ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor: Allahu Teâlâ’nın yüz rahmeti vardır. Bunlardan birini insanlar, cinler, hayvanlar ve haşarat arasına indirmiştir. İşte onlar bu nedenle birbirlerine sevgi ve merhamet ederler. Vahşi hayvan da bununla yavrusuna şefkat eder. Allahu Teâlâ doksan dokuz rahmetini (âhirete) erteledi ki, onunla kıyâmet günü kullarına merhamet eder. (Buhârî-Müslim-Tirmizî-İbni Mâce)
Dünya, ay, güneş ve yıldızlar arası denge, çekim gücüne bağlı olduğu gibi toplumlar arası denge de merhamet duygusuna bağlı olduğundan, Yüce Allah rahmetinin yani merhametinin % 99 unu âhirete ertelerken, % 1 ini de insanlar, cinler, hayvanlar ve haşaratlar arasında taksim etmiştir. İşte Yüce Allah’ın sonsuz ve sınırsız rahmetinin yüzde biri ile ana-baba evlâdına bakar, kedi köpek yavrusunu emzirir, ana kuş yuvadaki yavrusuna yem taşır ve yırtıcı hayvanlar yavrusunu korumak için birbirine saldırır. Merhamet duygusu canlılar arası bir denge unsuru olduğundan,
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor: Küçüklere merhamet etmeyen ve büyüklerin hakkını bilmeyen (saygı göstermeyen), bizden değildir. (Ebû Dâvûd)
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor: Merhamet edene, Rahman (olan Allah) da merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki, göktekiler (melekler) de size merhamet etsin. (Tirmizî-Ebû Dâvûd-Ahmed İbni Hanbel)
Evet merhamet etmeyene, merhamet edilmez. Neden mi? Yüce Allah buyuruyor: İyiliğin karşılığı, ancak iyilik değil midir? (Rahman, 60) Kim eşine, çevresine, yakınlarına, dostlarına ve din kardeşlerine sevgi ve merhametle yaklaşırsa kuşkusuz onlar da ona sevgi ve merhametle yaklaşır ve toplumsal düzen sağlanır. Kim de çevresine ve yakınlarına acımasızca kin ve nefretle yaklaşırsa, onlar da ona aynı şekilde yaklaşır ve sonuçta toplumsal düzen bozulur ve güven ortamı sarsılır.
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor: Merhamet edin ki, size de merhamet edilsin. Bağışlayıcı olun ki, Allah da sizi bağışlasın. (Beyhakî-Ahmed İbni Hanbel) Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor: Kim bir serçe kuşuna bile merhamet etse, Allah da kıyâmet günü ona merhamet eder. (Taberânî)
Merhametin farklı boyutları
Eşler arası merhamet Yüce Allah buyuruyor: (Birbirinize ısınıp) kaynaşmanız için (Allah’ın) size kendi (cinsi) nizden eşler yaratması, aranıza sevgi ve merhamet koyması O’nun (kudretinin) alâmetlerindendir. Kuşkusuz bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır. (Rûm, 21)
Sevgi ve merhamet, eşler arası mutluluğun ve aile düzeninin mânevî şifreleridir. Eşler sağlıklı olup moralleri de iyi olduğu zaman birbirlerine sevgi ile yaklaşırlarsa, yuvada huzur ve çocukların psikolojisi düzgün olduğu gibi, Dertli, kederli ya da sağlık sorunları olduğu zaman da birbirlerine merhamet ile yaklaşırlarsa, yuvada yine huzur, çocukların psikolojisi düzgün, dünyaları ve âhiretleri mutlu olur.
Ana-babaya merhamet ve dua Yüce Allah buyuruyor: Onlara (ana-babana) merhamet ederek tevâzu kanadını ger ve: “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni (bakıp) yetiştirdikleri gibi (şimdi) sen de onlara merhamet et” de. (İsrâ, 24) Ana-babaya her zaman, özellikle yaşlılık dönemlerinde merhamet edip şefkat duygusu ile yaklaşmak ve onları böbürlenerek değil, tevâzu kanatları ile koruma altına almak Rabbimizin emri olduğu gibi “Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni (bakıp) yetiştirdikleri gibi (şimdi) sen de onlara merhamet et” diye dua etmek de Rabbimizin emridir.
Din kardeşleri arasında merhamet Yüce Allah buyuruyor: Muhammed Allah’ın Resûlü’dür. Onunla beraber olanlar, kâfirlere (din düşmanlarına) karşı çok şiddetli, kendi aralarında ise çok merhametlidirler. (Fetih, 29)
Din kardeşliği; gen kardeşliğinden daha faziletli, müslümanlar arası birlik, dayanışma ve kişisel çıkarlardan çok daha üstün olduğundan, müslümanlar birbirine merhamet ve hoşgörü ile yaklaşmalı, ufak tefek olumsuzlukları büyütüp din kardeşliği ilkesine zarar vermemelidir.
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor: Sattığı zaman, aldığı zaman ve alacağını istediği zaman (merhamet edip) kolaylık gösterene, Allah rahmet (merhamet) etsin. (Buhârî-İbni Mâce)
Günlük hayatımızın ayrılmaz bir parçası olan alım, satım ve borçlanma işlemleri merhamet sınırını aşıp kişisel çıkarlara dönüşürse, güven ortamı kalkar ve toplumsal denge-düzen bozulur. Bu nedenle Peygamberimiz (s.a.v.) “Sattığı zaman, aldığı zaman ve alacağını istediği zaman (merhamet edip) kolaylık gösterene Allah rahmet (merhamet) etsin” diye dua ediyor.
Sabır ve merhameti tavsiye Yüce Allah buyuruyor: Fakat o (insan), sarp yokuşu aşamadı (sınavı kazanamadı). O sarp yokuş nedir bilir misin? Köle azat etmek ya da açlık günlerinde yakını olan yetimi veya aç olup açıkta kalan bir yoksulu doyurmaktır. Sonra îman edenlerden, birbirlerine sabrı ve merhameti tavsiye edenlerden olmaktır. (Beled, 11-17)
Müslümanların kendileri tokken aç ve açıkta olanları düşünmeleri, kendileriçoluk çocuklarının başında ve eşleri ile aynı yatakta yatarken, haksız yere cezaevlerinde ve İsrâil zindanlarında yatanları kurtarmak için yılmadan olağanüstü bir çaba sarfetmeleri, sabır ve merhamet duygusuna bağlı olduğundan, Yüce Allah “Sonra îman edenlerden, birbirlerine sabrı ve merhameti tavsiye edenlerden olmaktır” buyuruyor.
Yüce Allah buyuruyor: Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Halbuki onların dünya hayâtında aralarındaki geçim (rızık) larını biz taksim ettik. (Toplumsal dengenin gereği) birbirlerine işlerini gördürmeleri için bazısını bazısına (farklı) dereceler (ve farklı yetenekler) le üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirip yığdıklarından daha hayırlıdır. (Zuhruf – 32) Madde ötesi âlemlerdeki varlıkları sadece bir “OL” emri ile ve madde âlemindeki varlıkları da zincirleme sebepler kuralı doğrultusunda yaratan Allah, Madde âlemindeki denge-düzenin gereği aynı kovanda yaşayan arıları bile farklı özellikler ve farklı yeteneklerle yarattığı gibi, toplumsal dengedüzenin gereği insanları da farklı özellikler ve farklı yeteneklerle yaratmış ve bazı insanları mal, mülk, makam ve yetki açısından diğerlerinden üstün kılmıştır. Neden mi? Tek bir binanın yapımı için bile, mimar, mühendis, hafriyatçı, kalıpçı, demirci, betoncu, duvarcı, sıvacı, sucu, elektrikçi, doğramacı, camcı, fayansçı ve boyacı gibi farklı özelliklere ve farklı yeteneklere sahip insanlar gerektiğinden, Yüce Allah insanları fiziksel ve beyinsel açıdan farklı özelliklerle yaratmış ve toplumsal düzene katkıda bulunmaları için farklı yetenekler vermiştir. Eğer Yüce Allah insanların hepsini fiziksel ve beyinsel açıdan tek tip varlıklar olarak yaratsaydı, doğal olarak herkes aynı işi yapacağından toplumsal düzen kurulamaz, insanlar birbirinden yararlanamaz, yatırımlar yapılamaz, büyük işler başarılamaz ve devlet düzeni bile kurulamazdı. İşte kim Yüce Allah’ın verdiği yeteneklere ve taksimde payına düşen işe, aşa razı olup başkalarının işinde, aşında ve yaşantısında gözü olmasa, buna Kanaat denir. Kanaat eden kimse gönül huzuru ile dünyada rahat yaşar ve âhiret âleminde o güzelim cennete kavuşur, Kim de Yüce Allah’ın verdiği yeteneklere ve taksimde payına düşen işe, aşa razı olmayıp başkalarının işinde, aşında ve yaşantısında gözü olsa, buna Hırs denir. Hırslı (ihtiraslı) kimsenin gönlü daralır, dünyası kararır ve âhireti felâket olur. Bu gerçekler karşısında Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın; “Görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler” ve Yunus Emre’nin; “Kimi atlas libas giyer, şükür bize aba düştü” diye taksimde payımıza düşen işe, aşa ve yaşantıya razı olmanın dışında elimizden ne gelir ki! Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor: Allah’ın size verdiği nimeti küçümsememeniz için (yaşantısı) sizden aşağı olanlara bakın, sizden daha üstün olanlara bakmayın! (Müslim – Tirmizî – İbni Mâce – Ahmed İbni Hanbel) Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor: Allah’ın sana taksim ettiği rızka razı ol ki, insanların en zengini olursun. (Tirmizî) Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor: Gerçek zenginlik mal çokluğu ile değil, gönül zenginliği iledir. (Buhârî) Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor: Aza kanaat etmeyen, çok mala da doymaz. (Beyhakî) Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor: İnsanoğlunun iki vadi dolusu altını olsa, (kanaat etmeyip) üçüncüsünü de ister. Onun gözünü ancak (kabre girince) bir avuç toprak doyurur. (Buhârî) Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor: İnsan yaşlansa da, onun iki duygusu sürekli genç kalır. Biri çok kazanma (mal edinme ve belirli makamlara gelme) hırsı, diğeri de çok yaşama hırsıdır. (Buhârî – Müslim) Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor: Kim yaptığı bir işten geçimini sağlıyorsa, ona devam etsin. (Beyhakî) Ahmet Tomor Hocaefendi – ihvanlar.net
