|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Sual: Tevekkülün dinimizdeki yeri nedir? CEVAP Tevekkül, dinimizin bildirdiği sebeplere yapıştıktan sonra neticeyi sebeplerden değil, sebepleri yaratandan ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=1302
|
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki: Tevekkül etmek, Allahü teâlâya güvenmek, istişare edip doğru sebeplere yapıştıktan sonra, boş durmak, yan gelip yatmak ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=4136
|
Tedbiri almalı, ama istenmeyen bir durum meydana çıkarsa, Allah'a tevekkül ... (1 /110) Tedbirini aldıktan sonra, Allahü teâlânın takdirine bağlanan, tevekkül ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=13534
|
3- Tam tevekkül sahibi olmak 4- Allah'a tam teslim olmak.) [Ebu Nuaym] Şimdi bu dört maddeyi kısaca açıklayalım: Sabır: Bir farzı yapmak veya bir günahtan ...
.
Tevekkül
|
Sual: Tevekkülün dinimizdeki yeri nedir?
CEVAP
Tevekkül, dinimizin bildirdiği sebeplere yapıştıktan sonra neticeyi sebeplerden değil, sebepleri yaratandan beklemektir. (Bir işe başladığın zaman, Allahü teâlâya tevekkül et, Ona güven!) âyet-i kerimesi, tevekkül ile beraber azmederek çalışmak gerektiğini gösteriyor. (Al-i imran 159)
Tevekkül, herhangi bir işin, dinen, örfen sebeplerine yapışarak gayret gösterip, neticeye ihlasla teslim olmaktır. Yani sonucu Allahü teâlâdan beklemek ve bu sonucun kendisi için mutlaka hayırlı olduğuna inanmaktır. Doğru sebebe yapışan doğru netice alır.
Tevekkül, değiştirilmesi insan gücünün dışında olan üzücü olayları, ezelde takdir edilmiş bilip, üzülmemek, Allahü teâlâdan geldiğini düşünerek seve seve karşılamaktır. İnsan, bir işin neticesinin iyi mi, kötü mü olacağını bilemez. Hayır sandığı çok şey, şerle, şer sandığı çok şey de, hayırla neticelenebilir. Muhakkak şu işim olsun diye ısrar etmemeli, “Hayırlı ise olsun” demelidir.
Allahü teâlâ, kimseye muhtaç olmamak için çalışmayı, hasta olmamak için tedbir almayı, hasta olunca ilaç kullanmayı, görebilmek için ışığı sebep kılmıştır. Sebebi, istenilen şeye kavuşmak için bir kapı gibi yaratmıştır. Bir şeyin hasıl olmasına sebep olan şeyi yapmayıp da sebepsiz olarak gelmesini beklemek, kapıyı kapayıp pencereden atılmasını istemeye benzer ki, bu, akla ve dine uygun değildir.
Allahü teâlâ, insanların, ihtiyaçlarına kavuşmak için bu sebepler kapısını yaratmış ve açık bırakmıştır. Tesiri kesin olan ilaçları kullanmamak tevekkül değil, ahmaklıktır, haramdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Her hastalığın ilacı vardır. Yalnız ölüme çare yoktur.) [Taberani]
Hazret-i Musa, hastalanınca, “İlaçsız da Allahü teâlâ şifa verir” diyerek ilaç kullanmadı. Allahü teâlâ (İlaç kullanmazsan şifa ihsan etmem)buyurdu. İlacı kullanınca iyi oldu. Fakat sebebini merak etti. Allahü teâlâ, (Tevekkül etmek için, benim âdetimi, hikmetimi değiştirmek mi istiyorsun? İlaçlara tesir veren kimdir? Elbette tesirleri yaratan benim) buyurdu. (K. Saadet)
Doktora gitmeli, ilaç kullanmalı; fakat, doktora ve ilaca güvenmemeli, şifayı Allahü teâlâdan istemelidir! İlaç kullanıp da iyi olmayan, ameliyat masasında ölen az değildir.
Hazret-i İbrahim’in, mancınıkla ateşe atılırken, Hasbiyallah ve ni’mel vekil dediği hadis-i şerifle bildirilmiştir. [Bana Allah’ım yetişir, O ne iyi vekil, ne iyi yardımcı demektir.] Ateşe düşerken Hazret-i Cebrail gelip, “Bir dileğin var mı?” diye sorunca, “Var, fakat sana değil” diyerek sözünün eri olduğunu gösterdi. Bunun için âyet-i kerimede, (Sözünün eri olan İbrahim) diye övüldü. (Necm 37)
Tevekkül, kalb işidir, imandan meydana gelir. Allahü teâlânın lütuf ve ihsanının pek çok olduğuna iman etmekle hasıl olur. Bu hâl, kalbin vekile itimat etmesi, güvenmesi, ona inanması ve onun ile rahat etmesidir. Böyle bir insan dünya malına gönül bağlamaz. Dünya işlerinin bozulmasından dolayı üzülmez. Rızkından endişe etmez. Mesela, iftiraya uğrayan biri, mahkemeye düşünce kendine bir avukat tutar. Üç şeyde avukata güvenirse, bu kimsenin kalbi rahat eder. 1- Avukatı, ona yaptıkları iftirayı iyi bilir. 2- Avukatı doğruyu söylemekten korkmaz. 3- Avukatın bunu canla başla savunacağına inanır. Avukatına böyle inanır, güvenirse kendi ayrıca uğraşmaz. (Allah bize yetişir. O ne iyi vekildir) âyetini iyi anlayıp, “Rızık takdir edilmiş, vakti gelince bana yetişir” der. Demek ki, çalışmadan tevekkül dinimizde yoktur.
Tevekkül ve sebepler
M. Masum-i Faruki hazretleri buyuruyor ki:
Sebeplere yapışmak tevekküle zıt değildir. Sebeplerin tesir etmesinin Allahü teâlâdan olduğunu bilen, tesiri Allahü teâlâdan bekleyen ve tecrübe edilmiş sebepleri kullanan kimse, Allahü teâlâya tevekkül etmiş, yalnız Ona güvenmiş olur. Tesir etmeyen, hayâli sebepleri kullanmak, tevekkül olmaz. Tesiri çok görülmüş olan sebepleri kullanmak gerekir. Ateş yakar, fakat, ateşe yakma kuvvetini veren, Allahü teâlâdır. Aç olan, bir şey yer; bu şeye doyurma kuvveti veren Odur. Gerektiği zaman, böyle sebepleri kullanmadığı için zarar gören kimse, Allahü teâlâya asi olur. Tecrübe edilmiş sebepleri kullanmak gerekir. Allahü teâlâ, meşveret etmeyi, bilenlere danışmayı emretti. Meşveret de, sebebe yapışmaktır.
Meşveretten sonra tevekkülü emretti. Ahiret işlerinde tevekkül olamaz, çalışmak emrolundu. Burada, azabından korkmak ve merhametinden ümitli olmak gerekir. Allahü teâlânın keremine, ihsanına güvenmeli ve emrolunan ibadetleri yapmalı, yasak edilenlerden sakınmalıdır! Tevekkül budur ve kulluk böyle olur. (1/182)
Yeryüzündeki her canlının rızkı
Sual: Günümüzde bir kısım insanlar, geçim derdiyle olsa gerek, helale harama dikkat etmiyor. Ailece çalışıp geçinemeyenleri var. Yalan söyleniyor, hile yapılıyor, kul hakkına aldırış edilmiyor. Bu derece rızıktan endişe etmek doğru mu?
CEVAP
Helale harama, kul hakkına dikkat etmemek uygun değildir. İslam âlimleri, (Kim kime, neye güvenirse, yardımı ondan beklesin!)buyuruyor.
Âlimlerden birine "Hep ibadetle meşgul oluyorsun, ne yiyip ne içiyorsun?" dediler. O da, dişlerini gösterdi. "Değirmeni yapan suyunu gönderir" demek istedi. Çünkü rızıkları Allahü teâlânın gönderdiğine inancı tamdı. Âyet-i kerime meali:
(Yeryüzündeki her canlının rızkını, Allah elbette gönderir.) [Hud 6]
Veysel Karani hazretleri, nasihat isteyen birine "Şam’a yerleş" buyurdu. O da "Acaba Şam’da geçim nasıldır?" dedi. Hazret, "Rızıklarından şüphe edenlere yazıklar olsun. Bunlara nasihat fayda etmez" buyurdu.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ, kendisine sığınanın her işine yetişir, hiç ummadığı yerden ona rızk verir.) [Beyheki]
(İnsan, ihtiyaçlarını, Allahü teâlâya havale ederse, ihtiyaçlarını[husule getirecek sebepleri] ihsan eder.) [Hakim]
Mesela, herkesin sana merhamet ve hizmet etmesini temin eder. Yahya bin Muaz Razi hazretleri buyuruyor ki:
"İnsanlar seni, Allahü teâlâyı sevdiğin kadar sever. Allahü teâlâdan korktuğun kadar, senden korkarlar. Allahü teâlâya itaat ettiğin kadar, sana itaat ederler. Ona itaatin nispetinde, sana hizmet ederler. Hülasa, her işin, Onun için olsun! Yoksa, hiçbir işinin faydası olmaz. Hep kendini düşünme! Allahü teâlâdan başka, kimseye güvenme!"
Ebu Muhammed Raşi hazretleri buyuruyor ki:
"Kendin ile Allahü teâlâ arasında en büyük perde [engel], hep kendi menfaatini düşünmek ve kendin gibi, bir âcize güvenmektir. Sofilik, istediğin her yere gidebilmek ve bulutların gölgesinde rahat etmek ve herkesten hürmet görmek değildir. Her hâlinde Allahü teâlâya güvenmektir."
Allahü teâlâdan başka güvenilecek, dost edinilecek hiç kimse, hiçbir şey yoktur.
Allahü teâlâdan başkasına sığınmak, örümcek ağına sığınmaya benzetilmiştir. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Allah’tan başka dost edinenin hâli, örümceğin durumuna benzer. Halbuki barınakların en çürüğü örümcek yuvasıdır.) [Ankebut 41]
Nasıl tevekkül etmeli
Sual: Tam İlmihal’de, (Bir kimse, hareketlerde, işlerde, Allahü teâlâdan başkasının tesir ettiğini düşünse, bu kimsenin tevhîdi, noksan olur. Eğer, hiçbir sebep lazım değildir dese, İslamiyet’ten ayrılmış olur. Eğer sebepleri araya koymak lazım değildir derse, akla uymamış olur. Lazımdır derse, sebepleri hazırlayana tevekkül etmiş olur ki, bu da tevhidde noksanlık olur) deniyor. Burasını anlayamadım. Sebeplere güvensek de güvenmesek de suç oluyor. Nasıl tevekkül etmemiz gerekiyor?
CEVAP
Evet tevekkül bahsi zordur. Yukarıdaki yazıyı üç madde halinde açıklayalım:
1- İyi kötü, hayır şer her şeyi Allahü teâlânın yarattığına inanacağız. Bazı şeylere bazı şeyler tesir ediyor denirse itikadımız düzgün olmaz. Her şeyin yaratıcısı Allahü teâlâdır. Bir âyet meali:
(Sizi de, işlerinizi de yaratan Allah’tır.) [Saffat 96]
2- İşlerin yapılması için hiçbir sebep lazım değil denirse, Allahü teâlânın koyduğu sebepler inkâr edilmiş olur. Mesela, ben evlenmesem de benim çocuklarım olur demek çok yanlıştır. Çocuk olması için ana baba gibi sebeplere ihtiyaç vardır.
3- Sebepler lazımdır, sebepsiz olmaz derse, sebeplere güvenmiş olur, yine tevhidi noksan olur. Yani nasıl ana baba olmadan çocuk olur demek yanlış ise, çocuğun olması için mutlaka ana babayı şart etmek ve çocukları Allahü teâlânın yaratmasında rolü olmadığını söylemek de çok yanlıştır. Ana baba olsa da çocuk olmayabilir. Ana baba olmadan da Allahü teâlâ çocuk yaratabilir. Hazret-i Adem ile Hazret-i Havva’yı anasız babasız, Hazret-i İsa’yı babasız yaratmıştır. Sebeplere güvenmeyeceğiz, sebepleri yaratanın da Allahü teâlâ olduğunu bileceğiz.
Sebepler âlemindeyiz, Allahü teâlânın âdeti sebeplerle yaratmaktır. Sebepsiz yaratılması mucize veya keramet olur. Sihri yaratan da Allahü teâlâdır. Her şeyi yaratan Odur.
Bu üç maddeyi özetleyelim:
Bir iş yapmak istersek sebeplerine yapışacağız, ama, sebepler mutlaka bu işi yapar demeyeceğiz. Mesela çocuk sahibi olmak için evleneceğiz, ama evlendik garanti çocuğumuz olur da demeyeceğiz. Hastaysak doktora gideceğiz, ilaç alacağız, ameliyat olacağız, ama bu sebepler bizi iyi etti demeyeceğiz. Çünkü ameliyat masasından kalkamayız da. Sebeplere güvenmeyeceğiz. Sebepleri yaratanın da, sebeplere tesir kuvvetini verenin de Allahü teâlâ olduğunu bileceğiz.
Kendine güvenmek uygun mudur?
Sual: Kişisel gelişim ile ilgili yazılarda, kitaplarda, (Kendinize güvenin) deniyor. Kendine güvenmek, uygun mu?
CEVAP
Müslüman, nefsine [kendine] değil, Allahü teâlâya güvenmelidir. Yani, her konuda, elinden geldiği kadar çalışmalı, sebeplere yapışmalı; fakat sebeplerin tesirini Allahü teâlâdan beklemelidir. Tevekkül de, bu demektir.
İslam âlimleri buyuruyor ki: Allahü teâlâ, yalnız Allaha güvenenin, her dileğini ihsan eder.
Bir hadis-i şerif meali:
(Allahü teâlâ, yalnız Rabbine güvenenin, her dilediğini verir ve bütün insanları buna yardımcı yapar.) [F. Bilgiler]
Ebu Muhammed Abdullah Raşi, buyuruyor ki:
Allahü teâlâ ile insan arasında olan en büyük perde, kendine veya kendisi gibi aciz olan bir kula güvenmesidir. (Mektubat-ı Masumiyye)
İslamiyet, tevekkülü emreder, tembelliği men eder. Bir hadis-i şerif meali:
(Deveni bağla ve sonra Allahü teâlâya tevekkül et!) [İbni Asakir]
Bu hadis-i şerif, hem tevekkül etmek, hem de çalışmak lazım olduğunu açıkça bildiriyor. Tevekkül, Allah’tan yardım bekleyerek, güçlükleri yenmek demektir.
Bu âyet-i kerime, tevekkül ile beraber, yalnız çalışmak değil, çalışmanın üstünde olan, azmin de gerekli olduğunu gösteriyor. Demek ki, her Müslüman çalışacak, azmedecek, sonra da, Allahü teâlâya güvenecektir.
Tevekküle inanmayanlar, tevekkülden alınan kuvvet ve cesaretin yerini boş bırakmamak için, “kendine güvenmek” ifadesi ile, bu ihtiyacı karşılamaya çalışıyorlar. Bu da gösteriyor ki, tevekkül edilecek, güvenilecek bir yer lazımdır. O da, sadece, Allahü teâlâdır. Bir âyet-i kerime meali:
(De ki: Allahü teâlâ, dilemedikçe, kendime hiçbir fayda ve zarar getirmeye, kâdir değilim.) [Araf 188]
Bu âyet-i kerime ve daha nice benzerleri var iken, tevekkülü kaldırarak, kendine güvenmek diye bir şey aramak yanlıştır. Kendine güvenmek, tevekkülün tersi ve tevekkülü bozan bir şeydir. Bundan başka, egoistliğe, kendini beğenmeye yol açar.
Tevekkülde, başkasının yardımına güvenmeyip, yalnız Allah’a sığınarak çalışmak inancı bulunduğundan, kendine güvenmekten beklenilen kuvvetten kat kat fazla kuvvet hasıl olmaktadır. Kendine güvenen, kimsesizdir. Tevekkül eden, Müslümanın, kendi çalışmasından başka, Allah’ı vardır. Bu tükenmez kaynaktan kuvvet almaktadır. Tevekkül eden Müslüman, hem bütün kuvveti ile çalışmakta; hem de, kazancını kendinden bilmek gibi egoistliğe düşmemektedir. (Faideli Bilgiler)
Rızıktan endişelenmek
Sual: Rızkından endişelenmek tevekkülü bozar mı?
CEVAP
Evet, bozar. (Rızkı kendim kazanıyorum) demek de tevekküle zarar verir. Çünkü herkesin rızkını veren Allahü teâlâdır. Bir âyet-i kerimede mealen, (Birçok canlı, rızkını kendi elde edemez. Sizin de, onların da rızkını Allah verir) buyuruldu. (Ankebut 60)
Tevekkül etmemek çok tehlikelidir. Çünkü tevekkül etmek farzdır.(Tevekkül imanın şartıdır) mealindeki âyet-i kerime tevekkülün önemini göstermektedir. (S. Ebediyye)
Tevekküle ilgili üç âyet-i kerime meali şöyledir:
(İmanınız varsa Allah’a tevekkül edin!) [Maide 23]
(Tevekkül edene Allah kâfidir.) [Talak 3]
(Allah kuluna kâfi değil mi?) [Zümer 36]
(İşimden olursam, aç kalırım) diye rızkı için endişelenen kimse, Allahü teâlânın kendisine kâfi geldiğinden şüphe ediyorsa, çok tehlikelidir. Rızkı Allah'ın verdiğine inanıp Ona tevekkül eden rızıktan mahrum kalmaz. Birkaç hadis-i şerif:
(Eğer Allahü teâlâya hakkıyla tevekkül etseydiniz, sabah aç kalkıp, akşam tok dönen kuşlar gibi, sizin de rızkınızı verirdi.)[Tirmizî]
(Bir kimse, Allahü teâlâya güvenip sığınırsa, Allahü teâlâ, onun her işine yetişir. Hiç ummadığı yerden, ona rızık verir. Kim de, dünyaya güvenirse, onu dünyada bırakır.) [K. Saadet]
(Allahü teâlâ buyurdu ki: Bir kul, bana ihlâsla tevekkül ederse, herkes ona tuzak kursa, ona mutlaka bir çıkış kapısı açarım. Bir kul da bana değil mahlûka güvenirse, bütün yükseliş sebeplerini keser ve çöküş yollarını kolaylaştırırım.) [İbni Asakir]
Peygamber efendimiz, (Allah korkusunu kendine sermaye edinenin rızkı, ticaretsiz ve sermayesiz gelir) buyurup, [Talak sûresinin] (Allah’tan korkana, Allah bir çıkış yolu ihsan eder, ummadığı yerden rızkını gönderir) [mealindeki 2.ve 3.] âyetlerini okudu. (Taberanî)
Allahü teâlâ Davud aleyhisselama, (Bir kimse, her şeyden ümit kesip, yalnız bana güvenirse, yerde ve göklerde bulunanların hepsi ona zarar yapmaya, aldatmaya uğraşsalar, onu elbette kurtarırım) mealindeki âyet-i kerime ile vahy gönderdi.
Dağda yaşayan birine, (Her gün ibadet ediyorsun. Ne yiyip, ne içiyorsun?) diye sorarlar. O da, dişlerini gösterir. Yani, (Değirmeni yapan, suyunu gönderir) demek ister. Biri, Veysel Karanî hazretlerine, (Nerede yerleşeyim?) diye sorar. O da (Şam’da) buyurur. (Acaba Şam’da geçim nasıldır?) deyince Veysel Karanî hazretleri, (Rızklarından şüphe eden kalblere yazıklar olsun! Bunlara, nasihat fayda etmez!) buyurur. (S. Ebediyye)
.
Tevekkül yan gelip yatmak değildir
|
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Tevekkül etmek, Allahü teâlâya güvenmek, istişare edip doğru sebeplere yapıştıktan sonra, boş durmak, yan gelip yatmak değildir. O işin olması için, Allahü teâlâya dua etmek, yalvarmak demektir. Hatamız kusurumuz olabilir, eksiğimiz olabilir, niyetimiz halis olmayabilir. Bizi affetmesi için, hayırlısını ihsan etmesi için, muvaffak etmesi için, sebeplere yapıştıktan sonra, Ona dua etmek, yalvarmak demektir.
Ehl-i sünnet âlimlerini, kötü kimseler sevmez. Yani büyükleri molozlar sevemez; çünkü mıknatıs tahta parçalarını çekmez, cevheri çeker. Büyükleri seven bir kimsede cevher vardır, onun kalbi temiz demektir.
Müslüman olarak, ne büyük nimet içinde olduğumuzu anlatırken,(Gerçi biz on para etmeyiz) demek yerine, bol nimetler içindeyiz demeli.
Fıkıh ilmiyle meşgul olanın ömrü uzun olur.
Önümüze engel çıkarsa, bunu aşmak için hep uğraşıp ömrümüzü heba etmek yerine, yanından dolaşmak daha uygun olur.
İmanı olmayana iyi insan dememeli, mesela doktorluğu iyidir, avukatlığı iyidir, mesleğinin erbabıdır demelidir. Allah’ı tanımayana iyi denmez. Ne keşfederse keşfetsin, imanı yoksa kıymeti yoktur.
Bir gün, bir büyük zatın talebesi, başka bir talebe arkadaşı için hocasından dua ister. Hocası buyurur ki: Ben ona dua etmem, etsem de kabul olmaz; çünkü annesi ondan razı değil. Demek ki, bize edilen duaların kabul olması için, ana babamızı razı etmeliyiz; çünkü Allahü tealanın rızası, salih ana babanın rızasına bağlıdır.
Kim kendini severse, başkaları onu sevemez.
Sadaka, belayı önler, ömrü uzatır.
Dünyada herkes misafirdir. Yanındaki şeyler emanettir. Misafirin gitmekten, emanetin de geri alınmaktan başka çaresi yoktur.
Bu dünya, haramları terk eden için nimet, ibadet eden için ganimet, ibretle bakan için hikmet, manasını anlayan için selamet yeridir.
İçimizden hiçbir kimse, kendisini uzun emelden uzak tutmaz; fakat herkesin emeli, kendi makamına göredir. Makamı en yüksek olanın emeli, bir tek nefesten ibarettir. Tûl-i emel aslında her kul için, rahmet-i ilâhiyedendir. Eğer o olmasaydı, hiçbir kul yaşayamazdı!
Allah’ın dininden bir mesele öğretene, Allahü teâlâ, nafile hac sevabı verir. Allah’ın dininden bir mesele öğretene, Allahü teâlâ 100 umre sevabı verir.
Zamanımızın en büyük silahı, güler yüz, tatlı dildir.
Para pul üzerine yapılan konuşmalar, her ne kadar dünyalık gibi görünse de, Allahü teâlânın dinini yaymak içinse, hepsi zikr-i ilahi olur.
Dinimize ait bir kitabı yazan, Allah için yazmamışsa, içindekiler doğru olsa dahi, okuyan faydalanamaz. Allah için olmayan habistir, satırlar arasından habaset [pislik] kokusu gelir, okuyan zarar görür.
.
Allah bes, bâki heves
|
Sual: Allah bes, bâki heves ne demektir?
CEVAP
Bes, kâfi, yeter, yetişir demektir. Bâki, kalan demektir. Heves ise, nefsin isteği, geçici arzu demektir. Allah bes diyen, Allahü teâlâya tevekkül etmiş olur. Tevekkül, vekil etmek, işini başkasına havale etmektir. Istılahta ise, Allah’a güvenmek, Ona dayanmaktır.
Tevekkül, değiştirilmesi insan gücünün dışında olan acı olayların, ezelde takdir edildiğini bilip, üzülmemek, Allah’tan geldiğini düşünerek seve seve karşılamaktır. Allah bes diyen, [Ona tevekkül eden] yani onu vekil eden kurtulur. [ Vekil: koruyucu, gözetleyici, bakıcı, yardımcı.]
Bes Farsçadır. Allah bes ifadesinin Arapçası, Hasbiyallah demektir. Hasbiyallah, Allah bana yetişir demektir. Hasbiyallahü ve ni’mel vekil ise, Allah bana yetişir, O, güvenilip dayanılan ne güzel vekil, demektir. Hasbünallahü ve ni’mel vekil ise, Allah bize yetişir, O, güvenilip dayanılan ne güzel vekil, demektir. Kur’an-ı kerimde, cesur müminlerin, (Hasbünallahü ve ni’mel vekil) dedikleri bildiriliyor. (Al-i İmran 173)
Allahü teâlâ, Peygamber efendimize buyuruyor ki:
(Sana hile yapmak isterlerse, Allah sana kâfidir.) [Enfal 62]
([Ey resulüm, senden] yüz çevirirlerse, “Hasbiyallahü la ilahe illa hüve aleyhi tevekkeltü ve hüve rabbül arşil azim” de! = Allah bana kâfidir, Ondan başka ilah yoktur, ben sadece Ona güvenir, Ona dayanırım. O büyük Arşın sahibidir.) [Tevbe 129] (İlla hüve kelimesinde durulursa, illa hü diye durulur.)
