Manevi Mimarlar
sefine-abdulhalim.blogspot.com/2008/03/ankr-evliyalar.html
19 Mar 2008 -
.
Çankırı Evliyaları
Akkız Sultan
Akkız Sultan
Akkız Çalısı Sokağı ile Mezarlık Caddesi’nin kesiştiği yerdedir. Çevresi Mezarlık Caddesinden 3 metre yükseklikte, kuzey ve batı yönlerde ise 30 cm yükseklikte duvarla çevrilidir. Girişi Akkız Çalısı Sokağı tarafından, demirden yapılmış avlu kapısı ile sağlanmaktadır. İçinde beş adet mezar bulunmaktadır. Mezar taşlarından ikisi kavuk şeklinde sona ermektedir. Bu mezarlardan birinde H.1290 (M.1873) tarihi okunmaktadır. Akkız Sultan’ın mezarı mozaik beton ile yeniden yapılmıştır. İki adet mezar taşı toprak içinde kaybolmak üzeredir. Halk arasında Akkız Sultan’ın keramet sahibi büyük bir kadın olduğuna inanılır. Türbeye ziyaretçiler, siğil hastalığına çare bulmak için gelirler. Ellerinde siğil olan hastalar abdestli olarak türbeye girerler. Türbenin yanında bulunan çalılardan küçük bir dalı hafifçe kırıp üç kere İhlâs, bir kere Fatiha surelerini okurlar. Dal kuruyup düşünce siğilinde yok olacağına inanılır.[18]
Oldukça gösterişsiz mezarıyla eski sivil mimari örnekleriyle dolu eski Çankırı’ya sıkışmış olmasına rağmen bambaşka bir meltem esiyordu orada. Mezarının hiçbir mimari ve dini özelliği olmamasına rağmen diğer örneklerin aksine bilinen bir kadın kişiydi. Çankırı öğretmenevinin görevli hanımı bildiğini, büyük bir ermiş kadın olduğunu söyledi. Çalıya dönüşmek için dua ettiği için mezarının bulunduğu yer akkız çalısı olarak bilinmekte. Akkız Sultan, kerâmet sahibi büyük bir kadındır. Üzüldüğünde dua edip bir çalıya dönüşmek istemiş.[19]
Aşık Hasan
Aşık Hasan
Bayramören ilçesinde türbesi bulunan Âşık Hasan'ın pîr elinden bâde içerek, saz çalarak Hak yolunu bulduğu ve keramet ehli bir kişi olduğu anlatılmaktadır. İnanışa göre Âşık Hasan namaz kılarken kavak ağaçları da onunla birlikte secdeye varırmış. Bu keramete inanmayanları ikna etmek için Âşık Hasan bir gün, kavak ağaçları secde edince kendi sarığının kumaşından bir parçayı kavak ağacına bağlamış. Sabah uyananlar kavak ağacının en tepesinde Âşık Hasan'ın sarığındaki kumaşı görünce hayrete düşmüşler.
Pîr elinden bâde içerek ve saz çalarak Hak yolunu bulduğuna inanılan, türbesi Bayramören ilçe merkezinde olan Âşık Hasan'la ilgili bir anlatıya göre o zamanlar yörede yaşayanlar Âşık Hasan'dan evliya olduğunu kanıtlaması için Hızır Aleyhissem'ı göstermesini istemişler. Âşık Hasan da: "Siz benim tarlamı sürün ben de size Hızır Aleyhisselam'ı göstereyim" demiş. Adamlar, tarlayı sürdükten sonra yorulup yemek yemeye oturmuşlar. Tarlanın öbür ucundan fakir bir adam onlara yaklaşmış. Bu adama nereden gelip nereye gittiğini sormuşlar. Adam da: "Sabah namazını mağripte kıldım; ikindiyi kılmak için maşrığa gidiyorum" demiş ve oradan ayrılmış. Yemeğin ardından Âşık Hasan'a Hızır Aleyhissem'ı sormuşlar. Âşık Hasan da gördükleri o fakir adamın Hızır Aleyhisselam olduğunu söylemiş.
Balı Dede
Balı Dede
İnanışa göre Bayramören ilçesi Akseki köyünde türbesi bulunan Balıdede, bir gün köye doğru gelirken ezan sesini duymuş ve namazını kılmak istemiş, ancak çevresinde abdest almak için su bulamamış. Abdest almak için asasını yere vurunca yerden su fışkırmış. Günümüzde Balıdede'nin çıkarttığına inanılan bu kaynak suyuna yöre halkı "Asa Suyu" demektedir.
.
Benli Muhiddin
.
Benli Muhittin
Habib-i Karamani
Türbesi Atkaracalar ilçesinde bulunan Habib-i Karamani inanışa göre Horasanlıdır, Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri'nin halifesidir ve Bayramî tarikatına bağlıdır. "Şeyhi Hacı Bayram-ı Veli, insanlığa hizmet etmek, talebe yetiştirmek ve Bayrami tarikatını devam ettirmek üzere Habib-i Karamanî Hazretleri'nin İç Anadolu'ya yerleşmesine izin vermiştir. Bu izin üzerine Habib-i Karamanî Hazretleri, ilk olarak Niğde'nin Orta köyüne hareket etmişse de orada aradığını bulamayınca manevi kardeşi şeyh Hamza Sultan'ı görmek ve beraberce İslamiyet'e hizmet etmek amacıyla Atkaracalar'a yerleşmiştir." Evliya Çelebi'nin Şeyh Habib-i Karamanî Hazretlerini ziyaret ettiği, Seyahatnâme'sindeki şu satırlardan anlaşılmaktadır:
"Fatih Sultan Mehmet Han asrında vefat etmiş olup bu Karacalar köyüne defnedilmiştir. Türbesi halk tarafından ziyaret edilmektedir. Kendisi Bayramî tarikatındandır. Şeyh Hazret-i Hamza Efendi, bu zatın halifelerindendir. Biz de Habib-i Karamanî'yi ziyaret ederek dokuz saat sonra Ilgaz'a geldik..."
Habib-i Karamanî'nin ölümünden sonra Eflatunzâde tarafından yazılan tarihi, Çelebi şöyle naklediyor:
"Kaleruhülkudüs fitarihe
Enefilcennetime'va ruhe 1521"
"Şeyh Hamza Sultan'a ve Habib-i Karamanî Hazretleri'ne ait eserler, kendi el yazılarıyla yazılmış kıymetli kitaplar Darülaceze Medresesi'nde bir kitaplıkta muhafaza edilirken 1925 senesinde medresede çıkan bir yangın sonucunda yanarak yok olmuştur."
.
Hacı Ali Turab-ı Veli
Hacı Murad-ı Veli
Elde edilen bilgilere göre "XII. yüzyılda Türkistan'dan gelerek önce Hicaz, Şam ve Urfa civarlarında en sonunda da Çankırı ve Tosya bölgesine yerleşen Hacı Murad-ı Veli, Aliyülbüka'nın oğludur. Babası Aliyülbüka, uzun süre Halilürrahman'da kapıcılık yapmıştır. Halk arasında Aliyülbüka'nın dolayısıyla Hacı Murad-ı Veli'nin soyunun Hz. Ali'nin neslinden geldiği söylenmekte ise de son zamanlarda ele geçen ve
Orta ilçesinin Elmalı köyünden Himmetoğullarıdan Yusuf oğlu Hasan Doğan adındaki zat tarafından kopyası alınan bir şecereye göre Hacı Murad-ı Veli'nin XII. yüzyılda yaşadığı, muhitinde İslamiyet'in yayılması için çalıştığı, arzu edenleri tenvir ve irşat ettiği kaydolunmakta ve hocalarının da Türkistan'da yetişmiş âlimler olduğu bildirilmektedir. Yine aynı şecerede sülalesinin Hz. Ali mensubiyeti kaydedilmekte ise de bunun Aliyülbüka'nın uzun müddet Hicaz'da kalması ve Halilürrahman'da kapıcılık yapmasına bağlanmaktadır."
Türbe duvarına asılan Hacı Murad-ı Veli ile ilgili bilgilere göre Hacı Murad-ı Veli'nin Abdulgaffar, Pîr Ali Çelebi ve Elvan Seydi adında üç oğlu olmuş. Oğulları da Çankırı'da İslamiyet'i yaymak için büyük çaba sarf etmişler. Yörede Hacı Murad-ı Veli'nin Şeyh Şaban-ı Veli'yle ve Hacı Bektaş-ı Veli'yle kardeş oldukları anlatılır. Ayrıca inanışa göre türbesi Çankırı merkeze bağlı Handırı köyünde bulunan Hatçe Sultan, Hacı Murad-ı Veli'nin annesidir.
Seydiköy'de "Asa Suyu" adı verilen kaynak suyunun Hacı Murad-ı Velî tarafından çıkarıldığına inanılmaktadır. Anlatıya göre Hacı Murad-ı Velî, bir gün gezerken abdest almak istemiş, çevresinde su göremeyince asasını yere vurmuş ve: "Ya mübarek çık, ben abdest alacağım" demiş. Bunun üzerine asasını vurduğu yerden su çıkmış. Günümüzde bu kaynak suyu çeşitli hastalıklara şifa bulmak için içilmektedir.
Orta ilçesi Elmalık kasabasında yattığına inanılan Elvanseydi, inanışa göre günümüzde Seydiköy'de türbesi olan Hacı Murad-i Veli'nin üç oğlundan biridir. Babasının ikamet ettiği Seydiköy'den ne zaman ayrılıp ne zaman Elmalık yöresine geldiği bilinmemektedir. Ancak Çankırı'nın fethedilmeye başladığı yıllarda yöreyi İslamlaştırmak için geldiği tahmin edilmektedir.
Elvanseydi, günümüzde "Eski Cami" olarak bilinen caminin civarında salihler, âlimler, fakirler ve düşkünler için bir zaviye, zaviyenin yanına bir mescit ve hayvanlar için bir ahır yaptırmıştır. Elvanseydi'nin bu çalışmalarını duyan Çobanoğullarından Mahmut Bey, kendi mülk toprağı olan Elmalık toprağını Elvanseydi'ye bağışlayarak bir vakfiye hazırlatmıştır. Hicri 698, Miladi 1298 tarihinde yazılan ve "Elmalık Seyyid-i bin Musallih Seyidi Vakfiyesi" adını alan bu vakfiye halen Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivindeki 1766 numaralı defterin 396 nolu sayfasında kayıtlıdır. Bu vakfiyeden anlaşıldığına göre Elvanseydi, 1298 tarihinden çok önce Elmalık kasabasına gelmiş ve zaviyesini açmıştır.1298 tarihinden 19. yüzyılın sonlarına kadarElvanseydi'nin soyundan gelenler sözü edilen zaviyenin şeyhliğini yapmışlardır.
Hacı Mustafa Efendi
Hacı Mustafa Efendi
Yapraklı ilçesinde türbesi bulunan Hacı Mustafa Efendi ile ilgili anlatılara göre Hacı Mustafa Efendi, 1870 yılında Yapraklı'da doğmuştur. Devrin kadısı olan ağabeyi Rıfat Efendi, Hacı Mustafa Efendi'yi tahsilini yapmak üzere İstanbul'a göndermiştir. İstanbul Fatih Medresesi'nde tahsilini tamamlayıp, müderris olarak Yapraklı'ya gelmiştir.
Kendilerine ait Eşrefoğlu (Eşrefiye) Medresesi'nde müderris olarak talebe yetiştirmiştir. Hacı Mustafa Efendi, bu dönemde Nakşibendi tarikatı şeyhlerinden Konya Seydişehir'de türbesi olan Hacı Abdullah Efendi'nin oğlu Muhammedi Hoca Kani Efendi'den ve Kastamonu Devrekani ilçesinde yatan Hacı Merdan-ı Veli Hazretleri'nden dersler almıştır. Yaşadığı devrin tasavvuf ilminde kutbu olan Hacı Merdan-ı Veli'nin vefatından sonra Nakşibendi tarikatının bu bölgedeki şeyhi durumuna yükselmiştir.
Yaşadığı devirde çok sade ve mütevazı, fakat dönemin şartları gereği çok sıkıntılı bir hayat sürdüren Hacı Mustafa Efendi'nin herhangi bir yazılı eseri mevcut değildir. "Hac Risalesi" ve "İhlâs Risalesi" adlarıyla kitaplar yazmaya başlamışsa da dönemin şartları nedeniyle bunların basımı gerçekleştirilememiştir. 1942 yılında yetmiş dört yaşındayken vefat etmiştir. Türbesi, Yapraklı mezarlığındadır.Edinilen bilgilere göre Hacı Mustafa Efendi'nin soyu, Yapraklı'daki Dervişoğulları sülalesinden gelmektedir. Hacı Mustafa Efendi'nin, Hacı Hafız Efendi'yle de akrabalığı vardır. Hacı Hafız Efendi gibi kendisi de pek çok talebe yetiştirmiştir. Yaptırdığı medresede müritleri öğrenimlerine devam ederler, çilehanelerde kırk gün boyunca "çile" adı verilen sabır eğitiminden geçerler, bu eğitim boyunca sade tuzsuz çorba ve ekmek yerler, vakit namazlarının haricinde çilehaneden dışarı çıkmazlarmış.
Anlatılara göre Nakşibendi şeyhi olan ve Yapraklı ilçesinde türbesi bulunan Hacı Mustafa Efendi'ye civar köylerden insanlar, hediye göndermek istemi ş ler. Köyden bir kişiye birkaç bakraç yoğurtla bal verip Hacı Mustafa Efendi'nin evine göndermişler. Ancak adam, hediyelerin bir kısmını kendine ayırmış, kalanını Hacı Mustafa Efendi'ye vermiş. Hacı Mustafa Efendi: "Oğlum, o sakladığın şeyleri al, evine götür, çocuklarınla birlikte ye" demiş.
Hacı Zekeriya Efendi
.
Hacı Zekeriya
Hacı Murad-ı Veli'nin Mürşidi olduğuna inanılan ve Eldivan ilçesinin Sarıtarla köyünde türbesi olan Hacı Zekeriya ile ilgili bir anlatıya göre bir adam dileğinin gerçekleşmesi için Allah'a dua ediyormuş. "Allah'ım bu işim olursa Hacı Zekeriya'ya helva götüreceğim" diye adakta bulunmuş. Dileği gerçekleşince Hacı Zekeriya: "Hani benim helvam nerede?" diye sormuş.
İslam'a uygun olmayan davranışlarda bulunan insanların Hacı Zekeriya tarafından cezalandırıldığına inanılmaktadır. Köyde bir adam türbenin yakınlarındaki bir evde arkadaşlarıyla kumar oynuyormuş. Bir müddet sonra ev üç kez sallanmış, bunu Hacı Zekeriya'nın bir uyarısı olarak değerlendirmişler ve kumar oynamaktan vazgeçmişler.
İki Derviş
İki Derviş
İlgaz ilçesinde bulunan Kayı Camii'nin inşası ile ilgili bir anlatıya göre Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV) "İstanbul'u fetheden asker ne güzel askerdir" diyerek İstanbul'un fethini vasiyet edince Arap hükümdarları her yıl İ stanbul'a bilgi toplamak için adam gönderirlermiş. Bu kişiler de genellikle dervişler olurmuş. Bu dervişler aylar süren yolculuklarında Ilgaz güzergâhını kullanırlarmış. Yine bir yıl İstanbul'a giden Şeyh Muharrem ve Şeyh Mahmut isimli iki dervişin yolu Kayı Köyüne uğramış. Kayı köyü o zamanlar Oğuz Türklerinin Kayı boyundan göç edenlerin oturduğu beş-altı haneli küçük bir köymüş ve camisi yokmuş. Dervişler köylülere niçin camilerinin olmadığını sorunca, "Beş-altı haneyiz şu sıralar ihtiyaç az, imkânımız da yok" demişler. Dervişler ne olursa olsun Müslüman bir köyde cami olması gerektiğini söyleyince köylüler yakında yaparız diyerek dervişleri uğurlamışlar. Dervişler, olayı takip için dönüşte yine köye uğramışlar. Caminin yapılmadığını görünce köylüleri ikna etmeye çalışmışlar. Köylüler yakında başlarız diyerek dervişlerin gitmesini beklemişler. Durumu anlayan dervişler topladıkları bilgileri memleketlerine arkadaşları ile göndererek köyde kalmışlar. Ancak bütün çalışmalarına rağmen köylüyü cami yapımına ikna edememişler.
Köy halkı bir gün sabaha karşı Ilgaz dağlarından gelen kağnı gıcırtıları ile uyanmış. Pencerelerinden bakınca gördükleri manzara karşısında şaşı rmışlar. Şeyh Muharrem'le Şeyh Mahmut kağnı arabalarına geyikleri koşmuş tomruk ve taş çektiriyorlarmış. Sadece ikisi çalışarak ve yardım istemeden camiyi bitirmişler. Köylüler olaylar karşısında dervişlerden utanarak onları memleketlerine göndermemişler. Şeyh Muharrem'in türbesi caminin yanında yapılmış. Şeyh Mahmut ise köylüye kızdığından ölünce Kayı köyünde defnedilmemeyi vasiyet etmiş.
.
Kara Dede
Kara Dede
Yapraklı ilçesinin Kullar köyünde Dedeyakası mevkiinde yattığına inanılan Kara Dede'nin İslam ordularının mücadele ettiği savaşlarda Kara Dede'nin bu tahta kılıçla savaşa gittiğine inanılmaktadır. Yörede anlatılanlara göre Kore Savaşı'nda tahta kılıcın üzerinde kanlar belirmiş. Kurtuluş Savaşı'nda ise köyde aklî dengesini yitirmiş bir kişi tahta kılıcı alarak köy meydanında savaşıyormuş gibi hareketler yapmaya başlamış. Savaştan dönenler kendilerini savaş esnasında tahta kılıçlı bu delinin kurtardığını söylemişler.
Kara Dede'ye ait olduğuna inanılan tahta kılıç, yörede yağmur dualarında kullanılmaktadır. Köyde kuraklık olduğu zaman, tahta kılıç suya konularak ıslatılır. Ardından Kara Dede'nin türbesi ziyaret edilir ve yağmur duası türbenin yanında yapılır.
Pir-i Sani Çerkeşi Mustafa Efendi
Pîr-i Sânî Çerkeşî Hacı Mustafa Efendi
Çerkeş ilçesinde Kadınşah Camii'nin bitişiğinde yattığına inanılan Pîr-i Sânî Çerkeşî Hacı Mustafa Efendi'yle ilgili bir anlatıya göre Pîr-i Sânî Hazretleri'nin Mahmut isminde bir hizmetçisi varmış. Bir gün Pîr-i Sânî Hazretleri, Çerkeş yakınlarındaki değirmene giderken yolda rastladıkları köstebeklerin çıkardıkları topraklara asayla dokunmuş ve topraklar altın olmuş. Hizmetçisi Mahmut, Pîr-i Sânî'nin arkasından yürürken gizlice bu altınlardan alarak ceplerine doldururmuş. Dönerlerken Pîr-i Sânî Hazretleri, Mahmut'a: "Altını ne de çok seviyorsun. Toprakları altın diye ceplerine doldurdun, bak ceplerinde ne var?" demiş. Mahmut, ceplerine bakınca toprakla dolu olduğunu görmüş ve ceplerini boşaltmaya başlamış. Bunun üzerine Pîr-i Sânî: "Altına düşkün olmayanlara topraklar altın olur, altına düşkün olanlara ise altınlar toprak olur" demiş.
Pîr-i Sânî Çerkeşî Hacı Mustafa Efendi, sabah vakitlerinden önce kapıya gelen bir geyiğe binerek kaybolur, sabah vakti camide hazır bulunurmuş. Ayakkabılarının içinde her gün çöl kumu bulan hanımı, bu kumları bir torbaya koyup saklarmış.
Pîr-i Sânî Hazretleri, dünyaya gelince, dedesi Vehbi Sultan'ın kucağına verilmiş. Vehbi Sultan, torununu koklayıp, okşadıktan sonra: "Bu çocuk, halveti, halveti diyor. İnşallah, Halvetiyye şeyhlerinin büyüklerinden olacak" demiş. Yıllar sonra Vehbi Sultan'ın söyledikleri gerçekleşmiş.
bir gün Pîr-i Sânî Hazretleri, müritlerine sohbet ederken bir taraftan da bastonuyla Aliözü köyünde bahçe sulayan arkadaşı
Mustafa Efendi'nin suyunu kesiyormuş. Aralarında kalp diliyle konuşan iki arkadaştan Mustafa Efendi, "yapma" dedikçe Pîr-i Sânî Hazretleri suyu kesmeye devam ediyormuş. Sonunda sinirlenen Mustafa Efendi, küreğini çamura daldırıp bir kürek çamur fırlatmış. Fırlattığı çamur Pîr-i Sânî Hazretleri'nin kapısına vurunca müritleri çıkan sesten korkmuşlar. Pîr-i Sânî Hazretleri tebessümle: "Korkmayın, Mustafa Efendi'yi kızdırdım, o da bana çamur attı" demiş.
