÜ FACİASI SORUŞTURULDU MU?
DP Dönemi’nde Dersim Harekatı/Faciası/Katliamı (hatta bazı kriterlere göre Soykırımı) soruşturulmadı ama ’33 Kurşun Olayı’ soruşturuldu. Soruşturuldu ve 33 Kurşun’un asli faili Mustafa Muğlalı Paşa yargılandı. Ama sonra olanlar ve Muğlalı’nın devletin ‘şeref listesi’ndeki yerini hiç kaybetmediğini biliyoruz. (Ayrıntıları şu yazımdan okuyabilirsiniz: Okumak için tıklayın)
Peki, Karaköprü Faciası soruşturuldu mu? Elbette hayır! DP Diyarbakır Milletvekili Mustafa Ekinci'nin 1952 yılında konuyu Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne (TBMM) taşımasına rağmen, katliamı gerçekleştirenler hakkında bir işlem yapılmadı. Sırasıyla AKP ve HDP Milletvekili Dengir Mehmet Mir Fırat “İçel Milletvekili olan rahmetli amcam Hüseyin Fırat da bu soruşturma komisyonunun üyesiydi. Talimatla 40 (Mustafa Ekinci’ye göre sayı 103) kişi katledilmiş. Bu katliamda devletin üst düzeydeki bütün yetkililerinin imzalarını gördüm. İsmet Paşa da buna dâhil’ derdi. Bu dosya DP’nin üst yönetiminin emriyle kapatılmış.” diye anlatmıştı sonucu. (28 Kasım 2011, Taraf)
Buna şaşırdık mı? Sizi bilmem ama ben şaşırmadım. Devletin her muhalefeti şiddetle bastırması ve cezasızlık bizim siyasi kültürümüzün en önemli unsuru. Necip Fazıl “Tarihin bir mislini görmediği ve insanların kâbuslarda bile eşine rastgelemiyeceği bu işlerin hesabı ne gün sorulacaktır?” demişti hatırlarsanız. Bir ara Erdoğan’ın CHP’yi sıkıştırmak için “eğer literatürde varsa ve gerekiyorsa Dersim için özür dileriz” demesiyle ne kadar heveslendiğimizi ve ardından konunun sümen altı edilişini hatırlıyorum da, bugün yaşanan korkunç suçları sorgulayacak bir Necip Fazıl çıkarabilecek mi bugünün İslamcıları sorusuna ne yazık ki olumlu cevap veremiyorum.
Ek Okuma: Cemil Koçak, Umumi Müfettişlikler (1927-1952), İletişim Yayınları, 2010, Ayşe Günaysu, “Diyarbakır’ın Soykırım Zenginlerinden Pirinççizadeler”, http://ermenistan.de/ayse-gunaysu-yazi-ermeni-diyarbekirin-soykirim-zenginlerinden-pirinccizadeler/ , Malmisanij, Diyarbekirli Cemilpaşazadeler ve Kürt Milliyetçiliği, İletişim Yayınları, 2004.
.
Kızıl Elma nedir, neresidir?
14.12.2015 - Bu Yazı 405 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Geçtiğimiz hafta TSK’ya ait bir birliğin (sayısını tam öğrenemedik), Musul’un kuzeyindeki Başika’da konuşlandırılması üzerine çıkan tartışmaları izlemişsinizdir. Bu tartışmalar kabaca söylersem “bizim Musul’da ne işimiz var?” diyenlerle, “Musul Türkiye’nin eksik parçasıdır” diyenler arasında geçti. Bu ikinci grubun bazı mensupları sosyal medyada “82.vilayet Musul, 83.vilayet Kerkük, 84.vilayet Şam, 85.vilayet Mekke, 86.vilayet Kudüs” (hatta bazıları bu listeye Moskova’yı da eklemişti) minvalinde mesajlarıyla ‘TT’ oldular. Bazı yazarlar, daha ince bir terminoloji kullanarak ‘Kızıl Elma: Musul’ benzeri başlıklar attılar. Yine iktidara oy veren çevrelerde, ‘Lozan Barış Antlaşması 2023’te sona erecek, Musul ve Kerkük Türkiye’ye bağlanacak’ türünden rivayetler yayılmış durumda. Dolayısıyla adı konmuş olsun olmasın Kızıl Elma temasının hatırı sayılır muhibbi var…
Bu yazımda, yayılmacı Türk milliyetçiliğinin önemli sembollerinden biri olan Kızıl Elma efsanesinin kaynağını ve bu efsanenin tarih içinde aldığı biçimleri ele almaya çalışacağım. Aslında hikayeye temel kaynaklarımdan Stefanos Yerasimos’un yaptığı gibi Eski Ahit’teki Daniel’in Kitabı’nda yer alan Tek Ağaç ile bunun ileriki yıllarda ortaya çıkan Kuru Ağaç versiyonu ve Kur’an’daki ‘Sidret’ül-Münteha’ (Sidre Ağacı) efsanesi ile başlamıştım ama yazı bu haliyle bile sabrınızı zorlayacak uzunlukta olunca o bölümü çıkardım.
KÖKENİ ESKİ TÜRKLER Mİ?
Bugünün Türk milliyetçileri veya ırkçıları, bu soruya kocaman bir ‘evet!’ derler ancak bu konuda ürettikleri metinler bir-iki paragrafı aşamaz. Nitekim 11. yüzyıl yazarı Kaşgarlı Mahmud’un lügatindeki söylenişiyle ‘alma’nın Eski Türkler için önemli bir meyva olduğuna dair bilgimiz yok. Bazı minyatürlerde yer alan meyve tabağı çizimlerinde elmaya benzer meyveler var ama bunların Kaşgarlı’da adı daha fazla geçen kayısı, şeftali veya erik olması da mümkün. Dahası, Eski Türk kültürü uzmanlarından Emel Esin’e göre Kızıl Elma sembolleştirmesi elmaya değil, Eski Türklerde Güneş ve Ay’ı anlatan kızıl topa dayanır. Hatta bu kızıl top ilerleyen dönemlerde ‘muncuk’ adıyla bayrak ve tuğların tepesini süsleyecektir. (Bu konuda şu makaleme bakılabilir: Okumak için tıklayın)
YOKSA BİZANS MI?
Buna karşılık Roderic H. Davison, E. J. Gibb veya onlardan nakille Stefanos Yerasimos gibi araştırmacılara göre Kızıl Elma efsanesi erken Bizans’ta doğmuştur. Bir zamanlar Ayasofya önündeki bir sütunun üzerinde I. Justinianos’u (hd 527-565) at üzerinde gösteren bir heykel hakkında dönemin Bizanslı tarihçisi Prokopios şöyle der: “Ve doğan güneşe doğru bakar. Bu sırada da İranlıların üzerine yürür, sol elinde bir küre tutar. Heykeltraş bu küreyle, elinde kılıç, mızrak ya da başka bir silah olmasa da bütün yeryüzünün ve denizlerin ona bağlı olduğunu belirtmek istemiştir. Ama elindeki kürenin üzerinde bir haç vardır. İmparatorluğunu, savaşlardaki zaferi bu haç sayesinde kazanmıştır. Sağ elini doğan güneşe doğru uzatır, parmaklarını açarak o taraftaki barbarlara kendi topraklarında kalmalarını ve yaklaşmamalarını buyurur.”
(I. Justinianos Sütunu ve üzerindeki heykelin çizimi. 15. yüzyıl)
I. JUSTİNİANOS’UN HEYKELİ
900’lerde yazılmış bazı Süryani ve Arap kaynaklarında heykelden bahsedilir ancak küreden bahsedilmez. Küreden söz eden ilk Arap kaynağı 1180’e doğru Herevi’dir. Yazara göre Konstantinos’un gergin ve avucu açık sağ eli İslam ülkelerini gösterirken sol elinde bir küre vardır ve söylenceye göre “Konstantinos bu dünyaya öylesine sahibtim ki bu küre gibi elimdeydi ve hiçbir şey götürmeden göçüp gittim. Gerçeği yalnız tanrı biliyor” demek istemektedir. Görüldüğü gibi I. Justinianos, Hıristiyanlığı ilk kabul eden Bizans İmparatoru I. Constantinos’la (hd 305-337) , İran ise ‘İslam ülkeleri’ ile yer değiştirmiştir.
Aradan geçen yüzyıllarda neler olduğunu bilmiyoruz ancak heykelin elindeki küre 1317’de düştüğünde bu durum kilise babaları ve halk tarafından Bizans’ın sonunun yaklaştığı şeklinde yorumlanır. 1420/21’de küre bir kez daha düşer, yine “Bizans’ın sonu geliyor!!!” denir. Ancak küre ya tekrar yerine konmamış ya da yeniden düşmüş olmalıdır ki, Bavyeralı seyyah Schiltberger 1427’de, İspanyol seyyah Pero Tafur, 1437’de kürenin yerinde olmadığını söyleyecektir.
KEHANETE OSMANLI TEPKİSİ
Kehanet nihayet gerçekleştiğinde, Türkler üzerindeki etkisinin de güçlü olduğu anlaşılır çünkü 1453’te Konstantinopolis’i fetheden ‘Fatih’ Sultan II. Mehmed’in ilk işlerinden biri bu heykeli yere indirmek olur. Aşık Paşazade, Tevarih-i Al-i Osman adlı eserinde, Fatih’in Belgrad kuşatmasında kullandığı topların bu heykelin bronzundan döküldüğünü söyler. 1491/92’de Edirneli Ruhi’ye atfedilen bir anlatıda “Bizim devrimizde Sultan Mehmed bu heykeli yıktırır, yerinden indirtir. Çünkü Rum milleti şöyle diyordu: Bakır at yerinde durdukça, kent sonunda bizim olacak.” Benzer ifadeler 1470’te Eğriboz alınırken esir düşen ve 1481’e kadar İstanbul’da kalan Venedikli Giovan Maria Angiolello’nun ve 1547-49 arasında İstanbul’da yaşayan seyyah Fransız topoğrafyacı Pierre Gilles’in anılarında da vardır.
SALTUKNAME’DE ‘KIZIL ALMA’
I. Iustinianos’un küresinin yerini, ‘Kızıl Elma’nın alması da bu dönemde olur. Örneğin II. Bayezid’in kötü kaderli oğlu Cem Sultan’ın emriyle Balkanlardaki ilk sufi kolonizatörlerden Sarı Saltuk’un efsanelerini derleyen Ebu Hayr’er-Rumi, Saltuknamesi’nde (1473’de derlenmiştir ancak günümüze ulaşan en eski baskı 1590/91 tarihini taşır) şöyle anlatır: “Yidi gün gitdiler. Abadanlığa çıkdılar kim Üngürüs (Macaristan) ve Alaman ve Ayurusapur (Habsburg?) tarafıdur. Bir ulu şehre çıkdılar kim bir ulu hisar içinde bir ulu kilise kapusu berkitmiş, üstünde bir altun top kubbesinde dururdı, kızıl altundan bir alma resminde idi. Pes andan Şerif Sarı Saltık eyitdi (dedi): Bu nedir? didi. Eyitdiler: Buna Kızıl Alma dirler’ didiler.”