(De ki: Hasbiyallahü aleyhi yetevekkel-ül-mütevekkilün= Bana Allah yeter, güvenip dayanacaklar, ancak Ona güvenip dayanırlar.)[Zümer 38]
(Allah’a dayan; vekil olarak Allah sana yeter.) [Nisa 81]
(Müminlere, "Düşmanlarınız, size karşı asker topladı; onlardan sakının" denildiğinde bu, onların imanlarını arttırdı ve"Hasbünallahü ve ni’mel vekil" dediler.) [Al-i İmran 173]
Zümer suresinin 36. âyetinde mealen, (Allah kuluna kâfi değil mi)buyuruluyor. Evet, (Allah bes) demeliyiz. Böyle kimseye de şeytan musallat olamaz. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(İman edip de yalnız Rablerine tevekkül eden kimselere şeytan hâkimiyet kuramaz.) [Nahl 99]
Her Müslümanın Allahü teâlâya tevekkül etmesi farzdır. Tevekkül imanın şartıdır. Çünkü âyet-i kerimede mealen buyuruluyor ki:
(Eğer imanınız varsa, Allah’a tevekkül ediniz!) [Maide 23]
Bir insan için en büyük makam, Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmaktır. O halde tevekkül etmek gerekir. Çünkü Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Allah, tevekkül edenleri elbette sever.) [Al-i İmran 159]
(Dünya hayatında size verilen nimetler geçicidir. İman edip, Rablerine tevekkül edenler, Ona güvenip dayananlar için, ahirette verilecek Allah’ın indindeki mükâfat ise, dünya nimetlerinden daha hayırlı ve daha süreklidir.) [Şurâ 36]
Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki:
(Hasbiyallahü ve ni’mel vekil sözü her korku için bir emniyettir.)[Deylemi]
(Sabah akşam 7 kere, “Hasbiyallahü la ilahe illahü, aleyhi tevekkeltü ve hüve Rabb-ül arşil azim” okuyan, dünya ve ahiret sıkıntısından kurtulur.) [İbni Sünni]
(Bunu on defa okuyanın sıkıntısını Allahü teâlâ giderir.) [Şir’a]
(Sıkıntılı iken “Hasbünallahü ve ni’mel-vekil” deyiniz!) [İbni Merdeveyhi]
O halde Allah bes [hasbiyallah] demek ve bu sözde İbrahim aleyhisselam gibi durmak gerekir.
Bâki heves, masivadır, Allah’tan gayrı şeylerdir. Allah’tan gayrı şeylerle uğraşmak ise faydasız işle vakit geçirmektir. Hadis-i şerifte, (Bir kimsenin faydasız işle vakit geçirmesi, Allahü teâlânın, onu sevmediğine alamettir) buyuruldu. (Mek. Rabbani)
On cümle
Muhammed bin Hişâm anlatır: Ma’rûf-ı Kerhî bana; “Sana; dünya ve ahiret saadeti için on cümle öğreteyim. Böyle dua edenin duası kabul olur” dedi. “Yazayım mı” dedim. “Hayır, Behr bin Hâris nasıl tekrar ederek bana öğrettiyse, ben de aynı şekilde sana öğretirim” diyerek şu hadisi bildirdi:
(Her namazdan sonra [dua ederken] , şu on cümleyi söyleyenin dualarını Allahü teâlâ kabul eder:
1- Dinim için Allah bana kâfidir.
2- Dünyam için Allah bana kâfidir.
3- [İki cihan] endişelerim için Allah bana kâfidir.
4- Haset eden için Allah bana kâfidir.
5- Bana haksızlık eden için Allah bana kâfidir.
6- Kötülük etmek isteyen için Allah bana kâfidir.
7- Ölüm anında Allah bana kâfidir.
8- Kabirde Allah bana kâfidir.
9- Mîzanda Allah bana kâfidir.
10- Sıratta Allah bana kâfidir.
Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah bana kâfidir. Ona tevekkül eder, Ona yalvarırım.) [Nevadir-il Usul, Hakîm-i Tirmizi
..
İnsanlara ihtiyacını söylemek
|
Sual: (İhtiyaçları insanlara bildirmemeli) deniyor. Bildirilmeyince ihtiyacımız nasıl karşılanır?
CEVAP
Burada, ihtiyaçların karşılanmasını Allahü teâlâdan değil de, insanlardan beklemek kastediliyor. Yani sebebe yapışmak için, ihtiyacımızı başkasına bildirsek de, yine ona değil Allahü teâlâya güvenmek ve Ondan beklemek gerekir. Hadis-i şerifte, (İnsan, ihtiyaçlarını, Allah’a havale ederse, ihtiyaçlarını [meydana getirecek sebepleri] ihsan eder) buyuruldu. Mesela, herkesin ona merhamet ve hizmet etmesini temin eder, böylece ihtiyaçları görülmüş olur. Başka bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(İnsan, ümit bağladığı yere havale edilir. Eğer Allah’tan başkasına ümit bağlamazsa, Allahü teâlâ da onun işini kendi üzerine alır, başkasına havale etmez.) [Hâkim]
Kim Allah içinse, Allah da onun içindir. Allahü teâlâ, her işte rıza-i ilahiyi düşüneni kendi himayesine alır. İnsanların rızasını gözetip, Rabbimizin rızasına uymayanların işini insanlara bırakır.
Yahya bin Muaz-ı Razi hazretleri buyuruyor ki: İnsanlar seni, Allah’ı sevdiğin kadar sever. Allah’tan korktuğun kadar, senden korkarlar. Allah’a itaat ettiğin kadar, sana itaat ederler. Ona itaatin nispetinde, sana hizmet ederler. Hülasa, her işin, Onun için olsun! Yoksa hiçbir işinin faydası olmaz. Hep kendini düşünme! Allahü teâlâdan başka, kimseye güvenme!
İmam-ı Rabbani hazretleri, (Eşin, dostun gönüllerini yapmak için, kendini günaha sokmak ve ahiretin sonsuz azaplarına atılmak, aklı olanın yapacağı iş değildir) buyuruyor.
Ebu Muhammed Raşi hazretleri buyuruyor ki:
Kendin ile Allahü teâlâ arasında en büyük perde [engel], hep kendi menfaatini düşünmek ve kendin gibi, bir acize güvenmektir. Sofilik, istediğin her yere gidebilmek ve bulutların gölgesinde rahat etmek ve herkesten hürmet görmek değildir. Her halinde Allahü teâlâya güvenmektir.
Önce Allah’a, sonra sana
Sual: Birine bir şey verirken yahut çocuğunu bırakırken, (Önce Allah’a, sonra sana emanet ediyorum) demek caiz midir? (Allah’a pek güvenmiyorum, onun için sana da emanet ediyorum) anlamı çıkmaz mı?
CEVAP
Müslüman, o manada söylemez. Emanet edilecek asıl yerin, Allahü teâlâ olduğunu bilir. Zaten bu sözüyle bunu bildiğini ve buna iman ettiğini de bildiriyor, ayrıca bu kıymetli bilgiyi karşısındakine de hatırlatıyor, yani sen de bunu unutma demeye getiriyor.
(Deveni bağla, sonra Allahü teâlâya tevekkül et) hadis-i şerifi, sebeplere yapıştıktan sonra, neticesini Allah’a bırakmak gerektiğini bildiriyor. Birine çocuğunu emanet etmek, deveyi bağlamak gibidir. Deveyi bağlamadan Allah’a emanet etmek, tevekküle aykırıdır.
(Önce Allah’a, sonra sana emanet ediyorum) demek, (Bunu sana emanet ediyor, Allah’a da tevekkül ediyorum) demektir. Yoksa (Allaha güvenmediğim için, sana emanet ediyorum) demek değildir
.
Tefviz şiirinin açıklaması
|
Sual: Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin Tefvizname isimli şiirini anlamakta güçlük çekiyorum. Açıklar mısınız?
CEVAP
Şiir açıklamak çok zordur. Bu şiirde tefviz işleniyor. Tefviz, her şeyin Allah’ın takdiri ile olduğuna inanmak, işlerini Allahü teâlâya havale etmek, Onu kendine vekil yapmak, Ona tevekkül edip güvenmek, Ondan gelene güzelce sabretmek demektir. Bu zor ise de çok kıymetlidir. Tevekkülün zirvesine çıkan İbrahim aleyhisselam, ateşe atılırken bile tevekkülünü bozmadı.
Şiir şöyle başlıyor:
Hak şerleri hayr eyler
Zannetme ki gayr eyler
Arif onu seyr eyler
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler.
Şöylece de sona eriyor:
Vallahi güzel etmiş,
Billahi güzel etmiş,
Tallahi güzel etmiş
Allah görelim netmiş
Netmişse güzel etmiş.
Şimdi baştan sıra ile açıklayalım:
1- Allahü teâlânın; kötü işin neticesini hayra çevirdiği çok görülmüştür. Arif olan bunu kolayca anlar. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinize; sevdiğiniz şey de, kötülüğünüze olabilir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.)[Bekara 216]
Bir misal verelim: Hudeybiye anlaşmasına göre, bir kâfir Müslüman olursa, Müslümanlar bunu aralarına alamayacaklar, fakat Müslüman olduktan sonra tekrar kâfir [mürted] olanı ise, müşrikler tekrar saflarına alacaktı. Görünüşte bu anlaşma Müslümanların aleyhine idi. Peygamber efendimiz, neticeyi peygamberlik nuru ile görüp imzaladı. Anlaşma Müslümanların lehine neticelenince, müşrikler, anlaşmayı bozmak zorunda kaldılar. (M. Ledünniyye)
Üniversitede bir yıl sınıfta kalmak birkaç yönden zararlıdır. Memuriyet hayatına bir yıl sonra girilir. Bir yıl sonra emekli olunur. Bir yıllık maaştan mahrum kalınır. Bir yılı kaybetmiş olur.
Yakından tanıdığım bir arkadaş, sınıfta kalınca üzülür. Fakat o yıl yeni arkadaşlarla tanışır. Eyyamcı olan bu genç, o arkadaşlarının sayesinde iyi bir Müslüman olur. Sınıfta kalması onun için büyük bir nimet olur.
Yakışıklı bir genç felç olur. Felç olduktan sonra ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okur. Dinini doğru olarak öğrenir ve yaşamaya başlar. Hâlbuki önceden dinden imandan habersiz yaşıyordu. Hiçbir nasihat de kâr etmiyordu. Şimdi bu nimete kavuşmasına sebep olan felç hastalığı için Allahü teâlâya devamlı hamd eder.
Demek ki, (Hoşlanmadığımız bir şey bizim için hayırlı) olabiliyor. İnsan, bir işin sonucunun iyi mi, kötü mü olacağını bilemez. Hayır zannettiği çok şey, şerle, şer zannettiği çok şey de, hayırla neticelenebilir. Bunun için bir işte ısrar etmemelidir.
2- Tevekkül edip işlerini Allah’a havale eden ve sonucu sabırla bekleyen Müslüman, rahat eder. İkinci üçlükte tevekkül, tefviz, sabırve rıza var.
Tevekkül, değiştirilmesi insan gücünün dışında olan acı olayların, ezelde takdir edildiğini bilip, üzülmemek, Allah’tan geldiğini düşünerek seve seve karşılamaktır.
Başa gelen işe sabredilirse ecri görülür. Sabredilmezse, günaha girilir ve sıkıntıya düşülür. Sabır, tökezlemeyen binektir. Sabır, acı ise de meyvesi tatlıdır.
Sabır üç çeşittir:
Belaya sabır, din bilgilerini öğrenirken ve ibadet yaparken sabır, günah işlememek için sabır. Sabrın önemi büyüktür. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruldu ki:
(Sabretmekte yarış edin!) [Al-i İmran 200]
(Allah sabredenlerle beraberdir.) [Bekara 153]
(Sabredenlere, mükâfatları hesapsız verilir.) [Zümer 10]
3- Kalbini Ona bağla, her şey takdirledir. Tedbir takdiri bozamaz. Tedbirli ol; fakat tedbirine güvenme!
4- Merhametle yaratan, bol rızık veren Hak teâlâ, tevekkül edenin her işini en iyi şekilde yapar.
5- Hacetleri bitiren Allah’a yalvar, Ondan kaçma! Nefsine uyup başkasına el açma!
6- İlle de şu iş şöyle olsun deme! Eğer o iş, istemediğin şekilde olmuşsa, hiç üzülme, Hakkın takdirine razı ol!
7- Boş yere üzülme, her iş Haktandır, öyle olmasında sayısız hikmet vardır.
8- Allahü teâlânın her işi düzgündür, aklımız almasa da hepsi uygundur.
9- İşini Hakka bırak, uzakları çok yakın, yakını eder ırak,
10- Onun işinde hata olmaz. Onun emrine uymayan yanar. Yeter ki sabretmeyi bil.
11- Bu işler niye böyle deme. Bunlar her zaman böyle. Mühim olan işin sonudur.
12- Nefsine uyup da, hiç kimseyi hor görme, kalbini kırma! Bağırıp çağırma!
13- Müminde hile olmaz, fitne çıkarmaz. Ondan zarar gelmez. Arife tarif olmaz.
14- Onu vekil edip kadere razı olarak güzel sabretmek hoş, bundan gayrısı boş.
15- Allahü teâlâ, kendisini anana, imdat diyene yardım eder.
16- Çaresiz kalsan, yazdırır ferman, hemen bulunur derdine derman, köle iken olursun sultan.
17- Kâh ağlatır, kâh güldürür. Kimini yaşatır, kimini öldürür. Yaratmakla yorulmaz, hikmetinden sorulmaz.
18- Nimet verir ve alır, zarar ve fayda verir, alçaltıp yükseltir.
19- Kalbleri değiştirir, kimini susuz bırakır, kimine kevser içirir, herkesi değişik bir imtihandan geçirir.
20- Kimini huysuz yapar, kimine güzel huy verir, kimini sevip sevdirir.
21- Kimini çok renkli, kimini renksiz, kimini gamlı, kimini gamsız yapar.
22- Az yiyip içen az uyur, hantallıktan kurtulur, zihni açılır, rahmet saçılır.
23- Herkesle gezme, dostunu üzme, Hak sese ver kulak, nefsin gibi olma ahmak.
24- Maziyi bırak, istikbale de dalma, hep bugünü de düşünme!
25- Tembelliği söküp at, Allah’ı eyle hep yâd, rıza-i Haktır maksat.
26- Kötüdür gaflet, agâh ol gayet, arayan bulur Mevlayı elbet.
27- Her sözden öğüt al, her şeydeki güzelliği gör, bunlar sana ganimet.
28- Allah’ın ihsanı olarak sonsuz kurtuluşu müjdeleyen birçok işaret var.
29- Söyleyene değil, söyletene bak, her sözden faydalan ibret alarak
30- Hakkın rızasına kavuşmak için, edep ve güzel ahlak sahibi olmak gerekir.
Son mısralarda, Allahü teâlânın, her şeyi güzel yarattığı, akrep, yılan, fare gibi zararlı hayvanları yaratmasında, birçok hikmet bulunduğu, yerde ve göklerde faydasız hiç bir şey yaratmadığı, üç defa yemin edilerek kesin bir şekilde bildirilmektedir
.
Allah’a hüsnüzan etmeli
|
Sual: (Ben kulumun zannı üzereyim. Beni nasıl zannederse öyle bulur) hadis-i kudsîsinden murat nedir? Çok günahkâr bir Müslüman, (Allah bizi affeder) diye hüsnüzan etse affedilir mi?
CEVAP
Eğer kul, Allah'ın kendisini affedeceğini umuyorsa, onu affeder. Allah’tan ümidini kesmişse, (Ben mutlaka cehennemliğim) diyorsa, Cehenneme gider. Bir hadis-i şerif:
(Kıyamette, günahkâr biri, Cehenneme götürülürken, “Ya Rabbî, dünyada sana hep hüsnüzan ettim, rahmetinden ümidimi kesmedim” der. Allahü teâlâ da, “Onu bırakın! Kulumu beni zannettiği gibi karşılarım” buyurur.) [Beyhekî]
Gençlikte, Allah'ın azabından korkmalı, günahlardan çok sakınmalı. Gevşek davranırsa küfre düşebilir. Ama ihtiyarlayınca, ömrünün sonuna doğru, öleceği zaman, daha çok Allahü teâlâya hüsnüzan etmeli. Yani (Ben çok günahkârsam da, Allahü teâlâ beni affeder) diye ümit etmelidir! Bir hadis-i şerif:
(Ölürken mutlaka Allahü teâlâya hüsnüzan edin!) [Müslim]
Ölüm hâlindeki bir Müslüman, (Günahlarımdan korkuyor, fakat Allah’tan ümit kesmiyorum) dediği zaman, Peygamber efendimiz,(Böyle korku ile ümit, şu ölüm anında kimde bulunursa, Allahü teâlâ, ona umduğunu verir ve onu korktuğundan emin kılar)buyurur. (Tirmizî)
Vefat etmiş bir zatı, rüyada görüp hâlini sorarlar. O da, (Allahü teâlâ,(Ey kötü ihtiyar, şunları niçin yaptın?) diye beni azarlayınca, çok korktum. Ben de, “Ya Rabbî, hadis-i kudsîde okuduğuma göre bana böyle muamele edilmeyeceğini sanıyordum” dedim. (Nasıl muamele edileceğini sanıyordun?) buyurdu. Ben de, (Müslüman olarak saçı sakalı ağaran kuluma azap etmekten hayâ ederim) mealindeki hadis-i kudsîyi okuduğumu söyledim. Allahü teâlâ, (Evet, o hadis-i kudsî doğrudur. Ben de seni mağfiret ettim) buyurdu. (Kıyamet ve Âhiret)
Allahü teâlânın, her sıfatı gibi merhameti de sonsuzdur. Bir âyet-i kerime meali:
(Allah'ın merhameti sonsuzdur.) [Furkan 70]
(Sonsuz merhamet sahibi, zerre kadar imanı olana elbette rahmet eder) diye düşünmeliyiz. Bir hadis-i şerif:
(Allahü teâlânın mümine olan merhameti, bir annenin çocuğuna olan merhametinden daha üstündür.) [Buhârî]
Bir anne, evladını Cehennem ateşine atar mı? Elbette atmaz. Daha merhametli olan Rabbimiz, mümin kulunu hiç atmaz. Yeter ki, zerre imana sahip olalım! Çünkü (İmansız olana merhamet etmem)buyuruyor. Zerre imanı olana, yüzünü Rabbimize dönene, Ona hüsnüzan edene çok merhamet eder. Şu hadis-i kudsîyi unutmamalıyız:
(Ben, kulumun beni zannettiği gibi ona muamele ederim. O, beni andıkça ben onunla beraberim. O, beni gizli anarsa, ben de onu gizli anarım. O, beni bir toplum içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir toplum içinde anarım. O, bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir zra yaklaşırım. O, bana bir zra yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak giderim. Bana şirk koşmadan dünya dolusu günahla gelse, ben de onu bir o kadar çok mağfiretle karşılarım.) [Buhârî, Müslim, İ. Ahmed]
O hâlde, Allahü teâlâya hep hüsnüzan etmeliyiz. Günahımız ne kadar çok olsa da, bizi affedeceğine hüsnüzan ederek ümitli olmalıyız. Bir âyet-i kerime meali:
(De ki: “Ey çok günah işlemekle haddi aşan kullarım, Allah’ın rahmetinden [bizi affetmez diye] ümidinizi kesmeyin! Çünkü Allah,[imanı olanın] bütün günahlarını hiç şüphesiz affeder. Elbette O, sonsuz mağfiret ve nihayetsiz merhamet sahibidir.) [Zümer 53]
|
|
|
|
|
|
|
İmanın zirvesine çıkmak
|
Sual: Hep Allah’ın varlığını ispat eden yazıları okumakla kolayca imanın zirvesine çıkabilir miyiz?
CEVAP
O tip yazı okumakla imanın zirvesine çıkılmaz. Resulullah efendimiz, zirveye nasıl çıkılacağını bildirmiştir. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Şunları yapmak imanı zirveye çıkarır:
1- Allah’ın hükmüne karşı sabretmek
2- Kaza ve kadere rıza göstermek
3- Tam tevekkül sahibi olmak
4- Allah’a tam teslim olmak.) [Ebu Nuaym]
Şimdi bu dört maddeyi kısaca açıklayalım:
Sabır:
Bir farzı yapmak veya bir günahtan kaçınmak sabırsız ele geçmez. Resulullah efendimize (iman nedir?) diye sorulduğunda, (Sabırdır)buyurdu. (Deylemi)
Sabır, acı ise de meyvesi tatlıdır. Üç hadis-i şerif meali:
(Sabrın imandaki yeri, başın vücuttaki yeri gibidir.) [Deylemi]
(Sabreden kuldan Allah razı olur.) [Deylemi]
(Sabırlı ve ihlaslı Cennete gider.) [Taberani]
Üç âyet-i kerime meali de şöyledir:
(Sabredenlere mükafatları hesapsız verilir.) [Zümer 10]
(Sabredenlere [ihsanımı] müjdele!) [Bekara 155]
(Sabretmekte yarışınız!) [A. İmran 200]
Hazret-i Hızır, (Günah işlememeye sabretmek sayesinde ledün ilmine kavuştum) buyurmuştur.
Kadere rıza:
Allah’tan gelen her şeye razı olmak büyük nimettir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kadere rıza, saadet alametidir.) [Tirmizi]
(Şu 3 şeyi yapan dünya ve ahiret hayrına kavuşur: Kazaya rıza, belaya sabır, rahatlıkta dua.) [Deylemi]
(Şu 3 şeyi yapan 40 evliyadan biri olur: Kazaya rıza, haram işlememeye sabır, buğdi fillah.) [Deylemi]
(Hak teâlâ buyurdu: Kaza ve kaderime razı olmayan, beğenmeyen ve belaya sabretmeyen, benden başka Rab arasın!) [Taberani]
(Ya Rabbi, beni kaza ve kaderine rıza gösteren, belana sabreden ve nimetlerine şükredenlerden eyle!) diye dua etmenin en güzel dualardan biri olduğu bildirilmiştir.
Tevekkül:
Tevekkül farzdır. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruldu ki:
(İmanınız varsa Allah’a tevekkül edin.) [Maide 23]
(Tevekkül edene Allah kâfidir.) [Talak 3]
(Allah tevekkül edenleri sever.) [Al-i İmran 159]
En büyük makam, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmaktır. Hasbiyallah, Allah bana yetişir, kâfi gelir demektir. İbrahim aleyhisselam, ateşe atılırken, Hasbiyallah ve ni’mel vekil dedi ve kurtuldu. Allahü teâlâ, Davud aleyhisselama şöyle vahyetti:
(Bir kul, kullara değil de bana ihlasla tevekkül ederse, herkes ona tuzak kursa, ona mutlaka bir çıkış kapısı açarım. Bir kul da bana değil mahluka güvenirse, bütün yükseliş sebeplerini keser ve çöküş yollarını kolaylaştırırım.) [İbni Asakir]
Ağaca dayanma kurur, insana dayanma ölür.
Allah’a teslimiyet:
Teslim olmak, esir olmak, kul köle olmak demektir. Allah’a teslim olmak da Allah’ın kulu olmak ve Onun her emrini yapmaya hazır beklemek demektir. Zaten Müslüman, Allah’a teslim olan insan demektir. Kur’an-ı kerimde de teslim olmak emredilir:
(Biz sadece Allah’a teslim olduk deyin!) [Bekara 136]
(Âlemlerin Rabbine teslim olarak namaz kılın.) [Enam 71, 72]
Belkıs imanını bildirmek için, (Âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum) dedi. (Neml 44)
Hadis-i şerifte de buyuruldu ki:
(Şu beş şey imandandır: Allah’a teslimiyet, kaderine rıza, işini Allah’a havale etmek, ona güvenmek, musibete sabır.) [Bezzar]
İşte bunları uygulayan imanın zirvesine çıkar.
Kâmil iman sahibi miyiz?
Sual: Olgun imana kavuştuğumuzu bilebilir miyiz?
CEVAP
Evet, bazı alametler vardır. İnsan bunlara bakarak kâmil iman sahibi olup olmadığını anlayabilir. Mesela Hasan bin Muhammed bin Hasan hazretleri buyuruyor ki:
Şu üç şeyi yapan kâmil iman sahibidir:
1- Sever ama sevgisi batıla düşürmez.
2- Kızar ama kızması haktan ayırmaz.
3- Güçlü iken de, hakkı olmayana el uzatmaz.
Eshab-ı kiram, “Biz, insanlardan gelen sıkıntılara sabretmeyenleri, kâmil iman sahibi saymazdık” buyuruyorlar. Bir âyet meali:
(Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanmak, Allah rızası için akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, saillere ve mükateb köle [ve esirlere] sevdiği maldan harcamak, namaz kılmak, zekât vermek, antlaşmada sözlerini yerine getirmek, sıkıntı, hastalık ve savaşta sabretmektir.) [Bekara 177]
Bu âyet-i kerimede, insanı olgunlaştıran esaslar açıkça bildirilmiştir. Bunlar da sağlam iman, iyilik, yardım ve nefsin ıslahıdır. Bu hasletleri kendisinde toplayan bir kimse, iman ve itikadına göre, sıdkla vasıflandırılmış, takva ile övülmüştür. Peygamber efendimiz, (Bu âyetin bildirdiği hususlarla amel eden, kâmil iman sahibi olur)buyurdu. (Tibyan)
Haramlardan kaçan ve ibadetleri yapan kâmil iman sahibidir.