Şeyh Ahmet
Şeyh Ahmet
Kurşunlu ilçesinde bulunan Çırdak Türbesi'nde yattığına inanılan Şeyh Ahmet'e aittir. Şeyh Ahmet'in kendisine saygısız davrananlara türlü cezalar verdiğine dair pek çok anlatı vardır: Bir zamanlar bir bölük komutanı, yöre halkının karşı çıkmasına rağmen türbeyi mühürlemek istemiş, türbeyi ziyaret ettikleri için köy halkına hakaret etmiş. Bunun üzerine köylüler, Şeyh Ahmet'in bu kişiyi cezalandırması için dua etmişler. Bölük komutanı köyden ayrılmadan birden bire rahatsızlanmış ve yüz felci geçirmiş, tedavi olmak için Kurşunlu'ya gitmiş, ancak hiçbir doktor derdine derman olamamış. Bir gün Kurşunlu'da gezerken karşısında eli asalı kişiler belirmiş ve hastalıktan kurtulması için Çırdak Türbesi'ne gidip tövbe etmesi gerektiğini söylemişler. Bunun üzerine bölük komutanı Çırdak Türbesi'ni ziyaret etmiş, yaptıklarından ötürü pişmanlık duyup tövbe etmiş ve kurban kesmiş. Bu sayede hastalıktan kurtulmuş. Başka bir anlatıya göre köyden birkaç kişi, tuvalet ihtiyaçlarını türbenin yakınlarında karşılamaları üzerine hepsinin bacakları eğilmiş.
Köyün girişinde yöre halkının "gelin alayı" dedikleri sıra sıra kayalar bulunmaktadır. Anlatıya göre bir gelin alayı içki içerek ve davul, zurna çalarak köye doğru ilerliyormuş; bu durumdan rahatsız olan Şeyh Ahmet, kabrinden çıkıp gelin alayının önünü kesmiş ve durmalarını söylemiş. Ancak gelin alayındakiler aldırmayıp yollarına devam etmişler. Bunun üzerine Şeyh Ahmet'in elini kaldırmasıyla hepsi taş olmuş. Kaynak kişi bu anlatıya dayanarak köyde düğünlerde davul, zurna çalınmadığını söylemektedir.
Kurşunlu ilçesi Çırdak köyünde yöre halkı Şeyh Ahmet'in Horasan'dan geldiğine ve eski adı "Çardak" olan bu köyü kurduğuna inanmaktadır. Bir anlatıya göre hastalığı nedeniyle sürekli titreyen, yürümekte zorlanan; bu yüzden de eşeğinin kuyruğundan tutarak yürümeye çalışan bir adam varmış. Adam bir gün Çırdak Türbesi'nin önünden geçerken durup hastalığından kurtulması için dua etmiş. Bu duadan sonra iyileşmiş.
Şeyh İsmail Rumi
Şeyh İsmail Rûmî
Yapraklı ilçesi Sazcağız köyünde bir tekke yaptığına inanılan Şeyh İsmail Rûmî ile ilgili bir anlatıya göre Şeyh İsmail, Yapraklı halkına, bir bölgeyi işaret edip asasını atıp su çıkaracağını söyleyerek müsaadelerini istemiş. Halk ise: "Oradan su çıkarıp da toprağı göçürecek misin?" diyerek kabul etmemiş. Şeyh İsmail, "Peki öyleyse inşallah orası göçer" deyip asasını fırlatmış. Asa, Yapraklı'nın 4 km. güneyindeki Sazcağız köyüne düşmüş ve oradan köyün ihtiyacını karşılayacak kadar su çıkmış. Bu su, günümüzde "Asa Suyu" adıyla anılmaktadır.
İnanışa göre İstanbul'da kaldığı süre içinde, yolu üzerinde bir kiliseden diğerine şarap taşıyan Müslüman gençleri gören Şeyh İsmail Rûmî: "Ne taşıyorsunuz?" diye sorar. Gençler, şarap demeye çekinerek "Pekmez taşıyoruz" diye cevap veririler. Şeyh İsmail Rûmî: "Haydi pekmez olsun" karşılığını verir. Kiliseye getirilen şarabın tadına bakan papaz, fıçıda şarap yerine pekmez olduğunu görünce: "Bunu nereden aldınız?" diye sorar. Gençler: "Her zamanki yerden" cevabını verirler. Bunun üzerine yolda meydana gelen olayları öğrenen papaz, Müslüman olur
Şeyh Mehmet
Şeyh Mehmet
Kurşunlu ilçesi, Köprülü köyü, Zeyve Türbesi'nde yattığına inanılan Şeyh Mehmet'in Horasan'dan geldiğine ve yöreyi İslamlaştırmak için şeyhi tarafından gönderildiğine inanılır. Anlatıya göre Şeyh Mehmet, Horasan'dan iki kardeşiyle beraber gelmiştir. Bu iki kardeşin biri Çırdak köyünde yatan Şeyh Ahmet; diğeri Atkaracalar'da yatan Şeyh Hamza Sultan'dır. Şeyh Mehmet'in mürşidi Horasan'dan bir ok atar ve attığı oku bulup o yöreye yerleşmesini ister. Şeyh Mehmet, mürşidinin attığı oku, günümüzdeki adıyla Köprülü civarında bulur ve şeyhinin emri üzere bu yöreye yerleşir.
Kurşunlu ilçesi Köprülü köyünde bulunan Zeyve Türbesi'nde Şeyh Mehmet adında bir zatın yattığına inanılmaktadır. Anlatıya göre şeyhinin isteği üzerine Horasan'dan gelip bu yöreye yerleşmiştir. O zamanlar bu bölgeye Küpeli Bey adında bir Hıristiyan sahipmiş. Küpeli Bey'in hizmetkârları, Şeyh Mehmet'i görünce ona kim olduğunu sormuşlar. Şeyh Mehmet de keramet sahibi bir insan olduğunu, şeyhinin emri üzere bu bölgeye geldiğini anlatmış. Hizmetkârlar, durumu Küpeli Bey'e bildirmişler. Küpeli bey, bir at gönderip Şeyh Mehmet'i evine davet etmiş. O sıralarda Küpeli Bey'in hanımı erkeğe de kıza da benzemeyen bir yaratık doğurmuş. Küpeli Bey, Şeyh Mehmet'e: "Eğer sen keramet ehli biriysen bu doğanı düzelt; kız olursa senin, erkek olursa benim olsun" demiş. Şeyh Mehmet keramet gösterip doğan yaratığı, kız çocuğuna çevirmiş. Minnettar olan Küpeli Bey, Şeyh Mehmet'e Zeyve yöresini vakfetmiş. Yıllar sonra Şeyh Mehmet, Küpeli Bey'in kızıyla evlenmiş.
Zeyve Türbesi'yle ilgili bir anlatıya göre köyde yürüyemeyen bir adam, oğlundan kendisini Zeyve Türbesi'ne götürmesini, ikindi vakti kendini oradan almasını istemiş. Oğlan, babasını türbeye bıraktıktan sonra ikindi vakti almayı unutmuş; ancak hava kararmaya başladığı zaman aklına gelmiş. Aceleyle türbeye koşarken yolda babasıyla karşılaşmış. Babasının yürüyerek kendine doğru geldiğini görmüş. Şaşkınlık içinde kalan oğlan, babasına neler olduğunu sormuş. Babası Şeyh Mehmet'in kendisine şifa verdiğini söylemiş.
Şeyh Mustafa Efendi
Şeyh Mustafa Efendi
Şeyh Mustafa Efendi, Çerkeş'te bulunan Pîr-i Sânî Hazretleri'nin yakın arkadaşıymış. Şeyh Mustafa Efendi, bu yakın arkadaşı nı ziyarete gittiğinde Pîr-i Sânî Hazretleri, ayağa kalkıp ona hürmet edermiş. Pîr-i Sânî Hacı Mustafa Efendi'nin oğlu, babasının bir köylü karşısında neden ayağa kalktığına anlam veremez; bu duruma canı sıkılırmış. Bir gün babasına bunun nedenini sormuş. Pîr-i Sânî Hazretleri, gece geç saatte biten sohbet sonrasında Mustafa Efendi'yi uğurladıktan sonra oğlundan minareye çıkıp Mustafa Efendi'ye bakmasını istemiş. Oğlu, gördüğü manzara karşısında şaşıp kalmış; gecenin zifiri karanlığında Mustafa Efendi nurdan bir ışık içinde uçarak gidiyormuş. Bu olay karşısında her şeyi daha iyi anlayan oğul, babasından özür dilemiş.
Şeyh Ömer
Şeyh Ömer
Bayramören ilçesi Erenler köyünde yattığına inanılan Şeyh Ömer'le ilgili bir anlatıya göre Şeyh Ömer'in yaşadığı zamanlarda köyde "Abdullah" adında bir kişi askere gidecekmiş; ancak askerliğin sıkıntılarından korkuyormuş. Şeyh Ömer: "Oğlum, üzülme. Sıkılınca, darda kalınca beni düşün" demiş. Abdullah adındaki kişi, askerde düşmanlarla bir çatışmaya girmiş. Bir tarafında Yunan askerleri diğer tarafında koskoca bir ırmak varmış. Bu durumdan nasıl kurtulacağını düşünürken aklına Şeyh Ömer gelmiş ve ona rabıta yapmaya başlamış. Gözlerini açınca karşısında Şeyh Ömer'i görmüş, Şeyh Ömer, onu alıp ırmağın karşı kıyısına geçirmiş. Askerden dönünce hemen Şeyh Ömer'in evine gidip ona teşekkür etmiş. Şeyh Ömer de: "Oğlum benden bilme; Allah'tan bil!" demiş.
Türbesi Bayramören ilçesi Erenler köyünde bulunan Şeyh Ömer'in hayattayken pek çok keramet gösterdiğine inanan yöre halkı bir gün sulanmış bir tarladan geçtiğini; ancak ayak izinin bulunamadığını anlatmaktadır.
Bayramören ilçesinde Şeyh Ömer'in zamanında Çatkese köyünde yaşayan keramet ehli bir kişi varmış. Şeyh Ömer'in evinde bir gün misafirleri "yüzük oyunu" oynuyorlarmış. Şeyh Ömer de elinde bir maşayla ocaktaki külü eşeliyor, bir taraftan da gülüyormuş. Yanındakiler: "Ya, adam delirdi herhalde kendi kendine gülüyor" diye içlerinden geçirirken tam o sırada ocağın bacasından bir avuç toprak parçası inmiş. Misafirler, korkudan kaçışmaya başlayınca Şeyh Ömer: "Oğlum korkmayın. Çatkese'deki mübarek, tarlasını suluyordu ben de onun suyunu kesiyordum. Bana kızıp toprak attı" diyerek şakalaştıklarını söylemiş.
Şeyh Şakir Efendi
Şeyh Şakir Efendi
Ilgaz ilçesinin Akçaören köyündeki türbede kızı Adeviye Hanımla birlikte yattığına inanılan Şeyh Şakir Efendi ile ilgili bir anlatıya göre Şeyh Şakir Efendi, Osmanlı döneminde II. Abdülhamit zamanında makam imamlığı yapmıştır. Aslen Akçaörenli olan Şeyh Şakir Efendi'nin, Kurtuluş Savaşı'nda İslam sancağını taşıdığına inanılır. Bir anlatıya göre Kurtuluş Savaşı sırasında köy halkı, Yunan askerlerinin zulmünden kaçmak için köyden göç etme kararı alır. Halkın telaşa kapıldığını gören Şeyh Şakir Efendi, korkmamalarını, Yunan askerlerinin köye giremeyeceğini söyler. Ertesi sabah davullar ve zurnalar eşliğinde düşman askerlerinin bozguna uğradığı haberi gelir.
Şeyh Şakir Efendi'nin hayattayken zaman zaman görünmez olduğu anlatılır.
Toprak Baba
Toprak Baba
Çankırı il merkezinde bulunan Toprak Baba Türbesi'yle ilgili bir anlatıya göre tekke ve zaviyelerin kapatıldığı dönemlerde belediye, Toprak Baba'nın türbesinin bulunduğu yerden yol geçirmek için yıkım çalışmalarına başlamış. Ancak yıkım sırasında işçilerin başına türlü kazalar gelince türbenin yıkımı durdurulmuş.
Toprak Baba'nın türbesini yaptırmaya niyetlenen bir adam maddî imkânsızlıklara rağmen türbenin inşaatına başlamış. Bütün parasını harcayan adamdan türbeyi yapan usta altı torba alçı gerektiğini söylemiş. Ne yapacağını şaşıran adamcağız kabrin yanına gelerek: "Ya mübarek altı torba alçıyı da mı bulamıyorsun ben bu kadar yapabildim" demiş ve yanından ayrılmış. Yolda bir arabacı adama seslenerek: "Sana alçı gönderdiler, yardım et de arabadan indirelim" demiş. Adam, alçıları kimin gönderdiğini sorunca arabacı bir isim söylemiş; ama söylediği kişi bulunamamış.
Hoşislamlar Türbesi
oşislamlar Türbesi
Şeyh Hamza Sultan
Atkaracalar ilçesinde bulunan Hoşislamlar Türbesi'nde yattığına inanılan Şeyh Hamza Sultan'la ilgili bir anlatıya göre Oğuz boylarından Karacalardan olan obalar günümüzde Atkaracalar'ın bulunduğu çayırlık alanın etrafında altı oba halinde yerleşmişler. Bu yöreye yerleşen Şeyh Hamza Sultan, tamamı Müslüman olan bu obaların cuma ve bayram günlerinde bir araya gelmelerindeki sıkıntıyı görmüş ve günümüzde Atkaracalar'ın merkezinde kendi adı ile anılan caminin olduğu alana bir mescit inşa ettirerek çevre obalarda yaşayanların ibadetlerini kolaylaştırmıştır. Bu mescitte ilk cuma namazını da kendi kıldırmıştır. Obalar, Şeyh Hamza Sultan'ın teşvikiyle Karaca köyüne yerleşmişlerdir. Karaca köylüleri, başlangıçta at yetiştiriciliği ile meşgul olmuşlar yerleşik hayata tamamen alışınca kumaş dokumacılığı yapmışlardır. Osmanlı Padişahı IV. Murat, Bağdat seferine giderken bu yöreye gelmiş, yöre halkının yetiştirdiği atları çok beğenmiş, ordusunun atlarını Karacaların atları ile değiştirmiş ve Karaca köyüne "Atçı Karacalar" adını vermiştir. Zamanla bu isim "Atkaracalar" haline gelmiştir.
"Şeyh Hamza Sultan, yeni neslin okuma-yazmayı öğrenmesi için caminin on metre karşısına bir tekke yaptırmıştır. Daha sonra bu yapı, otuz yatakhane ve büyük bir dershane ile medrese halini almıştır. Dışarıdan gelen fakir talebelerin yatılı olarak kaldıkları medresenin yiyecek, yatacak, kitap ve diğer ihtiyaçlarının hayırseverler tarafından karşılandığı bilinmektedir. Burada pek çok talebe yetiştiren Şeyh Hamza Sultan'ın medresenin alt katında bulunan bir odada Kadiri tarikatının gerekliliklerini yapmıştır. Tarikatı devam ettirmesi için maneviyat kardeşi İlgaz'ın Yerkuyu köyünde türbesi bulunan Şeyh Efendi'ye tarikat sancağını teslim etmiştir. Şeyh Hamza Sultan'dan sonra Yerkuyu'daki Şeyh Efendi, Kadiri tarikatını devam ettirmiştir. Bu nesilden son olarak Şeyh Mehmet Nuri Efendi'nin 1925 senesine kadar tarikatı devam ettirmek için Atkaracalar'a geldiği bilinmektedir. Rivayetlere göre Şeyh Mehmet Nuri Efendi, kırk günlük halvet ve ibadet tertip ederek pîri olan Şeyh Hamza Sultan'ın türbesinin yakınlarında tarikat ehli kişileri toplar ve ibadet ederdi."
Ali Haydar Bayat Hoşislamlar Türbesi ile ilgili şu bilgileri aktarır: "Türbede deliler, tekbirlerle üç defa tesbihten geçirilir. Çamur cöferi (türbe toprağı) parmakla, hastanın alnına, yanaklarına ve çenesine sürülür, kuru cöferden yutturulur. Gerektiğinde hastalar bir iki gece mezarın bulunduğu odada yatırılır. Ancak günümüzde hastanın türbede yatırılmasının haricindeki diğer uygulamalara rastlanmamaktadır.
.
Yedi Uyurlar Türbesi
Yedi Uyurlar Türbesi
Çankırı’nın Sözlü Tarihinde Efsane Ve Menkıbeler
ONUR AKDOĞAN*
2.1. EFSANELER
Efsane Farsça kökenli bir kelimedir ve Türkçe’ye de Farsça’dan aktarılmıştır. Farsça’da efsane ile beraber “fesane” ifadesi de kullanılmaktadır. Arapça’da ise efsane, “ustûre” kelimesinde kullanım alanı bulmaktadır. Batı dillerinde ise, Latince’ “legendus”, İngilizce’de “legend”, Yunanca’da “mitos-mit” kelimeleri ile efsane kelimesi karşılanmaktadır. [1]
Türk Dil Kurumu tarafından yayımlanan Türkçe Sözlük baskısında efsane şöyle tarif edilmektedir: “Eski çağlardan beri söylenegelen, olağanüstü varlıkları, olayları konu edinen hayalî hikâye, söylence.” Saim Sakaoğlu, DİA, Halk Edebiyatı maddesinde efsaneyi şöyle tanımlamaktadır: “Bir olay, yer veya adla ilgili inanışı dile getiren veya bunların ortaya çıkış sebebini açıklayan olağanüstü özelliklere sahip kısa anlatmalardır.” Anonim Türk Halk Edebiyatı Nesri kitabında Erman Artun, “Efsane, gerçek veya hayalî belli kişi, olay veya yer hakkında anlatılan bir hikâyedir”demektedir. İsmail Görkem, Elazığ Efsaneleri İnceleme-Metinler adlı basılmış yüksek lisans tezinde efsane için şu tanımı yapmaktadır: “Şahıs, yer ve hadiselerle ilgili olarak anlatılan, esas vasfı inandırıcılık olup, belirli bir üslubu ve şekli olmayan; şahıs ve hadiselerle ilgili olanlarında olağanüstü vasıflar görülebilen, bazılarının kaynakları çok eskilere dayanan anonim halk edebiyatının bir türü.”[2]
Halk edebiyatının anlatmaya dayanan türleri arasında yer alan efsaneler, “dinî, inandırıcı ve olağanüstü” özelliklere sahip kısa hikâyelerdir. Daha çok, “muayyen varlık (canlı-cansız), olay veya yer” hakkında anlatılan efsanelerin, ister gerçek isterse hayalî olsun, inandırıcılık yanı mutlaka vardır ve bununla dinleyicilere bir mesaj iletme veya hisse çıkarma amacı güdülür. Böylece efsanelerde, gerçek hayatla hayal dünyamızın iç içe girdiği görülür.[3]
Bu başlık altında Çankırı şehri için öne çıkan efsaneler aşağıda verilmeye çalışılacaktır.
2.1.1. Kadit Olun
Halk arasındaki bir anlatıya göre Emir Karatekin Bey Çankırı’yı fethederken düşman, ordularını sıkıştırmış. Bunun üzerine Taşmescit’te bulunan dervişlerden yardım istemiş. Ancak dervişler: “Biz şimdi helva yapıyoruz, gelemeyiz” demişler. Emir Karatekin Bey de beddua ederek: “İlahi, kadit olun!” demiş. Emir Karatekin’in bedduasıyla hepsi oracıkta ölmüş ve o gün bu gündür toprağa gömülmemişler. Bu kaditlerin olduğu yerde helva kazanları ve kepçeler de bulunmaktadır.[4]
2.1.2. Yaralı Asker Balıkları
Atkaracalar’ın Ilıpınar Köyü’nde asker balıkları bulunmaktadır. Balıkların bulunduğu havuz iki kısımdan oluşmakta ve bu havuzda iki çeşit balık bulunmaktadır. Bunların bir kısmı siyah, bir kısmı da yeşil renktedir. Yeşil renktekiler daha diptedir ve bunlar asla birbirine karışmaz. Balıkların nerden geldiği bilinmemektedir. Ancak 600- 700 sene öncesine dayandığı tahmin ediliyor. Su ürünleri mühendisleri yaptıkları araştırmalar sonunda 400 m derinlikten gelip, çeşitli topraklara karışarak buraya geldiğini söylemektedirler. Bu havuzun suyu özeldir. Sedef ve mantar hastalığına, el ve kol ağrılarına iyi gelmekte, saçlara parlaklık kazandırmaktadır. [5]
Atkaracalar’a tayini çıkan bir memur altı aylık balıkları tutmak istemiş. Ona balıkların kutsal olduğu ve tutulmaması gerektiği söylenmesine rağmen o dinlememiş. Birkaç balık tutarak evine gitmiş. Anlatılanlara göre akşama eşi balıkları kızartmaya çalışmış, ancak balıklar tavadan kaybolmuş. Balıkları tutan kişi aynı gece vefat etmiş. Eşinin vefatından sonra hanımı yirmi sene boyunca Atkaracalar’a gelip kurban kesmiş. Köylülerin anlattığına göre buradaki balıklar ne çoğalır ne de azalır. Yıl içerisinde bir iki tane balık ölümü gerçekleşir. Ölen balıkları kedi ve köpekler asla yemezler. Bu balıklar gölün yakınlarında bir yere gömülür.[6]
Hocahasan Köyü Kalkındırma ve Yardımlaşma Derneği web sitesinde şu bilgilere yer verilmektedir.
“Köylülerden 50 yaşındaki Ahmet Öztürk, köylerinin bilinen tarihinin 400 yıl kadar olduğunu belirtti. O tarihten bu yana bu balıkların kutsallığına inanıldığını ifade eden Öztürk, özellikle Çanakkale ve Kurtuluş savaşlarında buradaki balıkların sayısında önemli oranda düşüş olduğunu, savaş bittiğinde ise tekrar aynı sayıya geldiklerini ifade etti. Balıkların tekrar çoğaldıklarında vücutlarının çeşitli yerlerinde yaralar meydana gelmesi nedeniyle o günden bu yana savaşa gidip geldiğinin söylendiğini bildiren Öztürk, aynı olayın Kıbrıs çıkartmasında da yaşandığını savundu.
