EDEBİYAT-HALİS ECE
Bugün 2 ziyaretçi (61 klik) kişi burdaydı!
“Hikmet (değerli bilgiler, ahlâkî-edebî, öğüt verici sözler), mü'minin yitik malıdır; onu nerede bulursa, almaya daha hak sahibidir.” [Tirmizi, Sünen, İlim, 19; İbn Mâce, Sünen, Zühd 17]
***
İngilizce'nin büyük edebiyatçısı, dünyanın seçkin drama yazarı kabul edilen İngiliz şair ve oyun yazarı William Shakespeare’in (26 Nisan 1564-23 Nisan 1616), insanlarla / toplumla ilgili güzel ve bir o kadar da anlamlı ve isabetli bir tesbiti vardır. Şöyle der şair o tesbit ya da teşhisinde:
“İnsanların çoğu sevmekten korkuyor, kaybetmekten korktuğu için... Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için... Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için...”
***
Kısacası Shakespeare cesaretsizliği yeriyor, insanları cesaretli olmaya teşvik ediyor. Cesur olmayanların hayatın hiçbir alanında başarılı olamayacaklarına işaret ediyor... Binaenaleyh korku ve endişelerle, tereddütlerle bocalamaktansa hayatta cesur olmaya, her şeyin üzerine yüreklilikle gitmeye çalışmak gerektiğini hatırlatıyor.
***
Tefekkürden, tezekkürden, taakkuldan... hâsılı her sahada düşünmekten, düşünce üretmekten imtina etmemek, geri durmamak gerekiyor. Zira düşünce fukarası-tenbeli toplumların varabileceği bir hedef yoktur hayatta...
***
Şüphesiz her devirde unutmaktan, unutulmaktan şikâyet olunmuştur. Edebî ve tarihî eserler incelendiğinde, bunun misâllerine bolca rastlanır. Meselâ büyük divan şairimiz Fuzulî merhum, asırların arkasından unutulma ve ihmâlin verdiği ıztırabı şöyle dile getirmiştir:
Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge
Ne çalar kimse kapum bâd-ı sabâdan gayri
Dilerseniz meraklıları için şiiri, edebî yönden bir nebze ele alalım.
Bütün şiirlerinde olduğu gibi Fuzûlî’nin, bu beyiti de her kelimesi birbiriyle kafiyelidir ve muazzam bir âhenk örgüsüne sahiptir. Sadece alt alta gelen “kapum”, “bana” ve “özge”, “gayri” kelimeleri aynı seslerle bitmemiş diğer kelimeler de alt alta aynı seslerle bitmiştir.
Fuzûlî'nin dillerde dolaşan bu beyti, mana ve hayâl / imaj açısından da popüler beyit olmayı hak eder. Beyit oldukça sade bir dille yazılmıştır. “Yalnızlığı ve garipliği” hârikulâde bir üslûp ve tesirle ifade etmektedir.
"Âteş-i dil" gönül ateşi, "dil" Farsça’da gönül manasına gelir. Türkçe’de ise lisan ve tatma organı manalarındadır. Münekkitlerimiz dil lafzının Farsçasını akla getirirken, bir Türk şairinin, dilin ateşi manasında da kullanabileceğini hiç akıl etmemektedirler. Farsça, âteş ve dil kelimeleriyle kurulmuş bir terkip (tamlama) olmasına rağmen, şairimizin bu terkipte Türkçedeki dil manasını da kastederek tevriyeli kullandığını görüyoruz.
Beyitte, kapıyı gıcırdatan sabah yelinin çıkardığı ses ile yapayalnız gönlünün ateşine yanan kimsesiz ve garip-garip türküler söyleyen şairin, kimsesizliğinin sesleri duyulur gibi olur. Beyit yalnızlığın resmini de çizmiştir. Sabah yeli ile gıcırdayan bir kapı… birileri gelsin diye bekleyen şairin hüzün dolu bekleyişi… şiirde resm edilir." Bâd-ı sabâ, sabah rüzgarı anlamındadır. Özge kelimesi Âzerî lehçesinde ‘başka’ anlamında bir kelimedir.
Gönlümün (ve dilimin ) ateşinden başka kimse bana yanmaz, üzülmez; sabah rüzgârından başka da kapımı açan kimse yoktur.
Bu beyitte şairin dil ateşi olarak hep yanık ve yalnızlık kokan Kerkük ezgilerinin / nağmelerinin yanık âhenklerini kastettiği de düşünülebilir. Şairin dilindeki ateş, bu yalnızlık ve gariplik mevzulu nağmelerdir.
Beyitte, sabah rüzgârının kapıyı açması hayâli (imajı-imgesi) hissedilir ve sesi duyulur gibi olmaktadır.
Ne yanar kimse, Ne çalar kimse ibarelerinde tekrir (tekrarlama) sanatından söz edilebilir. Ateş, yanmak ve dil arasında tenasüp ( uygunluk) vardır. [Gazelin tamamı ve tahlili için bkz. Şahamettin Kuzucular, http://www.edebiyadvesanatakademisi.com/yazi/37-fuzulinin_bir_gazeli_inceleme_edebi_tenkit.html
***
Evet, “unutma” ve “unutulma” hadisesi, asrımızdaki korkunç boyutlarına hiçbir devirde ulaşmamıştır.
Yirminci ve yirmi birinci asrın gürültülü-patırtılı ve dağdağalı hayatı, en fena tesirini insan hafızasında gösterdi… Gerçekte marazî bir hal olan unutkanlık, çağın insanının âdeta mümeyyiz bir vasfı haline geldi! İnsanlar beyinlerinden vurulmuş, ne yapacağını şaşırmış gibi bir dalgınlığa itildi... Bu durum, insanın Allah’a ve cemiyete karşı vazifelerini ihmâlin de ötesinde, ona bizzat şahsiyetini ve şahsi menfaatlerini dahî unutturdu.
Unutkan insan, ekseriya hafiflikler yapmakta ve gülünç durumlara düşmektedir. Bu durumu resmeden bir ve halkımızın da dilinde dolaşan bir hikâyemiz şöyledir:
Meşhur birisinin hanımı, hazırladığı çorba için, kocasından bir limon almasını rica eder. Adam, limon almak için sokağa çıkınca yabancı bir ülkeye gitmek üzere olan bir arkadaşı ile karşılaşır ve bu seyahate katılmaya heveslenir. Formaliteleri kısa zamanda halledip yola çıkarlar. Zavallı hanım evde limon bekleye dursun, beyinden altı ay haber yok. Beyefendi kendisine bir meşgale bulmuş, ailesini çoktan unutmuştur. Nihayet bulunduğu yerde çevresi daralır, yapacağı bir iş kalmaz; o zaman yurdunu, ailesini hatırlar ve döner. Hiçbir şey olmamış gibi bakkaldan bir limon alıp evine girer, kadıncağız gülsem mi, ağlasam mı, diye şaşırır!!!
Şimdi kendi kendimize bir soralım:
Bindiği vasıtada eşyasını; çarşıda-pazarda, parkta çocuğunu; gurbette, yabancı ülkelerde ailesini, yakınlarını, hatta yurdunu unutanları gördükçe, bu hikâyeyi hatırlamamak mümkün mü?
Ya akşam yediğini sabah unutur gibi, verdiği sözü unutanlara, sözlerine sadık kalmayanlara ne diyeceğiz! Şüphesiz dostluğu-arkadaşlığı, akrabalığı, anayı-babayı, sıla-i rahmi unutmak, daha acı ve üzücü unutmalardır.
Ama bilinmelidir ki; unutmaların en kötüsü, Allah’ı ve ahiret gününü unutmaktır. “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” diyen insanoğlu, kendine hayat veren, sayısız nimetlere gark eden Cenab-ı Rabbi’l-âlemîn’i unutuyor... Allah Teala’yı unutmak, bütün felaketlerin ve fenalıkların kaynağıdır. Çünkü Allah’ı unutan insan, hesap gününü, O’nun huzurunda ayıplarının ortaya çıkacağını da unutur. Allah’tan utanmayan ve bir hesap gününe inanmayan kimseyi, hiçbir şekilde zapt u rabt altına alamazsınız. Alacağınızı düşünüyorsanız, kendinizi aldatırsınız. Bun tipler bir bakıma gayesiz ve hedefsiz insanlardır. İnsan için gayesiz ve hedefsiz bir hayat ise, ya maddi ya da manevi intihar sebebidir. Neticesi başka değildir.
***
Meşhur sözümüzdür, bilirsiniz; "Unutursan unutulursun"...
Sen hayatın boyunca iyi şeyler yap, Rabbine kul, Rasûlüne ümmet, Allah dostlarına sâdık kal... Güzel eserler bırak, yüce dinimiz İslâm'ın tabiriyle "sadaka-i cariyeler"le süsle hayatını... Gene bu cümleden olarak çocuklarını sâlih ve sâliha kullar olarak iyi ve güzel ahlâk üzere yetiştir... Bak o zaman unutulur musun!
Unutulmazsın, merak etme.
Ne Rabbin nezdinde ne de kulları yanında... Zira sen unutmadın ki unutulasın... ama aksi olur, sen unutursan, elbette ki unutulursun. Hem de en çok hatırlanması / unutulmaması lazım gelen yerde… Nitekim bu hususu beyan eden Rabbimiz (c.c.) buyuruyor ki: “Kim beni zikirden / anmaktan yüz çevirirse, şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz. O; ‘Rabbim, beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten görür idim!’, der. (Allah Teala) buyurur ki: İşte böyle. Çünkü sana ayetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun!” [Tâhâ suresi, 124-25-26]
Mevlâmıza nâmütenâhi hamd ü senâlar ve şükürler olsun ki, unutmamanın ve hatırlamanın çaresini de göstermiştir bizlere... İşte o ayetler:
“Eğer şeytandan bir vesvese, bir gıcık gelirse hemen Allah'a sığın. Muhakkak ki Allah, hakkıyla işiten, kemaliyle bilendir. Allah'tan korkanlar, kendilerine şeytandan bir vesvese iliştiği zaman, durup düşünürler de derhal kendi basîretlerine sahip olurlar. Şeytanların kardeşlerine gelince, onlar öbürlerini sapıklığa sürüklerler, sonra da yakalarını bırakmazlar.” [A’raf suresi, 200-1-2]
***
Unutmanın bir nimet olduğu haller de vardır elbette...