İbadetleri yapıp imanıma bir zarar gelir diye korkanın ve “Günahlarım çoktur, ibadetlerim beni kurtarmaz” diye düşünenin imanı kuvvetli demektir. (Bezzâziyye)
Konu ile ilgili hadis-i şeriflerden bazıları şöyledir:
(Şu üç kimsenin imanı kemâle ermiştir:
1- Hiç kimsenin kınamasından korkmadan Allah yolunda yürüyen,
2- Ameline riya karıştırmayan,
3- Dünya ve ahiretle ilgili iki işten ahirete ait olanı dünya işine tercih eden.) [Deylemi]
(Şunları yapan kâmil imana sahiptir:
1- Allah için seven, Allah için buğzeden,
2- Diliyle de Allah’ı anan,
3- Kendisine hoş geleni, başkasına da hoş gören,
4- Kendisi için istemediği bir şeyi başkası için de istemeyen,
5- Hayır konuşan veya susan.) [Taberani]
(Sevdiğini yalnız Allah için sevenin imanı kâmildir.) [Beyheki]
(Allah’ın dostlarını sevip, düşmanlarını düşman bilenin imanı kâmildir.) [Ebu Davud]
(İhsan sahibi olanın imanı kâmildir.) [İ.Ahmed]
(İmanı kâmil olan mümin, güzel ahlaka sahip olandır.) [Taberani, Deylemi]
(Nerede olursa olsun, Allahü teâlâyı unutmamak, kâmil imanı gösterir.) [Beyheki]
(Allah ve Resulünü her şeyden çok seven, sevdiğini yalnız Allah rızası için seven ve ateşe düşmekten çok, küfre düşmekten korkanın imanı kâmildir.) [Buhari]
(Belayı nimet, bolluk ve rahatlığı musibet saymayanın imanı kâmil olmaz.) [Taberani]
(Komşusu, zararından emin olmayanın imanı kâmil değildir.)[Bezzar]
İmanı parlatmak için
Sual: İmanı kuvvetlendirip parlamasını sağlamak için ne yapmalı?
CEVAP
İmanı kuvvetlendiren, tadını hissettiren, parlatan çok şey vardır. Bazıları şöyledir:
1- Güzel ahlaklı olmak.
2- Hep Allahü teâlâyı hatırlamak.
3- İhlâslı olmak.
4- Cömert olmak.
5- Elinde olmadan, büyük belalara maruz kalmak. (Salih kimse için)
6- Haramlardan kaçmak.
7- Küfre düşmekten çok korkmak.
8- Sevdiğini Allah için sevmek, sevmediğini Allah için sevmemek.
9- Salih olmak.
10- Namaza çok önem vermek.
Bu konuda birkaç hadis-i şerif şöyledir:
(Kur’an okumak ve Allah’ı zikir, imanı kuvvetlendirir.) [Deylemî]
(Müslüman cömerdin imanı kuvvetlidir.) [Deylemî]
(Allah korkusundan dolayı harama bakmayan, imanının tadını alır.) [Taberanî]
(Üç şey imanın tadını artırır: Allah ve Resulünü her şeyden çok sevmek, kendisini sevmeyen Müslümanı Allah rızası için sevmek ve Allah’ın düşmanlarını sevmemek.) [Taberanî]
(İyilik edince sevinen, günah işleyince üzülen imanlıdır.)[Taberanî]
(Abdestini tazeleyenin imanı tazelenmiş [parlamış] olur.) [İ. Gazalî]
(Kur’an okumak ve zikir imanı kuvvetlendirir.) [Deylemî]
(Nerede olursa olsun Allahü teâlâyı unutmayanın, imanı kuvvetlidir.) [Beyhekî]
Sabah ve akşam şu duayı okuyan şirkten korunur ve imanı kuvvetlenir:
(Allahümme innî e'ûzü bike min en-üşrike bike şey-en ve ene a'lemü ve estağfirü-ke li-mâ lâ-a'lemü inneke ente allâmülguyûb.)[İ. Ahmed]
Bir işi, şöyle yaparsak dünya menfaatimizin olacağı, başka türlü yaparsak âhiret menfaatimizin olacağı biliniyorsa, biz de âhiret menfaatini seçebiliyorsak, imanımızın kuvvetli olduğu, dünya menfaatini tercih ediyorsak imanımızın zayıf olduğu anlaşılır. Bütün ibadetler, alışverişler, her iş, Allah rızası için yapılıyorsa, imanı korur ve kuvvetlendirir, parlatır. İmanı korumak için, ihlâsla ibadet yapmak gerekir. Bunlar kalbi parlatır. İhlâsla büyüklerle irtibat kurmak, mesela sohbetlerinde bulunmak, kitaplarını okumak, onları düşünmek de kalbi parlatır. Kalbi parlayan, imanını korur.
Evliyanın menkıbelerini okumak, dinlemek muhabbeti artırır. Eshab-ı kiramın menkıbeleri, imanı kuvvetlendirir, günahları eritir. (Evliyalar Ans.)
.
|
Tevekkül hakkında bazı âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler
Bugün ve yarınki makâlelerimizde, "Tevekkül" hakkındaki bazı âyet-i kerîme ile hadîs-i şerîflere temâs etmek istiyoruz:
"Allahü teâlâya teslîm olma; bir işe başlarken sebeplere yapıştıktan sonra O'na güvenme; kalbin, her işte Allahü teâlâya îtimâd etmesi, güvenmesi" manasına gelen "Tevekkül" hakkında, Allahü teâlâ, bazı âyet-i kerîmelerde buyurmuştur ki (meâlen):
"Allahü teâlâ, tevekkül edenleri sever." (Âl-i İmrân sûresi, 259)
"Kim ki, Allahü teâlâdan korkarsa, Allahü teâlâ ona (darlıktan genişliğe)bir çıkış yolu ihsân eder ve ona ummadığı yerden rızık verir. Her kim, Allahü teâlâya tevekkül ederse, Allahü teâlâ ona kâfidir." (Talâk sûresi, 2-3)
Sevgili Peygamberimiz de: "Yâ Ebâ Hüreyre! Allah'tan başka hiçbir şeye ümit bağlama! Allah'a tevekkül eyle! Bir arzun varsa, Allahü teâlâ hazretlerinden iste! Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi (işi, kânunu)şöyledir ki; her şeyi bir sebep altında yaratır. Bir iş için sebebine yapışmak ve sonra Allahü teâlânın yaratmasını beklemek lâzımdır. Tevekkül de bundan ibârettir" buyurmuştur.
Diğer bir hadîs-i şerîfte ise, "Allahü teâlâya tam tevekkül etseydiniz, kuşların rızkını verdiği gibi, size de gönderirdi. Kuşlar, sabâh mideleri boş, aç giderler. Akşam mideleri dolmuş, doymuş olarak dönerler" [İmâm-ı Gazâlî, İhyâu Ulûmi'd-dîn] buyurulmuştur.
"Tevekkül" konusunda bazı âlimler de şunları söylemişlerdir:
"Tevekkülün alâmeti üçtür: Kimseden bir şey istememek (dilenmemek), verileni reddetmemek, ele geçeni biriktirmemek." [Sehl bin Abdillah]
"Sebeplere yapışmak, tevekküle mâni değildir. Bilâkis sebeplere yapışmak, sebepleri araya koymak, tevekkülün en yüksek derecesidir." [İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî]
"Tevekkül, iş yapmayıp tembel olmak için değildir. Bir işe başlamak ve başlanan işi başarmak için tevekkül olunur. Güç bir işi başaramamak korkusunu gidermek için tevekkül olunur." [Seyyid Abdülhakîm Arvâsî]
Bir iş için yapılması îcâb eden şartlara başvurduktan sonra, başa gelene rızâ gösterme tevekkülün esâsıdır. Ticâretle uğraşanın, gerekli olan bütün tedbirleri aldıktan sonra, büyük kârlara kavuşmasının veya iflâs etmesinin, Allahü teâlâdan olduğuna inanmasıdır. Çalışıp, gayret gösterip lüzumlu bütün şartlara başvurduktan sonra, zengin olamamışsa hâline şükretmek ve bunun kendisi için hayırlı olduğunu kabûl edebilmektir.
Tevekkül, hasta olanın, bütün tıbbî yollara başvurduktan sonra, iyi olmayı veya hasta kalmayı, Allahü teâlâdan bilmesidir. Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîfiyle makâlemizi bitirelim. Buyurdular ki:
"Bir kimse geceyi, yarın yapacağı işleri düşünmekle geçirir. Hâlbuki o işler, bu kimsenin felâketine sebep olacaktır. Allahü teâlâ, bu kuluna acıyıp, o işleri yaptırmaz. O ise, işleri olmadığı için, üzülür. 'Bu işlerim neden olmuyor? Kim yaptırmıyor? Bana kim düşmânlık ediyor' diyerek arkadaşlarına kötü gözle bakmaya başlar. Hâlbuki Allahü teâlâ, ona merhâmet ederek kendisini felâketten korumuştur."
01.11.2013
Tevekküle dair birkaç kelime...
Dünkü makâlemizde bir nebze "Tevekkül" ile alâkalı bazı âyet-i kerîme, hadîs-i şerîf ve bazı büyüklerin sözlerinden bahsetmiştik. Bugün aynı konuya birkaç kelime daha ilâve etmek istiyoruz.
İbrâhim aleyhisselâm mancınığa konulup ateşe atılırken; "Hasbiyallahü ve ni'me'l-vekîl" yani; "Bana Allahım yetişir. O ne iyi vekîl, ne güzel yardımcıdır" dedi. Ateşe düşerken, Cebrâîl aleyhisselâm gelip; "Bir dileğin var mı?" dediğinde, "Var, ama sana değil" dedi.
Böylece "Hasbiyallah" sözünün eri olduğunu gösterdi. Bunun için Necm sûresi'nde meâlen; "Sözünün eri olan İbrâhîm!" diye medh buyuruldu.
["Hasbiyallah"="Allah bana yetişir" demektir. "Hasbünallah" ise, "Allah bize yetişir, kâfî gelir" demektir. Farsçası "Allah bes" ifâdesidir.]
Kur'ân-ı kerîmde de, böyle söylenmesi bildiriliyor: "De ki: Allah bana kâfî, tevekkül eden ancak Ona tevekkül eder." [Zümer, 38]
"Tevekkül eden ancak ona tevekkül eder" demek, "Güvenip dayanacak olanlar, ancak Allahü teâlâya güvenip dayanırlar" demektir. Allah'tan başka güvenilecek, dost edinilecek hiçbir şey, hiçbir kimse yoktur.
Allah'tan gayrisine sığınmak, örümcek ağına sığınmaya benzetilmiştir. Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruluyor ki: "Allah'tan başka dost edinenlerin hâli, kendine yuva yapan örümceğin durumuna benzer. Hâlbuki evlerin en çürüğü örümcek yuvasıdır. Keşke bunu bilselerdi." [Ankebût, 41]
Bir gün, Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizin yanına bir köylü geldi. "Deveni ne yaptın?" buyurdu. Köylü; "Allah'a tevekkül edip, kendi hâline bıraktım" deyince, "Bağla ve sonra tevekkül et" buyurdular.
Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) "Yarın fakîr, muhtâç kalırsam hiç üzülmem. Zengin olmayı da hiç düşünmem, çünkü hangisinin benim için hayırlı olacağını bilmem" buyurmuştur.
İnsanı zarardan koruyan sebepler arasında da, tesiri kati olan veya tesir ihtimâli çok olan sebepleri bırakmak, tevekkülün şartı değildir:
Meselâ hırsız girmesin diye evin kapısını kapamak, kilitlemek, tevekkülü bozmaz.
Tehlikeli yerde silâh taşımak, düşmândan sakınmak da, tevekküle zararlı değildir.
Üşümemek için fazla giyinmek de, tevekkülü bozmaz. Tevekkül etmek için, tesiri kati olan ve herkesçe bilinen sebepleri bırakmak lâzım değildir.
Cenâb-ı Hak, bir hadîs-i kudsîde buyurdu ki: "Kullarımın rızkını, doğrudan doğruya göndermeyip, kullarımın eliyle onlara göndermeyi severim."
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: "Ümmetimden bir kısmını bana gösterdiler. Dağları, sahrâları doldurmuşlardı. Böyle çok olduklarına şaştım ve sevindim. Sevindin mi, dediler, evet dedim. Bunlardan ancak yetmiş bin adedi hesâpsız Cennet'e girer dediler. Bunlar hangileridir diye sordum. İşlerine sihir, büyü, dağlamak, fal karıştırmayıp, Allahü teâlâdan başkasına tevekkül ve i'timâd etmeyenlerdir, buyuruldu."
Dinleyenler arasında Ukâşe (radıyallahü anh), ayağa kalkıp; "Yâ Resûlallah! Duâ buyur da, onlardan olayım" deyince; "Yâ Rabbî! Bunu onlardan eyle!" buyurdu. Biri daha kalkıp, aynı duâyı isteyince;"Ukâşe senden çabuk davrandı!" buyurdu.
02.11.2013
Tevekkül boş oturmak değildir
Tasavvuf adamlarının halk aralarında dolaşmaları, tevekkülün az olduğuna alamettir. Evlerinde oturmaları, Allahü tealadan beklemeleri lazımdır.
Ebû Mûsâ Dîneverî hazretleri Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin talebesinden idi. 281 [m. 894] senesinde vefât etti. Ebû Mûsa Dineverî diyor ki:
“Tevekkülün ne olduğunu Bayezid'e sordum.” “Sen ne dersin?” dedi. Âlimler buyuruyor ki: “Sağın, solun, her tarafın yılan, akrep dolu olsa, kalbine bir şey gelmemesi tevekküldür” dedim. Buyurdu ki:
“Bunu yapmak kolaydır. Benim yanımda tevekkül, kâfirlerin hepsini Cehennemde azap içinde, müminlerin hepsini Cennette nîmetler içinde görüp de, ikisi arasında hiç ayrılık bulmamaktır. Ebû Musa'nın dediği, tevekkülün yüksek derecesidir. Fakat bu, zarardan sakınmamak demek değildir. Ebû Bekir (radıyallahü anh) mağarada, yılanın deliğine mübarek ayağını dayayarak, ondan korundu. Halbuki onun tevekkülü, daha üstündü. Fakat o yılandan korkmuyordu. Yılanı yaratandan, onun yılana kuvvet ve hareket vermesinden korkuyordu. Her şeyin kuvveti ve hareketinin, ancak Allahü teala'dan olduğunu görüyordu.
Tevekkül etmek, çalışmamak demek değildir. Çünkü Ebû Bekir (radıyallahü anh) her işinde tevekkül sahibi idi. Halîfe seçildiği zaman, çarşıda kumaş satıyordu. 'Ya Halîfe! Devlet idare ederken, ticaret yapmak olur mu?' dediklerinde 'Çoluk çocuğuma bakmazsam, millete nasıl bakarım?' buyurdu. Bunun üzerine Halîfeye Beytülmaldan aylık vermeyi uygun buldular. Bundan sonra her saat, millet işleri ile uğraştı. Kendisi tevekkül edenlerin en yükseği iken, ticaret ederdi. Fakat para kazanmayı düşünmezdi. Kazancını sermayesinden, çalışmasından bilmez, Hak tealadan bilirdi. Malını din kardeşlerinin malından daha çok sevmezdi. Tevekkül etmek için zühd lazımdır. Zahid olmak için ise, tevekkül lazım değildir.
Ebû Cafer Haddad, Cüneyd-i Bağdadî'nin hocası idi. Çok tevekkül ederdi. Yirmi sene, tevekkül ettiğini, kimseye belli etmemişti. Her gün, pazarda bir dinar kazanırdı. Hepsini fakirlere sadaka verirdi. Cüneyd, onun karşısında tevekkülden söylemezdi. Onun yanında, onda bulunan şeyden konuşmaya utanırdım buyururdu.
Tasavvuf adamlarının çarşıda, pazarda, halk aralarında dolaşmaları, tevekkülün az olduğuna alamettir. Evlerinde oturmaları, Allahü tealadan beklemeleri lazımdır. Meşhur yerde, tekkede oturmaları da, çarşıda oturmak gibidir ki, kalplerinin rahat etmesine sebep, şöhretleri olmak tehlikesi vardır. Fakat şöhret hatırlarına gelmezse, çalışan insan gibi, tevekkül etmiş olur."
11.02.2016
www.gonulsultanlari.com › 1001 Güzel Menkîbe › Kızdığın kimseye dua et
Müslüman, her işinde Allahü teâlâya tevekkül eder, buyurdu. Dinleyenler; - Tevekkülnedir efendim? diye sordular. Cevabı
.
www.tasavvufdergisi.net/DergiPdfDetay.aspx?ID=97
Bunlardan ilki irâdedir; azm ve tevekkül is
www.imambuharivakfi.org/tevekkul/
3 Eki 2015 - Tevekkül. Tevekkül. Vimeo; Youtube; MP3 Dinle. ‹ Previous Next ›. About The Author. İmam Buhari Vakfı.
Tevekkül nedir? |
|
İstanbul’da medfun bulunan büyük Velilerden Hakim Çelebihazretleri "rahmetullahi aleyh", bir günkü sohbetinde;
- Müslüman, her işinde Allahü teâlâya tevekkül eder, buyurdu.
Dinleyenler;
- Tevekkül nedir efendim? diye sordular.
Cevabında;
- Tevekkül, çalışmadan yatıp beklemek değildir, buyurdu. Tevekkül, sebebine yapışıp, fakat o sebebin tesirini Allahü teâlâdan beklemektir.
Sordular:
- Yani çalışmadan dua edilmez mi efendim?
- Hayır. Bu, neye benzer biliyor musunuz?
- Neye benzer hocam?
- Namaz kılmadan, “Ya Rabbi günahlarımı affet” demeye benzer ki, kabul olmaz tabii.
- Neden efendim?
- Çünkü namaz kılmayanın duası kabul olmaz kardeşlerim.
Bizim ilk mürşidimiz
Bir gün de gençten biri, bu zata gelerek anne babasından şikayette bulundu.
Büyük Veli, ona şefkatle bakıp;
- Evladım, hazret-i Ali ne buyuruyor, biliyor musun? diye sordu.
Genç adam;
- Bilmiyorum efendim, dedi. Ne buyuruyor?
- O Allah’ın aslanı, ilim şehrinin kapısı olan büyük sahabi “radıyallahü teâlâ anh”; “Bana bir kelime öğretenin kölesi olurum” buyuruyor.
Ve sordu kendisine:
- Annen baban sana hiçbir şey öğretmediler mi evladım?
- Öğrettiler tabii efendim.
- Hem de kaç bir kelime öğrettiler değil mi? Bizim ilk mürşidimiz annelerimiz ve babalarımızdır oğlum.
Şöyle devam etti:
- Ninni söylerken, annelerimiz “Allah” demeyi öğretmişti bize, öyle değil mi?
- Evet efendim.
- Masal anlatılırken, “Peygamber efendimiz”i anlatırdı babalarımız.
- Doğru hocam.
- Öyleyse onların kulu kölesi olmamız gerekmez mi oğlum?
Delikanlı mahcup olmuştu.
- Haklısınız efendim, dedi.
Ve elini öpüp ayrıldı huzurundan.
Bir daha da üzmedi onları.
.
|
Tevekkül
|
Sual: Tevekkülün dinimizdeki yeri nedir?
CEVAP
Tevekkül, dinimizin bildirdiği sebeplere yapıştıktan sonra neticeyi sebeplerden değil, sebepleri yaratandan beklemektir. (Bir işe başladığın zaman, Allahü teâlâya tevekkül et, Ona güven!) âyet-i kerimesi, tevekkül ile beraber azmederek çalışmak gerektiğini gösteriyor. (Al-i imran 159)
Tevekkül, herhangi bir işin, dinen, örfen sebeplerine yapışarak gayret gösterip, neticeye ihlasla teslim olmaktır. Yani sonucu Allahü teâlâdan beklemek ve bu sonucun kendisi için mutlaka hayırlı olduğuna inanmaktır. Doğru sebebe yapışan doğru netice alır.
Tevekkül, değiştirilmesi insan gücünün dışında olan üzücü olayları, ezelde takdir edilmiş bilip, üzülmemek, Allahü teâlâdan geldiğini düşünerek seve seve karşılamaktır. İnsan, bir işin neticesinin iyi mi, kötü mü olacağını bilemez. Hayır sandığı çok şey, şerle, şer sandığı çok şey de, hayırla neticelenebilir. Muhakkak şu işim olsun diye ısrar etmemeli, “Hayırlı ise olsun” demelidir.
Allahü teâlâ, kimseye muhtaç olmamak için çalışmayı, hasta olmamak için tedbir almayı, hasta olunca ilaç kullanmayı, görebilmek için ışığı sebep kılmıştır. Sebebi, istenilen şeye kavuşmak için bir kapı gibi yaratmıştır. Bir şeyin hasıl olmasına sebep olan şeyi yapmayıp da sebepsiz olarak gelmesini beklemek, kapıyı kapayıp pencereden atılmasını istemeye benzer ki, bu, akla ve dine uygun değildir.
Allahü teâlâ, insanların, ihtiyaçlarına kavuşmak için bu sebepler kapısını yaratmış ve açık bırakmıştır. Tesiri kesin olan ilaçları kullanmamak tevekkül değil, ahmaklıktır, haramdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Her hastalığın ilacı vardır. Yalnız ölüme çare yoktur.) [Taberani]
Hazret-i Musa, hastalanınca, “İlaçsız da Allahü teâlâ şifa verir” diyerek ilaç kullanmadı. Allahü teâlâ (İlaç kullanmazsan şifa ihsan etmem)buyurdu. İlacı kullanınca iyi oldu. Fakat sebebini merak etti. Allahü teâlâ, (Tevekkül etmek için, benim âdetimi, hikmetimi değiştirmek mi istiyorsun? İlaçlara tesir veren kimdir? Elbette tesirleri yaratan benim) buyurdu. (K. Saadet)
Doktora gitmeli, ilaç kullanmalı; fakat, doktora ve ilaca güvenmemeli, şifayı Allahü teâlâdan istemelidir! İlaç kullanıp da iyi olmayan, ameliyat masasında ölen az değildir.
Hazret-i İbrahim’in, mancınıkla ateşe atılırken, Hasbiyallah ve ni’mel vekil dediği hadis-i şerifle bildirilmiştir. [Bana Allah’ım yetişir, O ne iyi vekil, ne iyi yardımcı demektir.] Ateşe düşerken Hazret-i Cebrail gelip, “Bir dileğin var mı?” diye sorunca, “Var, fakat sana değil” diyerek sözünün eri olduğunu gösterdi. Bunun için âyet-i kerimede, (Sözünün eri olan İbrahim) diye övüldü. (Necm 37)
Tevekkül, kalb işidir, imandan meydana gelir. Allahü teâlânın lütuf ve ihsanının pek çok olduğuna iman etmekle hasıl olur. Bu hâl, kalbin vekile itimat etmesi, güvenmesi, ona inanması ve onun ile rahat etmesidir. Böyle bir insan dünya malına gönül bağlamaz. Dünya işlerinin bozulmasından dolayı üzülmez. Rızkından endişe etmez. Mesela, iftiraya uğrayan biri, mahkemeye düşünce kendine bir avukat tutar. Üç şeyde avukata güvenirse, bu kimsenin kalbi rahat eder. 1- Avukatı, ona yaptıkları iftirayı iyi bilir. 2- Avukatı doğruyu söylemekten korkmaz. 3- Avukatın bunu canla başla savunacağına inanır. Avukatına böyle inanır, güvenirse kendi ayrıca uğraşmaz. (Allah bize yetişir. O ne iyi vekildir) âyetini iyi anlayıp, “Rızık takdir edilmiş, vakti gelince bana yetişir” der. Demek ki, çalışmadan tevekkül dinimizde yoktur.
Tevekkül ve sebepler
M. Masum-i Faruki hazretleri buyuruyor ki:
Sebeplere yapışmak tevekküle zıt değildir. Sebeplerin tesir etmesinin Allahü teâlâdan olduğunu bilen, tesiri Allahü teâlâdan bekleyen ve tecrübe edilmiş sebepleri kullanan kimse, Allahü teâlâya tevekkül etmiş, yalnız Ona güvenmiş olur. Tesir etmeyen, hayâli sebepleri kullanmak, tevekkül olmaz. Tesiri çok görülmüş olan sebepleri kullanmak gerekir. Ateş yakar, fakat, ateşe yakma kuvvetini veren, Allahü teâlâdır. Aç olan, bir şey yer; bu şeye doyurma kuvveti veren Odur. Gerektiği zaman, böyle sebepleri kullanmadığı için zarar gören kimse, Allahü teâlâya asi olur. Tecrübe edilmiş sebepleri kullanmak gerekir. Allahü teâlâ, meşveret etmeyi, bilenlere danışmayı emretti. Meşveret de, sebebe yapışmaktır.