Ahmet Öztürk’ün babası 70 yaşındaki Recep Öztürk ise riyayetlerle ilgili şöyle konuştu: “Ben çocukken Atkaracalar’da nahiye müdürü olarak görev yapan biri balıkların kutsallığına inanmayarak buradan 5-6 adet balık tutup, eve pişirmek için götürdü. Balıklar ortadan kayboldu ve nahiye müdürü birkaç gün içinde öldü. Müdürün eşi ise kocasının ölümünün bu balıklardan kaynaklandığına inanarak her yıl bu köye gelerek balıkları ziyaret etti.” Öztürk, asker balıkların cinsinin sazan ve alabalığa benzemesine rağmen bunlardan farklı olduğunu, araştırmalarla bu balıkların Hazreti İbrahim’in ateşe atıldığı yer olarak bilinen olan Balıklı Göl’deki balıklarla benzer özellik taşıdığını öğrendiklerini kaydetti.
Asker balıkların sayısının sürekli aynı kalmasının dikkati çektiğini söyleyen Öztürk, uzun süredir havuzda 600 dolayında balığın olduğunu ve dengenin bozulmadığını bildirdi. Öztürk, ölen balıkları kedi veya köpeklerin yemediğini, bu nedenle ölenleri yakın bir yerde gömdüklerini ifade etti.” [7]
2.1.3. Kara Dede ve Tahta Kılıç
Kullar Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği web sitesinde şu bilgilere yer verilmektedir.
“Türbe, Kullar Köyü’nde, Dedeyakası mevkiindedir. Bu türbenin Kara Dede namında bir zata ait olduğu söyleniyor. Yanında iki mezar daha vardır. Fakat kimlikleri bilinmemektedir. Köylülerle sık sık görüşerek yaptığım sohbetlerin birinde, köye bir ailenin Bağdat’tan geldiği söylenmiştir. Efsanede adı geçen Kara Dede’nin ve Tahta Kılıç’ın esrarı, zannederim bu aile ile yakından ilgilidir. Kullar Köyü’nde Kara Dede Mescidi adıyla yeni bir mescit yapılmış. Köye gelenler mutlaka bu mescidi ziyaret ederler. Bu mescidin bir özelliği de “Tahta Kılıç”ın bulunmasıdır. Tahta Kılıç’ın Kara Dede’nin kılıcı olduğu söylenmektedir. Köylüler, Kara Dede ve bu kılıç hakkında sınırlı bilgiler vermektedir. Kılıcın nasıl Kara Dede’ye geldiği ya da kendi yapmış ise bu konudaki bilgilere ulaşılamamaktadır. Ayrıca eskiden Kayabaşı Çeşmesi’nde, suyun içinde ıslatılmış olarak beklemekte olan Tahta kılıç, daha sonra çeşmemin köye taşınmasıyla, mescide konulmuştur.
Köyde kuraklık olup yağmur yağmadığı zamanlar, Tahta Kılıç suya konularak ıslatılır. Daha sonra Dedeyakası’nda bulunan Kara Dede Türbesi’ne çıkılır. Yağmur duası yapılır. Tahta Kılıç ıslatılıp da yağmur duasına çıkılırsa, mutlaka yağmur yağacağına inanılır. Bu durumda kesin olarak yağmur yağdığı köylülerce söylenmektedir.
Memlekette bir savaş felaketi çıktığında, Tahta Kılıç’ın da bu savaşlara katıldığına inanılmaktadır. Halk içinde kulaktan kulağa anlatıla gelen bir rivayete göre Birinci Dünya Savaşı’nda Tahta Kılıç ve Kara Dede’nin savaştığı söylenmektedir. Bu konuda anlatılanlara bakılırsa, Kullar Deresi’nde köyün altında bulunan Kuru Dere’de- tam savaş anında Kara Dede, Tahta Kılıç’ı eline almış; bir ata binerek derede bir o yana, bir bu yana atı sürmüş ve bir yandan da kılıç sallıyormuş. Daha sonra kılıçta kanlar belirmiş. Bir müddet böyle devam ettikten sonra Kara Dede köye dönmüş. Tahta Kılıç ise kanlar içindeymiş.” [8]
2.1.4. Eldivan’da Gelin Kayası Efsanesi
Çankırı Araştırmaları sitesinde şu bilgilere yer verilmektedir.
“Savaş zamanı yapılan bir düğünde gelin alayını oluşturan seymenler ve bu alayın önünde giden evliya bir zat, Çankırı istikametine doğru gelini götürüyorlarmış. Düşman istilası karşısında zor durumda kalmışlar. Gelin alayının önündeki evliya ellerini açıp dua etmiş “Allah’ım bizi düşman eline verme de ya taş et ya da kuş” diye. O sırada gelin alayı tamamen taş kesilmiş.
Kayalar zamanla aşınmış, ancak dikkatli bakılacak olursa taşların yönü hep bir tarafa, Çankırı istikametine doğru bakıyor. İlginç olan bir şey de bölgede her yerin toprak yalnız buranın kayalık olmasıdır. Büyük kaya ve küçük kaya olmak üzere kayalar iki gruptan oluşur. Gelin alayının devamı olan kısma halk küçük kaya ismini vermiştir.
Bu kayaların üzerinde bir tekke bulunur ve bu tekkeye her yıl kurban kesilir. Köy halkı evliyaya yatır ismiyle hitap etmektedir. Ayrıca bu tekkeden asla taş alınmaz. Ali Gümüş’ün anlattığına göre halası yıllar önce bu tekkeden kırmızı bir taş almış ve o anda ayağına yılan dolanmış. Taşı bıraktığı anda yılan da onun ayağını bırakmış.
Köy halkı gelin kayasına çok önem vermektedir. Yağmur duası için evliyanın bulunduğu tepeye çıkılır ve burada kurbanlar kesilir. Yolu izi olmadığı için gelin alayı buraya gelmez, yani düğünlerde buraya çıkılmaz.
Kayaların önünde ağıllar vardır ve burada hayvancılık yapılır. Halk buradaki evliyanın hayvanları koruduğuna inanır. Ağıllara koyunlarını bırakır ve gönül rahatlığı ile köydeki yaren eğlencelerine katılır. “Allah ile dedeye emanet hayvanlarımız” derler ve onlara göre dede hayvanları korur. Ancak buraların temiz tutulması gerekir. Köy halkına göre burası temiz tutulmadığı zaman bazı esrarengiz olaylarla karşılaşılır. Mesela burada yalnız kalan insanların peri kızları gördüğü söylenir.”[9]
2.1.5. Paşa Sultan Efsanesi
Çankırı’nın Orta ilçesi halkı ve civar köy halkları arasında yaygın olarak anlatıla gelen rivayetlere göre; Osmanlı Devleti Padişahı Yıldırım Beyazıt ile Timur İmparatorluğu arasında yapılan Ankara savaşında ve savaşın olduğu Çubuk ovasında, Osmanlı ordusundan yaralı olarak bu bölgeye kadar erişebilen ve bu yüksek tepede şehit düşen bir Osmanlı Paşası olduğu anlatılmaktadır. Yine aynı rivayetlerde, türbenin bulunduğu tepenin eteğindeki dere kenarında Ağlar Kaya denilen yerde, kayalar arasından çıkan suyun, bu Osmanlı paşasının kızının ağlaya ağlaya akıttığı gözyaşları olduğu söylenmektedir. Türbe, üstü kapalı(çatılı) olmakla birlikte etrafında çakıl taşlarından gelişigüzel örülmüş bir duvar bulunmaktadır. Bu duvarın etrafında koyun ve sığır sürüleri üç kez dolaştırılır. Türbenin yanı başında bulunan kuyu suyundan da üzerlerine serpilirse, hayvanların salgın hastalıklardan kurtulacaklarına ve korunacaklarına ait yaygın bir inanç vardır.[10]
2.1.6. Çam Sultan
Çankırı’da Aşağı Yanlar Köyü’nü biraz geçtikten sonra, eski değirmenin tam üzerinde bir su çıkar ve bu suyun başında büyük bir çam ağacı vardır. Büyüklerimiz Çam Dede isminde bir mübarek zatın orada yattığını bize söylerlerdi. Bir gün o civardan birkaç kişi kendilerine kışlık odun sağlamak amacıyla çamı kesmeye niyetlenip çam ağacının yanına gelmişler. Bu kişiler çama birkaç defa balta vurmuş ama her vurdukları baltanın kendilerine döndüğünü görmüşler. Bunun üzerine korku ve acı içinde çam ağacının yanından uzaklaşmışlar.[11]
2.1.7. Sallocu Amca
Bu olayı babam bize anlatırdı. Dedemin zamanında, Sallocu isminde bir amca varmış. Bu Sallocu amca, Cuma günleri sela ile Cuma ezanı arasında sallo sallo diye asasını vura vura Çankırı’nın eski ticaret merkezi olan yukarı pazarda gezermiş. Bu şekilde insanların Cuma namazına hazırlanması için uyarıda bulunurmuş. Yukarı pazar dediğimiz yer o zamanlar kale altı idi. Özellikle demirci arastasındaki insanlarla muhabbet edermiş. Dedem Demirci Ömer ustada Sallocu amca ile çok samimiymiş. Sallocu amca elinde gaz lambası ile gelir kendine yetecek kadar gazı doldurur gidermiş. Sene 1949 civarında Sallocu amca, dedemin yanına geliyor. Ve dedeme “Ömer usta bugün sana kahve ısmarlamak istiyorum, her zaman sen ısmarlıyorsun bugün de ben sana kahve ısmarlamak istiyorum” diyor. Dedem ise, “bugün çocuklara haftalık dağıtacağım ve yetişmesi gereken işler var” diyormuş. Sallocu amca ise ısrarla bugün seni götüreceğim ve çocuklara da izin ver diyor. Ve dedemle beraber Asmalı isminde bir kahveye gidiyorlar. Kahveler gelip bir yudum aldıktan sonra, zelzele başlıyor. Dedem biranda kalkıyor ve evine bakmak için gitmek istiyor. Sallocu amca ise oturmasını ve evine bir şeyin olmadığını söylüyor. Önce kahvelerimizi içelim daha sonra beraber gider bakarız diyor ve dedemi zorla oturtuyor. Kahveler bitince önce dükkana gidiyorlar ve bakıyorlar ki baca komple ocağın üstüne düşmüş.[12]
2.2. MENKIBELER
Menkıbe (Menkabe), “Çoğu tanınmış veya tarihe geçmiş kimselerin ahvaline ait hikayeler”. “Din büyüklerinin veya tarihe geçmiş ünlü kimselerin yaşamları ve olağanüstü davranışlarıyla ilgili hikaye” anlamlarına gelir. Ahmet Yasar Ocak, menkıbelerin ortaya çıkışı ve içerikleri hakkında şu bilgileri vermektedir: “İslam dünyasında IX. yüzyıldan itibaren tasavvuf cereyanının görülmeye başladığı, XI. yüzyıldan beri de tarikatların teşekkül ettiği malumdur. Bu gelişmeye paralel olarak, bir velinin kerametlerini anlatan kısa hikayeler demek olan menkabeler yavaş yavaş ortaya çıkmıştır. Bunlar ilk önce tasavvufi tabakat kitaplarında ve evliya tezkirelerinde yer almıştır. Muhtemelen XIII. Yüzyıldan başlayarak tek bir veli hakkındaki menkabeleri toplayan ve kendilerine “Menakıb, Menakıbname” veya bazen de “Vilayetname” denilen müstakil eserler doğmuş, “Arapça, Farsça veya Türkçe gibi çeşitli dillerde yazılıp İslam aleminin her tarafında okunur olmuşlardır” XIII. yüzyıllarda Anadolu’da faaliyet gösteren Mevlevilik, Kadirilik, Rifailik, Vefailik vb. tarikat çevrelerinde ün salmış büyük pirlerin ve şeyhlerin adına birtakım menakıbnameler tertip edilmiştir. Bu eserler, dönemlerindeki Anadolu’nun iç durumunu, şehir hayat ve teşkilatını, farklı sosyal tabakaları ve bunlar arasındaki ilişkileri, ekonomik hayatı, dini faaliyetleri, adet ve gelenekleri mükemmel şekilde aksettiren eserlerdir. Ülkemizde efsane terimleriyle birlikte “menkabe”, “menkıbe” terimleri de kullanılmaktadır. Fakat, araştırmacılarımız bu terimi daha ziyade din büyüklerinin maceraları, kerametleri etrafında oluşan anlatmalara karşılık olarak kullanmaktadır.[13]
Bu açıklamalardan sonra, Çankırı şehri için öne çıkan menkıbeler aşağıda verilmeye çalışılacaktır.
2.2.1. Çare Baba
Çare Baba, Çankırı halkı arasında daha çok türbesi ile bilinen ve ziyaret edilen, şehrin manevi kıymetlerinden biridir. Türbesi, Çankırı Merkez’de İmraniye Camii karşısında açık bir alanda bulunmaktadır. Biri büyük boyutta, ikisi küçük boyutta mermerden yapılmış üç mezar vardır. Bu kabirlerde Çare Baba ve ailesinin yattığına inanılmaktadır. Çankırı halkı arasındaki inanca göre Çare Baba, Amme Suresi’ni çok severmiş. Çeşitli dilekleri olanlar Amme Suresi’ni otuz dokuz kere evde, kırkıncısını da türbede okurlar. Bu sayede dileklerin kabul olacağına inanılır. Eskiden dilekleri olanlar türbenin yanında mum yakarlarmış. Günümüzde bu uygulama yapılmamaktadır.[14]
Ayrıca halk arasında, Çare Baba’nın müzik ile uğraştığı ve nota bilgisinin çok iyi olduğu da söylenilmektedir.
2.2.2. İki Derviş
Ilgaz ilçesinde bulunan Kayı Camii’nin inşası ile ilgili bir anlatıya göre Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV) “İstanbul’u fetheden asker ne güzel askerdir” diyerek İstanbul’un fethini vasiyet edince Arap hükümdarları her yıl İstanbul’a bilgi toplamak için adam gönderirlermiş. Bu kişiler de genellikle dervişler olurmuş. Bu dervişler aylar süren yolculuklarında Ilgaz güzergâhını kullanırlarmış. Yine bir yıl İstanbul’a giden Şeyh Muharrem ve Şeyh Mahmut isimli iki dervişin yolu Kayı Köyüne uğramış. Kayı köyü o zamanlar Oğuz Türklerinin Kayı boyundan göç edenlerin oturduğu beş-altı haneli küçük bir köymüş ve camisi yokmuş. Dervişler köylülere niçin camilerinin olmadığını sorunca, “Beş-altı haneyiz şu sıralar ihtiyaç az, imkânımız da yok” demişler. Dervişler ne olursa olsun Müslüman bir köyde cami olması gerektiğini söyleyince köylüler yakında yaparız diyerek dervişleri uğurlamışlar. Dervişler, olayı takip için dönüşte yine köye uğramışlar. Caminin yapılmadığını görünce köylüleri ikna etmeye çalışmışlar. Köylüler yakında başlarız diyerek dervişlerin gitmesini beklemişler. Durumu anlayan dervişler topladıkları bilgileri memleketlerine arkadaşları ile göndererek köyde kalmışlar. Ancak bütün çalışmalarına rağmen köylüyü cami yapımına ikna edememişler. Köy halkı bir gün sabaha karşı Ilgaz dağlarından gelen kağnı gıcırtıları ile uyanmış. Pencerelerinden bakınca gördükleri manzara karşısında şaşırmışlar. Şeyh Muharrem’le Şeyh Mahmut kağnı arabalarına geyikleri koşmuş tomruk ve taş çektiriyorlarmış. Sadece ikisi çalışarak ve yardım istemeden camiyi bitirmişler. Köylüler olaylar karşısında dervişlerden utanarak onları memleketlerine göndermemişler. Şeyh Muharrem’in türbesi caminin yanında yapılmış. Şeyh Mahmut ise köylüye kızdığından ölünce Kayı köyünde defnedilmemeyi vasiyet etmiş. Kayı köyünün girişindeki türbede ise Şeyh Davut’un oğlunun ve kızının mezarları olduğuna inanılmaktadır.[15]
Şeyh Mahmut ile ilgili bir anlatıya göre; Şeyh Mahmut, anlatıya göre vefat etmeden önce öldüğü zaman Atkaracalar’dan üç kişinin geleceğini ve naaşını bu kişilere vermelerini köy halkına vasiyet etmiş. Şeyh Mahmut öldüğü zaman Atkaracalar’dan üç kişi gelmiş ve cenazeyi götüreceklerini söylemişler. Yöre halkı gelenlere cenazeyi teslim etmiş; ancak bir müddet sonra yaptıklarından pişman olup cenazeyi götürenlerin peşine düşmüşler. Onlara yetişince: “Bu cenaze bizimdir, cenazemizi geri verin” demişler. Ancak onlar da cenazeyi vermek istemeyince aralarında münakaşa çıkmış. Tam bu sırada Şeyh Mahmut, çıkan münakaşadan rahatsız olmuş ve canlanıp tabutundan kalkmış, bir kayayı kucaklamış. Bu durumdan korkan köylüler, Şeyh Mahmut’un kendilerine sinirlendiğini anlamışlar ve cenazeyi vermeye razı olmuşlar. Şeyh Mahmut’un kucakladığına inanılan kayaya günümüzde “kucaklama taşı” denmektedir. [16]
2.2.3. Savaşa Giden Esrarengiz Taşlar
Hacı Murad-ı Veli türbesinin başucunda 2 tane siyah, iki insan kafası büyüklükteki, dörtgen şeklindeki taşlar hakkında önemli bilgi veriliyor. Bu taşlar önceleri 3 tane imiş. Savaşta bunlardan birisi şehit olmuş. İstiklal Savaşına katılan Hacı Murad-ı Veli bu taşlarla çarpışmaya girişiyor, fakat birisi savaş sırasında şehit oluyor. İkisi tekrar savaştan dönüyor. Bu taşlarda bir keramet olduğuna inananlar vardır.[17]
2.2.4. Akkız Sultan
Akkız Çalısı Sokağı ile Mezarlık Caddesi’nin kesiştiği yerdedir. Çevresi Mezarlık Caddesinden 3 metre yükseklikte, kuzey ve batı yönlerde ise 30 cm yükseklikte duvarla çevrilidir. Girişi Akkız Çalısı Sokağı tarafından, demirden yapılmış avlu kapısı ile sağlanmaktadır. İçinde beş adet mezar bulunmaktadır. Mezar taşlarından ikisi kavuk şeklinde sona ermektedir. Bu mezarlardan birinde H.1290 (M.1873) tarihi okunmaktadır. Akkız Sultan’ın mezarı mozaik beton ile yeniden yapılmıştır. İki adet mezar taşı toprak içinde kaybolmak üzeredir. Halk arasında Akkız Sultan’ın keramet sahibi büyük bir kadın olduğuna inanılır. Türbeye ziyaretçiler, siğil hastalığına çare bulmak için gelirler. Ellerinde siğil olan hastalar abdestli olarak türbeye girerler. Türbenin yanında bulunan çalılardan küçük bir dalı hafifçe kırıp üç kere İhlâs, bir kere Fatiha surelerini okurlar. Dal kuruyup düşünce siğilinde yok olacağına inanılır.[18]
Oldukça gösterişsiz mezarıyla eski sivil mimari örnekleriyle dolu eski Çankırı’ya sıkışmış olmasına rağmen bambaşka bir meltem esiyordu orada. Mezarının hiçbir mimari ve dini özelliği olmamasına rağmen diğer örneklerin aksine bilinen bir kadın kişiydi. Çankırı öğretmenevinin görevli hanımı bildiğini, büyük bir ermiş kadın olduğunu söyledi. Çalıya dönüşmek için dua ettiği için mezarının bulunduğu yer akkız çalısı olarak bilinmekte. Akkız Sultan, kerâmet sahibi büyük bir kadındır. Üzüldüğünde dua edip bir çalıya dönüşmek istemiş.[19]
2.2.5. Müslüman Olan Papaz
Anlatıldığına göre keramet sahiplerinden olan Şeyh İsmail Rumi, evliyaullah ehlidir. Bir rivayete göre, İstanbul’da kaldığı süre içinde, yolu üzerinde bir kiliseden diğerine şarap taşıyan müslüman gençleri gören Şeyh İsmail Rumi “Ne taşıyorsunuz?” diye sorar. Gençler, şarap demeye çekinerek “Pekmez taşıyoruz” diye cevaplar. Şeyh İsmail Rumi, “Haydi pekmez olsun” karşılığını verir. Kiliseye getirilen şarabın tadına bakan papaz, fıçıda şarap yerine pekmez olduğunu görünce, “Bunu nereden aldınız?” diye sorar. Gençler, “Her zamanki yerden” cevabını verirler. Bunun üzerine yolda meydana gelen olayları Öğrenen papaz müslüman olur ve İslamiyeti seçer.[20]
2.2.6. Asa Suyu
Seydiköy’de “Asa Suyu” adı verilen kaynak suyunun Hacı Murad-ı Velî tarafından çıkarıldığına inanılmaktadır. Anlatıya göre Hacı Murad-ı Velî, bir gün gezerken abdest almak istemiş, çevresinde su göremeyince asasını yere vurmuş ve: “Ya mübarek çık, ben abdest alacağım” demiş. Bunun üzerine asasını vurduğu yerden su çıkmış. Günümüzde bu kaynak suyu çeşitli hastalıklara şifa bulmak için içilmektedir.[21]
2.2.7. Yoldaki Kavuk
Bu olay tahminim 50’li yıllarda yaşanmış. O zamanlar babam un fabrikasında çalışırken, beraber çalıştığı yerde çok saf ve temiz Mustafa isminde bir arkadaşı varmış. Aynı zamanda babamla Karaköprü’de bahçe komşularıydı. Bir gün beraber işe gelirken Hasan Abi ben bir rüya gördüm diyor. Babamda hayrolsun inşallah ne gördün Mustafa diye soruyor. Mustafa Abi; “Toprak Baba’yı gördüm rüyamda” bana, “Mustafa oğlum kavuğum düştü, kavuğumu yerine koy” diye söylediğini anlatmış babama. O gün Mustafa Abi kavuğu yerine koymayı unutmuş ve işe gitmiş. İkinci gün ise, yine aynı rüyayı görmüş. O gün de yine kavuğu yerine koymayı unutmuş. Üçüncü gün aynı rüyayı yine görmüş ve bu sefer rüyasında Toprak Baba “Mustafa oğlum senden kavuğumu koymanı istedim neden yapmadın oğlum” demiş. Bu konuşmadan sonrada Mustafa Abiye sert bir tokat vurmuş. Bu tokatın acısı ile Mustafa abi birden uyanmış ve hemen eşini de uyandırıp doğru Toprak Baba’nın mezarının yanına gitmişler. Yolun oraya düşmüş olan kavuğu alıp mezarın başına koymuşlar.[22]
2.2.8. Erkeğe de Kıza da Benzemeyen Yaratık
Anlatıya göre şeyhinin isteği üzerine Horasan’dan gelip bu yöreye yerleşmiştir. O zamanlar bu bölgeye Küpeli Bey adında bir Hıristiyan sahipmiş. Küpeli Bey’in hizmetkârları, Şeyh Mehmet’i görünce ona kim olduğunu sormuşlar. Şeyh Mehmet de keramet sahibi bir insan olduğunu, şeyhinin emri üzere bu bölgeye geldiğini anlatmış. Hizmetkârlar, durumu Küpeli Bey’e bildirmişler. Küpeli bey, bir at gönderip Şeyh Mehmet’i evine davet etmiş. O sıralarda Küpeli Bey’in hanımı erkeğe de kıza da benzemeyen bir yaratık doğurmuş. Küpeli Bey, Şeyh Mehmet’e: “Eğer sen keramet ehli biriysen bu doğanı düzelt; kız olursa senin, erkek olursa benim olsun” demiş. Şeyh Mehmet keramet gösterip doğan yaratığı, kız çocuğuna çevirmiş. Minnettar olan Küpeli Bey, Şeyh Mehmet’e Zeyve yöresini vakfetmiş. Yıllar sonra Şeyh Mehmet, Küpeli Bey’in kızıyla evlenmiş.[23]
2.2.9. Çatışmada Askere Yardım Eden Evliya
Şeyh Ömer’le ilgili diğer bir anlatıya göre Şeyh Ömer’in yaşadığı zamanlarda köyde “Abdullah” adında bir kişi askere gidecekmiş; ancak askerliğin sıkıntılarından korkuyormuş. Şeyh Ömer: “Oğlum, üzülme. Sıkılınca, darda kalınca beni düşün” demiş. Abdullah adındaki kişi, askerde düşmanlarla bir çatışmaya girmiş. Bir tarafında Yunan askerleri diğer tarafında koskoca bir ırmak varmış. Bu durumdan nasıl kurtulacağını düşünürken aklına Şeyh Ömer gelmiş ve ona rabıta yapmaya başlamış. Gözlerini açınca karşısında Şeyh Ömer’i görmüş, Şeyh Ömer, onu alıp ırmağın karşı kıyısına geçirmiş. Askerden dönünce hemen Şeyh Ömer’in evine gidip ona teşekkür etmiş. Şeyh Ömer de: “Oğlum benden bilme; Allah’tan bil!” demiş.[24]
2.2.10. Taş Olan İnsanlar
Köyün girişinde yöre halkının “gelin alayı” dedikleri sıra sıra kayalar bulunmaktadır. Anlatıya göre bir gelin alayı içki içerek ve davul, zurna çalarak köye doğru ilerliyormuş; bu durumdan rahatsız olan Şeyh Ahmet, kabrinden çıkıp gelin alayının önünü kesmiş ve durmalarını söylemiş. Ancak gelin alayındakiler aldırmayıp yollarına devam etmişler. Bunun üzerine Şeyh Ahmet’in elini kaldırmasıyla hepsi taş olmuş. Bu anlatıya dayanarak köyde düğünlerde davul, zurna çalınmadığını söylemektedir.[25]
2.2.11. Bitmeyen Şeker
Astarlızâde Mehmed Hilmi Efendi’nin gelini Hacı Sabiha Hanım, halkın sahiplenerek nitelediği Sabiha Anne’ye atfedilen bir hadise şu şekildedir.