Eğer devamlı gam-kasavet-keder-hüzün ve sıkıntı veren şeyleri unutmazsak, bu bir hastalık kaynağı olur.
Kezâ, hayatımızda fazla önemi olmayan şeylerin unutulması gerekir ki, yeni şeyler öğrenilsin, öğrenilebilsin...
Ayrıca başkalarına yaptığımız hayrı-hasenatı, iyilik ve ikramları da unutmamız tavsiye edilmiştir. Aksi halde bu kimseleri minnet altında bırakmış, kendimiz de riya ve süm’a tehlikesiyle yüzyüze kalmış oluruz. Bu ise mezmûmdur, kaçınılması gereken çirkin bir huydur. Nitekim Mevlâmız buyuruyor ki:
“Bir tatlı dil ve kusurları bağışlamak, arkasından eza ve gönül bulantısı gelecek bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir, halîmdir, yumuşak davranır”. [Bakara suresi, 263]
Ancak başkalarından gördüğümüz iyiliği unutmamak da tavsiye edilmiştir. Çünkü iyilik gördüğümüz bir insana teşekkür ettikçe Cenab-ı Hakk’ın sonsuz nimetlerini hatırlar ve ona devamlı şükretme ihtiyacını duyarız.
Unutmanın zıddı hatırlamadır ki, Kur’an-ı Kerim’in muhtelif ayetlerinde Allah Teala’nın nimetleri ve mühim hadiselerin unutulmaması, hatırlanması ihtar edilmektedir.
***
Rabbim cümlemizi ve bilcümle Ümmet-i Muhammed'i unutan-unutturulan ve unutulan talihsiz ve bedbaht zümrelerden eylemesin. İmandan, ibadetten-tâatten, zikir ve fikirden mahrum eylemesin. Neticede Cennet ve Cemâliyle şereflendirsin.
.
"NE OLURSAN OL GEL" DİYEN MEVLÂNA DEĞİLDİ
'Ne olursan ol yine gel' cümlesinin Mevlâna hazretlerine ait olmadığına dair birçok görüş var.
Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz. Mevlâna hazretlerinin kendine ait birçok özlü sözü olduğu halde kaynağı hakkında şüpheler olan bu söz neden bu kadar çok kullanıyor sizce?
Evet, bu söz son elli yıldır kullanıla gelir olmuştur, öncesinde yoktur. Mevlâna'nın tüm şiirlerinin yer aldığı 1368 tarihli Mevlâna Müzesi'ndeki yazmada bu rubai yoktur. Bilimsel olarak hazırlanan divanlarda yoktur. Çok sonraları istinsah edilen bir yazma nüshanın kenarına sonradan farklı bir yazı ile derkenar olarak yazılmış ve oradan alınarak kullanılmaya başlanmış. Aslında bu rubainin aynısı Mevlâna'dan 170 yıl kadar önce yaşayan Horasan bölgesi mutasavvıflarından Ebu Said-i Ebul Hayr'ın divanında da görmekteyiz. Yine birkaç şairin divanında da bu rubai mevcut. Tam olarak kime ait olduğunu tespit etmek zor, ama Hz. Mevlâna'ya ait olmadığı kesin gibi.
Bu rubaideki anlam insanları öyle kuşatıyor ki, ötekileşmeden, daha önceki yapılan kötü işlerden umutsuzluğa kapılmadan yeni bir başlangıç imkânı sunduğu için insanların hoşuna gidiyor. Bir de tabi turizm amaçlı olarak 'gel' davetiyle Konya'ya gelme söz konusu işleniyor. Ancak buradaki 'gel' sözü vahdete, birliğe ve Yüce Allah'ın davetine, ilahi aşka gel, demektir. Eski yanlışlardan, günahlardan soyunup, tövbe ederek arı duru vahdet ırmağına dalmak için gel, demektir. Bu rubaiden bunların anlaşılması gerekirken adeta 'Mevlâna Türbesine-Müzesine' gel gibi bir anlam yükleniyor, bu da yanlıştır. Kime ait olursa olsun bu rubai 'Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz' ayetinin bir tefsiridir, o şekilde anlaşılmalıdır.
İNSANLAR ŞAİRİN İSTEDİĞİ GİBİ DEĞİL KENDİ İSTEDİĞİ GİBİ ANLIYOR
Mevlana hazretlerinin eserlerinde geçen aşk, şarap, vuslat gibi kavramların, teşbih ve mecazların doğru anlaşılıp anlaşılmadığı noktasında neler söyleyebilirsiniz?
Bu sadece Mevlâna için değil tüm mutasavvıf şairler için geçerlidir. Hatta Divan edebiyatımız şairleri için geçerlidir. Bu anlatımların hepsi metaforik anlatımlardır. Hepsinin bir karşılığı vardır. Mesela 'şarap' ilahi sarhoşluğu, Yüce Allah'ın aşkıyla tüm dünya dertlerinden sıyrılıp sadece O'nu düşünmeyi temsil eder. Mevlâna'nın 'Eşekler arpa suyundan, âşıklar ise ilahi aşk şarabından sarhoş olurlar' dizesi buna en belirgin cevap olabilir. Yine Mevlâna'nın 'ben şarap deyince aklı unutturan dünyalık şarap gelmesin zihnine' demesi de okuyucuyu uyarmadır.
Tabiî ki şiirin içeriğinde metaforik yani remizlerle anlatım hep vardır. Geçmişte bu daha fazla idi. Günümüz anlayışıyla bunları gerçek manalarında anlamak yanlış olur. Zaten bu açıdan bu tarz kelimelerin şiirde kullanıldığı anlamları kapsayan sözlükler yazılmıştır. Oradan istifade ederek bu şiirleri okursak, şairin demek istediğini daha iyi anlar ve yanlış hükümlere varmayız. Bir de bu tarz şiirler için şerhler yazılmıştır. Bu şerhlerden de istifade etmek gerekir. Ancak, maalesef günümüz insanı okuduğu eserlerde istediğini bulmak amacı güttüğü için, şairin istediği gibi değil kendi istediği gibi anlıyor, dışta kalıyor içe ulaşamıyor. Cevizin dış kabuğuna takılıp kalıyor, kırıp içindeki özden faydalanamıyor.
Röportajın tamamı için bkz: http://yenisafak.com.tr/kultur-sanat-haber/ne-olursan-ol-gel-diyen-mevlana-degildi-09.01.2014-604285?ref=manset-5
***
Basından bir başka değerlendirme
Bu rubâî, Mevlâna'nın bütün şiirlerinin yer aldığı 1368 tarihli Mevlâna Müzesi'ndeki yazmada geçmiyor. İlmî olarak hazırlanan divanlarda da yok. “Gel, gel, ne olursan ol yine gel!” diye devam eden bu rubâî, Hz. Mevlânâ’ya ait olan Mesnevî'de de, Divan-ı Kebîr'de de, Mektubât'ta da, Rubâîler'de de geçmiyor.
Hz. Mevlana bu sözleri kendisi söylemediği gibi, Ebu'l Hayr'dan da iktibas edip eserlerine almış değildir.
Ancak çok sonraları istinsah edilen bir yazma nüshanın kenarına, farklı bir yazı ile derkenar edilmiştir.
Muasır bilim adamlarından Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Zülfikar Güngör, Dr. İbrahim Sarıoğlu, Ömer Tuğrul İnançer de bu sözlerin Hz. Mevlânâ’ya ait olmadığını ifade etmektedirler. Ünlü Prof. Dr. İlber Ortaylı ve Murat Bardakçı da bir televizyon programında aynı şeyi dile getirdiler. Divan edebiyatı araştırmalarıyla tanınan Prof. Dr. İskender Pala ile tasavvuf tarihi araştırmaları yapan Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç da aynı görüştedir.
“Gel, gel, ne olursan ol yine gel!” diye devam eden bu şiir, ilk olarak İran coğrafyasında yetişmiş iki âlimin eserinde yer alıyor. Bunlardan biri Ebû Said Ebu'l-Hayr'dır (v. 1049. Onun Divân-ı Eş'ar'ındaki rubâîler arasında geçer). Diğeri de Bâbâ Efdal-i Kâşî'dir (Efdalüddîn-i Kâşânî, Ö. 1268).
Bu Farsça rubâîye Harabat'ında yer veren Ziya Paşa, yanına Baba Efdal-i Kâşî ismini yazmış.
Hâsılı, "Ne olursan ol yine gel…" diye devam eden mısra'ların, nasıl, ne maksatla ve kimlerin çıkarlarına âlet edilmek üzere Mevlânâ'ya atfedildiği aşikâr değil mi?
.
"Mustafâ'ya söyledi bî-iştibâh"
Zamanın önde gelen iki veziri, Âli Paşa ile Keçecizade Fuat Paşa, Sadrazam Mustafa Reşit Paşa'yı Pâdişah Sultan Abdülmecld'e bir vesile ile birazcık çekiştirirler.
Birkaç gün sonra Vekiller heyeti toplantısında Mustafa Reşit Paşa onlara yüz vermeyip soğuk davranınca, Âli Paşa küçük bir kâğıda Süleyman Çelebi merhumun Mevlid-i Şerif'inden (Vesîletü'-Necât)şu mısraları yazıp Keçecizâde'nin önüne uzatır:
“Bî hurûf u lafz u savt ol Pâdişâh
Mustafâ’ya söyledi bî iştibâh!”