Mervan b. Ebu Hafsa, cimriliğinden et yemiyordu. Ta ki, fazlasıyla iştahı çekinceye kadar… Fazlasıyla iştahı çektiği zaman hizmetçisini gönderir, bir baş aldırır, baş yerdi. Kendisine denildi ki: -Ne oluyor? Yaz kış daima baş yediğini görüyoruz? Neden böyle yapıyorsun? –Ben başın fiyatını biliyorum. Hizmetçinin bana ihanet edeceğinden eminim. Başta beni kandırmaya gücü yetmiyor ve bir de baş, hizmetçinin pişirip de ondan yiyeceği birşey değildir. Çünkü eğer hizmetçi bir gözüne, veya kulağına veya yanağına dokunsa derhal anlarım. Bir de baştan birkaç çeşit et yiyorum. Gözü bir çeşit, kulağı diğer bir çeşit, dili bir çeşit. Hulkumu bir çeşit, beyni başka bir çeşit! Bütün bunlarla beraber pişirmek masrafından da kurtulmuş oluyorum. İşte benim için başta bu kadar faydalar vardır. Bundan dolayı baş yiyorum. Aşırı mal tutkusundan dolayı gerekli yerlerde harcama yapmayanlara cimri denir. Cimrilik, nefs-i emmâreden kaynaklanan, şeytan tarafından desteklenen ve arınılması gereken mânevî bir hastalıktır. Allah’u Teâlâ (Celle Celaluhu) bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Kim ki nefsinin cimriliğinden kurtulursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr 9) Cimrilik çoğu zaman kişinin kazandığı malı kaybetme korkusundan ileri gelir. Genel olarak baktığımız zaman fakir kimseler daha cömert olmaktadır. Çünkü fakirin bir şey kaybetme korkusu yoktur. Zenginin ise kazandığı malı kendi kendine var etmişçesine kaybetme korkusu vardır. Bu korku çoğunlukla hayır işlerinde zuhur eder. Rabbimiz, Kur’an-ı kerimde bu “kaybetme korkusunun” şeytandan gelen bir vesvese olduğunu, şeytanın insana “fakirliği” vaad ettiğini şöyle beyan ediyor: “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size fuhşiyatı (cimriliği) telkin eder. Allah size katından bir mağfiret ve bir lütuf vadeder. Allah, her şeyi ihata eden ve herşeyi bilendir.” (Bakara 268) Savfetü’tefasir adlı eserde bu ayetin tefsiri şöyle naklediliyor: “Şeytan, sadaka verdiğiniz takdirde fakir düşersiniz diye sizi korkutur, sizi cimriliğe ve zekat vermemeye teşvik eder. Allah ise, uğrunda yaptığınız harcamaya karşılık günahlarınızı bağışlamayı ve harcadığınızın yerine ondan daha fazlasını vermeyi va’d eder Allah’ın fazlı ve ikramı, çoktur, övgüye lâyık olanı bilir.” Ayet-i Kerimede de görüldüğü üzere şeytan, insanı fakirlikle korkuttuğu gibi üzerine cimriliği de telkin ediyor, Allahu Teâla ise mağfiretini ve lütfunu vaad ediyor. Bu ikisi arasında seçim yapmak kişiye kalıyor. Bu gerçeği hayır yapma fırsatı önümüze geldiği zaman hepimiz idrak ederiz. Şeytanın fısıltıları adeta kalp kulaklarımızı çınlatır: “Çok verme, başka bir ihtiyacına harcarsın!” Hâlbuki nefsimiz konu olunca bırakın cimriliği israftan bile kaçınmıyoruz. Mesela arabamızın modelini yükseltmek, daha yeni aldığımız telefonu son çıkanıyla değiştirmek, evimizin bize eskimiş gibi görünen ama birçok insanın ulaşamadığı taze mobilyaları yenilemek için bir servet harcıyoruz. Hayra davet edildiğimizde bozuk paralar arasından en küçüklerini seçen bizler konu gösteriş ve riya gibi nefsani duygular olunca har vurup harman savuruyoruz. Çünkü israf da cimrilik gibi şeytanın emirlerinden bir emirdir ve Allahu Teala tarafından yasaklanmıştır: “Yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü o, israf edenleri sevmez.” (Araf 31) Rabbimiz bu kötü huyu insanlardan almak ve toplumsal dayanışmayı kuvvetlendirmek için de zekat müessesini kurmuştur. Zekat, zengin cimriye cömertliği tattıran ilahi bir nimettir. Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de bu konuda çarpıcı uyarılarda bulunmuş, ümmetini cimrilikten men etmiştir. Cimrilik helaka sebep olmuştur: “Cimrilikten sakınınız. Çünkü cimrilik, sizden önceki milletleri helâk etmiştir. “ Cimrilik malın telefine sebep olur: “Her sabah gökten iki melek iner. Birisi: -İlâhi İnfak edene karşılığını ver; diğeri: -Allah’ım! Cimrilik edene de telef ver (malını yok et), diye dua ederler. ” (Riyazü’s-Salihin, I, 253). Cimriyi kimse sevmez: “…Cimri kişi Allah’a uzak, Cennet’e uzak, insanlara uzak ve Cehennem ateşine yakındır” (Tirmizî, Birr, 40) Yahya b. Muaz da şöyle demiştir: “Kötü kimseler olsalar bile, cömertler için herkesin kalbinde bir sevgi vardır. İyi olsalar bile, cimrilere karşı herkesin kalbinde yalnız nefret vardır.” Değerli Kardeşlerimiz! Cimrilik tutumluluk olmadığı gibi tutumlulukta cimrilik değildir. Rabbimiz: “Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır ve çaresiz kalırsın” (İsra 29) buyurmaktadır. Dolayısıyla tutumlu olmak ve cimrilik arasında ince bir çizgi vardır. Tutumluluk iktisad etmek ve israfın önüne geçmek manasına geldiği halde cimrilik gerektiği yerde harcama yapmamak ve hayır işine çağırıldığı zaman elindeki imkanı kullanmamak demektir. Allahu Teala şöyle buyurmaktadır: “İşte sizler, Allah yolunda harcama yapmaya dâvet olunuyorsunuz. İçinizden bazıları cimrilik ediyor. Gerçekte kim cimrilik ederse, ancak kendisine cimrilik etmiş olur. (Muhammed – 38) Ayeti kerimede de açıkça görülmektedir ki, mal varlığı yerinde olan insan Allah yolunda hayra davet edildiği zaman icabet etmelidir. Bu davete icabet etmemek cimrilik olarak nitelendirilmiştir. Allah yolunda harcama yapmak, yakınları ve yoksulları gözetmek gerçekte âhiret yatırımı olduğu için cimrilik yapanlar ancak kendilerine cimrilik etmiş olurlar. “Allah’ın verdiklerinden cimrilik edenler, sakın bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar bilakis bu onların kötülüğünedir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır. Allah işlediklerinizden haberdardır. “ (Âl-i İmrân, 3/180). Çünkü öldükleri an, cimrilik ettikleri malların hepsi dünyada kalacak, vârisleri kavga dövüş onları paylaşacak ve cimrilik eden de mahşerde hava alacak. Ancak, yağmurdan kaçarken doluya yakalanmamak için, Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Akrabaya, yoksula ve (yolda kalmış) yolcuya hakkını ver. (Sakın ha!) gereksiz yere de (malını) saçıp savurma! Çünkü gereksiz yere saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür. (İsrâ – 26 – 27) Hücrelerin çekirdeğindeki kromozomlardan, atomların çekirdeğindeki nötronlara ve protonlara kadar her şeyi belirli bir denge kanununa bağlayan Rabbimiz, verilmesi gereken yere vermeyip cimrilik yapmayı da ve gereksiz yere malı saçıp savurmayı da yasaklıyor ve bize ikisinin arasında bir denge kurmamızı tavsiye ediyor. (Allah’ın gerçek kulları) harcamalarında ne israf, ne de cimrilik ederler, ikisi arasında bir denge kurarlar. (Furkan – 67) Akrabalar, komşular ve din kardeşleri arasında denge kurmak gerektiği gibi, cimrilik ile savurganlık arasında da denge kurmak gereklidir ve bu dengeyi kuranlar Allah’ın gerçek kullarıdır. Cimriliğin sebebi mal sevgisidir. Mal sevgisinin de iki sebebi vardır. Bir – Onlardan biri, uzun emelle beraber ancak mal ile elde edilen şeyleri sevmektir. İnsanoğlu birgün sonra öleceğini bilse çoğu zaman malıyla cimrilik yapmaz. Çünkü birgün veya bir ay veya bir sene muhtaç olacağı miktar yakındır. Eğer kısa emelli olmasına rağmen çocukları varsa, çocuklar uzun emelin yerine kaim olur. Çünkü kişi onların geride kalacaklarını, kendi nefsinin kalacağı gibi takdir eder, onlar için mal toplar ve bunun için de İki – İkinci sebep, malın bizzat kendisini sevmesidir; zira insanların bir kısmı vardır ki ömrünün geri kalan kısmında kendisine yetecek kadar malı vardır. Eğer normal infak etse bile geride binlerce dirhemi kalacaktır. Kendisi çocuksuz bir ihtiyar olduğu halde beraberinde birçok mal vardır. Fakat nefsi, zekâtı vermeye bile tahammül etmemektedir. Hastalık anında kendisini tedavi etmeye razı olmamaktadır! Para ile taş arasında fark gören bir kimse cahildir. Ancak para ile