Zamanının bir tanesi: Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
Büyük âlimlerin beyânlarına göre, Mevlânâ Hâlid hazretleri; zamânındaki Bağdâd ve Irâk âlimlerinin ve mutasavvıflarının, belki, asrındaki bütün ülkelerdeki âlimlerin üstünde idi...
Irâk-Bağdâd'ın şimâlinde/kuzeyinde bulunan "Şehrezûr" kasabasında/kazâsında hicrî 1192 [m. 1778] senesinde tevellüd edip Sûriye-Şâm'da hicrî 1242 [m. 1826] yılında tâûndan/vebâdan vefât eden, "Sôfiyye-i aliyye"/"Silsile-i aliyye" olarak bilinen âlimler ve velîler zincirinin büyüklerinden [yirmi dokuzuncusu] olan Ziyâeddîn Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Osmânî (kuddise sirruh), yüzlerce/binlerce büyük âlim ve velî yetiştiren, İslâm ilimlerinin mütehassıslarından, büyük İslâm âlimi, asrının müceddididir. Bütün Anadolu, Kafkaslar, Balkanlar ve Orta Doğu'yu ilim ve feyizle dolduran büyük bir âlim ve velîdir.
Babası Ahmed bin Hüseyin'dir. Annesi ise, Hazret-i Ali'nin (radıyallahü anh) soyundandır. Vefâtında, cenâze namâzını, talebesi, büyük Osmânlı âlimi, seyyid, allâme Muhammed Emîn İbn-i Âbidîn (rahmetullahi aleyh) kıldırmıştır.
Hazret-i Osmân-ı zin-nûreyn (radıyallahü anh)'in soyundan geldiği vesîkalarla sâbittir. Onun için "Mevlânâ Hâlid-i Osmânî" diye de anılır.
[Hayâtı, "el-Mecdü't-Tâlid" ve "Şemsü'ş-Şümûs" isimli Arabî kitaplarda genişçe anlatılmaktadır. Bu iki kitâbın hem İslâm harfleriyle (Osmânlıca), hem de Latin alfabesiyle Türkçe tercümeleri de vardır. Ansiklopedilerde ve diğer birçok kitapta da ondan genişçe bahsedilmektedir.]
Küçük yaşta, aklî ve naklî ilimleri öğrenmiştir. Tefsîr, hadîs, fıkıh, akâid/kelâm, usûl, tasavvuf, sarf, nahiv, bedî, beyân, belâgat, meânî, vad', bahs, edeb/âdâb, arûz, lüğat, mantık gibi dîn ilimlerinin yanı sıra fen ilimlerini de çok iyi bilmektedir. Hattâ onun hakkında, bu ilimlerin hepsinde "ferîdü'l-asr ve vahîdü'd-dehr: Zamanının bir tanesi idi" terimi kullanılmaktadır. Fîrûzâbâdî'nin koca "Kâmûs" lügatini ezberlemiştir. Hikmet (Fen), Fizik, Hesâb (Matematik), Hendese (Geometri), Hey'et (Astronomi) ilimlerinde, "Rub-ı Dâire" üzerinde mütehassıs olduğu, "el-Hadâiku'l-Verdiyye" kitâbında yazılıdır.
Fazîletli, ilim deryâsı seyyid Abdurrahîm Berzencî'den, onun kardeşi seyyid Abdülkerîm Berzencî'den, Abdullah-ı Harpânî'den, anlatılan ve anlatılamayan ilimlerde derin âlim Muhammed bin Âdem-i Kürdî'den, fazîletler sâhibi Sâlih-i Kürdî'den, üstünlükler sâhibi Abdurrahmân-ı Kürdî'den ve daha birçok âlimden ders görüp, ilim öğrenmiş ve onlardan icâzet (diploma) almıştır.
Büyük âlimlerin beyânlarına göre, zamânındaki Bağdâd ve Irâk âlimlerinin ve mutasavvıflarının, belki, asrındaki bütün ülkelerdeki âlimlerin üstünde idi. Adı her tarafa yayıldı. [İnşâallah yarınki makâlemizde de, bu mühim konumuza devam edelim.]
02.10.2015
Zühd ve vera ile geçen bir ömür...
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahimehullah) hazretleri, âlimlerden çok hürmet görmüştür. Yirmi bir yaşındayken, binlerce âlim ve talebeye üstâd olmuş, ders okutmuştur...
Dün, kendisinden "denizden damla misâli" bahsettiğimiz Ziyâuddîn Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Osmânî'ye (rahmetullahi aleyh), Süleymâniyye mutasarrıfı Abdurrahmân Pâşa, bir medresede ders vermesini teklîf edip, her ihtiyâcını bolca karşılayacağını belirterek kendisinden tedrîsi ısrârla istedi ise de, o bu teklîfi kabûl etmedi ve "ben bu işi beceremem" diye cevap verdi. Bütün ömrü zühd ve vera' ile geçmiştir.
Fakat 1203 [m. 1799] yılında, üstâdı seyyid Abdülkerîm Berzencî tâûn/vebâdan vefât edince, onun talebesi boş kalmasın diye, onlara ders verdi. Her taraftan âlimler dersine koştular. Her müşkili çözer, her derde devâ olurdu. Yirmi bir yaşındayken, binlerce âlim ve talebeye üstâd olmuş, yedi sene ders okutmuştur.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahimehullah), hicrî 1220 [m. 1805] senesinde Bağdâd'dan hacca gitti. Yolda Şâm âlimlerinden çok hürmet gördü. Sorulan suâllere verdiği cevâblarla, âlimleri hayrette bıraktı. Mütevâzı olduğundan, orada bulunan allâme Muhammed Küzberî'den hadîs rivâyeti icâzeti aldı. Mustafâ Kürdî'den de hadîs ve Kâdirî icâzeti aldı. Yollarda söylediği Fârisî beytler, çok nâzik ve ince rûhunun terennümleridir. Fârisî dilindeki "Dîvân"ını görenler hayrân olmaktadırlar.
Medîne-i münevvereye kavuştuğu zaman, Farsça olarak şu beyitle başlayan "Kasîde-i Muhammediyye"yi yazmıştır:
"Gül, rûy-i Muhammed'e gıbta eder (aleyhisselâm)
Kokumu, onun terinden aldım, der."
Hac yolculuğunda, Medîne-i münevverede Yemenli bir âlimden nasîhat istedi; o da, kendisine: "Mekke-i mükerremede, zâhirde dîne uymayan birisini veya bir işi görünce, hemen onu reddetme" dedi.