Meali: Şüphe yok ki Pâdişah; harfsiz, lâfızsız ve sessiz olarak (îma yoluyla-işaret ve beden diliyle) Mustafâ'ya söyledi.
Buradaki ince espri ile yüksek zekâyı birleştiren engin kültürü, bugün, değil taklid edecek, şöyle kabataslak anlayacak kaç kişi var, dersiniz..?
Fransızlar, "Dil düşünce ile var olur ve düşünceyi meydana getirir" demişlerdir.
Dilsiz tefekkür olamayacağına göre bugün elimizdeki "arındırılmış" kurbağa dili, Necip Fazıl'ın tabiriyle "bağırsak gurultusu" ile hangi tefekkür mahsûlünün-ürününün meydana gelmesini bekleyebiliriz?..
Prof. Tahsin Banguoğlu da, "Bunların konuştuğu Türkçe’ye benzer ama Türkçe değildir" derdi.
***
“ÖP BAKALIM PAŞA BABANIN ELİNİ”
Üsküdarlı Aziz Efendi hazırcevaplık ve nüktedânlıkta şöhret bulmuş zâtlardandı. Bir gün eşeğine binmiş, köşkünden çarşıya doğru gelirken, Doğancılar’da şâir Kâzım Paşa ile karşılaşmışlar. Aziz Efendi, her zamanki gibi latîfe yapmak istemiş ve eşeğine hitapla:
– Öp bakalım paşa babanın elini, deyivermiş.
Kâzım Paşa derhal elini eşeğin burnuna doğru uzatarak cevabı yapıştırmış:– Azîz ol evlâdım, azîz ol!
***
"PAŞAM SİZ HAKSIZSINIZ"
Eski devirlerden birinde bir paşa, dostlarından biriyle satranç oynamakta; diğer misâfirleri de, onları heyecanla seyretmektedir. Bir ara bir hamle hakkında ihtilaf doğunca, paşa misâfirlerine sorar:
– Yâhu oyunu seyrediyordunuz! Kim haklı, kim haksız söyleyiniz! der.
Misâfirler, paşanın haksız olduğunu söylemeye cesaret edemedikleri için, susmayı tercih ederler. Tam o sırada odaya giren zurafâdan (zarif, nâzik, nüktedân, hoş konuşmayı bilen zekî kimselerden) bir zât,
– Paşam, der, siz haksızsınız!
– Peki ama, der paşa, siz henüz geldiniz, bir şey görmediniz ki!
Adam hiç tereddüt etmeden şu şamar gibi cevabı yapıştıverir:
– Eğer haklı olsaydınız, bu kadar insan suâliniz karşısında susmazdı!
***
Bilindiği gibi başta Nasreddin Hoca rahmetullâhi aleyh’in fıkraları olmak üzere, umumiyetle bütün fıkralarda-nüktelerde cemiyet içinde cereyân eden haksızlıkların, ifrat ve tefritlerin (aşırılıkların), çarpıklıkların, adâletsizliklerin tenkid edildiği görülür. Burada da yapılan, bir haksızlığa-adâletsizliğe dikkat çekmektir.
***
“İSMAİL, HERKES YEDİĞİNDEN İKRÂM EDER"
Yavuz Sultan Selim Han zamanında, İran hükümdarı Şah İsmail, kıymetli mücevherler ile dolu bir hediye sandığı gönderiyor, hünkâra.
Sandık açılıyor. İçinden çeşit çeşit değerli taşlar, kıymetli atlas, kadife kumaşlar çıkıyor. Fakat, sandık açılır açılmaz, pek fena bir koku yayılıyor etrafa.
Önce, hiç kimse bir anlam veremiyor, nadide mücevherler ile dolu sandıktaki bu fena kokuya. Sonra, mesele anlaşılıyor.
Sandığın dibine (affınıza sığınıyorum) i……n d……sı doldurulmuş. Yani, Şah İsmail, aklı sıra, Cihan Padişahına hakaret ediyor.
Cihan Padişahı emir veriyor, "Herkes düşünsün, bu edepsizliğe, Osmanlı'nın şanına yakışacak şekilde bir mukabelede bulunmalıyız.” ve çözümü yine kendisi buluyor. Aynı şekilde değerli mücevher ve kumaşlarla süslü bir sandık hazırlatıyor. Sandığın içine, o zamanın İstanbul'unda imâl edilen en nefis gül kokulu lokumlarından hazırlanmış bir kutu yerleştiriliyor. Kutunun altına da, bir satırlık yazıdan ibaret bir pusula iliştiriliyor.
Hediye sandığı, itina ile süslendikten sonra, Şah İsmail’e gönderiliyor.
Sandık, Şah’ın huzurunda açılıyor. Sandık açılır açılmaz, etrafa mis gibi gül kokusu yayılıyor.
Mücevher vs. gibi hediyeler takdim edildikten sonra, Osmanlı Elçisi –Şah’ın tedirgin olmaması için, önce kendisi tatmak kaydı ile- büyük bir saygı ve nezaketle, Şah İsmail’e lokumdan ikram ediyor.
Bilâhare, görevliler, huzurda bulunanlara teker teker ikram etmeye başlıyorlar, lokumdan.
Şah, bütün bu olup bitenlere bir anlam veremiyor. Osmanlı Elçisi, Şah’ın şaşkınlığını gidermek için, lokum kutusunun altına iliştirilmiş mütevazı pusulayı uzatıyor.
Pusulayı okuyan Şah’ın yüzünde, bu sefer, şaşkınlığın yerini büyük bir utanç ifâdesi alıyor:
“İsmail, herkes yediğinden ikram eder.”
***
YAVUZ'DAN BİR DÖRTLÜK
Sanma Şâhım Herkesi sen Sâdıkâne Yâr olur,
Herkesi sen dost mu sandın, Belki ol Ağyâr olur,
Sâdıkane Belki Ol Âlemde bir Dîdâr olur,
Yâr olur, Ağyâr olur, Dîdâr olur, Serdâr olur.
Dikkat: Kıt'ayı, soldan sağa okuyabileceğiniz gibi, yukarıdan aşağı da okuyabilirsiniz; şiirin düzeni de manası da bozulmaz.
.
Arsel ve Gökyay münazarası
Prof. İlhan Arsel, 28 Aralık 1976 tarihli Cumhuriyet gazetesinin 18826 sayılı nüshasının 2. sayfasında, “Fakülteden ayrılırken” başlıklı bir yazı kaleme almış… Ve bu yazıda maalesef, okuduğunu anlamadığı için, II. Ebu Hanife ünvanlı 16. yy. Osmanlı Şeyhulislâmı, büyük fıkıh âlimi (hukukçu), müfessir Ebussuud Efendi merhûma, bayağı bir dille saldırmıştır! Âdeta “Cehlin böylesi sehl (kolay) olmaz” dedirtecek tarzda…
Prof. Arsel’in bu cehalet dolu mahut yazısına cevap, Orhan Şaik Gökyay’dan gelmiş... Merhum, Hisar dergisinin Şubat 1977 tarihli 158. sayısında, fetvâ üslûbiyle, “Bir fetvâ da bizden” başlığı altında enteresan bir cevap vermiştir. Câlib-i dikkat bulduğumuz bu yazıyı ve enfes edebî zevki, okuyucularımızla paylaşmak ve onların da ıttılâına arz etmek istedik. Buyrun birlikte okuyalım.
***
Bir fetvâ da bizden
Fetvâ sûreti
Mes’ele:
A) Bir kimesne, bir yolunu bulup Medresetü’l-Kuzât’ta, ıstılâh-ı zamâne ile Hukuk Fakültesi’nde, bi-eyy-i hâl (her nasılsa) müderrislik pâyesi ihrâz idüp ta’lim ve tedrîs kürsîsini işgâl eylese,
B) Feemmâ ol kimesne okuduğun anlamasa ve işbu anlamaduğu nesne üzerine âdemoğullarından herhangi birini pire misillü mûziyâtın (pire, bit, tahtakurusu, sivrisinek ve benzerleri gibi insanlara ezâ veren hayvancıklar) en küçüğiyle çiftleşmesi gibi aklen ve naklen (akıl ve şerîat cihetinden) havsala-i beşerin ihâtasından hâriç bulunan bu türlü bir iddiâya vücut verüp birtakım nâ-becâ (yersiz) ve nâ-sezâ (yakışıksız) ahkâm-ı bâtıla binâsına kalkışsa,
C) Ve bu iddiâsını, Ebussuud Efendi gibi, Osmanlı Devleti’nin en yüksek ve ileri çağında, İkinci İmam Ebû Hanîfe diye yüceltilen ve (takrîben) otuz yıl aralıksız şeyhulislâm olan ulu bir fıkıh (hukuk) ve tefsir âlimine ve kanun yapıcısına isnad ile kendüleri hakkında, “onu hiçbir vechile büyük insan, ya da ilim adamı saymak olanağı yoktur” deyû bühtanlar eylese,
Ç) Her kangı bir tarîk-ı âm (herkesin gelip geçtiği, yol, anayol) üzerinde karşımıza çıkacak âhâd-ı nâstan (halktan herhangi biri, profesör filan değil) şerîatçe mükellef (çocuk, deli, bunak, veya okuduğunu anlamayan bir profesör olmayıp dînin emirlerini yerine getirmekle yasaklarından da kaçınmakla yükümlü, sağlığı yerinde olan Müslüman) sayılan lâalettâyin bir ferdin dahî, insan-oğlunun pire ile cimâını tasavvur etmenin imkânsız olduğunu teyakkun edeceğinde, böyle bir süâle muhâtap olduğu takdirde, buna “zehî tasavvur-ı bâtıl, zehî hayâl-i muhâl” (Ne çürük bir düşünce, ne boş bir hayâl) mısra’-ı meşhûru ile karşılık vereceğinden aslâ ve kat’â (hiç mi hiç) şek ve şüpheye mahal olmaduğu bilinse,
D) Bundan mâadâ, müderris-i merkûmun, kendinin emsâl ve akranlarından nicelerinin Kurûn-ı Vüstâ medreselerinden her kangı birinde, müderrislik değil, ta’lim ve teallüm ile külliyyen alâkası bulunmayan ve ednâ hıdmetlerden sayduğu “hademelik” bile yapamayacak kertelerde kimselerden olduğu ve kifâyet-i ilmiyyesinin mefkûdiyyeti, tevâtür hudûdunu aşup alâ mele’in-nâs (herkesin içinde) ikrâr ve î’tirâfı ile sübut bulsa, ol müderrisin, medrese-i mezkûrede işgâl eylediği tâ’lim ve tedrîs makâmında ibkâsı câiz olur mu?