Aynı eserde Kızıl Elma temasına I. Murad’ın (1362-89) düşünün anlatıldığı bölümde de değinilir. Bu bölümde Sarı Saltuk, Osmanlı padişahlarını ‘Kızıl Elma’ya götürecek yolu gösteren bir öncü olarak tarif edilir. Böylece Kızıl Elma, Osmanlıların Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun topraklarına yapacakları seferlerin manevi kaldıracı olur.
YAVUZ’A HATIRLATMA
Kızıl Elma’ya değinen bir başka Osmanlı metni II. Bayezid’e yazılmış bir dilekçedir. Yazarı bilinmeyen ve Yerasimos tarafından 1511’e tarihlenen bu dilekçe Topkapı Sarayı Müzesi’nde bulunmaktadır. “… Seyyid Gazi hazretleri “işde sana Sultan Bayezid’i koşduk, al ilet, gün batısına Kızıl Elma’ya değin feth idüp İslam döşeğin döşesun” diyü emr itdi.”
Yerasimos, metinde Kızıl Elma’ya ilişkin bir açıklama yapılmamasından dolayı efsanenin daha önceden bilindiğini çıkarıyor. 1511 yılının ise, II. Bayezid’in hükümdarlığının son yılı olması ve oğlu (I.) Selim’in İran’dan gelen Şii tehdidi karşısında babasının umursamaz tutumu nedeniyle başkaldırdığı yıl olması itibariyle önemine işaret ediyor. Yerasimos, “demek ki fetih cephesinin Doğu’ya doğru kaymasına ilişkin bir baskının olduğu dönemde, gaziler fetihlerin temel amacının Avrupa olduğunu anımsatma ihtiyacı duymuşlar. Ancak I. Selim’in bu çağrıya kulak tıkadığını biliyoruz çünkü döneminde Batı’ya değil Doğu’ya seferler yoğunluk kazandı. Batı ancak Kanuni döneminde yeniden Kızıl Elma olacaktı.” diyor. (Yavuz döneminin Kızılbaş politikalarına dair yazım:Okumak için tıklayın)
KANUNİ’NİN KIZIL ELMASI NERESİ?
Nitekim edebiyat tarihçisi Orhan Şaik Gökyay ise kaynak vermeden şöyle bir hikaye anlatıyor: “Büyük Osmanlı Padişahı Kanuni tahta geçtiği zaman kışlaları ziyaret eder, askerlerin şerbetini içer içtiği bardığı altın doldurup onlara armağan ederdi. Ayrılırken de askerlere ‘Kızıl Elma’da görüşürüz’ diye onları okşar ve ideallerini canlandırırdı. Çünkü yeniçeriler arasında Kızıl Elma efsanesi çok yaygın olup ‘Destiye kurşun atar, keçeye kılıç çalar, Kızıl Elma’ya dek gideriz’ sözü onların ideallerini ve fedakarlıklarını ifade ederdi.”
Nitekim 1521’de Belgrad’ın alınması, 1526 Mohaç Savaşı ve 1529’daki I. Viyana Kuşatması’na dair Osmanlı eserlerinde hep Süleyman’ın ‘Kızıl Elma’yı eline aldığından’ bahsediliyor: “Kızılelmayı tığiyle kim aldı, şah dedim tarih.” (Sâbit), “Çıkdı bir sahib-i kemal didi ana tarih, Şahım Kızılelma’yı ayva ile doldurdun” (Hayretî) beyitlerinde oldu gibi…
(Kanuni’nin fethettiği Belgrad’ı gösteren bir gravür, 16. yüzyıl.)
YENİ KIZIL ELMA: ROMA
Ancak Kızıl Elma yerinde durmuyor. Nitekim Gelibolulu Mustafa Ali’nin 1597’de bitirdiği Kühnü’l-Ahbar adlı eserinde Kızıl Elma terimine iki yerde rastlanır. Birincisinde Kızıl Elma Portakal/Portekiz’le ilişkilendirilir. Yerasimos’a göre bu büyük ihtimalle Roma’nın bir adlandırmasıdır. İkincisinde ise garip bir tanım yapılır: “Kızıl Elma Frenklerin ülkesinin en ücra köşesinde büyük bir kilisedir. Çatısında Anuşirvan’ın kadehinden çıkmış elma gibi yuvarlak bir yakut parlar. Bir keşiş bu yakutu çalıp uzun süre saklamış ve bu kiliseye bağışlamıştır.”
Bu hangi kilisedir derseniz, Orhan Şaik Gökyay’a göre “Batı kaynaklarında asa ile birlikte hükümdarlık alameti olarak kullanıldığı belirtilen ‘Kızılelma’ bazılarına göre I·talya’da Roma şehri, bazılarına göre de Roma’daki Saint Pierre Kilisesi’nin üzerinde bulunan ve denizden de görülebilen altın yaldızlı küre ya da bu kilisenin üstü kırmızı bakırla kaplanmış kubbesidir.”
Yani, 17. yüzyıla girilirken artık Kızıl Elma, net şekilde Roma’dır. Burada küçük bir parantez açalım: 1617 yılında İran’a giden İtalyan seyyah Pietro della Valle’ye İran Şahı Abbas ‘“gerçekten Kızıl Elma’dan gelip gelmediğini” sorar. Yani, İranlılar için de Kızıl Elma, Roma’dır…
(Saint Pierre Kilisesi/Basilica di San Pietro, Vatikan-Roma)
1627’ye doğru yazılan “Kızıl elma kapusun feth ideriken nacağı/Ne reva’dür bozula Hazret-i Bektaş ocağı” beyti veya Hâfız Ahmed Paşa’nın (ö. 1632) iki gazelinde olduğu gibi Budin ve Peşte’nin alınmasından duyulan memnuniyet anlatıldıktan sonra Kızıl Elma’nın (Viyana? Roma?) alınması için Hakk’a yalvarılması Kızıl Elma sembolizminin gücüne işarettir.
EVLİYA ÇELEBİ’NİN KIZIL ELMALARI
Yerasimos’a göre, Kızıl Elma temasını evrenselleştiren, 17. yüzyıl yazarı Evliya Çelebi’dir. Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde, Osmanlı’nın ‘Kızılelma’larını bir bir sayar: Bunlar, Kuzey Kafkasya Kızıl Elması, Budin Kızıl Elması, Belgrad (İstolni) Kızıl Elması, Estergon (Estergom) Kızılelması, Viyana (Beç) Kızıl Elması, Roma Kızıl Elması, Köln Kızıl Elması. Hatta gelecekteki bazı Kızıl Elma’ların da işaretini verir: Prag, Paris, Kurtuba, Danimarka, Felemenk, Londra Kızıl Elmaları…
18. ve 19. yüzyıl metinlerinde (yani 1826 tarihli Vak’ayı Hayriye’den sonraki dönemde de) Kızıl Elma hala Yeniçerilik ve Bektaşilikle ilişkilendirilir. Örneğin Avusturyalı tarihçi, şarkiyatçı Hammer’e (ö. 1856) göre Eyüp Camii’ndeki geleneksel kılıç kuşanma töreninden sonra padişah Şehzade Camii’nin karşısında eski kışlalar önünden geçerken artık varolmayan Yeniçerileri şöyle selamlardı: “Kızıl Elma’da yine görüşeceğiz.” Diplomat/tarihçi Ahmed Resmi Efendi’nin, bazı klasik tarihçilerce Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminin başlangıcı sayılan 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı’nı anlattığı eserinde (ki yazar savaşın sonunda Küçük Kaynarca Antlaşması’nı imzalayan heyette yer almıştır) edebi bir motif olarak ortaya çıkan Kızıl Elma, 1839 sonrası ortaya çıkan Tanzimat Edebiyatı veya Servet-i Fünun Edebiyatı’nda ortadan kaybolmuştu. Bunun da anlaşılır nedenleri vardı çünkü artık bırakın fetih yoluyla genişlemeyi mevcudu korumak bile zorlaşmıştı.
ZİYA GÖKALP’İN KIZIL ELMASI
Kızıl Elma’nın yeniden bir ümit feneri olarak ortaya çıkışı, 1911 Trablusgarp ve 1912-13 Balkan Savaşları’ndan itibaren olacaktı. Bu sefer Kızıl Elma sembolizmini sahiplenenler İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) bünyesinde örgütlenen Türk milliyetçileriydi.