Eyüp Gani’nin (35) anlattığına göre; Bir defasında biz çocuklarla beraber dergâha (Hilmi Efendi’nin evi) gitmiştik. Çocuklara şeker ikram edildi. O hane zaten hiç ikramsız olmazdı. Bizim Ahmet Efendi bir şeker aldı tabaktan. Oğlum Enes’te bende isterim o şekerden diye tutturdu. Hacı annem Zümriye ablaya “git o şekerden al getir”dedi. Zümriye ablada, “o şekerden kalmadı, hem çocuk ağlar ağlar susar” diye yanıt verdi. Hacı anne, “kızım git getir çocuk onu istiyor” deyince Zümriye abla poşeti Hacı anneye getirdi ve Hacı anne “Bismillah” deyip elini poşetin içine soktu ve o şekerden çıkardı.[26]
2.2.12. Şeyh Hilmi Astarlı Hakkında Anlatılan Bazı Menkıbeler
Şeyh Hilmi Astarlı ile ilgili bazı kerametler anlatılmaktadır. Bu kerametlerden bazıları şunlardır:
İsmail Astarlı’nın (61) anlattığına göre; Biz yazları çiftlikte kalırdık, gelenimiz gidenimiz eksik olmazdı. O zamanlar tabi Çankırı’da otomobil yok, at arabalarıyla seyahat ediliyor. Birçok kez aynı hadise ile karşılaştım. Arabaların zincirleri kopardı, eve buyur edilirler yemek verilirdi. Çıktıklarında ise arabalar sapasağlam olurdu.[27]
Kıbrıs Savaşı sırasında Hilmi Efendiyi savaşırken görenler var. Fakat dedem resmi olarak hiçbir savaşa katılmadı, manevi olarak savaşta yer almış, düşmanla mücadele etmişti. Nitekim Kıbrıs Savaşı sırasında Çankırı’dan dedemi görenler anlatırdı bunu.[28]
İsmail Çamahmetoğlu’nun (83) anlattığına göre; Hilmi Efendiyi çok severdim, sık sık görmek için yanına giderdim. Adnan Menderes döneminde Kore Savaşı için Türkiye’den de asker gitti. Düşmanlar tüm Türk askerlerini bir çember altına almış. Resmi olarak savaşa gitmeyen Hilmi Efendi, o çemberi yararak tüm Türk askerlerini kurtarmış. Kore Savaşı subaylarından Tahsin Yazıcı da savaş sırasında bizzat Hilmi Efendiyi gördüğünü söyler ve ziyaretlerine gelirdi. Çankırı’dan yine birçok kişi Hilmi Efendiyi savaşta görmüştür, hatta kanlı kaftanı hâlâ durmaktadır.[29]
2.2.13. Hacı Ali Turab-ı Veli Hakkında Anlatılan Menkıbeler
Hacı Ali Turab-ı Veli ile ilgili bir anlatıya göre; Türkistan Pîri Şeyh Hoca Ahmet Yesevî, oğlu Kutbettin Haydar komutasında Anadolu’ya gönderdiği beş bin kişilik ordunun sancaktarı olarak Hacı Ali Turab-ı Veli’yi görevlendirir. Ordu, Keskin Tekfuru’na yenilir, bunun üzerine Hacı Ali Turab-ı Veli, 1205 yılında soğuk bir kış günü Kengiri’ye (Çankırı) gelerek sabahın erken saatinde ezan okur. Uykusundan uyunan Kengirililer, Hacı Ali Turab-ı Veli’yi kilisenin beyaz mermerinde yakalayarak kilisenin avlusundaki bir kuyunun içine atıp üzerine taşlar bırakırlar. Kısa bir süre sonra üzerindeki taşları kerametiyle kaldıran Hacı Ali Turab-ı Veli, tekrar ezan okumaya başlar. Kengiri halkı, onu yakalayarak tekrar kuyuya atar ve çıkmasın diye üzerine daha büyük taşlar atar. Kuyunun üzerindeki taşları yine kerametiyle kaldırarak kuyudan çıkan Hacı Ali Turab-ı Veli, tekrar ezan okur ve halka bir nutuk çekerek şunları söyler: “Ey Kengirihalkı gelin Müslüman olun, kurtuluşa erin ve kıyamet gününde helak olmayın.” Bunun üzerine Kengiri halkı, O’nu yakalayarak kuyuya tekrar atar ve bu defa üzerine daha fazla sayıda taş koyar. Yine kerametiyle kuyudan çıktığını gören Kengiri Tekfuru ile Maruf Tekfuru, adamlarını toplar ve Hacı Ali Turab-ı Veli’yi yakalayarak zincire vururlar. Kengiri’ye gelmesin diye Eldivan Dağı’na götürüp (bugün Uluçam diye bilinen) bir ağaca sıkıca bağlarlar ve yanına bir nöbetçi bırakırlar. Hacı Ali Turab-ı Veli, zinciri kırarak, bugünkü Şabanözü ilçesi Mart köyüne gelir ve “burası mart gibi soğukmuş” diyerek yerleşir ve köyü kurar. Böylece köye adı da verilmiş olur.[30]
Hacı Ali Turab-ı Veli’yle ilgili diğer bir anlatıya göre “Bugün Eldivan ilçesine bağlı Küçük Hacı Bey köyünün kurucusu İsmail ile Büyük Hacı Bey köyünün kurucusu İbrahim adlı iki kardeş hacca gitmeye niyet ederler. Her ikisi de rüyalarında Hz. Muhammed’i görürler. Peygamberimiz, onlara hacca gitmeden önce Hacı Ali Turab-ı Veli’yi ziyaret etmelerini söyler. Ertesi gün her ikisi de Mart köyüne gelerek Hacı Ali Turab-ı Veli’yi ziyaret ederler. O da rüyasında Hz. Muhammed’i görmüş ve Peygamberimiz hac maksadıyla iki kardeşin O’nun yanına geldiklerini haber vermiştir. Bu yüzden Hacı Ali Turab-ı Veli misafirleri beklemektedir. Bir müddet sonra misafirler gelir. Büyük kardeş İbrahim: “Bak Hacı Ali, biz hacca ikinci defa gidiyoruz. Hâlbuki senin maddi durumun bizden iyidir, niçin hacca gitmiyorsun, yoksa canın istemiyor mu?” der. Bunun üzerine Hacı Ali Turab-ı Veli: “Nasip olursa Mekke ve Medine’ye gider, ceddime yüz sürer ve hac farizasını yerine getiririm” der ve misafirlerini yolcu eder. İki kardeş hac için kutsal topraklara giderler ve arife günü hacı adaylarının Vakfe’de saf olduklarını ve onlara Hacı Ali Turab-ı Veli’nin imamlık yaptığını görürler. Namazdan sonra Hacı Ali’yi sürekli aramalarına rağmen bir türlü bulamazlar ve dönüşte kendisinden özür dilerler.”[31]
2.2.14. Pir-i Sani Hazretleri Hakkında Anlatılan Menkıbeler
Pir-i Sani Hazretleri hakkında çeşitli kerametler anlatılmaktadır. Bunlardan bazıları şöyledir;
Çerkeş Vuslat Haber web sitesinde şu bilgiler aktarılmaktadır; “Pir-i Sani Hazretleri’nin Mahmut isminde bir hizmetçisi varmış. Bir gün Pir-i Sani Hazretleri Çerkeş yakınlarındaki değirmenine giderken yolda rast geldikleri, köstebeklerin çıkardıkları topraklara asalarını dürterlermiş, bu topraklar altın olur, Mahmut’da arkalarından gizlice bu altınlardan alarak ceplerine doldururmuş. Dönerlerken Hazret, Mahmut’a hitaben : “Altını ne de çok seviyorsun? Toprakları altın diye ceplerine doldurdun, bak ceplerinde ne var?” demişler. Mahmut ceplerine bakınca, topraklarla dolu olduğunu görmüş ve boşaltmaya başlamış. Bunun üzerine: “Oğlum! Dünyalık isteyenlere altınlar toprak olur. Dünyalık istemeyenlere de topraklar altın olur.” buyururlar.
Şeyh Mustafa Çerkeş-i Efendi Hazretlerinin Mahmut adındaki müridi şeyhine: “Efendim, Hızır (as)’ı bir de ben görebilsem!” diye arada bir şeyhine yalvarır durur. Hazret de pek oralı olmaz görünür. Nihayet bir gün Hazret sabah namazını kıldırdıktan sonra cemaat içerisindeki misafir bir kimseyi önce hoşlar ve sonra da ona; “Ey mübarek! Yatsı namazını nerede kıldın?” der. O kimse de cevaben; “Bağdat’ta kıldım. Cuma nazmını da, Kabe’de kılacağım İnşallah!” der ve bu konuşmaları da burada biter. Misafir kimse konuşmaları bittikten sonra gitmek için izin istediğinde Şeyh Mustafa Efendi Hazretleri müridi Mahmut Efendi’yi çağırarak ona: “Evladım, misafirimizi yolcu et.” Buyurur. Bu emri alan müridi Mahmut Efendi de en sonunda yolcu etmekte olduğu yabancı misafire; “Efendimize bir diyeceğiniz var mı efendim?” diye sorar. Yabancı biri kılığındaki kimse de Derviş Mahmut Efendi’ye, “Şeyhine selam söyle, daha bahçesinin meyveleri olgunlaşmamış.” der. Derviş Mahmut Efendi de misafirin söylediklerini şeyhine iletmek üzere huzuruna girdiğinde misafirin söylediğini kendisine ileteceği esnada Hazretleri ona; “Oğlum, misafirimiz sana ne dedi?” der. O da efendim “Şeyhine selam söyle daha bahçesinin meyveleri olgunlaşmamış” dedi. Deyince Mustafa Efendi (KS) Hazretler de ona; “Evladım, o kimse Hızır (as) idi. Olgunlaşmamış meyveler de sizlersiniz” buyurur.
Pir-i Sani Hazretleri, sabah vakitlerinden önce evden çıkıp kaybolur; sabah namazında ise câmide hazır bulunurmuş. Ayakkabılarının içinde her gün çöl kumu olur, hanımı da bu kumları bir torbaya saklarmış. Ömürlerinin sonuna doğru bur gün pir-i Sani Hazretleri eşini yanına çağırarak “Şimdiye kadar bizim ne gibi hallerimizden ve sırlarımızdan haberdar oldun?” buyurmuş. Eşi de, gizlice torbalarda biriktirip sakladığı kumları getirmiş.”Bu kumlar, sabahları Mekke seferinizde ayakkabılarınıza dolan kumlardır” demiş. O’nun güzel bir inanç ve anlayışı olduğunu göstermesinden dolayı, Pir-i Sani Hazretleri de eşine memnuniyetini bildirmiş, çok dua etmiştir.”[32]
2.2.15. Türbelere İlişkin Menkıbeler
2.2.15.1. Türbeye Yapılan Saygısızlığın Cezası
Şeyh Ahmet’in kendisine saygısız davrananlara türlü cezalar verdiğine dair pek çok anlatı vardır: Bir zamanlar bir bölük komutanı, yöre halkının karşı çıkmasına rağmen türbeyi mühürlemek istemiş, türbeyi ziyaret ettikleri için köy halkına hakaret etmiş. Bunun üzerine köylüler, Şeyh Ahmet’in bu kişiyi cezalandırması için dua etmişler. Bölük komutanı köyden ayrılmadan birden bire rahatsızlanmış ve yüz felci geçirmiş, tedavi olmak için Kurşunlu’ya gitmiş, ancak hiçbir doktor derdine derman olamamış. Bir gün Kurşunlu’da gezerken karşısında eli asalı kişiler belirmiş ve hastalıktan kurtulması için Çırdak Türbesi’ne gidip tövbe etmesi gerektiğini söylemişler. Bunun üzerine bölük komutanı Çırdak Türbesi’ni ziyaret etmiş, yaptıklarından ötürü pişmanlık duyup tövbe etmiş ve kurban kesmiş. Bu sayede hastalıktan kurtulmuş. Başka bir anlatıya göre köyden birkaç kişi, tuvalet ihtiyaçlarını türbenin yakınlarında karşılamaları üzerine hepsinin bacakları eğilmiştir.[33]
2.2.15.2. Türbenin İnşaatı İçin Gelen Yardım
Toprak Baba türbesiyle ilgili bir anlatıya göre Toprak Baba’nın türbesini yaptırmaya niyetlenen bir adam maddî imkânsızlıklara rağmen türbenin inşaatına başlamış. Bütün parasını harcayan adamdan türbeyi yapan usta altı torba alçı gerektiğini söylemiş. Ne yapacağını şaşıran adamcağız kabrin yanına gelerek: “Ya mübarek altı torba alçıyı da mı bulamıyorsun ben bu kadar yapabildim” demiş ve yanından ayrılmış. Yolda bir arabacı adama seslenerek: “Sana alçı gönderdiler, yardım et de arabadan indirelim”demiş. Adam, alçıları kimin gönderdiğini sorunca arabacı bir isim söylemiş; ama söylediği kişi bulunamamış.[34]
2.2.15.3. Kapatılamayan Türbe
Halk arasında şöyle bir anlatı yaygındır. Tekke ve zaviyelerin kapatılma olayında, Emir Karatekin’in de türbesini kapatma kararı alınmış. Türbenin giriş kapısını birkaç defa kapatmalarına rağmen, sabah geldiklerinde kapı sonuna kadar açık bulunmuş. Türbenin kiremitlerinin çıkartılması için 2-3 tane işçi tutulmuş. Bu işçiler kiremitleri çıkartırken birden bire yere düşmüşler. Ve bu olaylardan sonra kapatma kararından vaz geçilmiş.
2.2.15.4. Yıkılmayan Türbe
Toprak Baba Türbesi’yle ilgili bir anlatıya göre tekke ve zaviyelerin kapatıldığı dönemlerde belediye, Toprak Baba’nın türbesinin bulunduğu yerden yol geçirmek için yıkım çalışmalarına başlamış. Ancak yıkım sırasında işçilerin başına türlü kazalar gelince türbenin yıkımı durdurulmuş.[35]
2.2.15.5. Yeşil Türbe
Yeşil Türbe Çankırı Merkez’de Mimar Sinan Mahallesi’nde bulunmaktadır. Tarihi hakkında çok fazla bilgi bulunmaktadır.
Türbede üç kabir vardır. Türbe de bulunan, “Karataş” adı verilen bir taş, gelen ziyaretçiler tarafından şifa kaynağı olduğuna inanılır.
2.2.15.6. Hatçe Sultan Türbesi
Hatçe Sultan Türbesi Çankırı’nın merkez köylerinden Handırı (Dereçatı) köyünde bulunmaktadır. Yöredeki inanışa göre Hatçe Sultan, Hacı Murad-ı Velî’nin annesidir. Çeşitli sıkıntılardan kurtulmak ve çeşitli dileklerde bulunmak için yöre halkı tarafından ziyaret edilen türbede aynı zamanda yağmur duaları da yapılmaktadır.[36]
SONUÇ
Çankırı’nın tarih ve kültür dünyasını şekillendiren aktörler ile sözlü tarihinde yer alan efsane ve menkıbelerin incelendiği bu çalışmada; literatürden, Çankırı üzerine araştırma yapan çeşitli web sayfalarından, olayların kişi ve tanıkları ile yapılan görüşme kayıtlarından yararlanılmıştır. Çalışma iki bölüme ayrılarak tasnif edilmiştir. Birinci bölümde Çankırı’nın tarih ve kültür dünyasını şekillendiren yirmi sekiz aktöre yer verilmiştir. İkinci bölümde ise, bir kısmı sözlü bir kısmı yazılı olan efsane ve menkıbeler aktarılmıştır.
Çalışmada yer alan ve şehrin sosyokültürel yapısına yön veren aktörlerin çoğunluğu manevi kişilikleri ile ön plana çıkan ve şehrin hafızasında yer bulan isimlerdir. Bu da bize, Çankırı halkının inançları, gelenekleri, sosyal ve kültürel özellikleri hakkında bilgiler vermektedir.
Çalışmada yer alan metinlerin büyük bir kısmının dini nitelikli olduğu görülmektedir. Velilerin kerametleriyle ilgili olan bu metinlerde halk keramet sahibi velilerin öldükten sonra da bu özelliğini sürdürdüğünü düşünmektedir. Birçoğu yüzyıllar önce yaşamış olan kişilere ait olan efsane ve menkıbelerin, günümüzde dahi canlılığını koruması, bu efsane ve menkıbelerin toplum üzerinde ne denli etkisi olduğunun en önemli göstergesidir.
Bu çalışmada açıkça görülmüştür ki, Emir Karatekin ve şehrin fethinde rol alan diğer komutanlar Çankırı’nın yaşayan hafızasında önemli bir yer teşkil etmektedir. Hem tarihi hem de manevi kişiliği öne çıkan Karatekin Hazretleri, şehir sakinleri nezdinde Çankırı’nın fatihi olması yanında aynı zamanda şehri koruyan bir misyona sahiptir. Halkın manevi birer kimlik atfettiği Billur Bey, Sarı Baba ve Toprak Baba gibi isimler, hem şehrin fethinde önemli görevler yüklenmiş hem de şehrin kültüründe tarihi kişilikleri manevi makamlara dönüşerek yaşamaya devam etmiş birer merkez haline gelmiştir.
