|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Gazetelerdeki haber şöyle idi: Kuracağı örgüte finansman sağlamak için banka soyan Dr. Hakan İnce, 'Her şeyi göze almıştım, karşı koyanı vuracaktım' dedi. Yaptığı banka soygunlarından sonra yakalanınca, "Seyyit Kutub'un felsefesini Türkiye'ye yerleştirmek istiyoruz" dedi. (Milliyet 3.4.2002) Din ve toplum üzerinde araştırmalar yapan Fransız Prof. Jacques Rollet diyor ki: İslamiyette şiddet yok. Teröristler, İbni Teymiyye'nin fikirlerini referans alıp, yörüngelerini buna göre çizen Hasan El-Benna, S. Kutub, Mevdudi gibi insanların fikirlerini pratiğe döktüler ve bugünkü radikal gruplar oluştu. (28.9.2001 tarihli Gazeteler) Yine İbni Teymiyye'nin fikirlerini pratiğe döken Muhammed bin Abdülvehhab, İngiliz casusu Hempher'in tavsiyelerine uyarak, kanlı çatışmalar neticesinde Suudi Arabistan'da Vehhabiliği kurdu. Çeşitli fitnelere sebep olan Usame bin Ladin de Suudi Arabistan'da yetişmiş İbni Teymiyyeci bir mezhepsizdir. 1906'da Mısır'da doğan Seyyit Kutub, makaleleri ve kitaplarıyla kendilerine "İslamcı" diyen fitnecilerin manevi liderlerinden biri oldu. 1954'te Mısır lideri Abdunnasır'a suikast girişiminde bulunmaktan tutuklandı. Serbest kaldıktan sonra yazdığı "Yoldaki İşaretler" adlı kitabıyla Mısır devletine darbe girişiminde bulunduğu gerekçesiyle 1967'de idam edildi. Dinimizde fitne çıkarmak haramdır. Fitne, Müslümanlar arasında bölücülük yapmak, onları sıkıntıya, zarara, günaha sokmak, insanları isyana kışkırtmak demektir. (Hadika) Ehli sünnetin dört hak mezhebinin dışında kalan mezhepsizler tarih boyunca fitne kaynakları olmuşlar, Müslümanları birbirlerine düşürmüşlerdir. Fransız profesörün de tespit ettiği gibi bunların manevi liderleri İbni Teymiyye'dir. Sonra bunu takip eden mason Efgani, mason Abduh ve birer mezhepsiz olan Reşit Rıza, Seyyit Kutub, Hasan El Benna, Mevdudi, Hamidullah ve bunların yolunda giden fitnecilerdir. İsmi "seyyid" fakat kendisi "fellah" olan S. Kutub'un masonlara nasıl maşalık yaptığını, başta Eshabı kiram olmak üzere ehli sünnet büyüklerine nasıl dil uzattığını, Kur'an-ı kerimi kendi kafasına göre nasıl tefsir ettiğini, İbni Teymiyyeci ve mason Abduhcu mezhepsiz bir sosyalist olduğunu Mezhepsizler isimli kitabımda açıkladım. S. Kutub'un kitapları, Türkçe'ye tercüme edilirken galiz hatalar çıkarılmıştır. Türkçe tercümelerinde bile ne zehirler kusmuştur. S. Kutub önceleri sosyalist idi. Ancak bir kimsenin öncelerinin sosyalist olması onu kınamayı gerektirmez. Fakat, dinimizi sosyalist açıdan anlatmakla, Marksistliğin tesirinden kurtulamadığı ve hâlâ sosyalistliğinin devam ettiği görülmektedir. Zekat konusunda ise Marksistliğini gizlememektedir. Üstad Necip Fazıl der ki: S. Kutub bir İbni Teymiyye meddahıdır. Ve kellesini kaptırdığı sosyalizm yularının zoruyla Hz. Osman'a adaletsizlik isnat eden ve dil uzatan bir bedbahttır. M. Şevket Eygi de diyor ki: "S. Kutub selefi ve mezhepsiz bir zihniyete sahiptir." Zümer suresinin 3. ayetinin tefsirinde, (Bugün İslam ülkelerinde Evliyaya ibadet ediliyor, onlardan şefaat isteniyor) diyerek Vehhabi olduğunu gizlemiyor.
.
Seyyid Kutub...M.Ş.EYGİ
İnternette Seyyid Kutub ile ilgili bazı tartışma sitelerine göz attım. Gerek Ehl-i Sünnet, gerekse Vehhabî kesiminden ona karşı çok ağır tenkitler yapılmış olduğunu gördüm. Hattâ kitaplar bile yazılmış.
Zamanımızda Seyyid Kutub konusunda şu cereyanları görüyoruz:
1. Klâsik, geleneksel Ehl-i Sünnet camiasından onu, bazen çok ağır şekilde tenkit ve reddedenler var.
2. Vehhabî ve mutaassıp Selefîlerden de tenkit, red, cerh edenler çok. Meselâ Nâsirüddin Albanî onu yerden yere vuruyor.
3. Ilımlı Selefîler, aktivistler ve mezhepsizler içinde hayranları ve savunucuları çok.
Ülkemizde Seyyid Kutub'un sınırsız hayranı bir zümre var.
Mevdudî ile beraber Kutub, çağdaş İslâm dünyasına damgasını vurmuş kişilerdendir. 1969'da Beyrut'ta yaşadığım zaman onun kitaplarının sokaklarda, çarşı pazarlarda tekerlekli arabalarda satıldığını görmüştüm.
Seyyid Kutub, bazı konularda dinî hatâlar yapmış mıdır, yanlış görüşler beyan etmiş midir?
Onu imam kabul edenler için bu soruyu sormak caiz değildir.
Almanya'da yaşadığım yıllarda, orada doktorluk yapan Mısırlı Fadıl Aga bey vardı. Müslüman Kardeşler'dendi. Kutb'u bizzat görmüş, tanımış bir Müslümandı. Onun şöyle dediğini duymuştu: "Keşke daha önce yazmış olduğum bazı şeyleri yazmamış olsaydım..."
Bu iddiayı başka kaynaklardan da duymuş bulunuyorum.
Seyyid Kutub icazetli bir din âlimi, bir fakih değildi. Batı kültüründen ve zihniyetinden İslâm'a dönüş yapmıştı. Fikir adamıydı, edebiyatçıydı, kalemi kuvvetli idi. Heyecanlıydı. Onu aktivist bir Müslüman mütefekkir olarak tavsif edersek yanlış bir şey söylememiş oluruz.
Fî Zilal'i tedkik edenler, külliyatın baş tarafındaki üslub ile yarıdan sonraki üslup arasında değişiklik, farklılık göreceklerdir.
Bendeniz şunu düşünüyorum: 1966'da idam edilmemiş, yirmi sene daha yaşamış olsaydı, önceki birçok aşırılığını bizzat kendisi tashih edecekti. Her şeyin en doğrusunu Allah bilir.
Diktatör Nasır tarafından idam ettirilmiştir. Bir kimsenin, İslâm'a ve Kur'ân'a bağlılığı yüzünden idam edilmiş olması, kitaplarındaki hataları görmezlikten gelmemizi gerektirmez.
Necip Fazıl Kısakürek, Şeyh Abdülhakim Arvasî hazretlerinin nazar ve irşadı ile hidayete gelmiş, küfür cephesinden İslâm'a geçmiş bir edipti. Hidayetinin, dinin zahirine, Şeriata, fıkha sımsıkı bağlı bir mürşid-i kâmil vasıtasıyla olması, onu din konusunda aşırılıklardan ve bid'atlerden korumuş, cadde-i kübrada, orta yolda, Ehl-i Sünnet ve Cemaat çizgisinde yürümesini sağlamıştı.
Keşke merhum Seyyid Kutub da müteşerri bir tarikat şeyhi, bir mürşid-i kâmil eliyle daire-i İslâm'a girmiş olsaydı.
Bu yazıma bazıları öfkelenilirler mi acaba? Öfkelensinler... Bir hakikat kalmasın âlemde Allah'ım nihan...
İslami Etütler kitabında diyor ki: "Diktatörlerin ve taşkınların yüzüne durarak haykırmayanlar, ya bir büyük günah işliyorlar, ya münafık oldukları için böyle davranıyorlar.", "Biz bütün vatandaşları, umum gelir kaynaklarından müsavi hakka sahip olacakları bir nizama çağırırız. Çünkü bu nizamda, mülkiyet esas itibariyle Allah tarafından yetki verilmiş olan cemiyete aittir. Ferdi mülkiyet geçicidir ve ancak faydalanma sınırları
dahilindedir. Lüzum görüldüğünde fazla malları alma hakkı cemiyetindir." (s.34 ve 86]
S. Kutup'un çağırdığı nizam budur. Bu nizamda mülkiyet esas itibariyle cemiyete aitmiş. Mülkiyet yalnız komünizmde cemiyete aittir. S. 89'da, "İslam'ı ya bütün olarak alın yahut bırakın" diyor. Halbuki İslam âlimleri bir şeyin tamamı mümkün değilse, mümkün olanı almak gerektiğini belirtmişlerdir. Birkaç örneğini verdiğimiz S. Kutup, işte böyle bir fitne
kaynağıdır. Dr. Hakan İnce, bu fitnecinin etkisinde kalarak onun yolunu savunmak için banka soymuştur. Bu durum da bize S. Kutup'un zihniyetini göstermektedir.
— Berrin Mungan ile birlikte.
Sapkın ve Saptırıcı Seyyid Kutub'un Saçmalıkları
Kısa bir hatırlatma: Seyyid Kutub l903 ‘de Mısır’ın Said bölgesi köyünde doğdu.Ailenin ikinci çocuğu idi.... Birincisi Hamide Kutub, ikincisi kendisi, üçüncüsü Emine Kutub ve dürdüncüsü Muhammed Kutub.İlk okuldan sonra orta ve liseyi Kahire’de dayısının yanında okudu. Bu esnada ailesi de Kahire’ye taşındı. Yüksek tahsilini meşhur (!) Ezher’in Edebiyat fakültesinde yapmış olduğundan, her hükmü edebiyatçı yaklaşım ile ele alarak, ehl-i sünnet ve cemaat çizgisini tanımayanları kolay ikna etmiştir. 1941 yılında Sosyoloji doktorası için resmen Amerika’ya gitti. Önce sosyalist fikirleri yaydı..Sonraları Kahire müftüsü ve mason locası başkanı olan Abduh’un dinde reformist yolunu benimsedi.Hükümeti ve halkı tekfir etmek (Kafirlikle suçlamak) suçundan 1966 da idam edildi.
Ahmed Davudoğlu merhum, O’nun için :”Seyyid Kutb bir ediptir, biraz dini kültürü vardır.Sözü dinde sened olamaz.Çünkü, (icazetli) din alimi değildir” buyurmuştur.[1] Bir insanın sözünün dinde sened olabilmesi için icazetli ehl-i sünnet ve cemaat alimi olması lazımdır.Hele icazetsiz birinin tefsir yazması cinayettir.Şehid olmuş mudur, olmamış mıdır meselesi için : Üstad Necip Fazıl merhum:”Sahte Kahramanlar konferansımda gerçek kahraman olarak göstermiştim. Fakat sonradan gördüm ki, Seyyid Kutub bir İbni Teymiyye meddahıdır ve kellesini kaptırdığı sosyalizma yularının zoruyla Hazreti Osman (RA)’a adaletsizlik isnad eden ve dil uzatan bir bedbahttır. İdam edilmeden bu sapıklıklarından istiğfar ettiğini söyleyenler oldu. Eğer öyle ise şehid.. Değilse, mücadelesi kafire karşı bir sapığın davranışından ileri geçmeyen bir zavallı.”[2]
*****
Sapkın ve Saptırıcı Seyyid Kutub'un Saçmalıkları
“Fi-Zilal-il Kur’an” tefsirinin sahibi Seyyid Kutup dikkat edilirse bir gazetecinin ve bir politikacının tabi’i sanatı olan yaldızlı ve heyecanlı yazıları ile okuyuculatını vecde getiren bir hatiptir. O, kapalı bir hazineyi satılığa çıkaran bir tellal gibi, İslamiyeti yalnız övmekte, içini açıp cevherleri teşhir etmeyip, İslam alimlerini ve onların kitaplarını sanki gençlerden saklayıp, kendi görüşlerini din bilgisi olarak teşhir etmektedir.
Bir artist rolü ile okuyucularını teshire çalışırken, çok yerde tezatlara düştüğünü, kendi kendini yalanladığını anlayamamıştır.
İslamiyeti kendine göre yorumlaması, yazdıklarını benimseyenlerin küfre kadar götürmektedir.
Bakınız mesela Maide suresinin 115. Ayetini tefsir ederken “Semadan sonra inme kıssası, hıristiyan kitaplarında, Kur’an-ı Kerimde varid olduğu gibi zikredilmez. Hazreti İsa’nın vefatından çok sonra kaleme alınmış olan bu İncillerde…) demektedir. Halbuki “hazreti İsa’yı öldürmediler, Onu asamadılar” ayeti kerimesini daha önce kendisi uzunca açıklamıştı. Ayeti kerimeler İsa Aleyhisselam’ın öldürülmediğini açıkça belirtiyor. Nisa suresi 157. Ayetinde: “O’nu öldürmediler ve asmadılar” buyruluyor. Seyid kutub’un öldürüldü diyerek tefsir ettiği ayete ise “teveffi” dedildiğini, yani göğe çıkarılma işinin tam olduğunu haber veriyor.
İsa (Aleyhisselam’ın) öldürüldüğünü savunarak Ehli sünnetten ayrılan Seyyid Kutup’un ne denli cahil olduğunu şimdi daha iyi anlayacaksınız.
İBNİ TEYMİYYE’Yİ ÖVÜYOR
“Cihan Sulhü ve İslam” kitabında ibni Teymiyye’ye bağlılığını göstermekten geri kalmayan Seyyid kutup’un sapıklığını göstermesi açısında bazı misaller vereceğiz. İnanın bu birkaç tanesini yüzlercesi arasından sizin için seçiyoruz.
Yine Cihan Sulhü ve ve İslam kitabında şöyle diyor: “Devletçilik sahasında çalışmalar henüz pek azdır. İslamın bu tarafı gereği kadar açıklanamamıştır.”
Kutup, İslamın bu tarafını kendisi açıklayacakmış. Hâlbuki 600 senelik Osmanlı devletini, kanunları, anayasaları, fetvaları, arşivlerdeki fetvaları, sayılamayacak kadar çoktur. İslam’da devletçiliği anlatan binlerce kitabı incelemek için bir ömür harcamak gerekir.
“İslam ve medeniyetin Problemleri” adlı kitabında bakın ne diyor:
“İslam toplumunu inşa ederken, bağlı olduğumuz şey, İslam fıkhı değildir. Bu fıkha yabancı kalmıyor isek de, bağlı olduğumuz şey, İslam yolu, İslam düsturu, İslam anlayışıdır.”
Fıkıh kitapları ve asırlar boyunca yazılan devletçilik kitapları İslam yolu değil de Seyyid Kutup’un açıklayacağı yol İslam yolu imiş.
Yine “Cihan Sulhü” kitabında: “İslam’a göre bütün insanlar, birbirlerine yakın bağlarla bağlı bir ailedir.” diyor.
Gazali’nin “Kimya-ı Saadet” adlı kitabında bildirdiği bir hadis-i şerifte ise şöyle buyruluyor:
“İmanın temeli ve en kuvvetli alameti, müslümanları sevmek, kâfirleri sevememektir.”buyrulmakta ve Mücadele suresini son ayeti kerimesi zikredilmektedir: “Allah’u Teâlâ’ya ve kıyamet gününe iman edenler, Allah’u Teâlâ’nın düşmanlarını sevmezler”
Yani Allah’u Teâlâ ve Peygamberi, müminler ile kâfirleri ayırmamızı emrediyor. Yalnız müminlerin kardeş oldukları, bir kalenin duvarı gibi sapa sağlam aile olacakları bildiriliyor.
Seyyid kutup yine “Cihan Sulhü” kitabınca şöyle diyor: “İslamiyet diğer dinlere nefret manasını taşıyan dini taassubu kabul etmez”
Bu cümleler biraz tanıdık geldi nedense değil mi kardeşler? Her neyse, Seyyid Kutup kâfirleri sevmemeye taassup damgasını vuruyor.
İmam-ı Masum Hazretleri 29. Mektubunda şöyle buyuruyor: “Kâfirleri sevmemek, onlara kalp ile düşmanlık etmek ve darul harpte bulunanlarına sert davranmak ve onlarla muharebe etmek Kur’an-ı Kerimde açık olarak emredilmiştir. Kur’an-ı Kerime uymamız farzdır.”
Yine bu kitabında: “İslam insanlara zorla kabul ettirilmesi lazım gelen bir din değildir. Hiç kimseyi zorla dini kabule sevk etmez” diyor.
İslam öyle bir dindir ki, aslında bütün insanlığı zorla bu dine sokmak gerektir. Çünkü bu dine girmeyenler ebedi cehennemi hak edeceklerdir.
Ayrıca cihad etmek, Allah’u Teâlâ’nın kullarının müslüman olmalarına mani olan, zalim diktatörleri yok ederek, onları müslüman yapmak demektir. İman edenler, hakiki müslüman olurlar. İman etmeyip teslim olanlar, zimmî olurlar.
Allah’u Teâlâ bütün kullarını Müslümanlar vasıtası ile bu dine almak için cihadı emretti. Nisa suresi 94. Ayeti kerimesinde: “Mallarını, anlarını feda ederek, din düşmanları ile Allah’u Teâlâ’nın dinini yaymak için cihad edenler, oturup ibadet edenlerden aha üstündür” buyruluyor. Cihad, güç kullanarak kâfirlere emri bil maruf yapmaktır. Cihadı fertler değil, devlet yapar.
İmam-ı Rabbani Hazretleri Mektubatın 2. Cildi 69. Mektubunda buyuruyor ki: “kâfirlere karşı muharebeye giderken, Allah’u Teâlâ’nın ismini ve dinini yaymaya ve din düşmanlarını zayıflatmaya niyet etmelidir. Müslümanlara böyle emredilmiştir. Cihad da bu demektir.”
Tevbe Suresi 28. Ayeti kerimede ise: “Allah’a kıyamet gününe inanmayan ve Allah’u Teala’nın ve Resulünün haram ettiklerine haram demeyen ve hak olan İslam dinini kabul etmeyen kafirlerle, cizyeyi kabul ettiklerini veya müslüman olduklarını bildirinceye kadar harp ediniz.”Buyruluyor.
ZEKATTA İBNİ TEYMİYYE’YE TABİ
Seyyid Kutup “Cihan Sulhu ve İslam” kitabında şöyle diyor: “Zekât, her sene esas servetten yüzde iki buçuk mikdarında tahsil edilir. Bu vergiyi (vergi diyor) her vergiyi tahsil ettiği gibi, ancak devlet tahsil eder. Sarf edilmesi ile vazifeli olan da, devlettir. Yüzyüze ve iki ferd arasında meydana gelen bir muamele değildir. İşte zekat bir vergidir. Bunu devlet tahsil eder ve belirli yerlere sarfeder…. Eğer bu gün bazı kimseler zekâtını bizzat kendi elleri ile dağıtıyorlarsa, bu, İslamın farz kıldığı bir şekil ve nizam değildir.”
Seyyid Kutup, zekât üzerinde de İbni Teymiyye’nin sözlerini tekrar etmekten kendini alamamıştır. Burada da Ehli Sünnetten defalarca olduğu gibi ayrılmıştır.
Hani kafadan “bu böyledir” demekten daha kolay bir şey yoktur herhalde. İslam âlimleri ise deliller ile konuşurlar.
ZEKÂT MESELESİNİ BİR AÇIKLAYALIM!
Yeri gelmiş iken bu konuda bir açıklama yapmak ve Sahabe efendilermize atılan iftiraya değinmek gerekiyor.
Ehli sünnet dört mezhep imamı sözbirliği ile bildiriyor ki. “zekat” demek “bir müslümanın tam mülkü olan zekat malı”nın yani helal yoldan malik olduğu, elindeki zekat malının belli bir kısmını, Kur’an-ı Kerimde bildirilen sekiz sınıf müslümandan yedisine temlik, teslim etmesi, vermesi demektir. Hanefi mezhebinde bunlardan yalnız birine de verilebilir.
Bu 7 kimse: fakir, miskin, amil (hayvan zekatını ve öşür denilen toprak mahsulünü toplayan kimse) hac ve gazada olan kimse, evinden ve malından uzak kalmış olan ve borçlu olan ve azad olacak köledir.
MÜELLEFİ KULUB NESH EDİLDİ
Sekizinci Sınıf “mellefi Kulub” denilen kimseler olup, kalplerine iman yerleştirilmesi istenilen veya kötülükleri önlenmek istenilen bazı kafirler ve yeni iman etmiş olan bazı zayıf müslümanlar idi. Resulüllah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bunların üçüne de zekat verirdi.
Fakat Hazreti Ebubekir zamanında, Beytül Mal emini olan Hazreti Ömer, (İbni Abidin’de delil olarak yazılı olan) ayeti kerimeyi ve (kütübü sitteninde hepsinde olan) “Mu’az” hadisini okuyarak,“müellefi kulub olanlara zekat verilmesini Resulüllah nesh eylemiştir” dedi. Halife ve Ashab-ı Kiramın hepsi bunu kabul ederek ayrıca icma hâsıl oldu.
Nesh Resulüllah hayatta iken olur, İcma ise vefatından sonra olur. Bu inceliği anlayamayanlar, bunu Hazreti Ömer’in neshettiğini zannediyorlar. Ashab-ı Kirama ve fıkıh âlimlerine dil uzatıyorlar. “Bedayi” ve diğer kitaplarda bildirildiği gibi, İslamiyete yardım için, düşmanın zararını önlemek için onlara para ödenebilir ama bu zekât kısmından değil, başka bölümden ödenir.
Zekat konusu ayrı bir bölüm gerektirdiğinden burada noktalıyoruz…
DEVLET TOPLUMUN MALINI İSTEDİĞİ GİBİ ALIRMIŞ!
Seyyid kutup “Cihan Sulhu” adlı kitabında hezeyanlarına devam ediyor. “Devlet yalnız vergi yolu ile değil, şahsi mülkiyetlerden ihtiyacın gerektirdiği miktarı karşılıksız ve iade etmemek üzere alır. Toplumun umumi ihtiyaçlarına harcar” diyor.
Aslında tam bizim devlet adamlarına göre bir fetva. Onlarda nereden vergi alsak diye düşünüyorlardı. Bak düşünmenize gerek yok, Seyyid Kutup’un aklına uyarak milleti soyabilirsiniz.
“Mecelle” de geçtiği üzere “Başkasının mülkünü kullanmak için emrolunamaz”. Mesela filancanın malını, falanca kimseye ver diye birisine emredilemez.
“Dürrül Muhtarda” da: “Bir kimsenin malı, onun gönlü rızası olmadan alınırsa helal olmaz”buyruyor.
İmam-ı Ahmedin Müsnedinde ve Ebu Davud’da geçen bir hadis-i şerifte ise Peygamberimiz şöyle buyuruyor: “Bir kimsenin malı, onun gönül rızası olmadan alınırsa helal olmaz.”
Seyyid Kutup’un sosyalist yaklaşımı, İslamiyet’ten ne kadar uzaklaştığının da bir göstergesi. Çünkü onun savunduğu sistem adaletin olmadığı sosyalist sistemlerde mevcuttur. İslam’da ise kapitalist bir sistem yoktur. Herkes alın terinin, çalışmasının karşılığını bulur. Devlet de, reisler de milleti sömürmez.
HIRSIZ SOYAR, DEVLETE YARAR!
Yine "Cihan Sulhu" adlı kitabına şöyle diyor: “Yağma, soygunculuk, gasp, hırsızlık, rüşvet, hile ve faiz, ihtikar ve bunlara vesile olan yollardan şahsi mülkiyet meydana gelmez. Devlet istediği zaman bunu tamamen veya kısmen hazineye alabilir. Tarihi örnekler, bu hakkın tamamen devlete verildiğini göstermektedir.”
Haksız kazançlar elbette helal değildir. Devletin bunlar istediği zaman değil hemen geri alması lazımdır fakat geriye aldığı, devletin olmaz. Bunları sahibine ulaştırması lazımdır. Devletin vazifesi, acizin hakkını zalimden alıp, ona yardımcı olmaktır. Bunu mazluma ulaştırmayıp hazineye alırsa o hırsızdan ne farkı kalır?
İbn-i Abidin beşinci ciltte şöyle demektedir: “haramdan elde edilen, mesela gasp edilen mallar sahiplerine geri verilir. Böyle mallar, Beytül malın olmaz. Bütün müslümanların ortak malı da olmaz.”
SAHABE-İ KİRAMA DİL UZATAN SAPIK
Seyyid kutup “İslamda Sosyal adalet” adlı kitabında mezhepsizliğini ve sahabeye olan kini kusmaktan geri durmamıştır. Bakın 247. Sayfasında ne zırvalıyor:
“Beni Ümeyyenin iktidara gelişi zararlı oldu. Hazreti Ömer birkaç sene daha hilafette kalsaydı veya Hazreti Ali üçüncü halife olsaydı yahut hazreti Osman iktidara geldiğinde yirmi yaş daha genç bulunsaydı, İslam tarihinin çehresi daha başka olurdu. Hazreti Ömer, zenginlerin artan mallarını alıp, fakirlere eşit tevzi ederdi”
Bu yazılarında Hazreti Osman (Radıyallahu Anh) ın idaresiz, beceriksiz olduğunu ima ediyor. Hazreti Ömer (Radıyallahu Anh) ise “Osman halife olamaya daha layıktır, muktedirdir” buyuruyor. Şimdi acaba hangisine hak vereceğiz?
O halde Hazreti Ömer (Radıyallahu Anh) yanılmış mıdır? Peygamberimizi sie şöyle buyuruyor: “Allah’u Teâlâ, doğru sözü Ömer’in dili üstüne koymuştur”…
SAYMAKLA BİTMEZ HEZEYANLAR
Seyid kutup’un hezeyanlarını “bana göre”lerini saymakla bitiremezsiniz. Bu gün hem müslüman hem sosyalist geçinen “yeşil komünistlerin” ilham kaynağı olan Seyyid Kutup yine birçok reformist tarafından övülmekte ve fikirleri gençlere aşılanmaya çalışılmaktadır. Bize düşen görev bu reformistlerin fikir kalıplarını çözmek ve kimliklerini iyi bilerek ortaya atılan fikirlerin değerlendirmesini yapabilmek, aldanmamak ve her yerde deşifre etmek. Bu kabiliyeti kazandığımız zaman Ehli sünnetin sırtı yere gelmez demektir
Dipnot:
[1] Ahmed Davudoğlu, Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri
[2] N.Fazıl Kısakürek, Doğru Yolun Sapık Kolları
Seyyid Kutup Alim Değildir. O'nun da üstadı Mason Abduh'du
|
Seyyid Kutup Alim Değildir. O'nun da üstadı Mason Abduh'du |
SUAL : Seyyid Kutub kimdir, bazı eserlerlerde sapık fikirleri ve hatta mezhepsiz olduğu ve idam edilmeden önce bu fikirlerinden tevbe ettiği, lakin eserlerinin insanları zehirlediği belirtiliyor? Bu konuda ayrıntılı bir malumat verir misiniz?
EL-CEVAB: Seyyid Kutub 1903 ‘de Mısır’ın Said bölgesi köyünde doğdu.Ailenin ikinci çocuğu idi.... Birincisi Hamide Kutub, ikincisi kendisi, üçüncüsü Emine Kutub ve dürdüncüsü Muhammed Kutub. İlk okuldan sonra orta ve liseyi Kahire’de dayısının yanında okudu. Bu esnada ailesi de Kahire’ye taşındı. Yüksek tahsilini meşhur Ezher’in Edebiyat fakültesinde yapmış olduğundan, her hükmü edebiyatçı yaklaşım ile ele alarak, ehl-i sünnet ve cemaat çizgisini tanımayanları kolay ikna etmiştir. 1941 yılında Sosyoloji doktorası için resmen Amerika’ya gitti. Önce sosyalist fikirleri yaydı.. Sonraları Kahire müftüsü ve mason locası başkanı olan Abduh’un dinde reformist yolunu benimsedi. 1966′da idam edildi..Görüldüğü gibi, Kutub; İslami ilimler okuyarak bir hak mezhebe göre bilgi sahibi olmak yerine, sosyoloji ve edebiyat alanında ihtisas sahibi birisidir.İslam’a yaklaşımı ve anlatışı, maalesef işte bu temelsizlik yüzünden hep hatalı olmuştur.
Ahmed Davudoğlu merhum, O’nun için : ”Seyyid Kutb bir ediptir, biraz dini kültürü vardır.Sözü dinde sened olamaz.Çünkü, (icazetli) din alimi değildir” buyurmuştur.[1] Bir insanın sözünün dinde sened olabilmesi için icazetli ehl-i sünnet ve cemaat alimi olması lazımdır.Hele icazetsiz birinin tefsir yazması cinayettir.Şehid olmuş mudur, olmamış mıdır meselesi için : Necip Fazıl merhum: ”Sahte Kahramanlar konferansımda gerçek kahraman olarak göstermiştim. Fakat sonradan gördüm ki, Seyyid Kutub bir İbni Teymiyye meddahıdır ve kellesini kaptırdığı sosyalizma yularının zoruyla Hazreti Osman (RA)’a adaletsizlik isnad eden ve dil uzatan bir bedbahttır. İdam edilmeden bu sapıklıklarından istiğfar ettiğini söyleyenler oldu. Eğer öyle ise şehid.. Değilse, mücadelesi kafire karşı bir sapığın davranışından ileri geçmeyen bir zavallı.”[2]
Bu son ihtimale göre şehid olsa bile, Seyyid Kutub ile meselemiz bitmiyor ve bitmeyecek. Zira yazmış olduğu sapık kitapları ve bir de ortada tefsir diye gezen, şahsi hezeyanları var..Bu tefsir isimli (Fi’zilail Kur’an) güya Kur’an tefsiri ve sapık kitapları piyasada gırla gidiyor. Mezhepsizler -tıpkı diğerlerine yaptıkları gibi- O’nun da kitaplarını yaymayı cihad biliyorlar. Çok ilginç olan bir şey de, İslam devleti kurma maksadlarını içeren kitaplarından Türkiye’de düzen koruyucuları hiç rahatsız olmuyorlar ! Yıllardır, her dönemde serbestçe satılmaktadır. Bu kişi, Mısır’da Nasır’a ve onun düzenine karşı mücadele vermedi mi ? Öyleyse onun kitaplarının TC için bir tehlike arz etmesi gerekmez mi ?! Tabii birileri onun sapık görüşlerle Ehl-i sünnete darbe vurduğunun farkında..Böyle adamların kitapları okunsun, ümmet bozulsun !
Kendisi tevbe edip, şehid olsa bile, bu temenni gibi bir söylenti, elde belge yok bir, ikincisi; ortalıkta gezen kitapları her gün binlerce insanı zehirliyor..Şimdi onun kitaplarındaki sapıklıkları yazmıyalım da, insanların sapanlarında artış mı olsun ? Şehitse, şehitliği kendine mübarek olsun. Amma tevbe etse bile, bu veballeri “Kim kötü bir çığır açarsa, peşinden gidenlerin günahlarından eksilmeksizin, kendisine yüklenir ” hadis mealinin belirttiği konumda olur.. M.Şevgi Eygi’nin dediği gibi, “O bu kitablar yüzünde, mezarında kan terlemektedir.”[3]
İşte S.Kutub’un yanılgılarının ve ehl-i sünnet inancına uymayan görüşlerinden bazılarının vesikaları :
1- Seyyid Kutub, bütün kitaplarını müctehid edası içinde yazar.Yani kendisini müctehid yerine koyar.. Bir İmamı Azam (RA) gibi sanır.. Tefsirinde geçmiş ehl-i sünnet müfessirinden pek kaynak göstermez.. ”Kur’anı kendi reyi ile tefsir edenin yeri cehennem ateşi olsun”[4] hadis-i şerifini çok iyi düşünmek durumundayız.