İTC’nin ideoloğu Ziya Gökalp’in kendi ifadesine göre “bir gecede kaleme aldığı” Kızıl Elma adlı manzum eserin (İTC’nin yayın organlarından Türk Yurdu’nun 5 Şubat 1913 tarihli nüshasında yayımlanmış ve Gökalp’in 1914 yılında çıkan ilk şiir kitabına da adını vermiştir) nesir özeti şöyledir: Bakü’lü bir Türk milyonerinin kızı olan Ay Hanım Paris’te öğrenim görür. Sonra biri kızlar öbürü erkekler için “Geleceğin Beşiği” adını verdiği iki okul yaptırmak için doğduğu kente geri döner. Bir gün atıyla kırda dolaşırken bir gence rastlar ve ona aşık olur. Genç adam ertesi gün Ay Hanım’ın hocası Sadeddin Molla’ya kendini tanıtır ve adının Turgud olduğunu, İstanbullu olduğunu söyler. Kırda dolaşırken bir dörtyol ağzında durduğunu yaşlı bir köylüye ‘sol taraftaki yol nereye çıkar?’ diye sorduğunu, yaşlı adamın da ‘Kızıl Elma’ya diye yanıt verdiğini anlatır. Biraz ilerde ata binmiş çok güzel bir kıza rastladığını, kızın da ‘burası Kızıl Elma, ben de buranın perisiyim’ dediğini söyler. Genç adam bütün bunların ne anlama geldiğini sorar. Sadeddin Molla ona, Türk akıncılarının bu ülkeyi Hindistan’da, Mısır’da ve Batı’da aradıklarını ama oraya ulaşamadıklarını anlatır. Vaad edilen bu ülkenin başka yerlerde olmadığını, ama kuşkusuz var olduğunu söyler… Turgud bu açıklamalardan tatmin olmaz ve Kızıl Elma’yı aramaya çıkar. Molla’nın açıklamalarını dinleyen Ay Hanım da Kızıl Elma’yı özgür bir ülkede yaratmaya karar verir. Ancak o ‘özgür ülke’yi bir türlü bulamaz. Çünkü ne Bakü, ne Kazan, ne İstanbul özgürdür. Ay Hanım bunun üzerine Lozan yakınlarında bir Türk köyü kurmaya karar verir. Turgud ise Kızıl Elma’yı aramaya devam eder. Kaşgar’a geldiğinde Lozan Kızıl Elmasını öven bir afiş görür. Ve Lozan’a gelir. Orada Ay Hanım’la sevdalarını tazelerler ve bir süre sonra evlenirler…
Görüldüğü gibi Ziya Gökalp için Kızıl Elma mekana bağlı olmayan bir mefkurenin (idealin) adıdır. Bu ‘mefkure’ nerede gerçekleşirse, orası Kızıl Elma’dır. Nitekim ilk kez 1911’de Genç Kalemler dergisinde yayımlanan Turan başlıklı şiirinde benzer bir fikri açıklamıştır Ziya Gökalp: “Vatan ne Türkiye’dir, ne Türkistan/Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan.” (Turancılık ideolojisi hakkındaki yazım: Okumak için tıklayın)
ÖMER SEYFETTİN, KANUNİ VE ‘KIZILELMA’
Ömer Seyfettin’in 29 Kasım 1917 tarihli Yeni Mecmua’da yayımlanan Eski Kahramanlar/Kızıl Elma Neresidir? adlı öyküsünde de Kızıl Elma Ziya Gökalp’teki gibi mekana bağlı olmayan bir ideal olarak tarif edilir. Öyküde Kanuni Sultan Süleyman, otağında yalnız başına otururken, dışarıdan gelen “Kızılelma’ya, Kızılelma’ya…” naralarını duyunca “Kızılelma”nın neresi olduğunu düşünmeye başlar ve bu sorunun cevabını araştırmak üzere devletin ileri gelen görevlilerini (kazasker, defterdar, nişancı, bölükbaşı…) çağırır. Padişaha çeşitli yanıtlar verilir: Viyana, Roma, Çin, Maçin, Hint, Sint, Kaf Dağı’nın arkası… Kanuni bu cevapların hiçbirini beğenmez. “Hay sizin ilminize!” der. Sonunda ordunun içinden üç askerin rastgele getirilmesini emreder. Bu kişilerin daha önce verilen cevaplardan haberleri yoktur. “Kızıl Elma neresidir?” sorusuna şu cevapları verirler: “Padişahımızın bizi götüreceği yer…”, “Önümüze düşüp bizi götüreceğin yer”, “Atınızın götüreceği yer”… “Orası neresi?” diye sorulduğunda da “Padişahımız bilir” diyeceklerdir. Bu cevaplar padişahı çok mutlu eder. Yazar, “Evet… orası ne Hint, ne Sint, ne Çin, ne Maçin, ne Viyana, ne de Roma’ydı!” der. Padişaha da şunu dedirtir: “Gördünüz ya, üçünün de cevabında bir fark yok. Hakikat bir! Kızıl Elma benim gitmek istediğim yer, işte... Hakkın beni göndereceği yer!…”
ŞEVKET SÜREYYA VE TURAN
Ancak dönemin başka yazarları için Kızıl Elma giderek belli bir coğrafya ile bütünleşir. Örneğin Şevket Süreyya (Aydemir) Suyu Arayan Adam’da şöyle tarif eder Turan (yani Kızıl Elma) coğrafyasını: “Bir elimizi Balkan geçitlerinin, Tuna-Meriç havzalarının üzerine koyardık. Sonra diğer elimizi Kırım’ı, Kafkasya’yı, Başkırdistan’ı, Türkistan’ı sıralayarak Altaylara, Çin Türkistanı’na, Çangari’ye, Altın dağa uzatırdık: Buraları hep bizim! derdik. Buralarını hep biz kurtaracaktık. Rumeli’de sınırlarımız, gerçi bizim mektebin kapısından iki kilometre ileride, Edirne’nin şehir istasyonunda bitiyordu. Ama bu bizim gözümüze görünmüyordu. Bizim gözümüz dünyanın öbür ucunda, Kafkasya’larda, Türkistan’larda, Çin sınırlarındaydı. Oralara gidecektik. Köylere, avullara, obalara koşacaktık. Elde asa ayakta çarık, sırtta kitap çantalarını Anadolu’ya, Azerbaycan’a, Türkistan’a taşıyacaktık (…) Yakın mazi artık kasvetli bir rüyaydı. Hakikat, yalnız istikbaldeydi. Avrupa’da Birinci Dünya Harbi işte bu hava içinde patladı.”
Savaşın Osmanlı İmparatorluğu ve müttefiklerinin yenilgisiyle bittiğini idrak ettikten sonra 1/2 Kasım 1918 gecesi bir Alman torpidosu ile yurtdışına kaçan İttihatçı liderlerden Enver Paşa, Kızıl Elma’yı Orta Asya steplerinde, Cemal Paşa Mısır’da, Talat Paşa ise Berlin’de aramaya gitti. İttihatçıların Karakol Cemiyeti aracılığıyla Anadolu’daki direnişin başına yerleştirdikleri Mustafa Kemal için ise 1921 sonrası daha netleşeceği gibi Kızıl Elma (bu terimi hiç kullanmadığını belirtelim) Anadolu-Trakya coğrafyasında Batı tarzı modern bir ulus-devlet kurmakla sınırlıydı.
Burada da küçük bir parantez açalım. Aydın doğumlu Rum yazarı Dido Sotiriyu, Benden Selam Olsun Anadolu’ya adlı anı-romanında 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’e çıkması ve ardından Batı Anadolu’yu işgalini yerli Rumların şöyle karşıladığını söyler: “Ay bu iş bitti. Türkleri sürüp götürelim, Kızıl Elma’ya kadar sürelim.” Yani onların da Kızıl Elma’sı vardır. Ve bu Kızıl Elma, yazıp da çıkardığım Tek Ağaç bölümünde anlattığım gibi İran’da bir yerlerdedir.
‘HADDİNİ BİLEN’ MUSTAFA KEMAL
Parantezi kapatıp Mustafa Kemal’e dönersek, Mustafa Kemal, İttihatçı paşalarla arasındaki farkı, TBMM'de 1 Aralık 1921'de yaptığı konuşmada şöyle koymuştu: "Büyük hayaller peşinde koşan, yapamayacağımız şeyleri yapar görünen sahtekâr insanlar değiliz. Efendiler, büyük ve hayali şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın husumetini, garazını, kinini bu memleketin ve bu milletin üzerine celbettik. Biz Panislâmizm yapmadık. Belki 'yapıyoruz, yapacağız' dedik. Düşmanlar da 'yaptırmamak için bir an evvel öldürelim' dediler. Panturanizm yapmadık. 'Yaparız, yapıyoruz' dedik ve yine 'öldürelim' dediler. (…) Bütün dava bundan ibarettir. (…) Haddimizi bilelim!"
'Haddini bilen' Mustafa Kemal ülkede olmanın avantajıyla ipleri yavaş yavaş elinde toplarken, sürgünde onun bunun himmetiyle hareket etmeye çalışan Talat, 15 Mart 1921'de Berlin'de bir Ermeni tarafından; Cemal, 21 Temmuz 1922'de Tiflis'te Rus veya İngiliz istihbaratı için çalışan Ermeni veya Gürcü eylemciler tarafından; Enver ise 4 Ağustos 1922'de Türkistan'da Kızıl Ordu mensubu bir Ermeni komutan ve askerleri tarafından öldürüldüler. Sonuçta Mustafa Kemal'in 'gerçekçi' politikaları uygulandı.
Bugün milliyetçi-mukaddesatçı çevreler için Enver Paşa bir Osmanlı-Turan İmparatorluğu kurma hayalinin kahramanı iken, milliyetçi olmayan bazı tarihçiler bile Mustafa Kemal'in hiç de imkânsız olmadığı halde Musul'u bırakmasıyla sonuçlanan gerçekçiliğinin (bu konudaki yazım: Okumak için tıklayın) İttihatçı önderlere duyduğu kişisel antipatiyle çizilmiş dar görüşlülük sınırında gezindiğini söylerler. Onlara göre, Enver'in ütopik planları olmasaydı İngilizler ve Ruslar, Mustafa Kemal'in 'gerçekçi' planına razı olmayabilirlerdi.
NİHAL ATSIZ VE KIZILELMA
Bu yorumların haklı olup olmadığı bu yazının konusu değil ancak Cumhuriyet tarihi boyunca, ırkçı-Türkçü çevrelerin Kızıl Elma imgesini canlandırmak için yaptığı atılımların çok sönük olduğunu söylemeliyiz. Örneğin Nihal Atsız’ın 1931’de yazdığı “Adalar Denizinden Altayların Ötesine Kadar Bütün Türk Gençliğine” şiiri veya 1947’de yayımlanan KIZILELMA adlı dergisi çok da ses çıkarmadı.
EN YENİ KIZIL ELMALAR: MUSUL VE KERKÜK
1950-1952 arasında (yani DP döneminde) Milliyet’te Sözün Kısası adlı sütununda duayen tarihçi İsmail Hakkı Danişmend, şu minvalde yazılar yazdı: “Asırlarca Türk idealini temsil ettikten sonra inhitat (gerileme) devirlerinde unutulup giden Kızıl Elma’nın yerine hiç bir şey konmadı. El hassa son otuz yılın nesilleri “Ne bir karış toprak isteriz, ne bir karış toprak veririz!” gibi mevcudu ideal gösteren bir idealsizlik içinde yerleştirildi.” 1955’ten itibaren Kıbrıs yeni Kızıl Elma oldu. 1990’dan itibaren özellikle Özal döneminde ise Kızıl Elma, Musul ve Kerkük’tür. (Bu konuda Hasan Cemal’in şu yazısını okumanızı öneririm: Okumak için tıklayın)
Yazının başına dönersek, AKP siyasilerinin ve medyasının körüklediği Musul ve Kerkük’ü fethetme hezeyanının sonunu kestirmek zor. Ancak Musul ve Kerkük’e Kızıl Elma bulmaya gidenlerin evdeki Diyarbakır’dan olmaları da ihtimal dışı değil, benden hatırlatması…
Temel Kaynakça: Stefanos Yerasimos, “Ağaçtan Elmaya: Apokaliptik Bir Temanın Soyağacı”, Cogito, S. 17, Kış 1999, Yapı Kredi Yayınları, Orhan Şaik Gökyay, “Kızıl Elma Üzerine I-II-III-IV”, Tarih ve Toplum, 1986, S.24, s. 9-14, S. 26, s. 20-24, S. 27, s. 9-13, S. 28, s. 9-13, Abdullah Harmancı, “Yeni Türk Edebiyatı’nda ‘Kızılelma’”,http://www.turkishstudies.net/Makaleler/1798573513_69harmancı_abdullah.pdf.
.