Çankırı halkının, şehrin türbe ve yatırlarına hususi önem gösterdiği bu çalışmanın verilerinden net olarak anlaşılmaktadır. Anlatılan menkıbelerde, türbe sakinlerinin rahatsız edilmemesine ve bu makamların muhtelif dertlere şifa kaynağı olduğu inancına sıklıkla yer verilmektedir.
Bu çalışmanın, bundan sonra yapılacak olan bu konu ile ilgili çalışmalara, metodolojik bakımdan bir rehber olması temennisi ile genişletileceği kanaatindeyiz.
KAYNAKÇA
*Çankırı Karatekin Üniversitesi Tarih Bölümü Öğrencisi
AKTAŞ Cahit, “Çankırı Tasavvuf Tarihine Genel Bir Bakış”, Çankırı Araştırmaları Dergisi, S.8, 2011, ss.45-52.
ATA Bahri, “Çankırı Bir Tarihçi: Mustafa Çağatay Uluçay ve Tarih Eğitimine Katkıları”,Çankırı Araştırmaları Dergisi, S.2, 2007, ss.35-42.
CAN Turan, “Afganistan Yaşam ile Savaş Arasındaki Ülke -2”, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, S.15, 2012, s.50.
İNCE Gül, Hatay’da Bulunan Ziyaret-Yatır Yerleri ile İlgili İnanışlar ve Bu Ziyaretler Etrafında Oluşan Efsaneler, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Sakarya, 2009.
KALAFAT Yaşar, “Diyanet İşleri Başkanlığı Arşivlerine Göre Horasan Eri Olarak Bilinen Anadolu yatırları I” Prof. Dr. Necati Öner Armağanı, 1999, ss. 511-535.
KOLCU Bengisu, Çankırı Türbeleri, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2007.
ÖZEN Merve, ARSLANHAN Leyla, “Çankırı’nın Manevi Kişilikleri Astarlızade Şeyh Hilmi Efendi ve Gelini Hacı Sabiha Hanım”, Şehir ve Tarih Çankırı Karatekin Üniversitesi Tarih Topluluğu Dergisi, cilt: 1, Özel Sayı, 2014, ss.95-122.
PINARBAŞI Gülenay, Anadolu Efsanelerinde Dindar Kadın ve Ermiş Kadın, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2010.
TANYU Hikmet, Türklerde Taşla İlgili İnançlar, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1968.
UÇMAN Abdullah, “Ali Suavi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 1989, cilt: 2, ss.445-448
Görüşme Yapılan Kişiler
ERGEL, Şefik, 65, Çankırı, 1949
Web Kaynakları
http://www.cankiri.bel.tr/
http://www.cansaati.org/
http://www.cerkesvuslathaber.com
http://www.hocahasan.com
http://www.ilgazkayi.com
http://www.kullar18.com
http://www.kulturturizm.gov.tr
http://www.orta.org.tr
http://www.sorularlarisale.com
http://www.turkocagi.org.tr
[1] Gülenay Pınarbaşı, Anadolu Efsanelerinde Dindar Kadın ve Ermiş Kadın, İstanbul, 2010, s.24.
[2] Pınarbaşı, a.g.e., s.24.
[3] Pınarbaşı, a.g.e., s.24.
[4] Kolcu, a.g.e., s.31.
[5] Çankırı Araştırmaları Sitesi, (2009), Erişim: 28.04.2014, http://www.cansaati.org/topluluk/forum _posts.asp?TID=2917&title=yaral-asker-balklar
[6] Çankırı Araştırmaları Sitesi, (2009), Erişim: 28.04.2014, http://www.cansaati.org/topluluk/forum _posts.asp?TID=2917&title=yaral-asker-balklar
[7] Hocahasan Köyü Kalkındırma ve Yardımlaşma Derneği, (t.y), Erişim: 01.05.2014, http://www. hocahasan.com/Pages.asp?cat_id=4&cat2_id=4&wid=250
[8] Kullar Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, (t.y.), Erişim: 29.04.2014, http://www.kullar18.com/default.asp?Sayfa=karadede
[9] Çankırı Araştırmaları Sitesi, (2009), Erişim : 28.04.2014, http://www.cansaati.org/topluluk/forum_ posts.asp?TID=2741&title=eldivanda-gelin-kayas-efsanesi
[10] Ortalılar Derneği, (t.y), Erişim: 04.05.2014, http://orta.org.tr/saife.asp?saifegetir=bolumdetay& safha=2&deste=564&l=tr
[11] Şefik Ergel (65), 10 Mayıs 2014 tarihinde gerçekleştirilmiş ses kayıtları, Onur Akdoğan arşivi.
[12] Şefik Ergel (65), 11 Mayıs 2014 tarihinde gerçekleştirilmiş ses kayıtları, Onur Akdoğan arşivi.
[13] Gül İnce, Hatay’da Bulunan Ziyaret-Yatır Yerleri ile İlgili İnanışlar ve Bu Ziyaretler Etrafında Oluşan Efsaneler, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2009, s.27-28.
[14] Kolcu, a.g.e., s.98.
[15] Kayı Köyü Kültür Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği, (t.y.), Erişim: 29.04.2014, http://www. ilgazkayi.com/index.php?option=com_phocagallery&view=category&id=17:cami&Itemid=19
[16] Kolcu, a.g.e., s.42-43.
[17] Hikmet Tanyu, Türklerde Taşla İlgili İnançlar, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara 1968, s.116.
[18] Türkiye Kültür Portalı, (t.y.), Erişim: 01.05.2014, http://kurumsal.kulturturizm.gov.tr/turkiye/genel/ kulturenvanteri/akkiz-calisi-mezarligi
[19] Pınarbaşı, a.g.e., s.91.
[20] Çankırı Araştırmaları Sitesi, (2005), Erişim: 29.04.2014, http://www.cansaati.org/cansaatiorgarsiv 2002-2005/article_read.asp?id=3204
[21] Kolcu, a.g.e., s.38.
[22] Şefik Ergel (65), 22 Mart 2014 tarihinde gerçekleştirilmiş ses kayıtları, Onur Akdoğan arşivi.
[23] Kolcu, a.g.e., s.45.
[24] Kolcu, a.g.e., s.40.
[25] Kolcu, a.g.e., s.52-53.
[26] Merve Özen-Leyla Arslanhan, “Çankırı’nın Manevi Kişilikleri Astarlızade Şeyh Hilmi Efendi ve Gelini Hacı Sabiha Hanım”, Şehir ve Tarih Çankırı Karatekin Üniversitesi Tarih Topluluğu Dergisi, cilt: 1, Özel Sayı, Güz, 2014, s.105.
[27] Özen, Arslanhan, a.g.m., s.100.
[28] Özen, Arslanhan, a.g.m., s.100.
[29] Özen, Arslanhan, a.g.m., s.100.
[30] Kolcu, a.g.e., s.36.
[31] Kolcu, a.g.e., s.40-41.
[32] Çerkeş Vuslat Haber, (t.y), Erişim: 05.05.2014, http://www.cerkesvuslathaber.com/pages/pir-i-sani-hazretleri.html
[33] Kolcu, a.g.e., s.52-53.
[34] Kolcu, a.g.e., s.54.
[35] Kolcu, a.g.e., s.51.
[36] Kolcu, a.g.e., s.99.
Türkiye Çankırı Evliyaları - Evliyalar Ansiklopedisi ...
www.ehlisunnetbuyukleri.com/Evliyalar-Ansiklopedisi/...Cankiri-Evliyalari/277
Türkiye Çankırı Evliyaları ve binlerce Evliyanın hayatının bulunduğu 12 cildlik Evliyalar Ansiklopedisini buradan okuya
.
MURÂD-I VELÎ
|
|
Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında yaşamış velîlerden. Babası Aliyyül Vukua, Türkistan'dan hicret edip Hicaz-Şam-Urfa yoluyla Çankırı'ya gelip yerleşmiş mübârek bir zâttır. Çankırı'nın Eldivan ilçesi Seydi köyünde medfun bulunan Murâd-ı Velî'nin kerâmetleri halk arasında anlatılmaktadır.
.
.XXXXXXX
KARABAŞ-I VELÎ (1611-1686) VE KALFAT...
Halvetî-Şabânî tarikatinin Karabaşiyye adıyla anılan kolunun kurucusudur. Aslen Kurşunlu’ya bağlı Çatkese köyündendir. Babası Şeyh Muhammed Efendi’dir. 17 yaşında medrese tahsili için İstanbul’a gider. Fatih Medresesinde bir müddet okuduktan sonra tasavvufa meyleder. Gördüğü bir rüya sonrası Kastamonu'ya giderek Şeyh Şabân-ı Velî dergâhında postnişîn olan İsmâil Çorûmî’ye intisâb ile kısa zamanda “pek çok maârif-i ilâhiyyeyi” tahsil etmiştir. O dönem Halvetî tarikatının Özellikle Bakü-İstanbul hattı çevresinde sayısız tekke ve zaviyeleri mevcuttu. Şeyh Şaban- Velî gibi önemli bir mürşitten sonra halvetîyye daha büyük etkinlik kazanmıştı.
İsmâil Çorûmî onu bazı halvetî dervişleri arasında çıkan problemleri çözmesi için memleketi Çankırı’ya gönderir. Önce Çatkese’ye gelerek görevini yapmaya başlar. Köy ahalisi onun halinden rahatsız olarak köyden kovarlar. Hattâ deli diye çocuklara taşlatırlar. Ali Efendi, yara bere içinde Çatkese’den uzaklaşarak Kalfat sınırları içindeki Dikmen tepesine gelir. Bir kayanın duldasında zikir ve fikirle meşgul olurken Kalfat’ın davar çobanları onu görür ve derhal köye haber verirler Bir heyet oluşturan Kalfatlılar, Ali Efendi’yi köye davet eder ve hürmet gösterirler. Karabaş-ı Velî’nin Ilgaz, Kurşunlu, Milan, Çerkeş coğrafyasında bulunan bir çok Halvetî zaviyeleri ile Dikmen tepesinden yakılan ateş veya duman vasıtasıyla uzaktan haberleştikleri rivayeti vardır. Bu arada şöhretini duyan bir çok insan ona intisab eder.
Kalfatlıların da desteği ile görevini layıkıyla tamamlayan Ali Efendi, Kastamonu’ya döner. Şeyh İsmail Çorumî’nin yerine geçen oğlu Mustafa’dan sülukunu tamamlar. Şeyhi hilafet verdikten sonra tekrar Çankırı yöresinde görevlendirir. Bazı köylerde ve Kalfat’ta insanları irşad eder. Çatkese’de bir câmi inşa eder. “Karabaş-ı Veliyullah” adını taşıyan cami, kitabesine göre 1654 tarihinde tamamlanmıştır. Çatkese’de Karabaş Veli’ye ait olduğu söylenen bir çilehane mevcuttur. Çatkeseli Hatıpgil ailesi Karabaş-ı Velî soyundan geldiklerini ifade etmektedirler.
Karabaş Veli Kalfat’ta irşad faaliyeti yapıp halife yetiştirmiştir. Kalfatlılar, köylerinden bir çok İslam âlimi ve hafızın çıkmasını Karabaş Veli’nin duâsına borçlu olduklarını düşünmektedirler. Kalfat’taki tekkenin Erenler denilen mevkide olduğu tahmin edilmektedir.
Kastamonu’da 1662-1670 arası Şeyh Şaban-ı Velî dergâhı postnişini olarak görev yapan Karabaş Velî, 1670 târihinde Üsküdâr’a giderek Mehmed Paşa Câmii’nde inzivâya çekildi. 1674 târihinde Atîk Vâlide Câmii Zâviyesi şeyhliği ve vâizliğine getirildi. Vaazları ahali ve padişah 4. Mehmed’in üzerinde çok etkili olmaya başladı. Bu durumdan rahatsız olanlar, onu 1679’da Limni Adası‘na sürgün ettiler. 4 yıllık sürgün hayatının ardından1683’te tekrar Üsküdar’a döndü. 1685 senesinde deniz yoluyla hacca gitti. Haccı ifa etti ve bir süre Medîne’de ikametten sonra sonuncu halifesi Bolulu Mustafa ile birlikte Mısır kâfilesine katılarak Medîne’den ayrıldı.
VEFATI
Karabâş-ı Velî’nin de aralarında bulunduğu 40 bin hacılık kâfile Mısır’da bir vadide konaklar. Kırk bin kişi, ani gelen büyük bir selden Karabaş Velî’nin önceden keşfi ve ikazı sayesinde kurtulur. Kâhire’ye üç mil mesafedeki Geylan köyünde hastalanır ve 4 Ocak 1686 günü vefat eder. Orada Şeyhü’l-Gazzâli türbesine defnedilir.
Kaynaklarda aynı zamanda kendisinin halîfeleri olan Mustafa, Hasan ve Hüseyin adlarında üç oğlu olduğu belirtilmiştir. 15 kadar eseri günümüze gelmiş ve bazıları yayımlanmıştır. Çatkese’de sülâlesi devam etmektedir.
Sağlığında 32 bin kişiye biat veren ve 685 halîfe yetiştiren Karabâş-ı Velî, halk, devlet adamları ve ulemadan Pâdişâh 4. Mehmed’e kadar geniş kitleleri etkilemiştir.
Karabaş Velî, Osmanlı padişahı 4. Mehmed’in "Bu Şeyh Efendi'nin vaazı bana o kadar tesir ediyor ki, İbrâhim Edhem gibi taht ve tâcı bırakıp dağlara düşesim geliyor" dediği çok değerli bir şahsiyettir.
Kalfat, böyle bir zâtın bir müddet ikamet edip tekke kurduğu, halife yetiştirdiği şerefli bir mevkidir. Bu durum görev yaptığı Çatkese ve öteki yöreler için de geçerlidir. Her yıl yağmur duâsında Erenler ve Dikmen’de Karabaş-ı Velî de anılmakta, duâlarının bereketine şahit olunmaktadır.
(Eski Çankırı Milletvekili Sayın Hakkı DURAN beyin izni ile paylaşılmıştır. Kendilerine Vakfımiza ziyaretleri ve verdikleri bilgiler için teşekkür ederiz.)
XXXXXXXXXXXXXXXX
www.cansaati.org › ... › Araştırmalar › Çankırı İçin Düşünüyorum › Metin YILMAZ
18 Tem 2011 - 50 gönderi - 13 yazar
Üye olun yazmay
.
1. ÇANKIRI MERKEZ VE MERKEZE BAĞLI KÖYLERDEKİ TÜRBELER
A) Emir Karatekin Türbesi (Merkez)
Emir Karatekin 1071`de başlayan Anadolu`nun fethi, Süleyman şahın 1075`de İzniki alarak Anadolu Selçuklu Devletinin temellerini atmasıyla devam etmiş, aynı zamanda 1080`deki büyük Türkmen Göçü ile Anadolu`daki Türk nüfusu hızlı bir artış göstermiştir. Bu fetihleri efsanevi olarak anlatan Danişmendnameye göre, Çankırı`yı fetheden Emir Karatekin, Melih Danişmend Gazi ile Emir Artuk`un arkadaşlarındandır.
Emir Karatekin, 1082`de Çankırı`yı aldıktan sonra Kastamonu ve Sinop`u topraklarına katarak egemenlik alanını genişletmiş ve gücünü sağlamlaştırmıştı. Danişmendname bu fethin Danişmendliler adına yapıldığını söylerse de, Bizans kaynaklarıyla öbür kaynaklar, Emir Karatekin`i Süleymanşah`a bağlı bir komutan olarak gösterir. Nitekim, büyük Selçuklu Sultanı Melihşah, başta Süleymanşah olmak üzere Anadolu`da kendisine karşı bağımsız bir güç oluşturan bu beylere karşı 1078`de Porsuk Bey, 1091`de Emir Bozan komutasında ordular gönderdi; Emir Karatekin`de bu ordularla çarpıştı ve savunmasını güçlendirmek için, Sinop yöresinden geri çekildi. Türbesi Çankırı`da olan Emir Karatekin`in hangi tarihte öldüğü kesin olarak bilinmiyor. Bilinen yörenin, I.Haçlı seferinin sonuna dek Türklerin elinde kaldığıdır.1097`de İznik`i ele geçiren Haçlı ordularının Eskişehir üzerinden güneye doğru yönelmeleri sonucu Çankırı, Haçlı işgalinden kurtulmuştur. Ancak, 1100de Danişmendli beyi Emir Gazi Gümüştekin`in Malatya önlerinde Antakya Haçlı Kontu Bohemond`u tutsak alarak Niksara götürmesi, bunun üzerine de 1101`de Roymond`de Toulouse komutasındaki bir haçlı ordusunun Bohemondu kurtarmak için harekete geçti. Ankara`yı da alarak yakıp yıkan bu ordu; Çankırı önlerine gelmiş, kenti çok iyi savunan güçler karşısında başarısızlığa uğrayınca yöreyi yağmalayarak Kastamonu`ya geçmiştir. Bu ordu Amasya yakınlarında I.Kılıç Arslan ve Emir Gazi Gümüştekin`in güçlerine yenildi. Haçlılara yardım eden Bizanslıların elinde kalan Çankırı yöresinin Emir Gazi Gümüştekin 1106`da yeniden fethetti. I.Haçlı Seferinin etkisinin azalmasından sonra, kendilerini toparlamaya başlayan Anadolu Selçukluları ile Danişmendliler, birbirleriyle sürekli bir savaşa başladılar. Ayrıca Danişmendliler arasında da taht kavgaları eksik olmuyordu. Bu durumda yararlanan Bizanslılar, daha önce bitirdikleri birçok yeri geri almaya başladılar ve 1132`de Vali Alparslan yönetimindeki Çankırı`yı da ele geçirdiler. Bir yıl sonra 1133`de Emir Gazi Gümüştekin Çankırı`yı Bizans egemenliğinden kurtardı ve 1134`de de öldü. Bunun üzerine oğullarıyla Anadolu Selçuklu Sultanı I.Mesut arasında yeni bir savaşı başladı. Bu arada Bizans İmparatoru Ioannes, Kastamonu`da bozguna uğratan Bizans güçlerinin öcünü almak için, kendi komutasındaki bir orduyla Çankırı önlerine geldi. Çankırı`daki Türk valisi öldüğünden kenti savunan güçleri karısı komuta ediyordu. Bizans ilerlemesine karşı, I.Mesut`la Danişmendli tahtına egemen olan Melik Muhammed birleştiler. Bunun üzerine Ioannes, Marmara Bölgesine doğru çekilerek kışı burada geçirdi. 1135 baharında yeni güçlerle Çankırı ve Kastamonu`yu kuşattı. Zorlu savaşlar sonunda Çankırı Bizanslıların eline geçti. Kentteki Türkler tutsak alınarak İstanbul`a götürüldü. Ancak Ioannes`in çekilmesinden kısa bir süre sonra kent Türklerce geri alındı.
I.Mesud, ölmeden önce (1155) eski Türk devlet geleneği gereğince ülkesini üç oğlu arasında bölüştürdü. II.Kılınç Arslan`ı Konya`da sultan ilan ederken, küçük oğlu Şahinşah`a Ankara, Çankırı ve Kastamonu yöresini verdi. Ancak, bu bölünme I.Mesud`un ölümünden hemen sonra taht kavgalarına yol açtı. Önce I.Mesud`un üçüncü oğlu Dolat öldürüldü. Sonra Şahinşah, Çankırı`da ayaklandı. Damatlarından Yağıbasan`da, II.Kılınç Arslan`ın sultanlığını tanımayarak Kayseri üzerine yürüdü. Uzun süren bu iç savaş sırasında Yağıbasan, Anadolu Selçuklu tahtına çıkarmak istediği Şahinşah`ın ve Bizans İmparatoru Manuel`in desteğini sağlayarak güçlendi ve 1162`de II.Kılıç Arslan`ı yendi. İstanbul`a giden II. Kılıç Arslan, Bizansla bir anlaşma yaparak, yeniden Anadolu`ya döndü ve yağıbasan`ın asıl merkezi olan Sivas`ı ele geçirdi. Bunun üzerine Yağıbasan, Şahinşah`la birleşmek için Çankırı`ya geldi ise de 1164`de burada öldü. Bu durum II. Kılıç Arslan`ın daha rahat hareket etmesini sağladı. Ankara ve Çankırı üzerine yürüyerek Şahinşah`ı yendi ve yöreyi egemenliği altına aldı.
II. Kılıç Arslan da ölmeden önce (1192) ülkeyi 11 oğlu arasında bölüştürdü. Merkezi Ankara olmak üzere Çankırı, Kastamonu ve Eskişehir yöresini Muineddin Mesud`a verdi. Ancak, ülkenin bu 11 parçaya bölünüşü daha II. Kılıç Arslan`ın sağlığında kardeşler arasında taht kavgalarının başlamasına yol açtı. Ölümünden sonra bu kavga giderek büyüdü. Bütün bunlara karşın Muineddin Mesud, yöredeki Bizans topraklarında yeni fetihlere girişti. Daha sonra, aldığı bazı yerleri, 1196`da Konya tahtını ele geçiren II. Süleymanşah`a vermekle birlikte yöreyi egemenliğinde tuttu. Ancak, 1203`te Süleymanşah`ça öldürülünce, yöre doğrudan Konya tahtına bağlandı. Daha sonra I. Keykavus`un (1211-1219) 1214`te Sinop`u alması, yöreyi Karadeniz üstünden gelebilecek tehlikelere karşı daha güvenli bir duruma getirdi. Anadolu Selçukluları`nın en parlak dönemi olan Alaeddin Keykubad`ın saltanatı sırasında (1219-1237), Çankırı en dingin ve zengin dönemini yaşadı. I. Alaeddin Keykubad, alası Cemaleddin Ferruh`u kente vali atadı. II. Gıyaseddin Keyhusrev döneminde de (1237-1246) bir ölçüde süren bu durum sırasında Anadolu`nun Moğol akınlarına uğraması, Anadolu Selçukluları`nı büyük ölçüde sarstı. 1243 Kösedağ Savaşı`ndan sonra ülke bütünüyle Moğol egemenliği altına girdi. Bu dönemde Çankırı çeşitli baskılara uğradı. 1262`de II. Keykavus`un eski komutanlarından Ali Bahadır, Moğol egemenliğine karşı Ankara-Çankırı bölgesinde ayaklandı. Ama başarılı olamadı ve kaçmak zorunda kaldı. Moğollar`ın yöredeki egemenliğini temsil eden Sinop Beyi Muineddin Mehmed Pervane, 1293`te Çankırı`yı yağmaladı, her türlü para, mal, hayvan ve ürünü topladı. }
B) Taşmescit ve Cemalettin Ferruh Türbesi (Merkez)
.