2- Bütün kitapları ayet ve hadisten derlemedir. Ayetler herhangi muteber bir tefsire dayanmaz. Hadislerin yorumu, şahsı tarafından yapılır. Nasih, mensuh, sebeb-i nüzul ilimleri bilinmeden tefsir işine soyunmak büyük bir musibettir.
3- İcma ve Kıyas tanımaz. Sahabe için bile durum böyledir. Mesela, ‘’Eğer bugün bazı kimseler zekatı kendi elleriyle verebiliyorlarsa, bu İslamın farz kıldığı bir şekil ve nizam değildir ” deme cür’eti kendisine aittir.[5] Ne var bunda diyenler meseleleri kavramamış insanlardır. Bu sözün ucu Hazreti Osman (RA) efendimize ve O’nun mübarek ictihadına ve bu ictihad sonucu oluşmuş, icma-i ümmet, yani Hazreti Osman radiyallahü anh efendimiz zamanında yaşayan tüm sahabelerin ittifakını reddemeye -Allah bizleri bu sapıklığa düşmekten korusun amin- götürür. Zira Hazreti Osman (RA) efendimiz ictihadıyla altın ve gümüş zekatlarının verilmesini sahiplerine bıraktı. Bu noktada Seyyid Kutub, hiçbir mezhep imamının demediğini demiş oldu..Zaten mezhepsizler, mezhepler üstüdür.
Müslüman ümmet, yüzyıllardır, altın, gümüş, para gibi görünmez değerlerini; Hz.Osman -radiyallahü anh- efendimiz ve sahabe-i kiramın icmaına uyarak zekat olarak veriyorlar. Kutub, yukarıdaki cümlesiyle hem müslümanları ve hem de sahabeyi, Hz.Osman efendimizi, bu İslam’ın farz kıldığı bir şekil ve nizam değildir diyerek farzı yerine getirmemekle; İslam dinini bilmemekle itham etmiş oluyor. Bu ne büyük enaniyet, nefse ve akla güveniştir.. Adam gözümüzün içine baka baka İslam büyüklerine yaldızlı edebiyatı ile hakaret ediyor. Buna rağmen bazı aymazlar da Kutub büyük alimdir diyebiliyorlar.
[1] Ahmed Davudoğlu, Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri
[2] N.Fazıl Kısakürek, Doğru Yolun Sapık Kolları
[3] Ehl-i Sünnet İtikadı, sh: 10 Bedir yayınevi.
[4] Tirmizi
[5] Seyyid Kutub, Cihan Sulhü ve İslam, sh.150-158
tawhiid.blogcu.com/kitaplara-iman/11452496
seyyid kutuba reddiye
Seyyit Kutup kimdir?
|
Sual: Seyyit Kutup kimdir?
CEVAP
Yazdığı kitaplarından örnekler vererek kendisini tanıtalım:
Adı Seyyit ise de, kendisi seyyid değil, fellahtır. Başta Eshab-ı kiram olmak üzere, Ehl-i sünnet büyüklerine dil uzatmıştır. Kur’an-ı kerimi, kendi kafasına göre tefsir etmiştir. İbni Teymiyyeci ve mason Abduhcu, sosyalist zihniyetli bir mezhepsizdir. Kitapları, Türkçeye tercüme edilirken galiz hatalar çıkarılmıştır. Bu hâliyle bile, tercümelerde büyük hatalar vardır. Türkçe tercümelerinin sayfa numaralarını da vererek görüşlerini ve maksadını açıklıyoruz:
Bekir Sadak tarafından tercüme edilerek (Cihan Sulhu ve İslam)ismi verilen kitaba bakıyoruz:
(İslamiyet, diğer dinlere nefret manasını taşıyan dinî taassubu asla kabul etmez.) [C. Sulhu s. 22]
Hristiyan ve Yahudi gibi kâfirleri sevmemek, taassup olarak gösterilmektedir. Hâlbuki Allah dostlarını dost, Allah düşmanlarını düşman bilmeyenin imanı geçersizdir. İki âyet-i kerime meali şöyledir:
(Müminler, müminleri bırakıp da, kâfirleri dost edinmesinler! Onları dost edinenler, Allahü teâlânın dostluğunu bırakmış olurlar.) [Âl-i İmran 28] (Allah'ın dostluğunu bırakan da kâfir olur.)
(Ey müminler, Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin!) [Maide 51]
Yine diyor ki:
(İslam, bütün insanlığı birbiriyle yardımlaşan bir tek birlik sayar. Hattâ İslam’a göre bütün insanlar yekdiğerine yakın bağlarla bağlı olan bir ailedir. Allah’ın adaletinden eksiksiz faydalanma babında, ırk, renk ve din ayrımı yapmadan bütün beşeriyete mutlak adaleti vâdeder.) [C. Sulhu s. 32]
İslam’a göre kâfirlerle Müslümanlar bir aileymiş(!). Bugüne kadar hangi İslam âlimi böyle söylemiştir? İnsanların kardeş olduğunu masonlarla hümanist sosyalistler söylemektedir. Dinimiz, (Ancak Müslümanlar kardeştir) buyuruyor. Evet dinimizde ırk ve renk ayrımı yapılmaz, amadin ayrımı yapılır. Müslümana, zimmiye ve kâfire ayrı ayrı muameleyle emredildik. Müslümandan uşur ve zekât alındığı hâlde, zimmiden zekât değil, harac ve cizye alınır. Müslüman zekât vermeye, namaz kılmaya cebredilir, fakat kâfirler zorlanamaz. İslam âlimlerinin bu hükümleri mevcutken, sosyalist kafalı yazar, kendi başına kurallar koymaktadır.
Nisa sûresi 95. âyet-i kerimesinde, (Allah’ın dinini yaymak için, mallarıyla canlarını feda ederek din düşmanlarıyla cihad edenler, evlerinde ibadet edenlerden daha üstündür)buyurulurken Mısırlı sosyalist şöyle zırvalıyor:
(İslam’ın harpten gayesi hiçbir zaman, zorla Müslümanlığı kabul ettirmek değildir.) [C. Sulhu s. 32]
Bu fikirlerine delil olarak T.D. Arnold isimli bir gayrimüslim gösteriliyor. (C. Sulhu s. 32)
Ne diye bir İslam âliminden değil de, bir yabancıdan delil gösteriliyor? Çünkü ona göre kâfirle Müslüman eşittir, hattâ yabancılara karşı hayranlığı daha fazladır. Öyle olmasaydı, bu kadar müfessirlerimizin birinden nakil yapardı. (İmam-ı Gazali böyle buyurdu) derdi. Böyle demiyor, (Arnold böyle dedi) diyor.
S. Kutup (Fi-zılal) isimli tefsirinde ise, yukarıdaki âyet-i kerimeyi açıklarken, harbin, Allah nizamını beşeri hayata hâkim kılmak için yapılmasının gerektiğini yazmak mecburiyetinde kalmış, böylece tenakuzu meydana çıkmıştır. Yine Fi-zılal’de, (İslam, kendisine inanmayanları zorla davet etmez) diyor. Bir taraftan da, dine davet için savaş yapılmasını söylüyor. Az sonra da, (Savaşla, zorla dine davet olmaz) diyor. Hâlbuki âyet-i kerimede mealen buyuruldu ki
(Hak din olan İslam’ı kabul etmeyen kâfirlerle, cizye verinceye veya hak dini kabul edinceye kadar savaşın!) [Tevbe 29]
Dinimiz kâfirleri Müslüman yapmak için cihadı emrettiğinden dolayı, Eshab-ı kiram yeryüzüne dağılıp ölünceye kadar cihad ettiler. İstanbul’u fethetmek için kaç kere sefer yapılmıştır. Eyyüb Sultan hazretleri 80 yaşında bunun için İstanbul’a gelmiştir. S. Kutba göre ise,(Bütün insanlar birbiriyle kardeştir, nasıl olur da zorla savaşılır? Kâfirleri Müslüman yapmak için yapılan cihad barbarlıktır.)
S. Kutup bir taraftan, (Müslümanlar ihtilalci olur, ihtilalle başa geçer)derken, bu kitabında da şöyle demektedir:
(İktidara geçmek isteyen, ancak bir tek yoldan bu makama ulaşır: Halkın mutlak arzusu ile, hür seçim yolu ile.) [C. Sulhu s. 119]
Dinimizdeki seçim şekilleri farklıdır. Hazret-i Ebu Bekr-i Sıddık, tayin suretiyle, Hazret-i Ömer’i seçmiştir. Hazret-i Ömer de, halife seçimini altı kişilik bir şûraya havale etmiş, Hazret-i Osman’ı da bu altı kişilik şûra seçmiştir. Ondan sonra biatler yapılmıştır. Mevdudi de, S. Kutup gibi aynı hezeyanı savurmaktadır. Bunların bildirdiği gibi, dinimizde günümüzdekilere benzer bir seçim sistemi yoktur. Dinimizde insanlar kabiliyetleri yönüyle eşit olmadığı gibi, Müslümanlar da, kendi aralarında bile eşit değildir. İnananla inanmayanın oyu eşit değildir. İmam-ı Gazali’nin oyu ile dağdaki çobanın veya çöldeki fellahın oyu eşit değildir. Herkesle istişare edilmez.
Dinimizde, ancak ilim ehliyle, bilenlerle istişare edilirken, S. Kutup, istişareye bile herkesin iştirak etmesini isteyerek şöyle diyor:
(Meşveretin icabı, insanların işlerini idare hususunda hepsinin iştirakinden ibarettir.) [C. Sulhu s. 120]
Mümin kâfir, âlim cahil, salih fâsık ayırt etmeden, eşitlik esası üzerine herkesi davet ediyor. Bu sapık fikrine de İslam diyor.
S. Kutup önceleri sosyalistti. Bir kimsenin öncelerinin sosyalist olması onu kınamayı gerektirmez. Fakat dinimizi sosyalist açıdan anlatmakta, Marksistliğin tesirinden kurtulamadığı ve hâlâ sosyalistliğine devam ettiği görülmektedir. Zekât konusunda ise Marksistliğini hiç gizlememektedir.
Zekât, malın belli bir kısmını Kur’an-ı kerimde bildirilen sınıflara vermektir. Zenginin zekâtını, fakirin eline vermesi gerektiğini bütün Ehl-i sünnet âlimleri bildirmektedir. Meşru hükûmet, aldığı zekât parasıyla, yol köprü yaptıramadığı gibi hiçbir hayır kurumuna da veremez. Zekât, yalnız bu sınıftakilerin hakkıdır. Kur’an-ı kerimde, bildirilen bu hakkı, herhangi bir mezhepsizin değiştirmeye hakkı yoktur. Marksist ruhlu diyor ki:
(Şurası bir gerçektir ki, zekât adını taşıyan bu vergiyi, her vergiyi tahsil ettiği gibi, ancak devlet tahsil eder. Ve yine cemiyetin ihtiyaç ve şartlarına göre değişebilen belirli bir usul dâhilinde sarf edilmesiyle vazifeli olan da devlettir.) [C. Sulhu S. 152]
S. Kutup zekâtı, günümüzdeki devletlerin topladığı vergiler gibi görüyor. Hâlbuki zekât, fakirin hakkıdır. Cemiyetin ihtiyaçlarına sarf edilmez. Sarf edilmesi dört mezhebe aykırıdır, mezhepsizliktir. Sosyalist Kutbun dini tahrif edici bir başka ifadesi de şöyledir:
(Devlet, ordu kurmak ve onu silahlandırmak için, az olsun, çok olsun, her servetten %2,5 nispetinde bir vergi alınmasını mecburi kılan bir kanun vazetse ve bu vergiden gelen varidatı umumi sarfiyat bölümlerinden askerin masrafına tahsis etse, vay efendim, asker dilencilik etme durumuna düşürüldü, şan ve şerefi ayaklar altında çiğnendi mi denecektir?) [C. Sulhu S. 152-53]
Dinimizde yeni kanunlara ihtiyaç yoktur. Hangi servetten ne miktar zekât, uşur alınacağı bellidir. Bir kere, her servetten zekât alınmaz. Her servetin bir limit noktası vardır. Az olsun, çok olsun denmez. Mezhep imamları dinimizin koyduğu ölçüleri bildirmişlerdir. Havâic-i asliyye denilen lüzumlu ihtiyaç eşyası zekâta tâbi değildir. Zekât her servetten % 2,5 alınmaz. Saime hayvanların zekâtı verilir. Yük taşımak için, yün için beslenen hayvanların zekâtı verilmez. Deve zekâtı beşte birdir. Fakat miktar arttıkça verilecek zekât durumu da değişmektedir. At hayvanı için nisap yoktur. Her at için bir miskal altın verilir.
Belli bir kilodan sonra uşur vermek farz olur. Hayvan gücü, dolap vesaire ile sulanan arazilerde uşur % 5 iken salma su ile sulanabilen arazilerde % 10’dur. S. Kutbun dediği gibi her servetten % 2,5 alınmaz. Dinin bildirdiği hudutlardan dışarı çıkılmaz. S. Kutup, mezhep imamlarının bildirdiği hükümleri din kabul etmeyip, kendi görüşünü din kabul ettiği için böyle saçmalamakta, az olsun, çok olsun, her servetten % 2,5 vergi alınmak için kanun konabileceğinden bahsetmektedir. Dinimiz, binek için olan, yük taşımak için olan hayvanın zekâtı olmaz derken, S. Kutup, her servet tâbirini kullanmaktadır. Dinimizin bütün hükümleri bildirilip, Ehl-i sünnet âlimlerince de, açıklandığı için yeni bir kanuna, S. Kutbun dediği gibi % 2,5’luk vergiyi mecbur kılacak bir kanuna ihtiyaç yoktur. Öyle bir kanun konursa da, onun adı vergi olur, zekâtla ilgisi olmaz.
Yine C. Sulhu kitabının 153. sayfasında aynı hezeyanı savurmakta, şöyle demektedir:
(Zekât bir elden çıkıp diğer ele geçen ferdi bir ihsan ve sadaka değildir. Eğer bugün bazı kimseler, mallarının zekâtını bizzat kendi elleriyle ayırıp yine kendi elleriyle dağıtıyorsa, bu İslam’ın kıldığı bir şekil ve nizam değildir.) [C. Sulhu s. 153]
Hâlbuki yeminle bildirilen hadis-i şerifte, fakir akraba varken başkalarına verilen zekâtın makbul olmayacağı bildirilmektedir. Müslüman bir millet zekâtını elden fakirlere veriyorsa, devlet buna karışamaz.
S. Kutup, C. Sulhu kitabında, (Zekâtı verilmiş de olsa, malı saklamak suçtur) diyor. (s. 149)
Hâlbuki zekâtı verilmiş olan malı, saklamak suç değildir. Hadis-i şerifte, (Zekâtı verilmiş mal, kenz yani biriktirilmiş, istif edilmiş mal değildir) buyuruluyor. (Ebu Davud)
Yani bir zengin malının zekâtını vermişse, o malını saklayabilir.
Dinin emirlerinin kanun şeklini aldığı Mecelle’de, Dürr-ül-Muhtar’da ve hadis-i şerifte, bir kimsenin özel malının onun rızası olmadan alınamayacağı, kullanılamayacağı bildirilmektedir. Fakat Kutup, C. Sulhu kitabında, (Devlet, özel mülkiyetten ihtiyaç kadar, iade etmemek üzere, alır ve toplumun umumi ihtiyaçlarına sarf eder) diyor. (s. 149,150)
Hâlbuki hükûmet, zimmîlerin de mal, can ve ırzlarını korumakla vazifelidir. Özel mallarını almaya hakkı yoktur. Devletin genel ihtiyaçları, ancak beytülmalden sarf edilir. Beytülmalde tüyü bitmemiş çocuğun hakkı vardır. Beytülmal ile sosyalist devlet hazinesi bir değildir. Halkın elinden özel malını almak, sadece komünizmde vardır. Demek ki, kapitalizm düşmanlığı komünizm hayranlığını doğurmuş. Hiçbir muteber kitaptan nakil yapmadan, kendi kafasına göre yazıyor ve sonunda da şöyle diyor:
(İşte İslam budur.) [C. Sulhu s. 150]
Diğer mezhepsizler gibi, (İslam düşüncesi) tâbirini kullanmaktadır. (C. Sulhu s. 167).
Bütün mezhepsizler, İslam düşüncesi, İslam nazariyesi, İslam teorisi, faiz nazariyesi gibi tâbirleri kullanmaktadır. Düşünce, nazariye, teori gibi ifadeler şüpheyi gerektirir. Mutlak bir hükmü belirtmez. İslam ise kesin bir hükümdür. Faiz nazariyesi değil, faiz hükmü denir. İslam düşüncesi denilmez, İslam dini gibi kesin bir ifade kullanmak gerekir.
***
Dua etmek İslamiyet değilmiş!
S. Kutbun, İslami Etütler isimli kitabını Hasan Beşer tercüme etmiş, 2. baskısında İslamiyet’i şöyle tarif ediyor:
(Dualar mırıldanmak, tesbih tanelerini şıkırdatmak, aman Allah’ım sen koru, sözlerine dayanmak, gökten hayır, doğruluk, hürriyet ve adalet yağacağına güvenmek İslamiyet değildir.) [İ. Etütler s. 35]
Neler İslamiyet değilmiş? 1- Dua etmek 2- Tesbih çekmek 3- (Aman Allah’ım sen koru!) demek 4- Yapılan dua vasıtasıyla gökten hayır yağacağına güvenmek.
Her maddeye cevap verelim:
1- Allahü teâlâ duayı emrediyor, bu ise dua ile alay ediyor. Hâlbuki Peygamber efendimiz, (Dua, müminin silahıdır) buyuruyor. Duayı inkâr hakkında dinimizin hükmü şudur:
(Duayı inkâr eden kâfir olur.) [Fetava-i Fıkhiyye s. 149]
2-Tesbih çekmek dinin emridir. Tesbih şıkırdatmak tâbirini kullanarak, sünnet olan tesbihle alay ediyor. Hâlbuki sünnetle alay da küfürdür.
3- (Aman Allah’ım) demek Allahü teâlânın emridir. Allahü teâlânın emri ile alay etmek küfürdür.
4- Yapılan dua vasıtasıyla gökten hayır yağacağına güvenmek, tevekkül etmek Müslümanlık değilmiş. Rabbimiz dilerse gökten rızık da yağdırır, mezhepsizlerin başına taş da yağdırır. Yağdıramaz sanmak küfürdür.
Bilindiği gibi komünizmde mal, cemiyetin mülküdür. Dinimizde ise özel mülkiyet vardır. Herkes mülkünün sahibidir. Ancak şahsın, zekâtı ve uşru Cenab-ı Hakk'ın gösterdiği yerlere, bildirdiği kadar verme mecburiyeti vardır. Bunun dışında kimseye sadaka vermek, ödünç vermek mecburiyetinde değildir. Ama sevab kazanmak isteyen, dilediği yerlere dilediği kadar hayır yapmakta serbesttir. Hâl böyleyken, sosyalist ruhlu adam, Müslümanlığı komünistliğe uydurmak için diyor ki:
(Mal, cemiyetin mülkiyetinde olduğundan ve ferdin vazifesi ondan yararlanmaktan öte gitmediğinden, cemiyetin başka fertlerinin de, bu mala ihtiyacı olduğunda yahut yararlanmak istediklerinde, içtimai tesanütü tahakkuk ettirmek bakımından fert onlara faizsiz borç vermekle mükelleftir.) [İslami Etütler s. 74]
Dediğini tekrarlayalım:
1- (Mal cemiyetin mülkiyetindedir) demekle komünistler gibi özel serveti kabul etmiyor.
2- (İçtimai tesanütü [sosyal dayanışmayı] tahakkuk ettirmek için zenginler fakirlere borç para vermekle mükelleftir) diyor. Dinimizde bir kimseyi ödünç vermeye mecbur etmek, zulüm olur, gasp olur.
S. Kutup, İslam âlimlerinin hükümlerine ters olarak, kendi kafasına göre her çeşit zekâtı devlete aldırtıyor, sonra da şöyle diyor:
(Zekât, elden ele verilen ferdi bir bağış değildir.) [İ. Etütler s. 75]
Bir zengin, zekâtını hadis-i şerifte ve fıkıh kitaplarında bildirildiği şekilde, fakir akrabasının eline verse, S. Kutba göre bu dine uygun değildir. Dinimizin koyduğu hükmü beğenmeyene ne denir?
S. Kutup da, diğer mezhepsizler gibi, dinimizi vahy-i ilahi olarak kabul edemiyor, kesin hükümler topluluğu olarak inanamıyor. Dinimizi bir teori olarak kabul ediyor. Teori yani nazariye demek, henüz kesin olmayan, düşünce alanında kalan bilgi demektir.
İslam nazariyesi, İslam sosyalizmi, İslam faşizmi, İslam felsefesi gibi terimler dinde şüphe gerektiren ifadelerdir. S. Kutup İslam’a nazariye, bâtıl sistemlere de kuvvetli nazariye diyor. Hiç İslam dini bâtıl nazariyelerle mukayese edilebilir mi? İslam’ı nazariye, insan düşüncesi zanneden cümleleri şöyledir:
(Bugün onları Peygamber (s.a.s)’in zamanında yapmış olduğu şekilde, kısa ve mufassal bilgilerle İslam’a davet etmemiz kifayet etmez. O devirde bugünkü gibi İslam nazariyesi karşısında duran teferruatlı içtimai nazariyeler yoktu.) [İ. Etütler s. 32]
Bu cümlede kaç hata vardır?
1- Bâtıl sistemlere, (teferruatlı içtimai nazariye) deniyor.
2- Dinimiz, İslam nazariyesi yani görüş, düşünce olarak gösteriliyor, teferruatlı veya teferruatsız olup olmadığı bildiriliyor.
3- Peygamber aleyhisselam ile Eshab-ı kiramın davet şekli kifayetsiz bulunmaktadır.
İslam’a davet bir ibadettir. Her ibadette olduğu gibi bunda da en kâmil daveti şüphesiz Peygamber efendimiz yapmıştır. Onun davetini beğenmeyen mezhepsizlere ne denir?
S. Kutup, hümanist bir düşünceyle bütün bâtıl ve bozulmuş dinlere de, hürriyet verilmesini istiyor. Üstelik (İslam böyle emrediyor) diyor:
(Marksizm, dünya çapında bir nizama davet ettiğini iddia eder. Fakat hangi nizam olursa olsun, inanç hürriyetini sağlamadıkça, din hürriyeti ikame edilemez.) [İ. Etütler s. 84]
Kendisi sosyalist olduğu için, Marksizm’in dünya çapında bir nizama davet ettiğini söylemesi yadırganamaz. Fakat (Hangi nizam olursa olsun) ifadesinin içinde İslam nizamı da vardır. Olduğunu zaten az ileride kendisi de açıklamaktadır. İslam inanç hürriyetini sağlar diyor:
(Biz, bütün inançları aynı eşitlikte ve hürriyetle gölgesinde ilerleyebileceği bir nizama davet ederiz. Bu nizamda inanç hürriyetini korumak devletin ve Müslüman cemiyetin zaruri vazifesidir. Hem bu nizamda gayrimüslimler özel hâllerinde kendi dinlerine intisap edebilirler. Bütün vatandaşlar imtiyazsız olarak aynı haklara sahip, aynı kanunlara bağlı ve eşit mesuliyetlerle yüklüdür.) [İ. Etütler s. 85]
Allah katında tek hak din yalnız İslamiyet’tir. Bu bakımdan S. Kutbun dediği gibi, bütün inançlar, aynı eşitliğe ve aynı hürriyete sahip değildir. İslam nizamında bir Müslümanla bir gayrimüslim imtiyazsız olarak aynı haklara sahip değildir. Eşit mesuliyetlerle yüklü değildir. İslam nizamında Müslümanlar, namaz kılmakla ve zekât vermekle yükümlüdür. Fakat İslam nizamında yaşayan gayrimüslimler, yani zimmiler ise, namaz kılmakla ve zekât vermekle yükümlü değildir. Onlar harac verirler. Kanunlar eşit olarak uygulanmaz. Fasığın da, kâfirin de, şahitliği muteber değildir. Zimmiler imam olamadığı için, halife de olamaz. Hâkim de olamaz. Daha birçok görevler bunlara verilmez. Nerede imiş o eşit hükümler?
S. Kutup insanları nereye çağırıyor:
(Biz bütün vatandaşları, umum gelir kaynaklarından müsavi [eşit] hakka sahip olacakları bir nizama çağırırız. Çünkü bu nizamda, mülkiyet esas itibariyle Allah tarafından yetki verilmiş olan cemiyete aittir. Ferdî mülkiyet geçicidir ve ancak faydalanma şuurları dâhilindedir. Lüzum görüldüğünde fazla malları alma hakkı cemiyetindir.) [İ. Etütler s. 86]
S. Kutbun çağırdığı nizam budur. Bu nizamda mülkiyet esas itibariyle cemiyete aitmiş. Mülkiyet yalnız komünizmde cemiyete aittir. Bu da komünizmde göstermelik olup, aslında küçük bir üst grup, (Fakirlere dağıtacağız) diyerek, zenginlerin mallarını alıp kendileri kullanır. Kendileri kullanmasalar bile, zenginlerin mallarını almak, çalışıp kazanmayı suç saymak, bir zulümdür. Mallarımız elimizden alınacak diye hiç kimse çalışmaz, mal biriktirmez, zenginlerin malına göz diker.
S. Kutup s. 89’da, (İslâm’ı ya bütün olarak alın yahut bırakın!) diyor. Hâlbuki İslâm âlimleri bir şeyin tamamı mümkün değilse, mümkün olanı almak gerektiğini belirtmişlerdir. Oruç tutmayana veya tutamayana namaz da kılma denir mi? Dinimizde zengin, sadece zekât, uşur, sadaka-i fıtır gibi malî ibadetlerle yükümlüdür. Bundan başka zengin, bir şey vermeye mecbur değildir. Ama S. Kutup diyor ki:
(Devlet lüzumu hâlinde cemiyetini korumak için ihtiyacı olan parayı varlıklı fertlerden kayıtsız şartsız alabilir.) [İ. Etütler S. 92]
Kayıtsız şartsız alır diyor. Mezhepsiz, tam komünistliği tarif ediyor, adına da İslam diyor.
Dinimize göre, zimmîlerden haraç, cizye gibi vergilerin haricinde başka bir mal alınamaz. S. Kutbun hiçbir mezhebe uymayan bu bozuk fikirleri komünistliktir. Komünistler, S. Kutbun heykelini dikseler, kendilerince uygun iş yapmış olurlar. S. Kutup, (Ya hep ya hiç) fikrinde şöyle ısrar etmektedir:
(Bugün İslâm adına, kadının parlamentoya girmesini istemeyen, çalışmaktan men edilmesi için haykıranlar, kendilerini bu tarafa iten duygularına saygımla birlikte, meselelerin hepsini bu ayrıntılara inhisar ettirmekle İslâm’ı kolaya ve eğlenceye aldıklarını söylememe müsaade etsinler.) [İ. Etütler s. 94]
Mısır’da bazı Müslümanlar, dinin tamamının tatbikinin, yozlaşmış bir hükûmetten istemenin manasızlığını düşünerek, bir kısmının olsun şimdilik tatbik edilmesini istemişlerdir. S. Kutup, bunlara kızıyor, ya tamamını isteyeceksiniz veya hiç diyor. Sonra bu Müslümanları İslâm’ı eğlenceye almakla itham etmektedir. Eğer bunlar İslâm’ı eğlenceye almışlarsa küfre düşmüşlerdir. Küfre düşen bu insanların bu fikirlerine nasıl saygı duyulur? Küfür olan bir fikre saygı duymak küfür değil mi? S. Kutup bu Müslümanların bu duygularına saygı duyduğunu da belirtiyor, S. Kutup için fikir fikirdir. Bâtıl da olsa hürmete lâyıktır.
***
Hak mezheplere ihtilaf diyor
İslâm’da Sosyal Adalet kitabının 5. Baskısında, S. Kutup, mezheplerin birleşmesini istiyor:
(İslâmiyet bir bütündür, ayrılan cüzleri birleşmeli, ihtilaflar ortadan kalkmalıdır.) [İ. S. Adalet s. 35]
Dört hak mezhebi ihtilaf olarak kabul etmektedir. (Bu ihtilaflar birleşmelidir) diyor. İhtilaflardan maksadı sapık mezhepler değildir. Öyle olursa daha tehlikeli olur. Hakla bâtılın birleşmesine zaten imkân yok. Hak mezhepleri de birleştirmek telfîk oluyor ki, bu da icma-i ümmetle bâtıldır. Hocası mason Abduh gibi mezhepleri ayrılan cüzler kabul etmekte ve birleşmesini istemektedir. Mezheplerin çıkması, ihtilafları rahmet iken, S. Kutup diğer mezhepsizler gibi bunları birleştirmek, yani kaldırmak istemektedir.
(Aralarındaki farklı mezhepler [doktrinler] birbirlerine yardımcı olmalıdırlar ki emniyet ve salâh için tabiat kuvvetlerinden elbirliğiyle istifade mümkün olsun.) [İ. S. Adalet s. 35]
Bu cümlesinde, mezheplerden maksadı hak mezhepler mi, yoksa sapık mezhepler mi? Hak mezhepler ise, onlar zaten icma-i ümmetle bir rahmet olarak çıkmıştır, (Birbirine yardımcı olmalıdır) gibi bir ifade kullanılamaz. Eğer sapık mezheplerin birbirine yardımcı olmasını istiyorsa bu daha kötüdür. Hocası Abduh bâtıl dinlerin birbirine yardım etmesini istiyor ki, çömezi olan S. Kutbun bâtıl mezheplerin birbirine yardım etmesini istemesi normaldir. Abduh, Londra’da, bir papaza yazdığı mektupta da, bâtıl olan Yahudilik ve Hristiyanlığı büyük bir hak din gibi göstererek, (İslamiyet ve Hristiyanlık gibi iki büyük dinin el ele vererek kucaklaşmasını beklerim. O zaman, Tevrat, İncil ve Kur’an birbirlerini destekleyen kitaplar olarak her yerde okunur ve her milletçe saygı görür) demiştir.
S. Kutup, (Din zamana göre değişir) diyor, İslâm’a insan düşüncesi olan (bir görüş) diyor. Şöyle devam ediyor:
(İnsanlık hakkındaki İslâm’ın görüşü ile yapılan bu fikrî hamlenin bir eşini henüz tarih kaydetmemiştir.) [İ. S. Adalet s. 69]
Feminist bir zihniyetle de diyor ki:
(İslâm, iki cins arasında, erkekle kadın için tam bir eşitliği teminat altına almıştır.) [İ. S. Adalet s. 75]
Hâlbuki kadın erkekle hiçbir zaman eşit değildir. Nikâhta ve boşamada eşit değildir. Şahitlikte de eşit değildir. Mirasta erkeğin aldığı hisseyi alamaz. Bütün bunlar eşitlik değildir. S. Kutup, böylece kafasındaki komünizmi İslam olarak anlatmaktadır. Her komünist gibi, S. Kutup zenginin köşk ve saray yaptırmasına karşı çıkarak diyor ki:
(Milyonlarcasının basit bir meskene yirminci asırda sac veya adi tenekeden, kerpiçten başını sokacağı bir elbiseye muhtaç bulunduğu bir memlekette, milyonlarca lira sarf ederek muhteşem köşkler ve saraylar yaptırmak israf ve haramdır. Ölçü budur.) [İ. S. Adalet s. 189]
Sosyalist ölçüyü gördük. Devamlı şekilde zenginlik ve servet düşmanlığı... Bir insan, meşru yoldan kazanıp, meşru yollarda harcıyorsa, zekât ve uşrunu veriyorsa, ne diye düşmanlık beslenir? Hiçbir delile dayanmadan köşk yaptırmaya haram demek mezhepsizce bir cürettir. İmam-ı Şâfiî çok fakir, İmam-ı a’zam çok zengin idi.