Cevap buyurup sevâba giresiz.
- el-Cevâb: Olmaz.
Ketebehû’l-fakîr ilâ Rabbihî’l-Ganî Orhan Şaik el-Kavsü’l-kuzahî el-Karlûki el-Oğuzî, ufiye anhü, fî Muharremi’l-harâm, sene 1397 min hicreti’n-Nebî sallallâhü aleyhi vesellem.
Şeyhulislâm Ebussuud Efendi’yi küçültmeye yeltenen bir yazıda, onun hulle hakkındaki fetvâlarından biri alınarak, büyük İslâm hukûku âliminin o fetvâsında, “cimâa kadir olmayan pire”den söz ettiği ileri sürülmekte ve burada, bu kelime, aman okuyucunun gözüne ille de batsın diye olacak, bütün harfleri büyük yazılarak iki defa tekrarlanmaktadır. Oysa bu fetvâda geçen kelime pire değil “pîr’e”dir ve herkesin bildiği ve bileceği gibi, “yaşlı” mânâsına “pîr”dir. Fetvâda, “cimâa kadir olmayan pîr’e” denilmektedir ki, “erkeklikten kesilmiş olan yaşlı kişi” demektir. Türkçe’yi yeni öğrenmeye başlayan bir yabancı bile bu fetvâyı doğru okumayı, okuduktan sonra da anlamayı becerecektir, kuşkusuz. Fetvâda, “cimâa kadir olmayan pîr’e, yahut on iki yaşında olan oğlancığa hulle etse” dendiğine göre, burada “pîr” ve “oğlancık” kelimelerinin, dilbilgisindeki “e durumu” dediğimizden başkası olamayacağını anlamak için, ilkokula gitmeye bile gerek yoktur. Türkçe’yi konuşmak yeter. Gerçi, pire ile hepimiz, çocukluğumuzdan bu yana aynı yatakta çok yatmışızdır, yatıp duruyoruz; ama hiç birimizin aklından bir kötülük geçmemiştir, hele pirenin aklından haydi, haydi…
İmdi, onun bu fetvâsını, günümüzde, yani ilkel ve câhil bir toplum (Milletimiz hakkında İlhan Arsel’in hükmü) olmaktan az çok kurtulduğumuzu sandığımız bir zamanda, bir profesörün bu biçimde anlayıp üzerinde böylesine ahkâm yürüttüğüne, Ebussuud Efendi sağ olsaydı, acaba ne derdi? Elbette ince zekâsı, şerîata uygun, nükteli bir fetvâ verirdi. Onun bu yanını gösteren fetvâları az değildir. Bize, en olmayacak gibi gelen bir kelimeyi, gerekince hiç çekinmeden ve tam yerinde kullanacak güçtedir o.
Hem tarihteki bütün imparatorluklardan daha uzun sürmüş olan bu Müslüman-Türk İmparatorluğu eğer böyle ilkel ve câhil bir toplum idiyse, toptan bir Hıristiyanlık dünyasına karşı altı yüz yıl nasıl dimdik ayakta kalabilmiştir? Nasıl olmuş ta, bugün her biri, Müslüman, Hıristiyan, başına-buyruk birer devlet hâline gelmiş olan bu ayrı-ayrı milletleri; dilleri, dinleri, örf ve âdetleri başka-başka cemiyetleri, yüzyıllarca idare edebilmişlerdir? Bir yandan Atlas Okyanusu’na, bir yandan Hind Okyanusu’na yol alan kalyonları, kendi tersanelerimizde yapıp donatan onlar değil midir? Bunları oralara yel üfürüp yelken mi götürmüştür? Döktükleri tunç toplarla kaleler değil de, havanda su mu dövmüşlerdir? Türk orduları doğudan batıya, batıdan doğuya turist olarak mı gitmişlerdir?
Alemleri yıldızlarla öpüşen bu minâreleri, bu câmileri, kışın musluklarından sıcak sular akıttıkları bu şadırvanları, bu herkese yeten çeşmeleri, yol vermeyen nehirler üzerindeki köprüleri, kervansarayları, ticaret hanlarını, çarşıları kimler yapmıştır?
Bu kışlalar, medreseler, kütüphaneler, dâruşşifâlar, hamamlar bize hangi âlim, ileri, medenî yabancının armağanıdır?
Bu vakıflar, kış-yaz yoksullara, öğrencilere sıcak yemek veren bu imârethaneler, bu hemen her türlü yapının duvarlarını süsleyen, acımasının, yardım elinin, aynı toprakta yaşayan kuşlara kadar uzandığının eşsiz şâhitleri olan bu kuş evleri, sürüye katılıp sıcak yerlere gidemeyip kalan leyleklere, akbabalara bakmak için vakfiyeler... Bütün bu saydıklarımız, dilim kurusun, ilkel ve câhil bir toplum’un çingene çadırları mıdır? Nedir? Söylesenize bize.
... [Böyle] bir millet için câhil ve ilkel bir toplum hükmüne varmakta kendimizde nasıl bir hak görüyoruz? Nasıl oluyor da bu küfre dilimiz varıyor? Hiç olmazsa, o yüzyılların hiçbir ferdi, bu hükme varan gibi, pire ile insanı çiftleştirecek kadar iz’an ve irfandan uzak düşmemiştir. [Orhan Şaik Gökyay, Destursuz Bağa Girenler, İstanbul 1982, s. 262-3-4-5-6]
***
BERCESTE
Ben ne kastettim, sen ne anladın, garip efsânedir,
Cenâb-ı Vâhibi’l-idrâk, müzdât eylesin iz’ânın. (Akıl ve anlayış(ı veren) bağışlayan Allahu Teâla, anlayışını artırsın).
.
Halis ECE
"Ey boz renkli, al gözlü, boynu sedef benekli güzel! Haliku zû’l-Celâl olan Allah kanatlarına güç-kuvvet versin... Fena âleminin kanatsız beka yolcularına da zû’l-cenahayn (çift kanatlı) olmayı nasip etsin… Derman versin Uçmağa, sevgili kullarını Cemâliyle şereflendireceği o eşsiz mekâna, Cennet'e…" Amin.
* * *
Odamın balkona bakan pencere kenarındayım. Koridordan içeri giren hemen herkesin nazarlarının süzüldüğü pencerenin önündeyim. Yazıyorum… Dışarıda âdeta kurşunî bir hava var. Kim bilir neler yüklüdür. Belki de yağacak yağmurun şimşekleri-yıldırımları ve de yağmurları… Rabbim âfetten-âfetlerden korusun.
Burası semtin en yüksek yeri değil. Sonuçta üçüncü kat. Üç kat daha var üstümüzde... Ama yine de hayli yüksek sayılır. Semtin coğrafi konumu itibariyle... Ve ben engin-rengin ve coşkun ruhumla, bu madde yüksekliğine oturmuş, mânâ âleminin ulvî tepelerini tahayyül ediyorum.
Ben… Önümmdeki bilgisayarın, elimdeki klavyenin çırağı. Ben… Karşımdaki monitörün çerağı-lambası-mumu...
Kelimeler-kavramlar kendiliğinden dökülüyor ekrana...
Bir gözüm pencereden dışarıda; kapalı, sisli-puslu havada... Diğer gözüm ise balkondaki saksılarda yem arayan kuşlarda… Seyrediyorum onları, zaman-zaman yazmaya mola vererek. İçimden geçenler karışmıyor yazdıklarıma:
"Ne kadar da güzel, pek de zarif canlılar... Ne kadar da çalışkan, gayretli yaratıklar... Ama görüyorum ki, bütün bu uğraşmalarına, çalışıp didinmelerine rağmen, yiyecek bir şey, kursaklarına atabilecekleri bir yem bulamıyorlar. Bu esnada devam ediyorlar tesbihlerine: Subbûhun Kuddûsun... diyerek"
O da ne; şimşek çakıyor sanki, dedim ve gerçekten çakmaya başladı. Ben halen yazıyorum. Lakin kelimeler garipleşiyor, kavramlar enteresan hallere bürünüyor. Cümleler hazin-hazin çağlıyor; bazen galeyana gelip coşuyor. Yazdığım kendi hikâyem ama, bana bir başka dünyaları hatırlatıyor. Yine de yorum için çok erken diyorum. Öyle bir an ki bu, (Türküm-Yörüküm ama) hiçbir kelimenin çadırında mola vermemeliyim, hiçbir lafzın-mefhumun otağında konaklamamalıyım. Öyle önüme gelen her duraktan, her menzilden yolcu da almamalıyım. Ne olur ne olmaz. Bir garip yolcu sandığın, karşına eşkıya olarak çıkabilir… Devir tekin değil çünkü… Hedefe varmak, menzil-i maksuda ulaşmak, sahil-i selamete kavuşmak için mutlaka yoluma aralıksız devem etmeliyim. Kelimeler bir acîb, yolcular bir garip!
Dışarıda rüzgâr gittikçe şiddetleniyor, çiseleyen yağmur nisbeten hızını arttırıyor. Sokaktaki insanlarda bir telaş başlıyor; hızlı, hatta koşar adımlarla sağa-sola dağılıyorlar.