Meşveretten sonra tevekkülü emretti. Ahiret işlerinde tevekkül olamaz, çalışmak emrolundu. Burada, azabından korkmak ve merhametinden ümitli olmak gerekir. Allahü teâlânın keremine, ihsanına güvenmeli ve emrolunan ibadetleri yapmalı, yasak edilenlerden sakınmalıdır! Tevekkül budur ve kulluk böyle olur. (1/182)
Yeryüzündeki her canlının rızkı
Sual: Günümüzde bir kısım insanlar, geçim derdiyle olsa gerek, helale harama dikkat etmiyor. Ailece çalışıp geçinemeyenleri var. Yalan söyleniyor, hile yapılıyor, kul hakkına aldırış edilmiyor. Bu derece rızıktan endişe etmek doğru mu?
CEVAP
Helale harama, kul hakkına dikkat etmemek uygun değildir. İslam âlimleri, (Kim kime, neye güvenirse, yardımı ondan beklesin!)buyuruyor.
Âlimlerden birine "Hep ibadetle meşgul oluyorsun, ne yiyip ne içiyorsun?" dediler. O da, dişlerini gösterdi. "Değirmeni yapan suyunu gönderir" demek istedi. Çünkü rızıkları Allahü teâlânın gönderdiğine inancı tamdı. Âyet-i kerime meali:
(Yeryüzündeki her canlının rızkını, Allah elbette gönderir.) [Hud 6]
Veysel Karani hazretleri, nasihat isteyen birine "Şam’a yerleş" buyurdu. O da "Acaba Şam’da geçim nasıldır?" dedi. Hazret, "Rızıklarından şüphe edenlere yazıklar olsun. Bunlara nasihat fayda etmez" buyurdu.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ, kendisine sığınanın her işine yetişir, hiç ummadığı yerden ona rızk verir.) [Beyheki]
(İnsan, ihtiyaçlarını, Allahü teâlâya havale ederse, ihtiyaçlarını[husule getirecek sebepleri] ihsan eder.) [Hakim]
Mesela, herkesin sana merhamet ve hizmet etmesini temin eder. Yahya bin Muaz Razi hazretleri buyuruyor ki:
"İnsanlar seni, Allahü teâlâyı sevdiğin kadar sever. Allahü teâlâdan korktuğun kadar, senden korkarlar. Allahü teâlâya itaat ettiğin kadar, sana itaat ederler. Ona itaatin nispetinde, sana hizmet ederler. Hülasa, her işin, Onun için olsun! Yoksa, hiçbir işinin faydası olmaz. Hep kendini düşünme! Allahü teâlâdan başka, kimseye güvenme!"
Ebu Muhammed Raşi hazretleri buyuruyor ki:
"Kendin ile Allahü teâlâ arasında en büyük perde [engel], hep kendi menfaatini düşünmek ve kendin gibi, bir âcize güvenmektir. Sofilik, istediğin her yere gidebilmek ve bulutların gölgesinde rahat etmek ve herkesten hürmet görmek değildir. Her hâlinde Allahü teâlâya güvenmektir."
Allahü teâlâdan başka güvenilecek, dost edinilecek hiç kimse, hiçbir şey yoktur.
Allahü teâlâdan başkasına sığınmak, örümcek ağına sığınmaya benzetilmiştir. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Allah’tan başka dost edinenin hâli, örümceğin durumuna benzer. Halbuki barınakların en çürüğü örümcek yuvasıdır.) [Ankebut 41]
Nasıl tevekkül etmeli
Sual: Tam İlmihal’de, (Bir kimse, hareketlerde, işlerde, Allahü teâlâdan başkasının tesir ettiğini düşünse, bu kimsenin tevhîdi, noksan olur. Eğer, hiçbir sebep lazım değildir dese, İslamiyet’ten ayrılmış olur. Eğer sebepleri araya koymak lazım değildir derse, akla uymamış olur. Lazımdır derse, sebepleri hazırlayana tevekkül etmiş olur ki, bu da tevhidde noksanlık olur) deniyor. Burasını anlayamadım. Sebeplere güvensek de güvenmesek de suç oluyor. Nasıl tevekkül etmemiz gerekiyor?
CEVAP
Evet tevekkül bahsi zordur. Yukarıdaki yazıyı üç madde halinde açıklayalım:
1- İyi kötü, hayır şer her şeyi Allahü teâlânın yarattığına inanacağız. Bazı şeylere bazı şeyler tesir ediyor denirse itikadımız düzgün olmaz. Her şeyin yaratıcısı Allahü teâlâdır. Bir âyet meali:
(Sizi de, işlerinizi de yaratan Allah’tır.) [Saffat 96]
2- İşlerin yapılması için hiçbir sebep lazım değil denirse, Allahü teâlânın koyduğu sebepler inkâr edilmiş olur. Mesela, ben evlenmesem de benim çocuklarım olur demek çok yanlıştır. Çocuk olması için ana baba gibi sebeplere ihtiyaç vardır.
3- Sebepler lazımdır, sebepsiz olmaz derse, sebeplere güvenmiş olur, yine tevhidi noksan olur. Yani nasıl ana baba olmadan çocuk olur demek yanlış ise, çocuğun olması için mutlaka ana babayı şart etmek ve çocukları Allahü teâlânın yaratmasında rolü olmadığını söylemek de çok yanlıştır. Ana baba olsa da çocuk olmayabilir. Ana baba olmadan da Allahü teâlâ çocuk yaratabilir. Hazret-i Adem ile Hazret-i Havva’yı anasız babasız, Hazret-i İsa’yı babasız yaratmıştır. Sebeplere güvenmeyeceğiz, sebepleri yaratanın da Allahü teâlâ olduğunu bileceğiz.
Sebepler âlemindeyiz, Allahü teâlânın âdeti sebeplerle yaratmaktır. Sebepsiz yaratılması mucize veya keramet olur. Sihri yaratan da Allahü teâlâdır. Her şeyi yaratan Odur.
Bu üç maddeyi özetleyelim:
Bir iş yapmak istersek sebeplerine yapışacağız, ama, sebepler mutlaka bu işi yapar demeyeceğiz. Mesela çocuk sahibi olmak için evleneceğiz, ama evlendik garanti çocuğumuz olur da demeyeceğiz. Hastaysak doktora gideceğiz, ilaç alacağız, ameliyat olacağız, ama bu sebepler bizi iyi etti demeyeceğiz. Çünkü ameliyat masasından kalkamayız da. Sebeplere güvenmeyeceğiz. Sebepleri yaratanın da, sebeplere tesir kuvvetini verenin de Allahü teâlâ olduğunu bileceğiz.
Kendine güvenmek uygun mudur?
Sual: Kişisel gelişim ile ilgili yazılarda, kitaplarda, (Kendinize güvenin) deniyor. Kendine güvenmek, uygun mu?
CEVAP
Müslüman, nefsine [kendine] değil, Allahü teâlâya güvenmelidir. Yani, her konuda, elinden geldiği kadar çalışmalı, sebeplere yapışmalı; fakat sebeplerin tesirini Allahü teâlâdan beklemelidir. Tevekkül de, bu demektir.
İslam âlimleri buyuruyor ki: Allahü teâlâ, yalnız Allaha güvenenin, her dileğini ihsan eder.
Bir hadis-i şerif meali:
(Allahü teâlâ, yalnız Rabbine güvenenin, her dilediğini verir ve bütün insanları buna yardımcı yapar.) [F. Bilgiler]
Ebu Muhammed Abdullah Raşi, buyuruyor ki:
Allahü teâlâ ile insan arasında olan en büyük perde, kendine veya kendisi gibi aciz olan bir kula güvenmesidir. (Mektubat-ı Masumiyye)
İslamiyet, tevekkülü emreder, tembelliği men eder. Bir hadis-i şerif meali:
(Deveni bağla ve sonra Allahü teâlâya tevekkül et!) [İbni Asakir]
Bu hadis-i şerif, hem tevekkül etmek, hem de çalışmak lazım olduğunu açıkça bildiriyor. Tevekkül, Allah’tan yardım bekleyerek, güçlükleri yenmek demektir.
Bu âyet-i kerime, tevekkül ile beraber, yalnız çalışmak değil, çalışmanın üstünde olan, azmin de gerekli olduğunu gösteriyor. Demek ki, her Müslüman çalışacak, azmedecek, sonra da, Allahü teâlâya güvenecektir.
Tevekküle inanmayanlar, tevekkülden alınan kuvvet ve cesaretin yerini boş bırakmamak için, “kendine güvenmek” ifadesi ile, bu ihtiyacı karşılamaya çalışıyorlar. Bu da gösteriyor ki, tevekkül edilecek, güvenilecek bir yer lazımdır. O da, sadece, Allahü teâlâdır. Bir âyet-i kerime meali:
(De ki: Allahü teâlâ, dilemedikçe, kendime hiçbir fayda ve zarar getirmeye, kâdir değilim.) [Araf 188]
Bu âyet-i kerime ve daha nice benzerleri var iken, tevekkülü kaldırarak, kendine güvenmek diye bir şey aramak yanlıştır. Kendine güvenmek, tevekkülün tersi ve tevekkülü bozan bir şeydir. Bundan başka, egoistliğe, kendini beğenmeye yol açar.
Tevekkülde, başkasının yardımına güvenmeyip, yalnız Allah’a sığınarak çalışmak inancı bulunduğundan, kendine güvenmekten beklenilen kuvvetten kat kat fazla kuvvet hasıl olmaktadır. Kendine güvenen, kimsesizdir. Tevekkül eden, Müslümanın, kendi çalışmasından başka, Allah’ı vardır. Bu tükenmez kaynaktan kuvvet almaktadır. Tevekkül eden Müslüman, hem bütün kuvveti ile çalışmakta; hem de, kazancını kendinden bilmek gibi egoistliğe düşmemektedir. (Faideli Bilgiler)
Rızıktan endişelenmek
Sual: Rızkından endişelenmek tevekkülü bozar mı?
CEVAP
Evet, bozar. (Rızkı kendim kazanıyorum) demek de tevekküle zarar verir. Çünkü herkesin rızkını veren Allahü teâlâdır. Bir âyet-i kerimede mealen, (Birçok canlı, rızkını kendi elde edemez. Sizin de, onların da rızkını Allah verir) buyuruldu. (Ankebut 60)
Tevekkül etmemek çok tehlikelidir. Çünkü tevekkül etmek farzdır.(Tevekkül imanın şartıdır) mealindeki âyet-i kerime tevekkülün önemini göstermektedir. (S. Ebediyye)
Tevekküle ilgili üç âyet-i kerime meali şöyledir:
(İmanınız varsa Allah’a tevekkül edin!) [Maide 23]
(Tevekkül edene Allah kâfidir.) [Talak 3]
(Allah kuluna kâfi değil mi?) [Zümer 36]
(İşimden olursam, aç kalırım) diye rızkı için endişelenen kimse, Allahü teâlânın kendisine kâfi geldiğinden şüphe ediyorsa, çok tehlikelidir. Rızkı Allah'ın verdiğine inanıp Ona tevekkül eden rızıktan mahrum kalmaz. Birkaç hadis-i şerif:
(Eğer Allahü teâlâya hakkıyla tevekkül etseydiniz, sabah aç kalkıp, akşam tok dönen kuşlar gibi, sizin de rızkınızı verirdi.)[Tirmizî]
(Bir kimse, Allahü teâlâya güvenip sığınırsa, Allahü teâlâ, onun her işine yetişir. Hiç ummadığı yerden, ona rızık verir. Kim de, dünyaya güvenirse, onu dünyada bırakır.) [K. Saadet]
(Allahü teâlâ buyurdu ki: Bir kul, bana ihlâsla tevekkül ederse, herkes ona tuzak kursa, ona mutlaka bir çıkış kapısı açarım. Bir kul da bana değil mahlûka güvenirse, bütün yükseliş sebeplerini keser ve çöküş yollarını kolaylaştırırım.) [İbni Asakir]
Peygamber efendimiz, (Allah korkusunu kendine sermaye edinenin rızkı, ticaretsiz ve sermayesiz gelir) buyurup, [Talak sûresinin] (Allah’tan korkana, Allah bir çıkış yolu ihsan eder, ummadığı yerden rızkını gönderir) [mealindeki 2.ve 3.] âyetlerini okudu. (Taberanî)
Allahü teâlâ Davud aleyhisselama, (Bir kimse, her şeyden ümit kesip, yalnız bana güvenirse, yerde ve göklerde bulunanların hepsi ona zarar yapmaya, aldatmaya uğraşsalar, onu elbette kurtarırım) mealindeki âyet-i kerime ile vahy gönderdi.
Dağda yaşayan birine, (Her gün ibadet ediyorsun. Ne yiyip, ne içiyorsun?) diye sorarlar. O da, dişlerini gösterir. Yani, (Değirmeni yapan, suyunu gönderir) demek ister. Biri, Veysel Karanî hazretlerine, (Nerede yerleşeyim?) diye sorar. O da (Şam’da) buyurur. (Acaba Şam’da geçim nasıldır?) deyince Veysel Karanî hazretleri, (Rızklarından şüphe eden kalblere yazıklar olsun! Bunlara, nasihat fayda etmez!) buyurur. (S. Ebediyye)
www.tamilmihal.de › Tam İlmihal › 2.KISIM
Cenâb-ı Hakka yaklaşanların geçdiği makâmlardan biri de, tevekküldür ve derecesi çok yüksekdir. Fekat, tevekkülü öğ
.
2-47-Tevekkül. Evlilerin tevekkülü. Bekârların tevekkülü
47 — TEVEKKÜL
İmâm-ı Muhammed Gazâlînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”, fârisî (Kimyâ-i se’âdet) kitâbının [1281] senesinde Hindistân baskısı, beşyüzsekizinci sahîfesinde, dördüncü rükn, sekizinci aslı, aynen terceme edilerek aşağıya yazıldı:
Cenâb-ı Hakka yaklaşanların geçdiği makâmlardan biri de, tevekküldür ve derecesi çok yüksekdir. Fekat, tevekkülü öğrenmek güc ve incedir. Yapması ise, dahâ gücdür. Çünki bir kimse, hareketlerde, işlerde, Allahü teâlâdan başkasının te’sîr etdiğini düşünse, bu kimsenin tevhîdi, noksân olur. Eğer, hiçbir sebeb lâzım değildir dese, islâmiyyetden ayrılmış olur. Eğer sebebleri araya koymak lâzım değildir derse, akla uymamış olur. Lâzımdır derse, sebebleri hâzırlıyana tevekkül etmiş olur ki, bu da tevhîdde noksânlık olur. Görülüyor ki, tevekkülü, hem akla, hem islâmiyyete, hem de tevhîde uyacak şeklde anlamak lâzımdır. Böyle anlıyabilmek için, derin bilgi ister. O hâlde, herkes anlıyamaz. Biz, önce, tevekkülün kıymetini, sonra ne demek olduğunu, dahâ sonra, nasıl elde edileceğini bildireceğiz:
Tevekkülün fazîleti: Allahü teâlâ, herkese, tevekkülü emr eylemişdir. (Tevekkül îmânın şartıdır)meâlindeki âyet-i kerîme, bu emrlerden biridir. Sûre-i Mâidede, 23.cü âyet-i kerîmede, (Eğer îmânınız varsa, Allahü teâlâya tevekkül ediniz!), sûre-i Âl-i İmrânda, 159.cu âyet-i kerîmede, (Allahü teâlâ, tevekkül edenleri elbette sever), sûre-i Talâkda, 3.cü âyet-i kerîmede, (Bir kimse, Allahü teâlâya tevekkül ederse, Allahü teâlâ, ona kâfîdir), sûre-i Zümerde, 36.cı âyet-i kerîmede, (Allahü teâlâ, kuluna kâfî değil midir?) meâllerinde dahâ nice âyet-i kerîme vardır.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki, (Ümmetimden bir kısmını, bana gösterdiler. Dağları, sahrâları doldurmuşlardı. Böyle çok olduklarına şaşdım ve sevindim. Sevindin mi, dediler, evet dedim. Bunlardan ancak yetmişbin adedi hesâbsız Cennete girer dediler. Bunlar hangileridir diye sordum. İşlerine sihr, büyü, dağlamak, fal karışdırmayıp, Allahü teâlâdan başkasına, tevekkül ve i’timâd etmiyenlerdir buyuruldu). Dinliyenler arasında Ukâşe “radıyallahü anh”, ayağa kalkıp, (Yâ Resûlallah! Düâ buyur da, onlardan olayım) deyince, (Yâ Rabbî! Bunu onlardan eyle!) buyurdu. Biri kalkıp, aynı düâyı isteyince, (Ukâşe senden çabuk davrandı) buyurdu.
Bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâya tam tevekkül etseydiniz, kuşların rızkını verdiği gibi, size de gönderirdi. Kuşlar, sabâh mi’deleri boş, aç gider. Akşam mi’deleri dolmuş, doymuş olarak döner)buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Bir kimse, Allahü teâlâya sığınırsa, Allahü teâlâ, onun her işine yetişir. Hiç ummadığı yerden, ona rızk verir. Her kim, dünyâya güvenirse, onu dünyâda bırakır) buyurdu. İbrâhîm aleyhisselâmı mancınığa koyup, ateşe atarlarken (Hasbiyallah ve ni’melvekîl), ya’nî (Bana Allahım yetişir. O iyi vekîl, yardımcıdır) dedi. Ateşe düşerken, Cebrâîl “aleyhisselâm” gelip, (Bir dileğin var mı?) dedikde, (Var, amma sana değil) dedi. Böylece (Hasbiyallah) sözünün eri olduğunu gösterdi. Bunun için Vennecmi sûresinde, (Sözünün eri olan İbrâhîm) meâlindeki âyet-i kerîme ile medh buyuruldu. Allahü teâlâ, Dâvüd aleyhisselâma, (Bir kimse, herşeyden ümmîd kesip, yalnız bana güvenirse, yerde ve göklerde bulunanların hepsi, ona zarar yapmağa, aldatmağa uğraşsalar, onu elbette kurtarırım) meâlindeki âyet-i kerîme ile vahy gönderdi. Sa’îd bin Cübeyr diyor ki, elimi akreb sokmuşdu. Annem, elini uzat da, efsûn etsinler, ya’nî uydurma şeyler okusunlar diye and verdi. Diğer elimi uzatdım, efsûn okudular. Sa’îd elini okutmadı. Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”,(Efsûn yapan ve ateş ile dağlıyan kimse, Allahü teâlâya tevekkül etmemiş olur) buyurdu. İbrâhîm-i Edhem “kuddise sirruh”, bir papasa sordu ki, (Nerden geçiniyorsun?). (Nerden gönderdiğini, rızkımı verene sor, ben bilmem!) dedi. Birine sordular ki, (Hergün ibâdet ediyorsun. Ne yiyip, ne içiyorsun?). Cevâb olarak, dişlerini gösterdi. Ya’nî, (Değirmeni yapan, suyunu gönderir) demek istedi. Herem bin Hayyân, Üveys Karnîye [Veysel Karânî de denilir] sorup, (Nerede yerleşeyim?) dedikde, (Şâmda) buyurdu. (Acabâ Şâmda geçim nasıldır?) deyince, Üveys, (Rızklarından şübhe eden kalblere yazıklar olsun! Bunlara, nasîhat fâide etmez!) buyurdu.
Tevekkül, kalbin yapacağı bir işdir ve îmândan meydâna gelir. Îmânın çeşidleri vardır. Fekat tevekkül, bunlardan ikisine dayanmakdadır. Bunlar, tevhîde îmân ve lutf ve merhamet-i ilâhînin çokluğuna îmândır.
Tevekkülün esâsı olan tevhîd: Tevhîdi anlatmak, uzun sürer ve tevhîd ilmi, bütün ilmlerin sonudur. Biz burada, yalnız tevekküle lâzım olacak kadarını göstereceğiz: Tevhîdin dört derecesi vardır. Ya’nî bir özü vardır ve özünün de özü vardır. Bir de kabuğu vardır ve kabuğun da kabuğu vardır. Demek ki, iki özü, iki de kabuğu vardır. Tevhîd, tâze cevz gibidir. Cevzin iki kabuğunu ve içini herkes bilir. Özünün özü de, yağıdır.
Tevhîdin birinci derecesi, yalnız dil ile (Lâ ilâhe illallah) deyip, kalb ile inanmamakdır. Münâfıkların tevhîdi böyledir.
İkinci derece: Bu kelime-i tevhîdin ma’nâsına, kalbin inanmasıdır. Bu inanış, yâ başkalarından görerek, işiterek olur ki, bizim gibi câhillerin inanışı böyledir. Yâhud delîl ile, aklın isbât etmesi ile inanır. Din âlimlerinin, kelâm ilmi üstâdlarının inanması böyledir.
Üçüncü derece: Bir yaratanın, herşeyi yaratdığını görmek, her işin, tek bir fâ’il tarafından yapıldığını, başka kimsenin, hiçbirşey yapmadığını anlamakdır. Bu görüş ve anlayış için, kalbde bir nûrun parlaması lâzımdır. Böyle hâsıl olan îmân, câhillerin ve kelâm âlimlerinin îmânına benzemez. Onların îmânı, taklîd ve isbât hîleleri ile kalbe çekilen bir perde gibidir. Bu görüş ve anlayış ise, kalbin açılması, perdelerin kalkmasıdır. Meselâ, bir ev sâhibinin, evde bulunmasına inanmak üç dürlü olur:
1 — Birisinden işiterek inanmakdır. Taklîd ile olan îmân, bunun gibidir.
2 — Ev sâhibinin, hergün kullandığı binek hayvanını, başlığını, ayakkabılarını evde gördüğü için inanmakdır. Bu da kelâm âlimlerinin îmânına misâldir.
3 — Ev sâhibini evde görerek inanmakdır. Bu, âriflerin tevhîdine misâldir. Böyle tevhîd, herne kadar yüksek derece ise de, bunun sâhibi, mahlûkları görmekde ve Hâlıkı görmekde, bunların Hâlık tarafından yaratıldığını bilmekdedir. Mahlûkları gördüğü için, tevhîd tam olamaz. Dördüncü derece: Bir var görür. Birden başka birşey görmez. Tesavvufcular bu hâle, (Tevhîdde fenâ) derler. Yukarıdaki dört dereceden birincisi, münâfıkların tevhîdi olup, cevzin dış kabuğuna benzer. Cevzin dış kabuğu, acı olduğu gibi ve dış yüzü güzel yeşil ise de, iç yüzü çirkin göründüğü gibi ve yakılınca bol duman yaparak ateşi söndürdüğü gibi ve birkaç gün cevzi korumakdan başka, bir işe yaramadığı gibi, münâfık tevhîdi de, onu dünyâda ölümden korumakdan başka, birşeye yaramaz. Ölümden sonra, beden çürüyüp, rûh yalnız kalınca, birşeye yaramaz. İkinci derece olan, câhillerin ve kelâm âlimlerinin tevhîdi, cevzin tahta kabuğu gibidir. Bu tahta kabuk cevzi birkaç zemân korumakdan başka işe yaramadığı gibi, bu derecedeki tevhîd de, yalnız insanı Cehennem ateşinden korumağa yarar. Üçüncü derece, cevzin özü gibidir. Öz, cevzin asl işe yarayan kısmı ise de, cevz yağı ile ölçersek, posayı taşıdığı görülür. Üçüncü derecede de, mahlûkları görmek, posa gibidir. Hakîkî tevhîd, dördüncü derecedir ki, Hakdan başka, birşey bulunmaz. Kendini de unutur.
Süâl — Tevhîdin dördüncü derecesine kavuşmak gücdür. Herşeyi, bir varlık görmek nasıl olur. Çeşidli sebebler görüyoruz ve yeri, gökü, mahlûkları görüyoruz. Bunlar, aynı şey midir?
Cevâb — Birinci, ikinci, üçüncü derece tevhîdleri anlamak kolaydır. Anlaması güc olan, dördüncü tevhîddir. Fekat, tevekkül için, bu tevhîde lüzûm yokdur. Bunu tatmıyana anlatmak gücdür. Kısaca şöyle diyebilirim ki, birçok farklı şeylerin bir bakımdan benzerliği olur. Bu bakımdan aynı birşey gibi düşünülebilir. İşte, bir ârif, herşeyi, hepsinde bulunan birşey olarak görünce, hepsini birşey görür. Meselâ, insanda et, deri, baş, ayak, göz, kulak, mi’de, ciğer gibi şeyler vardır. Fekat, insanlık bakımından, bir şeydir ve bir insanı düşününce, ayrı ayrı parçaları hâtıra gelmeyip, birşey olarak düşünürüz. Bize ne düşünüyorsun denirse, birşeyden başka düşünmüyorum deriz. Bir insanı görünce, birşeyden başkasını görmedim deriz. Tesavvufda, öyle bir ma’rifet [ya’nî bilgi] derecesi vardır ki, bu dereceye yetişen bir ârif, var olan her şeyi, bir bakımdan, birbirlerine bağlı görür. Dünyâdaki çeşidli cismleri, bir insanın uzvları gibi görür. Mahlûkların, yaratana karşı hâlini yalnız bir bakımdan görerek, insan uzvlarının akl ve rûh karşısındaki hâli gibi bulur. (Allahü teâlâ Âdemi, kendi sûretinde yaratdı), hadîs-i şerîfinin ma’nâsını anlamıyan kimse, bu sözlerimizi anlıyamaz. (Kimyâ-i se’âdet) kitâbının başında, bu hadîs-i şerîfi biraz açıklamışdık. Dahâ fazla açmağa gelmez. Akl ermez ve yanlış anlaşılır.