Medîne-i münevvere ziyâretini tamamlayıp hac için Mekke-i mükerremeye geldi. Bir Cum'a günü, Kâbe-i şerîfeye karşı, Süleymân bin Cezûlî hazretlerinin "Delâil-i şerîfe/Delâilü'l-Hayrât" isimli salevât-ı şerîfe kitâbını okuyordu. Zâhirde câhil/düşkün kılıklı, siyâh sakallı birinin Kâbeye arka çevirip kendisine baktığını gördü. Onun hakkında, "utanmadan, Kâbe'ye arkasını çevirmiş" diye düşünürken, "mü'mine hürmet, Kâbe'ye hürmetten daha öncedir. Bunun için yüzümü sana çevirdim. Niçin beni kötülüyorsun, Medîne'deki zâtın nasîhatini unuttun mu?" dedi.
Bunun, büyük velîlerden bir zât olduğunu anladı. Kendisinden af diledi. Ona, "beni irşâd et" diye yalvardı. O da, "Sen burada olgunlaşamazsın" dedi. Sonra da [eli ile Hindistân'ı göstererek], "Senin işin orada tamâm olur" dedi ve gitti.
[İnşâallah bu büyük âlimi, öbür hafta da tanımaya devam edelim.]
03.10.2015
Hicâz?'dan başlayan kutlu yolculuk...
Büyük âlim ve velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahimehullah) Hicâz'daydı. Hindistân'ın o zamanki en büyük âlimi ve velîsi, kutbu olan Abdullah-i Dehlevî'nin talebesinden birisi gelir yanına...
Geçen hafta, Cuma ve Cumartesi makâlelerimizde, bir nebze kendisinden bahsettiğimiz büyük âlim ve velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahimehullah), hacdan sonra, memleketine gelip öğrencilere ders vermeye başladı. Fakat, gece-gündüz, hep, Hicâz'daki velî zâtın işâret ettiği Hindistân'ı düşünüyordu. Bir gün, Hindistân'ın o zamanki en büyük âlimi ve velîsi, kutbu olan Abdullah-i Dehlevî'nin talebesinden birisi geldi. İkisi bir odaya kapandılar; uzun zaman baş başa kaldılar. Bir süre sonra, ikisi birlikte Hind yolculuğuna çıktılar...
Büyük âlim ve velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi aleyh), 1224 [m. 1809] senesinde Bağdâd'dan hareket ederek, önce Tahrân'a uğradı. Bu yolcuğu esnâsında, Tahrân'da Şîî âlim İsmâîl Kâşî ile görüştü; o Ehl-i Sünnetin aleyhinde ileri-geri laflar söylüyordu; onunla yaptığı konuşmalarda kendisini talebesi arasında rezîl etti, mahcûb duruma düşürdü. Şöyle ki, vaktiyle Şîî tefsîrlerde, "Bedir esîrlerini saldığın için, Allahü teâlâ seni afv etti" âyeti, Ebû Bekr'i azarlamaktadır" diye, okumuştu.
Kâşî'ye "Peygamberler günâh işler mi?" dedi. Kâşî, "Hayır, işlemezler" dedi. Zâhire göre "Allahü teâlâ, seni afv etti âyeti, Peygamberlerin günâh işlediklerini gösteriyor" buyurdu. Kâşî, "Bu âyet, Peygambere karşı değildir. Ebû Bekr'i azarlamaktadır" dedi. "O hâlde, Allahü teâlâ, Ebû Bekr'i afv ettim buyuruyor da, siz niçin afv etmiyorsunuz?" dedi. Kâşî, bu suâle cevâb veremeyip mahcûb oldu.
Sonra Bistâm, Harkân, Semnân ve Nişâpûr'dan geçti. Uğradığı yerlerdeki evliyâyı şiirleriyle medheyledi. Tûs şehrinde, Peygamber Efendimizin mübârek torunlarından İmâm Ali Rızâ'nın (kuddise sirruh) türbesini ziyâret edip onu metheden güzel kasîdeler okudu. Câm ve Herât'tan geçti. Her şehirden ayrılırken âlimler ve halk ona âşık olup sâatlerce yolda kendisini uğurluyorlardı. Kandehâr, Kâbil, Peşâver âlimlerinin suâllerine verdiği cevâplarla hepsini hayrân bıraktı. Lâhor'a ve sonra da Delhî/Dehlî'ye tâm bir senede yürüyerek gelmiş, orada vâris-i ulûm-i Rabbâniyye, câmi-i kemâl-i sûrî ve manevî, büyük âlim ve velî seyyid Abdullah-ı Dehlevî'den (kuddise sirruh) [1158 - 1240] ilim ve feyz almış, onun kalbine yerleştirdiği zikre devam etmiş ve dokuz ay çalışıp, "huzûr ve müşâhede makâmı"na erişmiştir. Kendisinde "Vilâyet-i kübrâ" hâsıl olmuştur. "Müceddidiyye", "Kâdiriyye", "Sühreverdiyye", "Kübreviyye" ve "Çeştiyye" tarîklerinde kemâle gelmiştir.
Abdullah-i Dehlevî hazretlerinin mübârek kalbindeki bütün esrâra/sırlara mazhar olmuş ve 1226 yılında, kendi vatanı olan Süleymâniyye'ye avdet etmiştir.
Oradan, Bağdâd'daki Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin hânesine yerleşmişlerdir. Burada yüzlerce talebe yetiştirmiştir. Dört bin talebesine ilimde ve tasavvufta icâzet vermiştir.
09.10.2015
Kerâmetler menbâı velîlerin hocası...
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (kuddise sirruhu'l-azîz), Mâtürîdî i'tikâdında ve Şâfiî mezhebinde idi. Pek çok âlim ve velî yetiştirmiştir. Sayısız kerâmetleri görülmüştür.
Dünkü makalemizde, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin dört bin kadar halîfe yetiştirdiğinden bahsetmiştik. Bunların içinde en kıymetlileri, büyük âlim ve velî Seyyid Abdullah-ı (Geylânî) Şemdînî, Seyyid Tâhâ-i Hakkârî, Şeyh Muhammed Hâfız, Urfalı Ahmed Agribozî, Feyzullah Erzurûmî, Seyyid İbn-i Âbidîn, Abdülfettâh-ı Akrî Bağdâdî, Yahyâ Mezûrî, Muhammed Hânî (kaddesallahü teâlâ esrârehümü'l-aliyye) idi.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (kuddise sirruhu'l-azîz), Mâtürîdî i'tikâdında ve Şâfiî mezhebinde idi. Pek çok âlim ve velî yetiştirmiştir. Sayısız kerâmetleri görülmüştür. Bunlardan çoğu "Şemsü'ş-şümûs" ve "Mecd-i tâlid" kitâblarında yazılıdır.