ihtiyaç yerine getirilir. İşte farkı bu kadardır. Bu bakımdan ihtiyaçtan fazla olanı taş mesabesindedir. Her hastalığın tedavisi ancak onun sebebinin zıddı iledir. Bu bakımdan şehvet sevgisini, aza kanâat etmekle ve sabırla tedavi etmelisin. Çünkü uzun emeli, ölümü çok hatırlamakla, akran ve emsâlinin ölümüne bakmakla tedavi edersin. Mal toplamak sevgisini, mal toplayanların yorgunluklarına ve onlardan sonra malın zâyi olmasına bakmakla tedavi edebilirsin. MANEVİ CİMRİLİK Maddi cimriliğin yanında beyan etmemiz gereken bir de manevi cimrilik vardır. Petgamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu konuda şöyle buyurmuştur: “Gerçek cimri, yanında adım anıldığı halde bana salâvât-ı şerîfe getirmeyendir. (Tirmizî) Peygamberimizin adı anıldığında salâvât-ı şerîfe getirmeyen, Allah’ın adı anıldığında celle celâlühü ya da celle şânühü gibi ta’zim içeren bir söz söylemeyen, erkek sahabenin adı anıldığında radıyallahü anhü ve kadın sahabenin adı anıldığında radıyallahû anhâ demeyen, evliyaların ve sâlih kimselerin adı anıldığında rahmetullahi aleyh (r.a) demeyenler de mânevî cimrilerdir. Bu konuda da dikkatli olmamız ve özellikle Peygamberimizin isminin anıldığı yerde salavat getirmekten geri durmamamız gerekmektedir. SONUÇ OLARAK Sonuç olarak cimrilik Allahu Teala ve Resulü tarafından çirkin görülen, insanın içine düşebileceği en ağır manevi hastalıklardan, en kötü huylardan birisidir. Ahiretini düşünen Müslüman bu hastalığın tedavisi için çaba sarfetmilidir. Mü’min sabırsızlığı sabırla; unutkanlığı zikirle; nankörlüğü şükürle; isyanı tâatla; cimriliği cömertlikle; şüpheyi yakîn ile; riyâyı ihlâs ile; günâhı tevbeyle; yalanı doğrulukla; gafleti tefekkürle bertaraf ederek Allâh’a güzel bir kul olmaya çalışmalıdır. İnsan öncelikle kendisine zenginliği verenin ve her an alabilecek olanın Allahu Teala olduğunun idrakinde olmalı. Ölümün hiç beklemediği bir anda yakasına yapışarak onu bu maldan ayırabileceğini unutmamalı. Öldüğü takdirde cimrilik ettiği malın kendisine “hüsran”dan başka bir şey getirmeyeceğini, sadece ve sadece Allah için sarfettiği malın kendisine yoldaş olacağını düşünmeli ona göre hal ve tavırlarına çekiz düzen vermelidir. Cimrilik bireysel ve toplumsal bir afettir…
İdrak, zeka, ilim, tecrübe, kalp ile görme, doğru ve ölçülü bakış, uzağı görme, kavrayış, feraset. Başımızdaki göze basar, kalp gözüne de basîret denir. (Rağıb el-ısfahânî, el-Müfredat, 49). Buna göre basîret; kalp gözüyle görüş, işin iç yüzüne nüfuz etmek bir şeyin içini -dışını, önünü- sonunu, aslını ve hakikatini bilmektir. Bu nedenle basîret-i kalp, kalp uyanıklığı; basîretsiz,gafil, basîreti bağlanmak gaflette bulunmak anlamına gelir. Basîret ilâhî bir nur ve hakkın batıldan ayırt edilmesine yarayan bir bilgidir. Kalplerinde bu özellik bulunmayan kimseler hakkında Allah Teâlâ “Onların kalpleri vardır ama onunla gerçekleri anlayamazlar” (el-A’raf, 7/179) buyurmuştur. Basîret Kur’an-ı Kerîm’de tekil şekliyle iki yerde geçer: a- “Ey Muhammed! De ki, benim yolum budur. Ben ve bana uyanlar basiretle insanları Allah’a çağırırız.” (Yusuf,12/108). Burada basiret açık delil, kesin bilgi manasında kullanılmıştır. b- “Özürlerini sayıp dökse de insanoğlu kendi kendine şahiddir.” (el-Kıyamet, 75/14) ayetinde şahit manasına kullanılmıştır. Görme yani basar hem insanlarda hem hayvanlarda olduğu halde basiret duygusu sadece insana verilmiştir. Etraftaki eşyayı, uzaktaki bir cismi iyi ve mükemmel bir şekilde rahatça gören gözler olduğu gibi, bunu çok az görenler de vardır. Aynı şekilde eşyanın hakikatini tam anlamıyla idrak eden fevkalâde basiret olduğu gibi bu eşyanın gerçeklerini göremeyen kalp gözleri de vardır. İnsanın kötülük ve ahlâksızlıklara dalması onun basîretini bağlar. Fakat Allah’a itaat, salih bir amel, mükemmel ve gerçek bir tevhidi akide, mümine üstün bir basiret verir. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in “Mümin’in ferasetinden korun, zira o Allah’ın nuru ile bakar” (Tirmizî, Tefsir Suretu’l-Hicr, 6) buyurması mümindeki basiret ve kavrama kabiliyetinin üstünlüğünü gösterir. Basiret sahibi bir mümin başkalarından önce kendi kusur ve eksikliklerini görür. Resulullah şöyle buyurur: “Allah bir kulu hakkında iyilik murad ederse, ona, kendi kusurlarını görme kabiliyetini verir. “ (Müslim, Kader, 4,5). “Ey basiret sahipleri ibret alınız. “ (el-Haşr, 59/2) ayeti, insanın ilerisi için daha tedbirli davranıp Allah’ın emirlerine ters düşmekten sakınmasını sağlamak maksadıyla yapılan bir hatırlatmadır. Bu da müminin basiretini gösterir. İman bir basirettir. Basireti açık olanlar Allah’ın dinine ve hükümlerine talip olurlar. Basireti kapalı olanlar da Allah’ın nizam ve hükümlerine sırt çevirirler. Ahmet AĞIRAKÇA
Öfke nedir? Melekler hariç, insan, cin ve hayvan türü canlı varlıklarda bulunan ve irade gücü üzerinde açık etkisi olan nefsânî duyguya öfke denir. Bu duygu daha ana karnında gelişmeye başlar, yaşam boyu devam eder ve insanın ölümü ile sona erer. Küçük bebeklerin acıkınca kızıp ağlamaları ve yatağa bağımlı yaşlıların gereken ilgiyi görmeyince gücenip sinirlenmeleri, öfke duygusunun belirtileridir. Yüce Allah buyuruyor: Onlar (o takvâ kullar) ki, bollukta da darlıkta da (Allah yolunda) harcarlar, öfkelerini yutarlar ve insanları (n suçunu) bağışlarlar. Allah iyilik yapanları sever. (Âl-i İmrân, 134) Öfke duygusu ile doğan, öfke duygusu ile yaşayan ve ölünceye kadar bu duyguyu taşıyacak olan insanın, hiç kızmaması ve öfkelenmemesi eşyanın tabiatına ters düştüğünden, Allah (c.c.): Onlar hiç öfkelenmezler yerine, “öfkelerini yutarlar ve insanların suçunu bağışlarlar” buyurarak, bağırıp çağırmadan öfkeyi yutmanın ve bağışlamanın takvâlık alâmeti olduğunu vurguluyor. Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor: Gerçek yiğit, güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiği zaman nefsine hâkim olan (ve öfkesini yutan) kimsedir. (Buhârî-Müslim) Aşırı derecede kızan ve sinirlenen bir kimsenin öfkesini yutup nefsine hâkim olması yani nefsini yenmesi, güreşte en zorlu rakibini yenmesinden daha güç olduğundan, Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Gerçek yiğit, güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiği zaman nefsine hâkim olan kimsedir” buyuruyor ve bunların gerçek yiğit olduğunu vurguluyor. Öfke şecaat, tehevvür ve cübün olmak üzere üç kısımdır; Şecaat: Dinin, aklın ve mantığın gereği öfkelenilmesi gereken yerde bilinçli olarak öfkelenmeye ve gereken tepkiyi göstermeye şecaat (yiğitlik) ve bunun aksine korkaklık denir. Eğer sahâbeler şecaatlı davranmayıp korkak ve pasif olsalardı, müşriklere karşı tepki gösterip dini savunamaz, Allah yolunda cihad edemez ve İslâmı bu günlere taşıyamazlardı. Tehevvür: Olur olmaz her şeye kızmaya, bağırıp çağırmaya ve sonunu düşünmeden gereksiz yere kabadayılık taslamaya tehevvür (aniden parlama) denir. İşte yuvaları yıkan, çocukları yetim bırakan, cezaevlerini dolduran, terör estiren ve dünyayı kana boyayan olayların kökeninde tehevvür yani sonunu düşünmeden gereksiz yere kabadayılık taslama ve aniden parlama vardır. Cübün: Tepki göstermesi gereken yerlerde, gerekli tepkiyi gösteremeyecek derecede duyarsız olmaya, ailesinin namusunu ve düşmanlara karşı dinini savunamayacak derecede korkak, ürkek ve pasif olmaya da cübün (korkaklık ve evhama dayanan çekingenlik) denir. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor: Her işin hayırlısı ortasıdır. (Beyhakî) Dinimizde her işin hayırlısı ortası olduğundan, iki aşırı uç olan tehevvür (aniden parlama) ile cübün (korkaklık ve evhama dayanan çekingenlik) yasaklanmış ve ortası olan şecaat övülmüştür. Yüce Allah buyuruyor: Onlar (gerçek mü’minler), büyük günahlardan, hayasızlıktan kaçınırlar ve kızdıkları zaman da (öfkelerini yutup) bağışlarlar. (Şûrâ, 37) İşte gerçek mü’minler, öncelikle büyük günahlardan, hayasızlıktan yani her çeşit çirkin söz ve davranışlardan kaçınırlar, kızdıkları zaman da aniden parlamayıp öfkelerini yutarlar ve kendilerine haksızlık edenleri bile bağışlarlar. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor: Kim intikam almaya gücü yettiği halde öfkesini yutarsa (sabrederse), Allahu Teâlâ o kimseyi kıyâmet günü herkesin gözü önünde (bir yere) davet eder ve hûriler arasından dilediğini seçmede serbest bırakır. (Tirmizî-Ebû Dâvûd-İbni Mâce) Ne yazık ki her dönemde şecaatlı müslümanlar azınlıkta olup tehevvürlü insanlar çoğunlukta olduğundan, Kur’an-ı kerîmde ve hadîs-i şeriflerde “kızdıkları zaman öfkesini yutanlar” övülmüş ve tehevvürlü olanlar da yerilmiştir. Öfke-şeytan ilişkisi Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor: Öfke, insanın kalbinde (her an parlamaya hazır) bir ateştir. (Tirmizî) Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor: Öfke şeytandandır, şeytan ise ateşten (ısıdan) yaratıldı. (Ebû Dâvûd) Allah’ın zikri ile nurlanan gönüller, nurdan yaratılan meleklerle uyum sağladıkları ve onlardan sürekli ilhamlar aldıkları gibi her an patlamaya hazır bir ateş olan öfke duygusu da, kendisi gibi ateşten yaratılan şeytanlarla uyum sağlar ve onlardan sürekli dürtüler alır. Her insanın kalbinde öfke duygusu denilen ve her an patlamaya hazır bir ateş (bomba) vardır ve ne yazık ki bu bombanın kumandası da genelde şeytanın elindedir. Ancak Allah’a sonsuz şükürler olsun ki, bizim elimizde şeytanın kumandasını etkisiz hale getirecek daha güçlü bir kumanda vardır. Yüce Allah buyuruyor: Eğer şeytan seni dürtükleyecek olursa, hemen Allah’a sığın. Kuşkusuz O, her şeyi işitendir, bilendir. (Fussilet, 36) Şeytandan dürtüler ve kışkırtmalar yani öfke bombamızı patlacak sinyaller gelmeye başlayınca, hemen “Eûzü billâhi mine’ş-şeytânirracîm” diye Allah’a sığınalım, şeytana muhatab olmayalım. Kuşkusuz her şeyi işiten ve her şeyi bilen Allah bizi korur ve şeytanın sinyallerini boşa çıkarır. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor: Öfke şeytandandır, sizden biriniz öfkelendiği zaman ayakta ise hemen otursun, oturuyorsa yatsın, uzansın. (Râmûzü’l-ehâdîs) Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor: Öfke şeytandandır, şeytan ateşten yaratıldı, ateşi ancak su söndürür. (Bu nedenle) sizden biriniz öfkelendiği zaman (ılık su ile) gusül abdesti alsın. (İbni Asâkir) www.ihvanlar.net – Ahmet Tomor Hocaefendi
İnsanın akıl dışında evham ve hayal denilen iki beyinsel duygusu vardır ve ikisi de çok önemli ve gereklidir. Çünkü eğer evham duygusu olmasa, insan her konuda aşırı hayalci, atılgan olur ve tabii olarak sonuçta pişman ve mutsuz olur. Ya hayal duygusu olmasa? O zaman da her konuda aşırı çekingen, ürkek, kararsız ve karamsar olur ve başladığı işleri bile yarım kalır. Hayal insanın gazı ve evham frenidir. Hayal ve evham duyguları üzerinde egemen olanların ve ikisinden eşit düzeyde yararlananların, kaderle örtüşmesi koşulu ile işleri başarılı, dünyaları ve âhiretleri mutlu olur. Evham ve hayal duyguları üzerinde egemen olamayanların, gaz yerine frene ve fren yerine gaza basanların da işleri başarısız, dünyaları ve âhiretleri mutsuz olur. Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor: Şeytan insanın damarlarında kan akımı gibi dolaşır. (Buhâri – Müslim – Ebû Dâvûd) Gözle görülmeyen röntgen ışınları kemiklerimize kadar sirâyet ettiği ve lazer ışınları böbreklerimizdeki taşları kırıp parçaladığı gibi, ısıdan (enerjiden) yaratılan ve çok bilinçli bir varlık olan şeytan da damarlarımızda dolaşır ve vesvese denilen fısıltısını gönlümüze, evham duygumuza duyurur. Bakteri türleri kendileri için elverişli ortamlarda hızla üreyip çoğaldıkları gibi, şeytan da aşırı duyarlı, alıngan, karamsar ve içe kapanık kimselerin evham duygularına yerleşip güçlenir ve zamanla bu tür insanların üzerinde tam egemen olur. Hz. Âdem ile Hz. Havva’yı bile aldatan şeytan, çok bilinçli olduğu için herkesin zayıf yönünü bilir ve insanlara o açıdan yaklaşır. Bilinçli müslümanların dinin direği olan beş vakit namazı terk etmeyeceğini ve haramlara yaklaşmayacağını bildiği için onları abdest ve gusül ile oyalamaya ve lavabonun başında tutmaya çalışır. İslâm’ı daha güzel yaşayım derken şeytanın tuzağına düşer ve “Acaba elimi, yüzümü kaç defa yıkadım? Başımı mesh ettim mi? Gusül abdesti alırken arkamda kuru yer kaldı mı?”gibi soru işaretleri ile oyalanırken, gönlü daralır, içine sıkıntı gelir ve dinin direği olan namazdan soğur. Beyinde evhamla başlayan gerilim, zamanla sıkıntı, dalgınlık, bıkkınlık, uykusuzluk, baş ağrısı, sinirsel bozukluk ve gönül darlığı derken ruhsal bunalıma dönüşür ve zavallı insan “artık dayanamıyorum, patlayacağım” diye tatlı canına kıymaya bile kalkışır. Evham, gerçekte bir hastalık olmadığı halde aşırı evhamlı kimse kendini ağır hasta zanneder ve herkesin kendisi ile ilgilenmesini ister. Yakınlarından ve çevresinden beklediği ilgiyi göremeyince herkese küser ve toplumdan kopar. Sonra hastane hastane dolaşmaya ve hayâli derdi ne derman aramaya başlar. Filmler, tahliller temiz çıkınca ve doktorlardan beklediği ilgiyi göremeyince, bu her halde hoca işidir diye bakıcı ve cinci denilen sapıkların tuzağına düşer. Zavallı hayâli derdine derman ararken, dertsiz başını derde sokar ve sapıkların büyü hikâyelerine aldanıp yakınlarına ve eşine bile kuşku ile bakar. Peki, evhamdan kurtulmak için ne yapmalı? Kurtlar sisli havayı sevdiği gibi, şeytan da içe kapanık, aşırı duyarlı, karamsar ve topluma küskün kimseleri sever ve onların evham duygularına yüklediği programlarla (dürtüleriyle) onları etkisi altına almaya çalışır. Eğer insan evham duygusuna olumlu güzel programlar yüklemez yani güzel şeyler düşünmezse, şeytanın kafasına taktığı (yüklediği) olumsuz ve karamsar programlarla (dürtülerle) uğraşma zorunluluğunda kalır ve kolay kolay bunları kafasından söküp atamaz. Aşırı duyarlı kimseler bu duruma gelmemek için evham duygularına sürekli olumlu programlar yüklemeli (güzel şeyler düşünmeli), toplumdan kopmayıp sevdiği kişilerle görüşmeli, gülümseyip konuşmalı ve boş durmayıp ya dünya ya da âhiret için bir şeyler yapmalıdır. Ayrıca, Yüce Allah buyuruyor: (Ya Muhammed!) De ki: Rabbim! Şeytanların vesvese (dürtü) lerinden sana sığınırım. Ve Rabbim! Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım. (Mü’minûn – 97 – 98 ) Tıb, genelde iki bölümden oluşur; koruyucu hekimlik ve tedavi hekimliği. Koruyucu hekimlik ne kadar başarılı olursa, tedavi hekimliğinin yükü o kadar hafifler ve hatta gerek bile kalmaz. İşte şeytanın dürtülerine karşı en etkili koruyucu âyetlerden biri de bu âyetlerdir. Sabah-akşam bu âyetleri Kur’an’daki aslından okuyan kimseye şeytan vesvese veremez ve yanına bile yaklaşamaz. Ayrıca sabah namazı ile yatsı namazından sonra Âyet-el-Kürsî, İhlâs, Felâk ve Nâs sûrelerini okuyanlara da şeytanlar, cinler yaklaşamaz ve büyücüler hiçbir zarar veremez. Eğer alınan bu önlemlere rağmen şeytan bir açık bulup yine vesvese (dürtü) verirse, Yüce Allah buyuruyor: Eğer şeytandan sana bir vesvese gelirse, hemen Allah’a sığın (“Euzü billahi mine’ş-şeytânirracîm” de). Çünkü O (Allah) her şeyi işitendir, bilendir. (Fussilet – 36 ) Şeytandan bir dürtü geldiği zaman, hemen “Eûzü billahi mine’şşeytânirracîm” diye, Allah’ın rahmetinden kovulmuş (lânetlenmiş) olan şeytanın şerrinden Allah’a sığınmalı ve hafif sesle en az yedi defa bunu tekrarlamalıdır. Şeytanın dürtülerini (sessiz fısıltılarını) duymamak için mutlaka bir şeyle oyalanmalı ve îmanla ilgili olumsuz soru işaretlerine, atalarımızın “İt ürür, kervan yürür” sözünü uygulamalı yani şeytan ürüse de kesinlikle ona muhatab olmamalıdır. www.ihvanlar.net Ahmet Tomor hocaefendi