Tevekkül için, tevhîdin üçüncü derecesi yetişir. Bu tevhîdi, (İhyâ-ül’ulûm) kitâbımızda uzun açıklamışdık. Oradan okuyabilirsiniz. (Kimyâ-i se’âdet) kitâbında, şükr faslında bildirdiğimiz gibi, güneş, ay, yıldızlar, bulut, yağmur, rüzgâr ve tabî’atdeki bütün kuvvetler, hep Allahü teâlânın irâdesinde, emrindedir. Kâtibin elindeki kalem gibidir. Allahü teâlâ irâde etmeyince, hiçbirşey hareket etmez. O hâlde, işleri bu sebebler yapıyor demek doğru değildir. Bir müdîrin takdîr emrini, kâğıddan, kalemden bilmeğe benzer. İnsanın irâdesine, ihtiyârına bakarak, insanın elinde birşey vardır zan etmek de yanlışdır. Çünki, insana ihtiyârı veren de Allahü teâlâdır. İnsan, bir işi kudreti ile yapıyor. Kudreti de irâdesine bağlıdır. Fekat, [Eş’arî mezhebine göre], irâdesi nasıl yaratılırsa, onu ister. İrâde elinde olmadığı için, kudreti de, yapdığı iş de elinde olmaz. Bunu dahâ iyi anlamak için, insanların hareketlerini üçe ayıralım:
1 — Tabî’î [Fizik] hareketleridir. Meselâ, suya basınca batmak, fizik hareketidir.
2 — İrâdî hareket. Nefes almak gibi.
3 — İhtiyârî hareket. Konuşmak, yürümek gibi.
Tabî’î hareketler, insanın elinde değildir. Çünki, sudan ağır olan her cism gibi, insan da suya batar. Taşın suya batması, taşın istemesi ile olmadığı gibi, insanın batması da, arzûsu ile değildir.
İrâdî hareketler, meselâ nefes almak da böyledir. Çünki, nefes almamak istesek yapamayız. Nefes almak irâdesi, kendiliğinden hâsıl olur. Bir insanın gözüne iğne uzatsak, ister istemez gözünü yumar. Gözleri kapamak elinde olmaz. Çünki o ânda gözlerini kapamak irâdesi kendiliğinden hâsıl olur. Tıpkı suda batmak gibi, tabî’î sebeblerle göz kendiliğinden kapanır. Demek ki insanlar, irâdî hareketlerinde mecbûrdur.
Söylemek, yürümek gibi ihtiyârî hareketleri incelemek gücdür. Böyle hareketleri, insan isterse yapıyor, istemezse yapmıyor. Fekat, insanın istemesi için, o işi aklın beğenmesi, iyi demesi lâzımdır. Hattâ, yapıp yapmamağı, bir zemân düşünüp, iyi olduğunu bildikden sonra, irâde mecbûrî hâsıl olup, uzvlar hareket ediyor. İğneyi gören gözün kapanması gibi, a’zâ hareket ediyor. Şu kadar fark var ki, iğnenin göze zararı ve göz kapamanın fâidesi, her ân bilinmekde, düşünmeğe lüzûm kalmadan, irâde hâsıl olmakda, irâdeden kudret meydâna çıkmakdadır. Burada, düşünmek olmadığı için, gözün kapanması, suya batmak gibi olmakdadır. Meselâ, bir kimseyi sopa ile kovalasalar, kaçarken önüne uçurum çıksa, zararı az olanı yapar. Ya’nî, uçuruma atlamağı, sopa yemekden az zararlı görürse, atlayıp kaçar. Atlamağı tehlükeli görürse, ister istemez ayakları durur, gidemez. Görülüyor ki, hareket, irâdeye, irâde de akla bağlıdır. Nitekim, bir kimse kendini öldürmek istese, elinde silâh olduğu hâlde, öldüremez. Çünki, eli hareket etdiren kudret, irâdeye bağlı, irâde de, aklın vereceği karâra bağlıdır. Akl iyi ve fâideli deyince, irâde harekete geçer. Hâlbuki akl da serbest değildir. Akl, bir ayna gibidir. İyi olan şeyin sûreti, akl aynasında görünür. Fâideli olmazsa görülmez. İnsan bir belâya düşer, buna dayanamayıp, ölümü dahâ iyi bilirse, o zemân görünür. Böyle hareketlere ihtiyârî demenin sebebi, fâideli olduğu görüldüğü içindir. Yoksa, fâideli olduğu kendiliğinden, hemen hâsıl olsa, nefes almak, göz kapamak gibi, mecbûrî olur. Her ikisinin mecbûrluğu, suya batma gibi olur. İşte, sebebler birbirine bağlıdır. Sebebler zincirinin halkaları çokdur. Bunu (İhya-ül’ulûm) kitâbımızda dahâ geniş anlatdık. İnsanda yaratılmış olan kudret, bu zincirin halkalarından biridir. Görülüyor ki, insanın, iyi bir iş yapmakla öğünmesi doğru değildir. İyi işden insanın payı, ona mahal ve vâsıta olmakdan başka birşey değildir. Ya’nî fâideli işin yapılmasına sebeb olan ihtiyâr ve kudret, kendisinde yaratılmışdır. Ağaçda kudret ve ihtiyâr [ya’nî seçmek] yaratılmadığı için, ağacın rüzgârla sallanmasına zarûrî ve mecbûrî hareket diyoruz. Allahü teâlâ, herşeyi yaratırken, kudret-i ilâhiyyesi, kendinden başka hiçbirşeye bağlı olmadığından, Onun işlerine (İhtirâ’), ya’nî yaratmak denir. İnsan böyle olmayıp, kudret ve irâdesi, kendi elinde olmıyan başka sebeblere bağlı olduğundan ve işleri, Allahü teâlânın işlerine benzemediğinden, insanın işlerine halk etmek, ihtirâ’ denmez. Fekat insan, ağaç gibi de olmayıp, kendinde ister istemez hâsıl olan kudret ve irâdenin yeri olduğundan, insanın işine cebr, zor ile de denemez. Her iki çeşid işden ayırmak için, başka bir ism aramışlar, (Kesb) demişlerdir. Demek ki, insanın işi herne kadar kendi ihtiyârı ile ise de, ihtiyârı elinde değildir. O hâlde, elinde birşey yokdur.
[Allahü teâlânın emrleri iki nev’dir: Evâmir-i teklîfiyye, Evâmir-i tekvîniyye. Birinci emrler, insanlara ve cinne verdiği emrleri ve yasaklarıdır. Bunları, insanların, irâde etmelerinden, istemelerinden sonra, kendisi de diler ve yaratır. İkinci nev’ emrlerini, sebebleri ile birlikde hemen yaratmakdadır. Bütün tabî’at olayları böyledir. Meyvenin uzun zemânda olgunlaşması, bir anda yaratdıklarının topluluğudur.]
Süâl — İnsanın elinde birşey yoksa, niçin sevâb ve azâb oluyor ve niçin dinler, şerî’atler gönderiliyor?
Cevâb — Bu süâle (Şerî’atde tevhîd) ve (Tevhîdde şerî’at) denir ki, burada çok kimseler boğulmuşdur. Bu tehlükeden kurtulmak, ancak bu deryâ üzerinde gidebilenlere veyâ hiç olmazsa, yüzebilenlere nasîb olur. İnsanların çoğunun bu tehlükeden kurtulması, bu deryâya girmemeleri sâyesinde olmuşdur. Câhil halk, bu deryâda yüzmeği bilmediğinden, bunlara acıyıp, boğulmakdan korumak için, bu denizin kenârına bırakmamalıdır. Bunlardan, tevhîd deryâsına düşenlerin çoğu boğulmuşdur. Yüzmeği öğrenmesini de düşünmiyorlar. Çokları, bizim elimizde birşey yokdur. Herşeyi Allahü teâlâ yapıyor. (Şakî), ya’nî kâfir yazılan bir kimse, ne kadar uğraşsa, bunu değişdiremez. (Sa’îd), ya’nî Cennetlik yazılan kimsenin de, çalışmağa ihtiyâcı yokdur, diyerek boğulmakda, helâk olmakdadır. Bu sözler, hep câhillikden, yanlış düşünmekden ileri gelmekdedir. Bunların hakîkatini anlatmak, kitâblara yazmak her ne kadar uygun değilse de, söz bu yola döküldüğü için, az birşey bildirelim:
Sevâb ve azâb nedendir, süâline karşı deriz ki: Azâb, kötü iş yapdığından dolayı, biri sana kızıp, intikam almak için, canını yakması değildir. Sevâb da, işini beğendiği için, mükâfât değildir. O gün, Allahü teâlâdan başka, intikam alacak kimse yokdur. İnsanın kanı, safrası bozulduğu veyâ başka zararlı şeyler vücûdde çoğaldığı zemân, bedendeki değişikliğe, hastalık dediğimiz gibi ve ilâc te’sîr etdiği zemân hâsıl olan hâle sıhhat dediğimiz gibi, insanda şehvet ve asabiyyet artınca, câna bir ateş düşer. İşte insanın felâketinin sebebi, bu ateşdir. Bunun için, hadîs-i şerîfde, (Gadab, ya’nî asabiyyet, Cehennem ateşinden bir parçadır) buyuruldu. Akl ışığı kuvvetlenip, şehvet ve asabiyyet ateşini söndürdüğü gibi, îmân nûru, Cehennem ateşini söndürür. Nitekim, Cehennem, mü’minlere: (Ey mü’min! Çabuk geç ki, nûrun ateşimi söndürüyor) diyecekdir. Bu söz, ses ile olmıyacak, su yangını söndürdüğü gibi, Cehennem, mü’minin nûruna dayanamayıp sönecekdir. Şehvet ateşi de, akl nûru ile söner. Kıyâmetde, sana azâb için başka yerden birşey getirmiyecekler. Nitekim, (Cehennem, dünyâda yapdığınız kötü işlerden başka birşey değildir. Bunların, size geri çevrilmesidir) buyuruldu. O hâlde, Cehennem ateşinin tohmu, insanın şehveti ve gadabıdır. Bunlar insanın içindedir. İlm-i yakîn ile bilen, bunları görebilir. Nitekim, sûre-i Tekâsürdeki 5.ci ve 6.cı âyet-i kerîmede meâlen, (İlm-i yakîn ile bilseydiniz, Cehennemi elbette görürdünüz) buyuruldu.
Zehr insanı hasta yapar. Hastalık da, insanı mezâra sokar. Fekat, zehr ve hastalık insana kızmış ve intikam almış denilemez. Günâh ve şehvet de, kalbi hasta eder. Bu hastalık, kalbin ateşi olur. Bu ateş, Cehennem ateşi cinsinden olup, dünyâ ateşi gibi değildir. Miknâtis taşı, demir parçalarını kendine çekdiği gibi, Cehennem ateşi de, bu ateşi taşıyanları kendine çeker. [Cehennemin ve Cehennem zebânîlerinin, ya’nî azâb meleklerinin] kızması ve intikam alması olmaz. Sevâb işliyenlerin hâli de böyledir. Anlatması uzun sürer.
[Allahü teâlâ, insanların yapdığı işleri iki kısma ayırdı. Bir kısmını beğendiğini, bunları yapanlardan râzı olduğunu, her iş karşılığında, bunlara ni’metler, râhatlıklar, iyilikler vereceğini va’d etdi. Va’d etdiği iyiliklerin ölçü birimine, (Ecr) ve (Sevâb) denir. Dünyâda yapılan her iyiliğe karşılık olarak, âhıretde çeşidli mikdârlarda ni’metler verilecekdir. Ni’metlerin verileceği yere, (Cennet) denir. Allahü teâlâ insanların yapdığı işlerden bir kısmını beğenmediğini, bunları yapanlardan râzı olmadığını, fekat pişmân olup tevbe edenleri veyâ şefâ’ate kavuşanları afv edeceğini, afv edilmiyenlerin kötü işlerine kıyâmetde, çok acı karşılıklar vereceğini, Cehennem ateşinde yakacağını bildirdi. Bu acı karşılıklara, (Azâb) denir. Azâbların şiddetlerini, çokluğunu bildiren ölçü birimine, (İsm) ve (Günâh) denir. Allahü teâlânın beğendiği şeylere (Hayrât, Hasenât), ya’nî iyi şeyler denir. Beğenmediklerine (Seyyiât), kötü şeyler denir. Allahü teâlâ, hangi işlerin Hasenât olduklarını, hangi işlerin de Seyyiât olduklarını bildirdi. Hasenât yapanlara sevâb vereceğini va’d etdi. Allahü teâlâ, va’dinde sâdıkdır. Sözünden hiç dönmez. O hâlde, Kıyâmet günü, ni’met ve azâb olarak, başka yerden birşey getirilmiyecek, dünyâda yapılanların karşılıklarına kavuşulacakdır.]
İslâmiyyet niçin geldi? Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” neden gönderildi? Bu süâlin cevâbına gelince: Bunların gönderilmesi kahrdır, cebrdir. İnsanları cebr zinciri ile Cennete çekmek içindir. Nitekim (Zincirlerle Cennete çekilen insanlara hayret mi ediyorsun?) buyuruldu. İslâmiyyet, Cehenneme gitmemeleri için, insanları bağlıyan bir kemenddir. Nitekim (Siz, pervâne gibi, kendinizi ateşe atıyorsunuz. Ben kemerinizden tutup geriye çekiyorum) buyuruldu. Allahü teâlânın cebbârlık [her istediğini yapmak] zincirinin halkalarından biri de, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” sözleridir. İnsanlar, doğru yolu, iğri yollardan, bu sözler ile ayırabilir. Onların gösterdiği tehlükeden, insanda korku hâsıl olur. Bu ayırış bilgisi ile korku, akl aynası üzerindeki tozları temizler. Akl cilâlanıp, âhıret yolunu tutmanın, dünyâ zevklerine kapılmakdan dahâ iyi olacağını anlar. Bu anlayış, âhıret için çalışmak irâdesini hâsıl eder. İnsanın uzvları, irâdesine tâbi’ olduğundan, uzvlar âhıret için çalışmağa başlar. Allahü teâlâ, bu zincir ile, seni zorla Cehennemden uzaklaşdırmış, Cennete sürüklemiş olur. Peygamberler “aleyhimüsselâm”, koyun sürüsünün çobanına benzer. Sürünün sağ tarafında çayır olsa, sol tarafında mağara bulunsa, mağarada kurdlar olsa, çoban, mağara tarafında durup, sopa sallayıp, koyunları korkutarak, çayır tarafına kovalar. İşte Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” gönderilmesi de, buna benzer.
Cehennemlik olanın çalışması ne fâide verir, süâline gelince: Bu söz, bir bakımdan doğru, bir bakımdan yanlışdır. Doğru olması şöyledir ki, bu söz, söyleyen kimsenin felâketine sebeb olur. Çünki, ezelde Cehennemlik yazılmış olmanın alâmeti, bu süâlin hâtıra gelmesi, bundan dolayı çalışmayıp, tohm ekmemesidir. Dünyâda tohm ekmiyen, âhıretde biçemez. Bir kimsenin açlıkdan ölmesi, ezelde takdîr edilmiş olmasına alâmet, (Ezelde açlıkdan ölmek alnıma yazılmış ise, yiyip içmek fâide vermez) düşüncesinin kalbine gelmesidir. Böyle düşündüğü için, yiyip içmez ve açlıkdan ölür. Bunun gibi, fakîrlik kaderim ise, çalışmanın ne fâidesi olur diyen biri de, çalışmaz, elbette fakîr kalır. Se’âdet, zenginlik kaderi olan kimseye de, şöyle düşünce verir ve der ki, (Zengin olması takdîr edilenler, çalışır, kazanır). Bu düşüncesi, onu çalışmağa sürükler. Demek ki, bu düşünceler boş değildir. Ezeldeki yazı sebebi ile, kalbe gelir. O yazının meydâna çıkmasına sebeb olur. Bir insan ne iş için yaratıldı ise, o işin sebeblerini onun önüne getirirler. Yoksa onu, sebebsiz olarak, o iş başına geçirmezler. Bunun içindir ki, (Çalışınız, herkes, ne iş için yaratılmış ise, o iş, ona kolaylaşdırılır!) buyuruldu. O hâlde, herkes, sürüklenmiş olduğu hâllerden ve işlerden, alnının yazısını ve âhıretde başına gelecekleri anlıyabilir. Derslerine çalışan, vazîfelerini yapan bir talebe, bu hâlini, sınıf geçeceği, ileride mevkı’ sâhibi olacağı takdîr edilmiş olduğuna müjde ve alâmet bilmelidir. Yoksa eğer, kalbine (Câhil kalacağım alnıma yazılmış ise, ne kadar çalışsam fâidesi olmaz) düşüncesini getirirler, o da çalışmaz boş vakt geçirirse, alın yazısının câhil kalmaklığı olduğunu anlamalıdır. İşte âhıretdeki hâl için, kazâ ve kaderi de böyle bilmelidir. Nitekim sûre-i Lokmandaki 28.ci âyet-i kerîmede meâlen, (Hepinizin dünyâya getirilmesi ve âhıretde tekrâr diriltilmesi, bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir) ve sûre-i Câsiyedeki 21.ci âyet-i kerîmede meâlen, (Onların âhıretdeki hâlleri, dünyâdaki hâlleri gibidir) buyurulmuşdur. Bu yazdıklarımızı iyi anlıyanda, tevhîd hâsıl olur. İslâmiyyetin, aklın ve tevhîdin birbirine uygun olduğunu anlar.
Tevekkülün temeli olan ikinci îmân, Allahü teâlânın rahîm, hakîm, latîf olduğuna inanmakdır. Onun inâyeti, şefkati, karıncadan insana kadar, her mahlûka yetişir. Kullarına olan merhameti, iyiliği, bir ananın, yavrusuna olan merhametinden dahâ çokdur. Böyle olduğu hadîs-i şerîfde bildirilmişdir. Lutfü, merhameti o kadar çokdur ki, dünyâyı ve dünyâda olan herşeyi en iyi şeklde yaratmışdır. Bundan dahâ iyisi mümkin değildir. Rahmetinden, lutfünden hiçbir mahlûku mahrûm bırakmamışdır. Yer yüzündeki akl sâhiblerinin hepsi bir araya gelip araşdırsa, Onun yaratdığı herhangi birşeyin, dahâ uygun, dahâ iyi bir şeklini bulamaz. Herşeyin, olması gerekdiği gibi yaratılmış olduğunu anlarlar. Çirkin yaratılan birşeyin, en uygun, en kâmil şekli, çirkin olmasıdır. Çirkin olmasa noksânlık olur, yersiz olurdu. Çünki, çirkinlik olmasaydı, meselâ güzelliğin kıymetini kimse bilemez, güzellik tatlı olmazdı. Kusûrlu şeyler olmasaydı, kusûrsuz şeylerin kıymeti bilinmez, kusûrsuzluk tatlı olmazdı. Çünki, kâmil ve nâkıs, birbiri ile ölçerek anlaşılır. Meselâ, baba olmasa, çocuk olmaz. Çocuğu olmıyan, baba olmaz. Böyle şeylerden, birinin var olması, ötekinin varlığı ile belli olur. Ölçmek, iki şey arasında olur. İkilik olmazsa, ölçü ve ölçmenin sonu elde edilemez. Allahü teâlânın işlerinin fâidesini, insanlar anlıyamıyabilir. Fekat, en fâideli, en iyi şeklin, Onun yaratdığı şekl olduğuna inanmak lâzımdır. Sözün kısası, dünyâda bulunan herşey, hastalık, kuvvetsizlik, hattâ günâhlar ve küfr, yok olmak, kusûr, derd ve elem, hikmetsiz, fâidesiz, yersiz değildir. Hepsi, en uygun, en fâideli şeklde yaratılmışdır. Fakîr yaratdığı bir kimseye, en uygun şey, fakîr olmakdır. Bu kimse zengin olsaydı, felâkete düşerdi. Zengin yaratdığı da, bunun gibidir. Bu da, tevhîd kısmı gibi, engin bir denize benzer. Çok kimse, bu deryâda boğulmuşdur. Bu da, kader mes’elesi gibi anlaşılmaz ve anlatmağa izn yokdur. Bu deryâya dalarsak, söz çok uzar. Fekat, buna, söylediğimiz kadar îmân etmek yetişir.
Tevekkül, ne demekdir? Tevekkül, kalbde hâsıl olan bir hâldir. Tevhîde ve Allahü teâlânın lutf ve ihsânının pekçok olduğuna îmân etmekle hâsıl olur. Bu hâl, kalbin vekîle i’timâd etmesi, güvenmesi ve Ona inanması ve Onun ile râhat etmesidir. Böyle bir insan, dünyâ malına gönül bağlamaz. Dünyâ işlerinin bozulmasından üzülmez. Allahü teâlânın, rızkı göndereceğine güvenir. Dünyâda, bunun benzeri, bir kimseye iftirâ edip, mahkemeye verseler, kendine bir avukat tutar. Üç şeyde avukata güvenirse, bu kimsenin kalbi râhat olur. Biri, avukatın, iftirâyı, hîleyi iyi bilmesi. İkincisi, bildiğini iyi anlatmak için doğruyu söylemekden çekinmemesi ve iyi ve açık konuşabilmesi. Üçüncüsü, avukatın, buna acıyıp, hakkı kurtarmağa cândan uğraşmasıdır. Avukatına, böyle inanır, güvenirse, kendisi ayrıca uğraşmaz. Sûre-i Âl-i İmrândaki 173.cü âyet-i kerîmenin, (Allahü teâlâ bize yetişir. O, çok iyi vekîldir) meâlini iyi anlayıp, herşeyi Allahü teâlâ yapar. Ondan başkası birşey yapamaz diyen, ilminde, kudretinde noksân, kusûr olmadığına ve rahmetinin, iyiliğinin sonsuz, çok olduğuna inanan bir kimse, Allahü teâlânın fazlına i’timâd ederek tedbîre, sebeblere güvenmez. Rızk takdîr edilmiş, ayrılmışdır, vakti gelince bana yetişir der. Allahü teâlâ, bana, kendi büyüklüğüne, merhametine yakışacak işleri yapar der. Ba’zı kimseler, buna inanır. Ammâ, içinde bir korku, bir ümmîdsizlik bulunur. Çok kimse vardır ki, birşeye îmân eder, inanırlarsa da, tabî’atleri, îmânlarına uymayıp, evhâm ve hayâllere uyar. Hattâ bu hayâllerin yanlış olduğunu bildiği hâlde, yine bunlara tâbi’ olur. Meselâ, tatlı yirken, başka biri tat-lıyı pis birşeye benzetirse yiyemez. Bu sözün yanlış olduğunu, pisliğe benzemediğini bildiği hâlde, yine yiyemez. Ve meselâ, ölü bulunan bir odada, yalnız yatamaz. Ölünün taş gibi olup hareket edemiyeceğini bildiği hâlde, yatamaz. Görülüyor ki, tevekkül için, hem kuvvetli îmân, hem de kuvvetli kalb lâzımdır. Böylece, kalbinde şübhe kalmaz. İ’timâd ve râhatlık tam olmadıkca, tevekkül tam olmaz. Çünki, tevekkül, kalbin, her işde, Allahü teâlâya i’timâd etmesi, güvenmesi demekdir. İbrâhîm aleyhisselâmın îmânı, yakîni tam idi. Fekat kalbinin râhat etmesi için, (YâRabbî! Ölüleri nasıl diriltiyorsun? Bana göster!) dedi. Sûre-i Bekarada 260.cı âyet-i kerîmede bildirdiği gibi, (İnanmadın mı?) buyuruldukda, (İnandım. Fekat kalbim râhat etmek için istedim) dedi. Kalbinde yakîn vardı. Fekat, kalbinin, sükûnet, râhatlık bulmasını istedi. Çünki, kalbin râhat etmesi, önce his ve hayâle bağlı olup, sonra kalb de, yakîne tâbi’ olur ve artık açıkdan görmeğe muhtâc olmaz.
TEVEKKÜLÜN DERECELERİ — Tevekkülün üç derecesi vardır:
Birinci derecede olan, gayretli, açık konuşan, cesûr ve merhametli bir avukata güvenen bir kimse gibidir.