Burada bir-iki misâl vermekte fayda görüyoruz:
Sultân Mahmûd'un sarây nâzırlarından Hâlet Efendi, Mevlevî tarîkatinde idi. Mevlânâ Hâlid'in şöhret ve itibârını çekemeyerek kendisini Halîfeye şikâyet etti, çekiştirdi ve "On binlerle adamı vardır. Devlet ve saltanat için tehlikelidir. Ortadan kaldırılması lâzımdır" dedi. Sultân Mahmûd da "Dîn adamlarından devlete zarar gelmez" diyerek onun sözüne kıymet vermedi.
Mevlânâ Hâlid hazretleri bunu işitince, Halîfeye hayır ve selâmetle duâ eyledi ve "Hâlet Efendinin işi, pîri Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine havâle olundu. Onu huzûruna çekip cezâsını verecektir" buyurdu. Az zaman sonra, Sultân Mahmûd Hân, onu, Mora isyânına sebep olduğu için Konya'ya sürdü; orada idâm olundu...
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî irşâd tahtına oturduktan sonra Bağdâd vâlîsi, Saîd Paşa ziyâretlerine geldi. Mevlânâ hazretlerinin celâlini görünce, diz çöküp titremeye başladı. Hazret-i Mevlânâ Hâlid'in celâli değişince, Saîd Paşa sâkinleşti ve makbul duâlarını istedi. Hazret-i Hâlid-i Bağdâdî duâ buyurduktan sonra ona; "Kıyâmette herkes, kendi nefsinden suâl olunur. Sen ise hem nefsinden, yani kendinden ve hem de emrin altında olanların hepsinden suâl olunursun. Hak teâlâdan kork! Çünkü, senin önünde öyle bir gün vardır ki, o günün korku ve dehşetinden evlâdına süt veren analar, evlâdını unuturlar. Hâmile olanlar, korkudan vakitsiz doğum yaparlar. İnsanları sarhoş hâlde görürsün, aslında onlar sarhoş değildirler, ancak Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir" diye nasîhat buyurunca; Saîd Paşa yine titremeye başladı ve yüksek sesle ağladı. Hazret-i Mevlânâ Hâlid, elleri ile Saîd Paşanın boynuna sarılıp, odalarına girdi. Sonra onun îmânının sağlam olduğunu, çevresindekilere müjdeledi. Ellerini onun boynuna dolamalarının hikmeti şu idi ki, sonunda Saîd Paşayı boğarak şehîd ettiler.
1826 (H. 1242)'da Şam'da taûndan (vebâdan) vefât etti. Cenâze namazını, talebesi olmakla şereflenen büyük Osmanlı âlimi Seyyid İbn-i Âbidîn kıldırdı.
10.10.2015
XXXXXXXXXXXXXXX
Bağdat'tan Doğan Güneş Mevlâna Halid Ziyaeddin Bagdadî
Mustafa Kasımoğlu
Mevlâna Halid Ziyaüddin Bağdadî 'Silsile-i âliye' adı verilen âlimler ve veliler silsilesinin 29. büyük şahsı. Asıl adı Halid, lâkabı Ziyaüddin, nispet adı Bağdadî'dir. Tasavvufî kişiliğiyle tanındığından kendisine 'Mevlâna' sıfatı da verilmiştir. Nakşibendiyye tarikatını kendi adına nispetle 'Halidiyye' ismiyle devam ettirmiş; Nakşîliğin hemen hemen bütün İslâm dünyasında yayılmasına vesile olmuş; Nakşî silsilesi içinde bir tarikat yenileyicisi, şube müessisi konumunu kazanmış; üstün ilmî-ahlâkî kişiliği ve dünya çapında yaptığı irşad faaliyetleri sebebiyle 12. hicrî yüzyılın müceddidi kabul edilmiştir. Her türlü gösterişten uzak sade hayatı, ilmî enginliği ile tarikatına İslâm'ın kalb ve ruh hayatının yaşanmasında 'ilmiyye sınıfının tarikati' pâyesini kazandırmıştır.
Bazı ansiklopedik kaynaklarda babasının adının Ahmed olduğu zikredilmekle beraber yapılan son araştırmalar, babasının isminin Hüseyin olduğunu göstermekte ve babası Hz. Osman, annesi de Hz. Ali'nin soyundan gelmektedir.
Mevlâna Halid, Süleymaniye, Köysancak, Hariri, Bağdat gibi yörelerde zamanının önde gelen âlimlerinden dinî ilimleri ve astronomi, matematik, geometri gibi bazı müspet bilimleri öğrenmiştir. Hocası Seyyid Abdülkerim Berzencî vefat edince henüz yirmi yaşında iken ders vermeye başlamıştır. Pek çok talebesi olmuş, bazı din âlimleri de derslerine iştirak etmiştir. 1805 yılında Hac için Medine'ye geldiğinde hayatında dönüm noktasını oluşturan şöyle bir hâdise yaşamıştır: Medine'de tanıştığı Yemenli bir zât kendisini "Ey Halid, Mekke'de bulunduğun sürece edebe uymayan herhangi bir şey görürsen hemen reddetme!" diye uyarmış; Mevlâna Halid Mekke'ye geldiğinde bir cuma günü Kâbe'nin yanında zikir ve tefekkür hâlinde iken bir adamın sırtını Kâbe'ye çevirmiş bir hâlde kendisine baktığını fark etmiş ve içinden "Utanmadan Kâbe'ye sırtını çevirmiş, edebi gözetmiyor!" diye düşünürken o şahıs kendisine seslenerek "Mümine hürmet Kâbe'ye hürmetten evlâdır. Bunun için yüzümü sana çevirdim. Niçin beni kötülüyorsun. Medine'deki zâtın uyarısını unuttun mu?" demiş.