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor: (Hz.) Âdem’den kıyâmet kopuncaya kadar deccal’dan daha büyük bir fitne yoktur. (Müslim) Deccal ne demektir? Sözlükte, aşırı yalancı, hilekâr ve inkârcı anlamına gelen deccal,kıyâmete yakın ortaya çıkacak ve en önemli bir İslâm ülkesinde iktidarı ele geçirip müslümanların başına belâ olacak. Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor: Bütün peygamberler ümmetlerini yalancı kör deccal’ın fitnelerine karşı uyardılar. İyi bilin ki, onun bir gözü kördür. (Buhârî- Müslim) Deccal kıyâmete yakın çıkacak ama kıyâmetin ne zaman kopacağı bilinmediği için her peygamber ümmetini bu konuda uyarmış ve deccal hakkında gereken bilgileri vermişlerdir. Kıyâmete yakın sadece bir deccal mı çıkacak? Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor: Yetmiş tane kezzab (deccal) çıkmadan kıyâmet kopmaz. (Taberânî) Kıyâmete yakın deccallar dönemi başlayacak ve büyük deccal’ın dışında yetmişe yakın deccallar ortaya çıkacak. Bunların bir kısmı yalan, hile ve baskılarla sapık görüşleri yayarak büyük deccal’ın alt yapısını oluşturacak, diğerleri de büyük deccal’dan sonra onun rejimini korumaya çalışacaklar. Büyük deccal ‘a gelince! Azılı bir İslâm düşmanı olan büyük deccal, egemen olduğu ülkede Allah’ın kanunlarını kaldırıp Kur’an’ı yasaklayacak ve din düşmanlığı ilkesine dayanan korkunç bir baskı rejimi kuracak. İnsanlık tarihinde eşi görülmemiş yalan, hile, iftira, tertip, baskı, işkence ve idam sehpaları ile devlet terörü estirecek ve sapık rejimini müslümanlara zorla kabul ettirmeye çalışacak. Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor: İnsanlar (müslümanlar) deccal’ın şerrinden kaçıp dağlara sığınacak. (Müslim – Tirmizî) Başta yahudi asıllı dönmeler olmak üzere çıkarcılar deccalın rejimine tam destek verip onun sahte cennetinde (alkol, fuhuş bataklığında) eğlenirken, îmanı zayıf olanlar da baskılara dayanamayıp onun kanunlarına uyma zorunluluğunda kalacak. Gerçek müslümanlar ise ya deccala karşı direnip şehit olacak ya da dağlara, ormanlara ve uzak köylere kaçıp sığınacak. Deccal’ın soyu! Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor: Annesi (gayr-i meşrû ilişkiden hamile kaldığı) deccal’ı gizli doğuracak ve bir kadın alıp onu evlâtlık edinecek. (Deylemî) Annesi gayr-i meşru cinsel ilişkiden hamile kaldığı deccal’ı gizli doğurup terk ettiği için onu evlâtlık edinen kadının dışında gerçek soyu belirsiz olacak. Ya nesli? Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor: Deccal’ın nesli olmayacak, Medine ‘ye ve Mekke ‘ye giremeyecek. (Ahmed İbni Hanbel) Deccal’ın soyu, kökeni belirsiz olduğu gibi, arkasından kalan nesli (çoluk çocuğu) da olmayacak ve deccal’in rejimi Medine’ye, Mekke’ye giremeyecek. Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor: Deccal’ın sol gözü şaşı ve bedeni çok kıllı olacak. (Müslim – İbni Mâce – Ahmed İbni Hanbel) Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor: Deccal, kıvırcık saçlı ve çıkık gözlü (orta yaşlı) bir gençtir. Ben onu (câhiliye döneminde ölen) Abdüluzza İbni Katan’a benzetiyorum. Sizden kim ona erişirse, Kehf Sûresi’nin başından (ya da sonundan) on âyet okusun. O, Şam ile lrak arasındaki bir yerden çıkacak, sağa sola fitnesini yayacak. Ey Allah’ın kulları! (Ona karşı) direnin, îmanınızı koruyun. (Müslim) Sağa sola yani egemen olduğu ülkesinin doğu ve batısına sapık rejimini yayacak. Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor: Deccal, doğu tarafında Horasan, denilen bir beldeden çıkacak. (Tirmizî – Ahmed İbni Hanbel) Biri İran’da ve diğeri Türkiye’de olmak üzere iki Horasan vardır. İran’daki Horasan Şam ile lrak’ın arasında değil, lrak’ın doğusundadır. Erzurum’un bir ilçesi olan Türkiye’deki Horasan ise, Şam ile lrak’ın tam ortasında ve kuzeyindedir. Deccal nereden çıkarsa çıksın, Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Ey Allah’ın kulları! (Ona karşı) direnin, îmanınızı koruyun” buyuruyor. www.ihvanlar.net – Ahmet Tomor Hoca
Rabbimiz buyuruyor ki: Sonra seni (ya Muhammed!) Emr (imiz) den bir şeriat üzere kıldık. Sen ona tâbi ol, bilmeyen (câhil) lerin isteklerine tâbi olma! (Câsiye, 18) Sözlükte şeriat, gidilen yol, geniş bir cadde demektir. Din de ise insanların kişisel ve toplumsal olarak yaradılış amacı doğrultusunda düzenli ve huzurlu bir şekilde yaşamaları için Allah’ın (Celle Celalühü) koymuş olduğu evrensel kanunlara şeriat ve şeriatla ilgili kurallara da şer’î hükümler denir. Şeriatın, îman ve inançla ilgili bölümüne i’tikad, namaz, zekât, oruç ve hac gibi amelle ilgili bölümüne ibâdet, evlenme, boşanma, nafaka ve iddet gibi aile hukuku ile ilgili bölümüne münâkehat, ticaret, şirket, kira, borçlanma, mîras ve fâiz gibi sosyal hükümlerle ilgili bölümüne muâmelât, hırsızlık, gasp, zina, iftira ve sarhoşluk gibi cezalarla ilgili bölümüne de ukûbât denir. Şeriat, göklerin yerin tek egemeni ve bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’ın (Celle Celalühü) koymuş olduğu evrensel kanunlar olduğundan, bir ülke meclisinin çıkardığı kanunlar gibi sadece o ülkeyi değil, bütün ülkeleri kapsar ve akıllı olup erginlik çağına eren bütün insanları bağlar. İslâm Şeratının Kaynakları Şerîat hükümleri Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyastan başka fer’î deliller adı verilen istihsan, maslahat, örf, önceki şeratlar, sahabe kavli, istishab gibi delillere dayanılarak müctehitlerce bir sistem halinde açıklanmıştır. Ebû Hanîfe (ö. 150/767), Şâfiî (ö. 204/819), Mâlik b. Enes (ö.179/795) ve Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855)’in temsil ettiği fıkıh ekolleri şer’î hükümleri bir bütünlük içinde sistemleştirdiler. Ana prensipler ortak olmakla birlikte ayrıntılarda farklı yaklaşım, tefsir ve teviller İslâm hukukuna esneklik kazandırdı. Böylece çeşitli ülke, yöre ve kültür yapısı içinde yaşayan mü’minler bu esnekliklerden yararlanarak tercih ettikleri yönde İslâm’ı yaşama ve uygulama imkânı buldular. İnsanların şeriata uymaları zorunlu mu? Şeriat, Allah’ın (Celle Celalühü) kanunları demektir. Biri fıtrat ve diğeri şeriat olmak üzere Allah’ın (Celle Celalühü) iki çeşit kanunu vardır. Fıtrat kanunları uygulamada irade dışı olduğundan, canlı ve cansız, bilinçli ve bilinçsiz bütün varlıkları kapsar. Şeriat kanunları ise uygulamada iradeye bağlı olduğundan, sadece akıllı ve bilinçli varlıkları kapsar. Kainatın yaratıcı Rabimiz buyuruyor: Kuşkusuz Rabbiniz gökleri ve yeri 6 günde (dönemde) yaratan, sonra Arş’ı hükmü altına alan, geceyi peşi sıra gelen gündüze bürüyüp örten, güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş olarak yaratan Allah’tır. Biliniz ki, yaratmak da emretmek de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir! (A’râf, 54) Dünya, ay, güneş, yıldızlar ve galaksiler, Allah’ın (Celle Celalühü) koymuş olduğu çekim, denge ve düzen gibi fıtrat kanunlarına boyun eğip takdir edilen belirli yörüngelerinde dönerken ve Allah’ı (Celle Celalühü) sürekli hamd ile tesbih ederken, Yüce Allah buyuruyor: İnsan başı boş bırakılacağını mı sanıyor? (Kıyâme, 36) Fiziksel açıdan en güzel bir şekilde yaratılan, akıl ile bilinçlendirilen, ruhla sonsuzlaştırılan ve o güzelim cennete aday olan insan, Allah’ın (Celle Celalühü) koymuş olduğu çekim, denge, düzen, kimya, fizik ve biyoloji gibi fıtrat kanunlarına tam teslimiyetle uyduğu gibi, Irkı, rengi ve dili ne olursa olsun, akıllı olup erginlik çağına eren, erkek ve kadın bütün insanların Allah’ın (Celle Celalühü) koymuş olduğu şeriat kanunlarına da tam teslimiyetle uymaları zorunludur. Çünkü mahşer yerinde sadece şeriat kanunları geçerli olacak ve sorgulamayı Allah (Celle Celalühü) yapacak. İşte kim bu fâni dünyada şeriat kanunları doğrultusunda yaşarsa, orada yüzü gülecek ve sonuçta o güzelim cennete kavuşacak!.. Ya uymayanlar? Yüce Allah buyuruyor: (Ey Habibim!) Bir hanîf (ehl-i tevhid) olduğun halde yüzünü dine, Allah’ın fıtratına (tevhid dinine) çevir ki, O (Allah) insanları bu fıtrat üzere yarattı. (Rûm, 30) Allah’ın (Celle Celalühü) takdir edip beyinsel yapılarına yüklediği programın (içgüdülerinin) yani doğal yaşam koşullarının dışına çıkan hayvanların dengeleri bozulduğu gibi, Gönül ve ruh gibi içgüdüleri İslâm fıtratı üzere yaratılan insanlar da, İslâm fıtratının ve şeriat kanunlarının dışına çıkınca mânevî dengeleri bozulur. Sonra gönül darlığı, sıkıntı ve huzursuzluk derken ruhsal bunalıma dönüşür. www.ihvanlar.net