Sapık olan İbni Hazm’ı övmekte, (Büyük İslâm âlimlerinden El-imam İbni Hazm’ın bir fetvasına göre…) demektedir. (İ. S. Adalet s. 252)
Eshab-ı kirama saldırdıktan sonra mütercim s. 254’de dipnotta şöyle diyor:
(Müellif, bu görüşlerin şahsî kanaati olduğunu tasrih etmektedir.)
Sanki kitap nakil esası üzerine yazılmış da, ara sıra böyle birkaç da kendi görüşünü ilâve etmiş gibi bir dipnot eklenmiş. Baştan sona kendi görüşü bulunmaktadır. Bariz hatalar için, müellifin şahsî görüşüdür demek, mütercimin işgüzarlığıdır. Müellifin, (Bunlar benim şahsî görüşüm, şunlar da Ehl-i sünnet âlimlerinin hükümleridir) dediği varit midir?
Ehl-i sünnet olmadığı için devamlı hataya düşmektedir. Hayır ve şer Allah’tan olduğu hâlde S. Kutup tesadüfe bağlamakta ve şöyle demektedir:
(Yine tesadüf, ama iyi bir tesadüf, hilâfet ruhuna sahip bir hükümdarı, Ömer İbni Abdülaziz’i İslam’ın başına getiriyor.) [İ. S. Adalet s. 256]
Ömer bin Abdülaziz’i İslam’ın başına kim getiriyor? Tesadüf getiriyormuş. Hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmayan bir kimse için böyle sözler normaldir. Aynı sayfada deniyor ki:
(Buna dün Ömer bin Abdülaziz muktedir olmuş, bugün de bütün Müslümanlar olabilirler.) [s. 256.]
Yavuzlar, Kanuniler ve Abdülhamidler halifeliği iyi idare edememiş de, bugün Mısır’ın sosyalist yazarları Ömer bin Abdülaziz gibi iyi idare edeceklermiş. Ömer bin Abdülaziz hazretlerini över görünerek, aslında ondan önceki bütün halifeleri hilâfet ruhuna sahip olmamakla suçluyor.
Pisipisine ölmek marifet değildir. Peygamber efendimiz, Hendek kazdırmıştır. Düşmanın üzerine gidip de, birçok şehit verdirmek istememiştir. Sosyalist bir dava için dinsiz Nasır’a kellesini vermek ahmaklıktır, İhvan-ı müslimînin fitnesi yüzünden S. Kutup zamanında ve daha sonra Mısır’da dinden kopmalar çoğalmış, mevcut Müslümanlara da baskılar artmıştır. Hükûmet adamları devamlı Müslümanların peşindedir. Bunun vebali büyüktür.
Kendine pay çıkarabilmek için, Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer’i solculukla itham ediyor yani o büyüklere iftira ediyor:
(Hazret-i Ömer’in siyaseti, Hazret-i Ebu Bekir’in yaptığı gibi zenginlerin artan mallarını alıp fakirlere eşit olarak tevzi etmek idi [dağıtmaktı.]) [İ. S. Adalet s. 254]
Burada sadece Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer’e iftira edilmekle kalınmıyor. Eshab-ı kirama da iftira ediliyor. Zenginlerinin fakirlere yardım etmediği söyleniyor. Zenginler, vazifelerini yapmayınca, halife müdahale ediyor, mallarını alıp fakirlere eşit olarak dağıtıyormuş. Kurmak istediği düzene, İslâm komünizmi demek istiyor galiba.
Allahü teâlâ, İsa aleyhisselamı öldürmediğini, asılmadığını Kur’an-ı keriminde bildirirken S. Kutup, Maide sûresinin 115. âyetini tefsir ederken şöyle diyor:
(Hazret-i İsa’nın vefatından çok sonra kaleme alınmış bu İncillerde...)
Bu ifade, başka bir tercümeden çıkarılmıştır.
İbni Teymiyye, nasıl vahdet-i vücud evliyasından Şeyh-i Ekber Muhyiddin-i Arabi hazretlerine kâfir diyorsa, S. Kutup da, vahdet-i vücud mensuplarına gayrimüslim diyor. Bekara sûresinin 117. âyet-i kerimesini tefsire kalkarken (Vahdet-i vücud felsefesi tamamen İslami tasavvurun dışında kalır) diyor. Vahdet-i vücuda felsefe demekte, vahdet-i vücud evliyasına da gayrimüslim demektedir.
***
Necip Fazıl diyor ki:
S. Kutup, bir İbni Teymiyye meddahıdır. Ve kellesini kaptırdığı sosyalizm yularının zoruyla Hazret-i Osman’a adaletsizlik isnat eden ve dil uzatan bir bedbahttır. (Tercüman Gazetesi)
Mehmet Şevket Eygi de diyor ki:
S. Kutup selefi ve mezhepsiz bir zihniyete sahiptir. (Büyük Gazete)
***
Türkçeye birçok kitabı tercüme edilen S. Kutup, İslam’ın iktisat sistemini sosyalizme göre açıklamış, mason Abduh’un dinde reform yolunu tutmuş ve çıkardığı fitneler yüzünden birçok Müslümanı sıkıntıya sokmuştur. Hadis-i şerifte, (Uyuyan fitneyi uyandırana Allah lânet etsin) buyuruluyor. (İ. Rafii)
Prof. S. Kutup, (İslâm toplumunu inşa ederken, İslâm fıkhına bağlı kalmamak gerekir. Fıkıhla meşgul olmak ömrü ve sevabı zayi etmektir) diyor. Hâlbuki hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Her şeyin direği vardır. Dinin temel direği fıkıhtır.) [Beyhekî]
Ancak mezhepsiz olan, bazen Hanefî’nin hükmüne, bazen Şafiî’ninkine uygun der. Maide sûresinin 33. âyetinin tefsirinde 4 mezhebin hükmünü yazıp, (Biz bu hususta, İmam-ı Mâlik’in fikrini tercihe şayan görürüz) diyor. Mezhepler arasında hakemlik yapıyor. Kendisini her mezhebin üstünde görüyor.
Zümer suresinin 3. âyetinin tefsirinde, (Bugün İslâm ülkelerinde evliyaya ibadet ediliyor, onlardan şefaat isteniyor) diyerek Vehhabi inancında olduğunu gizlemiyor. Tasavvufu da inkâr ediyor, İbni Arabi hazretlerine gayrimüslim diyor.
***
Taberani’deki hadis-i şerifte (İlim ancak üstaddan öğrenilir)buyuruldu. Hiçbir âlimden ilim okumamış olan S. Kutup, Cemıyyet-ül-meşari tarafından neşredilen Nehc-üs-Seviy... kitabında Allah’a, mucize kalem, yaratıcı kalem, diyor. Nebe suresini tefsir ederken de, Allah’a Akl-i müdebbir diyor. Akıl ve şuur mahlûktur. Mahlûka ait bir sıfatı Allah için söylemek küfürdür. Böyle söylemek ilhaddır. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(En güzel isimler Allah’ındır. Ona onlarla dua edin! Onun isimleri hakkında sapanları bırakın!) [Araf 180]
S. Kutup, (Küçük meselelerde de olsa, idareciler Allah’ın hükmü ile hükmetmedikleri müddetçe yeryüzünde Müslüman yoktur) diyor. Hâlbuki İmam-ı Kurtubi hazretleri buyuruyor ki:
Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenler hakkındaki âyet-i kerimenin manası şöyledir:
(Kur’an-ı kerimi reddederek ve Resulullah’ın sözünü inkâr ederek Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen kâfirdir.) [Ahkâm-ul-Kur’an]
Hazret-i İkrime de, bu âyetin tefsirinde, (İnkâr ederek, Allahü teâlânın indirdiği ile hükmetmeyen kâfirdir. İnanıp da hükmetmeyen zâlimdir, fâsıktır) buyurdu. Ehl-i sünnette amel, imandan parça değildir. Günah işleyene kâfir denmez. S. Kutup, günah işleyene kâfir demekle de Ehl-i sünnet olmadığını açıklıyor.
S. Kutup, aynı kitapta, herkesi mürtetlikle itham ederek diyor ki:
(Bütün beşer mürted olmuştur. İslâm, bütün hayatı içine alır. Bir meselede de ona uymayan, imandan ayrılmış, dinden çıkmıştır. Küçük bir meselede beşer kanununa uyan, La ilahe illallah dese de, müşrik olur, dinden çıkar. Bugün İslamiyet yoktur. Biz müşrik bir toplumda yaşıyoruz. Bütün beşeriyet mürtettir, cahiliyet devrine dönmüştür. Bugün Müslüman hükümdar ve Müslüman tebaa yoktur. Müslümanlar asırlar önce yok olmuştur.)
Bu sözlere kendi yolunda olanlar da dâhil midir? Dâhil değildir denemez. Çünkü kâfir sultana sadece uyan değil, uymayan da kâfirdir diyor. Dünyadaki herkese kâfir diyor. Ne hayrettir ki, kendilerine kâfir denilen kimseler onu savunuyorlar.
S. Kutbun izinden gidenlerin bir kısmı avukat; bir kısmı da pasaport çıkarmak, vize almak gibi işlerde beşeri kanunlarla hareket ediyorlar. Onların başka bir kısmı da, bu beşeri kanunlar çerçevesinde eserlerini izinsiz basmıyorlar. Yani beşeri kanunlara tâbi oluyorlar. Hani beşeri kanuna uyan kâfirdi? Belki taraftarları zaruret olduğu için bu kanunlara tâbi oluyoruz diyecekler. Peki, diğer Müslümanların zaruri olarak uymadıklarını nereden biliyorlar da, onlara mürted diyorlar? Herkese mürted damgası basıyorlar.
S. Kutup, (O [Allah], nerede olursanız olun, sizinledir) mealindeki âyet-i kerimenin manasında da bütün İslâm âlimlerine muhalefet ederek, (Allah herkesle, her şeyle beraberdir ve her yerdedir) diyor. Bu görüş küfürdür. Hâlbuki bütün İslâm âlimleri, bu âyet-i kerimenin(Allahü teâlânın ilminin bütün mahlûkatı kuşattığı) manasında olduğunu bildirmişlerdir.
Hazret-i İbrahim’den ve Hazret-i Yusuf’tan sonra, Hazret-i Musa’yı da kötüleyerek diyor ki:
(Hazret-i Musa, asabi mizaçlı, atak bir liderdir. On sene sonra hayatının ikinci devresinde onunla buluşmak üzere, onu şimdi burada bırakalım. Belki sükûnete kavuşmuş, sakin tabiatlı ve hâlim selim olmuştur. Ama hayır, olmamıştır.) [Nehc-üs-Seviy... kitabının Arabi aslı Hakikat Kitabevi tarafından da neşredilmiştir. P.K. 35 - Fatih adresinden temin edilebilir.]
S. Kutbun, Musa aleyhisselam gibi din sahibi, ülülazm bir peygambere, asabi mizaçlı atak bir lider demesi ve devamında alay etmesi, gözünün ne kadar dönmüş olduğunu göstermiyor mu? Bu sözleri, bütün peygamberlerin masum olduğunu kesin olarak bildiren İslam akidesine tamamen zıt olduğu gibi, bugünkü ehli kitaplıkları bile kalmamış Hristiyan ve Yahudilerin bile inanacakları, kabul edebilecekleri bir ifade değildir.
Hazret-i İbrahim’in yıldızı, Ay’ı, sonra da Güneş’i görünce, (Bu benim Rabbim) sözü, istifham-ı inkârı takdiri üzerinedir. (Sizin zannettiğiniz gibi bu benim Rabbim mi? Yani bu benim Rabbim değil, bu, Rab olmaya layık değildir. O hâlde siz onun Rab olduğuna nasıl inanıyorsunuz?) demektir. Hazret-i İbrahim, bunları söylemeden önce de, yegâne ilahın Allah olduğunu, Ondan başka ilah olmadığını, kesin olarak biliyordu. Çünkü Allahü teâlâ, (Biz daha önce İbrahim’e rüşdünü verdik) buyuruyor. (Enbiya 51)
S. Kutup, Enam sûresinin (Hüküm ancak Allah’ındır) mealindeki 57. âyet-i kerimesini yanlış anladığından, Hazret-i Ali’yi ve onu sevenleri de tekfir etti. Âl-i İmran sûresinin (Sana tâbi olanları Kıyamete kadar küfredenlerin üstünde tutacaktır) mealindeki 55. âyeti, bu ümmetin Kıyamete kadar, kendi dinleri üzerine kalacaklarını bildirmektedir. Bu ümmetin ilk asırda İslâmiyet üzere, ondan sonra cahiliyet üzere yaşadığı nasıl söylenebilir? Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ, her asırda dini tecdid eden bir zat gönderir.) [Ebu Davud]
(Kıyamete kadar hak üzere olan bir cemaat mutlaka bulunur.)[Buharî]
Hazret-i Osman’a saldırıyor
S. Kutup, İslam’da Sosyal Adalet kitabının Arapça aslı olan (El Adalet-ül ictimaiyyetü Fil islam) kitabında, başta Aşere-i mübeşşere’den, Cennetle müjdelenen on kişiden biri olan Hazret-i Osman olmak üzere Eshab-ı kiramın büyüklerine dil uzatmaktadır:
(Pek yaşlı olan Osman’ın hilâfete geçmesi kötü bir talihin eseridir. Müslümanların mallarını gelişigüzel harcamıştır. Çok müsrif idi. Zübeyr’e 600.000, Talha’ya 200.000, Mervan’a ise Afrikıyye haracının beşte birini verdi. Muaviye’nin mülkünü genişletip Filistin’i de ona verdi. Akrabalarını vali yaptı. Bu İslam’ın ruhuna aykırı idi.) [s. 186-92]
Bunlar ne çirkin iftira böyle? İslam’ın ruhunu Hazret-i Osman bilemiyor da, bu fellah biliyor.
Hazret-i Osman hakkında hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Osman’ın şefaatiyle cehennemlik olan 70 bin kişi sorgusuz sualsiz Cennete girecektir.) [İ. Asakir]
(Her peygamberin bir arkadaşı var. Benim cennette arkadaşım Osman’dır.) [Tirmizî]
(Ya Osman, benden sonra sana da hilafet verilecektir. Münafıkların sözüne bakıp da hilafeti terk etme! O gün oruçlu ol, benim yanımda iftar edersin.) [İbni Adi]
(Ya Osman, Allahü teâlâ sana hilafet gömleğini giydirecek, münafıklar çıkartmak isteyeceklerdir. Bana kavuşuncaya kadar onu çıkartma!) [İbni Mace]
Resulullah efendimiz, kızı Hazret-i Rukayye’ye buyurdu ki:
(Ey canım kızım, Osman’a çok sevgi göster! Zira Eshabım arasında ahlâkı bana en çok benzeyen odur.) [Mesabih]
Mirat-ı kâinat kitabında deniyor ki: Peygamber efendimiz, Allahü teâlânın emri ile kızı Rukayye’yi Hazret-i Osman’la evlendirdi. Hazret-i Rukayye vefat edince, Hazret-i Osman’ın gözlerinden yaşlar akmaya, yani ağlamaya başladı. Bunu gören Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Ya Osman ağlama! Allaha yemin ederim ki, yüz kızım olsa ve vefat etseler, bir tane kalmayıncaya kadar sana verirdim. İşte, Cebrail aleyhisselam geldi. Allahü teâlânın, ölen kızımın yerine kardeşini, [Ümm-i Gülsüm’ü] aynı mehr ile sana vermemi emrettiğini bildirdi.) [İbni Asakir]
Kızı Ümm-i Gülsüm’e de, (Kızım, zevcin Osman, ceddin İbrahim Peygambere ve baban Muhammed'e [aleyhisselam] herkesten daha çok benzemektedir) buyurdu. Hazret-i Osman gelince Peygamber efendimiz, mübarek ayaklarını örttü. Sebebi sual edilince,(Osman’dan melekler hayâ eder, ben hayâ etmez miyim?)buyurdu. Tebük gazvesinde Hazret-i Osman, kendi ticaret malından üç bin deve, yetmiş at, on bin altın getirdi. Resulullah efendimiz, bunları askere dağıtıp, (Bugünden sonra Osman’a günah yazılmaz)buyurdu. (Bundan sonra Allahü teâlâ Osman’ı günah işlemekten korur) demektir. (Tirmizî) Yine (Yâ Rabbi, Osman’ın geçmiş gelecek, gizli açık ve Kıyamete kadar işleyeceği günahları affet!) diye dua etti. (Ebu Nuaym)
Hazret-i Ali, bir gün Hazret-i Fatıma’yı incitmişti. Peygamber efendimiz, Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer’in ricalarını kabul etmedi, fakat Hazret-i Osman’ınkini kabul etti. Sebebini sorduklarında buyurdu ki:
(Öyle birinin şefaatini [ricasını, af talebini] kabul ettim ki, yer ile göğün yerini değiştir diye, Allah’tan istese, Allahü teâlâ bunu kabul edip değiştirir. Yahut “Yâ Rabbi bu ümmetin hepsinin günahlarını affet!” dese, affeder.) [Mesabih]
Resulullah’ın yanına bir cenaze getirildi. Namazını kılmayıp, (Bu adam Osman’a düşman idi. Onun için, Allahü teâlâ da, buna düşmandır) buyurdu. (Tirmizî)
Peygamber efendimiz, Ebu Musa Eşari’ye, (Kapıdan girenleri Cennetle müjdele!) buyurdu. Hazret-i Ebu Bekir ile Hazret-i Ömer girdi. Kapı tekrar çalınınca, (Kapıyı aç! Gelenin cennetlik olduğunu müjdele! Başına belâlar geleceğini de söyle!) buyurdu. İçeri giren Osman idi. (Buharî)
Cennetle müjdelenen on sahabi şunlardır:
(Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Abdurrahman b. Avf, Sad b. Ebi Vakkas, Ebu Ubeyde b. Cerrah ve Said bin Zeyd)[Tirmizî]
Mezhepsiz S. Kutup, işte böyle büyük bir zata saldırmaktadır. Hazret-i Osman’a karşı bunu savunmak ne büyük gaflettir!
.
Milli Fikir Yayınları : 1
SEYYİD KUTUP
MEZHEPSİZ Mİ?
Neşre Hazırlayan:
Mehmet Ali Demirbaş
Versiyon:1.01
Milli Fikir Kulübü
ÇORUM
"Seyyid Kutup Mezhepsiz mi? Kitabının yayın hakkı Milli Fikir Kulübüne aittir. Mehaz gösterilerek iktibas edilebilir."
Dizgi-Baskı
Murat Matbaacılık Koll. Şti.
İSTANBUL – 1978
www.mezhepsizler.com
info.mezhepsizler.com
SEYYİT KUTUP MEZHEPSİZ Mİ?
Bu kitapta Seyyid Kutub’un masonlara nasıl maşalık yaptığını, başta Eshâb-ı kirâm olmak üzere ehl-i sünnet büyüklerine nasıl dil uzattığını, Kur’ân-ı kerimi kendi kafasına göre nasıl tefsir ettiğini, İbni Teymiyyeci ve mason Abduhcu mezhepsiz bir sosyalist olduğunu bir lâboratuar kat’iyetiyle isbat ediyoruz. Seyyid Kutub’un kitapları, mezhepsiz Mevdûdî'nin kitapları gibi Türkçeye tercüme edilirken galiz hataların çıkarıldığına şahit olduk.
Türkçe tercümelerinde bile ne zehirler bulunduğunu okuyuculara isbat için Türkçe tercümelerini sayfa numaraları vermek suretiyle nasıl din düşmanlığı yaptığını göstermek istiyoruz.
Bekir Sadak isimli birisi tarafından tercüme edilerek CİHAN SULHU VE İSLÂM ismi verilen kitâba bir bakalım. Seyyid Kutub, diğer mezhepsizler gibi bütün kitâplarını nakil esası üzerine değil, mutlak müctehid usûlü ile Kur’ân-ı kerîm’den ve hadîs-i şeriflerden kendi kafasına göre manalar çıkarıp yeni din kaideleri koymaktadır. Evet Cihan Sulhu ve İslâm isimli kitâba göz atıyoruz:
“Devletçiliğe delince, bu sahada yapılan çalışmalar henüz pek azdır, cılızdır. Ve İslâm’ın bu tarafı gereği kadar açıklanmamıştır.” C. SULHU S. 13
Bu cümle ile İslâm’a ve İslâm âlimlerine iftira edilmiştir. Bugüne kadar hiçbir İslâm âlimi devletçiliği gereği gibi açıklamamış da Seyyid Kutub açıklıyormuş sanki Allahü teâlâ bugüne kadar devletçiliği açıklayan ve bu sahada çalışma yapan âlim ve halife yaratmamış. Başta dört halife olmak üzere, Emevî, Abbasî ve Osmanlı Halifeleri dinimizi bin küsur yıl idare etmiş,mezheb imamları ve diğer İslâm âlimleri vasıtası ile dinimiz açıklanmış, kanunlar, fetvalar hazırlanmıştır. Geçen asır yapılan MECELLE ise o kanunların, toplanmış şeklidir. Bir akâid kâidesidir ki, İslâm âlimlerini küçümsemek, kötülemek küfürdür. İslâm kâmil bir nizamdır, asr-ı saadetten beri tatbik edilegelmiştir. Çalışma yapılmamış, açıklanma yapılmamış demek, İslâm kâmil olarak hayat sürmemiş, kâmil âlimler gelmemiş demektir.
Seyyid Kutup, sosyalist hümanistliğine dayanarak diyor ki:
“İslâmiyet diğer dinlere nefret manasını taşıyan dinî taassubu asla kabul etmez.” C.SULHU S. 22
İslâm’dan başka olan hıristiyanlık ve yahudilik gibi din mensubu kâfirleri sevmemek, taassup olarak gösterilmektedir. Halbuki Allah dostlarını dost, Allah düşmanlarını düşman bilmek her müslümana farzdır.
Evet Hümanist ve sosyalist yazar Seyyid Kutup diyor ki:
“İslâm, bütün insanlığı birbiriyle yardımlaşan bir tek birlik sayar. Hattâ İslâm’a göre bütün insanlar yek diğerine yakın bağlarla bağlı olan bir ailedir. Allah’ın adâletinden eksiksiz faydalanma babında, ırk, renk ve din ayırımı yapmadan bütün beşeriyete mutlak adâleti vâdeder.” C.Sulhu S.23
İslâm’a göre kâfir müslüman bir âileymiş Bugüne kadar hangi İslâm âlimi böyle bir ifadede bulunmuştur? İnsanların kardeş olduğunu masonlarla hümanist sosyalistler söylemektedir. Dinimiz “Ancak müslümanların kardeş” olduğunu bildirmiştir. Evet dinimizde ırk ve renk ayırımı yapılmaz ama, DİN ayırımı yapılır. Müslümana, Zimmîye ve kâfire ayrı ayrı muamele ile emredildik. Müslümandan öşür ve zekât alındığı halde kâfir olan Zimmîden zekât değil, harac ve Cizye alınır. Müslüman zekât vermeye, namaz kılmaya cebredilir, fakat kâfirler zorlanamaz. İslâm âlimlerinin bu hükümleri mevcutken Seyyid Kutub hiç birisine iltifat etmeyerek kendi başına din kaideleri koymaktadır.
Allahü teâlâ buyurdu ki:
“Allah’ın dinini yaymak için, malları ile canlarını fedâ ederek din düşmanları ile cihad edenler, evlerinde ibâdet edenlerden daha üstündür.” Nisâ Suresi 95. Âyet-i kerime.
Allahü teâlâ böyle buyururken Mısırlı sosyalist de şöyle zırvalıyor:
“İslâm hiçbir zaman harbden gayesi zorla müslümanlığı insanlara kabul ettirmek değildir.” C. SULHU S. 32
Seyyid Kutub bu fikirlere delil olarak hangi İslâm âlimini gösterecek diye bir sual sormayın. Delil olarak Sir T. D. Arnold isimli bir ecnebinin kitabından pasajlar veriyor. Bakınız: C. Sulhu S. 32
Seyyid Kutub (Fizılâl) kitâbında ise mezkûr âyet-i kerimeyi açıklarken, harbin, cihadın Allah nizamını beşeri hayata hâkim kılmak için yapılmasının gerektiğini yazmak mecburiyetinde kalmış, böylece riyakârlığı meydana çıkmıştır. (Fizılâl) de de “İslâm kendisine inanmıyanları zorla davet etmez” diyor. Bir taraftan dine davet için savaş yapılmasını söylüyor. Az sonra da savaşla, zorla dine davet olmaz diyor.
Yine Allahü teâlâ buyurdu ki:
“Hak din olan İslâm’ı kabul etmeyen kâfirlerle cizye vermeyi kabul edinceye kadar veya Hak dini kabul edinceye kadar onlarla harb edin.” Tevbe Suresi, âyet-i kerime 29
Dinimiz kâfirleri müslüman yapmak için cihadı emrettiği için, Eshâb-ı kirâm yer yüzüne dağılıp ölünceye kadar cihad ettiler. İstanbul’u fethetmek için kaç kere sefer yapılmıştır. Seyyid Kutub’a göre ise bütün insanlar birbirleriyle kardeştir, nasıl olur da zorla harb edilir? Kâfirleri müslüman yapmak için yapılan cihad barbarlıktır.
Seyyid Kutub, Nisâ Suresi’nin yüzüncü âyet-i kerimesini ehl-i sünnet âlimleri gibi tefsir ederek diyor ki:
“Kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde genişlik ve bereket bulur, yolda ölürse Cenâb-ı Hak bol bol mükâfat verir.”
Bu ifade muteber tefsirlere uygundur. Kâfir memleketlerinde kalan müslümanların İslâm memleketine hicret etmelerinin vacip olduğu açıklanmaktadır. Cihad, müslüman devletin, ordusu ile o günkü en yeni silâhlarla kâfirlerle savaşması demektir. Bir hizbin, bir derneğin, bir partinin veya masonların kontrolü altında çalışan İHVAN-I MÜSLİMİN isimli fitne şebekesinin hükûmet kuvvetlerine karşı ayaklanması ihtilâl düzenlemesi değildir. Seyyid Kutub, ileride inşaallah göreceğiz, birkaç müslümanı devamlı ihtilâle ve devlet kuvvetleriyle savaşmaya davet etmektedir. Bir memlekette müslümanlar kuvvetli ise zaten idareye hakim olur. Değilse, Seyyid Kutub gibi hareket ederek kendisiyle birlikte lider durumundaki müslümanların kanına girmek cihad değil fitnedir. Şayet o devlette yaşayamıyorsa hicret etmesi dinimizin emrettiği bir yoldur.
Kâfir memleketindeki müslümanlar, nasıl cihad edecektir? Polisi jandarmayı öldürmekle, kilisedeki putları yıkmakla cihad olmaz. Kâfir kanunlarının müsaade ettiği ölçüde din bilgilerini her tarafa yaymak, İslâm’ın ehemmiyetini herkese anlatmak, mücahid genç ve ihtiyar sayısını günden güne çoğaltmakla gerekli cihad yapılmış olur.
Seyyid Kutub bir taraftan müslümanlar ihtilâlci olur, ihtilâlle başa geçer derken, bu kitabında da şöyle demektedir:
“İktidara geçmek isteyen, ancak bir tek yoldan bu makama ulaşır: Halkın mutlak arzusu ile, hür seçim yolu ile” C. Sulhu S. 119
Tabiî hiçbir delil göstermemektedir. Veya Kûr’an-ı kerîm’den kendi anladığı manaları yazmaktadır. Ehl-i ilim bilir ki Ebubekir-i Sıddık radiyallahü anh, tayin suretiyle Ömer radiyallahü anh’ı halife seçmiştir. Hazret-i Ömer radiyallahü anh da Halife seçimini altı kişilik bir şûraya havale etmiştir. Hazret-i Osman radiyallahü anh’ı da bu altı kişilik şûra seçmiştir. Ondan sonra biatler yapılmıştır. Ancak dinimizde Mevdûdî’nin ve Seyyid Kutub’un bildirdiği gibi hür seçim yolu, modern seçim yolu yoktur. Dinimizde insanlar eşit olmadığı gibi müslümanlar da kendi aralarında bile eşit değildir. İmâm-ı Gazâlî’nin re’yi ile dağdaki çobanın veya evdeki kocakarı re’yi eşit değildir. Herkesle iştişare edilmez. Ancak ilim ehliyle, bilenler ile iştişare edilir. Mezhepsiz Mevdûdî, daha önce de açıkladığımız gibi, HİLAFET VE SALTANAT isimli kitabında “Bugünkü modern usulle seçim yapılsaydı, Hazret-i Ali kazanırdı” diyor. Zaten İbn-i Teymiyyeci bütün mezhepsizler Seyyid Kutub gibi hür seçim yolundan bahsetmektedirler.
Seyyid Kutub iştişareye bile herkesin iştirak etmesini isteyerek şöyle diyor:
“Meşveretin icabı, insanların işlerini tedbir ve idare hususunda hepsinin iştirakinden ibarettir.” C. Sulhu S. 120
Âlim, cahil, sâlih, fâsık ayırt etmeden, eşitlik esası üzerine herkesi davet et. Bu sapık fikri de İslâm’a mal et.
Bilindiği gibi Seyyid Kutub önceleri sosyalist idi. Ancak bir kimsenin öncelerinin sosyalist olması onu kınamayı gerektirmez. Fakat Seyyid Kutub, dinimizi sosyalist açıdan anlatmakta, marksistliğin tesirinden kurtulmadığı ve hâlâ sosyalistliğinin devam ettiği görülmektedir. Zekât mevzuunda ise marksistliğini gizleyememektedir.
Zekât nedir? Zekât, malın belli bir kısmını Kur’ân-ı kerîm’de bildirilen yedi sınıf müslümana vermektir. Hanefi mezhebinde ise bu yedi sınıftan bir sınıftaki müslümana vermekle de farz yerine gelmiş olur. Zenginin zekâtını, fakirin eline vermesinin lâzım olduğunu bütün ehl-i sünnet âlimleri bildirmektedir. Meşru hükûmet, yani şer’i hükûmet fakirin vekili olarak zekâtı alır, fakirlere dağıtır.Hükûmet aldığı zekât parası ile yol köprü yaptıramadığı gibi hiç bir hayır kurumuna da veremez. Zekât yalnız yedi sınıf insanın hakkıdır. Kur’ân-ı kerim’de bildirilen bu hakkı hiçbir mezhepsizin değiştirmeye hakkı yoktur.
Hadis-i şerifte zekâtın fakir akraba varken başkalarına verildiği takdirde, zekâttan sevap alınamıyacağı, makbul bir zekat verilmiş olmayacağı bildirilmektedir.