Bu enteresan hâdise karşısında Halid Bağdadî bu zâtın salih büyük bir kimse olduğunu anlamış ve kendisini talebeliğe kabul etmesini istirham etmişse de, bu zât eliyle Hindistan taraflarına işaret edip kendisinin yardımcı olamayacağını belirtip ayrılmıştır. Bu hâdise Mevlâna Halid'i çok etkilemiş olacak ki memleketine döndüğünde medresesindeki eğitim-öğretim faaliyetlerini bırakarak bir davet üzerine Hindistan'a gitmeyi kabul edecek, onun bu gidişi kendisini tasavvuf âleminde Mevlâna Halid Bağdadî yapacak olan asıl mânevî kimliğini kazanmasına kapı aralayacaktır. Kâbe'de karşılaştığı bu zâtın hocası Abdullah ed-Dihlevî olduğu rivayet edilmektedir. Gerçekten de Hac dönüşü bugünkü Irak sınırları içinde bulunan Süleymaniye'de ders vermeye başladıktan bir süre sonra Hindistan'dan Mirza Abdurrahim veya Rahimullah adlı bir kişi Süleymaniye'ye gelerek Halid Bağdadi'ye İmam Rabbanî'nin Müceddidiye kolunun ünlü şeyhi Abdullah Dihlevî'nin (1156-1240/1743-1824) selâmını getirmiş, kendisini davet ettiğini bildirmiştir. Bu davet üzerinden kısa bir süre sonra ders vermeyi bırakarak bu zâtla birlikte 1809 senesinde Hindistan'a gitmek üzere yola çıkmışlardır. Hindistan'ın başkenti Cihanâbâd'da Abdullah Dihlevî'ye intisap etmiş; yanında kaldığı beş ay veya bir yıl gibi kısa bir sürede üstadı Abdullah Dihlevî'den feyizler aldıktan sonra 36 yaşlarında Müceddidiyye, Kadiriye, Sühreverdiyye, Kübreviyye ve Çeştiyye olmak üzere beş tarikattan icazet ve yol-irşad yetkisi alarak Bağdat'a dönmüştür. Rivayet edilir ki, yola çıkmadan önce üstadı Abdullah Dihlevî, Mevlâna Halid'e "İste Ey Halid, ne istersen vereyim." demiş o da "Din için dünyalık isterim." şeklinde oldukça anlamlı bir talepte bulunmuştur.
Halid Bağdadî Hazretleri hiç şüphesiz Abdullah Dihlevî'nin nasihat ve feyzinden kısa zamanda çok şey almaya muvaffak olmuştu ki, kendisini temsil eden bir halifesi olarak irşad vazifesiyle görevlendirmişti.
Mevlâna Halid, Hindistan'dan dönerken dönüş yolu üzerindeki ilim merkezlerine uğramış, buralarda konakladığı esnada hem irşat faaliyetlerinde hem de Şii ulema ile çeşitli ilmî tartışmalarda bulunmuştur. 1811'de memleketi Süleymaniye'ye gelmiş, bir süre burada kaldıktan sonra Bağdat'a giderek Abdülkadir Geylânî'nin dergâhına yerleşmişse de, bu dergâhta beş ay kaldıktan sonra tekrar Süleymaniye'ye dönmüş ilim ve irşad faaliyetlerini 1813 yılına dek burada sürdürmüştür. 1813'te tekrar Bağdat'a gelerek oranın valisi Said Paşa ve müftüsü Abdullah Haydarî Efendi'nin destekleriyle Isfahaniyye Medresesi'nde ilim ve irşad faaliyetlerine başlamıştır.
Maruz Kaldığı Bazı Sıkıntılar
Halid Bağdadî Hazretleri hayatında çeşitli sıkıntılarla karşılaşmıştır. Bunların başında bazı dinî ve idarî çevrelerin iftira ve baskıları ile öldürülme teşebbüslerine maruz kalışı gelmektedir. Meselâ Hindistan'dan dönüşünde Süleymaniye'de ilim ve irşad faaliyetlerini sürdürürken kimi çevreler kendisini dinî çizgi dışına çıkma, yogilik ve hattâ küfürle itham etmişler, aleyhinde bir risale yazarak Bağdat valisi Said Paşa'ya şikâyet etmişlerdir. Said Paşa yakından tanıdığı ve hürmet ettiği Mevlâna Halid'e sahip çıkarak bu iftiraya karşı bir reddiye yazılmasını istemiş, bunun üzerine Müftü Muhammed Emin Topukçulu ileri sürülen iftiralara cevap veren bir mektup yazmış, Bağdatlı âlimler bu mektubu tasdik etmiştir. İleriki yıllarda Hazreti çekemeyenler bununla da kalmamış, onu Osmanlı'ya karşı isyan hazırlıkları içinde bulunmakla suçlayarak Sultan 2. Mahmud'a şikâyet etmişlerdir. Sultan iki kişilik gizli bir teftiş ekibini Şam'a göndermiş; bu ekip yaptıkları araştırma sonucunda yapılan isnatların asılsız olduğunu Sultan'a bizzat bildirmişlerdir. Ayrıca Sultan Mahmud'un saray nâzırlarından Mevlevî Hâlet Efendi, Mevlâna Halid'in halk ve devlet ricali arasındaki saygınlığını çekememiş, o da Halid Bağdadî'nin devlete isyan hazırlıkları içinde olduğundan ortadan kaldırılması gerektiği konusunda Sultan'a ısrarlı telkinlerde bulunmuşsa da Sultan Mahmud yaptırdığı araştırmalara dayanarak basiretli davranmış ve 'Din adamlarından devlete zarar gelmez.' diyerek Hâlet Efendi'nin sözünü dikkate almamıştır. Rivayet edilir ki Halid Bağdadî Hazretleri, Hâlet Efendi'nin bu ihanetinden son derece müteessir olmuş ve "Hâlet Efendi'nin işi Üstad Mevlâna Celâleddin Hazretleri'ne havale olundu. Elbet onu huzuruna çekip cezasını verecektir." buyurmuş; nitekim çok geçmeden Hâlet Efendi Mora isyanına sebep olduğu için Sultan Mahmud tarafından Konya'ya sürülmüş ve orada idam edilmiştir.
Ne acıdır ki Halid Bağdadî Hazretleri sadece belli çevreler tarafından değil, bazı talebelerinin de ihanetine uğramış, onların iftiralarıyla daha bir sarsılmıştır. Nitekim Hazretin İstanbul halifelerinden Abdülvehhab es-Susî kendi başına hareket etmeye başlaması sebebiyle görevinden azledilince üstadı Mevlâna Halid aleyhinde ağır suçlamalarda bulunmuştur. Bunun üzerine Halid Bağdadî'nin sohbetlerine katılmış olan ünlü Hanefî Fıkıh âlimi İbn Âbidîn (ö.1252/1836) Mevlâna Halid'e iftirada bulunanları ret sadedinde 'Sellü'l-Hüsâmi'l-Hindî li nusreti Mevlâna Şeyh Halid Nakşebendî' isimli bir kitap telif etmiştir.