Cumhuriyet'in kanlı 'Kürt bilançosu'
21.12.2015 - Bu Yazı 414 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Son yılların en önemli tartışmalarından biri, Orhan Pamuk’un, 2005 yılında Das Magazin adlı haftalık İsviçre dergisine verdiği bir röportajda, "Bu topraklarda 30 bin Kürt ve 1 milyon Ermeni öldürüldü. Benden başka kimse bundan bahsetmeye cesaret edemedi" demesiyle patlak vermişti. O güne kadar resmi çevrelerin ağzından düşmeyen “PKK’ya karşı mücadelede 30 bin şehit verdik” ifadesinin başına Orhan Pamuk, 1 milyon Ermeni’yi ekleyince kıyamet kopmuştu. Pamuk hakkında “Türklüğe hakaret” davası açılmış, dava zaten nazik olan AB ile Türkiye ilişkilerini germiş, içerdeki ve dışardaki tepkiler sayesinde 2006 yılında dava düşürülmüştü. Pamuk’a karşı yürütülen linç kampanyası azalarak da olsa yıllarca sürdü. Hala da milliyetçi çevrelerin kara listesinde…
DEMİREL’İN AÇIKLAMASI
Demirel’in açıklaması: ’1 milyon Ermeni’ meselesi hala açıklığa kavuşmadı ama PKK ile devlet arasındaki kanlı savaşta kaç kişinin öldüğünü aşağı yukarı biliyoruz. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, 1998'i değerlendirdiği basın toplantısında, "Terör eylemlerinin başladığı 15 Ağustos 1984'ten Aralık ayının başına kadar bilanço; meydana gelen 32 bin 853 olayda güvenlik güçlerinden 5 bin 555'i şehit oldu, 11 bin 168'i yaralandı. Sivil halkın uğradığı saldırılar sonucu 5 bin 302 vatandaş şehit oldu, 5 bin 877 vatandaş da yaralandı. Teröristlere verdirilen toplam zayiat ise 35 bin 384'tür. Bunların 23 bin 938'i ölü, 749'u yaralı, 8 bin 693'ü sağ olarak ele geçirilmiş, 2 bin 304'ü teslim olmuştur" demişti. (28 Aralık 1998, Cumhuriyet)
Bu sayılardan da anlaşılacağı üzere, devlet görevlileri yıllarca “35 bin şehit verdik” diyerek, kamuoyunda, tüm ölümlerin Türk/devlet cephesinden olduğu kanısını yerleştirmeye çalışmışlardı. (Ya da Kürt ölülerine de “şehit” diyorlardı!) Halbuki, Süleyman Demirel’in ve daha sonra TSK’dan bazı yetkililerin paralel açıklamalarından öğrenilmişti ki, ölümlerin ezici bölümü Kürt tarafındandı. (Güvenlik güçlerinin veya sivil halkın da bir bölümünün Kürt olduğunu tahmin edebiliriz.) Yani bunları ‘ilk söyleyen ünlü’ Orhan Pamuk, az bile söylemişti. Nitekim, bu tartışmadan sonra, hiçbir devlet yetkilisi “PKK’ya karşı savaşta 35 bin şehit verdik” demedi. Onun yerine “PKK’ya karşı savaşta 35 bin vatandaşımızı kaybettik” dedi. “Vatandaşımızı” derken yüzlere sahte bir merhamet ve üzüntü ifadesi yerleştirilmesi de unutulmadı.
KAÇ ‘FAİLİ MEÇHUL’ VAR?
Ayrıca yıllardır çeşitli çevrelerce dile getirilen ’17 bin faili meçhul’ meselesi var ki, bu rakama “çok az” diyen de oldu, “o dönemdeki tüm ölümleri Kürt hanesine yazmak doğru değil” diyen de oldu, “bu rakam tümüyle uydurma” diyen de… Nitekim İnsan Hakları Derneği (İHD) bir raporunda 1989-1999 arasındaki faili meçhul cinayet sayısını 1964 olarak verirken, İHD Diyarbakır Şubesi 2011 yılında, 348 toplu mezarda 4.201 kişinin gömülü olduğunu iddia etti. Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) ise 1990-2011 arasında 1901 kişinin faili meçhul cinayete gittiğini açıkladı. Rakamlar farklıydı ama maktullerin neredeyse tamamının Kürt kesiminden olduğunda ittifak vardı. (Yazının tamamında Zaza/Dersimli/Kürt ayrımlarına girmedim çünkü devletin bu gruplar için kullandığı kod adı: ‘Kürt’…)
2003-2011 ARASININ KAYIPLARI
1999’da Abdullah Öcalan’ın Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye getirilmesi ve yargılanarak İmralı’ya hapsedilmesinden sonra sakin bir döneme girildi. Ancak 2004 yılında çatışmalar yine başladı. 19 Aralık 2015 tarihli Milliyet gazetesinde “28 yılın acı bilançosu: 35 bin 300 kişi terör kurbanı oldu” başlıkla haberin “Terör hız kesmedi” başlıklı kutucuklarında kaynak belirtilmeden, 2003 ila 2011 yılları arasındaki bilanço 1348 “ölü terörist”, 433 “ölen vatandaş”, 714 “şehit asker”, 88 “şehit polis” ve (sıkı durun tam) 62.145 “yakalanan terörist” şeklinde verilmiş. Eğer bu son rakamlar doğruysa, ya Kürt gençliği akın akın PKK’ya katılıyor ya da devletimiz önüne gelen Kürt gencini ‘terörist’ diye yaftalayarak hapse atıyor.
SON BEŞ AYIN KAYIPLARI
Peki, 7 Haziran 2015’ten sonraki kanlı bilanço nedir? (Başlıkta da kullandığım ‘bilanço’ terimini çok yakışıksız biliyorum ama daha uygununu bulamadım, özür) Bu konuda değişik rakamlar dolaşıyor ortada ama devletin resmi haber ajansı olan Anadolu Ajansı’nın (AA) 21 Kasım 2015 tarihli açıklamasına göre son dört ayda “102 teröristin ölü olarak ele geçirildiği, etkisiz hale getirilen 304 teröristin cesetlerinin diğer örgüt mensuplarınca kaçırıldığı, 77 teröristin yaralı olarak yakalandığı bildirildi. Buna karşın polis sorumluluk bölgesinde bu dönemde 53 polis memuru ile 10 asker, jandarma bölgesinde de 20 polis şehit oldu.” “79 ilde PKK, DAEŞ ve diğer terör örgütlerine üye 7 bin 303 şüpheliye yönelik operasyon düzenlendi.” Mahkemeye sevk edilen 10'u yabancı uyruklu bin 602 PKK'lı terörist tutuklandı.” AA henüz, devletin Aralık 2015 raporunu açıklamadı.
Gayri resmi kaynaklara göre ise son beş ayın rakamları devletin açıkladığından çok daha yüksek. Sonuç olarak yürek paralayan bir tablo ile karşı karşıyayız. Benim muhayyilemde Türkiye, kanın oluk oluk aktığı bir salhaneye benziyor. Üstelik Diyarbakır-Sur, Şırnak-Cizre ve Silopi’de günlerce süren hukuk dışı sokağa çıkma yasakları ile birlikte tanklarla “ev ev temizlik harekatı” (terim Başbakan Davutoğlu’na ait) yürütülüyor. Demek ki daha çok kan akacak. Daha çok gözyaşı dökeceğiz…
Peki, Cumhuriyet tarihi boyunca, devlet, ‘tenkil’ (cezalandırma), ‘tedip’ (terbiye), ‘harekat’ adı altında, ‘isyancı’ diye nitelediği Kürtlere (o zamanlar ‘terörist’ terimi icad edilmemişti) karşı yürüttüğü ‘operasyonlarda’ kaç kişiyi öldürmüştür, bunu hiç merak ettiniz mi? Ben ettim. Bazılarınız “niye geçmişi deşeliyorsun, niye yaraları kanırtıyorsun?” diyorsunuzdur. Kürtler için anlatacaklarım ‘geçmiş’ değil, hala kanayan bir yara. Kürtlerin çoğu 100 yılın kanlı bilançosunu sadece sayı olarak değil, güçlü bir duygu olarak biliyor. Sözlü tarih kaynaklarından biliyor. Dedesinin göz yaşlarından biliyor, nenesinin ağıdından biliyor. Yıkık evinden, çorak toprağından biliyor. Hapisteki oğlundan, dağdaki kızından biliyor. Bilmeyenler, devletin söylediklerinden başkasını duymayanlar, gösterdiklerinden başkasını görmeyenler… Genelleştirerek söylersem başını devekuşu gibi kuma sokan ‘Türk tarafı’ için yazıyorum bu yazıyı.
Merak ettim ama, sayıyı çıkarmak kolay olmadı. Çünkü öldüren de devlet, kayıtları tutan da devlet. Üstelik erken dönemlerde çoğu zaman devlet ölüleri saymaya kalkmamış. Atmış uzaktan topu, atmış havadan bombayı, dizmiş uçurum kenarına tetiklemiş mitralyözü, doldurmuş mağaraya vermiş gazı, doldurmuş samanlığa, yakmış ateşi… Yine de elimizde bazı veriler var. Bunları kabaca bir araya getirmeye çalıştım. (Unuttuğum olaylar olabilir, ayrıca aşağıdaki harekatların bahanesi olan olayların niteliğine dair bilgi vermedim çünkü Şeyh Said ve Ağrı İsyanı hariç, hepsini daha önce ayrıntılı şekilde şu yazımda anlatmıştım: Okumak için tıklayın)
1925 ŞEYH SAİD İSYANI
Cumhuriyet tarihinin ilk Kürt isyanı 13 Şubat 1925’te patlak veren Şeyh Said İsyanı idi. İsyan kısa sürede bastırılmış, jet hızıyla yapılan yargılamalar sonucu, 27 Mayıs’da altı kişi, 29 Haziran 1925 günü Şeyh Said’in de içinde bulunduğu 47 kişi idam edilmişti. Ancak idamlardan sonra da cezalandırma harekatları devam etmişti. Milletler Cemiyeti’nin bir raporuna göre bu harekatlarda 15-20 bin isyancı öldürülmüş, 206 köy, 8.758 ev yıkılmıştı. Resmi rakamlara göre ise isyan bölgesindeki İstiklal Mahkemeleri, 12 Nisan 1925’ten 1 Mart 1927’ye kadar 5.110 kişi yargılanmış, 420 idam, 1911 çeşitli hapis cezası verilmişti. 1927’de çıkarılan bir sürgün kanunu ile Diyarbakır ve Bayazit (Ağrı) Vilayeti’nden 1400 kişi Batı illerine sürülmüş, bunların yerine Dobruca’dan, Bulgaristan’dan, Kıbrıs’tan, Kafkasya’dan gelen Müslümanlar yerleştirilmişti.
1924 NASTURİ TENKİLİ
Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları I-II (Kaynak Yayınları, 1992) adlı kitaba göre 12-28 Eylül 1924 tarihleri arasında Nasturilere karşı devam eden tenkil harekatında ne kadar Nasturi’nin öldüğü açıkça belirtilmiyor ama şu ifadeler var: “22 Eylül 1924 Durumu: Nuhup deresi dolayında Semdar sırtları hattına kadar olan kısımda Nasturilerden eser kalmamıştı.” “24 Eylül günü Valto dağı üzerinde Nuhup deresi kuzeyindeki tepelere kadar olan kısımda Nasturilerden eser kalmamıştı.” Türk/devlet tarafının kayıpları konusunda şu bilgi veriliyor kitapta: “20 Eylül 1924 Durumu: (…) Bu hava taarruzunda 6 er şehit, 15’i ağır, 10’u halif olmak üzere 25 er ve 9 hayvan yaralanmıştı.” “Dört gün içinde biri subay olmak üzere 14 şehit 15’i ağır olmak üzere 43 er yaralı.”
Raçkotan, Raman, Koçuşağı tedibi
Genelkurmay kitabına göre 9-12 Ağustos 1925’teki Raçkotan ve Raman Tedip Harekatı’nda kaç köyün yakıldığını, kaç kişinin öldürüldüğünü belirtmiyor ama 7-30 Ekim 1926 arasındaki Koçuşağı Tedip Harekatı’nda “mağaralara sığınmış isyancılar teker teker imha edildiler” deniyor. Koçuşağı harekatına paralel olarak yürütülen Bicar Tenkil Harekatı’nın bilançosu ise “280’den fazla köy yakıldı, 2 binden fazla asi kurşuna dizildi” diye veriliyor.