Hal böyle iken marksist ruhlu Seyyid Kutub çıkıyor şöyle diyor:
“Şurası bir gerçektir ki, ZEÂT adını taşıyan bu vergiyi, her vergiyi tahsil ettiği gibi, ancak devlet tahsil eder. Ve yine cemiyetin ihtiyaç ve şartlarına göre değişebilen belirli bir usûl dahilinde sarfedilmesi ile vazifeli olan da devlettir.” C. Sulhu S. 152
Zekât, yedi sınıf insanın ve fakirin hakkıdır. Cemiyetin ihtiyaçlarına sarfedilemez. Sarfedilmesi dört hak mezhebe aykırıdır, mezhepsizliktir. Hazret-i Ebu Bekir-i Sıddîk radiyallahü anh, zekât vermeyenlerden zorla almak istediği ve alınacak zekâtın da Kur’ân-ı kerîm’de bildirilen yedi sınıf müslümana verileceği bildirilmektedir
Sosyalist Kutub’un şeriatı tahrif edici ifadesi de şöyledir:
“Yine devlet, ordu kurmak ve onu silahlandırmak için, az olsun, çok olsun, her servetten % 2,5 nisbetinde bir vergi alınmasını mecburî kılan bir kanun va’zetse ve bu vergiden gelen varidatı umumî sarfiyat bölümlerinden askerin masrafına tahsis etse, vay efendim, asker dilencilik etme durumuna düşürüldü, şan ve şerefi ayaklar altında çiğnendi mi denecektir?” C. Sulhu S. 152-153
Dinimizde yeni kanunlara ihtiyaç yoktur. Hangi servetten ne miktar zekât, öşür alınacağı bellidir. Bir kere mezhep imamlarımızın bildirdiğine göre her servetten zekât alınmaz. Her servetin bir limit noktası vardır. Az olsun çok olsun denemez. Şeriat ve mezhep imamları bu ölçüyü koymuştur. Hiçbir devlet bu ölçülerin dışına çıkamaz. Havaciyeyi asliye denilen ihtiyaç eşyası zekâta tâbi değildir. Zekât her servetten % 2,5 alınmaz. Saime hayvanların zekâtı verilir.Yük taşımak için, yün için beslenen hayvanların zekâtı verilmez. Deve zekâtı beşte birdir. Yani % 20’dir. Sığır zekâtı otuzda birdir. Fakat otuzdan miktar arttıkça verilecek zekât durumu da değişmektedir. Koyun zekâtı kırkta birdir. Koyunun miktarı arttıkça nisbet de değişmektedir. At hayvanı için nisap yoktur. Her at için bir miskal altın verilir.
Belli bir kilodan sonra öşür vermek farz olur. Hayvan gücü, dolap vesaire ile sulanan arazilerde öşür %5 iken salma su ile sulanan arazilerde öşür %10’dur. Seyyid Kutub’un dediği gibi her servetten % 2,5 alınmaz. Şeriatın bildirdiği hudutlardan dışarı çıkılmaz. Seyyid Kutub mezhep imamlarının bildirdiği hükümleri şeriat kabul etmeyip kendi aklını şeriat kabul ettiği için böyle saçmalamakta, az olsun, çok olsun her servetten % 2,5 vergi alınmak için kanun konabileceğinden bahsetmektedir. Şeriat, binek için olan, yük taşımak için olan hayvanını zekâtı olmaz derken Seyyid Kutub her servet tabirini kullanmaktadır. Sonra İslâm nizamında kanunlar va’zedilmez. Bütün kanunlar Allahü teâlâ tarafından va’zedilmiş olup, ehl-i sünnet âlimlerince de açıklandığı için yeni bir kanuna, Seyyid Kutub’un dediği gibi % 2,5’luk bir vergiyi mecbur kılacak bir kanuna ihtiyaç yoktur. Şeriat hükûmeti mevcut şeriat kanunlarını tatbik etmekte yükümlüdür.
Yine C. Sulhu kitabının 153. sayfasında aynı hezeyanı savurmakta, “Zekât bir elden çıkıp diğer ele geçen ferdî bir ihsan ve sadaka değildir. Eğer bugün bazı kimseler, mallarının zekâtını bizzat kendi elleriyle ayırıp yine kendi elleriyle dağıtıyorsa, bu İslâm’ın farz kıldığı bir şekil ve nizam değildir.” Diyebilmektedir. Halbuki yeminle bildirilen Hadîs-i şerifte fakir akraba varken başkalarına verilen zekâtın makbul olmayacağı bildirilmektedir. Müslüman bir kavim zekâtını vermezse şeriat hükûmeti, bunu zorla alır, fakirlere verir. Eğer halk zekâtını veriyorsa devlet bunu alamaz.
Seyyid Kutub, C Sulhu kitabının 149. sayfasında zekâtı verilmiş olan malın tevadülden çekilmesini, saklanmasını suç kabul etmektedir. Halbuki zekâtı verilmiş olan mal ne kadar saklanırsa saklansın sahibine zarar vermez. Hadika’da bildirilen Hadîs-i şerifte “Mallarınızı zarardan zekâtını vermek suretiyle koruyoruz.” buyurulmaktadır. Yine Hadîs-i şerifte“Zekâtı verilen mal, saklanmış mal sayılmaz” buyurulmuştur. Bu hadîs-i şerif Menavi’de zikredilmektedir.
Seyyid Kutub şeriat dışı bu saçmasına delil olarak şöyle bir hadîs-i şerif yazmıştır:
“Para ve külçe halinde altın ve gümüş toplar da, onu alacaklısına vermek üzere hazırlamaz ve Allah yolunda sarfetmezse, topladıkları kıyamet gününde kendisinin dağlanacağı biriktirilmiş mal olur.”
Hadîs-i şerife kaynak göstermediği için ifadenin bu şekil olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak bu hadîs-i şerif de kendi aleyhinedir. Şöyle ki, Hadîs-i şerifte şöyle denilmektedir: Bir insan parasını toplar da alacaklısına vermezse, Allah yolunda sarf etmezse yani Allah’ın farz kıldığı zekâtı vermezse, Allah’ın farz kıldığı Hacca gitmezse, toplanılan mal biriktirilmiş mal olur. Hadîs-i şerif’ten de anlaşılacağı üzere zekâtı verilen mal biriktirilmiş mal değildir. Zaten bu manadaki hadîs-i şerifi de yukarıda zikrettik. Tabii hadîs-i şerifi kendimiz açıklamadık. İslâm âlimlerinin kitaplarından aldık. Yukarıda Menavi’de bildirilen hadîs-i şerif Taberani’den alınmıştı.
Şeriatın emirlerinin kanun şeklini aldığı Mecellede, Dürrülmuhtarda ve hadîs-i şerifte, bir kimsenin şahsi malının onun rızası olmadan alınamıyacağı, kullanılamıyacağı bildirilmektedir. Fakat Marksist ruhlu Seyyid Kutub yine C. Sulhu kitabında şöyle demektedir:
“Devlet şahsi mülkiyetten ihtiyacını gerektirdiği kadar iade etmemek üzere alır ve toplumun umumî ihtiyaçlarına sarfeder.”
Halbuki şeriat hükûmeti, tebaasındaki müslüman ve zımmîlerin mal, can ve ırzlarını korumakla vazifelidir. Şahsî mallarını almaya hakkı yoktur. Devletin umumî ihtiyaçları ancak Beytülmal’dan sarfedilir. Bu bakımdan Beytülmal har vurup harman savurulmaz, kaynakları kurutulmaz. Ondan tüyü bitmemiş çocuğun hakkı vardır. Beytülmal ile sosyalist devlet hazinesi bir değildir. Halkın elinden şahsî malını almak bâtıl sistemler içerisinde sadece komünizmde vardır. Seyyid Kutub’un kapitalizm düşmanlığı komünizm hayranlığını doğurmuş demek...
Seyyid Kutub hiçbir muteber İslâm âliminden nakil yapmadan kendi kafasına göre yazıyor. Sonunda da şöyle diyor:
“İşte İslâm budur.” C.Sulhu S. 150
Seyyid Kutub, 149. ve 150. sayfalarda şahsî mülkiyetin sınırsız bir hak olmadığından bahsederek devletin tasarruf hakkının daima mahfuz bulunduğunu zikretmektedir.
Komünistler gibi devamlı şahsî mülkiyete devletin el koyabileceğinden bahsetmektedir. Şeriat hükûmeti, gayrî meşru kazançları bile sömürücünün elinden aldıktan sonra, sahibini bulup ona vermek mecburiyetindedir. Sen bunu gayri meşru kazandın diye önüne gelenin malın alıp sağda solda ve sahibini araştırmadan, millet menfaatinde kullanamaz.
İslâm nizamında zalim olan hükûmete bile isyan edilmez. Hadîs-i şeriflerde şöyle buyuruldu.:
“Emire isyan eden kimseye Cennet haramdır.”
“Başınızdaki emir, Habeşi köle de olsa itâat ediniz.”
“Âdil olsun, zâlim olsun, her emîrin emri altında cihad edin.”
“Fâsık, fücur, her imamın –her emirin- arkasında namaz kılın.”
Son hadîs-i şerifi Ebussuud Efendi, şöyle açıklamaktadır. Devlet reisi fâsık da olsa, zâlim de olsa fitneye sebep olmamak için onun arkasında Cuma namazı kılın. Mahalle imamları fâsık ve zalim olurlarsa onların arkasında namaz kılınmaz.
Emir fâsık olursa, zulm yaparsa ona isyan etmek, ihtilâl yapmak caiz değildir. Şeriatın bildirdiği şekilde emr-i ma’ruf yapılır. Emr-i ma’rufu yapmak ise her müslümana vacipdir.
Hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
“En kıymetli cihad, zâlim sultan karşısında, hakkı söylemek, doğru yolu göstermektir.”
Bu İslâm nizamındadır. Küfür nizamında emr-i ma’ruf yapıyorum diye her önüne gelen, küfrün kanunlarını çiğneyerek devlet reislerine hakkı tavsiye etmeye kalkması fitnedir. Küfrün kanunlarının boşluk noktalarından istifade ederek hakkı tavsiye etmek ise cihaddır.
Hal böyle iken Seyyid Kutub, C. Sulhu kitabının 163. sayfasında İslâm’da ihtilâl ruhunun bulunduğunu, yani müslümanların haksızlık ve zulüm karşısında ihtilâl yapmalarının gerektiğini belirterek şöyle söylemektedir:
“Bu ihtilâlin muvaffak olmasını sağlamak için, müslümanlara cihadı farz kılması da zarurî idi.”
Zarurî olan burada kimdir? Elbette cihadı farz kılan Allahü teâlâ. Hâşâ Allahü teâlâ’nın hiçbir iyiliği emir, kötülüğü nehyetmesi zarurî değildir. İhtilâlde muvaffak olmak için cihadın farz kılınması zarurî imiş. Allahü teâlâ cihadı farz kılmazdı da başka yollardan kâfirleri müslüman edemez miydi? Allahü teâlâ’yı bir şeyi yapmaya mecbur kılmak, zarurî kılmak küfürdür.
Seyyid Kutub, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Efendimizin kâfirlerle yaptığı anlaşmaları unutarak şöyle demektedir:
“İslâm, yeryüzünde zulmeden hiçbir kuvvetle mütareke yapmaz, yapmamakla mükelleftir.” C. Sulhu S. 165
Şu kâfirlerle ittifak edeyim de öbür kâfiri yeneyim. Bilâhire bu kâfiri de yenmeye çalışırım demek, Seyyid Kutub’a göre caiz değildir. Hatta yakında Türkiye’ye gelen Muhammed Kutub, İslâmî olan bir partinin gayrî İslâmî olan partilerle koalisyon yapması caiz değildir diye fetva verip gitmiş. Kutublar gibi sosyalist ve mezhepsiz kargaları kılavuz yapanların burunları pislikten kurtulmaları mümkün mü?
Seyyid Kutub da diğer mezhepsizler gibi kitaplarının çeşitli yerlerinde İslâm düşüncesi tâbirini kullanmaktadır. Meselâ C. Sulhu’nun 167. sayfasında da bu tâbiri kullanmaktadır.
Dikkat edilmişse bütün mezhepsizler, İslâm düşüncesi, İslâm nazariyesi, İslâm teorisi, faiz nazariyesi gibi tabirler kullanmakta ve kitaplar yazmaktadırlar.
İbn-i Teymiyyeyi büyük bir âlim olarak gören Diyanet Reisi bile Kur’an’da evrim teorisinden bahsetmektedir.
Düşünce, nazariye, teori gibi ifadeler şüpheyi gerektirir. Mutlak bir hükmü belirtmez. İslâm ise kesin hükümdür. Faiz nazariyesi değil, faiz hükmü denir. İslâm düşüncesi denilmez, İslâm şeriatı gibi kesin bir ifade kullanmak gerekir.
Mezhepsizlerin tesiri altında kalan birçok müslüman gazetecilerimiz bile İslâmî görüş tabirini kullanmaktadırlar. İslâm’da görüş yoktur. İslâm’da hakikat vardır, kesin hüküm vardır.
Seyyid Kutub, C. Sulhu kitabının 179. sayfasında şer kuvvetlerle karşılaşınca tek başına bunlarla savaşmak gerektiğini yazmaktadır. Hep mi savaşacağız? HENDEK harbinde olduğu gibi hiç mi siperlenmiyeceğiz? Yenilmiyeceği oldukça belli olan bir şer kuvvetin üstüne gitmek, kendini tehlikeye atmak demek değil midir? Âyet-i kerime ile bu yasak edilmemiş midir? Bir kişisin, bin kişinin üzerine git, öldürüldükten sonra da bu ahmağa şehit ünvanını ver, hangi kitapta var bunun yeri?
Seyyid Kutub, maalesef bunu yapmıştır. Filizlenen islâmî hareketin tamamen söndürülmesine sebep olmuştur. Mısır’a gidenler bunun acı izlerini görmüşlerdir.
Hadîs-i şeriflerde şöyle buyuruldu:
“Fitne uykudadır, uyandırana lânet olsun.”
“Zâlimin zulmünü değiştiremeyen, oradan hicret etsin.”
Fitne çıkarmaya cihad demek, hicrete ise firar demek, mezhepsizlerin taktiğidir. Fitne çıkarmanın adam öldürmekten daha büyük günah olduğu Kur’ân-ı kerîm’le sabittir. Hicret ise sünnettir. Sünneti küçümseyen ise kâfirdir.
Seyyid Kutub bu sapık fikirlerini sadece C. Sulhunda değil, bütün kitaplarında yazmaktadır. Şu anda elimizde İslâmî Etüdler isimli bir kitabı var. Hasan Beşer isimli birisi tarafından tercüme edilmiş, ikinci baskısından bazı pasajlar verelim:
“Diktatörlerin ve taşkınların yüzüne durarak haykırmayanlar, ya bir büyük günah işliyorlar, ya münafık oldukları için böyle davranıyorlar.” İ. Etüdler S. 34
Zaman ve zemin icabı zalim bir hükümdara haykırmamanın büyük bir günah olduğu veya münafıklık olduğu hangi muteber kitapta yazılıdır?
İslâmiyet ne değilmiş, bakalım Seyyid Kutub ne diyor:
“Dualar mırıldanmak, tesbih tanelerini şıkırdatmak, Aman Allah’ım sen koru, sözlerine dayanmak, gökten hayır, doğruluk, hürriyet ve adalet yağacağına güvenmektir.” İ. Etütler S. 35
Tekrar edelim, neler İslâmiyet değilmiş:
1- Dua etmek 2- Tesbih çekmek 3- Aman Allahım sen koru sözlerine dayanmak 4- Yapılan dua vasıtası ile gökten hayır vesaire yağacağına güvenmek.
1- Allahü teâlâ ve Peygamber aleyhisselâm duayı emrediyor. Seyyid Kutub bunlarla alay ediyor. Halbuki dua mü’minin silâhıdır. Dua hakkında dinimizin emri şudur:
“İslâm âlimlerinin çoğuna göre duayı inkâr eden kâfir olur.” Feteva-i Fıkhiyye S.149
2- Âyeti kerime ve hadîs-i şerîflerle tesbih çekmek hem emrediliyor, hem de övülüyor. Tesbih söylemek için çekilen tesbih aleti ise sünnettir. Şıkırdatmak tabirini kullanarak, sünnet olan tesbihle alay ediyor S. Kutub. Halbuki sünnetle alay küfür değil midir?
3- Aman Allah’ım sen koru sözlerine dayanmak Allahü teâlâ’nın emridir. Allahü teâlâ’nın emri ile alay etmek küfürdür.
4- Yapılan dua vasıtası ile gökten hayır yağacağına güvenmek, tevekkül etmek müslümanlık değilmiş. Allahü teâlâ dilerse gökten rızık da yağdırır, hayır da yağdırır, mezhepsizlerin başına taş da yağdırır. Asıl mutlaka yağmayacağına (Allahü teâlâ’nın yağdıramayacağına) inanmak küfürdür.
Seyyid Kutub, diyor ki, duayı falan bırakın, şöyle tedbir alın, böyle çalışın, işte o zaman mücadeleyi kazanırsınız. Tedbir almak, öyle çalışmak, sebeplere yapışmak dinimizin emridir.Ancak bunları kâfirler de yapmaktadır. Biz müslüman olarak hem tedbir alacağız, sebeplere yapışacağız, hem de dua ve tevekkül edeceğiz. Dua eden bir kimsenin tevekküle inanan şahsın tedbir almayacağını söylemek ahmaklıktır. Dua edip de hiç sebeplere yapışmayan olur mu?
Kırkyedinci sayfada ise İslâmiyetin, cemiyetin fertleri arasında hiçbir fark gözetmeden hepsine aynı eşit hakkı teminat altına almasını emrettiğini yazıyor. Daha önce de yazdığımız gibi İslâm herkese aynı gözle bakmaz. Müslümana baktığı gibi kâfire bakmaz.
İctimaî ahlâk eğitiminde yüce ve ilgi çekici idealin ne olduğunu sorduktan sonra şöyle diyor:
“Bazıları bunu milliyetçilik onuru, bazıları da insanî kardeşlik olmasını düşünürler. Her ikisi de saygı değer yüce idealistlerdir.” (i. Etütler S. 61)
Acaba milliyetçilik onuru Seyyid Kutub’un dediği gibi yüce bir ideal midir? İnsanî kardeşlik mi yoksa İslâmî kardeşlik mi? Yazının devamında ben şu ideali tercih ederim diyor. O sevginin ne olduğuna baktık.Allah uğrunda sevgi imiş. Allah uğrundaki sevgi ne ile mukayese kabul eder ki? Ben ikinciyi tercih ederim diyor.
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı kerîm’inde Hak dinin, doğru dinin ancak İslâm dini olduğunu beyan ederken içtimaî tesanüdün tahakkuku için diğer dinleri de İslâm dîni seviyesine çıkarmaktadır:
“Arap ülkelerindeki içtimaî tesanüdü tahakkuk ettirmek için dini inançları ahlâki eğitimin esas kaidesi olarak, almaya azmettiğimiz zaman bu ülkelerde revaçta olan –yalnız İslâm değil- bütün dinlerin bize yardımcı olacaklarını göreceğiz.” İ. Etütler S. 63
Kutub, bu cümlesinde ne diyor? Dinî inançları, ahlâki eğitimin esas kaidesi olarak aldığımız zaman, bize yalnız İslâm değil diğer dinler de yardımcı olacaktır, diyor. İçtimaî tesanüdün tahakkuku için İslâm kâfi gelmiyormuş gibi diğer dinleri de zikretmektedir. Hak olan İslâm varken, bâtıl olan dinlerden nasıl yardım beklenir ki? Hakk’ın kâfi gelemiyeceğini mi zannetmektedir?
Bilindiği gibi komünizm de mal, cemiyetin mülküdür. Dinimizde ise şahsî mülkiyet vardır. Herkes mülkünün sahibidir. Ancak şahsın, zekâtı ve uşuru Cenab-ı Hakk’ın gösterdiği yerlere, bildirdiği kadar, verme mecburiyeti vardır. Bunun dışında kimseye sadaka vermek, ödünç vermek mecburiyetinde değildir. Ama sevap kazanmak isteyen dilediği yerlere dilediği kadar hayır vermekde serbesttir. Hal böyleyken Seyyid Kutub, müslümanlığı komünistlik sanarak şöyle diyor:
“Aynı zamanda, mal cemiyetin mülkiyetinde olduğundan ve ferdin vazifesi ondan yararlanmaktan öte gitmediğinden, cemiyetin başka fertlerinin de bu mala ihtiyacı olduğundan yahut yararlanmak istediklerinde içtimaî tesanüdü tahakkuk ettirmek bakımından ferd onlara faizsiz borç vermekle mükelleftir.” İ. Etütler S. 74
Seyyid Kutub bu cümlesinde neler söylüyor?
1- Mal cemiyetin mülkiyetindedir demekle komünistler gibi şahsî mülkiyeti yani özel serveti kabul etmemektedir.Etmiş olsa idi, mal cemiyetin mülkiyetindedir diyemezdi.
2- İçtimaî tesanüdü tahakkuk ettirmek için zenginler fakirlere borç para vermekle mükellefmiş.
Dinde kaide koymak yalnız Allahü teâlâ’nın hakkıdır. Ondan sonra Allahü teâlâ’nın emirlerinden kaide çıkaran da Peygamber aleyhisselâmdır. Ondan sonra da Kitap ve Sünnetten hüküm çıkaranlar müctehid imamlardır. Kitapta, Sünnette ve Kıyas-ı fukahada kimsenin ödünç verme mecburiyeti yoktur. Bir ferdi ödünç vermeye mecbur etmek, zulüm olur, gasb olur.
İçtimaî tesanüdü tahakkuk için ödünç verme mecburiyeti koymak hangi dinde vardır ki? Allahü teâlâ’nın emrine uyulduğu kaidelere uyulduğu zaman içtimaî tesanüd tahakkuk etmiş olur. Dinimizin koyduğu kaideler ne eksiktir, ne de fazla... Oturup roman yazar gibi kitap yazılacağına senet âlimlerin koyduğu kaideler nakledilmiş olsaydı ne kadar isabetli olurdu. Öyle âlimlerden nakil Seyyid Kutubun onurunabyakışır mı? Onlar âlimse Seyyid Kutup da âlimdir. Aklına geleni yaz. Dine uymuş uymamış orası mühim değil, sosyalistliğe ve hümanistliğe uysun gerisini boşver. Böyle bir zihniyetle kitap yazılırsa bu elimizdeki kitaplar gibi olur.
Zekât, malın belli bir kısmını Cenab-ı Hakk’ın bildirdiği yedi sınıf müslümana vermektir.Mezhebimizde bu yedi sınıftan yalnız birisine de verilebilir. Zengin zekâtını fakirin eline vermesi lâzımdır. Zenginin fakiri görmesi de lâzımdır. Bütün mutemed din kitaplarında böyle yazmaktadır. Uşurları ve diğer üç çeşit zekât malını meşru olan hükûmet alır. Fakat hükûmet de bu zekât paralarını sağa sola harcayamaz, yol, köprü yaptıramaz. Aldığı zekâtı yalnız fakirlere dağıtır.
Seyyid Kutub ise yukarıda bildirdiğimiz İslâm âlimlerinin hükümlerine ters olarak kendi kafasına göre her çeşit zekâtı devlete aldırıyor sonra da şöyle diyor:
“Zekât, elden ele verilen ferdi bir bağış, faziletlinin muhtaca uzattığı bir yardım değildir.” İ. Etütler S. 75
Bir zengin, zekâtını hadîs-i şerifte ve fıkıh kitaplarında bildirildiği şekilde, fakir akrabasının eline verse, Seyyid Kutub’a göre bu şeriata uygun değildir. Dinimizin koyduğu hükmü beğenmeyene ne denir?
Seyyid Kutub da diğer mezhepsizler gibi, dinimizi vahy-i ilâhi olarak kabul edemiyor, kesin hükümler topluluğu olarak inanamıyor. Dinimizi bir teori olarak kabul ediyor. Bilindiği gibi teori veya Arapçası nazariye demek, henüz kesin olmayan, düşünce alanında kalan bilgi demektir. Piyasada bile mezhepsizler tarafından yazılmış, Faiz Nazariyesi, İslâm Nazariyesi gibi kitaplara rastlanır. Sayın Süleyman Ateş bile, evrim nazariyesinin Kur’an-ı kerîm’de bulunduğunu iddiâ etmektedir. Hâşâ Kur’an-ı kerîm’de nazariye olduğu Diyanet Reisi gibi ehil(?) bir kimse tarafından da söylenmiş olması mezhepsizler için kâfi delil olamaz mı? İslâm nazariyesi, İslâm sosyalizmi, İslâm faşizmi, İslâm Felsefesi gibi terimler mazaallah dinimizde şüpheyi gerektiren ifadeler olduğu için İslâm Şeriatına sıkı sıkıya bağlı ehl-i sünnet mensupları tarafından kullanılmamaktadır.
Seyyid Kutub İslâm’a nazariye dediği gibi diğer bâtıl sistemleri de kuvvetli nazariye olarak vasıflandırmaktadır. Yani bâtıl sistemler de nazariye, İslâm da nazariye. Hiç İslâm dini bâtıl nazariyeler ile mukayese edilebilir mi? Mezhepsizler diyorlar ne dersiniz?
Evet Seyyid Kutub’un, İslâm’ı nazariye, insan düşüncesi zanneden cümleleri şöyledir:
“Bugün onları Peygamber (S.A.)’in zamanında yapmış olduğu şekilde, kısa ve mufassal bilgilerle İslâm’a davet etmemiz asla kifayet etmez. O devirde bugünkü gibi İslâm nazariyesi karşısında duran teferruatlı içtimaî nazariyeler yoktu.” İ. Etütler S. 82
Bu cümlede kaç tane azim hata vardır?
1- Bâtıl sistemler, teferruatlı içtimaî nazariyeler olarak zikredilmektedir.
2- Dinimiz ise, İslâm nazariyesi olarak gösterilmekte, teferruatlı veya teferruatsız olup olmadığı zikredilmektedir.
3- Peygamber aleyhisselâm ile ashâb-ı kirâmın davet şekli kifayetsiz bulunmaktadır.
İslâm’a davet bir ibadettir. Her ibadette olduğu gibi bunda da en kâmil daveti şüphesiz Peygamber aleyhisselâm yapmıştır.
En kâmil namazı peygamber aleyhisselâm kılmış ve kıldırmıştır. En kâmil ezan onun asr-ı saadetinde okunmuştur. Bunun aksini hiçbir mezhepsiz iddia edemez. Ne var ki aksini iddia eden mezhepsizler çıkıyor. Diyorlar ki, asr-ı saadette teyp olsaydı, Bilâl-i Habeşi hazretleri teybe ezan okur, teypten ezan hoparlöre verilir, herkes duyardı. Mukabelelerin teyple okunması ve namazın hoparlörler ile kıldırılması gibi işleri Peygamber aleyhisselâmın severek yapacağını iddia ediyorlar ve bunun için Peygamber aleyhisselâmın kıldırdığı namaz hoparlörle kıldırılan namaz kadar kâmil değildir diyorlar.
Şurası muhakkaktır ki, Peygamber aleyhisselâm çeşitli mucizeler göstermiştir. Eğer hoparlörle kılınan namaz kâmil namaz olmuş olsaydı, Cenâb-ı Hak bu nimeti Peygamber aleyhisselâma da nasip ederdi.
Peygamber aleyhisselâmın bildirdiği ibadet tarzından başka şekilde ibadet etmek bid’attır, reformdur.
Şimdi merak ediyoruz acaba Seyyid Kutub’u müdafaa eden hangi mezhepsiz çıkacak da nazariye şeriat demektir, İslâm nazariyesi ise İslâm şeriatı demektir gibi gülünç ve saçma bir iddiada bulunacaktır.
Seyyid Kutub laik ve hümanist bir düşünce tarzından hareket ederek bütün bâtıl ve muharref dinlere de hürriyet verilmesini istiyor. Mutlaka bir inanç hürriyetinin verilmesini savunuyor. Kendi savunması bir şey değil, İslâm böyle emrediyor diyor. Hangi dinden olursa olsun bütün vatandaşlar imtiyazsız olarak aynı haklara sahiptirler diyor. Ahmet Gürtaş gibiler ise nedense böyle bir mezhepsizlik, dinsizlik karşısında susuyor da mezhepsizlik olduğunu söyleyenlere karşı ateş püskürüyor.
Evet Seyyid Kutub şöyle diyor:
“Marksizm, dünya çapında bir nizama davet ettiğini iddia eder. Fakat hangi nizam olursa olsun inanç hürriyetini sağlamadıkça ikame edilemez.” İ Etütler S. 84
Kendisi Kaddafi gibi sosyalist olduğu için Marksizm’in dünya çapında bir nizama davet ettiğini söylemesi yadırganamaz. Fakat hangi nizam olursa olsun ifadesinin içinde İslâm nizamı da vardır. Olduğunu zaten az ileride kendisi de açıklamaktadır. İslâm inanç hürriyetini sağlar diyor. İşte Seyyid Kutub’un bu cümleleri:
“Biz bütün inançları aynı eşitlikle ve hürriyetle gölgesinde ilerliyebileceği bir nizama davet ederiz. Bu nizamda inanç hürriyetini korumak devletin ve müslüman cemiyetin zarurî vazifesidir. Hem bu nizamda gayri müslimler şahsî hallerinde kendi dinlerine intisap edebilirler. Bütün vatandaşlar imtiyazsız olarak aynı haklara sahip, aynı kanunlara bağlı ve eşit mes’uliyetlerle yüklüdür.” İ. Etütler S. 85
Allah katında tek din, hak din, gerçek din yalnız İslâmiyettir. Bu bakımdan Seyyid Kutub’un dediği gibi bütün inançlar aynı eşitliğe ve aynı hürriyete sahip değildir. İslâm nizamında bir müslim ile bir gayri müslim imtiyazsız olarak aynı haklara sahip değildir. Eşit mes’uliyetlerle yüklü değildir.
İslâm nizamında müslümanlar, namaz kılmakla ve zekât vermekle yükümlüdür. Fakat İslâm nizamında yaşayan gayri müslimler, yani zimmîler ise namaz kılmakla ve zekât vermekle yükümlü değildir. Onlar sadece haraç verirler. Kanunlar eşit olarak uygulanmaz. Fasığın şahitliği kabul olmadığı gibi kâfirin de şahitliği muteber değildir. Zimmîler İmam olamadığı gibi Halife de olamaz. Hâkim de olamaz. Daha birçok görevler bunlara verilmez. Nerede imiş o eşit hükümler? Seyyid Kutub salâhiyetli bir İslâm âliminden nakil yapmadan kendi kafasına göre eşit mes’uliyetlerle kâfirlerin yüklü olduğunu söylüyor. Müslim ve gayri müslimlere ayrı kanunlar tatbik edilir. Üç hak mezhepte namaz kılmayan müslümanlar öldürülür, fakat kâfirler öldürülmez, tabii zimmî olan kafirler. Seyyid Kutub kendi kafasına göre yeni bir din kuruyor, yerli mezhepsizler de bu sapık kitapların yayılmasına önayak oluyorlar. Bazı müslümanlar da maşa olarak kullanılıyor, fakat farkında değiller. Müslüman gençlik zehirleniyor. Seyyid Kutub nakil esası üzerine hareket etmiyor. İslâm âlimlerine göre yazmıyor. Belli bir hak mezhebe göre yazmıyor. Kitap ve sünnetten kendi aklına göre hükümler çıkarıyor. Bu hükümler dört hak mezhepten birisine uysun veya uymasın farketmez. Kâfire de müslümana da aynı kanunları eşit olarak tatbik ettiriyor. Namaz kılmayan kâfir dört mezhebe göre de dövülüp öldürülmez. Üç hak mezhebe göre namaz kılmayan müslümanlar öldürülür. Hanefi Mezhebine göre ise hapsedilir ve dövülür. Seyyid Kutub’a göre ise mezhep ve din farkı gözetmeden kanunlar eşit tatbik edilirse mezhepsizlik olur. Seyyid Kutub namaz kılmayan kâfiri öldürürse zulmetmiş olur. Namaz kılmayan müslümanı öldürürse, Hanefi mezhebine göre yine zulmetmiş olur. Namaz kılmayan müslümanı öldürmezse, Şafii mezhebine göre ve diğer iki hak mezhebe göre yine zulmetmiş olur. Yani namaz kılmayan müslümanları öldürmek veya öldürmemek de zulüm oluyor. Nasıl olur? İslâm nizamında mezhepler vardır. Dört hak mezhep vardır. Bunlara göre hükmedilir. Hâkim bu mezheplere göre hüküm verir. Bütün insanlara bir mezheple hüküm verilirse zulüm olur. Şafiî mezhebine göre bir adama hanımını boşa diye zorlasalar o da ölüm korkusu ile boşadım dese, sonra o hanımı ile bir yaşamaya devam etse, Hanefiye göre bu zina olur. Şafiî mezhebine göre ise zina olmaz. Buna hanefi muamelesi yapılırsa zulüm olur. Keza Hanefiye de Şafiî muamelesi yapılırsa yine zulüm olur. Seyyid Kutub kitaplarını belli bir mezhebe göre yazmamıştır. Seyyid Kutub’un bazı fikirleri Şafiîye uyar, bazıları Hanefiye uyar, bazıları da Vehhâbiliğe uyar. Bazıları Rafiziliğe uyar. Bazıları ise sosyalistliğe uyar, bazıları ise dinsizliğe uygundur. Halbuki bir kimsenin yazdığı kitapları hep bir mezhebe uysa, bir tanesi başka bir hak mezhebe uysa mezhepsizlik olur. Bunu Karaman’a Açık Mektup isimli yazımızda vesikası ile zikrettik. Seyyid Kutub’un ise hangi mezhebe göre yazdığı meçhuldür. İncelendiğinde bazen hak mezheplere uyduğu yerleri oluyor,bazen hümanistliğe ve sosyalistliğe uyan yerleri oluyor. Vehhâbiliğe ve diğer sapık mezheplere hiç uymasa dört hak mezhebe uysa, bazen buna göre, bazen öbürüne göre uysa yine mezhepsizlik olur. Tek mezhebe uygun olması şarttır.