Halid Bağdadî Hazretleri hayatında çeşitli çevrelerin attığı iftiraların acısını yaşaması bir yana birkaç defa suikasta da maruz kalmıştır. Meselâ Hindistan dönüş yolunda Hemedan yakınlarında bazı karanlık çevreler tarafından öldürülme teşebbüsüne maruz kaldığı gibi, 1813'lü yıllarda Süleymaniye'de bir cuma namazından çıkarken 200 kadar silâhlı Berzencî grubunun saldırısına maruz kalmıştır. Bütün bunların yanı sıra Bağdadî Hazretleri, ailevî ıstıraplar da yaşamıştır. Nitekim kendileri ilk iki hayat arkadaşını kaybetmiş olmanın acısı üzerine ayrıca evlât acısı da çekmiştir ki, dört oğlundan ikisi veba salgınından, biri de Urfa'da vefat etmiştir. Hazretin soyu dördüncü oğlu Necmeddin ile devam etmiştir.
Vefatı
Halid Bağdadî Hazretleri 1242/1826 da şehitliğinin bir alâmeti olsa gerek yakalandığı veba hastalığından kurtulamayarak Şam'da vefat etmiştir. Kabri Şam'ın kuzeyindeki Kâsiyûn Dağı eteğindeki kabristandaki türbesindedir. Vefatı ile ilgili şu anekdot ilginçtir: Ömrünün son günlerine doğru müntesiplerinden İbn Âbidîn, Mevlâna Halid'in yanına gelerek rüyasında Hz. Osman'ın vefat ettiğini, cenaze namazını kıldırdığını gördüğünü ve çok kalabalık olduğunu söylemiş; Mevlâna Halid de İbn Âbidîn'e, Hz. Osman soyundan geldiğini, yakında öleceğini ve cenazesini kalabalık bir cemaatle kendisinin kıldıracağını söylemiştir. Gerçekten de çok geçmeden veba hastalığından vefat etmiş; cenazesini de İbn Âbidîn kıldırmıştır. Cenaze namazı Şam'da kılındığı gibi Mekke başta olmak üzere İslâm ülkelerinin çeşitli yerlerinde de gıyabi olarak kılınmıştır.
İlmî-Ahlâkî-Edebî Yönü
Öncelikle şunu vurgulamak gerekir ki, ilmî-ahlâkî kişiliği açısından ele alındığında Halid Bağdadî Hazretleri'nin hayatını, tasavvuf öncesi ve sonrası şeklinde iki ana safhaya ayırmak gerekir. Tasavvuf öncesi hayatında özellikle tefsir, hadîs, fıkıh gibi dinî ilimlerdeki vukufiyetiyle tanınmış bir din âlimidir ve bu dönem Hindistan'da Abdullah Dihlevî'ye intisap ettiği yıla -yaklaşık 34 yaşlar- dek sürmektedir. Tasavvufî kişiliği ise 1811'lerde Hindistan'da tasavvuf hayatına başlamasından vefat edene kadar süren dönemdir. Bu dönemde ilim ile mârifeti cem etmiş, ilmini irfan ile bezemiş, mâneviyat rehberi olarak daha bir tanınmıştır.
Hazret, genç yaşta aklî ve naklî ilimlerde üstün bir seviyeye yükselmiş; çalışkanlığı, keskin zekâsı, kuvvetli hafızası ile dikkatleri çekmiştir; öyle ki Fîrûzâbadî'nin meşhur Kamus'unu bile ezberlemiştir. Öğrendiği bütün ilimlerde din âlimleri ve bilim adamlarına hocalık yapacak derecede üstün bilgiye sahip olmuş; dinî ve bazı pozitif ilimlerdeki üstünlüğü sebebiyle zamanının birçok âliminin takdirini kazanmıştır. Onun öğrenme ve öğretme aşk ve şevki belli bir yaşla sınırlı kalmamış ileriki yaşlarında da bir taraftan dersler verirken diğer yandan çeşitli vesilelerle öğrenmeye devam etmiştir. Meselâ 1805 yılında hacca gitmek üzere yola çıktığında Şam'da bir süre kalmış; bu süre zarfında Şamlı âlimlerden son derece saygı gördüğü gibi bu seyahatini bile ilim öğrenme fırsatına dönüştürerek Şam'da Allâme Muhammed Kuzberî'nin hadîs sohbetlerine katılıp ilmî müzakerelerde bulunmuş ve kendisinden hadîs icazeti almış; ayrıca Mustafa Kürdî'den Kadirî tarikatı icazeti almıştır. Diğer taraftan mânevî-ruhî gelişimini tamamlamak üzere Hindistan'a gittiğinde şeyhi Abdullah Dihlevî'nin izniyle Abdülaziz el-Hanefî'nin derslerine de devam ederek ondan hadîs, tefsir, tasavvuf dersleri aldığı gibi onun ahzâb ve evrâdını rivayet etme icazeti de almıştır.
Mevlâna Halid Bağdadî'nin âlim, sofî kişiliğinin yanı sıra edebî yönü de bulunmaktadır. Çeşitli ilimlere dâir Arapça telif eserleri, şerh ve haşiyelerinin bulunması onun ilmî yönünü ortaya koyduğu gibi Arapça, Farsça, Kürtçe şiirlerinden oluşan bir Divan'ının olması da onun zevk-i selim sahibi edip bir zât olduğunu göstermektedir. Tasavvufa intisap etmeden önce özellikle akâid, kelâm ve fıkıh ilmiyle meşgul olmuş ve bu alanlarda eserler telif etmiş; mânevî hayatında ise, müntesiplerine güçleri nispetinde özellikle Kur'ân'la meşgul olmalarını, diğer dinî ilimlerden daha fazla fıkıh ve hadîs ilmiyle ilgilenmelerini, irşad hizmetlerini Kitap ve Sünnet eksenli yürütmelerini tavsiye etmiştir. Mevlâna Halid'in zâhirî-dinî ilimlerde icazeti olmayanlara hilâfet vermemiş olması da onun ilme verdiği önemin yanı sıra –aksi durumda ilgilendiği insanların saadet-i dâreynlerini riske atma tehlikesinden olsa gerek- mürşid konumda olacak kişinin temel dinî ilimlere sahip olması gerektiğini göstermesi bakımından oldukça dikkat çekicidir.