1925-1937 Sason ve Mutki harekatları
Yine aynı kaynakta 1925-1937 arasında aralıklarla yürütülen Sason harekatlarının bilançosu da atlanarak verilmiş. Ayrıca bazı olaylarda ölü sayıları yazılırken, bazı olaylarda “çok sayıda eşkıya öldürüldü”, “çok sayıda kişi imha edildi” gibi ifadeler var. Bu yüzden tüm sayıyı bulmak mümkün değil ama rakamlar toplandığında “eşkiyadan” 451 ölü, 79 yaralı, 380 yakalanmış, 2497 kişi kendiliğinden teslim olmuş, 2.400 kişi bölgeden sürülmüş olduğu öğreniliyor.
Yine aynı kaynakta Mutki bölgesindeki harekat 25 Ağustos 1927’de bittiğinde Genelkurmay’ın başarısını (!) anlatan cümle şöyle: “Birliklerin, emir esasları dahilinde ve eşkıya muharebeleri taktiğine uygun yaptıkları harekatta, asiler kısmen kaçmış, çoğu yok edilmiş ve bir kısmı da yakalanmış, ayaklanma bölgesinde taranmamış yer kalmamıştı.”
“Yok edilen” nüfusun ne kadar olduğunu bilemiyoruz.
1929 Tendürük, 1930 Savur tenkilleri
Aynı şekilde 14-17 Eylül 1929’daki Tendürük Harekatı’nda sırasında kaç kişinin öldürüldüğünü öğrenemiyoruz ama şu ifadelerden bir fikrimiz oluyor: “20 Eylül 1929’da Tümen Komutanlığı, Şeyh Abdülkadir ve aşireti üzerinde yaptırdığı hava keşiflerinde: Saat 10.00’a kadar Abdülkadir ve aşiretinin bir kısmı ile Tendürük tepesindeki göl civarında, diğer kısım ile de Gevrişemyan civarındaki vadilerden İran’a doğru gitmekte olduklarını ve her iki kolun havadan bombalandığını…”
20 Mayıs-9 Haziran 1930 arasında Savur Tenkil Harekatı sırasındaki bilanço da meçhul: “Kaymaz, Haçan, Kölesor, Cilli ve Osmanlı köyleri havadan bombalanmış, Patnos bölgesinde ayaklananlara katılan köyler bomba ve makineli tüfek ateşi altına alınmıştı…”
1930 Zeylan (Ağrı) harekatı
Zeylan Ayaklanması’nın (ayrıntı için şu yazıma bakılabilir: Okumak için tıklayın) 1927-1930 arasında çeşitli safhaları var. Bunlarda kaç asker, kaç isyancı öldü, girişte adını andığım Genelkurmay kitabı belirtmemiş ama son aşamanın bilançosunu dönemin gazeteleri benzer ifadelerle aktarmış kamuoyuna. Bunlardan biri 16 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesi: “Ağrı Dağı tepelerinde kovuklara iltica eden 1.500 kadar şaki kalmıştır. Tayyarelerimiz şakiler üzerine çok şiddetli bombardıman ediyorlar. Ağrı Dağı daimi olarak infilak ve ateş içinde inlemektedir. Türkün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir. Eşkıyaya iltica eden köyler tamamen yakılmaktadır. Zeylan harekâtında imha edilenlerin sayısı 15.000 kadardır. Zeylan Deresi lebaleb [ağzına kadar] ceset dolmuştur (...) Bu hafta içinde Ağrı Dağı tenkil harekâtına başlanacaktır. Kumandan Salih [Omurtak] Paşa bizzat Ağrı’da tarama harekâtına başlayacaktır. Bundan kurtulma imkânı tasavvur edilemez.”
Yazarın müjdelediği yeni aşamada kaç kayıp var bilmiyoruz. Resmi kaynaklar, 17 Eylül 1930’da ‘tenkil harekatı’nın bittiğini ilan etmişlerdi ancak bombardıman Kasım’a kadar sürmüştü, bu dönemde de ne kadar ölüm olduğunu bilmiyoruz. Devletin kayıpları konusunda da resmi bir açıklama yok. Ermeni örgütü Hoybun’un bir raporunda Türk tarafının 50 bin kayıp verdiğini söylüyor ki, bu kadar büyük bir kaybı iç ve dış kamuoyundan saklamak da, esas olarak hava bombardımanı ile yürütülen bir harekatta bu kadar kayıp vermek de mantığa sığmıyor.
‘İsyancıların’ yargılanmasına ait dosyalar halen açılmadığı için mahkeme safahatı da bilinmemekle birlikte, 23 Mayıs 1932 tarihli İsveç gazetesi Dagens Nyheter’deki bir habere göre, Adana’da yapılan yargılamalar sonunda 44 ölüm cezası verilmiş, firardakiler ve yaşı küçük olanlar dışında kalan 31 kişi (adları bilinmemektedir) idam edilmişti. Celali Aşireti’nin bir bölümü İran’ın Tebriz ve Tahran bölgelerine; bir bölümü Türkiye’nin Ege ve Trakya bölgelerine sürgün edilmişti. Bazı Kürt kaynakları sözlü tarihe dayanarak daha fazla sayıda kişinin tutuklandığını, bu kişilerin bir bölümünün Adana cezaevinde kitlesel olarak zehirlendiğini iddia ediyorlar ki buna dair de somut bilgi yok elimizde. Kısacası, Ağrı İsyanı araştırmacısını bekliyor hala…
1937-1938 DERSİM HAREKATLARI
Hazırlık olarak 1926 yılında, fiilen 1937 yılının Mayıs ayında başlayan I. Dersim Harekatı’nın bilançosunu dönemin Başbakanı İsmet İnönü 18 Eylül 1937 günü TBMM’de yaptığı konuşmada vermişti. “Şimdi size, Tunceli’ndeki vaziyetin bugünkü halini arzetmek isterim. Cumhuriyet’in imar ve ıslah programına muhalefet eden, nüfusları az olmakla beraber, altı aşirettir. Bugün bu altı aşiretin ne kadar adamı varsa, bunlar reisleriyle beraber faaliyet imkanından tamamen mahrum bırakılmıştır. (…) Buna göre 1 subay 28 er ve bir bekçi şehit 4 subay 46 er ve bir bekçi de yaralıdır. İsyana iştirak eden zavallılardan zayiat ise 265 maktul ve 20 yaralı 27 kişi yakalanmış ve 849 kişi de teslim olmuştur. Bilerek bilmeyerek muhalefet yoluna sapıp kanın şiddetli tedibatına maruz kalmış olarak hayatlarını kaybedenler hakkında da Büyük Millet Meclisinin teessürlerini ve bunun diğer vatandaşlara ibret olmasını temennileri ifade ediyorum.”
15 Kasım 1937’de devletin ‘şakilerin başı’ diye nitelediği Seyit Rıza ve altı arkadaşı idam edildiği halde 1938’in Ocak ayında Ovacık ilçesinde asker kaçaklarının izini süren jandarma birliklerine ateş açılması ve yedi jandarmanın öldürülmesi üzerine yeniden kez harekat kararı alındı ancak kışın atlatılması beklendi. 16 Haziran 1938’de başlayıp 16 Eylül 1938’de bitirilen II. Dersim Harekatı sırasında kullanılan imha yöntemlerinden birini dönemin Malatya Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil 1986 veya 1987 yılında o sıralar bürokrat olan Kemal Kılıçdaroğlu’na şöyle anlatmıştı: “…Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Dersim davası da bitti…”
İkinci harekatta devletin kaç kişiyi öldürdüğünü kabul ettiğini çok yakın bir tarihte öğrendik. 2011 yılında, dönemin Başbakanı Erdoğan, Jandarma Umum Kumandanlığı antetli bir kağıt gösterdi basına. Bu kağıtta harekat sırasında 13.806 ‘isyancı’ öldürülürken hükümet güçlerinin 104 ‘şehit’ ve 175 yaralı verdiği yazılıydı. Ayrıca 10 binden fazla kişi sürülmüştü. Dersimli yazarlara göre bu sayılar çok daha yüksek. İki hafta önce bu sayfada anlattığı gibi Dersimli olmayan Necip Fazıl Kısakürek’e göre ise 50 bin Dersimli öldürülmüştü. (Dersim’de olan biten neydi merak edenlere:Okumak için tıklayın)
KÜRT KOLEKTİF HAFIZASI
Rakamları alt alta yazıp topladığımızda bilanço korkunç! Cumhuriyet tarihi boyunca Kürt Meselesi’ni ‘çivi-çekiç’ mantığı içinde çözmeye çalışan devletin asker, polis ve korucu olarak kayıpları (resmi terminoloji ile ‘şehit’ sayısı) 6-7 bin civarında. (Bu kesime Kürt tarafının verdiği ad ise ‘işgalci, sömürgeci ordusu’ dolayısıyla öldürülmeleri mübah.) Devlet veya PKK tarafından öldürülenlerin (resmi terminoloji ile ‘siviller’in sayısı resmi rakamlara göre 12 bin civarında. Bunların etnik kökenine dair istatistik yok. Kürt tarafı ise (resmi terminolojide bunların adı ‘isyancı’, ‘terörist’) en az 100 bin kadar ferdini kaybetmiş (resmi terminolojiye göre ‘etkisiz hale getirilmiş’). Bir bu kadarı yaralanmış, sakatlanmış, onbinlercesi evinden yurdundan sürülmüş. Binlerce köy, mezra yakılmış. Hayvan, ekin, tarla imha edilmiş. Resmi kaynaklarda rakam verilmeden “temizlendi”, “imha edildi”, “öldürüldü” türü genel ifadelerin sayıca neye tekabül ettiğini bilmek mümkün olmadığı için Kürt tarafının ‘en fazla’ ne kadar ferdini kaybettiğini söylemem de mümkün değil. Bazı Kürt kaynaklarında sayı 200-300 bine kadar çıkıyor. Doğru mu yanlış mı, başta da söylediğim gibi bilemiyorum… Ama Kürt kolektif hafızasında durum bu merkezde… Bunu bilelim, buna göre davranalım…
Yazımı, Nazım Hikmet’in girişteki Türkçü tınıya rağmen, genel mesajını sevdiğim Davet’iyle bitireyim:
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benziyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim....
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim...
.
'Barbar Türk', 'idraksiz Türk', 'Müslüman Türk'
28.12.2015 - Bu Yazı 426 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Son dönemde tırmanışa geçen, hatta ırkçılığa varan ‘Türklük’ tartışmaları, bu konudaki düşüncelerimi tekrar özetleme ihtiyacı doğurdu.
11. yüzyıldan itibaren değişik kaynaklara göre 20, 22 veya 24 boydan oluşan Oğuzların bir bölümü, Orta Asya steplerini geçerek Kaşgarlı Mahmud’un ‘Rûm ili dediği Anadolu’ya doğru akmaya başlamışlardı. Kökenleri konusundaki tartışmaları bir başka yazıya bıraktığım Oğuz boylarının Anadolu’ya gelmelerinden itibaren, Bizans belgelerinde Tourkoi (Türkler) ve Türkie (Türkiye); Papalık belgelerinde ise barbarorum Turci (barbar Türkler) gibi terimler boy gösterdi. Birinci Haçlı Seferi’ne katılan bir papaz Antakya civarındaki savaşlardan sonra 11 Ekim 1098’de günlüğüne şöyle not düşmüştü: “Her yerde Türkler.”