Tarihi şehrin kurşunî kubbeleri, zarif minareleri, enfes kemerleri tarihin birer rasat-gözlem noktaları gibi serpilmişler dört bir yana... Asırlardır gök ehlini seyrediyorlar… Dinleyip anlayana lâhuttan haberler sunuyorlar.
Bir an gözüm tekrar balkona kayıyor. Kuşlar saksılarda yem aramaya devam ediyor. Lakin halleri bir başka değil, bin başka… Daha fazla dayanamıyor, elime, hanımın âşurelik buydaylarından arta kalan yemlerden bir miktar alıyor ve onlara doğru serpiştiriyorum. Hemen kapışıyorlar…
Avcumu tekrar dolduruyorum... Fakat enteresan, biraz evvel avucuma alıp fırlattığım yiyecekleri, şimdi kuşlar gelip elimden kendileri alıyor. İçlerinden bana iyice yaklaşıp, omzuma konanlar bile var. Tam da bu esnada, sanki kuşların görünmeyen minik kulaklarına bir şeyler fısıldıyorum... Yemini-yiyeceğini kapan kumru uçup gidiyor. Hiç açgözlülük yapanına rastlamadım. Kavgayla-gürültüyle, çekişip dalaşmayla pek değil hiç işleri-ilgileri yok. Belgesellerde seyrettiğim hayvanlara, özellikle de insanlara hiç benzemiyorlar… Şaşkınlıktan "hayret!" diye kıpırdıyor dudaklarım.
Penceremden, gökkubbenin alabildiğine uzayan boşluğuna bakarken, içindekileri, ay-güneş ve diğer gezegenleri hayâl ediyorum… Hatta Arş’ı-Kürs'ü, halen orada mevcut olan Cenneti-Cehennem'i tasavvur ediyor, Cemâl-i ilahiyi düşünüyor, aşk ve şevk ile yazıyorum. Bir diyardan başka diyara… Bir gönülden bir gönle, onun vesilesiyle bin gönle…
Gene balkona kayıyor gözlerim. Kuşlar gitmiş, yoklar. Havanın ağırlığını-kasavetini hissediyorum. Balkon kapısını kapatıyorum. Sanki birdenbire kelimelerin-kavramların büyüsü bozuluyor, üslubumdaki akıcılık kayboluyor.
Madde âleminden sıyrılıp mânâ âleminin derinliklerine daldığımda, his ve hayâl dünyamdaki düşünceler sanki canlı yayına geçmiş gibi manevi “fakr” halime yansıdığı anda, bir güvercin konuyor gene balkondaki saksılardan birine... Gagasıyla tık-tık vuruyor toprağa... Önümdeki masayı, üzerindekilerle beraber çekiyorum kenara... Sık-sık açılıp kapandığı için, aralanırken hiç ses çıkarmadan tereyağdan kıl çeker gibi sessizce açılan balkon kapımı yine açıyorum. Kumru hâlâ orada... Belki biraz daha yem bulabilirim diye, mutfağa yöneliyorum...
Bana öyle mânâlı-mânâlı bakıyor ki... Sanki kuş olan benim de, o bana bir şeyler vermek istercesine esrarlı bir bakış atıyor...
İkram edecek bir yem bulamayınca, ekmek kırıntılarıyla yetiniyorum ve eğilip kulağına bir şeyler fısıldıyorum. Tebessüm misâli… O da istediğini, gönlünden geçeni almış gibi, arkasını dönüp kanatlarını çırpmaya başlıyor. Ben de, beni anladığına inanarak, sesleniyorum ardından:
"Ey boz renkli, al gözlü, boynu sedef benekli güzel! Haliku zû’l-Celâl olan Allah kanatlarına güç-kuvvet versin... Fena âleminin kanatsız beka yolcularına da zû’l-cenahayn (çift kanatlı) olmayı nasip etsin… Derman versin Uçmağa, sevgili kullarını Cemâliyle şereflendireceği o eşsiz mekâna, Cennet'e…" Amin.
.
Bir defasında Rus çarı at arabasıyla ülkesini dolaşıyormuş.
Araba yoldaki kanal inşaatının önünde durmak zorunda kalmış.
Yolunun üzerinde kanal kazan işçiler, Çar'ın arabasını görünce heyecanla irkilmişler.
Çar arabadan inmiş ve kan ter içinde kalan bir işçiye sormuş:
"Bu kadar yoruluyorsun, kan ter içinde kalıyorsun; peki iyi para
kazanabiliyor musun bari?"
"Bana yetecek kadar kazanıyorum efendim, diye cevap vermiş işçi.
"Yani ne kadar " diye tekrar sormuş Çar.
İşçi başını öne eğmiş ve şöyle cevap vermiş;
"Borçlarımı ödeyebiliyorum, gelecek için yatırım yapabiliyorum, kalanı ile de hergün sıcak tasda yemek yiyebiliyorum efendim!"
Çar çok şaşırmış!..
Ülkede bu kadar az para kazanan, boğaz tokluğuna çalışan bir kanal işçisi nasıl olur da bu kadar az parayı, bu kadar çok yerde, bu kadar verimli kullanabilir diye merak etmiş.
Dayanamadan tekrar sormuş:
"Peki paranı nasıl yetirebiliyorsun da bu kadar faydalı işe fırsat bulabiliyorsun?"
İşçi cevap vermiş:
"Babama bakıyorum: Bu eski borçlarımı ödediğim anlamına gelir.
Oğlumun nafakasını çıkarıyorum: Bu ise gelecek için yatırım yaptığım anlamına gelir. Yani böylece paramı gelir getiren bir işe yatırmış oluyorum.
Hergün bahçemde tek yetişen sebzeyi lahanayı yiyoruz: Olsun!! Lahana da sıcak yemektir. Karnımız doyuyor sevgili Çarım" demiş.
***
Çar fakir işçinin verdiği cevaptan çok mütessir olmuş/etkilenmiş ve hemen onu bir kese altınla mükafatlandırmış. Saraya döndükten sonra ise akıllı işçinin sözlerini, bir bilmece olarak yaverlerine sorup onları sınamış.
İstanbul, sadece Türkiye’nin değil, dünya coğrafyasının gözbebeği…
Süleyman Peygamberin (a.s.) bu şehri kurmak için seçtiği mekân… Kurdun kuşun, insin cinnin, bütün canlıların bir hafta boyunca gezip dolaşıp bulabildiği en güzel yer, Boğaz’ın gerdanlığındaki inci; Sarayburnu.
Şairlere, yazarlara, edebiyatçılara ilham kaynağı, Kur’an’ın ifadesiyle “belde-i Tayyibe/güzel belde”.
Napolyon’a göre, “Dünya tek bir devlet olsaydı, başkenti İstanbul olurdu”.
Hisseden, görebilen, bakmasını becerebilen insan için her köşesi tarih, kültür, sanat, estetik kokan bir kent.
İstisnasız bütün insanlığın hayranlık duyduğu şehir.
Malum, “Güzelin talibi çok olur”. Değişik zamanlarda çeşitli milletler tarafından pek çok defa kuşatılmış… Harplere-darplere, yağmalara-istilalara maruz kalmış.
Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.), rivayete göre Mi’rac dönüşü semadan bu “güzel belde”yi görmüş… ve bu kutlu şehrin bir gün Müslümanlar tarafından fethedileceğini, onu fetheden kumandanın ne güzel kumandan, askerinin de ne güzel asker olduğunu müjdelemiş. (Buhârî, Tarihu’l-Kebîr, 2, 281)
Bu müjdeye mazhar olabilmek isteyen Müslümanlar adeta yarışa girmiş, onlarca kerre muhasara edip bu güzel coğrafyaya ve o güzel övgüya sahip olmaya çalışmışlar. Öyle ki, seksen küsur yaşına rağmen, Efendimiz’in (s.a.v) mihmendarı, İstanbulumuz’un manevi sahibi Ebu Eyyûb el-Ensarî (r.a.) o kuşatmalardan birine iştirak etmiş… ve bu uğurda şehit olmuş.
Ancak fetih, ilahi takdir gereği Hacı Bayram Veli’nin (k.s.) buyurduğu gibi, Fatih-Akşemseddin (k.esrarahüma) ikilisinin önderliğindeki güzel askerlere kısmet oluyor.
Bu yıl (2008) İstanbul'un fethinin 555. yıldönümünü kutlayacağız.
Güzel ecdadımızın bize “emanet” ettiği bu güzide şehre layık mukimler olma yarışında olmalıyız. “Emanet” dedim… Çünkü emanetin değeri madde ile ölçülemez, korunması dikkat ve hassasiyet ister. Eski hukukumuzda “Emanet ödenmez” diye bir kural vardır. Bu şu demek: Emanete herhangi bir şekilde bir zarar verilirse, bu zarar maddi olarak tazmin edilmez/edilemez. Emanette aslolan, itina ile onun hakkına riayet etmektir. Bizim görevimiz-sorumluluğumuz da bu emaneti gelecek nesillere en iyi şekilde teslim edebilmek olmalıdır. Yoksa bir mirasyedi gibi gönlümüzün istediği şekilde tasarrufta bulunmak olmamalıdır.
***
Evet, İstanbul dışarıdan fethedilmiş; zamanın şartlarına göre içeriden de en mükemmel tarzda imar ve inşa edilmiş… Ama hayat devam ediyor. Hem mevcutların en iyi şekilde korunması, hem de yeni ve kalıcı eserlerin bu güzel şehre kazandırılması lazım. Onun için diyoruz ki;
İstanbul şehircilik planında bir fetih bekliyor… Mimar-mühendis vd. fatihlerini gözlüyor…
İstanbul sosyo-ekonomik ve kültürel açılardan yeni fetihlere âmâde… Taşradan sürüklenip gelen çirkinliklerin yerini, güzelliklere bırakmasını; “İstanbulluluk” şuurunun/bilincinin yeniden canlanıp filizlenmesini, kök salıp meyvelerini teşhir etmesini bekliyor.