Bütün bunların yanında zikredilecek şu birkaç hâdise de Halid Bağdadî'nin ilmî kişiliği bakımından önemlidir. Meselâ Hindistan'a giderken yol arkadaşıyla birlikte Tahran'a uğrayan Mevlâna Halid burada Şii âlim İsmail Kâşî ile ilmî münazaralarda bulunmuş ve onu ilzâm etmiştir. Bu tartışma konularından biri Şiilerin Hz. Ali hariç Raşit Halifeler hakkında olumsuz tutum içinde olmalarıyla ilgiliydi. Halid Bağdadî bu olumsuz kanaatlerine cevap olarak Şiilerin Hz. Ebû Bekir hakkında olduğunu ileri sürdükleri Enfâl Sûresi 70. âyetini delil getirmişti. Bu ilmî münazarada Mevlâna Halid, İsmail Kâşî'ye 'Peygamberler günah işler mi?' diye sormuş; Kâşî 'Bütün peygamberler masumdur, günah işlemezler' diye karşılık vermiştir. Hazret de 'Enfâl Sûresinde Bedir Savaşı'ndaki esirleri saldığı için Allah Teâlâ'nın Hz. Peygamber'i affettiği bildirildiğine göre, bu durum Hz. Peygamber'in günah işlediği anlamına gelmiyor mu?' diye sormuş; Kâşî de söz konusu âyetin Hz. Peygamber hakkında değil, Hz. Ebû Bekir hakkında olduğu şeklinde cevap verince Mevlâna Halid "Madem böyle, Allah Teâlâ Ebû Bekir'i affettim buyuruyor da siz niçin affetmiyorsunuz?' diyerek karşılık vermiştir. Onun bu cevabı üzerine Kâşî susmak zorunda kalmıştır. Keza Ünlü Hanefî fıkıh Âlimi Muhammed Emin İbn Âbidîn, Mevlâna Halid'e birçok soru sormuş, sorulan her soruya kaynakları söylenerek cevaplar alınmıştır ki, muhtemelen bu hâdiseden sonra İbn Âbidin Mevlâna Halid'e intisap etmiştir.
Halid Bağdadî Hazretleri ömrünü ilim, ahlâk ve amel yönünden mânevî değerleri ihyâ etmeye adamakla kalmamış, ihyâ hareketinin bir boyutu olarak İslâm sanat ve mimarisinin temeli olan camileri tamir ve inşa faaliyetlerinde de bizzat bulunmuştur. Nitekim kendileri Şam'da kaldığı sürece İdas Camii de dâhil olmak üzere birçok yıkık mescidi tamir ettirmiştir.
Edebî yönüne gelince ifade edildiği üzere Mevlâna Halid'in Arapça, Farsça, Kürtçe kaside ve şiirlerinden oluşan bir Divan'ı bulunmaktadır. O bu şiirlerini çeşitli vesilelerle inşad etmiştir. Meselâ 1805'te yirmi yedi yaşlarında iken Hac için Medine-i Münevvere'ye geldiğinde Hz. Peygamber'e (aleyhisselâm) olan aşk ve tutkunluğunu yansıtan Farsça Kaside-i Muhammediyye'yi inşad etmiştir. Onun Nebiy-yi Zîşân Efendimiz'in merkadini ziyaret ettiklerinde musaffa ve mutahhar ruhaniyetine (sallallâhu aleyhi ve sellem) arz ettiği kasidesinden sıra gözetmeden seçilen bazı beyitleri şöyledir:
Li me'allah emini, mâ evhâ sır mahremi
Vasfını söyleyemem izaha zor geliyor.
Leamrük tahtı şahı, levlâke şehsuvarı
Adalet sahibi Hak seni pek medhediyor.
Onu hulkuyla övmek abesle iştigal olur
Onu hakkıyla öven ancak Rabbi oluyor.
Âlemi bir zerreye sığdırmak mümkün olur
Onu sözle anlatmak bundan da zor geliyor.
Bu mevsimde sahrayı boşuna geçme ey hacı
Kâbe şimdi Ravda'yı tavaf için geliyor.
Peygamberlerin bile âh eyledikleri gün
Hüsn-ü iltifatıyla halâs mümkün oluyor.
Güneş nur saçıyorsa hep O'nun nurundandır
Güldeki ter damlası gül yüzünden geliyor.
Hicriden odun ağlar sen ise ölmüyorsun
Mert isen bu yaşaman sana çok ar geliyor.
Keza Hindistan'a giderken İran'da uğradığı bazı şehirlerdeki İmam Ali Rıza, Bayezid-i Bistamî, Câmi gibi âlim ve veli zatların kabirlerini ziyaret edişinde onlara kasideler yazmıştır. Onun Ehl-i Beyt imamlarından Ali Rıza'nın kabrini ziyaret edip ayrıca bir kaside inşad etmesi Mevlâna Halid'in Şia'ya karşı taassup ve ön yargı içinde olmadığını ayrıca göstermektedir.
Ahlâkî yönüne gelince Mevlâna Halid Hazretleri beş tarikattan icazet sahibi olması itibariyle 'Câmiu't-turuk' olarak kabul edilmiştir. Kendileri sabırlı ve kanaatkâr; üzerlerinde dâima cezbe, ağlama, tefekkür hâli bulunan ilim ve güzel ahlâk sahibi örnek bir şahıstı. Son derece heybetli bir kişiliğe sahipti ve hiç kimse yüzüne dikkatle bakamazdı. Yeme-içme, oturup-kalkma, giyme, uyuma gibi bütün günlük işlerinde Sünnet-i Seniyye'ye son derece riayet eden ve mensuplarına özellikle bunu tavsiye eden bir Sünnet âşığıydı. O müntesiplerine Ehl-i Sünnet çerçevesi içinde 'meşreplerini geniş tutma ve kardeşlerin sürçmelerini görmeme' ilkesini şiar edinmelerini tavsiye ederek çeşitli toplum kesimlerini kucaklayan bir çizgide bulunmuştur. Bununla birlikte kendi hayatında ise azimetle amel etmiştir.
Son derece istiğna ve tevazu içinde bir hayat sürdürmüş, resmî ders hocalığını kabul etmemekle birlikte dışarıdan pek çok talebeye ders vermiştir. Keramet ve cezbe sahibi bir müceddid-veli olmakla birlikte dinde asıl olanın Kur'ân ve Sünnet merkezli istikamet üzere yaşamak olduğu üzerinde ısrarla durmuş, her vesile ile bunu vurgulamıştır. Nitekim onun 'Bir istikamet bin kerametten evlâdır.' ve "Zevk, şevk, keşif ve keramet peşinde olan Allah Teâlâ'yı arayıcı değildir." sözleri buna işaret etmektedir.