ÇANKIRI CEMÂLEDDİN FERRUH DÂRÜLÂFİYESİ (TAŞMESCİD)
.
Selçuklu emîrlerinden Atabey Cemâleddin Ferruh tarafından Çankırı’da, Anadolu Selçukluları’ndan kalma önemli bir yapı olarak “derbent” denilen kuru çayın yanında, şehre hâkim yüksekçe kayalık bir tepe üzerinde, 22 Muharrem 633 (miladî 7 Ekim 1235) tarihinde Dârülafiye (dârüşşifa), 640 yılında da (1242) kuzey bitişiğinde dârülhadis inşa edilmiştir.
Süheyl Ünver, 1940’lı yıllarda burasının tanınamayacak kadar harap olduğundan bahsetmekte, “Hastanenin odaları şekilden şekile girmiş ve bozulmuştur. Kırk sene evvel hastanenin ancak altı odasının harap bir halde yalnız duvarları mevcut imiş. Bugün bu altı odadan da eser kalmamıştır. Yerlerine tekkenin şimdi yıkılan şeyh dairesinin bir kısmı ahşap olarak yapılmıştır.”
Bu yapı topluluğu (külliye), bugün halk arasında Taş Mescid adıyla anılan dârülhadis binası ve güneyindeki dârüşşifa alanından ibarettir. Altındaki türbesiyle beraber dârülhadis kısmı ayakta, dârüşşifa ise tamamen yok olmuştur. Ancak 13 Haziran 2012 tarihinde yaptığımız inceleme sırasında dârülhadisin güneyinde yer alan ve uzun yıllar dümdüz olan dârüşşifa alanında, 2011 yılında yapılan kazıyla şifahanenin temellerinin ortaya çıkartılmış olduğunu gördük. Temel izleri yapının planı hakkında fikir vermektedir. Temellere göre yapının en güneyinde, şifahane temelleri üzerine sonradan inşa edilen ve 1940’lı yıllara kadar eski fotoğraflarda görülebilen sekizgen planlı mevlevîhanenin izleri de görülebilmektedir.
Eski fotoğraflarda Taş Mescid’in kuzeydoğusunda görülen şeyh binası ve kapısından ise günümüzde hiçbir iz yoktur. Bugün dârüşşifanın temellerinin bulunduğu bu alan bir ihata duvarı ile çevrilidir. Bu alana, yani dârüşşifaya, bir kapı ile dârülhadisten de geçilebiliyordu. Selçuklu sülüsü ile yazılmış kitabeden öğrendiğimize göre bina Atabey Cemâleddin Ferruh tarafından 633 (1235) yılında yaptırılmıştır. Dârüşşifaya ait, fakat neresinden alındığı bilinmeyen bir kitabenin metni şöyledir:
“Bu mübarek dârülâfiyenin yapılmasını 633 yılı Muharrem ayında büyük sultan, memleketler açan, Abbasî halifesinin (emîrü’l-mü’mînin) ortakçısı ve Keyhüsrev oğlu Alâeddin Keykubad –Allah (cc) aziz ve mansur eylesin- devletli günlerinde kulların fakiri ve Allah’ın rahmetine muhtaç, âzatlı kölelerden Atabey Lala Cemâleddin Ferruh -Allah (cc) muvaffak eylesin- emretti.”
Süheyl Ünver de kitabenin okunuşunu şöyle vermektedir: “Kasîmi emirülmüminin sultanı azam Alâüddünya veddin, ebülfeth Keyhusrev oğlu Keykubat’ın -Cenabı hak yardımcılarını, dostlarını aziz etsin- zamanı saltanatında bende-i zaif, mevlâsının rahmetine muhtaç, Atabay Cemaleddin Ferruhul Melikiyyül İtaki bu meymun (ve mubarek) Dârülafiye’nin bina ve imarını emretmiştir. Altı yüz otuz senesi muharrem yirmi ikisinde (7 Ekim 1235).”
Atabey Cemâleddin Ferruh, Sultan Alâeddin Keykubat zamanında yetişmiş emirlerdendir. Sivas Dârüşşifası’nın 1 Muharrem 615 (30 Mart 1218) tarihli vakfiyesinden öğrendiğimize göre orasının mütevellisidir. Kitâbedeki ifadeden Cemâleddin Ferruh’un şehzadelerin yetiştirilmesine memur edilmiş “lala” ve “atabey” (eski Türk devletlerinde, özellikle Selçuklular’da şehzadelerin eğitimi veya bağımsız olarak bir eyaletin yönetimi ile görevli vezir) olduğu anlaşılmaktadır.
Bilahâre, dârüşşifanın bânisi, binaya ilaveten 640 (1242) yılında bugün Taş Mescid diye anılan iki katlı bir dârülhadis ve altına da kendisi için bir mezar-türbe yaptırmıştır. Dârülhadis, kül rengi kırmızı beyaz kesme taşlarla muntazam bir şekilde kayalığın kuzey yamacına inşa edilmiştir. Kuzey yüzündeki çift taraflı merdivenle çıkılan dârülhadise (Taş Mescid) mukarnaslı bir kapıdan girilmektedir. Kapının üzerinde orijinal bir kitâbe mevcuttur. Kitâbede üstte “Essultan fi sene erbain ve sitte 640”, altta “Emere bi imareti darulhadis vel makbere inde lütfullahi el muhtaç ilarahmetillahi Atabey Ferruh bin Abdullah” yazmaktadır. Kitâbenin Türkçesi ise şu şekildedir: “Bu dârülhadis ve mübarek makberenin yapılmasını latif olan Allah’ın rahmetine muhtaç Abdullah oğlu Atabey Ferruh 640 (1242) yılında emretti.”
Dârülhadiste üst katta sağlı sollu iki eyvan , girişin karşısındaki güney cephede de dârüşşifaya açılan bir kapı yer almaktadır. Kapının bu iç yüzünün üzerine yarım yıldız motiflerinin sıralandığı basit bir silme ile geçmeli şekilleri ihtiva eden kabartma iki rozet işlenmiştir. Bu kapının üzerinde üç satırlık nesih ile yazılmış küçük bir mermer kitâbe bulunmaktadır. Kitâbede, üst sırada “el-Cemâli”, ikinci sırada “Şehâbeddin” yazılıdır. Üçüncü sıradaki yazı ise kırıktır. Kitâbenin üçüncü satında mimarın isminin yer aldığı zannedilmekteyse de, buna dair kesin hüküm vermek zordur. Girişe göre sağ taraftaki eyvan, mescid olarak kullanılmaktadır. Sol taraftakine ise alttaki mezar odasındaki mezarların üstüne gelecek şekilde sembolik iki mezar yerleştirilmiştir. Bu mezarlardan biri Atabey Cemâleddin Ferruh’a aittir.
Üstteki dârülhadis giriş kapısının altında, üst kapının alt hizasına gelen, basık kemerli küçük bir türbe kapısı vardır. Buradan dârülhadisin altına rastlayan mezar odalarına girilir. Girişin iki tarafında yer alan mezar odalarında sandukalar bulunmaktadır. Sağdaki mezar odası içeriden bağlantılı olmayıp binanın batı cephesinden ayrıca bir giriş kapısı vardır. Soldaki basık tonozlu karanlık odada altı adet mezar mevcuttur. Süheyl Ünver, mezarların 1940’lı yıllardaki durumunu anlatırken “soldaki odada altı tabut mevcut, tabutlar içindeki cesetler kısmen çürümemiştir” demektedir.
Aynı şekilde Yılmaz Önge de, 1962’de “içeride altı adet üstü açık yarı yarıya çürümüş cesetleri ihtiva eden ahşap sanduka mevcuttur. Bunlardan ortadakinin binanın bânisi Cemâleddin Ferruh’a ait olduğu düşünülebilir” demektedir. Yani o yıllarda ahşap mezarlarda üzeri açık ve yarı çürümemiş cesetler görülebilmektedir. Şu anda ise bu mezarların üzeri kapatılmış, lahit şeklinde yeniden düzenlenmiştir.
DÂRÜŞŞİFANIN İŞLEYİŞİ
Dârüşşifanın ne zamana kadar çalıştığı hakkında bir bilgiye tarihî kaynaklarda ve arşivlerde şimdiye kadar rastlanamamıştır. Ancak dârülhadis hakkında Vakıflar Arşivi’nde Osmanlı dönemine ait bazı bilgiler tespit edilmiştir. Bu konuda Süheyl Ünver, şu bilgileri vermektedir: “Hicrî 990 (1582) yılında Mustafa b. Ramazan isminde bir zat Timarhane mahallesine getirdiği mecrasını tamir ve her mahalle için bir miktar para vakfediyor. Tımarhane mahallesi de bugün Taş Mescid ıtlak olunan bu mevlevîhâne civarıdır… Başvekâlet Arşivi’nde mevcut 1202 (1787) tarihli beratta Çankırı’da kain tımarhane mescidi vakfı imameti ciheti, yazılıdır.” (Selçuklu Tababeti, s.70)
Yılmaz Önge, 1962’de yapının son dönemiyle ilgili şu bilgileri vermektedir: “Dârüşşifa ve dârülhadis, tekke ve zâviyeler kapatılıncaya kadar Çankırı Mevlevîhânesi olarak kullanılmıştır. Bazı eski fotoğraflarda Taş Mescid’in hemen arkasında bir avlu etrafında sıralanan ve eski dârüşşifanın bir kısım sahasını kaplayan bir yapıya, dârülhadisin kuzeybatı köşesine bitişik, basık kemerli ve üzeri ahşap, üçgen saçaklı cümle kapasından geçilerek giriliyordu. Bu kapının karşısına gelen on üç odalı ahşap iki katlı şeyh dairesi, buna bağlanan yine iki katlı, dâhilde sütunlu bir galeri ile çevrilmiş, ahşap kubbeli, sekizgen planlı bir semâhâne ve bunların yanı sıra imaret, mutfak, helâlar ve alt katta da bir ahır inşa edilmiş; Odunpazarı ile aşağı bahçelerin gelirleri buraya vakfedilmiştir… Civarda oturan eskilerin naklinden, mevlevîhânenin arkasındaki arazinin de dergâha ait bağ ve bahçeler olduğu anlaşılmaktadır.”
Mevlevîhâne kapandıktan sonra bina özel idarenin eline geçmiş, bilâhare bakımsızlıktan harap olmuştur. Bir müddet cephanelik ve depo olarak kullanılmıştır. Son zamanlarda yeniden restore edilen dârülhadis ayaktadır. 2011 yılında tamamlanan kazılarla ortaya çıkarılan dârüşşifanın temelleri ise belirlenmiştir. Yerel yönetimlerin dârüşşifanın bu temelleri üzerinde, aslına uygun bir mimariyle kültür merkezi yapma planları bulunmaktadır.
DÂRÜŞŞİFADAN KALANLAR
Dârüşşifaya ait, kupa şeklinde bir gövdeye sarılı yılan motifi bir taş, bugün Çankırı Müzesi’nde bir camekân içerisinde sergilenmektedir. Bu objenin kaide kısmı 18*13 cm, üst kısmı ise 23*17 cm ölçülerindedir. Kupanın altından dolanarak kıvrılan yılan kabartması kadehin üzerine kadar uzanmaktadır. Dârüşşifa içerisinde nerede kullanıldığı bilinmemektedir.
Kalabilen bir diğer parça ise tıp sembolü olarak kullanılan ve başları karşılıklı gelecek şekilde birbirine sarılmış yılan motifli taş üzerine işlenmiş kabartmadır. Bugün kayıp olan parçanın ebadı, kaynaklarda 100*25 cm olarak belirtilmektedir. Bu bilgi, yılan motifinin XIII. yüzyılda Selçuklular tarafından sağlık sembolü olarak benimsendiğini göstermektedir. Bu kabartmanın, dârülafiyede bulunan Çankırı Mevlevîhânesi şeyhi tarafından muhafaza edilmiş olduğu, Süheyl Ünver’in Çankırı defterinde kayıtlıdır. İnceleme sırasında Taş Mescid’in mezar odalarına girilen alt kapısının üzerine, bu kabartmanın taşa işlenerek yapılmış bir kopyasının yerleştirilmiş olduğu görülmüştür. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin amblemi de, ilgili tarihte, Süheyl Ünver tarafından birbirine geçmeli bu yılan figürü esas alınarak çizilmiştir.
KAYNAK: Şifahaneler, Abdullah Kılıç, 2012, Turkuaz Sanat.
.
CEMÂLEDDİN FERRUH
(Emir Hacı Ferruh)
Hakkı Duran
Sultan I. Alaaddin Keykubad’ın Atabeyi Lala Cemâleddin Ferruh’un Çankırı’da bir takım vakıfları bulunmaktadır. Bunların en önemlisi, “darüş-şifâ” ve yanında inşa ettirdiği “darül-hadis” tir. Darülhadis olarak kullanılan binanın alt katında Cemâleddin Ferruh’un türbesi bulunmaktadır. “ANADOLU’DA İLK DÂRÜ’L-HADİS” başlıklı yazımızda “Taş Mescid” veya “Cemâleddin Medresesi” de denilen bu eserden bahsettik. Darüşşifâ kısmı bugün ayakta olmamasına rağmen üzerinde daha fazla konuşulmuştur. Bu zatın Anadolu Selçuklu döneminde Konya ve Sivas’ta yaptığı icraatları belirttikten sonra Mevleviliği hususunu ele almak istiyorum. -Çini levhada I.Alaeddin Keykubad-
Lala Ferruh’un Çankırı’da başka hayır eserleri de vardır.
AKÇAGİZLENMEZ
İbrahim Hakkı Konyalı, Konya’da yaptırdığı Taşcami’den bahseder. Hacı Faruk (Ferruh) Mahallesinde olan bu mescidin bir adı da AKÇAGİZLENMEZ’dir[1]. Hacı Ferruh, bu mescidi yaptıracağı zaman mimarını çağırıp şöyle bir şart koşmuştur:
-Bana her tarafı taştan bir cami ve mektep yapacaksın ki hiçbir yerine akça bile gizlenmesin. Taşlar birbirine öyle kenetlenip düzgün yapışsın. Yoksa kelleni tehlikede bilesin!
Konyalı, halkın yarattığı bir efsane de olsa, taş işçiliğinin çok güzel bir örneği olan bu eser için uygun düştüğünü belirtmekte, mescidi ayrıntılı biçimde anlatmaktadır. Mescid, Sultan I. İzzeddin Keykâvus döneminde 1215 yılında yapılmıştır. Kitabesinde hacı Ferruh diye yazmaktadır. Şahsın kimliğini araştıran İ.Hakkı Konyalı, I. İzzeddin Keykâvus’un Sivas Şifaiye Medresesi vakfiyesinde mütevelli olduğunu, Üstad-üd-dâr ve Hassa hazinedarı Abdullah oğlu Hacı Cemâleddin Ferruh unvan ve ismiyle kayıtlı bulunduğunu belirlemiştir. Üstad-üd-dâr, hükümdarın gelirlerini toplama ve harcama yetkisine sahip, saray görevlilerinin tümünün amiri ve ülkedeki vakıfların denetiminden sorumlu vezirdir. Vakfiyenin tarihi 1221’dir.
1237 yılında ölen I. Alaaddin Keykubad’ın yerine getirilecek hükümdarın seçiminde arkadaşı Şemseddin Altun-aba ile birlikte önemli rolü olmuştur. İki önemli şahsiyet yeni sultan Keyhusrev’i Keykubadiye sarayından alarak tahta oturtmuşlar; el öpme ve para saçma törenini yapmak, sadâkat yemini etmek suretiyle muhaliflerini hareketsiz bırakmışlardı.[2]
Emir Hacı Ferruh, 640 H. (1242) yılında vefat etmiş, Çankırı’da kendi yaptırdığı Taşmescid’e gömülmüştür. Mezar kitabesinde adı, Cemâleddin Ferruh ibn-i Abdüllatif şeklinde geçmektedir. Baba adının vakfiyede Abdullah, mezar taşında Abdüllatif şeklinde geçmesinden C.Ferruh’un devşirme olduğu anlaşılmaktadır.[3]
MEVLÂNÂ ve CEMÂLEDDİN FERRUH
Mevlana Celâleddin(1207-1273) ile Cemâleddin Ferruh (ö.1242)çağdaştırlar. Mevlânâ'nın babası B.Veled’in Konya’ya gelişi 1220, ölümü 1231’dir.[4] Israrla Şeyh Cemaleddin diye anılan bu zatın bir Mevlevî şeyhi olmasını mümkün görmüyoruz. Sakıb Dede’nin “Sefine-i Mevlevîyye” sine göre, Taşmescit’teki sandukada Şeyh Cemâlettin Çelebi’nin medfun olduğu rivayet edilmektedir.O mevkide 1235 yılında bir Selçuklu Darüşşifası inşa ettiren ve Mevlâna ile çağdaş olan Lala Cemâleddin Ferruh’un mevlevî olduğuna dair kesin bir bilgi mevcut değildir. Taşmescid yakınında bir mevlevihanenin faaliyet göstermesi, bu iddialara kuvvet kazandırmış olmakla beraber, mevlevihanenin daha sonra kurulmuş olduğunu tahmin etmekteyim.[5]
MEVLÂNÂ’NIN MEKTUPLARI
İlk zaviyelerden biri , Sultan Veled zamanında 1297 yılında Şeyh Süleyman Türkmâni tarafından Kırşehir’de kurulmuştur. Birçok yazar ve araştırmacı, bazı tarikatların tarihi şahsiyetleri , tarikat şeyhi yapma eğiliminde olduğu şeklinde kanaatler belirtmişlerdir. Ancak tekrar yaptığım bir inceleme, bu konuda acele hüküm vermemek gerektiğini düşünmeme sebep oldu. Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlâna’nın mektuplarını tetkik ederken bazı mektupların muhatabını tespit edememiştir. Bunlardan biri de Cemâleddin adlı bir kişiye yazılan mektuptur. Mektup gönderilen Cemâleddin, üst kademelerde görev yapan, devlet adamlarına yakın ve bilgin bir kimsedir. Uzun süren ayrılık ve hasretten söz edilmesinden anlaşıldığına göre bu zat, Konya’dan bir hayli uzaktadır.Velhasıl A.Gölpınarlı, bütün Cemâleddin’leri[6] gözden geçiriyor. Hiç bir Cemâleddin bu kriterleri karşılamıyor.
Bize göre eksik bırakılan Mevlana ile çağdaş, devlet ricalinden, bilgin ve Konya’dan uzakta (Çankırı’da) bulunan Üstadü’d-dâr Cemâleddin Ferruh olabilir[7]. Bu hususun konunun uzmanlarınca değerlendirilmesi lazımdır.
Cemâleddin Ferruh’un mevlevî olması ihtimali yüksektir. Ancak, yüksek devlet görevleri almış bu zatın şeyh olmayıp, muhîb (sempatizan) olması daha akla yakındır. Mevlevihanenin o dönemde kurulmuş olması ihtimali yok denecek kadar azdır.
[1] İbrahim Hakkı Konyalı, Konya Tarihi, Ankara-1997, s.362.
[3] Konyalı, age, s.366-367.
[4] B.Füruzanfer, Mevlana Celaleddin, İst.1986, s.43.
[5] “Bugünkü bilgilerimize göre, Çankırı’da ilk mevlevihanenin Candaroğulları döneminde kurulduğu ve zaviyenin Kastamonu’da kurulan asitâne ile aynı zaman diliminde tesis edildiği ihtimali ağırlık kazanmaktadır. Ulu Ârif Çelebi(ö.1319), Candaroğlu Süleyman Paşa(ö.1339?) zamanında iki defa ziyaret etmiş, büyük hüsnü kabul görmüştür. Çankırı’daki mevlevihanenin bu dönemde yapılmış olması ihtimali yüksektir.” Bkz.; “Kasım Beğ ve Çankırı Mevlevihanesi” başlıklı yazımız.
[6] Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin Mektuplar, İstanbul-1999, s.227-228.
[7] Gölpınarlı, kitabın sonunda Mevlânâ’nın mektuplaştığı şahsiyetlerin tarihi kimliklerini incelerken aslında Cemalettin Ferruh ismine de ulaşıyor. Bu kişi, kadı C. Ferruh’tur. Cemalettin Ferruh’u kadı olarak kabul ettiği için bir türlü sonuca ulaşamıyor. Halbuki Lala Cemalettin Ferruh, Mevlana ile çağdaştır. Diğer deliller de bu şahsın mevlevilikle ilgisi olduğunu göstermektedir. Söz konusu olan mektuplar, CIV. ve CV. mektuplardır.(bkz.: Gölpınarlı, age, s.157-160.)
.
.
|
C) Şeyh Mehdi (Billur Bey) Türbesi (Merkez)
.