İstanbul, gerek iç ve gerekse dış turizmi teşvik edip kendisini canlandıracak fatihlerini gözlüyor. Dünyanın bir numaralı Açık Hava Müzesi durumunda olan İstanbul’da, neden bir “kültür turizmi” patlaması olmasın!
Hepsinden önemlisi bu zarf (İstanbul), mazrufunun (sakinlerinin) tıkanan gönüllerini fethedecek biz sevdalılarına kucak açıyor. Hedefimiz, hem zarfın hem de mazrufun fatihi olmaktır. Başta resmi ve sivil toplum kurum ve kuruluşlarımız olmak üzere tüm vatandaşlarımıza düşen de, bu bedeni tedavi ederken ruhunu tahrip etmemektir. Biri varsa öbürü bir anlam ifade eder… Ne insansız şehir, ne de şehirsiz insan düşünülebilir.
***
İstanbul; ilmi çalışmaların müzakere edildiği, teknolojik gelişmelerin tartışılıp konuşulduğu, ticari ve sınai görüşmelerin-anlaşmaların yapıldığı, her tür sosyal ve kültürel faaliyetlerin sahnelendiği bir dünya “kongre-turizmi” merkezi olmaya aday… Hem de bir numaralı aday!
Bunu görmemek, hissedip anlamamak için insanın beş duyudan yoksun olması gerek.
İstanbul’da yaşayanlar olarak bizler, özellikle de yönetim kadrosunda bulunanlar, bunun bilincinde olmaları ve bu tablonun gerçekleşmesi yönünde hedefe ulaşmak için bütün benliğiyle geceli-gündüzlü büyük bir gayretin-çabanın içinde olmaları lazım.
***
Kısacası fetihlerin, olumlu gelişmelerin devamı için Fatih’in torunlarına ihtiyaç var. Onlar da bu ülkede mebzul. Öyleyse ne duruyoruz! Buyrun, hep birlikte iç bünyedeki tıkanıklıkları fethetmeye-açmaya… Mümkün değilse by-pas etmeye… Azmin karşısında kim durabilir!
Kısacası İstanbul’u aşk derecesinde sevmeliyiz. Aşıka Bağdat uzak değildir. Hiçbir problem de çözümsüz olamaz. İnşaallah bütün engeller aşılır, eskimeyen yenilere yeni eskimeyen eserler eklenir. İstanbul, görmeye-gezmeye-yaşamaya, hatta uğrunda ölmeye değer bir şehir olur.
Bu en içten duygu ve düşüncelerle İstanbul’da oturan herkesi bu güzel şehri sevmeye, ona iyi davranmaya ve gözümüz gibi bakmaya davet ediyorum. Belki haddim değil ama, burada oturan birileri olarak buna hakkım olduğunu düşünüyorum.
***
Yetmiş küsur yıl öncesi
İstanbul’a dair...
Prof. Dr. Enis Kortan’ın “Le Corbusier Gözüyle Türk Mimarlık ve Şehirciliği” (ODTÜ yayınları, Ankara, 1983) isimli eserinden iktibaslar:
“Urbanisme kitabının 1971 derlemesinin 5. bölümünde Pain or Pleasure (Acı ya da zevk) kısmında le Corbusier şöyle demektedir:
“Eğer New York’u İstanbul ile kıyaslayacak olursak, birisinin felâket, diğerinin ise bir yeryüzü cenneti olduğunu söyleyebiliriz. New York heyecan verici ve can sıkıcıdır. Alpler de öyledir; fırtınalar da öyle, savaşlar da!.. New York güzel değildir ve eğer pratik ameliyelerimizi karşılıyorsa, diğer taraftan da saâdet hissimizi zedelemektedir.” Le Corbusier, bu bölümün girişinde bir Türk atasözünü kullanıp, “Kişi binâ yaptığı yara ağaç da diker” dedikten sonra şöyle devam ediyor:
“Biz ise onları söküyoruz! İstanbul bir meyve bahçesidir; bizim şehirlerimiz ise taş ocakları!
“İstanbul’daki evler ağaçlarla çevrilmiştir; insan ve tabiat arasındaki câzip dostluk devam etmektedir.
“İsanbul’da her yerde ağaçlar vardır ve onların arasında mimarlığın asil örnekleri yükselir. Ağaçlar, bizim ruhî ve bedenî (psikolojik ve fiziksel) yandan iyi olmamıza yardım ederler.” (Prof. Dr. Enis Kortan, Le Corbusier Gözüyle Türk Mimarlık ve Şehirciliği, s. 64)
***
Şurası bir gerçek ki; bırakalım Batılılar’ı, kendi birçok şair ve yazarlarımız günümüzde yaşasalardı, bazı şiir ve yazılarını kaleme almazlardı. Meselâ Cahit Sıtkı,
“Gökyüzünde ağaç desen türkülerinde
Ağaca gökyüzü
Birşey değişmiş olmaz
Pencereden baktığın zaman” diyemez...
Âsaf Hâlet Çelebi,
“Bir çam vardı önünde
Doğduğum odanın
Çöpten yapraklarında
Güneşi
Rüzgârla sallayıp
Kafesten
İçeri dolduran çam” mısralarını söyleyemez...
Orhan Veli, penceresinden odasına uzanacak akasya bulamayacağı için;
“Odama uzanır akasyam pencereden” diyemezdi.
Hele Ziya Osman Saba’nın,
“Pencereden bakınca bir araya gelecek
Karşıki ev, ağaçlar, yaprak, çiçek”
mısraları büsbütün hamhayal olurdu. Çünkü dışarı bakınca; ne ağaçları ve çiçekleri, ne de gökyünüzü görebilecekler... Büyük ihtimalle karşıdaki apartmanın kirli ve çirkin yüzü ile muhâtap olacaklardı. Pencerelerin artık tek fonksiyonu kalmıştır; o da içinde barındığımız hapishâneye benzer mekânların birer tecrit hücresi hâline gelmesini önlemek... Halbuki, eski Tükr-İslâm şehirlerinde pencere demek manzara (peyzaj) demekti... Eski İstanbullular, evlerinin pencerelerinden baktılarında, ya tepeden tırnağa çiçek açmış, ya dalları leziz meyvelerle yüklü, yahut kuruyup kızarmış yapraklarını rüzgâra ve toprağa emânet eden güzel ağaçlar görürlerdi.
***
Kısacası İstanbul, bir zamanlar bir bahçe-şehirmiş... Onun için ünlü şehirci ve mimar Le Carbusier, çok değil, yetmiş yıl kadar önce İstanbul’a gelince, hayretler içinde kalmış ve defterine, yukarıda geçen, şu notu düşmüş:
“İstanbul bir meyve bahçesidir; bizim şehirlemiz ise, taş ocakları!”
Ya bugün!
Belki de tam tersi; onların şehirleri yavaş yavaş taş ocakları manzarasından kurtulup yeşilliğe kavuşurken, biz de betonlaştırmaya gayret ediyoruz. Eğer sabahleyin kuş sesleriyle uyanıp penceremize uzanmış bir yeşil dal görmek istiyorsak; varsa bahçemize, apartmanın önüne, ya da belediyelerin ağaçlandırma alanı olarak gösterdikleri yerlere mutlaka ağaç dikmeliyiz.
***
NÜKTELER
“Tıynetin nâ pâk ise...”
Eski İstanbul’un hamam kitâbelerinden birinde karakter temizliğinin ehemmiyetini ifade etmek için şu kıt'anın yazıldığını görüyoruz:
“Tıynetin nâ pâk ise,
Hayr umma germâbe (hamam)den
Önce tathîr-i kalb et,
Sonra tathîr-i beden.”
(Mevlâna Güldestesi, Konya Belediyesi Yay. Konya/1993, s. 25)
Yani demek istiyor ki şairimiz; kötü huylu, kirli karakterli isen hamamdan bir şey bekleme! Temizlik istiyorsan, evvela kalbini temizle, sonra da bedenin...
***
“Biz istanbul'da soyulduk eyvâh”
Dağ başında soyulur herkes âh
Biz İstanbul'da soyulduk eyvâh
Bayburt'lu şâir Zihnî, Sergüzeştname (1797–1859)
***
Şiirlerde İSTANBUL
İstanbul
Yıllarca ağladım güldüm dizinde
Âşıkların sesi hep âh u zârdır
Gönüller çalkayan ak denizinde
Kocamış Bizans'ın gölgesi vardır
***
Canıma can katan ah İstanbul'um
Perişan hüsnüne âşık bir kulum
Hasretinle inler evli bir dulum
Gönlümde kanımın gür sesi vardır
***
İstanbul, ey garbın gizli beresi
Söyle aşk ilinin yolu neresi?
Akşam gurubunda Göksu Deresi
Kayıktan kayığa siner kabarır
***
Hüsnünü söylerler hep dilden dile
Âşıkların çekmiş nice bin çile
Göğsünde yetişen güllerde bile
Ezelî bir sevda kokusu vardır.
İhsan Raif hanımefendi (V. 1926)
***
Ayrıca Yahya Kemal, Necip Fazıl gibi son dönem büyük şairlerimizin İstanbul şiirleri de malum, hemen herkesin/hepimizin dilinde ve gönlünde...
***
İstanbul ve mâniler
Ülkemizin her yöresi gibi İstanbul’da da mâni söylemek yakın zamanlara kadar yaygında. Birkaç mâninin ard arda getirilerek mâni katarı oluşturulması ise İstanbul’a hâstır. Daha çok destanı hatırlatan bu mâni katarlarında İstanbul ve semtleri âdeta adım adım dolaşılmaktadır. İşte bu anlattıklarımıza güzel bir örnek:
İstinye körfezin dolaş
Yeniköy’de etme savaş
Tarabya’da eğelenilmez
Var Büyükdere’ye yanaş
***
İstanbul’la ilgili tâbir ve atasözleri
■ Zeyrek’ten başka yokuş, serçeden başka kuş bilmez.