Eserlerinden bazıları şunlardır: Risale fi't-tarîk; Risale fî adâbi'z-zikr li'l-mürîdîn; Mektubat; İrade-i cüziyye Risalesi; Risale fî tahkîki'r-rabıta; Allah Teâlâ'nın 99 ismini ve Bedir mücadelesine katılan 373 sahabinin sadece isminden bahseden Câliyetü'l-ekdâr ve's-seyfu'l-beytâr'; İslâm'ın iman ve İslâm şartlarını açıklayan Farsça İtikadnâme (Kemahlı Hacı Feyzullah Efendi bu eseri Ferâidü'l-fevâid adıyla Türkçeye kazandırmıştır.); Cem'u'l-fevâid min Câmii'l-usûl Haşiyesi; bir akaid ve kelâm eseri olan el-Ikdu'l-Cevherî fi'l-farkı beyne kesbeyi'l-Mâtürîdî ve'l-Eş'arî'si; keza yine akaid ve kelâm kitabları olan Akâidu Adudiyye Şerhi, Hayalî Haşiyesi ve Siyalkûtî Haşiyesi.
Talebe ve Halifeleri
Bağdadî Hazretleri birçok talebe yetiştirip onları Orta Doğu, Arabistan, Anadolu, Balkanlar, Hindistan, Endonezya, Dağıstan, Afganistan, Maveraünnehir, Mısır, Umman, Mağrip ve Girit gibi ülke; Mekke, Medine, Kudüs, İstanbul, Şam, Halep, Bağdat, Basra, Kerkük, Erbil, Mardin, Antep, Urfa, Diyarbakır gibi önemli şehirlere temsil, tebliğ ve irşad vazifesiyle göndermiştir. Talebeleri içinden birçok büyük simalar yetişmiştir. Bu talebeleri arasında kendi medrese arkadaşları ve hemşerileri de bulunmaktadır ki insanın arkadaşları ve hemşerileri tarafından kıskançlık, haset, çocukluğunun onlar tarafından bilinmesi gibi sebeplerle kolay kolay üstat ve şeyh kabul edilmediği düşünüldüğünde, Mevlâna Halid'in ilmî ve ahlâkî kişiliğinin yetkinliği daha iyi anlaşılacaktır. Anadolu'nun mânevî mimarlarından günümüzde tanınmış birçok sima da halifeleri kanalıyla Mevlâna Halid Bağdadî'ye bağlanmaktadır. Meselâ Muhammed Esad Erbilî, Abdulhakim Arvasî ve Sıbgatullah Arvasî Mevlâna Halid'in talebelerinden Tâhâ el-Hakkarî'nin halifelerindendir. Mahmut Sami Ramazanoğlu ise Esad Erbilî'nin halifelerindendir. Keza "Alvarlı Efe" olarak tanınmış Erzurumlu Muhammed Lütfi Mazlumoğlu Efendi (ö. 1376/1956) de Bitlisli Muhammed Pir Küfrevî'nin halifesidir ve onun silsilesi de Küfrevî, Seyyid Tâhâ Hakkarî yoluyla Mevlâna Halid'e dayanmaktadır. Yine Türkiye'nin mâneviyat büyüklerinden Abdülhakim Arvasî'nin (ö. 1943) silsilesi de Seyyid Fehim ve Seyyid Tâhâ Hakkarî vasıtasıyla Mevlâna Halid'e ulaşmaktadır. Necip Fazıl ve Hüseyin Hilmi Işık gibi zâtlar da Abdülhakim Arvasi'ye bağlanmış ünlü simalardandır. Kafkas Kartalı Şeyh Şamil de Mevlâna Halid'in halifelerinden İsmail Şirvanî (ö.1270/1853) talebesi Muhammed Yeraği'nin halifesidir.
Anadolu'nun önde gelen mânevî büyüklerinden Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevî (ö.1311/1883), Halid Bağdadî'nin halifelerinden Ahmed b. Süleyman el-Evradî'nin talebesidir ve Gümüşhanevî vesilesiyle Halidîlik Karadeniz bölgesinde yayılmış; İstanbul'da birçok devlet büyüğü kendisine intisap etmiştir. Gümüşhanevî'nin halifesi Ömer Ziyauddin Dağıstanî (1920), ülkemizin önde gelen mânevî dinamiklerinden Mehmet Zahit Kotku'yu (ö.1980) yetiştirmiş olduğu gibi; Türkiye'nin önemli fikir önderlerinden Nurettin Topçu'nun mürşidi Abdülaziz Bekkine'nin (ö. 1952) silsilesi de Gümüşhanevî'ye uzanmaktadır. Keza Şeyh Nazım Kıbrisî'nin silsilesi de Mevlâna Halid'e ulaşmaktadır. Öte yandan Şeyh Abdurrahman Tagî vesilesiyle Halidîlik Doğu Anadolu'da ve Bitlis ve Nurşin'de etkili olmuş; Abdurrahman Tagî Nurşin'de tekke inşa ederek burayı ilim ve tarikat merkezi hâline getirmiştir ki, Bediüzzaman Said Nursî ve Şefik Arvasî gibi Anadolu'nun mânevî büyükleri de burada eğitim görmüşlerdir. Burada almış olduğu eğitimin etki ve bereketinden olsa gerek ki Bediüzzaman Hazretleri, Halid Bağdadî'den yer yer 'Mevlâna Halid Zülcenaheyn veya Hazreti Mevlâna Zülcenaheyn Halid Ziyaeddin' diyerek son derece saygı ve sitayişle bahsetmektedir. Ayrıca Bediüzzaman, 93 Harbi olarak meşhur olan Osmanlı-Rus Savaşı'nda Mevlâna Halid'in müntesiplerinin İslâm'ın muhafazası ve intişarı için oldukça mühim hizmetlerde bulunduğunu ifade etmiştir. Nitekim Bediüzzaman'ın bu tespiti sonraki araştırmacılar tarafından da vurgulanmıştır. Buna göre Mevlâna Halid Bağdadî, Osmanlı Devleti'nin çok sıkıntılı döneminde İslâm birliği için Osmanlı'yı desteklemiş; onun hemen bütün müntesipleri de Müslümanların birlik ve kuvvetinin odak noktası olarak Osmanlı'yı kabul etmişler; sonuna kadar Osmanlı'ya sâdık kalmışlar; Kafkaslardan Sumatra'ya dek Halidiyye'nin yayıldığı bütün bölgelerde Osmanlı lehine faaliyetlerde bulunmuşlardır.