Anlatılara göre türbesi Kayabaş mevkiinde bulunan Billur Bey de, Toprak Baba gibi Çankırı Kalesi’nin birinci ve ikinci alınışında hizmet veren kumandanlardandır. Asıl adının Şabanoğulları’ndan Hamit oğlu Mehdi olduğu ve halk arasında Billlur Bey diye anılan bu zatın 1154 yılında vefat ettiği vakfiyelerden öğrenilmektedir. Eskiden Hıristiyanlarca makbul sayılan ve “İbadiyos” adıyla anılan zatın da Şeyh Mehdi’nin türbesinin bulunduğu yerde yattığı ve Şeyh Mehdi’nin buraya gömülmeyi vasiyet etmesi üzerine türbenin her yıl Hz. İsa’nın, Hıristiyanların inanışına göre, göğe çıkma tarihinden bir hafta önce Hıristiyanlar tarafından ziyaret edildiği bilinmektedir.
Halk arasındaki bir anlatıya göre Billur Bey, kalenin alınması sırasında fazla kan dökülmesi taraftarı olmadığı için o sırada emrindeki askerler tarafından yaralanan birkaç esirin öldürülmesine mani olmuş ve “Gavurcukları öldürmeyin” diye emir vermiştir.
D) Akkız Sultan Türbesi (Merkez)
.
E) Çare Baba Türbesi (Merkez)
F) Toprak Baba Türbesi (Merkez)
G) Yeşil Türbe (Merkez)
H) Hatçe Sultan Türbesi (Handırı Köyü)
2. ATKARACALAR İLÇESİ TÜRBELERİ
A) Hoşislamlar Türbesi (Merkez)
B) Yedi Uyurlar Türbesi (Merkez)
3. BAYRAMÖREN İLÇESİ TÜRBELERİ
A) Âşık Hasan Türbesi (Merkez)
B) Ambar Deviren Türbesi (Köy Sorulacak)
C) Balıdede Türbesi (Akseki Köyü)
D) Erenler Türbesi (Erenler Köyü)
E) Isıtma Türbesi (Dolaşlar Köyü)
F) Dolaşlar Türbesi (Dolaşlar Köyü)
4. ÇERKEŞ İLÇESİ TÜRBELERİ
A) Kısaç Köyü Türbeleri
B) Yel Türbesi (Halkoğlu Köyü)
C) Isıtma Türbesi (Kiremitçi Köyü)
D) Çoban Dede Türbesi (Aydınlar Köyü)
E) Şeyhdoğan Köyü Türbeleri
F) Aliözü Köyü Türbeleri
G) Pîr-i Sânî Çerkeşî Hacı Mustafa Efendi Türbesi (Merkez)
H) Vehbi Sultan Türbesi (Merkez)
5. ELDİVAN İLÇESİ TÜRBELERİ
A) Hacı Murad-ı Velî Türbesi (Seydiköy)
B) Hacı Zekeriya Türbesi (Sarıtarla Köyü)
6. ILGAZ İLÇESİ TÜRBELERİ
A) Alıç Türbesi (Alıç Köyü)
B) Akçaören Türbesi (Akçaören Köyü)
C) Kayı Türbesi (Kayı Köyü)
D) Eskice Türbeleri (Eskice Köyü)
E) Şeyh Yunus Türbesi (Şeyh Yunus Köyü)
F) Hacı Kuşçu Efendi Türbesi (Cendere Köyü)
G) Yağlı Dede Türbesi (Kavaklı Köyü)
H) Ilgazlı Hacı Baba Türbesi (Şeyh Ahmet Abduşoğlu-Cendere Köyü)
7. KORGUN İLÇESİ TÜRBELERİ
A) Mitik Türbesi (Merkez)
B) Kuşaklı Dede Türbesi (Merkez)
C) Bicek Türbesi (Merkez)
D) Ersarı Mehmet Dede Türbesi (Alpsarı Köyü)
8. KURŞUNLU İLÇESİ TÜRBELERİ
A) Çal Türbesi (Merkez)
B) Çırdak Türbesi (Çırdak Köyü)
C) Zeyve Türbesi (Köprülü Köyü)
D) İğdir Türbesi (İğdir Köyü)
9. ORTA İLÇESİ TÜRBELERİ
A) Elvanseydi Türbesi (Elmalık Kasabası)
B) Erenler Türbesi (Kalfat Kasabası)
C) Hoca Sinan Türbesi (Kalfat Kasabası)
D) Saka Baba Türbesi (Sakaeli Köyü)
E) Paşa Sultan Türbesi (Merkez)
10. ŞABANÖZÜ İLÇESİ TÜRBELERİ
A) Hacı Ali Turab-ı Velî Türbesi (Mart Köyü)
B) Kızıl Deli Yahya Dede Türbesi (Kutluşar Köyü)
11. YAPRAKLI İLÇESİ TÜRBELERİ
A) Hacı Hafız Efendi Türbesi (Hasan Sarıkaya-Merkez)
B) Hacı Mustafa Efendi Türbesi (Mustafa Okutkan-Merkez)
C) Fethiye Türbesi (Merkez)
D) Benli Muhittin Türbesi (Akyazı Köyü)
E) Yeşil Direk Tekkesi (Sazcağız Köyü)
F) Hatip Dede (Hatip Ali Efendi) Türbesi (Buluca Köyü)
G) Çam Dede Türbesi (Gürmeç Köyü)
H) Kara Dede Türbesi (Kullar Köyü)
*Bu başlıkta yer almayan Türbelerimizi ekleyebilirsiniz.
.
|
Çankırı
Murâd-ı Velî (Eldivan) Çankırı
Adülbâkî Efendi
Abdülcebbâr Dede
Ahmed Feyzi Efendi
Çerkez Şeyhi
ÇERKEZ ŞEYHİ
|
|
Çorum velîlerinden. İsmi Ömer Lütfi olup, babasınınki Abisal Beydir. Çerkez Şeyhi ismiyle meşhur oldu. 1849 (H. 1266)'da Kafkasya'da doğdu. Yedi yaşında âilesi ile birlikte Trabzon'a yerleşti. Sonra Tokat'ın Batmantaş köyüne taşındılar. Akrabâlarından Kundukzâde Mûsâ Paşa, tahsîlini tamamlaması için İstanbul'a götürdü.
Çerkez Şeyhi, daha 7 yaşında iken rüyâlarında gördüğü bir zât ona devâmlı; "İlim öğrenmek için İstanbul'a gel!" diyordu. İstanbul'a gittikten sonra rüyâsına giren zâta rastladı. Bu zât Edirneli Şeyh Seyyid Muhammed Nûrî idi. Çerkez Şeyhi ona talebe oldu. On bir senelik bir tahsil hayâtından sonra icâzet, diploma alan Çerkez Şeyhi, hocası tarafından Sivas'ın Aziziye kasabasına bağlı Kazancı köyüne ilim yaymak için gönderildi. Burada iki sene kadar insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğretmeye çalıştı. Sonra Çorum'un Bakırboğazı köyüne yerleşerek, bir tekke inşâ ettirdi. Dört sene kadar bu köyde kaldıktan sonra 1891'de Çorum'a yerleşti. Çorum'da tâliplerine ilim öğretmeye çalıştı.
Sakarya Meydan Muhârebesinin başladığı gün, Çerkez Şeyhi bâzı talebeleri ile sohbet ederken birden bire ayağa kalkıp, kıbleye dönerek ezan okumaya başladı. Meclistekilerin hepsi ayağa kalkarak, şaşkın vaziyette birbirlerine bakıyorlardı. Ezanı bitiren Çerkez Şeyhi, mütebessim bir çehre ile; "Çok şükür, müjdeler olsun, Yunan kâfiri Sakarya'da bozguna uğradı, kaçıyor. Fakat çok da şehîdimiz var." dedi.
Çerkez Şeyhi'ni çok seven Kürevî Hâfız Mustafa Efendi isminde bir zât vardı. Çerkez Şeyhi ona, kısa boylu ve çok şişman olduğu için Kürevî lakabını takmıştı. Bu zât her hafta hocasını ziyârete gelir ve evinde yapılan yoğurttan bir tas getirirdi. Bir hafta yine hanımına; "Bugün yoğurt çal da hocamı ziyârete gideyim." dedi. O gün çamaşır hazırlığında olan hanımı; "Yarın da süt götürüver. Ölmezsin ya." dedi. Hâfız Efendi de sütü alıp hocasının evine gitti. Sıkıntı ile içeri girdi ve sütü hizmetçilere verdi. Biraz üzüntülü olarak hocasının yanına girdi. Çerkez Şeyhi onu kucaklayarak; "Kürevî mesele süt, yoğurt değil, dostluktur dostluk." diyerek gönlünü aldı.
Çerkez Şeyhi'nin büyük oğlu askerlikte öğrendiği fotoğrafçılık mesleğini sivil hayâtında da sürdürmekte idi. Babasının ne kadar resmini çekmek istedi ise hep filimleri yandı. Bir yaz günü, sabah kahvaltısı bahçede hazırlandı. Oğlu fotoğraf makinasını da getirmişti. Çerkez Şeyhi'nin gözleri katarakt sebebi ile çok zor seçiyordu. Bu sebepten hanımının yardımı ile bahçeye indi. Son basamağa geldiğinde, birden geri dönerek odasına gitti ve; "Hanım ben resmimin çekilmesini istemiyorum. Çekilenler için de çıkmaması için Allahü teâlâya yalvarıyoum. Söyle ona, bir daha böyle bir münâsebetsizliğe sebebiyet vermesin." dedi.
Çerkez Şeyhi, Çorum Ulu Câmiinde verdiği son Cumâ vâzında; "Ey cemâat! Artık ihtiyarladım. Sanırım bu son Cumâmızdır. Hakkınızı helâl edin." dedi. Vefâtından elli gün kadar önce evde çocukları ile sohbet ederken, rahatsızlandı ve sol tarafına felç geldi. Bir ara iyileştikten sonra 1924 (H.1343) senesi Ramazan ayının on altıncı akşamı iftardan önce vefât etti. Vasiyeti üzerine Çelebi Hüsâmeddîn Efendinin yanına defn edildi. Vasiyetinde; "Beni Çelebi hazretlerinin sol yanına defnedin ve başımı bir karış aşağı koyun. Zîrâ o, Peygamber soyundan büyük bir zâttır." demiştir.
KERÂMET VE MENKÎBELERİ
ACELE ÇORUM'A DÖN
Talebelerinden Abbâs Efendi ticâret maksadı ile Samsun'da bulunduğu sırada gece rüyâsında Çerkez Şeyhi'ni gördü. Ona; "Acele Çorum'a dön." diyordu. Abbâs Efendi uyanmasına rağmen tekrar uyudu. Aynı rüyâ birkaç defâ tekrarlandı. Son defâ ise Çerkez Şeyhi rüyâsında elinde bir sopa ile yürüyünce hemen kalkıp, acele ile hazırlandı. Yanındakileri kaldırıp hemen yola çıktı. Çorum'a geldiğinde Abbâs Efendi yolda rastladığı birisine; "Çerkez Şeyhi vefât etti mi?" diye sordu. O da; "Hayır! Fakat ağır hasta olduğunu söylüyorlar." dedi. Abbâs Efendi derhal hocasının ziyâretine gitti. Odadan içeri girer girmez daha bir şey söylemeden; "Abbâs Efendi, bizim sopayı görmeden niçin yola çıkmayıp da, beni üzersin." diyerek tebessüm etti
Elvan Çelebi
ELVAN ÇELEBİ
On dördüncü yüzyılda Amasya civarında yetişen evliyânın büyüklerinden. Amasya çevresinde yaşayan büyük âlim ve velî, Baba İlyâs’ın torunu olan Âşık Ali Paşa’nın (Aşık Paşa) oğludur. Kırşehir’de doğmuş olup, doğum târihi belli değildir. Elvan Çelebi’nin babasının yaşayıp vefât ettiği yer ise Kırşehir’dir.
Adına kaynaklarda Ulvan veya Elvan olarak rastlanan Elvan Çelebi, on üçüncü yüzyılın ilk yarısında Moğol istilâsından kaçarak Orta Anadolu’ya gelip yerleşmiş, zamanla ilmi ve irfânıyla meşhur olup, devrin siyâsî, içtimaî ve dînî bâzı hareketlerine katılmış, Karamanoğllarının siyâsî faaliyetlerinde ve gelişmelerinde rol oynamış, on beşinci yüzyılda Âşıkpaşazâde gibi ünlü bir tarihçi yetiştirmiş olan tasavvuf ehli bir ailenin mensubudur. Babası, on dördüncü yüzyıl Türk tasavvuf hayâtının ünlü sîmâlarındandır. Elvan Çelebi’nin dedesi Muhlis Paşa veya Muhlis Baba, Karamanoğulları beyliğinin kuruluşunda önemli rol aldı. Elvan Çelebi, zamanının âlimlerinden çeşitli ilimleri tahsil ettikten sonra, tasavvufa yöneldi. Babasının halîfelerinden şeyhülislâm Fahreddîn Efendi’nin sohbetlerinde bulunarak bu yolda ilerledi. 1326 (H. 727)’de babasının Mısır’a gidişinden hemen sonra Mecıtözü’ne geldi. Daha önce dedesi Muhlis Paşa’nın talebeleriyle birlikte gelerek yerleştiği, evler inşâ edip çiftçilikle meşgul olduğu ve vefât edince de defnedildiği şimdi Elvan Çelebi köyü diye anılan köye yerleşti. Bir câmi ile zaviye, türbe ve hamam yaptırdı. Kırşehir’de bulunan ailesi ile çocuklarını da buraya getirdi. Sivas hükümdarı Eratna Bey’in vezîri ve Elvan Çelebi’nin amcası oğlu olan Alâüddîn Ali Şâh-ı Rûmî, bu eserleri besleyecek zengin vakıflar kurdu. Köyü ve etrafındaki araziyi Elvan Çelebi’ye bağışladı. Vefâiyye tarikatına mensûb olan Elvan Çelebi, sohbetleriyle pek çok kimsenin yetişmesini sağladı. Zamanının ileri gelen evliyâsından oldu. Elvan Çelebi, o devirde ortaya çıkan bâbâîlik sapık yoluna karşı insanları Ehl-i sünnet yoluna davet etti.
Sohbetleriyle zamanındaki bir çok devlet adamı ve şâiri etkiledi. On beşinci yüzyılda yaşayan sûfî şâirlerden Hatiboğlu, yazdığı Letâyifnâme adlı eserinde, üstâd kabul ettiği sûfî ve şâirler arasında Elvan Çelebi’yi de zikr eder. Çeşitli şiirler de söyleyen Elvan Çelebi’nin, atalarının menkîbelerle karışık hayât hikâyelerini anlattığı Menâkib-ül-kudsiyye fî Menâsıb-il-ünsiyye adlı 1081 beytlik bir eseri de vardır. Konya Mevlânâ Müzesi 4937 numarada kayıtlı olan eser, dil bakımından Eski Anadolu Türkçesi özelliklerini taşır. Aynı zamanda on üçüncü ve on dördüncü yüzyıl Anadolu Türk târihi bakımından önemli bir kaynaktır. Eserde, dedelerinden Baba İlyas’ın, bâzı kaynakların zikrettiği gibi, bâtını sapık fikirleri üzerine kurulmuş olan bâbâîlik akımıyla ilgisinin bulunmadığını anlatmaktadır. Câmi-ün-nezâir’deki bir kaç şiiriyle, Şeyhoğlu’nun Kenz-ül-küberâ’sına aldığı üç beyt ile İstanbul Millet Kütüphânesi’ndeki manzum eserler 543 numarada kayıtlı Nazîre Mecmûası’ndaki bir gazeli bulunan Elvan Çelebi’nin vefât târihi belli değildir. Ancak, Menâkib-nâme’sinin sonunda bulunan ve bitiş târihini gösteren beytteki 1358-9 (H. 760) târihine bakılırsa, bu târihe kadar hayâtta olduğu anlaşılır. Kabri, Çorum ile Mecitözü arasında bulunan Elvan Çelebi, köyündeki zaviyesinin bitişiğindeki türbededir. Hâlen pek çok kimse tarafından ziyaret edilen kabrinin çeşitli hastalıkların şifâsına vesile olduğu rivayet edilir. Bilhassa çocuğu olmayan kadınlar ve delilerin aileleri tarafından ziyaret edilerek, şifâ için vesîle edilmektedir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Şakâyık-ı nu’mâniyye; cild-1, sh. 22
2) Kenz-ül-küberâ ve mehenk-ül-ulemâ (Kemâl Yavuz, Erzurum-1982)
3) Menâkıb-ül-kudsiyye fî menâsib-il-ünsiyye (İstanbul-1988)
Muhyiddîn-i İskilibî
; font-family: cambria;">Muhyiddin-i İskilibi
|
|
Büyük velî. Şeyhulislâm Ebüssü'ûd Efendinin babası. İsmi, Şeyh Yavsı Mustafa Muhyiddîn-i İskilibî'dir. Doğum târihi ve yeri bilinmemektedir. 1514 (H.920) senesinde İskilip'te vefât etti. Kabri ziyâret mahallidir.
Muhyiddîn İskilibî, âlim ve velî bir zât olup, Molla Ali Kuşcu ve MollaAli Tûsî'den ilim öğrendi. Sonra da Şeyh Muslihuddîn'in derslerine devâm etti. Sonra Şeyh İbrâhim Kayserî'nin sohbetlerinde bulundu. İlim ve edeb öğrendi. İcâzet, diploma aldı. Hocasının emriyle halkı irşâda, hak ve hakîkatı anlatmaya başladı. Ömrü insanları hak yola dâvet ve güzel ahlâkı öğretmekle geçti.
Muhyiddîn-i İskilibî hacca giderken, Amasya'da Şehzâde Bâyezîd ile görüştü. Bu görüşmede ona; "Hacdan dönüşte sizi pâdişâhlık tahtına oturmuş buluruz." buyurdu ve öyle oldu. Muhyiddîn-i İskilibî, ilmi ve âlimleri çok seven, pâdişâhın takdîr ettiği bir büyük zât idi. Pâdişâhla aralarında kuvvetli bir muhabbet bağı vardı. Bu sebeple kendisine "Hünkâr Şeyhi" denildi ve bu lakabla meşhûr oldu. Sultan Bâyezîd Hân, onun için, İstanbul'un en güzel yerinde çok güzel bir dergâh yaptırdı ve nice binâ ve malı buraya vakfeyledi. Onunla sohbet etmekten çok hoşlandığından, zaman zaman saraya dâvet eder, güzel ahlâkından ve tatlı sözlerinden çok faydalanırdı.
Muhyiddîn-i İskilibî'nin dergâhı, gelenlerle dolup taşar, ilim ve edeb sâhiplerinin yeri olurdu. Vezîrler, beyler, kadıaskerler ziyâretinde kusûr etmez, gelen herkes kapısında ilim ve edeb öğrenme imkânını bulurdu. Bu alâka karşısında, Muhyiddîn-i İskilibî'nin davranışlarında hiçbir değişiklik olmaz, insanların medhetmesi veya zemmedip kötülemesi, hâlini değiştirmezdi. Dünyânın gelip geçici mal ve mevkiine önem vermezdi. Her hâliyle doğruluğu halkın gönlünde yer etmişti. Güzel ahlâkı ve davranışları ile insanlara örnek oldu.
Muhyiddîn-i İskilibî, birkaç ilimde üstün derecede idi. Âlimler onun yanında konuşmaktan çekinirlerdi.
Taşköprüzâde şöyle anlattı: "Birgün Muhyiddîn-i İskilibî, babama zor bir mesele sorup, îzâh etmesini istedi. Babam bu mesele ile ilgili bir kitap yazıp, huzûruna götürüp arz etti. Muhyiddîn-i İskilibî esere şöyle bir nazar etti ve; "Zamânımız âlimlerinden kimse bu meseleyi böyle güzel araştırıp îzâh edemez." buyurdu."
Muhyiddîn-i İskilibî'nin en büyük fazîleti; on üçüncü Osmanlı Şeyhulislâmı Ebüssü'ûd Efendi gibi, insanlara ve cinnîlere fetvâ veren bir oğul yetiştirmiş olmasıdır.
Muhyiddîn-i İskilibî'nin bir tanıdığının oğlu suç işledi ve yakalanıp hapsedildi. Babası gelip, Muhyiddîn-i İskilibî'ye durumu arz etti ve ilgili yerlere başvurarak kurtarılmasını istedi. O zaman Muhyiddîn-i İskilibî; "Ben bu hususu onlardan daha büyük bir makama arz edeceğim." buyurarak duâ etti. Cezâsını tesbit için, ertesi gün genci mahkemeye çıkarttılar. Dâvâcılar aleyhte konuşacak yerde, o genci affettiklerini söyleyip, üstelik de medh ettiler. Bunun üzerine o genç serbest bırakıldı.
Şeyh Mustafa anlatır: "Yedi yaşında iken şiddetli bir hastalığa tutuldum. Herkes ölecek zannetti. Muhyiddîn-i İskilibî o günlerde Edirne'yi teşrîf etmişlerdi. Babam beni alıp onun meclisine götürdü. Elinden öptüm ve huzûrunda durdum. Babama beni sordu. Babam da; "Oğlum Mustafa'dır. Şiddetli ve amansız bir hastalığa tutuldu. Duâlarınızı almaya geldik." dedi. O zaman Muhyiddîn-i İskilibî; "Şimdi oğlunu al çarşıya götür. Ona koyun yününden yapılmış bir elbise al ve giydir. İnşâallahü teâlâ bir şeyi kalmaz." buyurdu. Babam da beni alıp çarşıya götürdü ve onun buyurduğu şeyleri alıp giydirdi. O günden îtibâren bende o hastalıktan eser kalmadı."