Yılın 12 bölümüne “ay” diyoruz. Buna ay dememizin sebebi bu takvimlerin aslının “aya” dayanmasıdır. İnsanların tabiatına en uygun ay sistemi “kameri ay” dediğimiz ayın hareketleri ile belirlenen takvimdir. Yüce Allah (Celle Celaluhu) buyuruyor: Güneşi ışık (enerji kaynağı) ve ay’ı nur (gibi aydınlatıcı) kılan Allah, yılların sayısını ve hesabıbilmeniz için ona (ay’a) menzil (yörünge) ler takdir edendir. (Yunus – 5) Güneşi ısı, ışık saçan enerji kaynağı ve ayı nur gibi parlak aydınlatıcı kılan Allah, ayların, yılların hesabını bilmemiz ve ibâdetlerimizi düzenli bir şekilde yapmamız için de aya yörüngeler takdir etmiş ve gökyüzünde doğal bir takvim düzeni kurmuştur. Yüce Allah buyuruyor: (Ya Muhammed!) Sana hilâllerden (ayın hilâl şeklindeki doğuş ve batışından) soruyorlar. De ki: Onlar insanlar ve (özellikle) Hac için vakit birimleridir. (Bakara – 189) Dünyanın uydusu olan ay, dünya etrafındaki turunu ortalama 29 günde tamamlar ve buna bir kamerî ay denir. Ayın dünya etrafındaki dönüşü ile kendi ekseni etrafındaki dönüşü birbirine eşit olduğundan, dünyadan ayın hep aynı yüzü görünür. Ay dünya çevresindeki turuna devam ederken dünyaya bakan yüzüne güneş ışınları farklı bir şekilde yansıdığı için her gece görüntüsü değişir ve turunu tamamlayıp dünya ile güneşin arasına girince dünyadan görünmez. Bir ya da iki gece sonra ayın dünyaya bakan yüzünün kenarı güneş ışınları ile tekrar incecik hilâl şeklinde görünür, buna hilâl ya da yeni ay denir. Yaklaşık bir hafta içinde ayın dünyaya bakan yüzünün yarısı ve ikinci hafta sonunda tamamı aydınlanır, buna da dolunay denir. Ayın batı ufkunda güneşin batışından az sonra hilâl şeklinde görünmesi ile yeni kamerî ay başlar ve namazın dışında bütün ibâdetler kamerî aylara göre düzenlenir. İslâm’ın temel ilkelerinden olan hac ve oruç gibi ibâdetler, Arafat’taki vakfe günü, Ramazan ve Kurban bayramları ile başta sevgili Peygamberimizin doğum gecesi olmak üzere Regâib, Mîrac, Berat ve Kadir gibi kutsal geceler hep kamerî aylara göre belirlenir. Çünkü Yüce Allah buyuruyor: Kuşkusuz gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah katında, Allah’ın yazısında ayların sayısı on iki aydır. Onlardan dördü (Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Receb) haram (muhterem) aylardır. İşte doğru din (doğru hesab) budur. (Tevbe – 36) İlkçağlardan beri dünyada farklı takvimler (zaman birimleri) kullanıldığı gibi, günümüzde de farklı takvimler kullanılmaktadır. Takvimlerin hepsinde ayların sayısı on iki olmakla birlikte Allah katında geçerli olanı, içinde Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Receb gibi haram (muhterem) ayların bulunduğu İslâm takvimidir. İslâm takvimine göre kamerî aylar şunlardır; 1. Muharrem 2. Safer 3. Rebîulevvel 4. Rebîulâhir 5. Cemâziyelevvel 6. Cemâziyelâhır 7. Receb 8. Şâban 9. Ramazan 10. Şevval 11. Zilkâde 12. Zilhicce İşte Allah katında geçerli olan aylar bunlardır. Gerçekten en doğru din, en doğru hesab ve en âdil olanı da budur. Çünkü eğer oruç miladî takvime göre her yıl belirli bir ayda örneğin Haziran ayında olsaydı, sürekli olarak yılın en uzun ve en sıcak günlerinde oruç tutmak adâletsiz olurdu. Çünkü Kuzey Yarımküredeki müslümanlar sürekli olarak yılın en uzun ve en sıcak günlerinde oruç tutarken ve susuzluktan ciğerleri yanarken, Güney Yarımküredeki müslümanlar sürekli olarak yılın en kısa ve en soğuk günlerinde oruç tutacak ve sevap açısından Kuzey Yarımküredeki müslümanların gerisinde kalacaklardı.
Allah katında geçerli olan aylara göre oruç tutulduğunda hem bu tür adâletsizlikler ortadan kalkıyor hem de kamerî aylar her yıl on gün öne geldiği için yılın her mevsiminde ve her gününde oruç tutulmuş oluyor.
*** Dünyadan ortalama 382.000 km. uzaklıkta olan ayın çapı 3.476 km. yani dünya çapının % 27’si kadar ve çekim gücü de dünyanın çekim gücünün altıda biri kadardır. Eğer ayın çapı ve çekim gücü daha fazla olsaydı, dünyanın dönüşünü frenleyip yavaşlatır ve yeryüzündeki dengeler bozulurdu. Ayrıca med-cezir olayında denizler taşar, sahiller sular altında kalır ve dolaşım sistemimizdeki yoğunluk nedeni ile damarlarımız çatlayabilirdi.
Ahmet Tomor Hocaefendi – www.ihvanlar.net
.
Takiyye Nedir? Takiyye kimlere karşı yapılır? Mübah ve haram olan takiyye
Takiyye; İhtiyat, korku ve gizlenmek mânâsına olup, mecburiyet veya zarar tehdidi karşısında dinin icaplarından muafiyet için kullanılan tâbirdir.1
Kafirler ile anlaşıp onların projelerine ortak olan bir takım kişilerin “biz takiyye yapıyoruz” iddiası doğru değildir. Kafirlere yardım ve yataklık yapmak, onların projelerinde hizmetçi olmak, dalkavukluk yapmak, güçlenmelerine zemin hazırlamak ve bu yönde çalışmak için takiyye yapılmaz. Bu gün birilerinin kafirlere karşı değil de Müslümanlara karşı takiyye yaptığını ne yazık ki anlamış durumdayız.
İmam-ı Serahsî: “Bir mü’minin ölüm ve işkenceden kurulmak için, olduğundan başka türlü görünmesi ve davranmasına takiyye denir”2 hükmünü zikrediyor.
Kur’ân-i Kerim’de: “Mü’minler, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler; kim böyle yaparsa Allah katında bir değeri yoktur, ancak onlardan sakınmanız müstesnadır…”3 buyurulmuştur. Bu âyet-i kerimede geçen “ancak onlardan sakınmanız müstesnadır” hükmünü izah edilirken “hayatınızın veya bazı uzuvlarınızın imha edilmesinden korkmanız halinde inanmıyarak (kalben mükreh olarak) onlara dost görünmeniz müstesnadır.”4 denmiştir.
İslâm’ın Mekke döneminde güçsüz Müslümanlar, ileri gelen Mekke müşriklerinin işkencesi altında ezilirken, imanla küfür, Allah ile putlar, Hazreti Peygamber ile müşrikler arasında tercih yapmaya zorlanmışlar, “Allah birdir” dedikçe işkencelerin dozu arttırılmıştı. Bu Müslümanlardan Habbab İbn Eret vücudunda bulunan yağlar eriyip ateşi söndürünceye kadar kor üzerinde sırt üstü yatmaya zorlanmış fakat, o imanından asla taviz vermemişti. Bilal-i Habeşî, demirden bir zırh içinde kavurucu sıcağın altında bırakılmış, kızgın kumlar üzerinde çıplak vücudu sürüklenmiş, o yine de onların isteklerini reddederek imanı tercih etmiş ve “Allah bir” sözünü bayılıncaya kadar ağzından düşülmemiştir. Yalancı peygamber Müseylemetü’l-Kezzab’ın adamları tarafından organları birer birer kesilen Habib İbn Zeyd İbn Asım son nefesini verinceye kadar onların isteklerini reddetmiş, Müseyleme’nin peygamber olmadığını haykırmış ve bu sağlam imanını koruyarak şehit olmuştur. İslâm tarihinde ilk şehit olan Hz. Sümeyye de Ebu Cehil’in işkencesi altında can vermiş ama yine de onun Allah’ı bırakıp putlara tapma isteğini geri çevirmişti. Canları tehlikede olduğu halde küfrü reddedip şehadeti tercih etmek, kâfirlerin azmini kıracağı, onları psikolojik olarak yenilgiye uğratacağı; diğer yönden Allah korkusu dışında bütün korkulardan Müslümanları kurtaracağı için zor olanı, yani kâfirlere karşı boyun eğmemeyi tercih edip bu uğurda canını veren Müslümanlar yapılması gerekeni yaptıklarından kınanmazlar, aksine övülürler. Fakat Allah, insanlara güçlerinin yetmeyeceği şeyi de yüklemez. Psikolojik ve bedensel işkenceler karşısında, imanını kalbinde gizlediği halde sırf o anki işkencenin şiddetinden kurtulmak için işkencecilerin kendisinden istediği şekilde konuşmasına izin verir. Babası Yasir ile annesi Sümeyye işkenceyle şehit edilip kendisi de aynı işkenceler altında ölümle karşı karşıya gelen Ammar İbn Yasir işkenceye dayanamaz, müşriklerin istediği sözleri tekrarlar ve ölümden kurtulur. Ağlayarak Resulullah’a koşar ve “Ey Allah’ın Resulu, ben senin hakkında kötü konuşmadan ve ilâhlarını övmeden beni bırakmadılar” diyerek özür beyan eder. Hz. Peygamber ona “Peki o an gönlünde neyi hissettin?” diye sorduğunda kalbinin imanla dop dolu olduğunu bildirince Resulullah, aynı durumla karşılaşması halinde yine böyle davranmasına izin verir. Ardından Yüce Allah şu ayetle Hz. Peygamber’in bu iznini onaylar: “Kalbi imanla yatışmış olduğu halde inkâra zorlanan kişi (kurtulmuştur), fakat kim inandıktan sonra Allah ‘ı tanımaz ve küfre kalbini açarsa, Allah’ın gazabı onların basındadır, onlar için büyük azab vardır. Bu onların, dünya hayatını ahirete tercih etmelerinden ötürüdür ve Allah inkâr eden bir topluluğu doğru yola iletmez” (en-Nahl, 16/106, 107). Bunun yanında bir diğer ayet-i kerime, kâfirlerin şerrinden uzak kalmak için zayıf durumda bulunan Müslümanların Kalben onları dost bilmemek şartıyla onlarla iyi ilişkiler içinde bulunmasına izin veriyor: “Müminler müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah’tan ilişiği kesilmiş olur. Ancak onlardan sakınmak amacıyla yapılanlar bunun dışındadır. Allah size kendisinden korkmanızı emrediyor. Nihayet dönüş Allah’adır” (Al İmrân, 3/28). Ancak yolunda değer verdiği şeylerden fedakârlık yapamayacak dirençsiz Müslümanlara verilen bu izinlere rağmen, Allah onlardan zor olanı tercih etmelerini ve asıl kendinden korkmalarını emrediyor: “Ey iman edenler, ne sizden önce kitap verilenlerden dininizi oyuncak ve eğlence yapanları, ne de diğer kâfirleri (zararlarından kurtulmak için) dost edinmeyin. Eğer gerçek müminlersiniz (onlardan değil) Allah’tan korkun” (el-Mâide, 5/57) (Ş.İ.A)
Hanefi fûkahası, bunun ikrah-ı mülci ânında bir ruhsat olduğunda müttefiktir. Tefsir-i Kurtubî’de: İmam Hasan el-Basrî (rha)’nin: “Müslümanlar için takiyye ruhsatını kullanmak kıyamete kadar câizdir. Ancak bu ruhsatın kâfirlere müdahane (dalkavukluk) ve şirin görünmek için kullanılması haram olur.”5 buyurduğu kayıtlıdır.