Müslüman devlet inanç hürriyetini korumaya mecburmuş. Şimdi komünistler de fikir hürriyetinden bahsediyorlar. İslâmiyette hâşâ fikir hürriyeti yoktur. Herkes düşündüğünü söylemeye yetkisi yoktur. Meselâ İslâm nizamında bir müslüman çıksa, namaz miktarını azaltalım derse, mürted olur ve derhal öldürülür. Mezhepleri kaldıralım dese yine mürted olacağı için hemen öldürülür. Kimse İslâm’ın koyduğu kanunlara aykırı konuşamaz. Müslüman birisi çıkıp da şarap serbest olsun diyemez.Böyle bir hürriyeti yoktur. Solcuların yasalaştırdığı gibi kimse çıkıp da süt kardeşi ile evlenmeyi teklif edemez. Seyyid Kutub’un dediği gibi dinimizde böyle fikir hürriyeti yoktur. Keza zımmî de kendi dinini söyler, fakat müslümanın kanunlarına karışamaz. Şeriatın hükümlerini değiştirmek için herhangi bir teklifte bulunamaz. Bunlar dört hak mezhepde de yoktur. Hattâ Vehhâbilikte bile yoktur. Rafizilikte bile yoktur. Seyyid Kutub bu fikri sosyalistlerden mi öğrendi acaba?
Seyyid Kutub biz insanları şuna çağırırız, biz insanlara şöyle deriz, gibi ifadelerde bulunuyor. Biz dediği kimdir acaba? Dört hak mezhebin mensubu olan böyle diyemez. Bizim mezhebe göre böyledir der. Ancak Kur’ân-ı kerîm’de Cenâb-ı Hak biz insanları şuna davet ederiz der. Seyyid Kutub İslâm âlimlerinden nakil yapmıyor da biz böyle istiyoruz diyor. Söylediği doğru olsa onun davet etmeye yetkisi var mıdır? O şekil konuşmaya yetkisi yoktur. İslâm âlimlerinin verdiği ölçülere göre konuşulur.
Seyyid Kutub’un neye çağırdığına bir misal verelim :
“Biz bütün vatandaşları, umum gelir kaynaklarından müsavi hakka sahip olacakları bir nizama çağırırız. Çünkü bu nizamda, mülkiyet esas itibariyle -Allah tarafından yetki ve selâhiyet verilmiş olan- cemiyete aittir. Ferdî mülkiyet geçicidir ve ancak faydalanma sınırları dahilindedir. Lüzum görüldüğünde fazla malları alma hakkı cemiyetindir.” İ. Etütler S. 86
Seyyid Kutub’un çağırdığı nizam yukarıdadır. Bu nizamda mülkiyet esas itibariyle cemiyete aitmiş. Mülkiyetin cemiyete ait olma yetkisini de Allah vermiş. Böyle diyor Seyyid Kutub. Mülkiyet bilindiği gibi yalnız komünizmde cemiyete aittir.
D i n i m i z d e, y a n i d ö r t h a k m e z h e b i n hiç birisinde böyle bir hüküm yoktur. Seyyid Kutub gibi şeriatçı olduğunu söyleyen Kaddafi devletinin adını Sosyalist Arap Cemahiriyesi koydu. Seyyid Kutub da bir devlet kursaydı, sosyalist İslâm Cemahiriyesi koyması muhtemeldi. Çünkü İslâm’da mülkiyet cemiyetin değildir. Dinimizdeki miras hukukunu bilenler bilir ki, mülk fertlerindir. Fertlerin sahip olduğu bütün mülkün sahibi de ancak Allahü teâlâ’dır. Allahü teâlâ fertlerin bu mülkü nasıl kullanacaklarını beyan etmiştir. Zekât müessesesi vardır. Zekât nazariyesi yoktur. Zekâta giren malların kırkta birisi cemiyete değil, fakirlere aittir. Hangi malların zekâta dahil olup olmadığı mezheplere göre değişmektedir. Meselâ kadının zinet eşyası ne kadar çok olursa olsun Şafii mezhebine göre zekâta tabi değildir. Halbuki Hanefide 20 miskal ve daha fazlası zekâta tabidir. Zekât fakirin hakkıdır, cemiyete verilmez. Malın kiri olduğu için Seyyidlere de verilmez. Cemiyetin malı olsaydı, Seyyidler de bu maldan istifade ederdi.
Seyyid Kutub ne diyor? Lüzumu halinde fazla malları cemiyet alır. Fazla malın ölçüsü nedir? Cemiyet bunu nasıl alır? Hangi mezhebin hangi hükmüne göre alır.? Dört hak mezhebde böyle bir hüküm yoktur. Bugün Rusya’da fazla malları devlet almaktadır. Zarurî yiyecekten başka hepsini devlet almaktadır. Seyyid Kutub ölmemiş olsaydı, Kaddafi gibi bir şeriat(!) devleti kurmuş olsaydı, Rus sosyalizmini mi tatbik edecekti acaba?
Seyyid Kutub yukarıya aldığımız ilk cümlesinde şöyle diyordu:
“Biz bütün vatandaşları umum gelir kaynaklarından müsavi hakka sahip olacakları bir nizama çağırırız.”
Bu nizamın adı olsa olsa Seyyid Kutub nizamı olur. Hangi nizamda gelir kaynaklarından bütün vatandaşlar müsavi hakka sahiptir? Bu nazariye, yalnız teori komünizmde vardır. Dinimize göre ve dört hak mezhebe göre, ferdin mülkü olan arazide çıkan altın ve kömür gibi madenler yalnız ferde aittir. Cemiyet bunu alamaz. Fert yalnız bunun zekâtını vermekle mükelleftir, onu da fakire verir. Zenginler alamaz. Eğer devlet alır da köprü vesaire yaptırırsa, zekât yerini bulamaz. Devletin yaptırdığı köprüden yalnız fakirler bile geçse yine yerini bulamaz. Çünkü zekâtı yalnız fakirin eline vermek lâzımdır. Muteber fıkıh kitapları böyle yazmaktadır.
Seyyid Kutub S. 89 da şöyle bir başlık atmıştır:
“İslâm’ı ya bütün olarak alın yahut bırakın.”
Bu başlık altında aynı fikir savunulmaktadır. Halbuki İslâm âlimleri bir şeyin tamamı mümkün değilse mümkün olanı almak gerektiğini belirtmişlerdir. Seyyid Kutub’dan ilham alarak bir mezhepsiz çıksa, ya şeriatı tam uygulayın veya hepsini terk edin, bize namaz kıldırmayın, oruç tutturmayın, hanımlarımızı zorla açtırın derse yadırganmamalıdır.
Dinimizde zengin sadece zekât uşur, sadaka-i fıtır gibi malî ibadetleri yapmakla yükümlüdür. Bunun haricinde kimse zenginden bir şey alamaz. Halbuki Seyyid Kutub bakın ne diyor:
“Devlet lüzûmu halinde cemiyetini korumak için ihtiyacı olan parayı varlıklı fertlerden kayıtsız şartsız alabilir.” İ. Etütler S. 92
Dinimiz, Zimmîlerden haraç cizye gibi vergilerin haricinde başka bir mal alamaz. Seyyid Kutub’un hiçbir mezhebe uymayan bu bozuk fikirleri komünistliğe oldukça uygundur. Komünistler S. Kutub’un heykelini dikseler kendilerince uygun iş yapmış olurlar.
Seyyid Kutub ya hep ya hiç fikrinde şöyle ısrar etmektedir:
“Bugün İslâm adına, kadının parlâmentoya girmesini istemiyen, çalışmaktan menedilmesi, kol ve etek örtüsünün uzatılması için haykıranlar –kendilerini bu tarafa iten duygularına saygımla birlikte- meselelerin hepsini bu ayrıntılara inhisar ettirmekle İslâm’ı kolaya ve eğlenceye aldıklarını söylememe müsaade etsinler.” İ. Etütler S. 94
Mısır’da bazı müslümanlar, şeriatın tamamının tatbikinin, dejenere olmuş bir hükûmetten istemenin abesliğini düşünerek, bir kısmının olsun şimdilik tatbik edilmesini istemişlerdir. Seyyid Kutub bunlara kızıyor, ya tamamını isteyeceksiniz veya hiç diyor. Sonra bu müslümanları İslâm’ı eğlenceye almakla itham etmektedir. Eğer bunlar İslâm’ı eğlenceye almışlarsa küfre düşmüşlerdir. Küfre düşen bu insanların bu fikirlerine nasıl saygı duyulur? Küfür olan bir fikre saygı duymak küfür değil midir? Seyyid Kutub bu müslümanların bu duygularına saygı duyduğunu da belirtiyor, Seyyid Kutub için fikir fikirdir. Bâtıl da olsa saygıya hürmete lâyıktır. Hümanistler için çok görmemek lâzımdır. Türkiye’de de her fikrin serbest olmasını isteyen mezhepsizler az değildir. Bâtıl olan bir fikrin serbest olması nasıl istenir? Bir şartla istenebilir. Eğer hak olan Fikrin yayılma ihtimali kuvvetli ise, bâtıl olan fikirlerin yayılma ihtimali zayıf ise o zaman her fikrin yayılmasını istiyoruz gibi bir fikir ileri sürülebilir. Böyle bir durum ise ne Mısır’da ne de Türkiye’de mevcuttur. O halde bütün fikirlere inanç hürriyeti tanımak Seyyid Kutub’a ve onun yolundan giden mezhepsizlere has bâtıl bir taktiktir.
Bilindiği gibi komünistler özel mülkiyete düşmandırlar. Durmadan zenginlerin aleyhine yazıp çizerler. Dinimiz meşru yoldan kazanılan zenginliği mübarek sayar. Uşur ve zekât gibi paralı ibadetlerle belli bir nisbette zenginleri mükellef tutar. Fakat Seyyid Kutub, bu hususta ne diyor? Komünizm görüşünü mü savunuyor, yoksa kapitalist görüşü mü? Şöyle diyor S. Kutub:
“Şayet bu işler için zekât kâfi gelmezse, hükûmet zenginlerin elindeki fazla malları alıp fakirlere iade eder.” İ. Etütler S. 98
Fakir zengin herkesi eşit yapmak istiyor S. Kutub. Fazla mallar ne demektir? Zenginlerin malları fakirlerden ne kadar fazla ise o miktar malları almakla bilimsel sosyalizme uygun bir rejim mi kurmak istiyor S. Kutub?
S. Kutub komünizm’in aleyhinde görünür gibi bir tavır takınmakta İslâmiyeti sol açıdan izah etmektedir. Kâfirleri Müslümanlarla eşit tutmaktadır. Kâfirlerin özgürlüğe kavuşması için savaşmayı müslümanın vazifesi olarak göstermektedir. Yani cihad olarak kabul etmektedir. Kâfir memleketlerindeki keferelerin bütün hak ve güvenlik içinde yaşamalarına müslümanların müsaade ettiğini yazabilmektedir. İşte ispâtı:
“İslâm dünyası, beşeriyet tarihinde tek başına kendisine muhalif inanç sahiplerinin bütün haklara ve güvenliklere erişerek yaşamalarına müsaade etmiştir..” İ. Etütler S. 209
S. kutub bu feci ifadelerinden sonra Cenâb-ı Hakk’a iftira ederek, inanç hürriyetini Kur’ân-ı kerîm’in savunduğunu zikrediyor. Şöyle bir meal yazıyor:
“Şayet Allah insanları birbirine itmeseydi, manastırlar, kiliseler, havralar, camiler yıkılırdı.” İ. Etütler S. 210
Hemen arkasından şunu ilâve ediyor:
“Müslümanların ibadet yeri cami, nihayette, hıristiyanların, yahudilerin tapınakları olan manastır ve havralardan sonra zikrediliyor. Öyle değil mi kültürlü beyler?” İ. Etütler S.210
Ne demek istiyor S. Kutub? Havra ve manastır camilerden önce zikredilmiştir, diyor. Yani camiler havra ve manastırdan sonra zikredilmiştir diyor. Yani havra ve manastırı camiden önemli tutuyor demek istiyor.(!)
Biz de soralım kültürlü beylere (!) Öyle değil mi? Yoksa baksana havra ve manastıra, kiliseye Cenâb-ı Hak ne kadar önem veriyor mu diyor. Bunların hangisi olursa olsun küfürdür. Batıla önem verilmez. Âyet-i kerîme’den bir şey anlarım zannediyor. Kur’ân-ı kerîm’de yazılan her şey kıymetli midir? Kur’ân-ı kerîm’de Ebu Lehep kâfirinden de bahsedilmektedir. Yine Kur’ân-ı kerîm’de “Siz onların putlarına sövmeyin, onlar da sizin Allah’ınıza sövmesin,” gibi ifadeler yer almaktadır. Burada putlara sövmeyin demekle hâşâ putlar övülmüş müdür? İnsanlar sulh içinde yaşamasaydı, kiliseler camiler yıkılırdı, demek kilisenin övüldüğü anlamına gelir mi? Allah kiliseyi camiden önce bahsediyor demekle S. Kutub acaba hangi kâfire yaranacak ki?
Buraya kadar S. Kutub’un iki kitabını inceledik. Bozuk plâk gibi hep aynı şeyleri söylemekte, ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından nakil yapmamakta, kendi görüşünü din gibi ortaya sürmektedir. Şu anda elimizde İSLÂM’DA SOSYAL ADALET ismiyle Türkçeye Yaşar Tunagür ve Dr. M. Adnan Mansur tarafından çevrilmiş bir kitabı daha var. Elimizdeki 5. baskısıdır. Sayfa numaralarını takip etmek için baskısını da zikrettik.
Nâşir önsözünde şöyle diyor:
“İslâmiyetin ibadet kısmına dair eserler varsa da, İslâm’ın içtimaî ve ahlâkî vechesine müteallik maksadı temin edecek Türkçe bulunmamakta idi.” İ. S. Adalet S. 7
Seyyid Kutub bu kitabında nelerden bahsediyor? Hemen her kitabında aynı konular üzerinde durur. Nedir bunlar? Ferdi mülkiyet, cihad, faiz, kumar, miras ve zina gibi konular işlenmektedir. Bunlar nedir? Bunların hepsi dinî hükümlerdir. Bazılarını yapınca sevab kazanılır, bazılarını yapınca günah kazanılır. Bunların ibadet olmadığını söylemek acaba neye hizmettir?
Önsözde bu sapık kitabın iki milyon Arapça nüshasının basıldığını büyük bir rağbete mazhar olduğunu zikrediyor sayın nâşir. Bir kitabın çok basılması bütün insanlar tarafından rağbete mazhar olması onun doğru ve hak olduğunu göstermez. Bâtıl gazete ve kitaplar hak olanlardan çok basılıp çok rağbet görüyor. Mesele hak ve doğru olmasındadır. Hak ve doğru ise edille-i Erbaaya göre tesbit edilir. Bizim gibi mukallidler için delil ise kıyas-ı fukahadır, yani ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği hükümlerdir. Bir hüküm bunların bildirdiklerine uygun ise doğru, değilse yanlıştır.
Bakalım bu sapık kitabda neler yazıyor:
Kitabın her satırı aslında suç unsurudur. Biz daha bariz olanlarını hemen her okuyucunun anlayabileceği noktaları işaret etmek istiyoruz. Sayfa 27 de bu sual çok samimi sorulmuştur, denerek İslâmiyetin her asra göre değişmesini isteyen ifadeler yer almaktadır. Halbuki Dört hak mezhep bütün asırlara kâfi gelecek şekilde hükümler koymuşlardır.
Fakat S. Kutub ne diyor?
“İslâm’ın bir asırda getirmiş olduğu nizamın o asra nisbetle değişen bir çok şartları muvacehesinde (karşısında) tevali eden (daha sonraki) asırların hepsinde aslını kaybetmeden kabili tatbik olduğuna bizleri kim temin edebilir.” İ. S. Adalet S. 27
Hemen bu cümlenin devamında şecaat arz eder gibi “bu sual çok samimi sorulmuştur.” deniyor.
Bilindiği gibi komünistler tarihî tekamüle inanırlar. Tarihî tekamül neticesinde mutlaka komünizm gelecektir, derler. Seyyid Kutub da tarihî tekamüle inanmakta ve sosyal, iktisadî ve fikrî inkılâpların, yani devrimlerin olacağına inanmaktadır. Seyyid Kutub tarihî tekamülle sosyal, iktisadî ve fikrî inkılâplar, bugünkü tabirle devrimler gelecektir diyor. 14 asır evvelki İslâm nizamının, bir bölümü olan, iktisat nizamının ve diğer nizamlarının bugün uygulanmasının kabili tatbik olmadığını zikrediyor. Asırların hepsinde kabili tatbik olduğuna bizi kim temin edebilir diyordu. Büyük harflerle yazılan paragrafı aynen şöyledir:
“İslâm: Bu kâinatı, ondaki yenilikleri ve bu yeniliklerin tarihî tekamülünü, getireceği sosyal, iktisadî ve fikrî inkılâpların neticelerini en dakik olarak hesabeden ve bunu herkesten iyi bilen Allah tarafından tesis edilmiş bir dindir.” İ.S. Adalet S. 27
Evet S. Kutub dinimizi böyle anlatmaktadır. Tarihî tekamül neticesinde sosyal inkılâpların geleceğine inanmaktadır.
S. Kutub’un, mezheplerin birleşmesinden bahseden bir cümlesi de şöyledir:
“İslâmiyet bir bütündür, ayrılan cüzleri birleşmeli, ihtilaflar ortadan kalkmalıdır.” İ. S. Adalet S. 35
S. Kutub dört hak mezhebi ihtilaf olarak kabul etmektedir. Bu ihtilaflar birleşmelidir diyor. İhtilaflardan maksadı sapık mezhepler değildir. Öyle olursa daha tehlikeli olur. Hak ile bâtılın birleşmesine zaten imkân yok. Hak mezhepleri de birleştirmek telfik oluyor ki bu da icma-i ümmet ile bâtıldır. S. Kutub hocası mason Abduh gibi mezhepleri ayrılan cüzler kabul etmekte ve birleşmesini istemektedir. Mezheplerin çıkması, ihtilafları rahmet iken, S. Kutub diğer mezhepsizler gibi bunları birleştirmek, yani kaldırmak istemektedir.
İhtilaflar ortadan kalkmalıdır cümlesinin hemen arkasından şöyle demektedir:
“Aralarındaki farklı mezhepler (doktrinler) birbirlerine yardımcı olmalıdırlar ki emniyet ve salâh için tabiat kuvvetlerinden elbirliği ile istifade mümkün olsun.” İ. S. Adalet S.35
S. Kutub bu cümlesi ile mezheplerden maksadı hak mezhepler midir yoksa sapık mezhepler midir? Hak mezhepler ise onlar zaten icma-i ümmet ile bir rahmet olarak çıkmışlar, birbirlerine yardımcı olmalıdır gibi bir ifade kullanılamaz. Eğer sapık mezheplerin birbirine yardımcı olmasını istiyorsa bu daha kötüdür.
S. Kutub sosyalizmin tesiri altında kaldığı için tabiat kuvvetleri diye bir kuvvetten bahsetmektedir. Hani şu İbrahim aleyhisselâmı yakamıyan ateş gibi tabiat kuvvetlerinden (!) tabiat kuvvetleri diye bir şey yoktur, hepsi ilâhi kuvvetlerdir. Sosyalist kültürle beyni yıkananlar böyle zırvalar işte.
Bilindiği gibi en kıymetli ibadetlerden birisi de Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, düşmanlık etmektir. Allah dostlarını sevmek mecburiyetinde olduğumuz gibi, Allah düşmanlarına da düşmanlık beslemek mecburiyetindeyiz. Cihad bu bakımdan kıymetli ibadetlerden biridir. Fakat S. Kutub hümanist kültürüne dayanarak şöyle demektedir:
“İslâm nazarında hayat, anlaşarak yardımlaşmadır. Harb ve düşmanlık değildir.” İ. S. Adalet S.42
Halbuki dinimizde dostluk gösterilmesi gerekene dostluk göstermek, düşmanlık gösterilmesi gerekene düşmanlık göstermek lâzımdır.
Diğer mezhepsizler gibi Seyyid Kutub da mutlak eşitlikten, insanî eşitlikten bahsediyor. Şöyle diyor:
“İslâm nazarında ise adalet, insanî müsavattır.” İ. S. Adalet S. 43
Halbuki dinimizde adalet vardır, eşitlik yoktur. Bunu evvelki sayılarımızda açıklamışsak da birkaç satır da burada yazalım. Dinimizde ücret eşitliği de yoktur. Kâfir –müslüman eşitliği de yoktur. Hattâ mûttaki- fâsık eşitliği de yoktur. İslâm’da adalet vardır. Her eşitlik adalet değildir, fakat adalet bazan eşitlik olabilir. Adalet bazan eşitlik oldu diye dinimizde mutlak eşitlik olduğundan, insanî bir eşitlik bulunduğundan bahsetmek yersizdir. Dinimizde insan yaptığı işe göre ücret alır.Tahsil ve kıdem aranmaz. İcabında tahsilsiz bir insan üniversite mezunundan daha fazla ücret alabilir. Burada adalet vardır, eşitlik yoktur. Kanun nazarında da herkes eşit değildir. Fakat kanun adaletle hükmedilmesini emreder. Namaz kılmayan bir mümin cezalandırıldığı halde, namaz kılmayan zimmî cezalandırılmaz. Kısacası eşitlik yok, adalet vardır. Zimmîden, kâfirden hâkim olmaz. Yani insanlara eşit muamele yapılmaz. Dinin emrettiği şekilde adaletle muamele edilir.
S. Kutub İslâm şeriatı tabirini kullanmaktan çekinerek hep İslâm’ın görüşü tabirini kullanmaktadır. Bilindiği gibi görüş insanların düşünce mahsulüdür. Dinin zamana göre değişeceğinden bahsetmesi de İslâm’ın insan düşüncesi olduğunu, bir görüş olduğunu belgelemektedir. Evet şöyle diyor:
“İnsanlık hakkındaki İslâm’ın görüşü ile yapılan bu fikrî hamlenin bir eşini henüz tarih kaydetmemiştir.” İ. S. Adalet S. 69
Seyyid Kutub böylece İslâm’ın görüşü ile fikrî hamlede bulunduktan sonra feminist bir zihniyet içinde kadın-erkek eşitliğinden bile bahsederek diyor ki:
“İslâm, (iki cins arasında) erkekle beraber kadın için tam bir eşitliği teminat altına almıştır.” İ. S. Adalet S. 75
Hemen aşağıda da her iki cinsin dinen ve manen birbirine eşit olduğundan bahsediyor. Halbuki bilindiği gibi kadın erkekle hiçbir zaman eşit değildir. Nikâhta eşit değildir. Erkek karısına boş ol dedi mi kadın boş olur. Kadın boş ol dese bir şey gerekmez. Şahitlikte iki kadın bir erkektir. Kadın hâkim ve devlet reisi olamaz. Mirasta erkeğin aldığı hisseyi alamaz. Bütün bunlar eşitlik değildir, fakat adalettir.
S. Kutub, “Erkekler kadınlar üzerine hakimdirler.” âyet-i kerîmesini açıklarken şöyle diyor:
“Bu hâkimiyet, erkeğin kabiliyeti, ihtisas ve hayatta yüklendiği mes’uliyet gibi hususa taalluk eder. Erkek analık mükellefiyetinden kurtulduğu ve uzun müddet hayatın çeşitli sosyal meseleleri içinde kaldığı için fikri gelişme sağlar.” İ. S. Adalet S.76
Diyelim ki S. Kutub’un dediği gibidir, yani erkek ,sosyal meseleler içinde yoğrulduğu için kadınla erkek eşit değildir ve erkek kadına hâkimdir. Hangi sebeple olursa olsun erkek, kadına hâkimdir. Bu âyet-i kerîme ile de belirtilmiştir. Hâlâ kadın erkek eşitliğinden bahsetmekle hangi feministe yaranacak ki? S. Kutub’un zihniyetine göre, S. Kutub’un cümlesini aynen yazıyoruz, erkek yerine kadın kelimesini koyarak yazıyoruz. “Kadın analık mükellefiyetinden kurtulduğu ve uzun müddet hayatın çeşitli sosyal meseleleri içinde kaldığı için fikri gelişme sağlar.” Peki kadın fikri gelişme sağlarsa erkekle eşit olur mu? Tersine iki kadın şahit yerine bir kadın şahit, bir erkek şahit yerine iki erkek şahit mi lâzım olur? Boşanma hakkı kadından erkeğe mi geçer? Kadı ve devlet reisi kadından mı olur? S. Kutub demek istiyor ki, erkek kültürlü olduğu için kadından üstündür. Yok kadın kültürlü olursa erkekten üstün olur. Bu bakımdan kadın ve erkek birbirine eşittir. Allahü teâlâ erkek kadına hâkimdir, buyuruyor. S. Kutub ise kadın-erkek eşitliğinden bahsediyor. S. Kutub böylece kendi kafasına göre yeni bir din meydana çıkarıyor.
S. Kutub dinde de kadın erkekle eşittir, diyor. Erkeğe Cuma namazı farz iken kadın Cuma namazına gitmez. Burada da eşitlik yoktur, adalet vardır.
S. Kutub kadından iki şahit getirilme mevzuunda da şöyle diyor:
“Burada asıl mesele, bir cinsi diğer cinsten üstün tutma ve eşitsizlik değil, hayatta amelî iltiması önleme meselesidir.” İ. S. Adalet S. 78
S. Kutub gibi mezhepsizlere soruyoruz, neden Allahü teâlâ iltiması önlemek için bir erkek yerine iki kadın şahit istiyor da, bir kadın yerine iki erkek istemiyor? Mezhepsizler belki bu suale şöyle bir cevap verebilirler: “O zamanki kadınların kültürü olmadığı için iki şahit istenmiştir, bugün tek şahit yeter.”
Dinsizlerin, namaz o zamanki Araplara inmişti demesine benzemektedir. Allahü teâlâ’nın dininde reform yapmak isteyenler, dünyada ve âhirette rezil olurlar.
S. Kutub kadın-erkek eşitliğinden bahsederken, Fransız idaresini şöyle kötülüyor:
“Bunun yanında kadına gizli ve alenen her türlü gayrî ahlâkî davranışlarında hürriyet vermiştir. İslâm ise kadını sadece bu son hakkından mahrum ediyordu. İnsanlık şeref ve haysiyetini korumak maksadıyle bu hakkı erkekten aldığı gibi.” İ. S. Adalet S. 81
Görüldüğü gibi kadının ve erkeğin zina etmesini, bir hak olarak gösteriyor S. Kutub. Fransızlar zina hürriyeti vermiş, fakat İslâm bu haktan mahrum etmiş. Mezhepsizliğin bu kadarı görülmüş müdür? Haktan mahrum etme gibi bir tabir kullanılıyor. Zinaya da hürriyet deniyor. Hürriyet hakka esir olmaktır. Yoksa başıboşluk değildir. Allahü teâlâ’nın emirlerine esir olduğun müddetçe hürsün, yoksa esirsin. Mezhepsiz bunları nereden bilsin?
S. Kutub’un bütün bu görüşleri, saçmaları, bir mezhebe göre değil, doğrudan doğruya âyet-i kerîmelere dayanarak yapıldığı iddia edilmektedir. Hep delil olarak âyet-i kerîme gösterilmiştir. Hiç bir hak mezhep gösterilmemiştir. Âyet-i kerîmelerden dört hak mezhep çıkmıştır. S. Kutub dört hak mezhepten bahsetmediğine göre kaçıncı mezhebi kuracaktı ki?
S. Kutub S. 103’te mutlak vicdan hürriyetiyle tam insanî eşitlikten bahsetmektedir. Dinimizde mutlak vicdan hürriyeti yoktur. Dinimizin bildirdiği şeylere inanmak mecburiyetindeyiz. Vicdanımız hür değildir. Dînin bildirdiğine inanmayıp mutlak vicdan hürriyeti olanlar kâfirdir. Daha önce de bahsettiğimiz gibi insanî bir eşitlik yoktur. Tam bir adalet vardır. İnsanîliğin ölçüsü milletten millete değişirse de dinimize göre müslümanlığa uymayan bir şey insanilik değildir.
S. Kutub zekâtın bir kısmının muhtaçlara ait olduğunu söyledikten sonra şöyle demektedir:
“Diğer kısmı da ferdî mülkiyetten çıkarak belirli yerlere sarf edilmek üzere cemiyetin malı olur.” İ. S. Adalet S. 157
Komünizmin yarı tatbik şekli derler buna. Zekât yalnız fakirin hakkıdır, Cemiyetin onda hakkı yoktur.
S. Kutub aynı sayfada “Aslolan bütün mallar umumiyetle cemiyetindir.” demektedir. Bu cümlenin başına komünizm eklersek şöyle olur. “Komünizmde aslolan bütün mallar umumiyetle cemiyetindir.” Fakat S. Kutub bu İslâm’dadır, diyor. Kafasındaki komünizmi bize İslâm olarak takdim etmek istiyor.