Mezkûr hususlardan başka Mevlâna Halid Bağdadî ile Bediüzzaman Said Nursî arasında bazı özel irtibatlar da bulunmaktadır. Nitekim Nursî Hazretleri Kastamonu'da iken Mevlâna Halid'in cübbe ve sarıklarından biri Hazretin Küçük Âşık adlı talebesinin torunu Mehmet Bahaeddin'in kızı Âsiye Mülazimoğlu Hanım tarafından Bediüzzaman'a hediye edilmiş; Bediüzzaman Hazretleri bu hâdiseden son derece memnun olmuş ve Hazretin irşat, dinî ıslah ve tecdit konusunda kendisine mânevî bir desteği ve yetkisinin işareti olarak kabul etmiştir. Bu meyanda Bediüzzaman'ın talebelerinden Şamlı Hafız Tevfik de Mevlâna Halid Bağdadî ile Bediüzzaman'ın hayatları arasında ilginç benzerlikler tespit etmiştir. Bu benzerliklere göre, her ikisi de çok genç yaşlarda (Mevlâna Halid yirmi yaşından önce Bediüzzaman ise on dört yaşlarında) bölgelerinde ders vermeye başlayacak kadar ilim âleminde temayüz etmişlerdir. Hicri 12. asrın müceddidi Mevlâna Halid hicri 1193'te, Bediüzzaman ise tam yüz sene sonra 1293'te doğmuştur. Dini hizmet ve irşad maksadıyla Mevlâna Halid o zamanki Hindistan'ın pâyitahtı olan Cihanâbâd'a hicrî 1224'te, Bediüzzaman da Osmanlı pâyitahtı İstanbul'a 1324'te gelerek dinî hizmet ve mücahedesine başlamıştır. Mevlâna Halid, Hz. Osman soyundan gelmesi gibi nesebî bir bağlılıkla da bütün gayretiyle Sünnet'in ihyâ ve tesisine çalıştığı gibi, Said Nursî de Kur'ân-ı Hakîm'e hizmet noktasında, meşreben Hazreti Osman'ın arkasından gidip, Mevlâna Halid gibi, Risale-i Nurlarla bütün kuvvetiyle Sünnet-i Seniye'nin ihyâsına çalışmıştır. Keza Mevlâna Halid'in şöhret ve nüfuz kazanmasını çekemeyen bazı çevrelerin aleyhte teşebbüsleri sebebiyle Mevlâna Halid 1238'de memleketi Süleymaniye'den Şam'a göç etmek zorunda bırakıldığı gibi, Bediüzzaman da Van'da inzivaya çekilmişken patlak veren Şeyh Said isyanı bahane edilerek 1338'de Van'dan Burdur ve Isparta'ya göç etmek mecburiyetinde bırakılmıştır.
Hiç şüphesiz daha başka benzerlikler de kurulabilir. Meselâ bu benzerliklere Mevlâna Halid'in Fîruzâbâdî'nin meşhur Kamus sözlüğünü ezberlemesi gibi Bediüzzamanın da Okyanus sözlüğünü "sin" harfine kadar ezberlemesi ilâve edilebilir. Yine Hafız Tevfik'e göre ikisi arasında bazı temel farklılıklar da bulunmaktadır. Mevlâna Halid kendi metodunda (Râbıta ilkesiyle) kutbu'l-irşad olarak şahsını nazara verirken Bediüzzaman şahsını değil, Kur'ân'ın tefsiri kabul ettiği Risale-i Nur'u nazara vermektedir. Bir başka mânidar farklılık ise, içinde bulunduğu şartlara bağlı olarak Halid Bağdadî, Sünnet-i Seniyye'yi esas alan tarikatı ön plâna çıkarırken Nursî Hazretleri Sünnet-i Seniyye'nin hayatî önemine vurgu yapmakla birlikte hakaik-i ilmiye ve imaniyeyi öne çıkarmıştır.
Bazı Nasihatleri
"Gıybetini yapsalar da, kimsenin gıybetini yapma... Mümin kardeşlerin muhtaç iken gereksiz harcamalardan kaçın... Nefsine, 'Hiçbir zaman makbul olacak hayır işlemedim.' düşüncesini kabul ettir... Şeytanın akıllarıyla oynadığı kimseler gibi Allah'ın fazlına güvenerek ibadeti terk etme."
"Nefs-i emmareden kurtulmanın alâmeti, insanların övmesi ile yermesini eşit görmektir. İnsanların teveccühüne sevinip aramamalarına, etrafınızda dolaşmamalarına üzülmek, basitlik ve anlayışsızlıktır."
"Bütün âlem münkiriniz ve düşmanınız olsa veya muhibbiniz ve dostunuz bulunsa bile, murat olandan kıl kadar sapmayınız. Sadece Mahbub-u Hakiki'nin rızasına talip olunuz.... Kendiniz için ve size bağlı olanlar için sözde, harekette, dışta, içte Hz. Muhammed'in (aleyhisselâm) dininde gevşeklik ve tembelliğe cevaz ve imkân vermeyin."
"Tarikat, İslâm'ın buyruklarını yerine getirebilmek içindir. Dinimizin emir ve yasaklarına uymayan bâtın sapıklıktır."
"Küfran-ı nimet, kulun nimetten istifade ederken o nimetle meşguliyeti sebebiyle nimet vereni unutmasıdır."
"Kendini hiçbir hayır yapmamış kabul et. Niyet, ibadetin ruhudur. Niyet de ancak ihlâsla muteber olur... Kendini her hayırda iflâs etmiş kabul etsen de, Allah Teâlâ'nın rahmetinden ümidini kesme."
* İlâhiyatçı-Yazar
mkasimoglu@yeniumit.com.tr
Kaynaklar
1. Abdurrahman Memiş, Halidi Bağdadî ve Anadoluda Halidilik, İstanbul, 2000.
2. Evliyalar Ansiklopedisi, İstanbul,1992.
3. Hamid Algar, DİA. 'Halid el-Bağdadî' md., İstanbul, 1997.
4. İslâm Âlimleri Ansiklopedisi, İstanbul, trs.
5. Mehmet Tâhir Efendi, Osmanlı Müellifleri, (nşr. A.Fikri Yavuz- İsmail Özen), İstanbul, trs.
6. Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı, I-II, Nesil Yayınları, İstanbul, 2001.
7. Süleyman Uludağ, DİA. 'Halidiyye', md., İstanbul, 1997.
8. Süleyman Uludağ, DİA. 'Abdullah ed-Dihlevî' md., İstanbul, 1988.
.
|