İmam-ı Serahsî; takiyye’nin sadece kâfire karşı değil, ikrah-ı mülci ânında zâlim yönetimlere de uygulanabileceğini beyan ediyor.6
Takiyye ehl-i sünnet ve’l-cemaat mezhebinde, bir ruhsat olarak önemli yer tutar. Ancak şia da “takiyye” usûl-ü dindendir. Cafer-i İsna Aşari mezhebinde, “takiyyeyi terketmek tıpkı namazı terketmek gibidir.” Tarih boyunca şianın; “takiye” hususunda titizliği, sözlerin ihtiyatla karşılanmasına sebep olmuştur.
(1) İslâm Ansiklopedisi, İst. 1979, (2. bsm.) c. XI, sh. 679, (“Takiye” mad.)(2) İmam-ı Serahsî, el-Mebsut, Beyrut, Dâru’l-İhya Yayını, c. XXXIV, sh. 45.(3) Â1-i İmrân sûresi: 28. Ayrıca, Nahl sûresi: 106 ve Mü’min sûresi: 28. (5) İmam-ı Kurtubî, el-Camü li Ahkâmu’I-Kur’ân, Kahire,1967, (3. bsm.) c. IV, sh. 57.(6) İmam-ı Serahsî, a.g.e., sh. 47-49
Allahû Teâla (cc)’nın ilmi, dilemesi ve yaratması sözkonusu olmadan, kâinatta hiçbir hadise meydana gelemez. İnsanlardan ve diğer canlılardan zûhûr eden fiillerin yaratıcısı Allahû Teâla (cc)’dır.
Fiil; mümkünü imkân halinden alıp, gerçek varoluşa irca etmekten ibarettir. Bu nokta da karşımıza halk (yaratma) ve (kazanma) kavramları çıkar. Allahû Teâla (cc)’nın herhangi bir fiili yaratmasına halketme denilir.
İnsanın; yaratılmış olan o fiili, kendi ihtiyarı (cüz’i iradesi) ile işlemesine kesb (kazanma) adı verilmiş. Allame Taftazanî: “İnsanların sevâp ve mükâfat almaya, cezâ ve azap görmeye esas teşkil eden ihtiyarı fiilleri vardır.” diyerek önemli bir inceliğe işaret etmiştir.
Dolayısıyla her mükellef, ihtiyarî fiillerinin karşılığı olarak, ya sadıklardan, -ya yalancılardan olacaktır. Zira Allahû Teâla (cc)’nın tekliflerinin sebebi imtihandır. Nitekim bir âyet-i kerime’de: “İnsanlar (yalnız) inandık demeleriyle bırakılıvereceklerini, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar? Andolsun biz onlardan evvelkileri de imtihan etmişizdir.”2 hükmü beyan buyurulmuştur.
Tevhid mücadelesine gönül veren her mükellef; sadakat ve ihlâs noktasında, hassasiyet göstermek durumundadır. Şimdi ele alacağımız sadaka kelimesi ve kavramı, bu açıdan oldukça önemlidir. Arapça mütehassısları sadaka kelimesinin aslının Sa-Da-Ka (Sad-Dal-Ka) harfleri olduğunu; bu tertibin sıhhat ve kemâl mânâsını ifade etmek üzere vaz’ olunduğunu söylemişlerdir.3
Sadaka; hadiseyi, olduğu gibi ve dosdoğru haber vermektir. Araplar “sadaka fûlanûn fi haberihi” derler. Sevgi ve dostluğunda samimi olan kimseye sıddık denilir. Nitekim Sahabe-i kiramdan Ebubekir (ra)’ın lâkabı budur. Sâdûk, çok doğnı söyleyen, yalanı olmayan kimse mânâsınadır. Sadakat, mü’minler arasındaki sevgi ve muhabbet ilişkisi, bağlılık ve vefa duygusunu ifade eder. Sadaka, Allahû Teâla (cc)’nın rızasını elde etmek için, samimiyetle ve ihlâsla herhangi bir şey vermektir.4
Dikkat edilirse; “Sa-Da-Ka” kökünden türeyen kelimelerin tamamında; doğruluk, samimiyet, ihlâs ve bağlılık ön plandadır. Nitekim sıdk kelimesinin zıddı kizb (yalan) olarak ifade edilir. Yeryüzünde, tevhide sadakat gösteren mü’minlerle, tuğyan eden kâziblerin (yalancıların) mücadelesi vardır.Kur’ân-ı Kerîm’de sadaka kelimesi, farz olan zekâtı ifade için de kullanılmıştır.
Fahrüddin-i Razi: “Allahû Teâla (cc), mal kendisi ile mükemmel ve şer’i mânâda tam mal olduğu için zekâtı da sadaka diye adlandırmıştır. O halde sadaka, ya malın tam olması ve devam etmesi için bir sebeptir veyahut da kulun imanında sadık ve mükemmel olduğunu istidlâl etmeye bir sebeptir.”5 diyerek, önemli bir mahiyeti gündeme getirmektedir.
İmam-ı Serahsi (rha) zekâtın farziyetini izah ederken, şu nokta üzerinde durmaktadır: “Allahû Teâla (cc): `Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendilerini (günahlarından) temizlemiş, bununla onların (hasenatmı) bereketlendirmiş olasın.’ (Tevbe sûresi:l03) hükmünü beyan etmektedir. Ayrıca bu konuda sünnet de sabit olmuştur”(6). Dikkat edilirse; burada sadaka, zekât mânâsına kullanılmıştır.Kur’ân-ı Kerîm’de: “Sadakalar Allah’dan bir farz olmak üzere fakirlere, miskinlere, (sadakaların) üzerine memur olanlara, (âınillere) kalbleri ısındırılmak istenenlere (müellefeye), kölelere, gârimine, Allah yolunda (harcamaya) ve yolda kalmışlara mahsustur. Allah, Hakkı ile bilendir. Tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.”(7) hükmü beyan buyurulmuştur.
İslâm ûleması:”Zekât kimlere verilebilir?” sualine cevap verirken, daima bu âyet-i kerimeye dayanmıştır. Dolayısıyla sadaka kavramı; farz olan zekâtı, edâsı vacip olan sadaka-i fıtr ve nafile olan infakı içine alan geniş bir kavramdır. Mükellefin; imanında ve ikrarında, samimi olduğunun delilidir.Hz. Sa’lebe İbn-i Suayr (ra)’dan rivayet edildiğine göre Resûl-i Ekrem (sav) ramazan bayramından bir veya iki gün önce irad buyurduğu hutbesinde: “Her hür ve köleden, her küçük ve büyükten sadaka olarak; buğdaydan yarım sa’ veya hurmadan bir sa’ veya arpadan bir sa’ nisbetinde edâ ediniz.”s hükmünü beyan etmiştir. Bu hadis-i şerifi esas alan fûkaha: “Sadaka-i fıtr vâciptir. Zira haber-i vahidle sabit olmuştur.”9 hükmünde ittifak etmiştir.
İbn-i Ömer (ra)’dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte: “Rasulullah (sav) sadaka-i fıtrı; müslümanlardan köleye, hüre, erkeğe, kadına, küçüğe, büyüğe vâcip kıldı. Ve bu sadakanın, bayram namazından çıkmazdan evvel verilmesini emreyledi.”ta buyurulmuştur.Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; zekât, sadaka-i fitr ve infak, imtihan için verilmiş olan malın üzerine terettüp eden amellerdir. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav): “Sadaka vermek ancak zengin kimseye mahsustur.”11 diyerek, bu inceliğe işaret etmiştir. İster farz, ister vâcip, ister nâfile olsun, mâlî ibadetlerini edâ eden mükellef, imanında sâdıktır. Şurası da unutulmamalıdır ki; sadakayı terk eden kimse, dünyevî hırs ve tamah içerisinde mahv-û perişan olur. Firaset sahibi mü’minler, sadakaya riayet ederek, şeriate sadakat gösterirler.