S. 158’de yine “İslam nazariyesi” tabirini kullanmıştır.
Ehlince bilindiği gibi İslâm nizamında zengin de vardır, fakir de vardır. Ancak zenginler zekâtlarını fakirlere vermekle mükelleftir. Zengin fakirin hakkı olan zekât ve diğer malî ibadetleri ifa ettikten sonra istediği kadar zengin olma hakkına sahiptir. Eshâb-ı kirâm arasında gayet fakir kimseler yanında Aşere-i mübeşşereden Abdurrahman bin Avf gibi milyoner kimseler de vardı. Zenginlik suç ve ayıp değildir. Meşru yoldan kazanıp meşru yolda harcadıktan sonra mal mübarektir. Bu mal ile köşk ve saray yaptırmak günah değildir. İbrahim aleyhisselâmın yarım milyon sığırı vardı. Süleyman aleyhisselâmın zenginliği, köşkü dillere destan idi. Fakat S. Kutub zenginin köşk ve saray yaptırmasına karşı çıkıyor. Sosyalist kafası ile şöyle diyor:
“Milyonlarcasının basit bir meskene yirminci asırda sac veya adi tenekeden, kerpiçten başını sokacağı bir elbiseye muhtaç bulunduğu bir memlekette, milyonlarca lira sarfederek (Daha sade ve mütevazı olması mümkün iken) muhteşem köşkler ve saraylar yaptırmak israf ve haramdır. Ölçü budur.” İ. S. Adalet S. 189
Sosyalist ölçüyü gördük. Devamlı şekilde zenginlik ve servet düşmanlığı... Adam meşru yoldan kazanıp, meşru yollarda harcıyorsa, zekât ve uşrunu veriyorsa ne diye düşmanlık beslenir? Hiçbir delile dayanmadan köşk yaptırmaya haram demek mezhepsizce bir cürettir. İmâm-ı Şafii çok fakir olduğu halde, İmâm-ı A’zam çok zengin idi.
Hal böyle iken, S. Kutub şecaat arzeder gibi diyor ki:
“Zaman ve Ahvalin değişmesiyle İslâm’ın değişen hududu budur.” İ. S. Adalet S. 189
S. Kutub demek istiyor ki, eskiden zenginlik helâl idi, şimdi zaman değişti, haram oldu. Dinde reform diye buna derler.
Nâşir kitabın başında islâmiyetin ibadet kısmına dair eserler varsa da içtimaî vechesine müteallik eserlerin bulunmayışından söz ediyordu. Zekât ibadet değil midir diyorduk. S. Kutub ZEKÂT BORCU başlığı altında bunu gizlemeden açıklıyor:
“Zekât malın hakkıdır. Bir cihetten ibadet sayılır. Diğer cihetten içtimaî bir vecibedir. İbadet ve içtimaiyatta İslâm nazariyesine göre taabbudi ve içtimaî bir vecibedir demek lâzımdır.” İ. S. Adalet S. 191
İslâmiyette ibadet olmayan hiçbir emir yoktur. Zekât da ibadettir. S. Kutub’un dediği gibi bir cihetten ibadet diğer cihetten içtimaî bir bir vecibe ne demektir? İçtimai vecibe ibadet değil midir? İçtimai vecibe dediği husus Allah’ın emri değil midir? İslâm nazariyesine göre ne demektir? Nazariye düşünce alanında kalan bilgilerdir. Darwin nazariyesi gibi. İslâm’a ancak dinde reform isteyen mezhepsizler nazariye derler, gafiller de böyle mezhepsizlerin kitaplarını okurlar, satarlar ve yayılmasına çalışırlar.
S. Kutub diğer taraftan da İslâm’ın, fakirliği çirkin gördüğünü bildirmektedir? S.190 ve191
Halbuki fukara-i sabirinden olmak övülmüştür. Fukara-i sabirin agniya-i şakirinden üstün tutulmuştur. Yani s a b r e d e n f a k i r, ş ü k r e d e n zenginden üstün tutulmuştur. Fakat azdıran zenginlik kadar azdıran fakirlik de kötüdür. Ne fakirlik çirkindir, ne de zenginlik haramdır. S. Kutub herkesi komünizmde olduğu gibi eşit tutarsa zengin ve fakirliği istemez. Herkes aynı seviyede olsun der. Hemen altında gerekçe olarak da izzet ve şerefe lâyık bir insanın hayatın maddî zaruretinden uzak olması gerektiğinden bahsetmektedir. Sanki Maddî zaruret içinde bulunmak çirkinmiş gibi. Ne kadar fakir evliya var idi. Eshâb-ı kirâm arasında da ne kadar fakir var idi. Fakirliğe veya zenginliğe çirkin demek Allahü teâlâ’nın koyduğu nizama çirkin demek olur. Cenâb-ı Hak, zengin zekâtını fakire verecektir, demekle, zenginliği ve fakirliği meşru kılmaktadır. Bunlara çirkin demek Allah’a isyandır. Rızık Allahü teâlâ’nın üzerinedir. Rızkı o verir. Hayır şer ondandır. İnsan çalışmakla zengin olmaz, fakat çalışmak Allah’ın emridir. Zengin olmak için değil, Allah emrettiği için çalışırız. Peygamberimiz gibi azdıran zenginlik ve azdıran fakirlikten Allah’a sığınırız.
S. 252’de İbni Teymiyye gibi sapık olan İbni Hazmı övmekte böylece mezhepsiz olduğunu gizlememektedir. Aynen şöyle bir ifade kullanmaktadır.
“Büyük İslâm âlimlerinden El-imam İbn Hazm’in bir fetvasına göre.”İ. S. Adalet S. 252
İbni Teymiyye’nin fikrindeki İbni Hazmı imam olarak zikretmesi mezhepsiz olması için kâfi bir delildir.
S. Kutub’un Eshâb-ı kirâma ve birkaç halife hariç diğerlerine düşmanlığı gizli değildir. Halbuki Eshâb-ı kirâm’dan birini sevmemek, Allahü teâlâyı sevmemek olduğunu 12. sayımızda vesikaları ile izah etmiştik. S. Kutub kaç asırdır süren Halifelik müessesesine krallık diyecek kadar dilini uzatıyor. Bilindiği gibi Halifelerin hemen hepsi evliya idi. S. Kutub bunlara ağza alınmadık hakaretler yapmaktadır. Şöyle demektedir:
“Müsamahakâr hilafet müessesesi, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (R.A.) dan sonra gelen üç dört halife müstesna babadan oğula veraset yolu ile intikal eden bir nevi krallığa inkılâp etti. Milletin malı bu şahısların akrabalarına, etrafına, dalkavuklarına mübah, Allah C.C. ve Resulünün şeriatına bağlı hakiki istihkak sahiplerine ise haram kılınmış idi.” İ. S. Adalet S. 253
Halifelerin dalkavukları varmış, hem de bunlar Allah ve resulüne bağlı değilmiş, bunlara devletin malı mübahmış. Fakat Allah ve Resulüne bağlı kimselere ise haram imiş. Böyle bir ifadeyi ancak mezhepsiz rafiziler söyler.
Gaibi ancak Allahü teâlâ bilir. Gaipten bildiğini söyleyene kâfir denir. (Evliyaların durumu müstesnadır.)
S. Kutub’un kehanetleri şöyledir:
“Ben şu kanaatteyim ki, Hz. Ömer (R.A.) birkaç sene daha hilafette kalsaydı veya Hz. Ali (R.A.) üçüncü halife olsa idi veya Hz. Osman (R.A.) iktidara geldiğinde yirmi yaş daha genç bulunsaydı İslâm tarihinin çehresi daha başka olurdu.” İ. S. Adalet S. 253
Burada Allahü teâlânın takdirine itiraz vardır. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki, “Eğer bana herkes muti olsaydı, âsi olacak kavimler yaratırdım.” Niçin yaratırdı, bilemeyiz, hikmetini de sual etmeyiz. Allahü teâlâ dileseydi İslâmı dünyaya hâkim kılardı. Hayır şer ancak Allahü teâlâdandır. Şu başa geçseydi, şu olurdu, öbürü geçseydi şöyle olurdu gibi gaipten haber vermek bir müslümana yakışmaz. Hazreti Osman radıyallahü anh yirmi yaş daha genç olsaymış. Yani Hazreti Osman radiyallahü anhın iyi idare edemediğini söylemek istiyor. Dolayısıyla onu halife seçen Eshâb-ı güzine dil uzatmış oluyor. Niçin böyle idare edemiyen bir kimseyi seçtiniz diye. Dört halifeyi bütün Eshâb-ı kirâmdan üstün bilmek, Ehl-i sünnet i’tikadındandır. Böyle bilmeyen ve kendisinin sünnî olduğunu iddia eden bir kimse Ehl-i sünnetten çıkar ve kâfir olur.
Sapık fırkalar tekfir edilemez. Bugün sapık fırkalar da dejenere olduğu için saf bir mutelize yoktur. Bu bakımdan Ehl-i sünnetten kıl payı ayrılan küfre düşer.
S. Kutup Eshâb-ı kirâma böyle atıp tuttuktan sonra tercim S. 254’de dipnotta şöyle diyor:
«Müellif bu görüşlerin şahsi kanaati olduğunu tasrih etmektedir.”
Sanki kitap nakil esası üzerine yazılmış da arasıra böyle birkaç da kendi görüşünü ilave etmiş gibi dipnot eklenmiş. Baştan sona kendi görüşü bulunmaktadır. Delil olarak bazen ileri sürdüğü âyet-i kerimelere verdiği mana da yine kendi görüşleridir. Bariz hatalar müellifin şahsi görüşüdür demek mütercimin işgüzarlığı olmaz mı? Müellif yani S. Kutup bunlar benim şahsi görüşüm, şunlar da Ehl-i sünnet alimlerinin hükümleridir dediği varit midir? Değildir. Bir fetva, mezhepsiz ibni Hazm’dan bahsetmiş o kadar. Bir iki nakil de bazı gâvurlardan bahsetmiş hepsi bu kadar. Diğerleri tamamen kendi görüşüdür.
S. Kutup, Ehl-i sünnet itikadında olmadığı için devamlı hataya düşmektedir. Hayır ve şer Allah’tan olduğu halde S. Kutup tesadüfe bağlamaktadır. Ve şöyle demektedir:
«Yine tesadüf, ama iyi bir tesadüf hilâfet ruhuna sahip bir hükümdarı Ömer ibni Abdülaziz’i İslâmın başına getiriyor.” İ. S. Adalet S. 256.
Ömer bin Abdülaziz’i İslâmın başına kim getiriyor? Tesadüf getiriyormuş. Hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmayan bir kimse için böyle sözler normaldir.
Aynı sayfada Ömer bin Abdülaziz övülerek şöyle deniyor:
«Buna dün Ömer bin Abdülaziz muktedir olmuş, bugün de bütün müslümanlar olabilirler .” S. 256.
Yavuzlar, Kanuni ve Abdülhamidler halifeliği iyi idare edememiş de bugün Mısır’ın sosyalist yazarları Ömer bin Abdülaziz gibi iyi idare edeceklermiş. Pisi pisine ölmek marifet değildir. Peygamber aleyhisselâm Hendek kazdırmıştır. Düşmanın üzerine gidip de birçok şehit verdirmek istememiştir. Sosyalist bir deva için dinsiz Nasır’a kellesini vermek budalalıktır. İhvan-ı müslimînin budalaca hareketi yüzünden bugün Mısır’da dinden kopmalar çoğalmış., mevcut müslümanlara da baskılar artmıştır. Hükûmet adamları devamlı müslümanların peşindedir. Bunlar ihtilâl yapacak diye devamlı kontrol altında yaşıyorlar. Dinimizde müdara esas iken sol bir dava uğruna kelleyi vermek budalalıktır.
S. Kutup, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer radiyallahü anhümayı solculukla itham ederek şöyle demektedir:
«Hz. Ömer’in siyaseti, Hz. Ebu Bekir’in yaptığı gibi zenginlerin artan mallarını (şeriat dahilinde) alıp fakirlere eşit olarak tevzi etmek idi.” (İ. S. Adalet S. 254.)
Burada sadece Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer suçlanmakla kalmıyor. Eshâb-ı kirâmın zenginleri fakirlere yardım etmediği iftirası da yapılmaktadır. Eshâb-ı kirâmın zenginleri vazifelerini yapmayınca Halife müdahele ediyor, mallarını alıp fakirlere dağıtıyormuş. S. Kutup kurmak istediği düzene İslâm komünizmi diyecek de her nedense bir türlü diyemiyor.
Bir hikaye anlatalım. Zamanın birinde zalim bir kral varmış. Atını çok severmiş. Kim ölüm haberini getirirse, atın öldü derse boynunu vuracağını bildirmiş. Günün birinde atı ölür. Fakat haber nasıl verilecek? Akıllı vezirlerinden birisi krala gider. Şöyle der:
-Efendim, atınız yattı kalkmıyor.
-Yorulmuştur sonra kalkar,
-Efendim, ayaklarını da yukarı dikmiş.
-Ne olacak diktiyse?
-Hiç nefes de almıyor efendim.
-Öldü desene.
-Valla ben demedim efendim, öldü diye siz dediniz.
Böylece haber veren kelleyi vermekten kurtarır. S. Kutup da İslâmiyet ile komünizm karışımı bir düzen kurmak istiyor. Zenginlerden alınır, fakirlere verilir diyor, zekat yerine hisse senetleri verip fabrikalara ortak olunsun diyor. Bütün mallar aslında cemiyetindir diyor. Kralın dediği gibi buna komünizm desene diyeceğiz. Ben söylemedim, siz söylediniz diyecek. Gerçek şudur ki at ölmüştür, kim derse desin. S. Kutub’un düzeni de sol bir adı düzendir, adı ne olursa olsun.
Kur’ân-ı kerim’de zekatın verileceği yerler, açıkça bildirilmiştir. Mezhep imamları zekât ile ilgili âyet-i kerimeyi açıklamışlardır. Fakire nasıl faideli olacağını bildirmişlerdir. Fakat S. Kutup hiç bir mezhebe uymayan bir yol takip ederek, yani mezhepsizlik yaparak zekâtı kendi kafasına göre vermek istemektedir. Zekât sistemini değiştirelim dediği yazısı şöyledir:
«Keza, Hz Ömer (R.A.) müellefet-ül kulub’a (İslâma yeni girmiş, kalbleri kazanılmak istenen kimselere) zekât giderlerinden bazı farklı tasarruflarda bulunabiliriz. Ve meselâ bunu ancak muayyen bazı zümrelere hasredebiliriz. Nakid veya ayn olarak vermeyebilir, onlar için fabrika ve sanayi tesisleri kurabiliriz. Veya bazı tesis ve teşekküllerde onlar için hisse senetleri alabiliriz. Ta ki onlara bugünün medenî icapları ile bağdaşmayan ve heba olup giden muvakkat ihsan manasından uzak, daimi bir rızk ve gelir kaynağı temin edilmiş olsun.” İ. S. Adalet S. 304-305.
S. Kutub’un ne dediğini özetleyelim:
1- Zekât giderlerinden bazı farklı tasarruflarda bulunalım.
2- Fabrika kurabiliriz.
3- Fabrikalardan hisse senetleri alabiliriz.
4- Zekât sistemi bugünün medenî icaplarıyla bağdaşmıyor. Daimi bir rızk kapısı
açalım.
Bunları söylemenin dindeki hükmü nedir?
1- Zekât giderlerinin nereye ve nasıl verileceği mezheplerde belirtilmiş ve icma’ halini almıştır. Hele zekâtın verilecek yerleri Kur’ân-ı kerim’de açıkça bildirildiği için farklı içtihadda bulunulmaz. Farklı tasarruflarda bulunmaya kalkmak Kur’ân-ı kerim’in bildirdiği hükmü beğenmemek olur ve kendisini din koyucu yerine geçirmek olur. Kur’ân-ı kerim’de zekâtın yedi sınıf müslümana verilmesi emredilmektedir. Yedi sınıf müslüman şunlardır; fakir, miskin, âmil, Hac ve gazada olan kimse, mal ve mülkünden uzak kalmış olan yolcu, borçlu, azad olacak köle.
Müellefetül kuluba da zekât verilmesi emredilmişse de bunu Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz nesh eylemişlerdir. Nesh ile ilgili hadis-i şerif kütüb-i sittede mevcuttur. Kütüb-i sitte adı ile maruf altı hadis-i şerif kitabındaki bütün hadis-i şeriflerin sahih olduğunda icma vardır. İcma Peygamber aleyhisselâm zamanından sonra olur. Nesh ile peygamber aleyhisselâm tarafından olur. Müellefetül kuluba zekât verilmemesini Peygamber aleyhisselâm emretmiştir. S. Kutup bunları bilmediği için Allah’ın emri olan Müellefetül kuluba zekât vermeyi Hz. Ömer kaldırmıştır, diğerlerini de biz onlara benzeterek kaldırabiliriz diyor. Mezhepsizliğin bu kadarı görülmüş şey değildir.
2- S. Kutup ne diyor, zekât parası ile fabrika kurabiliriz veya hisse senetleri alabiliriz diyor. Şeriatta (dört hak mezhepte) bunun yeri yoktur.. zekât sisteminin bugünün medeni icapları ile bağdaşmadığını söylüyor ki, Allahın emrine bu şekilde bir dil uzatmak küfür değil midir? Daimi bir rızk kapısı açılsın diyor. Hâşâ Allah daimi bir rızk kapısı açılmasını bilmiyor muydu? Sonra rızkı Allah’tan başkasını mı veriyordu? Bu ne biçim saçmalık? S. Kutub’un zırvası bir tarafa, bu kitabın Türkiye’de beşinci baskısının yapılması mezhepsizliğin her tarafa yayıldığını göstermez mi? Bilerek veya bilmeyerek insanlar mezhesiz oluyor?.
3- S. Kutup zekâtı değiştirmekle kalmıyor. Mirasa da elini ve dilini uzatıyor. Mirascı olmayan akraba, yetim ve yoksullara da miras verilmesini istiyor. Zekâtta olduğu gibi mirasta da bazı değişiklikler ve tahsisler yapılabileceğinden bahsetmektedir. Dini kendi kafasına göre değiştirmek ve reform yapmak isteyen S. Kutup’un Miras Teşrii başlığı altında yazdığı yazıyı aşağıya alıyoruz:
«Miras taksim olunurken (mirasçı olmayan) hısımlar, yetimler, yoksullar da hazır bulunursa kendilerini (ondan bir şey vererek) rızıklandırın, (gönüllerini alacak) güzel sözler de söyleyin.» (Nisa sûresi)
Bu Kur’ân’ın nassıdır. Ve akraba, yetimler ve fakirlerin mirasta hisse alacağını sarahatle ifade etmektedir. Tabiî olarak Şâriin (şer’i kanunları vazedenin)tasarruf hakkı vardır. –Hz. Ömer (R.A.)’ın müellefetül kulub (islâma yeni girmiş ve kalblerinin kazanılması istenen kimseler) için tasarruf hakkını kullandığı gibi- Mirasta değişiklikler ve bazı tahsisler yapılabilir.
Bazı hisseleri varislerin ve toplumun haline göre tayin edilebilir. Şunu da tenbih edelim ki âyet-i kerîme’de hazır bulunursanız manâsı hükmen hazır bulunmak, yani mevcut olmak manasındadır. Zira her toplumda yetim ve fakirler mevcuttur. Yoksa bunlar her mirasın taksimi ânınde ferd her meclise hazır bulunmaları icap etmez. Çünkü onlar her zaman ve mekânda hazırdırlar. Şarie düşen, bunlara yardım etmekle vicdanların infaz edemediği bir farizayı devlet başkanına infaz ettirmektedir.» İ. S. Adalet S. 309
Mütercim de buradaki galiz hatayı anlamış olmalı ki S. Kutub’un sözlerini tevil ederek dipnotta şöyle diyor:
«Şeriatte serahatle tayin ve tesbit edilmiş bu nisbetler dışında bazı tadilât veraset vergisi ismiyle varislerden alınacak muayyen bir nisbetin varis olmayan akraba, yetim ve fakirlere tehsisi mümkündür.»
Önce müellifin, sonra mütercimin hatalarını açıklayalım.
Nisa sûresinde belirtilen âyet-i kerimenin tefsiri için muteber tefsir kitaplarına bakmak icap ederken S. Kutup kendi kafasına göre tefsirler yapmaktadır. Muteber tefsirlerin bildirdiğine göre mirascı olmayan akraba ile yetim ve yoksullara miras verilmesi emredilmiyor, bunlar miras taksiminde bulunurlarsa gönüllerini almak için bir şeyler verilmesinin iyi olacağını bildirmektedir. Muteber tefsirler böyle diyor. S. Kutup ne diyor. Taksimde hazır bulunsun veya bulunmasın nerede ne kadar yoksul ve yetim varsa o mirastan onlara vermek de Allah’ın emridir diyor. Bu apaçık nas diyor. Hazret-i Ömer’e iftira ederek Müellefetül kuluba zekât vermediği gibi, mirasta bazı değişiklikler yapılabileceğini alenen söylüyor. Âyet-i kerime’de değişiklik yapmak kimin haddinedir? Hangi müctehid hangi âyet-i kerimeyi değiştirmiştir haşa? Âyet-i kerimeyi değiştirmek nesh etmek ancak Allahü teâlâya mahsustur. Herkes kendi kafasına göre âyet-i kerimeyi değiştirirse ortada din mi kalır? Reform üstüne reform olur?
S. Kutup sonra ne diyor, her yoksula ve her yetime vermeyen çıkarsa dinde reform yapan kimse devlet başkanına başvurup mirascının mallarını bu kimselere zorla taksim ettirecektir.
Mütercim ne diyor? Varislerden veraset vergisi adı altında bir vergi çıkarıp varis olmayan akraba, yetim ve yoksullara verilmesi mümkündür diyor. Dört kitaba, dört mezhebe uymayan bir ifade. Bay Mütercim âyet-i kerime’den veraset vergisini nasıl çıkardın? Herkes aklına göre bir vergi çıkarırsa din kalır mı ortada?
Evet S. Kutup ve onun yolunda gidenlerin durumu bu.
S.Kutub’un bütün kitabları böyledir. Hepsini incelemeye imkan var mıdır? Bir iki kitabından birkaç kelime daha yazalım.
İstikbal İslâm’ındır, isimli, kitabında (s.94’te) İbni Teymiyyeye İMAM diyor. Ve o sapığı övüyor.
İslâm ve Medeniyetin Problemleri isimli kitabında ise İslâm toplumunu inşa ederken İslâm fıkhına bağlı kalmamak gerektiğini yazdıktan sonra şöyle diyor:
«Bu fıkha yabancı kalmıyorsak da bağlı olduğumuz şey, İs1âm yolu, İslâm düsturu, İslâm anlayışıdır.»
Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları fıkh kitapları sanki islâm yolu değilmiş de S. Kutub’un yazdığı saçmalar İs1âm yolu imiş.
Birkaç kelime de şu Fizılalil Kur’ân’dan bahsedelim. S. Kutup da kitabına Fizılal-il Kur’ân demiştir. Yani Kur’ân’ın gölgesinde demektir. Fi-tefsiril-Kur’ân dememiştir. Fakat Türkiye’deki meddahları Fi-zilâl tefsiri demektedirler. Bu kitabın epey reklâmı yapıldı. Konferanslar verildi, broşürler her yere dağıtıldı. Şimdi bu broşürlerden bir tanesi hakkında birkaç kelime konuşmak istiyoruz. S. Kutub’un adamları Ramazan sonlarına doğru (1975 yılının) Trabzon’da da konferans verdiler, çöp tenekesinden bir broşür bulduk. El ilanı gibi bir şey. Çoluk çocuğun ellerin de yerlerde dolaşıyor. Broşürde âyet-i kerime aslî harfleriyle yazılmış, altında latin harfleriyle yazılı yazılar var. Âyet-i kerimeli bu broşür yerlerde sürünüyor, çöp tenekelerine atılıyor. Mezhepsizlerin kitapları Türkiye’ye yayıldı. Kur’ân-ı kerim’e hürmet kalmadı, birçok satıcılar Kur’ân-ı kerim’e hürmet göstermiyor, teşhir için Kur’ân-ı kerimleri göbekten ve dizden aşağı yerlere koyuyorlar. Âyet-i kerîmeleri latin harflerinin arasına yazıp piyasaya sürüyorlar. Bunun önüne geçmek için her müslüman İslâm harfleriyle, latin harflerinin karışık olduğu kitapları almazlarsa, bu iş nisbeten halledilmiş olur.
S. Kutub’un dağıtılan el ilânında şöyle bir cümle vardır:
«Fizılâlil Kur’ân Tefsiri, şimdiye kadar yazılan Kur’ân tefsirlerinin hiç biriyle kıyas edilemiyecek derecede harikulâde vasıflara haizdir.»
Hemen altında Hikmet Yayınları sunar diye yazılıdır .
Sanki deterjan reklamı yapar gibi bir şey. Şimdiye kadar çıkan deterjanların en üstünüdür. Şimdiye kadar yazılan tefsirlerin en üstünüdür. Muhalfarz şimdiye kadar çıkan tefsirlerden üstün olursa din diye bir şey kalmaz ortada. Çünkü İslâm bugüne kadar anlaşılmamış ve anlatılmamış demek olur ki maazallah büyük suçtur. Dinde eksik olan neymiş de S. Kutup yeni ilâveler yapmış ve harikulâde vasıflara haiz bir kitap yazmış acaba? Gerçekten de Fizılâl, şimdiye kadar yazılmış Ehl-i sünnet alimlerinin mübarek tefsirleriyle asla kıyas edilmeyecek derecede harikulâde hatalara haiz bir kitaptır. Buna birkaç misal verirsek hakikat ortaya çıkar.
Mezhebi olan insan belli bir mezhep üzerine yazar. Bazan Hanefînin içtihadı uygundur, bazan Şafiîninki uygundur gibi ifadelerde bulunmaz. Seyyid Kutup, bay Karaman gibi, mezhep imamlarının içtihadlarını tercih ediyor. Maide sûresinin otuzüçüncü âyet-i kerimesini Fizılâlin gölgesine çekilerek dört mezhebin içtihadlarını bildirdikten sonra şöyle diyor:
«Biz bu hususta, İmâm-ı Malik’in fikrini tercihe şayan görüyoruz.»
Mezhebi olan kimse kendi mezhebinin imâmının içtihadını tercihe şayan görmez. Hep doğru bilir ve amel eder. Başka mezhepteki bir kimse de başka mezhebin imâmının içtihadını tercihe şayan görürse daha önce İmâm-ı Rabbani hazretlerinden delil getirerek isbat ettiğimiz gibi mezhepsiz olur, mülhid olur. Hemen birkaç sayfa sonra da İmâm-ı Ebu Yusuf’un içtihadı için İmâm-ı A’zama karşı çıkar gibi bir ifade kullanmakta, içtihad etmeyi karşı çıkmak anlamına kullanmaktadır. Ehl-i ilim bilir ki içtihad etmek karşı çıkmak demek değildir. Müctehid içtihad etmekle mükelleftir. Müçtehid başkasının içtihadı ile de amel edemez. Kendi içtihadı ile amel etmek mecburiyetindedir. İçtihad etmekle karşı çıkılmış olmaz. Hazret-i Ömer radiyallahü anh kaç kere Kâinatın efendisinden ayrı içtihadda bulunmuştu. Ayrı içtihadda bulunmak karşı gelmek demek değildir, öyle olsa idi, Peygamber aleyhisselâma karşı gelmek küfür olurdu. S. Kutup içtihadın ne demek olduğunu bilseydi böyle zırvalamazdı.
Allahü teâlâ İsa aleyhisselâmı öldürmediğini, asılmadığını Kur’ân’ı kerîm’inde bildirirken S. Kutup ise Cenâb-ı Hakkı şu şekilde yalanlamaktadır:
«Hazret-i İsa’nın vefatından sonra kaleme alınmış bu incilerde…» (Maide süresinin 115. ayet-i kerimesini tefsir etmeye kalkışırken böyle yazıyor. Fizılâlinde).
Allahü teâlâyı yalanlamanın ne demek olduğun ehl-i ilim bilir.
İşte fizılâl böyle saçmalıklarla küfürlerle dolu bir hezeyannamedir. S. Kutupçu mezhepsizler daima ecdadımızı ve selef-i sâlihin efendilerimizi küçük göstermek için ellerinden gelen gayretleri göstermişler. Eski âlimlerimizin kitap yazamadıklarını, S. Kutub’un kitaplarının hepsinden üstün olduğunu utanmadan yazıyorlar.
Bir S. Kutupçu şöyle diyor:
«Ashâb-ı Kirâm’dan sonra müslümanlar Kur’ânla hayat arasına yıkılmaz setler çektiler. Kur’ân mihrap nağmesi ve mezar duası oldu. İşte S. Kutup, bütün bu setleri yıkarak, hiç bir İslâm âliminin yazamadığı Fizılâli yazdı»
Bilindiği gibi vehhâbiler Ehl-i sünnetin ölüleri için Kur’ân okumaları ile alay ederler. S. Kutupçu mezhepsiz de aynı yola sapmıştır. İslâm âlimlerini kötülemekle, şimdiye kadar böyle tefsir yazılmadığını söylemekle S. Kutub’u övdüğünü sanmaktadır mezhepsiz.
S. Kutup tasavvufa da gücünün yettiği kadar yükleniyor. İbni Teymiyye nasıl vahdet-i vücud evliyalarının büyüklerinden Şeyh-i Ekber Muhiddini Arabi hazretlerine kâfir diyorsa, S. Kutup da vahdet-i vücud mensuplarına gayri müslim tabirini kullanmaktadır. Hocası İbni Teymiyye’den farkı yoktur. Bakara sûresinin 117. âyet-i kerimesini tefsire kalkarken «Vahdeti vücud felsefesi tamamen İslâmi tasavvurun dışında kalır.» diyor. Hemen arkasından İslâmın gayri müslim anlayışı olan vahdet-i vücudu reddettiğini yazmaktadır. Kısaca vahdeti vücuda felsefe demekte, vahdet-i vücud evliyalarına da gayri müslim demektedir. İbni Teymiyye kâfir diyordu, bu da gayri müslim.
S. Kutup hakkında Necip Fazıl’ın son görüşü şöyledir:
«Bir de Seyyid Kutup var... Kendisinden af dilemesini isteyen yakışıklı orangotan maymuııu Nâsır’a «Bir müminin bir münafıktan af dilemez.» cevabını veren ve kahramanca ölmeyi bilen bu zatı SAHTE KAHRAMANLAR konferansımda gerçek kahraman olarak göstermiştim. Fakat sonradan gördüm ki Seyyid Kutup bir İbni Teymiyye meddahıdır. Ve kellesini kaptırdığı. sosyalizma yularının zoruyla Hazret-i Osman’a adaletsizlik isnat eden ve dil uzatan bir bedbahttır. İdam edilmeden önce bu sapıklıklardan istiğfar ettiğini söyleyenler oldu. Eğer öyle ise tam kahraman ve şehit... Değilse mücadelesi kâfire karşı bir sanığın davranışından ileri geçmeyen bir zavallı.» (21.10.1977 tarihli Tercüman Gazetesinden)
Büyük Gazete’nin sahibi Mehmed Şevket Eygi, S. Kutup hakkında şöyle söylemektedir: «Seyyid Kutup selefî ve mezhepsiz bir zihniyete sahiptir> (Büyük Gazete Sayı: 93)
Daha önceki sayılarımızda yazdığımız gibi S. Kutup tövbe edip imanla gitmiştir veya kitaplarındaki küfürler üzerine imansız ölmüştür. Meselemiz bir şahsın imanla ölüp ölmemesi değildir. Mevcut kitaplarıdır. Kendisi imanla ölmüş olsa bile kitapları açıkladığımız gibi birer zehirdir. Bu inceliği anlamalarını okuyucularımızdan rica ediyoruz.
İ F Ş A A T
S. Kutup, İslâmda Sosyal Adalet kitabının Arapça aslı olan (El Adaletül İctimaiyyetü Fil İslâm) kitabında, şiîlerden daha ağır bir lisan kullanarak, başta Aşere-i mübeşşereden;(Cennetlikle müjdelenen on kişiden) biri olan Hazret-i Osman radiyallahü anh olmak üzere Eshâb-ı kirâmın büyüklerine haince dil uzatmaktadır. Fakat bu kitabı Türkçeye tercüme eden şahıslar, bu bariz ve galiz hataları, hainliklerini acaba niçin tercüme etmemişlerdir?