Yaklaşık 100 yıl sonra, bu seferi anlatan Guillaume de Tyr, “Türklerin egemenlikleri altındaki Turquia’dan söz ediyordu. 1228-29 yıllarında bir başka Haçlı şövalyesi, Bavyeralı şair Tannhäuser, Haçlı Seferi Şarkısı’nda [Kreuzfahrtlied] şöyle diyordu: “Sert esiyor rüzgârlar/Yüzüme karşı barbarlıktan/Sert ve can yakıcı esiyorlar/Türkiye [Türkei] tarafından...” (Haçlı Seferleri’ne dair yazım: Okumak için tıklayın)
(1187’de Kudüs’ü Haçlılardan kurtaran Selahaddin Eyyübi’yi gösteren bir resim, 1954’te Suriyeli Said Tahsin tarafından yapılmış.)
‘İDRAKSİZ TÜRK’ DÖNEMİ
1270’lerde Konstantinopolis’ten ve Anadolu’dan geçen Marko Polo’ya göre ise: “Türkmen ilinde üç çeşit insan yaşar. Biri Türkmenlerdir ki bunlar Muhammed’e taparlar, basit insanlardır ve kaba dilleri vardır. Dağlarda ve vadilerde yaşarlar ve hayvancılıkla geçinirler; çok kıymetli atları ve büyük katırları vardır. Öteki şehirlerde ve kalelerde yaşayıp ticaret ve sanatla uğraşan Ermeni ve Rumlardır...” Marko Polo’nun sözünü etmediği başka yerli halkları da biz sayalım: Rumlar, Ermeniler, Kürtler, Cenevizliler, Venedikliler, Amalfililer gibi İtalyan koloni halkları, Lidyalılar, Frigyalılar, Galatlar gibi halkların ardılları…
Marko Polo’dan 30 yıl kadar sonra kurulan Osmanlı Devleti’ni Oğuzlardan Kayı boyunun kurduğu tezi genel olarak kabul edilir. Bu konuda bir istisna olan Sencer Divitçioğlu’na göre yine bir Türk boyu olan Çavuldurlar kurmuştur. Nitekim “Kayı boyu kurdu” diyenlere göre Orhan Gazi döneminde (1324-1362) darp edilmiş bir paranın üstündeki damga Kayı boyunu gösterirken, Divitçioğlu’na göre damga, Çavuldur damgasının ters çevrilmiş halidir.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna dair, Paul Wittek’in ‘gaza’, Rudi P. Linder’in ‘yağma’, Cemal Kafadar’ın ‘uçboyu’ tezlerini bir başka yazıya bırakıp, bir başka efsaneye de dokunalım. Resmi tarihe göre Orhan Bey’in eşi Mal Hatun, Şeyh Edebali’nin kızıdır. Halbuki, İsmail Hakkı Uzunçarşılı’ya göre, 1324 tarihli Orhan Bey Vakfiyesi’nde “Ömer Kızı Mal Hatun” yazmaktadır. Yani Osmanlı hanedanını Edebali’yi oradan da Peygamber’e bağlayan soyağacı da sonradan üretilmiştir.
KAYI ŞECERESİ HAKKINDA TEZLER
Kayı efsanesine dair ilk yazılı eser 1413 tarihli İskendername’dir. Bunu Yazıcızade Ali’nin 1420-1451 tarihleri arasında kaleme aldığı Tevarih-i Al-i Selçuk izler. Bu iddiyı Cumhuriyet dönemine taşıyan ise Fuad Köprülü’dür. Köprülü’ye karşı çıkan Paul Wittek ise, “Kayı soyu şeceresinin icadını”, Yıldırım Bayezid’in 1402’de Timur’a yenilmesinden sonra dağılan devleti toparlama faaliyetlerinden biri olarak görür.
Kayı şeceresini tartışmadan kabul etsek bile, devletin ’Türk’ niteliği hep tartışılmıştır. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nda hem yöneticiler, hem halk arasında Türk olmayan çoktu. Yöneticilerin bir kısmı ve kapıkulu askerlerinin hepsi, dirlik sahiplerinin bazıları Türk-Müslüman olmayanlardan oluşuyordu. Bir kaçı dışında, hanedanın erkekleri Türk olmayan kadınlarla evlenerek, ‘Türk kanını’ (!) epeyce sulandırmışlardı. Buna karşılık hanedan içinde ve devlet dairelerinde Türkçe konuşulmuştu. Devletin bütün kayıtları yüzlerce yıl kesintisiz Türkçe tutulmuştu. Medreselerde Arapça okunmuş ama konuşma dili Türkçe olmuştu. Kafaları iyice karıştıran ise pek çok belgede Osmanlıların kendilerini, ülkelerini, kurumlarını, dillerini tanımlamak için kullandıkları ‘Kayzer-i Rum (Rum kayzeri), ‘Memleket-i Rûm’, (Rum ülkesi) ‘Şuara-yı Rûm’ (Rum şairleri), ‘Ulema-yı Rûm’ (Rum alimleri), Lisan-ı Rum (Rum dili), ‘Rûm atlılar’, ‘Rûm yiğitleri’, ‘Eyalet-i Rûm’ (Rum eyaleti) gibi terimlerdi. Kısacası, Osmanlılar kendilerini esas olarak ‘Rum’ diye tanımlıyorlardı.
(Osmanlı sisteminde sivil ve asker olarak önemli görevler üstlenen ‘devşirme’ gayri-müslim çocukları gösteren minyatür. Süleymanname, 1558)
“TÜRK DİLİNE KİMESNE BAKMAZ İDİ”
Türklüğe bakışları ise tek tip değildi. Kaynaklarda ‘Türk’ sözcüğü bazen olumlu, bazen olumsuz, bazen nötr bir terim olarak ortaya çıkıyordu. Örneğin 1329/1330’da yazıldığı sanılan Garipname’de, Aşık Paşa “Türk diline kimesne bakmaz-ıdı/Türklere hergiz gönül akmaz-ıdı/Türk dahı bilmez-ıdı ol dilleri/İnce yolı ol ulu menzilleri…”, yani ‘Türkçe vardı ama gönüller o tarafa akmadığı için kimse onu kullanmazdı’ demişti. Erken dönem Osmanlı tarihine dair en önemli eser olan Âşıkpaşazade’nin (ö. 1481) Tevarih-i Âli Osman adlı eserinde Türklerin Anadolu’ya nasıl geldiklerini anlatırken Türkler ‘Yafes neslinden’ olup ‘Arapları yenen bir halk’ olarak tarif ediliyor, ‘Türk diline kimsenin bakmadığı’, hatta ‘Türkün bile bu dili bilmediği’ söyleniyordu. (Bu konuda ayrıntılı bilgi için: Okumak için tıklayın) Buna karşılık 1480’de tamamlanan Vâkı’ât-ı Sultan Cem (Cem Sultan’ın Olayları) adlı eserde Cem Sultan’dan “Türk beğinin oğlu” olarak övgüyle söz ediliyordu. Yine Cem Sultan’ın isteği üzerine derlenen Saltukname adlı eserde Türk sözcüğü ‘Müslüman’ ve ‘Gazi’ yerine kullanılmıştı. 15. Yüzyıl yazarı Neşrî ise Selçuklu İmparatorluğu için ‘Türk Sultanlığı’ derken, “Bazıları dahi vardır ki hiç din nedir bilmezler (...) Yahudileri taklit eden, taşa, ağaca, öküze, ateşe tapan Türkler vardır” diyordu.
MAMMA Lİ TURCHİ!
Burada bir parantez açalım. Granada’nın düştüğü 1492’ye kadar, Avrupa’nın ‘ötekisi’ Araplardı. Dolayısıyla Avrupa’da, Türkler hakkındaki söylem genel olarak olumluydu. 1492’den sonra ‘öteki’ Osmanlı (Türk) oldu ve söylem olumsuza döndü. 1529’da Viyana bozgunundan sonra bile Türkler için ‘köpekler, zalim ve kan düşkünü, pis, hayvani, sahtekâr, zorba, iğrenç’ gibi son derece ağır terimler kullanılmaya devam ediliyordu. Bu olumsuz dilin nedeni elbette, ‘Türk korkusu’ idi. Nitekim bu dönemde ortaya çıkan Obsessione Turc (Türk saplantısı) olgusunun bugünlere kalan mirası, İtalyancadaki Mamma li Turchi, yani “Anneciğim, Türkler!” ünlemi oldu. İddialara göre, acı çektirme anlamına gelen a torquendo, işkence anlamına gelen torxuere, aldatma veya zalimlik anlamına gelen truculent veya trux-trucis gibi terimlerin esin kaynağı da bu dönemin Türklerdi.
“BİR TÜRK DÜNYAYA BEDELDİR”
Parantezi kapatıp devam edersek, Kanuni Sultan Süleyman döneminin ilk yıllarını gören yazar Suzi Çelebi (ö. 1524) “Bir Türk dünyaya bedeldir” sözünü ilk sarf edendi. Ancak dönemin ünlü divan şairi Baki, ‘en büyük Türk atalarından’ dediği Kanuni’ye sunduğu şiirde “Ey hoca! Türk ehlinden olanın biraz başı kabadır” diyerek kafamızı karıştırıyordu. Dönemin bir başka şairi Hafız Hamdi Çelebi ise “Padişahım kainatın yaratılışından bu yana/Dünya içinde Türklüğün kötülüğünden bahsedilir/Allah Türke hiç anlayış gücü vermemiştir/O çok akıllı olsa bile pervasızdır/Türkü öldür baban olsa da/O iyilik madeni, Yüce Peygamber. ‘Türkü öldürünüz kanı helaldir’ demiştir” diyecek kadar Türk’ten hoşlanmıyordu.
Hamdi Çelebi’nin Peygamberin hadisini kullanarak katledilmesini önerdiği Türklerin Anadolu’nun Kızılbaş Türkmenleri olduğu anlaşılıyor. Nitekim 1609’da Kuyucu Murat Paşa’nın orduları Anadolu’da Kızılbaş katliamlarına devam ederken, dönemin belgelerinde Kızılbaş yerine ‘Türk’ denirken, bu terimin yanında ‘bağî’ (yolkesen), şakî (haydut), tağî (azgın), celâlî (asi), zındık (dinsiz) sıfatlarını okumak şaşırtıcı olmasa gerek. Tarihçi Koçi Bey (ö. 1650) de Türk, Tatar, Yörük gibi çeşitli terimlerle tarif ettiği ‘Türkler’ için hiç olumlu terimler kullanmıyordu. Aynı şekilde Lale Devri’nin tarihçisi Naima (ö. 1716), da merkezin perspektiften yazdığı için, Türklük kavramını olumsuz anlamda kullanmıştı. ‘Türk-ü sütürk (azgın Türk), ‘Türk-bed lika’ (çirkin yüzlü Türk), ‘etrak-ı bi idrak’ (anlayışsız, akılsız Türkler), ‘nadan Türk’ (kaba Türk) onun terimleriydi.
ETNİK TÜRKLÜK
Tanzimat’la birlikte, ‘etnik’ tanımların kullanımı ortaya çıkmıştı. ‘Türk’ kavramını ‘etnik’ kategori olarak ilk kullananlardan biri İstanbul’a sığındıktan sonra Müslüman olarak Mustafa Celaleddin adını alan Polonyalı göçmen Constantin Borzecki oldu. Yazarın 1870’de, İstanbul ve Paris’te yayınlanan Les Turcs anciens et modernes (Türkler, Eski ve Modern) başlıklı eseri ‘Türklük’ kavramının gelişmesinde önemli rol oynadı.