İkinci derecede bulunan kimse, bir çocuğa benzer. Çocuk kendine verilen herşeyi, annesi gönderdi sanır. Acıkınca annesini arar. Korkunca annesine sığınır. Çocuğun bu hâli, kendiliğinden olup, başkasının öğretmesi ile, zorla değildir. İhtiyârı ile değildir. Bu derecede bulunan kimsenin, kendi tevekkülünden haberi olmaz. Çünki, vekîlini kendinden ayrı bilmez. Birinci derecede bulunan ise, tevekkülünü bilir ve zor ile, ihtiyârı ile tevekkül eder.
Üçüncü derecede bulunan kimse, yıkayıcının elindeki, ölüye benzer. Kendisini, Allahü teâlânın kudreti ile hareket eden bir ölü gibi görür. Derd ve acılarla karşılaşırsa, kurtulmak için düâ bile etmez. Hâlbuki bebek, cânı acıyınca anasını çağırır. Bu, öyle bir çocuğa benzer ki, annesini çağırmaz. Çünki annesinin, hep ona bakdığını, imdâdına koşmağa hâzır olduğunu bilir.
Bu üçüncü derecede bulunanların da ihtiyârları ellerinde değildir. Fekat, ikinci derecedekiler vekîle koşar, yalvarır. İhtiyâr, birinci derecede vardır ve vekîlin istediği âdetlere, sebeblere yapışmakdır. Meselâ, avukatın âdeti, bu bulunmadıkca ve dosya hâzır olmadıkca, mahkemeye gelmez ise, bu sebebleri hâzırladıkdan sonra işi avukata bırakır. Bundan sonra, herşeyi vekîlden bekler. Dosyayı hâzırladığını da, vekîlden bilir. Çünki, onun âdeti ve işâreti ile hâzırlamışdır. O hâlde, birinci derecede bulunanlar, ticâret, çiftçilik yapar. Bir san’at öğrenir. Allahü teâlânın âdeti olan sebeblere yapışır. Fekat, tevekkülü bırakmaz, çalışmasına güvenmeyip, Allahü teâlânın fadlına, keremine, ihsânına güvenir. Kendisini, baş vurduğu sebeblerle, maksada irişdirmesini, Ondan bekler. Nitekim, ticâreti, çiftçilik sebeblerini de, O gönderdi der. Sebeblere yapışıp eline geçeni Allahü teâlâdan bilir. İşte, sûre-i Kehfdeki 39.cu âyet-i kerîmede meâlen,(Herşeye kuvvet veren, ancak Allahü teâlâdır) buyruldu. Çünki havl, hareket demekdir. Kuvvet de, kudret [enerji] demekdir. Bir insan, kuvvetinin, kendinden olmayıp, Allahü teâlânın yaratdığını bilirse, herşeyi Ondan bekler. Hulâsa, işlerin meydâna gelmesinde, sebebleri arada görmiyen kimse, Allahü teâlâdan başka kimseden birşey beklemez, tevekkül etmiş olur.
Tevekkülün en yüksek derecesini, âriflerin sultânı, Bâyezîd-i Bistâmî haber veriyor. Şöyle ki: Ebû Mûsâ Dîneverî “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, tevekkülün ne olduğunu Bâyezîde sordum. Sen, ne dersin? dedi. Âlimler buyuruyor ki, (Sağın, solun, her tarafın yılan, akreb dolu olsa, kalbine birşey gelmemesi tevekküldür) dedim. Buyurdu ki, bunu yapmak kolaydır. Benim yanımda tevekkül (Kâfirlerin hepsini Cehennemde azâb içinde, mü’minlerin hepsini Cennetde ni’metler içinde görüp de, ikisi arasında hiç ayrılık bulmamakdır) buyurdu. Ebû Mûsânın de-diği, tevekkülün yüksek derecesidir. Fekat bu, zarardan sakınmamak demek değildir. Ebû Bekr “radıyallahü anh” mağarada, yılanın deliğine mubârek ayağını da-yıyarak, ondan korundu. Hâlbuki, onun tevekkülü dahâ üstündü. Fekat o, yılandan korkmuyordu. Yılanı yaratandan, Onun yılana kuvvet ve hareket vermesinden korkuyordu. Herşeyin kuvveti ve hareketi, ancak Allahü teâlâdan olduğunu görüyordu. Bâyezîdin sözü, tevekkülün aslı olan îmânı göstermekdedir ki, Allahü teâlânın adâletine, hikmetine, rahmetine ve ihsânına îmândır. Her yapdığının yerinde olduğuna îmândır. Böyle îmân sâhibi, azâb ile ni’met arasında fark görmez.
TEVEKKÜL ETMEK NASIL OLUR? — Dinde bulunan her makâm, üç esâsa dayanır: İlm, hâl ve amel. Tevekkülün ne olduğunu bildirdik ve hâlini de anlatdık. Şimdi amelini, nasıl tevekkül edileceğini bildireceğiz. Çok kimse, tevekkülü, her işi oluruna bırakıp, ihtiyârı ile birşeyi yapmamak, para kazanmak için uğraşmamak, tesarruf yapmamak, yılandan, arslandan, zehrden sakınmamak, hasta olunca ilâc içmemek, dîni, islâmiyyeti öğrenmemek, din düşmanlarından sakınmamak sanır. [Din câhilleri, tevekküle, kanâ’at etmeğe, böyle ma’nâ vererek, islâmiyyet tenbellikdir. Din afyondur, diyor. İslâmiyyete hücûm ediyorlar. Gençleri aldatmağa, dinsiz, îmânsız yapmağa uğraşıyorlar. İslâmiyyete alçakca iftirâ ediyorlar.] Tevekkülü böyle düşünmek yanlışdır. İslâmiyyete uygun değildir. Hâlbuki, tevekkül, islâmiyyetin emr etdiği şeydir. İslâmiyyete uygun olmıyan şeyler, nasıl tevekkül olabilir?
İhtiyârî, ya’nî istiyerek yapılan hareketlerde ve para, mal kazanmakda ve mevcûd parayı, malı tesarruf etmekde, zararlardan sakınmakda ve derdleri, hastaları tedâvî etmekde, ayrı ayrı tevekkül vardır. Bu dört tevekkülü sıra ile bildirelim:
1 — Mal kazanmakda, fâideli şeyleri almakda tevekkül:
Burada, bekârların, yalnız yaşıyanların tevekkülü ile evlilerin, bakacak kimsesi bulunanların tevekkülü birbirine benzemez.
Bakacak kimsesi olmıyanların, mal kazanmasında, ihtiyâclarını gidermesinde tevekkül, sebeblere göre üç kısmdır:
I — Birinci kısm sebebler: Allahü teâlânın birşeyi yaratması için [Yaratmak, hiç yokdan var etmek veyâ mevcûd şeyleri, fizik, şimik, fizyolojik veyâ metafizik kanûnlarla, bir şeklden başka hâssalı şekllere çevirmek demekdir], arada bulundurması, âdet-i ilâhiyyesi olan sebeblerdir. Bu sebebler, tecribe ile anlaşılır. Böyle sebeblere yapışmamak, tevekkül değil, delilik, ahmaklık olur. Meselâ, aç iken, birşey yimeyip, Allah isterse beni yimeden doyurur veyâ ben elimi sürmeden ekmeği, yemeği ağzıma gönderir demek ve nikâh etmeden, evlenmeden, bana çocuk verir demek, tevekkül değil, abdallıkdır. Tecribe ile anlaşılan, sebeblere bağlı işlerde tevekkül, sebebi bırakmak değildir. İlm ile ve hâl ile tevekkül etmekdir. İlm ile tevekkül, açlıkdan kurtulmak için sebebleri, ya’nî eli, ağzı, dişi, mi’deyi, hazm [sindirim] sebeblerini, yemekleri, ekmeği, fizyolojik hareketleri, hep Allahü teâlâ yaratmış olduğunu bilmekdir. Hâl ile tevekkül, kalbin, Allahü teâlânın ihsânına güvenmesi, yimeğe, ele, ağıza, sıhhate güvenmemesidir. El, bir ânda felc olabilir. İnsan birgün, hazm hastalıklarına tutulabilir. Yemek, fâideli olmıyabilir. O hâlde, gıdânın yaratılmasında ve önüne gelmesinde, hazm edilmesinde kendi hareketine, kuvvetine değil, Allahü teâlânın fazlına, iyiliğine güvenmelidir.
II — İkinci kısm sebebler: Te’sîri yüzde yüz olmayan, fekat çok def’a lâzım olan sebeblerdir. Böyle sebebleri terk etmek de, tevekkül değildir. Meselâ, yola giderken yiyecek ve içeceği berâber almak, çok zemân fâideli ise de, ba’zan böyle sebeblere lüzûm kalmaz. Böyle sebeblere yapışmak, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sünneti ve âlimlerimizin âdeti idi. Tevekkül bu sebeblere güvenmemekdir ki, ba’zan fâideleri olmaz. Sebebleri yaratana ve gönderene güvenmelidir. Böyle sebebleri bırakmak günâh değildir. Tevekkülün çok olmasındandır. Demek ki, yimemek, içmemek günâhdır. Yolcunun yiyecek taşımaması günâh değildir. Fekat, günâh olmaması için iki şart vardır: Birkaç gün açlığa dayanabilecek kadar kuvvetli olması ve yolda bulunan şeyleri yimeğe alışık olmasıdır. İbrâhîm-i Havvâs “kuddise sirruh” tevekkül sâhibi idi. Uzak yolculukda, yiyecek almaz, fekat iğne, çakı, ip, kova alırdı. Çünki bunlar, yüzde yüz te’sîr eden, ya’nî her zemân fâidesi olan sebeblerdir. Çünki çölde, kuyudan su, ipsiz ve kovasız çıkmaz. Elbise yırtılınca iğnenin işini, başka birşey yapamaz. Tekrâr bildirelim ki, te’sîri kat’î olmıyan sebebleri de terk etmek tevekkül değildir. Sebebe yapışmak ve sebebe değil, Allahü teâlâya güvenmek tevekküldür. Demek ki, şehrlerden uzak, bir mağarada oturup tevekkül ediyorum demek harâmdır. Kendini ölüme atmak demekdir. Allahü teâlânın âdetine, kanûnuna karşı gelmek demekdir. Böyle kimsenin hâli, bir kimseye benzer ki, avukat tutar ve avukatının âdeti, dosyayı, kâğıdları okumadan mahkemeye gitmez olduğunu bildiği hâlde, dosyayı avukata vermeden, avukata tevekkül eder. Vaktîle bir kimse, zâhid olmak, dünyâdan el çekmek ister. Dağda bir mağaraya girip, tevekkül eder, rızk bekler. Günler geçdiği hâlde, birşey gelmez. Açlıkdan öleceği sırada, Allahü teâlâ, o zemânın Peygamberine “aleyhissalâtü vesselâm” emr eder ki, git, o ahmak adama söyle! Şehre girip insanlar arasına karışmazsa, onu açlıkdan öldürürüm. O, benim âdetimi bozmak mı istiyor? Peygamber haber verince, şehre gelir. Şehrde, her tarafdan birşey getirilir. (Kullarımın rızkını, doğrudan doğruya göndermeyip, kullarımın eli ile, onlara göndermeği severim) meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur. Bir kimsenin, şehrde saklanıp veyâ evinde kapanarak, tevekkül etmesi harâmdır. Kat’î olan sebebleri bırakmak câiz değildir. Şehrde, evin kapısını kapamaz veyâ gelenlere açarsa, tevekkül etmiş olursa da, aklı kapıda olmamak, birşey getiren var mı diye düşünmemek lâzımdır. Kalbi Allahü teâlâ ile olmalı. İbâdet ile meşgûl olmalıdır. Hiçbir sebeb görünmese de, rızkın kesilmiyeceğini iyi bilmelidir. İnsan, rızkından kaçarsa, rızkı onu kovalar demişlerdir ki doğrudur. Bir kimse, cenâb-ı Hakka, yâ Rabbî! Bana rızk verme diye düâ etse, Allahü teâlâ buyurur ki, (Ey câhil! Seni yaratdım. Rızkını vermez miyim?). O hâlde, tevekkül etmek, sebeblere yapışmak, fekat sebeblere değil, sebebleri yaratana güvenmek demekdir. Herkes, Allahü teâlânın rızkını yimekdedir. Fekat, bir kısmı dilencilik zilletini, aşağılığını çekerek, bir kısmı da [meselâ esnâf, tüccâr] beklemek sıkıntısını çekerek, ba’zıları da [san’at sâhibleri, işçiler] yorularak, bir kısmı ise [meselâ ilm adamları], izzet ile, râhatca, Allahü teâlâdan başka, kimseden beklemeden yiyorlar.
III — Üçüncü kısm sebebler: Te’sîri kat’î olmadığı gibi, her vakt lâzım olmıyan ve düşünerek, arayarak ele geçirilebilen sebeblerdir ki, böyle sebeblerle para kazanmak, fal ile, efsûn ile, dağlamak ile, hasta tedâvî etmeğe benzer ki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, tevekkülü anlatırken, (Tevekkül edenler, falcılık, efsûn ve dağlamak ile hastalığı tedâvî etmez!) buyurdu. Yoksa, (Tevekkül edenler, çalışmaz, şehrde yaşamaz, dağlara gider) demedi.
Sebeblere yapışmakda, tevekkül üç mertebedir:
a) Tevekkülün yüksek mertebesinde olan bekâr bir kimse, kul hakkı altında kalmamak için şehrden uzak yaşar. Yanına birşey almaz. Acıkdığı zemân, eline geçeni yir. Yiyecek bulamazsa, aç ölmekden korkmaz. Açlıkdan ölecek olursa, bunu kendisi için hayrlı bilir. Çünki, yanına yiyecek alan yolcunun, yolda soyulması, hattâ öldürülmesi de çok olmuşdur. Bundan sakınmak ise, vâcib değildir.
b) İkinci mertebede olan, para kazanmaz. Fekat, şehrleri terk etmez. Câmi’lerde ibâdet eder. Kimseden birşey beklemez. Allahü teâlâdan bekler. [İstemeden gelen hediyyeyi kabûl etmenin tevekküle mâni’ olmadığı, ikinci kısmın kırkıncı madde sonunda yazılıdır.]
c) Üçüncü mertebede olan, para kazanmak için çalışır. Fekat, her hareketinde ahkâm-ı islâmiyyeyi, sünneti gözetir. Hîle yapmakdan, ince sebebler aramakdan, ticâret bilgileri ile uğraşmakdan sakınır. Bunlardan sakınmıyan kimse, üçüncü kısm sebeblere dalmış olup, tevekkül etmiş olmaz.
Tevekkül etmek, çalışmamak demek değildir. Çünki Ebû Bekr “radıyallahü anh”, her işinde tevekkül sâhibi idi. Halîfe seçildiği zemân, çarşıda kumaş satıyordu. (Yâ Halîfe! Devlet idâre ederken, ticâret yapmak olur mu?) dediklerinde, (Çoluk çocuğuma bakmazsam, millete nasıl bakarım?) buyurdu. Bunun üzerine, halîfeye Beyt-ül-mâldan aylık vermeği uygun buldular. Bundan sonra, her sâat, millet işleri ile uğraşdı. Kendisi tevekkül edenlerin en yükseği iken, ticâret ederdi. Fekat, para kazanmağı düşünmezdi. Kazancını sermâyesinden, çalışmasından bilmez, Hak teâlâdan bilirdi. Malını, din kardeşlerinin malından dahâ çok sevmezdi.
Tevekkül etmek için zühd lâzımdır. Zâhid olmak için ise, tevekkül lâzım değildir. Ebû Ca’fer-i Haddâd, Cüneyd-i Bağdâdînin hocası idi “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”. [Haddâd, demirci demekdir.] Çok tevekkül ederdi. Yirmi sene, tevekkül etdiğini, kimseye belli etmemişdi. Hergün, pazarda bir dînâr kazanırdı. [Dînâr, bir miskal altındır. Bir miskal, dört gram ve seksen santigramdır.] Hepsini fakîrlere sadaka verirdi. Cüneyd onun karşısında tevekkülden söylemezdi. (Onun yanında, On-da bulunan şeyden konuşmağa utanırdım) buyururdu.
Tesavvuf adamlarının çarşıda, pazarda, halk arasında dolaşmaları, tevekkülün az olduğuna alâmetdir. Evlerinde oturmaları, Allahü teâlâdan beklemeleri lâzımdır. Meşhûr yerde, tekkede oturmaları da, çarşıda oturmak gibidir ki, kalblerinin râhat etmesinin, şöhretlerinden ileri geldiği tehlükesi vardır. Fekat, şöhret hâtırlarına gelmezse, çalışan insan gibi, tevekkül etmiş olurlar.
Hulâsa, tevekkülün esâsı, insanlardan birşey beklememek, sebeblere güvenmemek, herşeyi, yalnız Allahü teâlâdan beklemekdir. İbrâhîm-i Havvâs “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, (Hızır aleyhisselâmı gördüm. Benimle arkadaşlık etmek istedi. Ben istemedim. Kalbimin ona güvenerek, tevekkülümün azalmasından korkdum). Ahmed ibni Hanbel “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bir işçi tutmuşdu. Talebesine, (İşçiye, gündeliğinden fazla birşey ver) dedi. İşçi, almadı. İşçi gidince, talebesine, (Arkasından gidip, o şeyi ver! Şimdi alır) dedi. Talebe, sebebini sordukda: (O zemân, birşey vereceğimizi kalbi umuyordu. Onun için almadı. Şimdi, giderken hiç ümmîdi kalmadığı için, alması, tevekkülüne zarar vermez) dedi.
Demek ki, çalışanların tevekkülü, sermâyeye güvenmemekdir. Bunun alâmeti de, sermâye elden giderse, kalbinin hiç sıkılmaması, rızkdan ümmîdi kesilmemesidir. Çünki, Allahü teâlâya güvenen bir kimse, hiç ummadığı yerden rızk göndereceğini bilir. Eğer göndermezse, benim için böylesi hayrlı imiş der.
Böyle bir tevekkül elde edebilmek kolay değildir. Bir kimsenin bütün malı çalınır veyâ felâkete uğrayıp da, kalbinin hiç değişmemesi, herkesin yapacağı şey değildir. Böyle tevekkül eden pek az bulunur ise de, yok değildir. Böyle tevekküle kavuşmak için, Allahü teâlânın fazl, rahmet ve ihsânının sonsuzluğuna ve kudretinin kemâl üzere büyük olduğuna, kalbin tam inanması, yakîn hâsıl etmesi lâzımdır. Birçok kimseye sermâyesiz rızk gönderdiğini, birçok sermâyenin de, felâkete sebeb olduğunu düşünmelidir. Kendi sermâyesinin elinden gitmesinin, hayrlı olduğunu bilmelidir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Bir kimse geceyi, yarın yapacağı işleri düşünmekle geçirir. Hâlbuki o iş, bu kimsenin felâketine sebeb olacakdır. Allahü teâlâ, bu kuluna acıyıp, o işi yapdırmaz. O ise, iş olmadığı için, üzülür. Bu işim neden olmıyor. Kim yapdırmıyor. Bana kim düşmanlık ediyor diye arkadaşlarına kötü gözle bakmağa başlar. Hâlbuki, Allahü teâlâ, ona merhamet ederek felâketden korumuşdur).Bunun için, Ömer “radıyallahü anh”, (Yarın fakîr, muhtâc kalırsam hiç üzülmem. Zengin olmağı da, hiç düşünmem. Çünki, hangisinin benim için hayrlı olacağını bilmem) buyurdu.
İkinci olarak, bilmesi lâzım olan şey, fakîrlikden korkmak, uğursuzluğa inanmak şeytândandır. Nitekim, sûre-i Bekaradaki 268.ci âyet-i kerîmede meâlen, (Şeytân, muhtâc hâle düşeceğinizi, size söz veriyor)buyruldu. Allahü teâlânın merhametine güvenmek, yüksek ma’rifetdir. Ummadık yerlerden, düşünmedik sebeblerle, bol rızk gönderdiği her zemân görülmekdedir. Fekat, gizli sebeblere de güvenmemeli, sebebleri yaratana sığınmalıdır. Tevekkül eden birisi, bir mescidde ibâdet ederdi. Mescidin imâmı, buna (Fakîrsin, bir iş tutsan iyi olur) dedi. Bu da, (Bir yehûdî komşum, hergün bana lâzım olan şeyleri gönderiyor) deyince, imâm: (Öyle ise, sen işini sağlama bağlamışsın, çalışmazsan zararı yok) dedi. Bu da, imâma: (Öyle ise, sen de, herkese imâm olmakdan vazgeç ki, yehûdînin sözünü, Allahü teâlânın sözünden üstün tutan, imâm olmağa lâyık değildir) dedi. Başka bir mescid imâmı da, cemâ’atden birine, (Nereden geçiniyorsun?) dedi, o da, (Dur! Önce senin arkanda kıldığım nemâzı yeniden kılayım) dedi. Ya’nî senin, Allahü teâlânın rızk göndereceğine inancın yok. Nemâzın kabûl olmaz, demek istedi. Böyle, tâm tevekkül eden, her zemân, hiç ummadık yerlerden rızklanmış, sûre-i Hûddaki 6.cı âyet-i kerîmenin, (Yer yüzündeki her cânlının rızkını, Allahü teâlâ, elbette gönderir) meâline îmânı kuvvetlenmişdir. Huzeyfe-i Mer’aşî, İbrâhîm-i Edheme hizmet ederdi. Sebebini sorduklarında, “Mekkeye giderken çok acıkmışdık. Kûfeye gelince, açlıkdan yürüyemez oldum. (Açlıkdan kuvvetsiz mi kaldın?) dedi. (Evet!) dedim. Hokka, kalem, kâğıd istedi. Bulup getirdim. Besmele ve (Her şeyde, her hâlde sana güvenilen Rabbim! Herşeyi veren sensin! Sana her ân hamd ve şükr ederim. Seni bir ân unutmam. Aç, susuz ve çıplak kaldım. İlk üçü, benim vazîfemdir. Elbette yaparım. Son üçünü sen söz verdin. Senden bekliyorum) yazıp, bana verdi ve (Dışarı git ve Allahü teâlâdan başka kimseden birşey umma ve ilk karşılaşdığın adama bu kâğıdı ver!) dedi. Dışarı çıkdım. İlk olarak, deve üstünde biri ile karşılaşdım. Kâğıdı ona verdim. Okudu, ağlamağa başladı. (Bunu kim yazdı?) dedi. (Câmi’de birisi) dedim. Bana bir kese altın verdi. İçinde altmış dînâr vardı. Bunun kim olduğunu sonradan, etrâfdakilere sordum. Nasrânîdir [ya’nî hıristiyandır] dediler. İbrâhîm-i Edheme bunları anlatdım. (Keseye elini sürme! Sâhibi şimdi gelir) buyurdu. Az zemân sonra, nasrânî geldi. İbrâhîmin ayaklarına düşüp, öpdü. Müslimân oldu.” Ebû Ya’kûb-i Basrî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, “Mekke-i mükerremede on gün aç kaldım. Dayanamaz bir hâle geldim. Sokağa atılmış bir şalgam gördüm. Almak istedim. İçimden, sanki bir ses: On gün sabr etdin de, şimdi çürümüş bir şalgamı mı yiyeceksin? dedi. Almadım. Mescid-i harâma girip oturdum. Biri gelip, önüme, yağda yeni kızarmış ekmek, şeker ve bâdem koydu ve (Denizde idim, fırtına çıkdı. Kurtulursam, ilk gördüğüm fakîre, bunları vermeği adadım) dedi. Her birinden bir avuç aldım. Artanı, sana hediyyem olsun dedim. Demek ki; Allahü teâlâ, bana rızk göndermek için, denizde fırtına çıkardı. Bu kimseyi kurtarıp, adak ile bana gönderdi diyerek şükr etdim. Sokakda rızk aradığıma pişmân oldum.” Îmânı kuvvetlendirmek için, böyle nâdir olayları okumak lâzımdır.