Akla birkaç ihtimal gelebilir. Meselâ Eshâb-ı kirâma yapılan bu iftiralara edebleri müsaade etmediklerinden bu kısımları çıkarmış olabilirler desek, böyle bir sahâbe düşmanının kitabı nasıl tercüme edilir? S. Kutub’un ihanetleri meydana çıkmasın diye kasden o kısımları tercüme etmediler desek böyle bir ihaneti gizlemek, dinimize yapılmış bir hainlik değil midir? Gerek kitabın yazarı ve gerekse tercüme edenlerinin dine yaptıkları bu ihanet bilinirken bu kitapları İslâm adına nasıl müdafaa ederler?
Şayet S. Kutub’un Hazret-i Osman Radıyallahü anh’a ağır şekilde dil uzattığına ve bunları mütercimlerin tercüme etmediğine inanmayan mezhepsizler çıkarsa, okuyucularımıza kitabın aslını göstermelerini rica ediyoruz. S. Kutup, bu mahut kitabın 186. sayfasından itibaren 5 - 6 sayfa iğrenç zehirlerini kusmaktadır. Hattâ Dört Büyük Halifeden biri olan, meleklerin hayâ ettiği Hazret-i Osman Radıyallahü anh’a « B U N A K» diyecek kadar alçalarak iftiralar yapmaktadır. Mütercimler bunu gizlemekle hakikatı gizleyeceklerini sanıyorlarsa aldanmış olacaklarının acaba ne zaman farkına varacaklar?
Şimdi. 186. sayfadan itibaren birkaç satır tercüme edip iftiralarını ifşa edelim:
Mezhepsiz Seyyid Kutub’un ismi seyyit olup kendisi Seyyid falan değildir. Seyyid düşmanı Seyyid Kutub şöyle demektedir:
«Pek yaşlı olan Osman’ın hilâfete geçmesi kötü bir talihin eseridir. Müslümanların mallarını gelişigüzel harcamıştır. Çok müsrif idi. Zübeyr’e 600.000, Talha’ya 200.000, Mervan’a ise Afrikıyye haracının beşte birisini verdi. Eshâb ve bilhassa Ali bin Ebi Talib bunları işitince onu azarladı.
Muaviye’nin mülkünü genişletip Filistin’i de ona verdi. Akrabalarını vali yaptı. Bu İslâmın ruhuna aykırı idi. »
Bu ve bunun gibi iftiralar etmektedir Bunların iftira olduğu çeşitli kitaplarda yazılıdır. Hazret-i Osman radiyallahü anh hakkında birkaç hadis-i şerif yazarak mezhepsizlerden hain olmayanları insaf ile tövbeye davet ederiz:
HADİS-i ŞERİFLER:
1 — Daha kızlarım olsaydı onları da Osman’a verirdim.
2— Ondan melekler hayâ eder ben hayâ etmez miyim?
3—Osman Cennette benim kardeşimdir.
4— Bugünlerden sonra Osman’a günah yazılmaz.
5 — Cehenneme girecek olan 70 bin günahkâr müslüman, Osman’ın şefaatıyle so
MİLLİ FİKİR'E GELEN MEKTUPLAR
İstanbul’dan Hayrullah Can:
Mektubunda diyor ki: “Ehl-i sünnet yolunda olduğunuzu, meşrep olarak da Büyükdoğu Fikir Ocağı yani Necip Fazıl’ın fikirlerine uygun neşriyat yaptığınızı yazıyorsunuz. Seyyid Kutup hakkında Iraklı din adamlarının bir raporunu neşrettiniz, bu sizin Seyyid Kutub’u tasvip etmediğiniz manasını taşır. İşittiğime göre Necip Fazıl Seyyid Kutub hakkındaki fikrini bir vesika ile bildirmenizi istiyorum. İkinci husus, mezhepsizler hakkında Sabah Gazetesindeki Süleymancılar da yaylım ateşine giriştiler, sizin neşriyatınız Süleymancılığı desteklemek olmuyor mu?
CEVAB: Üstad Necip Fazıl, S. Kutub için şöyle der: “Seyyid Kutup, Büyük sahabî Hz. Osmanı en ağır şekilde tenkid etmiş böylece dalâletlerin en ağırına düşmüş bir insandır.” Büyük Doğu, Sayı: 16, Sayfa: 15, Sene: 1971
Biz sapık kimselerin Cennete veya Cehenneme gittikleri üzerinde durmuyoruz. Karl Marks’ın bile şahsı değil, eserleri bizi ilgilendirir. Mezhepsizlerin de kendileri değil kitapları bizi ilgilendirir. Ehl-i sünnet âlimlerinin sapık ve kâfir dediği İbni Teymiyye bile tövbe etmiş, cennete gitmiş olabilir. Mesele kendisinin Cennete veya Cehenneme gitmiş olması değil, eserleridir. Seyyid Kutub da tövbe etmiş Cennete girmiş olabilir. Biz diyoruz ki, Seyyid Kutub’un kitaplarını okuyan kimse dalâlete düşebilir. Biri de ehl-i sünnet âlimleri dururken birkaç sapığın kitabının okunmasına lüzûm yok.
Sabah Gazetesi Laikliğin Yeşerttiği Fitne Olan NAYLON MÜCTEHİDLER serisine yeni başlamıştır. Necip Fazıl yıllar önce bu tehlikeyi bize göstermiştir. İbni Haceri Mekki Hazretleri, Şeyh’ul-islâm Mustafa Sabri Efendi bu hususta mufassal eserler yazmışlardır. Bilâhare Said Nurî hazretleri de İÇTİHAD mevzuunda mukni bir risale yazmıştır.
Günümüzdeki Hoca ve Muharirlerden ise, başta Necip Fazıl olmak üzere Üstad Ahmed Davutoğlu, Mehmet Şevket Eygi, D. Ali Kayapınar, Ahmet Selâmi Toscuoğlu, Enver Baytan, H. Hilmi Işık, Sadık Albayrak, Cemil Meriç, Ali Fikri Yavuz, Abdulkerim Polat, Sadrettin Yüksel, Risale-i Nur talebeleri ile çeşitli müftüler, kısacası ehl-i sünneti savunan herkes mezhepsizlik hareketine karşıdır.
Sabah gazetesi vehhabilik tehlikesinden bahsediyor diye bizim susmamız gerekmez. Sabah gazetesi bizce kâfi cevaplar vermemiştir. Biz inşallah mezhepsizlere gerekli cevap vereceğiz.
Komünizm aleyhindeki bir neşriyatımızdan dolayı biri çıksa, Amerikalılar komünizmi kötülerler, siz de kötülüyorsunuz, sizin de bu hareketiniz Amerikayı desteklemek değil midir? Gibi acaip bir soru sormaya hakkı var mıdır? Komünizmle, vehhabilikle, mezhepsizlikle, Ashâb-ı kirâm düşmanları ile kim mücadele ederse bunları tenkid değil, takdir etmemiz gerekir.
Üstad Necip Fazıl’ın bir sözü ile cevap verelim: “Artık bütün incelikleri anlamak ve kahramanlarımızı bu gözle seçmek devri gelmiştir.”
VAN'DAN ENVER EKİNCİ:
Medine'de gördüklerini şöyle anlatıyor :
“Kimsesiz hacıların cenazelerini balık istifi gibi yanyana koyup üstünü örtüyorlar. Nispeten torpilli olan birisine müstakil bir mezar kazdılar. Mezar derin değil, cenazenin boyu kadar uzun da değil. Birisi cenazeyi kucaklayıp çukura attı, cenaze büyük geldiğinden başı ve kolu dışarda kaldı, kazma ve küreklerle baş ve kollarına vura vura yerleştirdiler. Vehhâbilerin bu halini görünce arkadaşlarıma (Aman ben ölürsem burada defnetmeyin memleketime götürün) diye vasiyet ettim.”
FRANSA'DAN MUHLİS FERİK :
«Mekkedeki mezheb mi haktır yoksa laik Turkiye'deki mezhebler mi?» diye başladığı uzun mektubunda Vehhâbiliğin hak bir mezhep olduğunu, Abduh gibi Vehhâbi âlimleri eğer kötü yolda olsalardı, Diyanetin bunu açıklayacağını aksine Diyanetin Abduhun talebelerinden Reşit RIZA’nın Telfik ile ilgili kitabını neşrettiğini yazdıktan sonra şöyle diyor:
“... partili olduğunuz belli, fakat o partinin yetkilileri hiç bir zaman VehhâbiIiği kötülemedikleri gibi onlarla ilişki kurmak için de çalışıyorlar. Mezhepsizlik diyerek vehhabiliği kötülemeye devam ederseniz susturmasını da biliriz.”
CEVAB:
Bu çeşit mektupların cevabları verilmiştir. Şu kadarını söyleyelim ki biz bir partinin veya partilerin yollarında değil, Ehl-i sünnet yolu için çalışıyoruz. Bu bakımdan partilerüstü neşriyat yapıyoruz. Dinî, partilerin politikasına göre değil, partileri dinîn esaslarına göre değerlendiriyoruz.
BURSA'DAN SAİM HAKYOLCUSU :
İskilipli İhsan Çerkeşli ile gönderdiği yazısı şöyle :
Tasavvuf öğretmeni olduğunu söyleyen birisi,
1 - Kadınların şarkı söylemesinin caiz olduğunu, siyasi konuşma yapmasının uygun bulunduğunu,
2 - Kadın resimlerine bakmanın helal olduğunu,
3 - Buhârî'den delil getirerek talak-ı selasenin olmadığını,
4 - 73 fırka ile ilgili Hadîs-i şerif’in mevzu olduğunu,
5 - Eski kitaplara itimat edilmemesini, bilhassa DAMAD isimli kitaba itibar edilmemesini, bu kitapla bir köy bile idare edilemeyeceğini söyledi. Ne dersiniz?
C E V A B:
1 - Efendim, bahsettiğiniz kimse katıksız bir mezhebsizdir. Kadınların erkeklere şarkı söylemeleri, plak ile, teyp ile de duyurmaları, hatta mevlid ve ezan okuyarak duyurmaları da harâmdır, büyük günahtır. Seslerini ancak zaruret hallerinde başkalarına duyurabilirler. Hele zaruret yokken seslerini erkeklere duyurarak siyasi nutuk çekmeleri dinîmize aykırıdır.
2 - Kadınların resimlerine ve televizyondaki görüntülerine şehvetle bakmak harâmdır, göz zinasıdır. Maalesef müslümanlar, politikacılara bakacağız diye onun bunun karısına bakıyorlar.
3 - Bir anda üç talak vermeyi kabul etmeyen İbni Teymiye ve mezhepsiz talebeleridir. Üç talakı bir anda vermek bid'at ise de talak-ı selase olmuş olur. İcma vardır. Mezhepsizler İCMA'yı falan inkar ederler. Onlar için tek delil İbni Teymiye ve diğer mezhepsizlerdir.
4 – “Ümmetim 73 fırkaya ayrılacaktır, biri hariç hepsi Cehenneme gidecektir. Cehennemden kurtulan fırka ise benim ve eshabımın yolundan gidenlerdir.” (YANİ EHL-İ SİNNET VEL CEMAAT FIRKASIDIR)mealindeki hadîs-i şerif bütün sahih kitaplarda vardır. Mezhepsiz, sapık mezhepleri hak gibi göstermek için bu hadîs-i şerife mevzudur demek istiyor.
5 - İtimat edilmesi gereken kitaplar eski kitaplardır. Mezhepsiz birisi ile konuştuğumuzda Karadenizli bir müftü, bu mezhepsize itiraz ediyor. Karadeniz şivesiyle «DAMADDA BÖYLE YAZAY» diyor. Mezhepsiz ise müftü efendi ile dalga geçerek «KAYINPEDER DE BAŞKA YAZAY» diyor.
Damad, Şeyhülislâm'ın damadı olduğu için bu isim verilmiştir. Adı, Abdurrahmân bin Muhammed'dir. 1078'de vefât etmiştir. Mecma'ul-enhür ismindeki MÜLTEKA ŞERHİ meşhurdur. Senet bir kitaptır. Bu öğretmenin S. Uludağ olduğunu zannediyoruz.
TRABZON'DAN KAYA YILDIZ:
Tamamen Ehl-i Sünnete zıt olan mektubunda diyor ki:
«Hep Edille-i Erbaa'dan bahsediyorsunuz. Bizim için tek delil var: KUR'AN. Onun için «Kur'andan alıp ilhamı» denmiştir. Aslında Hadisler de delil olur, fakat mevzu hadis yazdıkları için hiç bir hadis kitabına itimat kalmamıştır. En sağlam bilinen Buhârîde bile mevzu hadis vardır. Modern Problemler Karşısında İslâm Hukuku isimli kitapta Prof. Mahmasani bu durumu açıklıyor. Bu kitabı Karaman Türkçeye çevirmiştir. Bir tek dahi olsa kitabına mevzu hadis alan kimselere nasıl itimat ederiz? Diğerlerinin mevzu olmadığını nereden bilelim? Kur'âna sarıldık mı tehlikeden kurtuluruz. On tane doğru olmaz, bu bakımdan mezheplere itimat edilmez. Kur'an dururken mezhep imâmlarına bağlanmak şirktir. Bu bakımdan İmâm-ı Şevkani taklîdi harâm saymıştır.
Kur'ânı Ebu Hanife anlar da biz anlıyamaz mıyız? Kur'ânı herkes anlar, Kur'an süs için inmemistir. Anlaşılsın diye Arabça indirilmistir. Kur'an denizse, mezhep bir damladır, mezhepler sizin olsun Kur'ân yeter bana.»
CEVAB:
Mezhepsizliğin tesirinde kalmiş toy bir gence benziyorsunuz. Bir hadîsin mevzu olup olmadığını ancak salahiyetli İslâm âlimleri bildirir. Mesela İmâm-ı A'zam, İmâm-ı Buharî, İmâm-ı Gazâlî, İmâm-ı Rabbânî veya başka bir imâm, bu hadîs-i şerif SAHİH'tir diyorsa sahihtir. Biz bir hadîsin mevzu olup olmadığını, neshedilmiş olup olmadığını nereden bilelim? Kur'an-ı kerîmi ve Hadîs-i şerifi en iyi anlayan İslâm âlimlerinin ve mezhep imâmlarının kitaplarını okursak ancak o zaman Kur'an-ı kerîmle amel etmiş oluruz. İslâm büyüklerinin kitaplarında ve Kütüb-i Sittede tek mevzu hadis yoktur. Ehl-i Sünneti suçlamak için din büyüklerinin kitaplarında mevzu hadis olduğunu mezhepsizler ve Vehhâbiler söylemektedir. Mahmasani mezhepsiz bir vehhabidir. Abdulvehhaba miictehid diyen bir sapıktır. Mezhep imâmlarına bağlanmak demek Kur'ana bağlanmak demektir. İmâm dediğin Şevkani ise mezhepsiz bir şiîdir. Kur'an-ı kerîmden istifade mezhep İmâmlarının, mufessirlerin bildirdikleri şekilde olur. Hüküm çıkarmak için Kur’ân-ı kerim okunmaz. O'ndaki bütün hükümleri mezhep imâmlarımız bildirmiştir. Dinîmiz noksan değildir, yeni bir hükme, reforma ihtiyacı yoktur.
ADAPAZARI'NDAN HALİL MERT :
Abonesini kesmek istediği mektubu şöyledir :
«Açık konuşuyorum, samimi konuşuyorum, sözümde hiç yalan yok. Abonemi kesmekle kalmıyor, diğer abone olanları da bıraktırmak için çalışacağım. Sakın bu da mezhepsizlerin maşası mıdır diye bir şey aklınıza gelmesin. Mecmuanızda dinîmize aykırı bir husus görmedim. Fakat Vehhâbilerle ve mezhepsizlerle fazla uğraşmanız bizim camiada çatlaklar meydana getiriyor. Şu Vehhâbilerle yapılan kültür anlaşması meselesi yüzünden bizim camiaya darılanlar oldu. Biz önce İslâmı kurtaralım, sonra içimizdeki mezhepsizleri temizleriz diyoruz. Siz ise içimizdeki birkaç mezhepsize veryansın ateş ediyorsunuz, camia dağılıyor, sözleriniz doğrudur, fakat her doğru her yerde söylenmeyeceği için zararlı oluyor. Biz Vehhâbi olsun, sosyalist olsun. Mısırla, Libya ile S. Arabistanla işbirliği kurmak istiyoruz. Siz ise bunlar solcu ve Vehhâbi diye işbirliğini kabul etmiyorsunuz. Kime gidelim? Amerikan gavuruna mı, yoksa Rus komünistine mi?»
CEVAB:
Samimi tenkidleriniz için tesekkür ederiz. Mecmuamızda dine aykırı bir husus yoksa biz müsterihiz. Biz sosyalist ve Vehhâbi Arap devletleri ile işbirliği ve ticaret anlaşmaları yapılmasın demiyoruz. Arap ülkeleri bizim için iyi bir pazardır. Ancak onlarla kültür anlaşması gibi zararlı bir anlaşma yapmayalım diyoruz. Sosyalist Mısır'dan bize ne kültür gelir? Vehhâbi Arabistan, bize Vehhâbilikten başka ne verebilir? Ruslarla kültür anlaşması yaptık Lenin'in, Mao'nun kitapları serbest satılır oldu. Arabistanla Kültür anlaşması yaptık, bütün dinî muesseseler Vehhâbi kitapları ile bombardımana tutuldu. Zararın neresinden dönersen kârı orasıdır. Türkiye'de ve Almanya'da bazı müslümanlar Vehhabi hayranlığından dolayı, kimi de bilmeyerek bir gün önce bayram yaptılar. Şeriata uymak varken, Vehhâbiye veya takvime uymak olmaz. Bunu 31. sayımızda etraflıca izah etmiştik.
ANKARA'DAN VELİ BAĞLUMLU :
Dolgu diş mevzuunda diyor ki:
«Kendisinin vaaz hocası olduğunu söyleyen papyon kravatlı, kovboy fotörlü, kellifelli birisi, (diş doldurtmakta zaruret olduğu için, üstelik İmâm-ı Muhammed'in sallanan dişleri altın tel ile bağlanmasına ait fetvası olduğu için diş doldurmak ve kaplatmak Hanefi mezhebinde gusle mani değildir. İslâm dinî kolaylık dinîdir, zorluk çıkarmak harâmdır) dedi. Ayrıca İzmirli İsmail Hakkı'nın da bu hususta fetvası olduğunu söyledi. Bu hususta sahih nakillerinizi bekliyoruz.»
C E V A B :
Kardeşim, diş dolgusu hakkında 15. sayımızda Ehl-i sünnet âlimlerinden yeteri kadar nakil yapmıstık. Buraya o yazının kısaca özetini alırsak tatmin olursunuz inşaallah.
Kayıtlı Halebiyyi sağirin 30. sayfasında, Gurer serhi Durer'in 17. sayfasında Mecmaülenhürün 11. sayfasında gusülde Hanefi mezhebinde ağzın ve burnun içini yıkamanın farz olduğu, tırnak üzerinde hamur kurusu (yağlı boya, oje, seletop, bant ve benzerleri) kalıp altına su geçmediği takdirde guslün caiz olmadığını bildirmişlerdir. Ağzın içinde de dişe yapışmış sakız olsa altına su geçmese gusül yine caiz değildir. Yıkanması farz olan yerlerin iğne UCU kadar kuru yer kalmamak üzere yıkanması farzdır.
Diş doldurmak ve kaplatmak bir ihtiyaçtır, fakat zaruret değildir. Zarureti İmâm-ı Rabbanî (Kuddise sirrûh) şöyle tarif etmektedir: “Her ihtiyaç zaruret sayılmaz, ZARURET, başka çare bulamamak demektir.”
Zaruret halinde domuz eti yenir ve şarap da içilir. Tabii bunlar ölmeyecek kadar yenir içilir. Zaruret icabı domuz eti yemek caizdir diye, karnı aç birinin açlık ihtiyacını gidermek için henüz kuvveti yerinde iken domuz eti yemesi nasıl caiz değilse, ihtiyaç olan diş kaplatmayı zaruret sanarak sabit diş taktırmanın gusle mani olmadığını söylemek de câiz değildir.
Şâyet diş doldurmak zaruret olsaydı elbette diş doldurmak Hanefi'de gusle mani olmazdı. Seyyar diş taktırmak mümkün iken yine de ihtiyaca binaen diş kaplatmak veya doldurmak bazı şartlara göre caizdir.
Evet İmâm-ı Muhammed, sallanan dişi altına tel ile bağlamaya cevaz vermistir. Fakat bundan sabit diş yaptırmanın caiz olduğuna kıyas yapabilmek için insanın mezhepsiz olması gerekir. Zira İmam-ı Muhammedin içtihadına uyarak altın tel ile diş bağlamak caiz olduğu gibi gümüş yüzük takmak da caizdir. Ancak câiz olan gümüş yüzüğün altına su geçmezse gusül tamam olmadığı gibi altın telin altına da su geçmezse gusül yine tamam olmaz. Altın telin altına su sızar. Fakat kaplamanın altına su geçmez.
Tekrar ediyoruz, gusülde altını yıkamak şartı ile parmağa gümüş yüzük takmak caiz olduğu gibi, sallanan dişi, altını yıkamak şartı ile altın tel ile bağlamak da caizdir. Kaplama ve dolguda altını yıkamak mümkün olmadığına göre 15. sayımızda izah ettiğimiz kolaylıktan istifade edilir. Böylece süs için de olsa diş doldurmak ve kaplatmak gusle mani olmaz. Gerekli şartı 15. sayımızdan öğrenebilirsiniz.
«İslâm dinî kolaylık dinîdir, zorluk çıkarmak harâmdır.» sözü üzerinde de biraz duralım. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine göre dinde zorluk yoktur demek, Allahü teâlâ gücünüzün yetmiyeceği işi size yüklemedi, kolaylık emretti demektir. Yoksa herkes hoşuna giden şeyleri yapsın, nefsine zor gelenleri yapmasın, ibadetleri keyfiye göre değiştirsin demek değildir. Dinde yapılacak ufak bir değişiklik küfürdür, dinsizliktir. Dinde zorluk yoktur diyerek uzun yaz günleri oruç tutulmamasını, Almanya'daki işçilerin iş zamanında oruç tutmayıp izin aldıkları zaman tutulmasını söyleyen mezhepsizleri çok gördük. Urfa gibi çok sıcak bir bölgede, uzun yaz günleri tarlada çalışan bir insanın oruç tutması çok güçtür, seyyar diş takmaktan, hatta dişsiz durmaktan daha güçtür. Fakat güç diye Allah zorluk emretmedi diye oruç tutmamak, kışın kısa günlere tehir etmek uygun olur mu? Bunun gibi mezhepteki müçtehidlerin veya başka mezhepteki müctehidlerin kolay gelen fetvalarını, içtihadlarını toplamak da caiz olmadığını, telfik olduğunu, bunun ise batıl olduğunu Ehl-i sünnet âlimleri bildirmiştir. Mezhepsizler dinde zorluk yoktur diyerek kolaylarına gelenlerini yapıyorlar. Milleti de cünüp gezdirmekten çekinmiyorlar.
Efendim, İzmirli İsmail Hakkı camilere sıra konmasını teklif eden dinde reformcu bir kimsedir. Ayrıca Mezhepsiz Reşit Rıza'nın mezheplerin birleştirilmesi ile ilgili kitabına takriz yazan bir mezhepsizdir. Onun sözü ve naklî nasıl hüccet olur? Üçüncü defa tekrar ediyoruz, altın tel ile bağlamak ayrı şey, altına su geçip geçmemesi ayrı şeydir. Caiz olan gümüş yüzük çok sıkı olup altına su geçmezse gusül câiz olmaz. Gümüş yüzük takmak caizdir. Şu halde altına su geçmezse de gusül yine caiz olur diye mezhepsizce, zünnarlıca inat etmek katmerli cahilliğin birer nümunesidir.
Rize'den Ahmet Yıldız:
Uzun mektubunda diyor, ki: «Araştırdığıma göre içtihad için gerekli şartlar 20. Asırda bir kiside toplanacak cinsten değilmiş. içtihat kapısı açık olduğuna göre buna lüzum görülmez mi? Yani ehl-i sünnet imâmları olan dört mezhep imâmının içtihatları bütün zamanlar için geçerli oluyor mu? Tahminime göre bugünkü meselelere gerekli cevap verilememektedir. Mesela kutuplarda namaz nasıl kılınır? Bunun gibi meseleleri âyet ve hadîsin ışığı altında bir karara varmak üzere branşında ehliyet sahibi kişilerden teşekkül edecek bir şuranın toplanması nasıl olur? Bu görüşlerden dolayı benı yanlış anlamamanızı ayrıca istirham ederim. Bu konularda beni aydınlatmanız için yazıyorum.»
CEVAB : İctihad için gerekli şartlar yok ise müctehid yok demektir. Kırk avamdan bir evliya olmadığı gibi kırk evliyadan da haşa bir Peygamber olmaz. Kırk Peygamberden de bir ahir zaman Peygamberi olur mu? Kırk profesörden, kırk din işleri müdüründen de bir müçtehid olamaz. Bir kimse bütün islâmî ilimlerde profesör olsa ilâhi mevhibe sahibi olmadan müçtehid olamaz. İçtihad kapısını kapatan olmamış, müçtehid olmadığından kendiliğinden kapanmıştır. Sonra içtihada lüzum da yoktur. Bütün meseleler çözülmüstür. İmâm-ı Azam, yarım milyon mesele halletmis ve 64 bin umumî kaide koymuştur. Bu kaideye göre mezhep içindeki müçtehidler gerekli fetvalar vermislerdir. İsa Aleyhisselâm bile yer yüzüne geldiği zaman Hanefi mezhebine göre hükmedeceğini islâm âlimleri yazmaktadır.
Namaz için öyle hükümler koymuşlar ki değil yirminci asır yirmi birinci asır olsa yine değişmez. Her zaman ve mekânda tatbik edilebilir. Her mezhebe göre, namazların vakitleri belirtilmiştir. Altı ay gece, altı ay gündüz olan yerlerde bu vakitler teşekkül etmiyor. Hanefide vakit namazın sebebidir. Sebep bulunmadıkça namaz farz olmaz. Bu ölçüye göre aya giden müslümanın, kutuplarda ikamet eden bir mü'minin namaz kılması için bilmediği bir husus kalmaz. Vakit varsa, girmişse kılar, yoksa kılmaz.
Mukallid olarak bizler, hemen âyet-i kerîmeye veya hadis-i şerife bakıp ahkam çıkaramayız. Bizlerden çok iyi bilen mezhep imâmları ve mezhep içindeki âlimlerin kavillerine bakarız. Mesela hadîs-i şerîfte «Namaz kılmayan kâfirdir» denmektedir. (Menterekessalate muteammiden fekad kefere.) Biz hadîs-i şerife göre hüküm veremeyiz. Mezhebimizin kavline bakarız. Mezhebimiz Hanefide namaz kılmayana kafir denmez. Biz mezhebin hükümlerine değil de âyeti kerîme ve hadîs-i şeriflerden anladıklarımıza göre hareket edersek mezhepsiz oluruz maazallah. Müçtehid olmayan kimsenin âyette böyle yazıyor, hadiste böyle geçer, demesi yanlıştır. Bu hadîs-i şerifi hanefi âlimleri şöyle açıklamıştır demek lazım. Müfessirlik kudreti olmayan kimsenin âyeti kerîmeye mana vermesi haddini bilmezliktir.
Modern problemler çıktı, içtihad lazımdır, demek yanlıştır. Mezhebimizde yanlışlık yoktur. Mezhebimizin hükümlerini öğrenip mezhepten çıkmamaya gayret edelim. Allahü teâIâ'ya emanet olunuz.
Almanya'dan Ahmet Erdoğan :
Mektubunda diyor ki: «İbni Teymiyye, Mevdûdî ve Hamidullah gibi kişilerin durumlarını herkese kabul ettirdiğimiz halde, Seyyit Kutub'un bir hatâsını söylesek «Seyyit Kutub'a bir sey söyleyen kâfir olur» diyorlar. Ne yapâlim?
CEVAB : Necip Fazil, BÜYÜK DOĞU'da şöyle der: “Seyyid Kutup, büyük sahabi Hazret-i Osmanı en ağır şekilde tenkid etmis, böylece dalaletlerin en ağırına düşmüş bir insandir.”
Seyyit Kutub, İbni Teymiyye'yi hüccet kabul eden bir kimsedir. Hemen bütün kitablarında İbni Teymiyye'den delil getirdiği görülür. Karaman'ın tabiriyle muayyen bir mezhebe bağlanmadan kitablarını yazmıştır. Bu durum Karaman'a göre gerçek âlimlerin takip edecekleri tek yoldur.
Fakat ehl-i sünnete göre ise bu yol mezhebsizliktir. Bir insan müctehid de olsa kitaplarını kafasına göre değil, muayyen bir mezhebe göre yazması lazımdır. Bizi kendisi değil kitapları ilgilendirir. Kendisi makbul insan bile olsa kitapları ehl-i sünnete aykırıdır. Aşere-i mübeşşere'den üçüncü Halifeyi tenkid etmesi ise affedilmez hatadır. Hattâ küfür olduğunu İmâm-ı Rabbânî hazretleri bildirmiştir. Hiç bir ehl-i sünnet âlimi Hazret-i Osman Radiyallahü anhı tenkid etmemiştir. Değil Hazret-i Osman gibi büyük bir sahabi, herhangi bir sahabi bile tenkid edilmez. Eshab-ı kiramın tamamı cennetliktir, onları tenkid Hadîs-i şerifle men edilmiştir. Seyyit Kutub Hazret-i Osmanı tenkid ederken bir şey yok, biz Seyyit Kutub şuralarda hatâ etmiş dememizi büyük suç işlemiş kabul eden gafillere söz kâr eder mi?
İstanbul'dan Ali Sertkaya:
Gönderdiği mektupta mezhepsizlerin faaliyetleri ve fikirleri hakkında özetle söyle diyor :
«Öğrendiğime göre Konya'da mezhepsizlerin lideri Ahmet Bey diye birisi varmış. Bu Ahmet Bey'in başkanlığında bir toplantı yapmışlar. Toplantıya Şerrüddin de iştirak etmiş. Yeni bir parti kurulmasını teklif etmişler. Lider mevzuunda karara varamamışlar. Şerrüddini teklif etmişlerse de, Şerrüddin, çok yara aldığını, basının bilhassa Milli FİKİR'in kendi fikirlerini çürütücü mahiyetteki neşriyatının çok tesirli olduğunu ileri sürerek lider olmayı reddetmiş, Ahmet Bey diye birisi üzerinde duruyorlarmış. Bazan Sahabe tatbikatı diyerek edille-i Şer'iyyeyi ikiye indiriyorlar, bazan da, çeşitli tevillere girişerek Kitab ve Sünneti inkâr, tahrif ve tezyif ediyorlar.
Lât, Menat gibi putların kulları hakkındaki âyet-i kerimeleri Allahü teâlânın kullarına uyguluyorlar.
Buhârî başta olmak üzere Kütüb-i Sittedeki hadîs-i şerîfleri MEVZU olarak damgalamaları yetmiyormus gibi Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemi iki parçaya ayırıyorlar. «Kul Muhammed, Resûl Muhammed» diyorlar. Tabii delilleri de hazır. «Abdühü ve Rasülühü» diyorlar. «Peygamberin kul olarak söyledikleri ve yaptıkları bizim için delil olmaz.» diyorlar. «Bizi sadece Resûl olarak söyledikleri bağlar.» diyorlar. İşlerine gelmeyen hadîs-i şerîfleri «Bunu Kul Muhammed söyledi» diyorlar. Bay Hayrettin Karaman'ın tercüme ettiği MODERN PROBLEMLER KARŞISINDA İSLAM HUKUKU isimli kitapta Mahmasani bu fikre yakın olarak «Peygamberin dünyaya ait söyledikleri bizim için delil olmaz.» diyor. Yerli mezhepsizler Mışırlı mezhepsizleri gölgede bırakacaklar, bu gidişle.