■ İstanbul’un yazı kışı yoktur, lodosu poyrazı vardır.
■ Rumeli’nin bozgunu, Anadolu’nun salgını, İstanbul’un yangını.
■ Ayasofya’da dilenir, Sultanahmet’te sadaka verir.
■ Üsküdar’ın Çamlıca’sı, Boğaziçi’nin Kanlıca’sı.
■ Kasımpaşa’lı, eli maşalı.
■ İstanbul’da yangın olmasa, evlerin eşiği altından olurdu.
■ Baş benim olursa, Üskürar’da kazıtırım.
■ Oturduğu ahır sekisi, çağırdığı İstanbul türküsü.
***
İstanbul bilmeceleri
☻Lodos poyraz karışır / Tophane ile Kız Kulesi dövüşür / Sepetçiler’de kavga olur / İpçiler’de barışır.
Bu bilmece çamaşır için düzenlenmekle beraber bunda, İstanbul semtlerinin özellikleriyle günlük hayatını alt üst eden lodos ve poyraz vurgulanmıştır.
☻Karşıda bir nesne görürüm / Uzunca zinciri var
Altı mecnunlar yuvası / Üstünde feneri var
Bazan açılır kapanır / Dünya kadar hayranı var
Bu bilmeceyi bilenin / Gayet büyük irfanı var.
Bununla Galata Köprüsü anlatılmak istenmiştir.
☻Benzer bir minareye / Deniz girmiş araya
Gökte yıldız, yerde buz / Bir padişah bir o kız.
Cevabı: Kız Kulesi’dir.
***
Anadolu’da söylenen birçok bilmecede ise İstanbul, değişik durumları ifade etmek için sembol olarak kullanılmıştır.
Bunlardan bazıları şöyledir:
☻İstanbul’da at kişner / Kokusu buraya düşer. (Telgraf)
☻Kaleden attım kılıcı / İstanbul’a vurdu ucu. (Şimşek)
☻Beyaz atı nalladım / İstanbul’a yolladım. (Mektup)
☻ Herkeste bir tane / Türkiye’de iki tane. (Boğazlar)
***
Sözlü çocuk edebiyatına ait bir tekerlemede İstanbul
Ne ne Nermin’i
Çok yeme peyniri
Peynir seni öldürür
Cehenneme götürür
İstanbul’un cadıları
Ik mık
Kara kedi sen oyundan çık.
.
Halis ECE
Odam, kararan havanın da tesiriyle loş, hatta neredeyse karanlık... Bilgisayarımın monitöründen akseden/yansıyan ışık gelgitleri kütüphaneme vuruyor. Bu arada televizyonum da açık. Yaklaşık yarım asırdır siyaset yapan birileri ağzından köpükler saçarak konuşuyor; hırsıyla adeta ekranı dolduruyor, hatta odaya taşıyor. Konuşmalarını, içinde manaları olmayan kelime ve kavramlar kargaşası tarzında bir gürültü olarak duyuyorum. Aslında kendisi zaten hep öyledir ve öyle olmak için de çaba gösterir. Konuşmaları hep ağız kalabalığıdır… Laf çok anlam yok! Tipik bir “sosyal demokrat üslubu” da diyebilirsiniz. İngilizlerin "ağız ishali" dedikleri türden... Bitmek bilmeyen ihtirasıyla ağzından köpükler saçarak kuru gürültüyü sürdürür. Siyaset arenasındakileri sürekli rahatsız eder. Çünkü yaptıkları hep siyaset dışıdır. Bendeniz konuştuklarını dinlemeyi, söylediklerinden manalar çıkartmaya çalışmayı bırakalı çok oldu. Ancak bu ve benzeri zihniyettekiler, bu ülkenin üstüne, bu ülkenin insanlarının üzerine bir ağırlık olarak çökmeye devam ediyorlar. Aşkımızı-heyecanımızı kırıp, yorgunluğumuzu-bezginliğimizi arttırıyorlar. Sürekli kelime ve kavramların içini boşaltıyor, öylesine eğip büküyorlar ki, kullanılmaz hale getiriyorlar. Onların bu manaya boşvermişliği-ruhsuzluğu bizim güzelim münbit edebiyat iklimimizi de bozuyor.
Ruhum sıkılıp, aklım bu girdabın içinden bir çıkış yolu ararken dışarıdan bir ses geliyor. Bir araba yolun ortasında durmuş ve bir şeyler satmak için megafonla bağırıyor direksiyon başındaki kişi… Hatırı sayılır miktarda satacak sebze ve meyvesi de var. Müşteri bekliyor. Ama arkadan ve önden gelenler onun alış-veriş yapmasına izin vermiyor ve hareket etmek mecburiyetinde kalıyor. Haliyle bozuluyor. Ama yaptığı işin, takındığı tavrın, kısacası işletme-ekonomi, ticari-insani ve de ahlâki açılardan doğru olup olmadığını düşüneceğini-düşünebileceğini de sanmıyorum. Onu düşünmek de bana kalıyor…
Tam da bu esnada, demek dışarıda yağmur yağıyormuş, diye mırıldanıyorum kendi kendime!
A bir de ne göreyim: Yataktayım! Uyanıyorum. Hem bedenen hem ruhen… Bütün benliğimle ayaktayım... Bir taraftan dışarıyı gözlüyor, öbür taraftan da düşünce planında kuşbakışı memleketin durumunu gözlemliyorum…
Ülkede, “Mâlikü’l-mülk”ün dışında hiç kimsenin bozamayacağı bir istikrar düzeni var gibi... Ya da öyle gözüküyor, öyle gösterilmeye çalışılıyor. Adına kasaca “hayat” denen bu düzen, sosyal-laik-hukuk sacayağına oturan ya da öyle olduğu sanılan bir cumhuriyet sistemi… Ama birden yıllar öncesinde bir karikatüristimizin bir seçim öncesi çizdiği karikatüre takılıyor aklım… Ortada koskoca bir deve, herkes devenin bir yerlerinden tutunmuş, T.İ.P. Genel Başkanı Behice binti Tavâriş (Behice Boran) de kuyruğundan… Başının üzerinden çıkan balonda söylediği söz aynen şöyle: “Bir üfürüklük canımız var!”
Evet bu ülkede, seçilmişler ne kadar çoğunlukta olursa olsun, neticede bir üfürüklük canları var… Hele bir de, iki cihan serveri âlemler yüzüsuyu hürmetine yaratılmış olan Rasûl-i zî-şânın (s.a.v.) ve varislerinin, “Allah’ım! Zalimi zalime musallat kıl, kâfiri kâfire kırdır! Bizi de bunlardan meccanen uzak tut yâ Rabbe’l-âlemîn!” ilticasını kendilerine vird edinmiş bir topluluğa zarar verir, Allah yolundaki hizmetlerine engel teşkil etmeye, manevi sigortayla da oynamaya kalkışırsan... İşte o zaman gelecek sıkıntıyı, yıkacak sadmeyi her an bekleyeceksin.
***
Pencereye gidiyor, cama yaslanıyor ve adeta yağmurla kucaklaşıyorum. Yağmur sokağı nisbeten temizlemiş… Nisbeten diyorum, çünkü çok kuvvetli değil yağmur. Hafiften yağıyor, hatta yağmıyor da sanki çiseliyor... Belki kuvvetli yağdığı yerler var ama, bize bu kadarı kısmetmiş demek ki... Buna rağmen gönlümü körleştiren, ruhumu karartan pekçok şeyden kurtulur gibi oluyorum. Üstümdeki ağırlık kalkıyor, hafifliyorum… Tabir caizse, kuş gibi oluyorum.
Pencereyi açıyorum… Yağmurun topraktan alıp havaya karıştırdığı o mis gibi bahar kokusunu içime çekiyorum. O kadar çekiyorum ki… Bedenimin bütün yangınları sönüyor, ruhumun üzerindeki kara bulutlar dağılıyor. Serinliyorum; ferahlıyor, rahatlıyorum. O kadar ferahlıyor ve rahatlıyorum ki, sadrımdaki/iç âlemimdeki bütün iniş-çıkışlar, tüm dalgalar sakinleşiyor… Gecenin sessizliğini dinleyen dingin ve engin bir okyanusa dönüşüyorum adeta...
Hafif de olsa yağmurun sesiyle bütün gürültüler-patırtılar etkisini kaybediyor, yok olup gidiyor. Çevreyi huzur ve sükûnet çemberi kuşatıyor… Hayat, canlılar için biz faniler için aslında nerede başlayıp nerede bittiğini bir kere daha hatırlatıyor. Geceler gündüzleri, gündüzler geceleri takip ediyor… Akşamlar sabahlara, sabahlar akşamlara bağlanıyor. Mevsimler, değişmez sandığımız bir dengeyle birbiri ardına sıralanıp gidiyor... Daha doğrusu gidiyordu bu malum ve meş’um “küresel ısınma” olgusuna kadar… Ama bu yıl gördük ve acı bir şekilde yaşadık ki, mevsimler de alt üst olabiliyor insanoğlunun yaptığı yanlışlıklar yüzünden… İnsanlar bozuldukça, hilkatin-fıtratın gereğinin dışına çıktıkça yeryüzündeki pekçok şey de bozuluyor, bize bunun acısını tattırmak için… Oysa normalde her şey kendisi için belirlenmiş olan vakte kadar üzerine düşeni yapıyor, yapmaya devam ediyor insanoğlunun dışında… Güneş açar gündüz olur, ay doğar geceler aydınlanır. Yıldızlar gökyüzünü süsler, ışıklandırır, zifiri karanlığı loş hale çevirir... Günler-geceler hiç şaşmadan birbirini takip eder. Saatler işler; saliseler saniyeleri, saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri izler... Sünnetullah’ın (ilahi kanunun) icabı her şey seyrini sürdürür, tâ ki belirlenen müddet tamamlanıncaya kadar... Yeter ki insanoğlu kendi eliyle maddi-manevi bakımdan sistemi bozmaya yeltenmesin.