Bekâr bir kimsenin îmânı kuvvetli olur, hiç günâh işlememek için para kazanmakdan kaçınırsa, rızk sebebleri onun önüne gelir. Çocuk, ana rahminde iken, çalışmakdan âciz olduğu için, göbeğinden ona rızk gönderiyor. Dünyâya gelince, anasının göğsünden gönderiyor. Birşey yiyebileceği yaşa gelince, dişleri yaratıyor. Anası, babası ölür, yetîm kalırsa, anasına babasına verdiği merhamet gibi, başkalarına da verip, herkesin kalbini, yetîme karşı merhametle dolduruyor. Önce, ona yalnız anası acırdı. Kimse bakmazdı. Anası ölünce, binlerce kişiyi, ona şefkatle bakdırıyor. Dahâ büyüyünce, çalışmak için kuvvet veriyor. Para kazanmak arzûsunu veriyor. Kendine karşı merhameti, şimdi içine yerleşdiriyor. Bir kimse, bu arzûdan vazgeçip, takvâ yolunu tutar, kendini yetîm hâline korsa, ona karşı kalbleri, yine şefkatle doldurur. Herkes, bu kimse Allah yolundadır. Herşeyin iyisini buna vermelidir der. Para kazanırken, kendine, yalnız kendi acırdı. Şimdi herkes acır. Fekat, takvâ yolundan ayrılır, nefsine uyar ve çalışmazsa, kalblerde ona karşı şefkat hâsıl etmez. Böyle kimselerin, tevekkül ediyorum diye çalışmaması, tenbel oturması, hiç câiz değildir. Kendini düşünen kimsenin, çalışıp, ihtiyâclarını elde etmeği de düşünmesi lâzımdır. Demek ki, Allah yolunda olup, yetîm gibi olana karşı, herkesin kalbinde şefkat, merhamet yaratır. Bunun için, Allah yolunda çalışan kimsenin, açlıkdan öldüğü görülmemişdir. Bir kimse, âlemlerin sâhibinin, herşeyi, ne büyük nizâm ve kemâl üzere yaratdığını anlarsa, Hûd sûresi 6.cı âyet-i kerîmesi olan, (Allahü teâlânın rızk vermediği, yer yüzünde bir mahlûk yokdur) meâlini pek kolay görür. Âlemi çok güzel idâre edip, kimseyi aç bırakmadığını bilir. Açlıkdan öldürdüğü pek az kimse varsa da, onlara hayrlı olduğu için öldürmüşdür. Yoksa, çalışmadıkları için değil. Çünki, çok mal kazanmış olanları da, ba’zan, malını alarak açlıkdan öldürür. Hasen-i Basrî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bu inceliği açık gördüğü için, (Basra ehâlisinin hepsi, benim çocuğum olsa ve bir buğday dânesi bir dînâr olsa, hiç sıkıntı çekmem!) buyurmuşdur. Veheb bin Verd diyor ki, (Gök demir olsa, yer tunç kesilse, rızk için üzülürsem, kendimi müslimân bilmem!). Allahü teâlâ rızkı gökden göndermekdedir.
[Bunu âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler açıkça haber veriyor. Bugün fen adamları, bu hakîkati anlamağa başlamışdır. Yağmurlu havalarda, şimşekler sebebi ile, havanın azot gazı, oksigen gazı ile kimyâca birleşerek, azot monoksid denilen, renksiz gaz hâsıl oluyor. Bu gaz havada serbest hâlde kalamaz. Tekrâr oksigenle birleşerek azot dioksid hâline dönüyor. Turuncu renkli ve boğucu olan bu gaz da, havadaki nem [su buhârı] ile birleşerek, nitrik asid [ya’nî kezzab ismi ile satılan mâyı’] teşekkül ediyor. Yine şimşeklerin te’sîri ile havadaki su buhârının parçalanmasından serbest hâle geçen hidrogen [müvellidülmâ’] gazı da, havanın azotu ile birleşerek amonyak gazı hâsıl oluyor ki, bu gaz, o esnâda hâsıl olan nitrat asidi ile ve havada zâten mevcûd olan karbondioksid gazı ile birleşerek amonium nitrat ve amonium karbonat tuzları meydâna geliyor. Bu iki tuz, diğer bütün alkali ma’denlerin tuzları gibi, suda eridiğinden, yağmurla toprağa iner. Toprak, bu maddeleri kalsium nitrat hâline çevirerek, nebâtlara verir. Nebâtlar, bu tuzları albüminli maddelere [proteinlere] çevirir. Proteinler, bitkiden, ot yiyen hayvanlara ve insanlara geçer. İnsanlar, nebâtâtdan ve ot yiyen hayvanlardan alır. Bu maddeler insanların ve hayvânların hücrelerinin yapı taşıdır. Kuru proteinlerin içinde % 14 [yüzde ondört] azot gazı vardır. İşte, yağmur suları vâsıtası ile toprağa, her sene dörtyüzmilyon tondan ziyâde hava azotunun gelerek gıdâ hâline döndüğü bugün hesâb edilmişdir. Denizlere gelen, elbette dahâ çokdur. Semâdan, bu sûretle rızk indiğini bugün fen yolu ile anlıyabiliyoruz. Dahâ nice şekllerde de inmekdedir. Fen, ileride bu yollardan ba’zısını da belki anlıyacakdır].
Allahü teâlâ, herkesin rızkının gökden indirildiğini bildirmekle, kimsenin rızkına dokunulamıyacağını anlatıyor. Cüneyd-i Bağdâdîye “kuddise sirruh” (Rızkımızı arıyoruz) dediklerinde, (Nerde olduğunu biliyorsanız, orada arayınız!) buyurdu. (Allahü teâlâdan istiyoruz) dediklerinde, (Eğer, sizi unutmuş sanıyorsanız, hâtırlatınız!) buyurdu. (Tevekkül ediyoruz, bakalım ne gönderecek) dediklerinde, (İmtihân ederek, deneyerek tevekkül etmek, îmânda şübhe bulunmasını gösterir) buyurdu. (O hâlde ne yapalım?) dediklerinde, (Emr etdiği için çalışmalı, rızk için üzülmemeli, tedbîrlerin arkasında koşmamalıdır) buyurdu. Rızk için, Allahü teâlânın verdiği söze güvenmelidir. Emrine uyarak çalışanı, rızkına ulaşdırır.
Evli olanların tevekkülü: Evli olanın, tevekkül etmek için, şehrlerden uzaklaşması doğru değildir. Çalışıp, sebeblere yapışması lâzımdır. Ya’nî, evli olanların tevekkülü, üçüncü mertebede olmak lâzımdır. Ya’nî, çalışmakla tevekkül etmelidir. Nitekim, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” çalışarak tevekkül etmişdi. Çünki, tevekkül iki kısmdır: Birisi açlığa sabr edip, bulduğunu yimekdir. İkincisi, açlık ve ölüm, başına yazılmış ise, kendisi için, bunun hayrlı olduğuna inanmakdır. Çoluğa, çocuğa bu iki tevekkülü emr etmek, kimseye câiz değildir. Hattâ, kendi sabr edemiyen kimsenin de, çalışmadan tevekkül etmesi câiz değildir. Eğer, çoluk çocuk da sabr etmeğe râzı iseler, çalışmadan tevekkül câiz olur. Kısaca deriz ki, kendini, sıkıntıya sabr etmeğe zorlamak câiz ise de, çoluk çocuğu zorlamak câiz değildir.
2 — Mevcûd parayı, malı muhâfaza etmekde tevekkül:
Burada da, kimsesi olmıyan bekârların tevekkülü ile bakacak kimsesi bulunanların tevekkülü başkadır.
Bakacak kimsesi olmıyanların, bir senelik ihtiyâcını, önceden depo etmesi, tevekkülü bozar. Çünki, sebeblere güvenmiş olur. Doyacak kadar gıdâ ve giyinecek kadar elbise bulunduran bekâr kimse, tevekkül etmiş olur. Kırk günlük ihtiyâcı saklamakla tevekkül bozulmaz demişlerdir. Sehl bin Abdüllah-i Tüsterî buyuruyor ki, (Bekâr bir kimsenin, gıdâ maddelerini ne kadar zemân olursa olsun saklaması tevekkülü bozar). Tesavvuf büyüklerinden, Ebû Tâlib-i Mekkî buyuruyor ki, (Sakladığına güvenmezse, kırk günden çok saklasa da, tevekkülü bozmaz). Bişr-i Hâfî, tesavvuf büyüklerindendir. Birgün, huzûruna bir müsâfir geldi. Talebesinden birine bir avuç gümüş verip, (İyi ve tatlı birşeyler alıp gel!) buyurdu. O zemâna kadar, böyle çok şey aldırdığı görülmemişdi. Müsâfir ile yidi. Müsâfir, artan yemekleri de alıp gitdi. Talebesinin, bu hâle şaşdığını görünce: (Bu müsâfir, Feth-i Mûsulî idi. Mûsuldan, bize ders vermeğe geldi. Tevekkülü sağlam olana, gıdâ saklamanın zarar vermiyeceğini gösterdi), buyurdu. Demek ki, tevekkül, ilerisi için zihni yormamakdır. Bunun için de, ilerisi için yığmamalı, sakladığını da, elinde olmayıp, Allahü teâlânın ileride göndereceği gibi bilmeli, ya’nî buna güvenmemelidir.
Evli olanların tevekkülü: Çoluk çocuk sâhiblerinin bir senelik mal saklaması, tevekkülü bozmaz. Bir seneden fazlası bozar. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, evdekiler için, onların kalbleri dayanıksız olduğu için, bir senelik eşyâ bulundururdu. Kendisi için ise, bir günlük saklamazdı. Saklasaydı, tevekkülüne ziyân vermezdi. Çünki, olup olmaması müsâvî idi. Fekat, ümmetine ders vermek için, böyle yapardı. Eshâb-ı kirâmdan “aleyhimürrıdvân” biri vefât etdikde, cebinden iki altın çıkmışdı. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Bu iki azâb alâmetidir) buyurdu. Bu azâb, Cennetde yüksek dereceye yetişememek acısı olsa gerekdir. Nitekim, başka biri vefât edince, (Kıyâmetde bunun yüzü, ayın ondördü gibi parlar. Eğer, yazlık elbisesini kışdan ve kışlığı yazdan hâzırlamasaydı, güneş gibi parlardı), buyurdu. Bir kerre de, (Size en az verilen şey, yakîn ve sabrdır) buyurdu. Ya’nî, elbiseyi, bir yıl önce hâzırlamak, yakînin az olmasındandır. Fekat, bütün büyükler, söz birliği ile buyuruyor ki, su kabları, su te’sîsâtı, sofra takımı, dikiş, temizlik vâsıtaları, ya’nî bir evde her zemân lâzım olan şeyleri saklamak câizdir ve lâzımdır ve tevekkülü bozmaz. Çünki, Allahü teâlâ, bu dünyâyı öyle yaratmışdır ki, gıdâ ve giyim eşyâsı her sene, tâze olarak husûle gelmekdedir. Allahü teâlânın âdetine uymamak câiz değildir. Fekat ev eşyâsı, her lâzım olduğu zemân ele geçmiyebilir.
FASL: Bir kimse, gıdâsını ve elbisesini saklamayınca, kalbi râhat etmez, başkalarının getirmesini beklerse, böyle kimsenin saklaması, dahâ iyidir. Hattâ tarlası, tezgâhı, herhangi bir geliri olmayınca düşüncesiz, sıkıntısız ibâdet, zikr yapamıyan kimsenin, bir gelir edinmesi dahâ iyidir. Çünki, asl maksad, kalbin râhat, üzüntüsüz, Allahü teâlâyı düşünmesidir. Ba’zılarını, mal meşgûl eder. Malının hesâbını yapmakdan, râhat ibâdet edemez. Malı olmayınca düşüncesi, sıkıntısı kalmaz. Böyle kimselerin malı olmaması hayrlıdır. Ba’zıları da, geçinecek kadar malı olunca râhat eder. Bunların, geçinecek kadar gelir edinmesi dahâ iyidir. Fekat, geçinecek kadar mal ile râhat etmeyip, dahâ çoğu peşinde koşan, süs, keyf ve zevklerini düşünen kalbler, müslimânlığa bağlı olan kalblerden değildir. Bunları hesâba katmıyoruz.
3 — Zararlardan sakınmakda tevekkül:
İnsanı zarardan koruyan sebebler arasında da, te’sîri kat’î olan veyâ te’sîr ihtimâli çok olan sebebleri bırakmak, tevekkülün şartı değildir. Hırsız girmesin diye, evin kapısını kapamak, kilitlemek, tevekkülü bozmaz. Tehlükeli yerde silâh taşımak, düşmandan sakınmak da, tevekküle zararlı değildir. Üşümemek için fazla giyinmek de, tevekkülü bozmaz. Fekat, vücûdün ısınması için fazla kalori hâsıl olmak için, çok yimekle kışın ısınmak gibi ince düşünmek, böyle sebeblere baş vurmak, tevekkülü bozar. [Hasta olmamak için, sağlam insanı ateşle] dağlamak ve efsûn yapmak da böyledir. [Doktorun hastayı dağlaması câizdir.] Tevekkül etmek için, te’sîri kat’î olan ve herkesce bilinen sebebleri bırakmak lâzım değildir. Birgün, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin yanına bir köylü geldi. (Deveni ne yapdın?) buyurdu. (Allaha tevekkül edip, kendi hâline bırakdım) deyince, (Bağla ve sonra tevekkül et!) buyurdu.
Bir insandan gelen zararı önlemeyip buna sabr etmek, tevekküldür ve iyidir. Sûre-i Ahzâbda, (Kâfirlerin ve münâfıkların zararlarına, işkencelerine karşılıkda bulunma! Ben onların cezâsını veririm. Onlardan korunmak, kurtulmak için Allahü teâlâya tevekkül et!) meâlindeki 48.ci âyet-i kerîmesi ve sûre-i İbrâhîmde, (Yapdıkları işkencelere sabr ederiz. Tevekkül ediciler, yalnız Allahü teâlâya tevekkül etmelidir) meâlindeki 12.ci âyet-i kerîmesi bunu bildiriyorlar.
Akreb, yılan, yırtıcı hayvânların zarar vermesini önlemek lâzımdır. Tevekkülü bozmaz. [Mikropların hastalık yapmasına sabr etmemeli, bunları her sûretle men’ etmelidir. Mikroplu hastalığa yakalanınca, antiseptik ilâcları, antibiyotikleri, (penicilin ve benzerleri) kullanmalıdır.]
Düşmandan sakınmak için silâh taşıyan bir kimse, kuvvetine ve silâhına güvenmezse, tevekkül etmiş olur. Kapıyı kilidlemelidir. Fekat kilide güvenmemelidir. Nitekim, hırsızlar, çok kilidleri kırmışdır. Tevekkül edenin alâmeti şudur ki, evine gelip, eşyânın çalındığını görünce üzülmez. Allahü teâlâ, böyle takdîr etmiş deyip, kazâya râzı olur. Kapıya kilid takarken, (Yâ Rabbî! Bu kilidi, senin kazânı değişdirmek için değil, senin emrine, âdetine uymak için takıyorum. Yâ Rabbî! Eğer malıma, birini musallat edersen, senin takdîrine râzıyım! Bu malı, benim için mi yaratdın, yoksa başkası için yaratıp, bende emânet olarak mı bırakdın bilemem) diye kalbinden geçirmelidir. Bir kimse, kapısını kilidleyip gider ve gelince, eşyânın çalınmış olduğunu görüp de üzülürse, tevekkül sâhibi olmadığını anlamalıdır. Fekat, bağırıp çağırmaz, ortalığı, gürültüye boğmazsa, hiç olmazsa, sabr etmek derecesini kazanır. Eğer şikâyet eder, hırsızı araşdırırsa sabr derecesinden de düşer. Tevekkül sâhibi olmadığını, sabr edici olmadığını anlayıp da, kendini beğenmekden vaz geçerse, bu da, hırsızın sebeb olduğu fâide ve kazancıdır.
Süâl — Bu eşyâya muhtâc olmasaydı, kapıyı kilidlemez, bunları saklamazdı. İnsan, ihtiyâcını gidermek için sakladığı şey çalınınca üzülmemesi elinde midir?
Cevâb — Allahü teâlâ, bu eşyâyı kendine verince, bunların gelmesini, kendi için hayrlı bilmelidir. Allahü teâlânın verdiği herşeyde, bir hayr vardır demelidir. Bunun gibi eşyâsının gitmesini de, kendi için hayrlı bilmesi lâzımdır. Allahü teâlânın, vermesi gibi, alması da hayrlıdır. Verdiği zemân, eşyânın bulunması hayrlı olduğu gibi, aldığı zemân da, eşyânın bulunmaması hayrlıdır demelidir. Hayrlı olan şeylere sevinmek lâzımdır. İnsanlar, kendilerine hangi şeyin hayrlı, fâideli olacağını iyi bilemez. Allahü teâlâ, dahâ iyi bilir. Meselâ, bir hastanın babası, mütehassıs tabîb ise, babası buna etli, tatlı verince sevinip, iyi olmasaydım, bana bunları vermezdi der. Babası, etli, tatlı gibi yemekleri vermezse, yine sevinir. Hastalığımı tedâvî etmek için bunları vermiyor der. Allahü teâlânın da vermesine ve vermemesine böyle îmân olmadıkca, tevekkül sağlam olamaz.
Tevekkül eden, malı korumakda, altı edebi gözetmelidir:
1) Kapıyı kilidlemeli. Fekat başka tedbîrler almağa uğraşmamalı. Odaları, pencereleri kilidlememeli, komşulara nöbet bekletmemeli. İş yerlerine bekci, kapıcı tutmak, tevekkülü bozmaz. Mâlik bin Dînâr “rahmetullahi teâlâ aleyh”, kapısını ip ile bağlardı. Hayvan girmiyeceğini bilsem, bunu da bağlamam buyururdu.
2) Kıymetli eşyâyı, hırsızı çeken şeyleri evde bulundurmamalı, bir din kardeşinin, hırsızlık günâhını işlemesine sebeb olmamalıdır. Mugayre, Mâlik bin Dînâra zekât gönderdi. Alıp tekrâr geri gönderdi. Şeytân, hırsız çalar diye kalbime vesvese getirdi. Vesvese etmeği ve bir müslimânın hırsızlık etmesine sebeb olmağı istemem dedi. Ebû Süleymân-i Dârânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, bunu işitince, bu parayı geri çevirmesi, sôfîlerin kalblerinin za’îf olmasındandır. O, zâhiddir, kalbinde dünyânın yeri yokdur. Hırsız çalarsa, ona ne zararı olur buyurdu ki, Ebû Süleymânın bu sözü, görüşünün keskin olduğunu göstermekdedir.
3) Evden çıkarken, şöyle niyyet etmelidir ki; eğer, eşyâmı hırsız çalarsa, onun olsun, ona halâl olsun! Hırsız belki fakîrdir. Bu eşyâ ile, bir hâcetini giderir. Eğer zengin ise, bu eşyâ ile gözü doyar da, başkasının malını çalmaz. Benim eşyâm, bir din kardeşimin cânının yanmasına mâni’ olur. Böyle niyyet etmekle, hem hırsıza, hem de bütün müslimânlara şefkat etmiş olur. Zâten müslimânlık da, mahlûklara şefkat etmekden ibâretdir. Böyle niyyet etmekle, Allahü teâlânın kazâ ve kaderi değişmez. Fekat, eşyâ çalınsa da, çalınmasa da, kendisine, bir lirası için, yediyüz lira sadaka vermiş gibi sevâb hâsıl olur. Bu niyyet, şuna benzer ki, bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Bir kimse, âilesi ile buluşdukda, azl eylemez ise, ya’nî çocuk olmasına mâni’ olmazsa, çocuk olsa da olmasa da, bu kimseye, şehîd oluncıya kadar cihâd eden bir yeğid sevâbı verilir). Çünki bu kimse, elinden gelebilene yapışdı. Eğer çocuk cansız olarak dünyâya gelseydi, bu kimseye, işinin sevâbı hâsıl olurdu.
4) Eşyâ çalınırsa üzülmemeli, malın gitmesinin, kendisi için hayrlı olduğunu bilmelidir. Eğer halâl ederse, malını aramamalı, geri verirlerse, almamalıdır. Fekat, geri alırsa, kendi mülküdür. Niyyet etmekle mülkünden çıkmaz. Yalnız tevekkülü tam yapmak için, geri alınmaz. Abdüllah ibni Ömerin “radıyallahü anhümâ” devesi çalındı. Çok aradı, bulamadı. Alana halâl olsun dedi. Mescide girip nemâz kıldı. Biri gelip, deven şuradadır dedi. Na’lınlarını giyip oraya giderken, geri döndü ve halâl etmişdim, artık alamam dedi. Büyüklerden biri, kardeşini rü’yâda gördü. Cennetde idi. Fekat, üzüntülü idi. Sebebini sordukda: Kıyâmete kadar, böyle üzüleceğim. Çünki, Cennetdeki yüksek derecemi gösterdiler. Böyle güzel derece yokdu. Oraya gitmek istedim. Bunu oraya bırakmayınız! Orası, Allah için bırakanlarındır diye bir ses işitdim. Allah için bırakmak nasıl olur dedim. Sen birgün, bu malım Allah için halâl olsun demişdin, sonra sözünde durmamışdın. Sen sözünde temâm dursaydın, burası da temâmen senin olacakdı dediler, dedi. Birisi Mekke şehrinde uyumuşdu. Uyanınca, para cüzdanını göremedi. Büyüklerden biri orada idi. Paramı sen aldın dedi. Bu zât, para sâhibini evine götürüp, paran ne kadardı dedi. Söylediği kadar altını kendisine verdi. Sokağa çıkınca, bir arkadaşının çantayı, şaka olarak almış olduğunu anladı. Geri dönüp altınları geri verdi ise de, sâhibi almadı. Bu altınları verirken, Allah rızâsı için sadaka niyyeti ile vermişdim de-di. Hepsini fakîrlere dağıtmasını söyledi. Bunun gibi, eskiden meselâ, bir fakîre ekmek götürselerdi ve fakîri bulamasalardı, bu ekmeği, eve geri getirmezler, başka bir fakîre verirlerdi.
5) Zâlime ve hırsıza bed düâ etmemelidir. Bunlara fenâ düâ edince, hem tevekkülü bozulur, hem de zühd bozulur. Çünki, elinden birşey gidince üzülen kimse, zâhid olamaz. Rebî’ bin Haysemin “rahmetullahi teâlâ aleyh” birkaç bin dirhem değerinde, kıymetli bir atını çaldılar. (Çalınırken gördüm) dedi. (Göre göre, niçin ses çıkarmadın), dediklerinde, (Ondan dahâ çok sevdiğim ile berâberdim. Ondan ayrılamadım) dedi. Sonradan anladılar ki, nemâzda imiş. Hırsıza bed düâ etdiler. (Bed düâ etmeyiniz! Atımı ona halâl etdim) dedi. Zâlimin biri, büyüklerden birine zulm ederdi. Buna bed düâ et dediklerinde, o, bana değil, kendine düşmanlık etmekdedir. Kendine yapdığı bu zarar ona yetişir. Ayrıca bir zarar ilâve edemem buyurdu. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (İnsan, kendine zulm edene bed düâ eder. Böylece, hakkını, dünyâda almış olur. Belki, zâlimin hakkı da, kendine geçmiş olur).
6) Hırsıza acımalı, günâh işleyip azâba düşeceğine şefkat etmelidir. Kendinin zâlim olmayıp, mazlûm olduğuna şükr etmelidir. Dîninde noksân olacağına, malında noksânlık olduğuna sevinmelidir. Bir kimse, din kardeşinin günâh işlediğine üzülmezse, müslimânlara nasîhat ve şefkat etmemiş olur. Bişr-i Hâfînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” eşyâsını çaldılar. Ağlamağa başladı. Fudayl bin Iyâd, (Mal için ağlanır mı?) dedikde, (Mal için değil, hırsızın günâh işlediğini, kıyâmetde, bunun azâbını çekeceğini düşünüp ağlıyorum) dedi.
4 — Hastanın tedâvî olmasında ve ilâc kullanmasında tevekkül:
İlâc üç dürlüdür: Birinci kısm ilâcların te’sîri, fâidesi kat’îdir, meydândadır. Ekmeğin açlığı, suyun susuzluğu gidermesi böyledir. [Kinin bileşiklerinin sıtmaya, salicylatların rumatizmaya, aşı ve serumların, antibiyotiklerin ve sülfamidlerin de bakterilere karşı te’sîri böyledir. (İbni Âbidîn) “rahmetullahi aleyh” beşinci cild, 215. ci sahîfede diyor ki, (Ölmiyecek kadar ve nemâzı ayakda kılabilecek kadar yimek, içmek farzdır. Bu kadar yimemek büyük günâhdır. İlâc kullanmayıp ölürse, günâh olmaz. Çünki, ilâcın fâidesi kat’î değildir.) Görülüyor ki, fâidesi kat’î olan ilâcları kullanmak farz olmakdadır. Te’sîri kat’î olan sebeblere yapışmanın vâcib olduğu ve bunları kullanmayıp zarar görmenin günâh olduğu, Muhammed Ma’sûm Fârûkînin “rahmetullahi aleyh” yüzseksenikinci mektûbunda ve (Hadîka)nın üçyüzkırküçüncü sahîfesinde de uzun yazılıdır.] Yangını su ile söndürmek de böyledir. Te’sîri muhakkak olan bu gibi ilâcları kullanmamak tevekkül değil, ahmaklıkdır ve harâmdır.
İkinci kısm ilâcların te’sîri kat’î olmadığı gibi, zan ile de değildir. Fâide ihtimâli vardır. Efsûn ya’nî, fen yolu ile tecribe edilmemiş maddeler ve Kur’ân-ı kerîmden olmayan, ma’nâsız yazılar kullanmak ve ateşle dağlamak ve fal bakarak, uğurlu sanarak kullanılan şeyler böyledir. Tevekkül etmek için, bunları kullanmamak lâzımdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, bunları kullanmak, sebeblere fazla düşkün olmak alâmetidir. Bu üçünden, fâide ihtimâli çok olan [sağlam insanı] dağlamakdır. [Falcılık hakkında (Bey’ ve şirâ) risâlesi sonunda geniş bilgi vardır.]