KAYNAKLAR
(1) Saadeddin Mes’ûd b. Ömer et-Taftazanî, Şerhi’l Akaid, İst.1980, Dergâh Yay., sh.196.(2) Ankebût sûresi: 2-3.(3) İmam-ı Fahrüddin-i Râzî, Mçfiıtihû’I Gayh (Tefsir-,Kebir), Ankara 1989 Akçağ Yay., c. V, sh. 524.(4) Geniş bilgi için bkz./ Râğıb el-Isfahani, el-Müfredat fi Garibi’! Ku’dn, İst. 1986, sh.408-410. Aynca, Seyyid Şerif Cürcanî, et-Ta’rifat, İst. ty. Kaynak Yay. sh.132.(5) İmam Fahrüddin-i Razî, a.g.e., c. V, sh. 524. (6) İmam-ı Serahsî, el·Mebsuı, Beyrut, ty. c. III, sh.149. (7) Tevbe sûresi: 60.(8) İbn-i Hümam, Fethû’I Kadir, Beyrut,1315, c. II, sh. 30. Ayrıca İmam-ı Serahsî, a.g.e., c. III, sh. 101. Abdi’I Latifiz Zebidî, Sahilı-i Buhari ve Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ank. 1972, DİB Yayınlan, c. V, sh. 369.(9) İmam-ı Merginanîi, el-Hidaye Şerh-i Bidayetü’I Mübtedi, Kahire:1965, c. I, sh. 115. Ayrıca, İmam-ı Serahsi, a.g.e., c. III, sh. 101; İbn-i Hümam, a.g.e., c. II, sh. 30.(10) Abdi’1 Latifi’z Zebidî, a.g.e., c. V, sh. 363. Aynca İmam-ı Serahsî, a.g.e., c. III, sh.1011.(11) İbn-i Hümam, a.g.e., c. II, sh. 31.
Allahû Teâla (cc)’nın ilmi, dilemesi ve yaratması sözkonusu olmadan, kâinatta hiçbir hadise meydana gelemez. İnsanlardan ve diğer canlılardan zûhûr eden fiillerin yaratıcısı Allahû Teâla (cc)’dır.
Fiil; mümkünü imkân halinden alıp, gerçek varoluşa irca etmekten ibarettir. Bu nokta da karşımıza halk (yaratma) ve (kazanma) kavramları çıkar. Allahû Teâla (cc)’nın herhangi bir fiili yaratmasına halketme denilir.
İnsanın; yaratılmış olan o fiili, kendi ihtiyarı (cüz’i iradesi) ile işlemesine kesb (kazanma) adı verilmiş. Allame Taftazanî: “İnsanların sevâp ve mükâfat almaya, cezâ ve azap görmeye esas teşkil eden ihtiyarı fiilleri vardır.” diyerek önemli bir inceliğe işaret etmiştir.
Dolayısıyla her mükellef, ihtiyarî fiillerinin karşılığı olarak, ya sadıklardan, -ya yalancılardan olacaktır. Zira Allahû Teâla (cc)’nın tekliflerinin sebebi imtihandır. Nitekim bir âyet-i kerime’de: “İnsanlar (yalnız) inandık demeleriyle bırakılıvereceklerini, kendilerinin imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar? Andolsun biz onlardan evvelkileri de imtihan etmişizdir.”2 hükmü beyan buyurulmuştur.
Tevhid mücadelesine gönül veren her mükellef; sadakat ve ihlâs noktasında, hassasiyet göstermek durumundadır. Şimdi ele alacağımız sadaka kelimesi ve kavramı, bu açıdan oldukça önemlidir. Arapça mütehassısları sadaka kelimesinin aslının Sa-Da-Ka (Sad-Dal-Ka) harfleri olduğunu; bu tertibin sıhhat ve kemâl mânâsını ifade etmek üzere vaz’ olunduğunu söylemişlerdir.3
Sadaka; hadiseyi, olduğu gibi ve dosdoğru haber vermektir. Araplar “sadaka fûlanûn fi haberihi” derler. Sevgi ve dostluğunda samimi olan kimseye sıddık denilir. Nitekim Sahabe-i kiramdan Ebubekir (ra)’ın lâkabı budur. Sâdûk, çok doğnı söyleyen, yalanı olmayan kimse mânâsınadır. Sadakat, mü’minler arasındaki sevgi ve muhabbet ilişkisi, bağlılık ve vefa duygusunu ifade eder. Sadaka, Allahû Teâla (cc)’nın rızasını elde etmek için, samimiyetle ve ihlâsla herhangi bir şey vermektir.4
Dikkat edilirse; “Sa-Da-Ka” kökünden türeyen kelimelerin tamamında; doğruluk, samimiyet, ihlâs ve bağlılık ön plandadır. Nitekim sıdk kelimesinin zıddı kizb (yalan) olarak ifade edilir. Yeryüzünde, tevhide sadakat gösteren mü’minlerle, tuğyan eden kâziblerin (yalancıların) mücadelesi vardır.Kur’ân-ı Kerîm’de sadaka kelimesi, farz olan zekâtı ifade için de kullanılmıştır.
Fahrüddin-i Razi: “Allahû Teâla (cc), mal kendisi ile mükemmel ve şer’i mânâda tam mal olduğu için zekâtı da sadaka diye adlandırmıştır. O halde sadaka, ya malın tam olması ve devam etmesi için bir sebeptir veyahut da kulun imanında sadık ve mükemmel olduğunu istidlâl etmeye bir sebeptir.”5 diyerek, önemli bir mahiyeti gündeme getirmektedir.
İmam-ı Serahsi (rha) zekâtın farziyetini izah ederken, şu nokta üzerinde durmaktadır: “Allahû Teâla (cc): `Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendilerini (günahlarından) temizlemiş, bununla onların (hasenatmı) bereketlendirmiş olasın.’ (Tevbe sûresi:l03) hükmünü beyan etmektedir. Ayrıca bu konuda sünnet de sabit olmuştur”(6). Dikkat edilirse; burada sadaka, zekât mânâsına kullanılmıştır.Kur’ân-ı Kerîm’de: “Sadakalar Allah’dan bir farz olmak üzere fakirlere, miskinlere, (sadakaların) üzerine memur olanlara, (âınillere) kalbleri ısındırılmak istenenlere (müellefeye), kölelere, gârimine, Allah yolunda (harcamaya) ve yolda kalmışlara mahsustur. Allah, Hakkı ile bilendir. Tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.”(7) hükmü beyan buyurulmuştur.
İslâm ûleması:”Zekât kimlere verilebilir?” sualine cevap verirken, daima bu âyet-i kerimeye dayanmıştır. Dolayısıyla sadaka kavramı; farz olan zekâtı, edâsı vacip olan sadaka-i fıtr ve nafile olan infakı içine alan geniş bir kavramdır. Mükellefin; imanında ve ikrarında, samimi olduğunun delilidir.Hz. Sa’lebe İbn-i Suayr (ra)’dan rivayet edildiğine göre Resûl-i Ekrem (sav) ramazan bayramından bir veya iki gün önce irad buyurduğu hutbesinde: “Her hür ve köleden, her küçük ve büyükten sadaka olarak; buğdaydan yarım sa’ veya hurmadan bir sa’ veya arpadan bir sa’ nisbetinde edâ ediniz.”s hükmünü beyan etmiştir. Bu hadis-i şerifi esas alan fûkaha: “Sadaka-i fıtr vâciptir. Zira haber-i vahidle sabit olmuştur.”9 hükmünde ittifak etmiştir.
İbn-i Ömer (ra)’dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte: “Rasulullah (sav) sadaka-i fıtrı; müslümanlardan köleye, hüre, erkeğe, kadına, küçüğe, büyüğe vâcip kıldı. Ve bu sadakanın, bayram namazından çıkmazdan evvel verilmesini emreyledi.”ta buyurulmuştur.Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; zekât, sadaka-i fitr ve infak, imtihan için verilmiş olan malın üzerine terettüp eden amellerdir. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav): “Sadaka vermek ancak zengin kimseye mahsustur.”11 diyerek, bu inceliğe işaret etmiştir. İster farz, ister vâcip, ister nâfile olsun, mâlî ibadetlerini edâ eden mükellef, imanında sâdıktır. Şurası da unutulmamalıdır ki; sadakayı terk eden kimse, dünyevî hırs ve tamah içerisinde mahv-û perişan olur. Firaset sahibi mü’minler, sadakaya riayet ederek, şeriate sadakat gösterirler.
KAYNAKLAR
(1) Saadeddin Mes’ûd b. Ömer et-Taftazanî, Şerhi’l Akaid, İst.1980, Dergâh Yay., sh.196.(2) Ankebût sûresi: 2-3.(3) İmam-ı Fahrüddin-i Râzî, Mçfiıtihû’I Gayh (Tefsir-,Kebir), Ankara 1989 Akçağ Yay., c. V, sh. 524.(4) Geniş bilgi için bkz./ Râğıb el-Isfahani, el-Müfredat fi Garibi’! Ku’dn, İst. 1986, sh.408-410. Aynca, Seyyid Şerif Cürcanî, et-Ta’rifat, İst. ty. Kaynak Yay. sh.132.(5) İmam Fahrüddin-i Razî, a.g.e., c. V, sh. 524. (6) İmam-ı Serahsî, el·Mebsuı, Beyrut, ty. c. III, sh.149. (7) Tevbe sûresi: 60.(8) İbn-i Hümam, Fethû’I Kadir, Beyrut,1315, c. II, sh. 30. Ayrıca İmam-ı Serahsî, a.g.e., c. III, sh. 101. Abdi’I Latifiz Zebidî, Sahilı-i Buhari ve Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ank. 1972, DİB Yayınlan, c. V, sh. 369.(9) İmam-ı Merginanîi, el-Hidaye Şerh-i Bidayetü’I Mübtedi, Kahire:1965, c. I, sh. 115. Ayrıca, İmam-ı Serahsi, a.g.e., c. III, sh. 101; İbn-i Hümam, a.g.e., c. II, sh. 30.(10) Abdi’1 Latifi’z Zebidî, a.g.e., c. V, sh. 363. Aynca İmam-ı Serahsî, a.g.e., c. III, sh.1011.(11) İbn-i Hümam, a.g.e., c. II, sh. 31.