II. Abdülhamit’in hafiyelerinden Macar Yahudisi Şarkiyatçı Arminius Vambery de bu alanda kalem oynatanlardandı. Yazar Orta Asya'ya Yolculuk (1873) kitabında ‘Türk hanedanı’, ‘Türk halkları’, ‘Türk bloğu’, ‘Türkiye’ gibi terimleri bolca kullanıyordu. Fransız Türkolog Léon Cahun ise Orta Asya’da bir zamanlar kıyılarında Türklerin yaşadığı bir iç denizin olduğu, bu deniz kuruması üzerine Türklerin Avrasya’ya doğru göçe başladıkları tezinin müellifiydi. Cahun’u Türkiye’de meşhur eden 1896’da yayımladığı Introduction à l’histoire de l’Asie (Asya Tarihine Giriş) adlı kitabıydı. 1889-1893 arasında keşfedilmiş olan Orhun Yazıtları’nı meşhur eden bu eserin kendisindeki nüshalarına Mustafa Kemal’in el yazısıyla notlar aldığı biliniyor.
‘TÜRK MİLLETİ’NİN KEŞFİ
Sırada bu yazarların icat ettiği ‘Türklük’ kavramının ‘Türkçülük’ adıyla siyasi bir projeye çevrilmesi vardı. 1789 Fransız İhtilali’nden itibaren Avrupa’dan yayılan milliyetçilik akımlarından etkilenen etnik kesimlerin giderek imparatorluktan uzaklaştığını gören yeni kuşak elitler (Jön Türkler), imparatorluğu kurtarmak için yaşama geçirdikleri ‘Batıcılık’, ‘Osmanlıcılık’ ve ‘İslamcılık’ ideolojilerinin başarısız olması üzerine, hem etnik, hem kültürel hem siyasal anlamda Türk kimliğini öne çıkarmak şeklinde özetlenebilecek olan ‘Türkçülük’ akımına bel bağlamışlardı.
Batı tarzı bir modernleşmenin hızlı yaşandığı Rusya’da, esas olarak Rus milliyetçiliğine tepki olarak doğan bu akımı Osmanlı ülkesine Gaspıralı İsmail, Hüseyinzade Ali, Ağaoğlu Ahmet, Caferoğlu Ahmed, Mehmet Emin Resulzade, Zeki Velidi Togan ve Yusuf Akçura gibi Rusya kökenli aydınlar taşımıştı.
Özellikle Akçura’nın zamanında ‘romantik’, ‘garip’, ‘ham hayal’, ‘aşırı’ bulunan görüşlerini özetleyen ve daha sonra siyasal Türkçülüğün manifestosu sayılan Üç Tarzı Siyaset (1904) adlı eser, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Moiz Kohen ve Mehmet Emin başta olmak üzere geç dönem Osmanlı aydınlarını (ve İttihatçıları) çok etkilemişti.
Bu kuşaktan olan Yahya Kemal’in anlattığına göre, şairin Paris’teki Sorbon Üniversitesi’ndeki hocalarından Albert Sorel bir dersinde öğrencilerine “Tarihte keşfolunmamış iki meçhul vardır; Bunlardan biri coğrafyada kutuplar, diğeri tarihte Türktür...” demişti. Bu cümle kendi ifadesine göre Yahya Kemal’in kafasında bir şimşek çaktırmıştı: “Paris’te talebe mitinglerine gidiyordum. Balkan Harbi arifesinde bizim ekalliyetler (azınlıklar) Rumlar, Bulgarlar... büyük mitingler tertip ediyorlardı. O sırada bizim Jön Türkler de Abdülhamit’i yıkmakla meşguldüler. Yoksa Türk Milleti’nden falan haberleri yoktu. Baktım, bu Rumların, Bulgarların yıkmak istedikleri Abdülhamit değil, başka şey. Bunlar Türk Milleti’ni yıkmak istiyorlar. Demek Türk Milleti diye bir şey var. Bu nasıl bir millettir? Mazisi nedir? Diye merak etmeye başladım. Zaten Ulumi Siyasiye Mektebi’nde tarih okuyordum. Türk Milleti’nin mazisini öğrenmek için tarih kitaplarını karıştırmaya başladım. İşte bende milliyet hissi ve milliyetçilik böyle doğdu.”
(1902’de Paris’te toplanan Jön Türk Kongresi’ne katılanlar)
“PADIŞAH TÜRK OLAMAZ!”
Yahya Kemal’in ‘milliyetçilik hissini keşfetme’ hik?yesi, dönemin birçok aydının yaşadığı sürecin tipik bir örneğiydi. Ancak, ‘Türkçülük’ projesinin halk tarafından benimsenmesi kolay olmayacaktı. Buna dair bir ipucu Osmanlı subayı Rahmi Apak’ın Birinci Dünya Savaşı hatıratında vardır. Rahmi Bey’le Erzurum’da karşılaştığı ve Ermeni olduğunu düşündüğü genç bir asker arasında şöyle bir konuşma geçer: “Hangi millettensin?” “Osmanlı’yım.” “Ne demek Osmanlı, Türk değil misin sen?” “Hayır, ben Türk değilim Osmanlı’yım.” “Peki, hangi dili konuşuyorsun, Ermenice mi, yoksa Türkçe mi?” “Türkçe konuşuyorum.” “Türkçe konuşuyorsan, Türksün o zaman.” “Hayır efendim, ben Türk değilim.” “Ulen, Türksün işte, ben de Türküm.” “Efendim, siz Türk olabilirsiniz, beni ilgilendirmez, ben Türk değilim.” “Oğlum delirdin mi, Padişah bile Türk”. “Efendim, Padişahıma iftira etmeyin, Padişah Türk olamaz!”
Şevket Süreyya’nın (Aydemir), Suyu Arayan Adam adlı otobiyografik eserinde de benzer bir anlatı vardır. 17 yaşında bir talebe olarak Birinci Dünya Savaşı sırasında, Kafkas Cephesi’nde bulunan yazar, cephede Anadolu köylülerinden oluşan bir grup askerle konuşurken onlara sorar: “Bizim dinimiz nedir?” Her kafadan bir ses çıkar: Kimi “Hazreti Ali dinindeniz” der, kimi “İmam-ı Azam dininden.” Şevket Süreyya sorar: “Peygamberimiz kimdir?” Yine karışık sesler çıkar. “Enver Paşa” diyen bile vardır. Şevket Süreyya bir adım daha ileri gider: “Hangi millete mensupsunuz?” Yine her kafadan bir ses çıkar. Yazar işi kolaylaştırmayı dener: “Biz Türk değil miyiz?” Askerler hep bir ağızdan cevap verirler: “Estağfurullah!”
ANASIR-I İSLAMİYE DÖNEMİ
Türksün denildiğinde kendilerine hakaret edildiğini düşünen bu askerleri ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ diye haykırtmak çok zaman almayacaktı. Bu kısa ve radikal yolun mühendisi Mustafa Kemal bu dönüşümü üç aşamada sağlamıştı. İlk aşama olan ‘Milli Mücadele’ yıllarında (1919-1922) Anadolu’nun ve Rumeli’nin Müslüman ahalisini ‘Düvel-i Muazzama’ya karşı seferber etmek için ‘dinî’ tanımlar (‘Müslüman cemaati”, ‘İslam unsurları’, ‘İslam milleti’ gibi) kullanılmıştı.
İkinci evrede, ‘dinî’ tanım yerini yavaş yavaş ‘siyasi’ tanıma bırakacaktı. Önce 8 Şubat 1921’de Büyük Millet Meclisi’nin başına ‘Türkiye’ kelimesi kondu. Mustafa Kemal ‘siyasi’ bir terim olarak ‘Türk’ü ilk kez 21 Eylül 1922’de Büyük Zafer’e ilişkin beyannamesinde kullandı. Ve Mustafa Kemal Ekim 1922'de bir grup öğretmene şöyle dedi: "Üçbuçuk yıl öncesine kadar dini bir cemaat olarak yaşıyorduk…O zamandan beri Türk milleti olarak yaşıyoruz."
‘TÜRK IRKI’ DÖNEMİ
‘Türk milleti’nin hangi unsurları kapsamadığının bir ipucunu Mustafa Kemal 16 Mart 1923'te Adana Türk Ocağı Esnaf Cemiyeti'nin çayında yaptığı konuşmada vermişti: "Arkadaşlarımız söylevlerinde demişlerdir ki, Adana'mıza hakim olan diğer unsurlar, şunlar, bunlar, Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir durum almışlardır. Şüphesiz haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu verimli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleket sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk'tü, o halde Türk'tür ve sonsuza kadar Türk olarak yaşayacaktır…”
Bu ırkçı yaklaşım, 8 Nisan 1923 tarihinde Halk Fırkası’nın kuruluşunu müjdeleyen Dokuz Umde’deki “Türkiye Halkı” ile dengelenmeye çalışıldıysa da, 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasından sonra, Yunanistan ile Türkiye arasındaki nüfus mübadalesi de din esasına göre yapıldığı halde, Milli Mücadele ittifaklarına ihtiyaç kalmadığını düşündüren adımlar atılmaya başlamıştı.
Örneğin 1924 Anayasası görüşmelerinde Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Türkiye’nin harsını (dilini ve kültürünü) benimseyene kadar Ermenilerin, Rumların ve Yahudilerin ‘Türk milletinin parçası’ sayılmaması gerektiğini belirtirken, Celal Nuri (İleri) “Türkiye’nin gerçek vatandaşlarının” “Türkçe konuşan Hanefi Müslümanlar” olduğunu ileri sürmüştü. Sonunda, vatandaşlık tanımını yapan 88. Madde “Türkiye’de din ve ırk ayırdedilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese ‘Türk’ denir” şeklinde formüle edilirken, 12. Madde ile “Türkçe okuyup yazmak bilmeyenler milletvekili seçilemezler,” denilerek, başta Kürtler olmak üzere gayrimüslim azınlıkların yolu kesiliyordu.
Muhtemelen bu dışlamaya bir tepki olan Şeyh Said İsyanı’nın bastırılmasından sonra Başvekil İsmet Paşa, 27 Nisan 1925 tarihli Vakit gazetesinde yayımlanan beyanatında rejimin ırkçılıkta ısrarlı olacağını ilan ediyordu: “Milliyet tek birleştiricimizdir. Diğer unsurlar Türk çoğunluğu karşısında etkileme gücüne sahip değildir. Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları derhal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek unsurları kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız nitelikler herşeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır…”
Bir süredir Gobineau ve Pittard gibi ırkçı düşünürlerin eserlerini büyük bir dikkatle incelediği bilinen Mustafa Kemal’in direktifleri doğrultusunda 1925’te kurulan Türk Antropoloji Tetkikat Merkezi’nin ilk işleri arasında “Karacaahmet Mezarlığı’ndan toplanan kafataslarının ölçümü” ile “Türk, Ermeni, Rum ve Musevi gibi farklı ırki kökenlere sahip çocuklar üzerine” karşılaştırmalı araştırmalar yapmak vardı.