Üçüncü kısm ilâclar, birinci ve ikinci kısm arasında olanlardır. Bunların fâideleri kat’î değilse de, fazla zan olunur. Damardan kan alma, deriden hacâmat yapmak, müshil almak, te’sîrleri şübheli olan [piyasada mevcûd yüzlerce] ilâcı kullanmak böyledir. Bunları kullanmamak, harâm değildir. Fekat, tevekkülün şartı da değildir. Çok kimseler için, bunları kullanmak dahâ iyidir. Ba’zan da, kullanmamak dahâ iyi olur. Tevekkül etmek için, bunları terk etmek lâzım değildir dedik. Çünki Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ey Allahın kulları! İlâc kullanın!) buyurdu. Bir kerre de, (Her hastalığın ilâcı vardır. Yalnız ölüme çâre yokdur) buyurdu. İlâc, kazâ ve kaderi değişdirir mi dediklerinde, (Kazâ ve kader, insana ilâcı kullandırır) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Bütün Meleklerden işitdim ki, ümmetine söyle, hacâmat yapdırsınlar. Ya’nî kan aldırsınlar dediler) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Arabî ayın onyedinci veyâ ondokuzuncu veyâ yirmibirinci günleri hacâmat olunuz ki, kan artarsa [ya’nî tansiyon yükselirse], ölüme sebeb olur) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlânın ölüme sebeb yapdığı hastalıklardan birisi, kanın artmasıdır) buyurdu. Tansiyon artınca kan aldırmak ve tansiyon düşürücü ilâc almak ve mikrop hastalıklarında, antibiyotikler ve sülfamidler ve başka antiseptikler kullanmak ve dezenfekte, ya’nî mikrop imhâsı yapmak ile, elbisedeki, yatakdaki akrebi, yılanı öldürmek ve yangını söndürmek arasında bir fark yokdur. Çünki, hepsi insanı öldüren şeydir. Tevekkül için, bunları terk etmek lâzım değildir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Sa’d bin Mu’âz “radıyallahü anh” için, fasd ya’nî damardan kan aldırmasını emr buyurmuşdu. Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” mubârek gözü ağrıdığı zemân da, tâze hurma yimemesini, pancar yaprağı, yoğurt ve pişmiş arpa yimesini söyledi. Suheyb-i Rûmînin “radıyallahü anh” gözü ağrıyordu. Bunu hurma yirken görüp, (Gözün ağrıdığı hâlde hurma yiyorsun) buyurdukda, ağrı olmıyan tarafda çiğniyorum demiş ve Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, bu cevâba gülmüş idi. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, her gece sürme sürerdi. Her ay hacâmat olurdu. Her sene ilâc içerdi. Vahy geldiği zemân, mubârek başı ağrırdı. Mubârek başına kına bağlardı. Bir yeri yara olsa, oraya kına kordu. Birşey bulunmadığı zemân, temiz toprak tozu ekerdi. Dahâ nice ilâc kullanmışdır. (Tıbbınnebî) ismindeki kitâblarda, bunlar yazılıdır. [Bu kitâblardan birini imâm-ı Celâleddîn-i Süyûtî “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazmışdır. (Mevâhib-i ledünniyye) ikinci cildinde de, oldukça geniş yazılıdır.]
Mûsâ “aleyhisselâm” hastalanmışdı. İlâcını söylediler. İlâc istemem, Allahü teâlâ şifâsını verir dedi. Hastalık uzadı ve ağırlaşdı. Bu hastalığın ilâcı meşhûrdur ve tecribe edilmişdir, az zemânda iyi olursunuz dediler. Hayır, ilâc istemem dedi ve hastalık artdı. O zemân vahy gelip, (İlâc kullanmazsan, şifâ ihsân etmem) buyurulunca, ilâcı içdi ve iyi oldu. Fekat kalbine birşey geldi. Vahy gelip, Allahü teâlâ buyurdu ki, (Sen tevekkül etmek için, benim âdetimi, hikmetimi değişdirmek istiyorsun. İlâclara, fâideli te’sîrleri kim verdi? Elbette ben yaratıyorum) buyurdu.
Peygamberlerden biri “aleyhimüsselâm” za’îflikden şikâyet etmişdi. Vahy gelip, (Et yi ve süt iç!)buyuruldu. Bir zemânın mü’minleri, çocuklarının çirkin olduğundan Peygamberlerine “sallallahü teâlâ aleyhim ve sellem” şikâyet etmişdi. Vahy gelip, (Ümmetine söyle, çocuğu olacak kadınlar, ayva yisin!)buyuruldu. Hâmile iken ayva, çocuk olunca hurma yirlerdi.
Bütün bu misâllerden anlaşılıyor ki, Allahü teâlâ, ilâcları, şifâ için sebeb yapmışdır. Ekmek ile suyu doyurmağa sebeb yapdığı gibi, ilâcları da, hastalıkları gidermeğe sebeb yapmışdır. Bütün sebebleri yaratan, bunlara te’sîr kuvveti veren, Allahü teâlâdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Mûsâ “aleyhisselâm”,Yâ Rabbî! Hastalığı yapan kimdir, hastalığı iyi eden kimdir, dedi. Cenâb-ı Hak, her ikisini de yapan benim, buyurdu. O hâlde, tabîbe ne lüzûm var deyince, onlar, şifâ için yaratdığım sebebleri bilir ve kullarıma verir. Ben de onlara, bu yoldan rızk ve sevâb veririm, buyurdu).
Görülüyor ki, tabîbe gitmeli, ilâc kullanmalıdır. Fekat, doktora ve ilâca güvenmemeli, şifâyı Allahü teâlâdan istemelidir. İlâc içip de iyi olmıyan, ameliyyât masalarında kalıp can veren az değildir.
FASL — Ateşle dağlamak, ba’zı yerlerde âdet hâlini almışdır. Hâlbuki, dağlamak, tevekkülü bozar. Hattâ islâmiyyet, bunu men’ etmişdir. Çünki, tehlükeli yaralara sebeb olabilir. Fâidesi de kat’î değildir. Dağlamanın fâidesi, başka ilâclarla da, te’mîn olunabilir. İmrân bin Husayn “radıyallahü anh” hastalandı. Dağlama yap dediler, yapmadı. Yalvardılar, dağladı ve iyi oldu. Sonra buyurdu ki, önce nûr görüyordum. Sesler duyuyordum. Melekler bana selâm veriyordu. Dağladıkdan sonra, bunlar olmadı. Çok tevbe ve istigfâr etdi. Cenâb-ı Hakkın, bunları tekrâr kendisine ihsân eylediğini, Mutrif bin Abdüllaha söylemişdi.
FASL — Ba’zan, ilâc kullanmamak dahâ sevâb olur ve bu, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize uymamak olmaz. Büyüklerimizden çoğu ilâc kullanmadı.
Süâl — İlâc kullanmamak kemâl olsaydı, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” ilâc kullanmazdı. Hâlbuki kullanmışdır.
Cevâb — İlâc kullanmamak için altı sebeb vardır:
1) Bir kimse, kalbi uyanık, keşf sâhibi olur. Ecelinin geldiğini anlar. İlâc kullanmaz. Nitekim doktorlar da, çabuk öleceği belli hastaya, ilâc ve perhîz vermiyor. Halîfe-i müslimîn, Ebû Bekr “radıyallahü anh” hasta olunca, (Tabîb getirelim) dediler. (Tabîb beni gördü ve ben, irâde etdiğimi yapacağım dedi) buyurdu.
2) Hasta âhıret korkusu içindedir. İlâc düşünmez ve istemez. Ebüdderdâ “radıyallahü anh” hasta olunca inledi. Sebebini sorduklarında, günâhlarımı düşünüp, inliyorum buyurdu. Birşey istiyor musun dediler. Allahü teâlânın rahmetini istiyorum buyurdu. Tabîb çağıralım mı dediler. Beni tabîb hasta yapdı buyurdu. Ebû Zer-i Gıfârînin “radıyallahü anh” gözü ağrıyordu. İlâc yapmaz mısınız dediklerinde, ondan dahâ mühim işim var buyurdu. Bunların hâli, birini i’dâm etmeğe götürürlerken buna, yolda, yiyecek birşey ister misin diye sormağa benzer ki, aç olsa bile yimek acabâ hâtırına gelir mi? Sehl bin Abdüllah-i Tüsterîye, gıdân nedir dediler. Hayy ve kayyûm olanın zikridir dedi. Sana, kuvvetini nerden alıyorsun diyoruz, dediler. İlmden dedi. Gıdân nedir dediler. Fikr ve zikrdir dedi. Vücûdü besliyen gıdâ maddesini soruyoruz dediler. Vücûdü düşünmeyip, rızkı göndereni düşünmekdir dedi.
3) Sebebi bilinmiyen müzmin bir hastalık olup, hasta, tesellî ilâclarını kullanmak istemez. Tıb bilgisi olmıyanlar, birçok ilâcları böyle sanır.
4) Ba’zısı da, hastalığın sevâbından mahrûm kalmamak için, iyi olmak istememiş, sabr etmek sevâbına da kavuşmak istemiş, ilâc kullanmamışdır. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Şübhe edilen altını, ateşle mu’âyene etdikleri gibi, Allahü teâlâ, insanları derd ile, belâ ile imtihân eder. Ba’zısı, belâ ateşinden hâlis olarak çıkar. Ba’zısı da, bozuk olarak çıkar). Sehl bin Abdüllah-i Tüsterî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, hastalara ilâc verir, kendisi ise kullanmazdı. Hastalığa sabr ederek, oturarak kılınan nemâz, sağlam olanın, ayakda kıldığı nemâzdan dahâ kıymetlidir, derdi.
5) Günâhı çokdur. Hastalık çekmekle günâhlarının afv edilmesini ister. Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki,(Sıtma hastalığı, insanın günâhlarının hepsini temizler. Dolu dânesinde toz olmadığı gibi, sıtmalının günâhı kalmaz). Îsâ “aleyhisselâm” buyurdu ki, (Hasta olup, musîbete, felâkete uğrayıp da, günâhları afv olacağı için sevinmiyen kimse, âlim değildir). Mûsâ “aleyhisselâm”, bir hastayı görüp: (Yâ Rabbî! Bu kuluna merhamet et!) dedikde, Allahü teâlâ: (Rahmetime kavuşması için, gönderdiğim sebebler içerisinde bulunan bir kuluma, nasıl rahmet edeyim. Çünki, onun günâhlarını, bu hastalıkla afv edeceğim. Cennetdeki derecesini, bununla artdıracağım) buyurdu.
6) Sıhhatin hep yerinde olması, Allahü teâlâyı unutmağa, Ona ısyân etmeğe, harâm işlemeğe sebeb olacağını düşünüp, hasta kalmağı ister. Allahü teâlâ, acıdığı kullarını derd ile, hastalık ile, gafletden uyandırır. Nitekim, bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Mü’minlerde, üç şeyden biri bulunur: Kıllet ya’nî fakîrlik, ıllet ya’nî hastalık, zillet, ya’nî i’tibârsızlık) ve buyurdu ki, (Allahü teâlâ buyurdu ki: Hastalık benim kemendim, tuzağımdır ve fakîrlik zındânımdır. Buralara sevdiklerimi sokarım). Sıhhat, günâh işlemeğe sebeb olur. Âfiyet hastalıkda olur. Alî “radıyallahü anh”, bir kalabalığı eğlence içinde görüp sordukda, bugün bayramımızdır dediler. Günâh işlemediğimiz günler de, bizim bayramımızdır buyurdu. Büyüklerden biri, rast geldiği birine, nasılsın dedikde, âfiyetdeyim dedi. O da, âfiyetde olduğun, günâh işlemediğin gündür. Günâh işlemekden dahâ tehlükeli hastalık yokdur buyurdu. Fir’avnın, herkesin kendine tapınmasını istemesine sebeb, dört yüz sene yaşamışdı. Bir kerre başı ağrımamış, ateşi olmamışdı. Bir kerre başı ağrısaydı, o saygısızlık hâtırına gelmezdi. Bir kimse, hasta olup tevbe etmezse, Azrâîl “aleyhisselâm” der ki, ey gâfil! Sana kaç def’a haberci gönderdim. Aklını başına toplama-dın. Büyükler buyurur ki, mü’mine kırk gün içinde, her hâlde üzüntü veyâ hastalık veyâ korku yâhud malına ziyân gelir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir hanımı nikâh ile alacakdı. Bu kadın hiç hasta olmamışdır diye medh etdiler. Almakdan vaz geçdi. Birgün baş ağrısını söyliyordu. Bir köylü: Baş ağrısı nasıl olur? Benim başım hiç ağrımadı deyince, (Benden uzak ol! Cehennemlik görmek istiyen, buna baksın) buyurdu. Âişe “radıyallahü anhâ”, şehîdlerin derecesine yükselen olur mu? deyince: (Hergün yirmi kerre ölümü düşünen kimse, şehîdlerin derecesini bulur) buyurmuşdu. Şübhesiz, hastalar, ölümü çok hâtırlar. İşte, bu altı sebebden dolayı, ba’zıları ilâc kullanmamışdır.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bu sebeblere muhtâc olmadığı için ilâc kullanırdı.
(Dürr-ül-muhtâr)da ve bunu açıklıyan (İbni Âbidîn)de (Sular) kısmı sonunda buyuruyor ki: (Harâm olan şeylerin ilâc olarak içilmesi, bunun hastaya iyi geleceği bilinirse ve halâl olan ilâc bulunmazsa, câiz olur. (Buhârî)deki hadîs-i şerîfde, (Allahü teâlâ, harâm olan şeylerde, size şifâ yaratmamışdır)buyurulmuşdur. Bunun ma’nâsı, şifâsı olduğu tecribe edilen harâm maddeler, ilâc için halâl olur, demekdir. Nitekim, susuzlukdan ölecek kimseye, ölümden kurtaracak kadar şerâb içmek halâl olur. Harâm olan şeyde, şifâ bulunması, mütehassıs olan müslimân bir doktorun söylemesi ile anlaşılır. Yalnız, domuz eti ve yağı, şifâsı bulunsa da, ilâc olarak da kullanılmaz). Muhammed Zerkânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”,(Mevâhib-i ledünniyye) şerhi, sekizinci maksadda diyor ki, (Hadîs-i şerîfde, tedâvî olunuz buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfe göre, ölüme veyâ bir farzı terk etmeğe mâni’ olacak tedâvî ve kalb hastalıklarının tedâvîsi farzdır. Başka hastalıkların tedâvîsi sünnetdir.)
(Tâtârhâniyye)de diyor ki, (Başka çâre olmayınca, ölümden kurtulmak için ameliyyât olmak câizdir.)
Son söz olarak deriz ki, hastalık sebeblerinden kaçınmak, tevekküle mâni’ değildir. Halîfe Ömer “radıyallahü anh”, Şâma gidiyordu. Şâmda tâ’ûn [ya’nî vebâ hastalığı] olduğu işitildi. Yanında bulunanların ba’zısı, Şâma girmiyelim dedi. Bir kısmı da, Allahü teâlânın kaderinden kaçmıyalım dedi. Halîfe de, Allahü teâlânın kaderinden, yine Onun kaderine kaçalım, şehre girmiyelim. Birinizin bir çayırı ile, bir çıplak kayalığı olsa, sürüsünü hangisine gönderirse, Allahü teâlânın takdîri ile göndermiş olur buyurdu. Abdürrahmân bin Avfı “radıyallahü anh” çağırıp, sen ne dersin? buyurdukda, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” işitdim. (Vebâ olan yere girmeyiniz ve vebâ olan bir yerden, başka yerlere gitmeyiniz, oradan kaçmayınız!)
buyurmuşdu, dedi. Halîfe de, elhamdü-lillâh, benim sözüm, hadîs-i şerîfe uygun oldu deyip, Şâma girmediler. Vebâ bulunan yerden dışarı çıkmanın yasak edilmesine sebeb, sağlam olanlar çıkınca, hastalara bakacak kimse kalmaz, helâk olurlar. Vebâlı yerde, kirli hava [ya’nî mikroblu hava, vebâ basilleri], herkesin içine yerleşince, kaçanlar, hastalıkdan kurtulamaz [ve hastalığı başka yerlere götürmüş, bulaşdırmış olurlar]. Hadîs-i şerîflerde buyuruluyor ki, (Vebâ hastalığı bulunan yerden kaçmak, muhârebede kâfir karşısından kaçmak gibi, büyük günâhdır). [Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh”(Fütûhât-ül-mekkiyye) kitâbında (Kazâ, belâ) bahsinde, (Belâlardan, tehlükelerden, gücünüz yetdiği kadar sakınınız. Çünki, tâkat getirilemiyen, dayanılamıyan şeylerden uzaklaşmak, Peygamberlerin âdetidir) buyurmakdadır. Eceli gelen hastanın ölmesine mâni’ olunamaz. Ancak, ölüm hastasının istigfâr okuması, hastalığın veca’larını gidereceği (Mektûbât-ı Ma’sûmiyye) ikinci cild, 80.ci mektûbunda yazılıdır. Bu mektûb, (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbımızda mevcûddur.]
(Redd-ül-muhtâr) beşinci cild sonunda ve (Bezzâziyye) fetvâsında diyor ki, (Kapalı yerde iken zelzele olursa, oradan açık bir yere kaçmak müstehabdır).
FASL — Tevekkül etmek için, hastalığını herkese bildirmemek lâzımdır. Bildirmek ve şikâyet etmek mekrûhdur. Yalnız fâidesi olacaklara, [meselâ, doktora söylemek] veyâ aczini, zevallılığını bildirmek için söylemek mekrûh olmaz ve tevekkülü bozmaz. Nitekim Alî “radıyallahü anh” hastalanmışdı. Nasılsın, iyi misin dediklerinde, hayır dedi. Şaşıp birbirlerine bakışdılar. (Allahü teâlâya aczimi gösteriyorum) buyurdu. Bu söz onun hâline lâyık idi. O cesâret ve kuvveti, yeğitliği ile, aczini biliyordu ve (Yâ Rabbî! Bana sabr ihsân et!) derdi. Tevekkülün kıymeti, (Cevâb Veremedi) kitâbının 144.cü sahîfesinde yazılıdır.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Allahü teâlâdan âfiyet isteyiniz. Belâ istemeyiniz!). Hastalığı herkese söyleyip, hâlinden şikâyet etmek harâmdır. Şikâyet niyyeti ile değilse harâm olmaz. Fekat, söylememek iyidir. Çünki, çok söyleyerek, şikâyet şeklini alabilir.
Hindistânda bulunan islâm âlimlerinin büyüklerinden Muhammed Bâkîbillah buyuruyor ki, (Tevekkül, sebeblere yapışmayıp, tenbel oturmak değildir. Çünki, böyle olmak, Allahü teâlâya karşı edebsizlik olur. Müslimânın, meşrû’ olan bir sebebe yapışması lâzımdır. Sebebe yapışdıkdan, çalışmağa başladıkdan sonra tevekkül edilir. Ya’nî istenilen şey, bunun hâsıl olmasına sebeb olan şeyden beklenilmez. Çünki, Allahü teâlâ sebebi, istenilen şeye kavuşdurmak için, bir kapı gibi yaratmışdır. Birşeyin hâsıl olmasına sebeb olan işi yapmayıp da, sebebsiz olarak gelmesini beklemek, kapıyı kapayıp pencereden atılmasını istemeğe benzer ki, edebsizlik olur. Allahü teâlâ, ihtiyâclarımıza kavuşmamız için kapıyı yaratmış ve açık bırakmışdır. Onu kapamamız doğru değildir. Bizim vazîfemiz kapıya gidip beklemekdir. Sonrasını O bilir. Çok zemân kapıdan gönderir. Dilediği zemân da pencereden atarak verir). Bâkî-billahın bu sözü(Berekât) kitâbında yazılıdır. Görülüyor ki, çalışmayıp, boş oturup, tevekkül ediyorum demek câiz değildir. Tesavvuf büyükleri, çalışmağa, sebebe yapışmağa başlayıp, bundan sonra tevekkül etmeli demişlerdir.
Hindistânın büyük âlimlerinden Mazher-i Cân-ı Cânân “kuddise sirruh”, onüçüncü mektûbunda diyor ki, cebr ve ihtiyâr üzerinde âlimlerimiz çok şey yazdılar ise de, insanın zihnine yine şübheler gelmekdedir. Çünki akl, din bilgilerinden ba’zılarını anlıyamıyor. Eğer anlasaydı, insanların işlerinin fâideli ve iyi olması için, Peygamberlere vahy gönderilmesine lüzûm ve ihtiyâc olmazdı. İnsanda tam ihtiyâr vardır demek, ya’nî insan her dilediğini yapar demek ve insanın elinde birşey yokdur, kazâ ve kaderde olanı yapmağa mecbûrdur demek, kitâba ve sünnete inanmamak olur. Çünki, insanların amellerini de, cesedlerini de, ya’nî maddelerini de, işlerini, hareketlerini de Allahü teâlâ yaratmakdadır. Böyle olunca, tam ihtiyâr vardır denilebilir mi? Cebr ile, zorla yapdırılan iş için hesâba çekmek de zulm olur. Allahü teâlâ zulm yapmaz. O hâlde, insan mecbûrdur demek, nasıl doğru olabilir? İnsanların işlerinin bir titreme gibi cebren yapılmadığı meydândadır. İlm, irâde ve kudretimiz ile yapılmakdadırlar. İnsanın ihtiyârı [istekli hareketi], her üçünden hâsıl olmakdadır. Fekat, insanda bu üçünün hâsıl olması, insanın ihtiyârı ile değildir. Allahü teâlâ dilediği zemân, bunları insana gönderir. Cebr de, bu kadardır. İnsanda tam ihtiyâr ve tam cebr olmadığı için, insanın hareketleri, bu ikisinin arasında hâsıl olmakdadır. İşlerin böyle yapılmasına (Kesb) denir. İnsanın kesb etdiği işlerinde bu kadarcık ihtiyârın bulunması, Allahü teâlânın teklîflerine [emr ve yasaklarına] sebeb olmuşdur. İhtiyârımız za’îf, az olduğu için de, teklîfler hafîf olmuş, Allahü teâlânın mü’minlere olan rahmet sıfatı, onların âsîlerine olan gadab sıfatını aşmışdır. Diğer sıfatlarından hiçbiri, ötekilerini aşmış değildir. Allahü teâlânın fi’lleri de, ilmi, irâdesi ve kudreti ile olduğu için, bu bakımdan kulların işlerine benzemekdedir. Böyle işlerden dolayı, kullarını hesâba çekmesi adâlete uymuyor denilemez.
[TENBÎH: Ölümden evvelki hayâta (Dünyâ hayâtı), ölümden sonraki hayâta (Âhıret hayâtı) denir. Âhıret hayâtı üçe ayrılır: Mezârdan kalkıncaya kadar, (Kabr hayâtı), tekrâr dirildikden, Cennete veyâ Cehenneme gidinceye kadar, (Kıyâmet hayâtı), üçüncüsü (Cennet ve Cehennem hayâtı)dır. Dünyâda yapılan her işden ve düşünceden, dünyâda ve âhıretde fâide veyâ zarar hâsıl olur. Fâide hâsıl olanlara (Hayr), zarar hâsıl olanlara (Şer) denir. Allahü teâlâ, hayrları, şerlerden ezelde ayırmışdır. Bunlar, birbirleri ile hiç karışmaz. Bu ayırmağa, (Kazâ) ve (Kader) denir. Kazâ, kader hiç değişmez. Allahü teâlâ hayr ve şer işlemekde insanları serbest bırakdı. İsteyen hayr işler, isteyen şer işler. Allahü teâlâ, merhamet ederek, hangi işlerin hayr, hangi işlerin şer olduğunu, Peygamberler vâsıtası ile kullarına bildirir. İnsanlar da, bunları, Peygamberlerden, aklları ile, ilmleri ile öğrenirler. Akl ve ilm sâhibleri akla, ilme uyarak, hayr işler. Aklı ve ilmi olmıyan ahmaklar, câhiller, nefslerine ve şeytânlara uyarak, şer ya’nî günâh işleyerek, dünyâda ve âhıretde azâba sürüklenir. Görülüyor ki, Peygamberlerin emrleri, ya’nî dinler, Allahü teâlânın ni’meti, büyük ihsânıdır. İslâmiyyete uyanlar, Cennete gidecekler, uymıyanlar Cehenneme gideceklerdir.]
Bir kişide olmasa ger vecd-ü hâl,
eylese islâmiyyete o imtisal.
Dâimâ bid’atleri terk eylese,
ehl-i sünnetden hiç ayrılmasa.
O kişi, ehl-i se’âdetdir hemân,
şer’i pâke iyi sarıl, ey civân.
Ger islâmiyyetsiz olursa vecd-ü hâl,
ehl-i istidrâc olur, ol bed fi’al.
Uçsa da, aldanma öyle şeylere,
kes kanâdı, tâ ki düşsün yerlere.
Anlara aldanma, îmânın gider,
şer’i pâki tutmıyan bulmaz zafer.
-
121:20 minutes ( 27.77 MB)
.
|
|
Bugün 494 ziyaretçi (652 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|