***
Adalet terazisi, hayat dengemizin en önemli unsuru…
Peki bu adalet terazisi dengede mi?
Hayatımızın her safhasına-sürecine bunu yayabiliyor muyuz? Kendimiz adil davranamıyorsak, başkalarından bunu bekleme hakkımız var mı?
Adaleti kimden, nasıl beklediğimiz de önemli tabii... Öncelikle âdil-i mutlak olan Allah’tan.
Zira susamış toprağa yağmuru gönderen, kararmış gönüllere iman nurunu bahşeden... Kurumuş ağacı yeşerten, tıkanmış iz’an-insaf ve vicdan damarlarını açan... Acıkmış toprağa muhtaç olduğu gıdayı veren, boşalmış kalpleri takva iksiriyle dolduran... Kararmış geceyi sabahın ışıklarıyla aydınlatan, şeytanın ve nefsin vesveseleriyle daralmış ruhlara inşirah, huzur ve sükûnet veren O’dur. Mutlak adalet ancak O’nun, izafi-nisbi adaletse onun “adl” sıfatından nasibi olanların harcıdır.
***
Vakit, hayatı hayallerde değil, hayatın bizatihi kendisi olan insana ve İslâm’a hizmet alanlarında aramanın vaktidir. Yüce Yaradan’ın fermanıyla gösterdiği yön ve yöntemle bütün gürültüleri bastırıp O’nun yolunda yılmadan-usanmadan-bıkmadan hizmete devam vaktidir. İlahi membalarda/pınarlarda/çeşmelerde yıkanmanın-arınmanın vaktidir.
İki Cihan Güneşi’nin (s.a.v.) Muhammedî feyzini tevzi eden vârisinin müessese ve memurlarından ruhlarımızı-manevi makinelerimizi ısıtmanın, enerji toplamanın vaktidir. İlahi nuru-feyzi letaifimize, toprağın kokusunu içimize çektiğimiz gibi çekmenin vaktidir.
Üzerimize düşen gayreti Allah’ın rızâsı yönünde ortaya koyup, semeresini de O’ndan beklemenin vaktidir.
Madem ki “Her şey vakitlerle merhûndur”, ipotek altındadır… Vakti-zamanı, günü-saati gelmeden hiçbir şey olmaz… Öyleyse vakt-i merhûnun geldiği-dolduğu inancıyla, bizi azab-ı elimden kurtarıp necata-felaha kavuşturacak “habl-i metîn”e sımsıkı yapışmalıyız.
***
Bakın; bu yıl da yine havaya-suya-toprağa cemre düştü, keza bahar geldi... Sahile, ormanlara, kırlara, parklara gidin, dolaşın… Ufka bakın, açan ağaçları, kır çiçeklerini seyredin, koklayın; duyabiliyorsanız Allah'ı nasıl tesbih ettiklerini dinleyin, ama sakın ola kopartmayın! Onları tesbihlerinden mahrum etmeyin... Nasıl bir ülke, nasıl bir toplum, nasıl bir düzen istiyorsanız; bütün bunlara uygun yaşayın, ona göre emek ve hizmet verin, gayret sarf edin... Yoksa isteğinizi beklemeye hakkınız olmaz.
Tahir Nadi anlatıyor:
“Diyarbakır’da muallim bulunuyor ve oradaki medresenin bir odasında oturuyordum. Bir kış gecesi.... Semâveri ateşlemiş, demlenmiş çayımı içmeye hazırlanmış iken ansızın Vâli Ârif Paşa’nın ağası gelip karşıma dikildi.
— Paşa, dedi, seni istiyor!
Keyfim kaçtı. Buram-buram kar yağarken rahatımı bozmak, sıcak odamı bırakmak istemedim.
— Yarın gelirim! dedim. Gitti, bir müddet sonra tekrar geldi.
— Paşa, al gel, gelmezse zorla getir! buyurdu, deyince, çaresiz giyindim. Yola düzüldük ve paşanın huzuruna vardık. Paşa, ilim ve irfan sahibi bir zât idi. Mektupçusu (yazı işlerine bakan zât) ise tam mânâsıyla câhil ve kaba, fazla olarak da kendini âlim ve zarif sayan bir ham ervah hödük idi. Odadan içeri girdiğimde orada memleketin eşrâfı, ileri gelenler ve memurların da bulunduklarını gördüm.
Paşa ayağa kalkınca hepsi birden hürmet göstermekte acele ettiler. Bana yer gösterildi; oturdum. Paşa:
— Hoca, dedi, seni ne diye çağırttım biliyor musun?
— Hayır, dedim, bilmiyorum!
— (Mektupçuyu göstererek) Bizim mektupçu kendini pek beğenir. Şunu bir güzel hicvet de bu huyundan vaz geçsin. Hadi göreyim seni!
Vaziyeti kavradım. Şöylece bir etrafıma baktım; herkes susmuş, ben ne söyleyeceğim diye dikkat kesilmişlerdi. Sonra mektupçuyu süzdüm. O da hiddetini yenmiş, fakat kıpkırmızı kesilmiş, mağrur ve sert bakışlarını bana dikmişti. Derhal cevap verdim:
— Emredersiniz paşam! Bu zâtı hicvetmek kolaydır, dedim. Ancak müsâade buyurunuz da önce “hicv”in ne demek olduğunu kısaca arz edeyim. Mâlûm-i devletinizdir: “Hiciv”; mevzû olan şahısta maddî ve mânevî ne kadar güzellikler varsa onların hepsini de yok ederek, her birinin aksi olan ne kadar kötülükler ve münâsebetsizlikler varsa onları isnat eylemekten ibârettir. (Mektupçubaşıyı göstererek) Ben bu zâta bütün dikkatimi üzerinde toplayarak bakıyorum. Onda maddî ve mânevî güzellik ve iyilik nâmına hiçbir şeyi göremiyorum ki, bunları teker teker selbedip de zıtları olan çirkinlikleri ona isnat edebileyim. :?: :!:
Oradakiler son derece memnun, mektupçu utancından büzülmüş ve üzülmüş idi... Paşa:
— Hiciv bundan güzel olamaz ve mektupçu daha mükemmel hicvedilemez, dedi.
***
Evet, gerçekten de hicvin mâhiyeti bundan daha güzel anlatılamazdı. (Hilmi Yücebaş, Hiciv Edebiyâtı Antolojisi, Aka Kitabevi, İstanbul, 1961, s. 5-6)
***
HİCİVDE ZARÂFET
Şâir İbnü’r-Rûmî’nin iğneli dilinden bıkan Emîr (devlet reisi), onu, dâvet ettiği bir ziyâfette zehirletiyor. Zekî şâir zehirlendiğini anlayınca meclisi terkederken, Emîr ile aralarında şu konuşma geçiyor:
— Böyle birdenbire kalkıp nereye gidiyorsun? :?: :?: :?:
— Gönderdiğin yere... :!: :!: :!:
— Bizim pedere selâm söyle... :(
— Cehenneme uğrayacak değilim!.. :?
Ne ince karşılıklar, öyle değil mi? “Âhirete” demiyor da, zehirlendiğini anladığını vâsıtalı beyan ile, “Gönderdiğin yere” diyor. Ondan sonra Emîr’in, “Babam da oradadır. Selâm söyle” siparişine karşı, “Baban cehennemdedir, ben cennete ulaşıyorum” demeyip de, “Ben cehenneme uğrayacak değilim” tarzında cevap vermesi, hicvin en acı ve de en zarîf şeklidir.
***
"SADIK" OLDUĞUNDA ŞÜPHE YOK!
"Tahir Efendi bana kelb demiş
İltifatı bu sözde zahirdir
Mâlik'i mezhebim benim zira
İtikadımca kelb Tahirdir."
(Nef'î)
Tahiru'l-Mevlevi Kulelil Askeri Lisesi'nde edebiyat öğretmenliği yaparken, okula yeni bir edebiyat öğretmeni daha tayin edilir. Yeni hoca gençtir, biraz da ukalacadır. Adı da SADIK'tır. Tahiru'l-Mevlevi'ye durmadan takılır... Bir dönemin soylularından Tahir Efendi'nin şair Nef'î'ye "kelb" diyerek sataşmasına ve Nef'i'nin buna verdiği tarihe geçen -yukarıdaki- cevabi dörtlüğüne atıfta bulunarak,
- Yahu hoca, der, şu kelbin (köpeğin) tahir (temiz) olup olmadığı hâlâ vuzuha kavuşmadı mı?
Bir, iki, üç, derken..., yine bir gün kalabalık bir davetli kitlesinin önünde aynı münasebetsiz soruyu sorar...
Tahiru'l-Mevlevi'nin artık "sabır çanağı" taşmıştır... O meşhur cevabını yapıştırır:
- Kelbin tahir olup olmadığı el'an meşkük... Ammaaaa!.. Kelbin "SADIK" olduğunda şüphe yok! der.
***
Aslında hiciv, hicivcinin edebiyat sanatını kullanarak konuştuklarını kötülüklerle teşhîridir. Bir başka ifadeyle hiciv; “medh”in zıddıdır.
“Medhiye” tâbiri altında mütâlaa olunabilecek kasîdeler; bir zâtı, bir binâyı, bir yeri, bir vak‘ayı nasıl hakikatin üstüne çıkarak överse, “hicviyeler” de yine gerçeği bir yana atarak, öylece yerer. Ama yukarıdaki örnek, zarâfeti cihetiyle, târif olunandan epeyce farklıdır.
{tortags,477,1}
.
|