30 Eylül 1926’da, Çankaya’daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde, Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı Kongresi adına gelen heyete, içinde ‘ırk ıslahı’, ‘ırkın ferahlığı’, ‘ırkın ayıklanması’ gibi terimler geçen bir konuşma yapan Mustafa Kemal 20 Ekim 1927 tarihli Gençliğe Hitabesi’nde ise “Ey Türk genci, muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” diyerek ırkçılığı metaforik bir forma sokmuştu. 1928 yılında üniversite öğrencileri eliyle yürütülen ‘Vatandaş Türkçe konuş!” kampanyası ile ‘Türk ırkının’ ‘Türk milleti’ haline getirilmesi işine hız verilecekti.
Dünyadaki bütün medeniyetlerin Türkler tarafından kurulduğunu iddia eden Türk Tarih Tezi’nin tartışmaya açıldığı 2-11 Temmuz 1932 tarihli Birinci Tarih Kongresi’nde ‘üstün Türk ırkı’ Reşit Galip tarafından şöyle tanımlandı: “Uzun boylu, beyaz simalı, düz veya kemerli ince burunlu, muntazam dudaklı, çok kere mavi gözlü ve göz kapakları çekik olarak değil ufkî (dikey) açılan ‘Alpin ırkı’ (...) A grubu kan gibi uzvi (organik) özelliklere; medeniyet, kahramanlık, sanat yeteneği gibi içtimai (sosyal) özellikleriyle tanınır.”
1933, üniversite gençlerinin 5 yıl aradan sonra ‘Vatandaş Türkçe konuş!” haykırışlarıyla toplumun gayri-Türk unsurlarını yeniden terörize ettiği yıldı. 1934 yılında, hem ‘Kürt Meselesi’ni halletmek hem de Türkiye’ye dalgalar halinde gelen Müslüman muhacirlerin iskân sorunlarını çözmek için çıkarılan İskân Kanunu ile Türkiye, ‘soy’, ‘ırk’, ‘hars’ gibi terimler kullanılarak üç bölgeye ayrıldı. Böylece, 1924 Anayasası’nın 88. Maddesi’ndeki ‘Türk’ün kimleri kapsadığı bir kez daha anlaşıldı.
GÜNEŞ DİL TEORİSİ VE TÜRK TARİH TEZİ
Özetle ‘Avrupa’dan Afrika’ya hatta Amerika’ya kadar tüm kültür dilleri de kök dil olarak Türkçeden türemiştir!’ diyen Güneş Dil Teorisi’nin formüle edildiği 1936’da Atatürk’ün sağ kolu Afet İnan, “Türklerin brakisefal Alpin ırkının mükemmel temsilcileri olduğunu göstermek üzere” İsviçreli Antropolog Pittard’ın nezaretinde yaptığı doktora çalışması sırasında Atatürk’ün emriyle tam 64 bin kişiyi antropometrik ölçümlere tabi tuttu. Bu dev ‘ırkçı’ çalışma (ki Nazi Almanya’sında bile böylesi yapılmamıştı), Başbakanlık, Milli Güvenlik Bakanlığı, Sıhhat Bakanlığı ve Eğitim Bakanlığı’nın her türlü desteği ile yürütülmüş; ölçümler sivil ve askeri doktorlar, sıhhiye memurları, beden eğitimi öğretmenlerince yapılmış; askerler gönüllü denek olarak Afet İnan’ın emrine sunulmuştu.
20-25 Eylül 1937’de toplanan İkinci Tarih Kongresi’nde Sadri Maksudi Arsal’ın sunduğu bildirinin başlığı “Beşeriyet Tarihinde Devlet ve Hukuk Mefhumu ve Müesseselerinin İnkişafında (gelişiminde) Türk Irkının Rolü”; Hasan Reşit Tankut’un tebliği “Dil ve Irk Münasebetleri”; Dr. Nurettin Onur’un tebliği “Kan Grupları Bakımından Türk Irkının Menşei Hakkında bir Etüd” adını taşıyordu. 1925-1939 arasında yayınlanan ve Maarif Vekillerinin ‘fahri reisliğini’ yaptığı Türk Antropoloji Mecmuası ise o dönemde, bilimsel bir araç olarak antropolojiyi kullanılarak, Türk ırkının üstünlüğünü kanıtlamak için ne kadar kafa patlatıldığına dair örneklerle doluydu.
‘MÜSLÜMAN TÜRK’ DÖNEMI
1945 sonrası Almanya’nın yenilmesinin ardından Batı Bloku ile kurulan ilişkiler yüzünden kimsede açık açık faşist tezleri destekleyecek cesaret kalmamıştı. Dolayısıyla ırkçı Türkçüler de söylem değiştirmişti. Artık ‘Turancılık’ yerine ‘milliyetçilik’, ‘ ‘Türk ırkı’ yerine ‘Türk milleti’, Bozkurtlar’ yerine ‘milliyetçiler’ diyorlardı. Yeni tezlerini Millet, Orhun, Kopuz, Büyük Doğu, Hareket gibi yayın organları, Türk Gençlik Teşkilatı, Kıbrıs Türk Kültür Derneği, Komünizmle Mücadele Derneği gibi örgütler aracılığıyla kitlelere yaymaya çalışıyorlardı.
1970’de kurulan Aydınlar Ocağı’nda bir araya gelen muhafazakar aydınlar, yeni bir Türklük tanımı yapmaya soyundular. “Türkün en kısa tarifi, Türkçe konuşan Müslüman” diyen bu aydınlara göre ‘Türk Kültürü’ çok eski, dünya tarihinde önemli yeri olan, gelenekleri olan, coğrafi açıdan yaygın, cihan hâkimiyetini sağlamış bir kültürdü. Türkler, beyaz ırktan, insancıl, adil, hiçbir zaman kan dökmemiş, hoşgörülü, laik, zayıflara, yaşlılara, kadınlara, aileye ve orduya saygılıydı. Din ise ‘milleti millet yapan’ değerlerin en başta geleniydi. Din, Türk’ü kendisine yabancılaşmaktan ve Batı’ya benzemekten kurtaran en önemli öğeydi. İslamiyet adeta Türkler için indirilmiş bir dindi, çünkü İslam uygarlığıyla Türklerin İslamiyet öncesi kültürleri arasında büyük benzerlikler vardı. Bunlar, tek tanrı inancı, ruhun ölümsüzlüğüne inanç, adalet duygusu, aile ve ahlakın önemiydi. Türkler de İslamiyet’e büyük ‘hizmetler’ yapmıştı. Bunlardan en önemlisi Haçlı Seferleri’ni durdurmalarıydı. Eğer bu olmasaydı, İslamiyet yerine Hıristiyanlık ‘cihan’ hâkimi olurdu! Kısacası Türk İslam’a, İslam Türk’e çok şey borçluydu. Bu tanım daha sanra ‘Türk-İslam Sentezi’ adıyla popülerleşti.
O yıllarda kurulan MHP’nin lideri Alpaslan Türkeş’in kendisine “Türkçü müsünüz, İslamcı mı?” sorusunu yönelten gazetecilere “Tanrı Dağları kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanım” demesi bu tarihlerde mi emin değilim ama, Tanrı Dağlarının en yüksek tepesi 7.429 metre olan dev bir dağ silsilesi, Hira (Nur) Dağı’nın ise 281 metrelik bir tepecik olması, Türkeş’in sentez formülünde Türklük ve İslam’ın kapsadığı alanlara dair ipuçlarını veriyordu.
1980 darbesi sonrasında olağanüstü koşulların yaşandığı bir dönemde, yitirilen toplumsal düzenin yeniden sağlanacağı ve birliğin ve bütünlüğün ilelebet korunacağı vaadini örgütleyerek darbecilerin ideolojik ufkunu yine Türk-İslam Sentezi çizdi. Günümüzde “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” formülasyonun Türklük ayağı yerinde kalmakla birlikte Müslümanlık ayağı belirgin şekilde güçlenmiş görünüyor.
İşte, bugün kullandığımız Türk, Türklük, Türk ırkı, Türk milleti/ulusu gibi terimler asırlar önce başlayan ve günümüze kadar kesintisiz süren, son derece karmaşık ‘inşa’ sürecinin ürünü. Üstelik bu inşa sürecinin hala devam ettiğine dair güçlü emareler var. İnşa edilmiş bir kimliğin, muhtemelen kendisi gibi inşa edilmiş diğer kimliklere göre ‘üstün’ olduğunu ileri sürmek, en hafifinden tarihi bilincinin eksikliğine işaret eder. Bu yüzden, ‘Ne Mutlu Türküm Diyene!” sözüyle göğsümüzün kabardığı anlarda, derin bir nefes alıp, bu tarihçeyi hatırlamakta yarar var… Elbette hatırlamak yetmez, Haçlıların ‘barbar Türk’ imgesini, eylemleriyle ve bu sefer tüm dünyanın gözü önünde yeniden üretenlere karşı yılmadan mücadele etmemiz gerekli.
2016’nın 2015’in kötü imgesini unutturması dileğiyle…
Özet Kaynakça: Reşat Genç, Kaşgarlı Mahmud’a Göre XI. Yüzyılda Türk Dünyası, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1997; Onur Bilge Kula, “’Türkiye’ Sözcüğünün Kullanıldığı Almanca İlk Belge:Tannhauser’in ‘Haçlı Seferi Şarkısı’”, Tarih ve Toplum, Aralık 1992, S. 108, s. 329; Hakan Erdem, “Osmanlı Kaynaklarından Yansıyan Türk İmaj(lar)ı”, Dünyada Türk İmgesi, Kitap Yayınevi, 2005, s.13-26; Muzaffer Özdağ, “Osmanlı Tarih ve Edebiyatında Türk Düşmanlığı”, Tarih ve Toplum, S.65, s.9-15; Fatma Acun, “İlk Osmanlılara Dair”,http://yunus.hacettepe.edu.tr/~facun/Ilk_osmanlilara_dair.pdf , Cemal Kafadar, İki Cihan Aresinde, Birleşik Kitap Dağıtım, 2010, François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri Yusuf Akçura (1876-1935), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999; Rahmi Apak, Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1988, Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, Remzi Kitabevi, 1999; Şair ve Fikir Adamı Olarak Yahya Kemal, Yayına Hazırlayan: Osman Oktay, http://www.turkocagi.org.tr/kitaplar/YahyaKemalBeyatli.pdf ; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Atatürk Araştırma Merkezi, 2006; Ahmet Yıldız, “Ne Mutlu Türküm Diyebilene” Türk Ulusal Kimliğinin Etno Seküler Sınırları (1919-1938), İletişim, 2001; Nazan Maksudyan, Türklüğü Ölçmek, (Bilimkurgusal Antropoloji ve Türk Milliyetçiliğinin Irkçı Çehresi), Metis, 2005; Suavi Aydın "Cumhuriyet'in İdeolojik Şekillenmesinde Antropolojinin Rolü: Irkçı Paradigmanın Yükselişi ve Düşüşü", Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce, Kemalizm, C.2, İletişim, 2001, s. 344-369; Etienne Copeaux, Türk Tarih Tezinden Türk-İslam Sentezine, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998; Bozkurt Güvenç ve diğerleri, Türk-İslam Sentezi, Sarmal Yayınları, 1994; İbrahim Kafesoğlu, Türk-İslam Sentezi, Aydınlar Ocağı Yayınları, 1985.
.