Ehîzâde şöyle anlatır: "Bir gün Hakîm Çelebi ile bir yerde sohbet ederken, söz Muhyiddîn-i İskilibî'den açıldı. Hakîm Çelebi bana, Muhyiddîn-i İskilibî hakkında ne düşündüğümü sordu. Ben de hakkında güzel îtikâd ve hüsn-i zan sâhibi olduğumu, fakat ondan bana intikâl eden bir bilgi, bir hâtıra bulunmadığını bildirdim. O zaman bana dedi ki: "Şunu iyi bil ki, o zât Allahü teâlânın sevgili kullarından biridir. Şimdi bu belde de onun temiz rûhuyla tasarruf altındadır. Gönül ehli, onun mânevî üstünlüklerinden çok istifâde etmektedir. Aramızda geçen bir hâdise ile, onun mânevî hâllerinden birini haber vereyim:
Bir gün sabah namazından sonra mihrâbda idim. Talebe ve cemâat, okumak ile meşgûldü. O anda Muhyiddîn-i İskilibî mescidin kapısından içeri girdi. Elinde, Bayrâmiyye yolunun büyüklerine mahsus bir elbise vardı. Onu görünce, hürmetle ayağa kalktım. Gelip selâm verdi. Ben de selâmına cevap verdim. Buyurdu ki: "Elimdeki bu elbiseyi size giydirmek için, Efendimiz Muhammed aleyhisselâm gönderdi." Emre uyup hazırlandım ve elbiseyi bana giydirdi. Onu giyer giymez, bende anlatılması imkânsız mânevî hâller ve üstünlükler meydana geldi. Sonra da; "Bu güzel mertebeye kavuşmanızdan dolayı tebrik ederim. Mübârek olsun." buyurdu. Mescidden dışarı çıktı ve kayboldu. Elbise sırtımda kaldı. Ben, oradakilerin bu hadiseyi gördüklerini zannettim. İyice dikkat edince, bu hâdiseden kimsenin haberdâr olmadığını ve sâdece ikimizin arasında cereyân ettiğini anladım. Hattâ, Muhyiddîn-i İskilibî için ayağa kalkışımı bile görmemişlerdi. Bu elbiseyi, parçalara ayrılıncaya kadar giydim ve hâtıra olarak evde sakladım."
Şeyh Alâüddîn, tasavvuf yoluna girişini şöyle anlatır: "Sultan İkinci Bâyezîd Hânın ordusunda bir nefer idim. Ordu, bir zaman küffâr üzerine sefer etti. Dönüşte yolda şiddetli bir soğuk ve yağmur başladı. Bu esnâda ben civar bir köyde misâfir olmak istedim. Köylüler beni kabûl etmediler. Gece karanlığında yola koyuldum. Yağmur, gökten bardaktan dökülürcesine yağıyordu. Her taraftan seller akıyordu.Vâdi, deniz gibi oldu. Ben, Allahü teâlâya tevekkül ederek ilerledim. Yol üzerinde bir nehirle karşılaştım. Akan sellerle nehir daha da kabarmış, köprüyü de örtmüştü. Sulara girip, önümdeki tehlikeden gâfil olarak, gece karanlığında ilerledim. Sular, atımın ayaklarını örtmeye başlamıştı. O esnâda beni boğulma korkusu kapladı. Geri dönmek istedim. Yolu bulamadım. Ölümle burun buruna geldim. Ölümü düşünerek, tövbe ve istigfâra başladım. O esnâda yüksek bir ses duydum. O tarafa döndüm. Nûrânî yüzlü bir zâtla karşılaştım. Selâm verdi ve; "Demek yolda kaldınız ve tehlike ile karşı karşıyasınız." buyurdu. Ben de; "Evet efendim." dedim. Önüme geçip; "İzimi tâkib et ve korkma!" buyurdu. Ben de izini tâkib ettim. Köprüyü geçtik. Sular, hayvanların boyuna kadar yükselmişti. O zât, eliyle kenarı işâret etti ve; "Bu yönü tâkib et, inşâallahü teâlâ kurtulursun." buyurdu. O esnâda bir şimşek çaktı, gözlerim kamaştı. Baktığımda bana refâkat eden zâtı göremedim. Târif ettiği cihete gittim. Tehlikeden kurtuldum. Kurtuluşuma sebeb olan zâtı çok merak ettim. Ama hiçbir şey öğrenemedim. Bir müddet sonra Edirne'de Nizâmiyye askerlerinin bir mahalledeki ziyâfette toplandıklarını gördüm. Toplanmalarının sebebini sorduğumda; "Buraya, Allahü teâlânın velî kullarından Muhyiddîn-i İskilibî adında, "Hünkâr Şeyhi" diye meşhûr bir zât gelecek, onu görmek ve sohbetinden istifâde için toplanıyoruz." dediler. Ben de onlara katıldım. Yemekten sonra sohbet meclisi kuruldu. O zâta meclisin hazır olduğunu bildirmek için gittiler. Bir de ne göreyim, gelen beni o korkunç gecede tehlikeden kurtaran zâttı! Sohbetin sonuna kadar bekledim. Nihâyet meclis dağıldı. Derhâl o zâtın yanına gidip ayaklarına kapandım ve öptüm. O; "Sen kimsin?" diye sordu. Ben de; "Efendim, falan yerde, karanlık gecede helâk olmaktan kurtardığınız kişiyim." dedim. Başımdan geçenleri, nefes nefese, sonuna kadar anlattım. O zâtın çehresi değişti ve anlattıklarımı tasdîk etmedi ve; "Hayâl görmeyesin?" buyurdu. Ben de; "Efendim, adım gibi biliyorum, hâdise aynen böyle oldu." dedim. Bana yaklaştı ve; "Yavrum, dediğin doğrudur. Sakın bu hâdiseyi ifşâ edip, açığa vurma" buyurdu ve ayrıldı.Bundan sonra, bende ilim ve edeb öğrenme arzusu çoğaldı ve tasavvuf yoluna girdim. Muhyiddîn-i İskilibî'nin talebelerinden olmakla şereflendim."
MÜBÂREK OLSUN
Şeyh Hacı Çelebi şöyle anlatır: Kardeşim Müeyyedzâde kadıaskerlik vazifesinden ayrıldığı sırada, berâberce Muhyiddîn-i İskilibî hazretlerine vardık. Vazifeden alınmanın üzüntüsü, kardeşimin yüzünden belli oluyordu.Bu sırada Muhyiddîn-i İskilibî, onun için güzel bir minder döşetip, üzerine de pek süslü bir yastık koydurdu. Buyurdu ki: "Kadıasker iken niceyse, öylece bu minderde otursun ve yastığa da ona göre öylece yaslansın." Kardeşim de bu emri tutup, kadıasker iken nasıl oturuyorsa, öylece oturdu. O zaman Muhyiddîn-i İskilibî; "Vazifeniz mübârek olsun." buyurdu. On beş gün geçmeden Yavuz SultanSelîm Hânın fermânı gelerek, tekrar kadıaskerliğe getirildiği ve hemen Edirne'ye gelmesi bildirildi. Müeyyedzâde, sevinç ve neşe içinde Edirne'ye gidip, aklından bile geçmeyen ihsânlarla karşılaştı.
1) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.245
2) Tâc-üt-Tevârih; c.2, s.576
3) Şakâyik-ı Nu'mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); s.349
4) Şakâyik-ı Nu'mâniyye Zeyli (Atâî); s.344
5) Sefînet-ül-Evliyâ; c.2, s.277
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.14, s.264
. |
Yûsuf Bahri Efendi
YÛSUF BAHRİ EFENDİ
Anadolu velîlerinden. Vezirköprü’de doğdu. Doğum târihi belli değildir. Babası, Vezirköprü Tâceddîn Paşa Câmii imâmı Mehmed Efendidir. Tahsil hayâtına Samsun Sıbyan Mektebinde başladı. Sonra Amasya’ya giderek, buradaki medresede Şehîd Müftü nâmıyla meşhûr müderristen ilim öğrendi. Ayrıca birçok âlimin sohbetlerinde bulundu. İlim tahsiline devâm etmek için İstanbul’a gitti. Burada Erzincan Müftüsü ismiyle meşhûr hocadan ders aldı. Bir gün ders esnâsında Yûsuf Bahri Efendi bir konuda hocasına îtirâzda bulundu. Dersten çıkınca hocası, Yûsuf Bahri Efendiyi yanına çağırarak; “Benden nasîbini aldın. Bundan sonra Mısır’da Şeyh Murtaza’dan ilim öğrenmeye devâm edeceksin.” buyurdu.
Yûsuf Bahri Efendi, hazırlığını yapıp, heybesine kitapları doldurarak yola çıktı. Kâhire’ye varınca, Şeyh Murtaza’yı arayıp, Câmi-i Ezher’de ders okuttuğunu öğrenince, oraya gitti. Câmi, kapısına kadar dolu idi. Kapının önünde dikilip Murtaza Efendiyi dinlemeye başladı. O sırada içeriden biri gelip; “Şeyh Murtaza Efendi; “Kapıda duran Yûsuf’a omuzundaki heybeyi Nil’e atıp gelmesini söyleyin diyor” dedi. Yûsuf Bahri Efendi bu âni hitap ile şaşırdı. Nil kenarına giderek, bir kazık çaktı ve heybenin ucuna bir ip bağlayıp, Nil’e attı. İpin ucunu da kazığa bağladı. Sonra tekrar Câmi-i Ezher’e geldi. Yine biraz önce haber veren zât gelerek; “Hoca sana, kazığı çeksin de gelsin, diyor.” dedi. Yûsuf Bahri Efendi geri dönüp, bağladığı ipi söktü ve heybe Nil sularında kayboldu. Geri dönüp câmiye geldiğinde talebeliğe kabûl edildi. Böylece bir büyüğe bağlanmak için boş gidilmesi gerektiğini anladı.
Yûsuf Bahri Efendi, Murtaza Efendinin sohbetlerinde kemâle geldikten sonra, icâzet, diploma aldı. Hocası onu insanlara doğru yolu anlatmak için memleketine gönderdi. Giderken; “Yûsuf, hac zamânı yakındır. Hac farîzasını yerine getir de öyle git.” buyurdu. Yûsuf Bahri Efendi hac farîzasını yerine getirdikten sonra Peygamber efendimizin kabr-i şerîflerini ziyâret maksadıyla Medîne’ye gitti. Ravda-i mutahherayı ziyâret ederken iç kapısının üstündeki hadîs-i şerîfi okuyunca, bir vav harfinin fazla olduğunu gördü. Kaldırılmasını ilgililere söyledi. Bu durumu görüşmek için toplanan ulemâ; “Bunca senedir hiç kimsenin fazla demediğine, bir Türk hoca gelmiş de fazla diyor.” diyerek Yûsuf Bahri Efendiyi küçümsediler ve öldürmek istediler. Yûsuf Bahri Efendi ortalığı yatıştırmak için; “Benim söylediğim hadîs-i şerîfi yazın, bir de kapının üstündeki hadîs-i şerifi yazın. Her ikisini de kapının önüne koyalım. Sabahleyin bakın, benim dediğim gibi çıkmazsa, beni öldürün.” dedi. Denileni yaptılar. Ertesi sabah kağıtlara bakıldığında, Yûsuf Bahri Efendinin söylediği şekilde yazılı olan kağıdın altına ince bir kalemle; “Sadeka Yûsuf-i Bahri.” yazılmış olarak gördüler. Bunun üzerine Yûsuf-i Bahri ünvânını kazanan Yûsuf Bahri Efendinin büyüklüğü Medîne ulemâsı tarafından kabûl edildi. Durum Sultan İkinci Mahmûd Hana intikâl edince, Sultan, Yûsuf Bahri Efendiyi İstanbul’a dâvet etti ve çok ihsânlarda bulundu.
Pâdişâhın kâtiplerinden Süleymân Feyzi Paşa, Yûsuf Bahri Efendiyi Mısır’dan tanıyordu. Süleymân Feyzi Paşa, Çorum’da yaptırdığı medreseye Yûsuf Bahri Efendiyi müderris tâyin etti. Ömrünün sonuna kadar bu medresede talebe yetiştirmekle meşgûl olan Yûsuf Bahri Efendi, birçok eser yazdı. Yûsuf Bahri Efendi 1825 (H.1241) senesinde Çorum’da vefât etti. Sonra talebeleri tarafından mezarının üzerine bir türbe yaptırıldı.
1) Mecmu fi’l-Meşhud; s.69
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
ÇANKIRI-ATKARACALAR- HOŞİSLÂMLAR TÜRBESİ VE ASKER BALIKLAR
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);"> Sanırım ülkemizdeki ilginç yerlere meraklı olan duymuşlardır; “asker balıklar” burada, ayni Atkaracalar ilçemizde. İlginç özellikleriyle öne çıkan bu balıkları, mutlaka görmelisiniz. Yakınlardan yolunuz düşerse, mutlaka zaman ayırın, gerek doğal güzellik ve gerekse balıkların ilginç özellikleri, kısa da olsa zaman ayırmanız gerek.
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">ULAŞIM:
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">Atkaracalar ilçesine ulaşım zor değil. Çünkü: İstanbul-Tahran bağlantısını sağlayan E-80 karayolu, Çerkeş ilçesi ve takiben Atkaracalar ilçesinin hemen kıyısından geçerek ilerliyor.
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">Ayrıca: Zonguldak-Çankırı demiryolu da ilçe merkezi yakınlarından geçmektedir.
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">İlçenin, il merkezi olan Çankırı’ya olan uzaklığı: 105 km. dir. Atkaracalar-Kurşunlu arası uzaklık: 18 km. Atkaracalar-Çerkeş arası uzaklık: 16 km. Atkaracalar-Kızılcahamam arası uzaklık: 70 km. Atkaracalar-Ilgaz arasında uzaklık: 53 km.
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">TARİH:
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">Atkaracalar isminin ortaya çıkışı: Sultan IV.Murat, Bağdat seferinden İstanbul’a dönerken: Çorak ovasında karargah kurulur. Bunu duyan yöre halkı: süvari askerleri öncülüğünde, padişahın bulunduğu yere giderler. Padişah IV.Murat, süvarileri görünce, “burada asker mi var” diye sorar. Bunun üzerine, yöre halkı “hayır, burada asker yok, burada Karaca halkı yaşıyor, ama burada çok iyi at yetiştirilir” derler. Sultan IV.Murat: “bundan böyle buranın adı Atkaracalar” olsun, bundan böyle sefere giderken, atlarımızı burada değiştirelim” der.
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">Evet, Atkaracalar, 1927 yılına gelindiğinde, Belediye statüsüne kavuşur. Sonuç olarak: bölgenin tarihi çok eskilere dayanmıyor.
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">GENEL:
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">Atkaracalar ilçesinin bugün bulunduğu yer, önceden boş bir araziymiş. Ancak, bu boş arazinin çeşitli yerlerinde, mezra şeklinde yerleşimler varmış. Bu mezralarda yaşayanlar, zaman geçtikçe, güvenlik, korunma ve diğer bir kısım ihtiyaçlarını gidermek için, bu boş arazinin tam ortasında, bugünkü ilçenin kurulu bulunduğu yerde, sık sık toplanırlarmış. Hatta, bu insanların, Türklerin “Karaca” boyundan geldikleri söylenir. Boş arazinin ortasında kurulan yeni yerleşim yerine de, bu nedenle “Atkaracalar” ismi verilir.
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">İlçenin doğu-batı yönünde uzunluğu: 7 km. ve kuzey-güney yönündeki uzunluğu ise, 16 km. dir. Denizden yüksekliği: 1270 metredir.
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">Yörede: karasal iklim hüküm sürmektedir. Buna bağlı olarak, yazlar sıcak ve kurak, kışlar ise soğuk ve karlı geçer.
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">İlçe halkının geçim kaynağı: tarım ve hayvancılıktır. Özellikle: büyük baş hayvancılığı ve koyun besiciliği öne çıkmaktadır. Ancak, her şeye rağmen tarım olanakları çok yeterli değil ve buna bağlı olarak köylerden başka yerlere yoğun göç yaşanmaktadır.
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">NE YENİR.
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">Atkaracalar yöresine yolunuz düşerse, buraya has bir lezzet olan: keşkek, hamurlu (mayalı hamurdan yapılan bir çeşit ekmek), yağlı gözleme, mıklama ve hoşmerim yemelisiniz.
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">GEZİLECEK YERLER:
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">HOŞİSLAMLAR TÜRBESİ:
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">İlçe merkezine 3 km. uzaklıkta, Dumanlı dağı eteklerindedir. Türbeye gitmek isterseniz: ilçenin tren istasyonunun bulunduğu yere yönelin. Türbe: hemen tren istasyonunun bulunduğu yerin, çarprazındaki yeşillik alan üzerindedir.
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">Burada: türbe, cami, misafirhane, yemekhane ve çeşme var. Ancak, bu yapılan yeni. Yani, mimari bir özellik yok.
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">Türbede: Pir Hamza Sultan gömülü. Bu şahıs: Fatih Sultan Mehmet döneminde, Horasan bölgesinden gelmiş ve yöredeki Müslümanlar için, bir Cuma mescidi yaptırarak, dağınık ahalinin bir araya toplanmasını sağlamıştır. Ama, bu Cuma mescidi, zamanla, Atkaracalar ilçe merkezinin tam ortasında kalmış ve yıkılmış, ilçe halkı daha sonra bu mescidin bulunduğu yere bir cami yaptırmış. Evet, Pir Hamza Sultan Türbesi, özellikle yaz aylarında yoğun ziyaretçi çekmektedir.
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">BALIKLI GÖL:
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">İlçe merkezine 3 km. uzaklıktaki bir göl. Dumanlı dağının, ilçe merkezinin güneyinde, ılıpınar köyündedir. Buraya ulaşmak için: Çerkeş istikametinden gelirken, Atkaracalar ilçe merkezi girişini geçin ve ilk sağ yola sapın. Bu yolu doğruca takip ettiğinizde, Ilıpınar köyüne ulaşıyorsunuz. Yol düzgün, sıkıntılı bir yol değil. Eğer önce Hoş İslamlar türbesine gittiyseniz, bu türbeden kuzeye doğru ilerleyen yoldan gidin ve ilk sağa dönün, yine Ilıpınar köyüne ulaşırsınız.
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">Balıkların bulunduğu havuz, ziyaretçilerin ilgisini çekiyor. Havuzun bulunduğu yerin deniz seviyesinden yüksekliği: 1000 metredir. Havuzun iç kısımları, taş duvarla çevrilmiştir. Su derinliği: 70 cm. ve havuzun büyüklüğü ise: 14×12 metre ebatlarındadır. Küçük havuz ise: 14×6 metre büyüklüğündedir. Her iki havuzun yüzölçümü ise: yaklaşık 300 metre karedir. Her iki havuz arasında, altta küçük bir kanal var. Su akışı ve balıkların her iki havuz arasındaki hareketleri, bu küçük kanaldan sağlanıyor.
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">Havuz suyu: sedef ve mantar hastalığına, el ve kol ağrılarına iyi gelmektedir. Saçlara sürüldüğünde ise parlaklık vermektedir. Havuzun hemen kıyısında: bir kır kahvesi görülüyor. Burada, küçük bir mola vererek, yorgunluk atabilirsiniz.
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">Havuz, iki kısımdır ve bu iki kısımlı havuzda, iki çeşit balık bulunuyor. Bunların bir çeşidi, yeşil ve diğer çeşidi ise, siyah renktedir. Bu balıkların buraya nereden geldikleri bilinmiyor. Ancak, yapılan tahminlere göre, uzun yıllardır burada bulundukları ve yerin çok çok derinlerinden geldikleri tahmin ediliyor. Ama, bu balıkların en büyük özellikleri: gerek Çanakkale savaşlarında ve gerekse 1974 yılındaki Kıbrıs Barış Harekatında, havuzdaki bu balıkların sayısında, önemli ölçüde düşüş yani azalma yaşandığının bizzat buranın halkı tarafından görülmüş olmasıdır. Hatta: Çanakkale savaşı sonunda, havuzdaki balıkların bir kısmının vücutlarının çeşitli yerlerinde yaralar bulunduğu görülmüştür. Evet, bunları bir söylenti olarak düşünebilirsiniz. Ancak, gerçekten buradaki balıklar, Şanlıurfa’daki havuzda bulunan balıklar gibi değerlendiriliyor. Yani: hiç kimse bunları tutmuyor, tutmaya çalışmıyor, yemeye çalışmıyor, yılda havuz içinde ölen birkaç balık, çevrede toprağa gömülüyor. Yöre insanı, bu balıkların yenilmesine karşı, yenildiği takdirde sıkıntıların olacağına inanıyorlar. Ama kesin olan şu ki, havuzun bulunduğu yer çok güzel, tam bir mesire yeri. Buralardan yolunuz geçerse, bence bu yöreyi ve asker balıkları mutlaka ziyaret etmelisiniz. Balıkların sırtlarındaki beyaz yara/lekeleri görmelisiniz.
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">MAĞARALAR:
; font-family: Arial; font-size: 14px; line-height: 18px; margin-bottom: 13px; outline: 0px; padding: 0px; vertical-align: baseline; background: rgb(238, 243, 246);">Ilıpınar köyüne, yaklaşık bir saatlik yürüyüş uzaklığında: mağaralar var. Bu mağaralar: Dumanlı yaylasındadır ve henüz tam olarak açılmamıştır. Yani, buraya gitmeyi düşünürseniz, mağaraları doğal haliyle görebilirsiniz, herhangi bir resmi çalışma yapılmamış. Ancak, açık olan mağaraların boyutlarının: 15×5 metre civarında olduğu tahmin ediliyor. Ama söylediğim gibi, şu an için bu mağaralarda görebileceğiniz çok özel bir şeyler yok.
|