Seyyit KUTUB hakkındaki yazınız mahzı hakikattır, çok güzeldir. Ancak, yerli mezhepsizler harıl harıl çalışırken hedefi dağıtıp yurt dışına taşırmak sizi zayıflatır. Sonra yazınızı okumadan karar veriyorlar «Seyyit Kutub, nasıl mezhepsiz olur?» diyorlar. Bir defa okusalar anlarlar ama.
Şerrüddinin yeminlilerini teker teker teşhir etseniz iyi olur. Şerrüddin, yaygaracı Ahmet Bey ve şürekaları toplanıyorlar. Masonluk prensipleri üzerinde yemin ediyorlar. Şerrüddin, «Masonluk ne ediyor da dünyaya hakim oluyor? Onun metodunu ne diye kullanmıyoruz?» diyerek birçok masum kardeşlerimizi kandırarak hepsine yemin ettiriyor. Böylece beyni yıkanan mezhepsiz sayısı çok, haddinden çoktur. Bunların birbirlerine olan bağlılıkları kardeşin kardeşe, babanın oğula olan bağlılığından daha kuvvetlidir.
Bunların Mısırlı mezhepsizlerden ayrı tarafları da var. Fiili gerilla faaliyeti içerisindedirler. Mezhepsizlik fikri gerillasının fiili gerilla durumuna geçmeden kirli çamasırlarını çıkaralım. İmâm-Hatiplerin tümünün bunların olmadığını gösterelim. Bu bakımdan şimdilik yurt dışındaki mezhepsizleri bırakıp içerdekilerle mücadele edelim.
Ankara'da birisi varmış, Tay mi ne diyorlarmış, her neyse at veya katır, bu adam da Y. İslâm Enstitülerinin fakülte yapılmasına çalışıyormuş. Rejimin fetvacıları fakültesi mi olacak ne olacak? Malum ellere teslim etme manevrası... Allahü a'lem masonluk bu işe eğilmiş, fakülte yapacaklar enstitüleri.
Diyaneti de tamamen ele geçirmek için çalışıyorlar. Tayyare-i Nârın oyununa gelerek mezhepsizlere ekmek yağlıyorlar. Yakında % 20'yi geçmeyen faizlere cevaz verilirse hiç şaşmayın. Fuhşu önlemek maksadıyle genelevlerin meşruiyetine dair fetvalar, daha doğrusu Fekayh hükümlerini bekleyin.
Mezhepsiz grubun mühim mevkileri işgal edip devlete tesir etmesinden endişeleniyorum. Allahü teâlâ yardımcımız olsun.»
CEVAP:
Muhterem Efendim, mezhepsizliğin felâketini bildiğimiz için dergiyi çıkarıyoruz. Mısırlı mezhepsizlerle uğraşmamızın sebepleri yerli mezhepsizler onların kitaplarını materyal olarak kullanıyorlar. Beyinlerini onların kitapları ile yıkıyorlar. Mevdûdî'nin, Seyyit Kutub'un, Ebû Zehra’nın kitapları tercüme edilmese ne diye onlarla uğraşalım? Bu kitapları Büyük İslâm âlimi falancanın kitabı diye gençliğin önüne sürüyorlar. Hizip ayrılıklarını bir tarafa bırakarak birlikte çalışılırsa mezhepsizlik tehlikesi önlenebilir.
OKUYUCULARIMIZA
S. Kutup hakkındaki yazımızı sitemle karşılayan üç abonemizden mektup geldi. Bu kardeşlerimiz daha dergiyi okumadan vay Seyyit Kutup aleyhinde yazmışlar diye bize mektup yazmışlar. Mecmuayı okumadan karar vermek müslümana yakışmaz. S. Kutup'u niçin tenkid ediyorsunuz deneceği yerde, S. Kutup'un ,böyle sapık bir fikrî olup olmadığını inceledikten sonra görüşlerini bildirmeleri gerekirdi. Peşin hüküm vermemeleri icap ederdi. .Peşin hüküm ancak mezheplerin imâmları içindir, Ehl-i sünnet âlimleri içindir. S. Kutup islâm büyüklerine dil uzatmış mıdır? Mezhepsizleri övmüş müdür? Eğer gerçek durum böyle ise, artık bu kimseyi babamız da olsa sevmemiz din anlayışımıza uygun olur mu? Ölçümüz dindir, hak mezheplerdir. Rıza-i ilahiye uygun olarak bu ölçü ile bizi tenkid eden çıkarsa Allahü teâlâ razı olsun. Yok falanca S. Kutup tenkid edilmez dedi diye bize kızanlara da acıyoruz, Cenab-ı Hak onlara hidâyet nasip etsin.
Kütahya'dan İbrahim Özkür:
Kardeşimizin mektubu şöyledir:
«Derginize çıkışından beri aboneyim. İnşallah bundan sonra da devam edeceğim. Çünkü, gerçekten partiler üstü bir zihniyetle neşriyatın devam ettirmesi bilhassa Ehl-i siinnet itikadını zedelemeye kalkışan, kendilerini müctehid sanan gafillere, reformculara cevap vermesi, bu yolda müslümanları uyarıcı mahiyette çalışması hiç şüphesiz bizleri sevindirmektedir.
Davamıza hizmet eden Sebil dergisini de okuyorum. Sebil son sayılarında nedense Seyyit Kutub'a fazla yer vermeye başladı. Kadir Mısıroğlu bu husus için kendisini tenkid edenlere iki devrede incelenmesi gerektiğini yazdı. Birinci Devre solcu, ikinci devre müslüman olmasıymış. Fakat bu açıklama beni tatmin etmedi.
Siz ise Seyyit Kutub'un müslüman devresindeki kitaplarından misaller vererek mezhepsiz olduğunu ispat ettiniz. Fakat nasıl oluyor da Sebil sizin neşriyatınıza ters tarzda bir yol takip ediyor? İki dergi aynı görüşü niçin savunamıyor? Üstelik mezhepsizlerle amansız bir mücadele yapan Ahmed Selami Bey niçin uyuyor? Cevaplarınızı bekliyorum.»
CEVAP
Kardeşim, yakın ilginizden dolayı Cenab-ı Hak razı olsun. Her kardeşimizin sizin gibi şuurlu düşünmesini isterdik.
Sebil'in S. Kutub gibi önce sosyalist, sonu mezhepsiz bir kimseyi reklam etmesine biz de şaştık. Tanıdığımız kadarıyla Kadir Bey Ehl-i sünnet birisidir. Vehhâbiliğe düşmandır. Tasavvuf hakkındaki yazıları için Vehhâbi meşrepliler onu tenkid etti. Kadir Bey S. Kutup'u sevmez, ancak bilmediğimiz bir sebeple onun reklamını yapıyor, her doğru her yerde söylenmeyeceği için bu suale cevap veremiyoruz. S. Kutup iki devrede incelenmesi gerekir gibi bir ifadesi hiç uygun değildir. Çünkü sosyalist olduğu devresi bizi ilgilendirmez, hiç kimse de o devresini kötülememektedir. Kendi anlayışına göre savunduğu müslümanlığı an-latan devresini vesika göstererek tenkid ediyoruz.
Arzettiğiniz gibi Ahmet Selami Bey, gerçekten mezhepsizlerin baş düşmanıdır. Ona konferans verdirdik, şahsen tanırız. Bu konuda uyumuyor, susuyor. S. Kutup hususunda yazı yazmaya kalksa hizmet aksar. Hizmet edebilmek için bazı tavizler vermek mecburiyetinde kalıyor. Gerek Kadir Bey, gerekse Ahmet Selami Bey için hüsnü zan ediyoruz. Daha büyük hizmetler verebilmek için bazı tavizler veriyorlar sanıyoruz.
Tokat'tan Rıza Demirer:
Mezhepsizleri tenkid ederken sert lisan kullandığımızı Mustafa Sabri Efendi gibi yumuşak lisan kullanmamızı tavsiye etmektedir. Bir de S. Kutub'un Abduhu tasvip ettiğine dair bir vesika göstermediğimizi belirtmektedir.
CEVAP:
Kardeşim, ilim ehline ilimle hitap edilir. Ehl-i ilim mezhepsizleri zaten bilir. Bizim tanıtmamıza lüzum kalır mı?İlim ehli olmayanlar ise fiske ile uyanmaz, başlarına taş yağdırılırsa belki uyanabilirler.
S. Kutub, Fizilâlde, Fil sûresinin tefsirinde Hoca Mason Abduhu tenkid ederken, ona ŞEYH, ÜSTAD, İMAM gibi tabirler kullanmıştır. İmâm, dinde sözü senet olan demektir. Mezhepsizlerden başka hiç kimse Abduhu İMAM olarak kabul etmemiştir. Abduha imam demesi, onu tasvip ettiğine dair bir vesikadır. Mezhepsizler kendi üstadlarını da tenkid etmekten çekinmezler. Fakat hiç bir Ehl-i sünnet alimi kendi üstadını tenkid etmemiştir, fakat ayrı ictihadda bulunmuştur., Bu da dinimizin emridir.
Kızıltepe'den Abdurrahim Akdağ
S. Kutub'la ilgili dört sayfa tenkid değil, eleştiri yazmış, ifadeleri tamamen yanlış ise de tenkid usulüne uygundur. İlk defa böyle bir eleştiri aldık, heyecanlı genç özet olarak şunları söylüyor :
1 - S. Kutub'un fakirliği çirkin görmesi suç mudur? Fakirlik iyi midir?
2 - İbni Hazm'dan nakil yapması caiz değil midir? Yusuf Nebhani, İbni Teymiye'den nakil yapmamış mıdır?
3 - Babadan oğula geçme hükümdarlık İslâma uygun mudur?
4 - Hazret-i Osman'ın ihtiyar olup iyi idare edemediğini yalnız S. Kutub mu söylemiştir? Hazret-i Osman daha genç olsaydı şöyle olurdu demek suç mudur?
5 – “S. Kutub, bunlar benim, bunlar da Ehl-i sünnetin görüşü demiyor” diye yazmakla S. Kutub'un mezhepsiz olmadığını sehven kabul etmiş olmuyor musunuz?
6 - S. Kutub'un sosyalist olduğunu söylemekle paçayı ele verdiniz. Çünkü o sosyalizm ile komünizme karşıdır.
7 - Zenginlerin artan malını dağıtmak solculuk mudur?
8 - Komünist olmayana komünist veya kâfir demek, söyleyenin küfre düşmesine sebep olmaz mı?
9 - Bir yayınevinin Fizilâli herhangi bir şekilde reklam etmesi S. Kutub'un suçu mudur?
10 - Bir mezhebin bir görüşünü tercih etmek, mezhepsizlik olmadığının delili değil midir?
11 - Vahdet-i vücudun İslâmın dışında olduğunu söylemek evliyalığı inkar mıdır?
12 - Şehit S. Kutub'a dil uzatmak için onun gibi dine hizmet etmeniz lâzımdır? t
CEVAPLAR :
Bu soruların dergimizin o sayısında cevapları vardır. Yine de bir kaç kelime ile cevaplarını verelim :
1 - Rızık Allahü teâlâdan olduğu için, zenginliği ve fakirliği S. Kutub'un çirkin görmesi dinîmize aykırıdır. Çalışmak ibadettir, bir emirdir, fakat çalışmakla insan muhakkak zengin olmaz. Azdıran zenginlik ve azdıran fakirlikten Cenâb-ı Hakka sığınılır.
2 - İbni Hazm'a İMAM demesi, onu senet gibi göstermesi suçtur. Yusuf Nebhani hazretleri İbni Teymiye'den senet olarak nakil yapmamış, onu tenkid için nakil yapmıştır. Sonra onu İMAM olarak kabul etmemıştir. Biz de İbni Teymiye’den nakiller yaptık, mezhepsizlere senet olsun diye. S. Kutub İbni Teymiyeyi de İMAM olarak bilmektedir. İmam demek dinde sözü senet âlim demektir. İbni Teymiye ile İbni Hazma İMÂM demek mezhepsizliktir.
3 - Hazret-i Ömer'in halife oluşu, bir önceki halifenin tâyini ile olmuştur. Bir halife oğlunu da halife tâyin edebilir. Bu tenkid edilemez.
4 - Bu soruda haklısınız. Hazret-i Osman radiyallahü anhı yalnız S. Kutub değil, başka mezhepsizler de tenkid etmiştir. «Daha genç olsaydı şöyle olurdu» demek gelecekten haber vermek değil midir?
5 - S. Kutub, Ehl-i sünnetin ictihadlarından bahsetmiyor, hep kendi indî görüşlerini belirtiyor. Mütercim de kendine göre beğenmediği yerler için «Bunlar S. Kutub'un kendi şahsî ğörüşleridir.» diyor. Aslında S. Kutub'un bütün kitapları kendi görüşleridir, müctehid olmayanının görüş serdetmesi, Allah adına konuşması mezhepsizliktir.
6 - Bir insan namaz kılıp oruç tutsa, Allaha inansa, kâfir değilim dese, Vehhâbiler ğibi «Allah gökte oturuyor» dese kâfir olur. S. Kutup komünizm aleyhine binlerce cilt kitap yazsa fakat «Mal cemiyetindir» dese modern bir sosyalist olur.
7 - Zenginlerin artan malı olmaz. O zaman zengin olmak suçtur. Fıtra ve kurban nisabına malik olana zengin denir. Şimdi S. Kutub'un görüşüne uyarak fıtra ve kurban nisabından fazla malı olanların, mallarını ellerinden alıp dağıtalım mı? Zengin zekât ve uşrunu veriyorsa kimse ondan bir kuruş alamaz. Yalnız solcu mezhepsizler ve komünistler alırlar.
8 - Evet, müslümana kâfir diyen kendisi kâfir olur. Meselâ İbni Teymiyye, Muhiddinî Arabi hazretlerine kâfir demiştir. Diğer vahdet-i vücud evliyalarına da kâfir demiştir. S. Kutub da İslâm'ın manevî yönü olan vahdet-i vücudu inkâr etmiş, İslâm dışı kabul etmiş, tıpkı hocası İbni Teymiyenin İslâm dışı kabul ettiği gibi.
9 - O yayınevinin Fizilâli Ehl-i sünnete aykırı şekilde reklâm etmesi doğrudan doğruya S. Kutub'un suçu değildir. Fizilâli okuyup benimseyenler mezhepsiz olacağı için o şekilde reklâm etmek dolaylı şekilde S. Kutub'a dayanmaktadır.
10 - Bir mezhebin bir görüşünü tercih etmek mezhepsizliktir. S. Kutup bazan İ. Malikin içtihâdını tercih ediyor, bazan başka bir müctehidinkini, çok zaman da kendi görüşlerini tercih ediyor. Dört hak mezhebden birisinin bütün ictihadlarını kabul etmek lâzımdır. Her mezhepten bazı ictihadları kabul etmek telfıktır, mezhepsizliktir.
11 - Vahdet-i vücud, şeyhi Ekber M. Arabi hazretleri gibi büyük velilerin yoludur, bu yolu inkâr o büyükleri inkâr olur. Bu yolda keşif hataları varsa da ictihadda yanılmak gibi olup günah değildir. Yani vahdet-i vücud velilerinin yanlış keşifleri bizim için senet olamaz. Fakat müctehidin yanlış içtihâdı da alsa bizim için senettir.
12 - Şehit olmak için birçok şart vardır. Başta Ehl-i sünnet itikadında olmak şarttır. S. Kutub'da bu şartların çoğu yoktur. Her kâfirin öldürdüğü şehit olmaz.
«Dil uzatmak için» demişsiniz. Hiç kimseye dil uzatılmaz. Biz S. Kutub'a da dil uzatmadık, kendi söylediklerini naklettik, Ehl-i sünnete aykırı olduğunu yani mezhepsizliğini ispat ettik o kadar.
Bir kişiyi tenkid etmek için onun gibi vasıflara haiz olmak icap etmez. «Allah ğöktedir» diyen bir vehhâbi âlimini Allahü teâlânm mekândan münezzeh olduğunu bilen bir câhil bile tenkid edebilir. Bir vehhâbiyi tenkid etmek için ille de vehhâbi olmak mı lâzımdır? S. Kutubu da tenkid etmek için ille de mezhepsiz bir fitneci olmak lâzım değildir.
S. Kutup sayısını dikkatlice okursanız hakkı teslim edeceğinizi umarız. Çünkü iyi niyetle bize yazdığınızı zannediyoruz.
BURSA'DAN NURİ ERTATLI:
Mektubu aynen şöyledir:
«Sebil Gazetesinin 118. sayısında Terme'den Ahmet Şişman, Sebil Gazetesi'nin beyanına atfen Vakıflar Bankasındaki faizsiz hesabını, faizli olarak işleme konmasını talep ettiği yer almaktadır. Sanki bu hareket cihadmış gibi Sebil bunu reklâm ediyor.
Sebil yetkilileri bilmiyorlar mı ki, bir milyon lira bir lira faizle verilse sadece bu bir lira değil, bütün para faiz olur? Paranın tamamının faiz olmadığına acaba kim fetva vermiş ki?
Süleyman Ateş düşük faizlere cevaz vermişti, keza Seyyit Kutub'un hocası mason Muhammed Abduh da düşük faizlere cevaz vermişti. Acaba bunların hangisinden fetvayı aldı ki?»
C E V A B :
Kardeşim, suali kendilerine sorsanız daha iyi olmaz mı? Biz ne bilelim nereden fetva aldıklarını? Ahmet Şişman bizim de abonemizdir. Temiz müslümandır, demek Sebil Gazetesi'nin beyanına inandı. Faize verilen ana para belli olsa, ana para faiz olmaz. Fakat faizini ana paradan ayırmak mümkün olmadığı için hepsi faiz oluyor. Diyelim ki 150 lirayı faize verdik birkaç sene sonra bu para faiziyle birlikte 200 lira oldu. Banka bize verdiği 200 liranın artık rastgele 50 lirası faiz değil, faiz ana paraya karıştığı için tamamı faiz olur. Bunun için bir milyon lira bir lira faizle verilince, bir milyon bir liranın içindeki hangi bir liranın faiz olduğunu tesbit etmek ve ayırmak mümkün değildir. Bir bardak şerbete bir gram necaset düşse şerbetin tamamı necis olur, ayırmak mümkün olsa şerbet temizdir. Keza bir bardak süte bir gram zehir katılsa bu sütü içen zehirlenip ölebilir. Faizin en hafifi ise kişinin anasıyla Kâbe duvarı önünde zina etmesi gibidir. Faiz kuvvetli zehirdir. Faiz paramızı bir alacaklımıza versek vebal bize aittir, Hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmuştur: «Bir dirhem faiz (almak ve vermek) otuz zinadan daha günahtır.»
Halkımızı faiz gibi büyük bir günaha teşvik etmekten Cenâb-ı Hak bizi korusun.
TOKATTAN A. TURAN YILMAZ :
Güzel bir girişle, selâm ve dua ile başladığı mektubunda diyor ki:
«Gerçek bir ülkücü gencim, yani İslâma inanıp gücümün yettiği kadar yaşayan bir ülkücüyüm. Mecmuanızı daha önce duymuştum. Fakat körü körüne bir partiye hizmet ediyor diye değer vermemiştim. Bir arkadaşın tavsiyesi ile geçmiş sayılarını okumak nasip oldu. Ölçü olarak parti değil. İslâmı almanız, hangi partiden olursa olsun, bâtılın uşakları ile tavizsiz mücadele yapmanız bizleri memnun etti. Tenkid ettiğiniz kimseler arasında her partiye mensup kimselerin bulunuşu partilerüstü, yani sırf riza-i ilâhî için çalıştığınızı belgelemektedir. Sizi tenkid edenler sırf parti hırsıyla tenkid etmekte, dinîmize aykırı hiçbir cümle bulunmadığı halde derginize saldırmaları samimiyetsizliklerini göstermektedir. Biz dinî herşeyin üzerinde tutarız, Bu bakımdan dinî partilerin üstüne, her türlü menfaatin üstüne alan derginizi ülkücü gençler olarak desteklemekteyiz. Türk'ün bu asil şuuruna sahip gençleri her zaman yanınızda bulacaksınız.
Derginizin büyük bir boşluğu doldurduğuna inanıyoruz. Ülkücü abimiz Ahmet Arvasî Beyin fikirlerine tam uygun neşriyat yapıyorsunuz. Derginiz sayesinde soylu ecdadımızın mübarek yolunu öğrendik, gerçek büyükleri ve büyük diye yutturulan sahte kahramanları öğrendik, âlimi zâlimi öğrendik. Mezhebin önemini, müctehidi içtihâdı öğrendik. Üstad Necip Fazıl'ın tabiriyle Demir Oğuz'un altın nesli Osmanlı çocuklarıyız. Fatihlerin, Yavuzların, Abdülhamidlerin torunlarıyız. Mukaddes davası uğruna hanımlarını dul, çocuklarını yetim bırakan şehitlerin evlâtlarıyız. «Bîd'at nedir bilmeyiz, onun için, Cenâb-ı Hak biz Türkleri halis kıldı.» diyen Alpaslanın çocuklarıyız.
Ecdadım İslâm büyüklerini severdi, âlimlere hürmet eder onlardan dua alırdı. Fatih İstanbul'u zamanın kutbu Ubeydullahı Ahrar hazretlerinin yardımı ile aldı. Timurlenk şöyle derdi :
«Nereye gitsem hep seyyidlerin, âlimlerin, velilerin duasını alırım, onların yardımı ile savaşları kazandım.»
Mübarek ecdadımızın izinden gittiği bunca islâm âlimleri dururken ne idüğü belirsiz mezhepsizlerin peşinden gitmek, o şehid ecdada ihanettir. Ecdadımın binlerce eserleri dururken biz İslâmiyeti Vehhabî Suudi Arabistandan mı, Şiî İran'dan mı, solcu Libya ve Mısır'dan mı öğreneceğiz?
Bizim Türklük şuuru dediğimiz ülkü, işte budur yani İslâm ahlâk ve faziletidir. Yani ecdadımızın mübarek yolu, Ehl-i sünnet yoludur.»
C E V A B :
Kardeşim, dergimizi teşhisteki şuurunuzu tebrik ederiz. Bizim Ehl-i sünnet yolunu yaymaktan başka gayemiz yoktur. Bizim bağrımız Ehl-i sünnet olan Akıncıya, Ülkücüye, sucuya, bucuya açıktır. Bizim partilidir diye bir mezhepsizi övmeyiz. Biz Hak'kın dostu, bâtılın düşmanıyız. Bizi böyle bilenler bize destek olsun. Partisini dinden üstün tutan insan lâzım değil bize. Her partiyi destekleyenler arasında mezhepsizler vardır. Bu, inkâr edilemez bir gerçektir. Bizim gayemiz, mezhepsizleri teşhir edip, partilere olan tasallutlarını bir dereceye kadar önlemektir. Mezhepsizler, masonlardan destek görerek, bütün partileri ele geçirmek için, onlara tesir etmeye çalışıyorlar. Bolşeviklerin cirit attığı şu ortamda parti kavgası verip ecdat yadigârı memleketimizi onların işgaline vasat hazırlamak, vatana, millete ihanettir.
Timur Han hakkındaki görüşünüzü de tebrik ederiz. Timur Han, bozuk olan Bektaşiliği kuran Fadlullah ismindeki dinsizi öldürterek taraftarlarını da dağıtarak dinîmize büyük hizmeti dokunmuş bir hükümdardır. Yıldırım Beyazıt Han ile savaştığı için Osmanlı tarihleri Timur Han'ı haksız olarak kötülemektedir. Timur Han moğol soyundandır, fakat gerçek Türklük - şuuru, Hakkı teslim etmektir, islâm ahlâkı ve fazileti de budur. Bilmukâbil selâm ve dualar.
ÇANAKKALE'DEN AHMET ZAFER :
Çorum'lu hemşerimiz Muharrem Şenol'unkine benzer mektubu şöyle:
«Seyyit Kutub'un mezhebi yokmuş, yoksa yok. Nasır gibi bir şeriat düşmanından özür dilemeyip davası uğruna şehit olması onun büyüklüğünü göstermez mi?_
Fatma Girik'li gözlerinin güzelliğinden bahseden bir din adamı dururken, böyle hiç bir hareketi görülmeyen S. Ateş'i tenkit etmemiz sapıklık ve bölücülük değil midir? S. Ateş meleğe rüzgâr demiş, düşük faizlere cevaz vermiş, Kur'an'da evrim teorisi var demiş. Dediyse dedi, gâvur mu oldu yâni? Nasır ve Lenin dururken Karaman'ı tenkit etmeniz fitnenin ta kendisidir. Evet Karaman telfıkı savunuyor. Fakat cepheyi bölmek mi lâzım? Ufak tefek metod farklarını bırakarak birleşmeli.
Solcular «Dünya işçileri birleşin» derken siz Filistin'deki ve İran'daki müslümanlar lehine bir yazı yazdınız mı? Şeriatçı Kaddafi'yi hiç methettiniz mi?
Siz Mao'yu değil de, Mısır Müftüsü M. Abduhu tenkit ederek mi müslümanları birleştirmek istiyorsunuz? Abduh da insandır, hatası olmuştur. Hatası var diye durmadan aleyhine yazılır mı? Birleştirici olmaya davet ediyorum.»
CEVABLAR:
Mektubunuzu kısaltmadan aynen neşrettik. İslâm nedir, Ehl-i sünnet nedir bilmediğinizi mektubunuz göstermektedir. Sizin gibi müslüman geçinen bir kimsenin dine yapacağı bir zararı bir komünist bile yapamaz.
Hem S. Kutub’un mezhebi olmadığını kabul ediyorsunuz, hem de Nâsır'dan özür dilemeyişini bir marifetmiş gibi gösteriyorsunuz. Bize mezhepsiz müslüman lâzım değildir. Nasıl namazın ve haccın belli şartları varsa cihadın da şartları vardır. Sola uygun bir şeriat istiyorum deyip de kelleyi vermek cihad değildir, böyle bir yolda tövbe etmeden ölen kimse ne şehittir ne de gazi. Deniz Gezmiş de özür dilemedi, hatta imâm falan da istemedi. Her Allah yolundan gidiyorum diyen kimsenin gittiği yol Allah yolu mudur? Şehit olmanın da bazı şartları vardır. Ehl-i sünnet olmayan, mezhepsiz olan kimse nasıl şehit olur? Siz şehit demekle şehit mi olur? Deniz Gezmiş'e de devrim şehidi demişlerdi. Kime şehit denildiği Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılıdır. Gücü yetmediği halde fitne çıkarmak, düşmanın üzerine yürümek cihad değil, intihardır. Peygamber aleyhisselâm Hendek kazıp siperlendi. S. Kutup hem itikaden bozuk idi, hem de yaptığı hareket şeriata uygun değildi.
Fatma Girik'in ğözleri üzerine bir nakil yapalım :
İmâm-ı Ğazâlî (Aleyhirrahme), arkasını kıbleye dönüp camiye pisleyen bir kimseyi arkasını döndüğü için tenkid eden kimselerden misal verir. Fatma Girik gibilerle şakalaşmak, def-i hacet ederken arkayı kıbleye dönmek gibidir. Fakat faize cevaz vermek de diğer küfrü gerektiren halleri yapmak camiye pislemek gibidir, önce adam camiye niçin pisliyorsun diye tenkid edilir, önünü arkasını ne tarafa döndüğü mü tenkid edilir? İşte sizin müslümanlık anlayışınız bu kadar basittir, dinden imandan habersizliktir. Camiye pisliyenleri görmez, arkasını kıbleye dönenleri görürsünüz.
Mezhepsizlik metod farkı mıdır? Dinde reform yapmak, dinî kendi anlayışlarına göre yorumlamak isteyenleri, teşhir etmek bölücülük müdür?
Biz dünya müslümanlarını birleştirecekmişiz. Nerde hani o müslüman? Filistin'deki müslümanlara radyolar «Solcu müslüman, komünist müslüman» diyor. İran'dakilere de «Marksist müslüman» diyor. Kardeşi Fidel Kastro'yu öpen Kaddafi de sosyalist şeriatçıdır. Ne demek bunlar? Müslümanın solcusu, marksisti, sosyalisti de mi var? Siz Kaddafi gibi mi bir düzen istiyorsunuz?
Abduh da insanmış, hatası olurmuş. Mason olmak, teselsülün butlanına muhalif olmak, faize cevaz vermek hata değil, küfürdür. Ya siz ne istediğinizi bilmiyorsunuz, ya da hizip taassubuyla mezhepsizlerin maşalığını yapıyorsunuz. S. Kutup'la ilgili yazımızı dinî ölçüler dahilinde okuyun, samimi iseniz bize hak vermemeniz mümkün değildir.
Farkında olmadan masonlara, solculara ve mezhepsizlere maşalık yapıyorsunuz. Artık dostunuzu düşmanınızı öğrenin de ipsiz sapsız yazı yazmayın.
ALMANYA'DAN FİKRET CEYLAN :
Sebil Gazetesine gönderdiği yazıdan bir suret de bize göndermiş, cevap alamadığını bildiriyor. Sebil'e gönderdiği yazısında özetle diyor ki:
«Bulunduğumuz yerde bir hayli selefçi mezhepsiz var, Ahmed Selâmi beyin yazılarını zevkle okuyoruz. A. Selâmi Bey Almanya'ya gelince mezhepsizleri bizzat müşahade etti. Kendileri bu mezhepsiz imâmların arkasında namaz kılmadığı gibi, bizlerin de kılmamamızı söyledi. Z. Kevserî hazretlerinden naklen mezhepsizliğin tehlikesini anlattı. S. Kutup, Mevdûdî ve Hamidullah gibilerin kitaplarını okumamamızı tavsiye etti. Mezhepsizlere ait kitapları da buradan kaldırın dedi. Seyyit Kutup gibi mezhepsizleri gazetenizde reklâm etmenizin sebebi nedir?»
C E V A B :
Kardeşim mektubunuzu neşretmek suretiyle, aynı suali biz de, sormuş oluyoruz. Başka kardeşlerimiz, de aynı mealde Sebil'e mektup yazıp bir suretini de bize göndermişler, hepsine birden cevap olur diye bu kadar neşrettik.
ALMANYA'DAN AHMET KARSLIOĞLU :
Uzun mektubunda özetle diyor ki?
«Mezhepsiz olmayan bir gazeteci Türkiye'den Almanya'ya geldi. Daha çok Kuveyt tarafından beslendiklerini tahmin ettiğim Arap mezhepsizlerle görüştü. Bu mezhepsizler bu gazeteciye matbaa makinası almak için yardım etmiş olmalılar ki, gazetesinde mezhepsizler aleyhine yazı yazmamakta ısrar etmektedir. Bilgilerinize arz ederim.»
C E V A B :
Kardeşim bu yazınız isim bildirmediğiniz için su-i zanna sebep olabilir. Gazetecinin ismini yazıp, bizi su-i zandan kurtarın.
ELBİSTAN'DAN ALİ GÖZÜBÜYÜK'E :
1 - Kur’ân-ı kerîmi tefsir etmek, terceme etmek değildir. Müfessir, kelâm-ı ilâhiden, murad-ı ilâhiyi anlayan râsih âlim demektir. Tefsir yazmaya kalkan bir çok kimsenin, yazılmış, olan tefsir kitaplarını bile anlayabilmek için lüzumlu yirmi kadar ana ilmî ve bunların kolları olan birçok ilmî bildikleri iddia bile edilemez. Bugün .kullanılan Arapça kelimeler, fıkıh ilmînde başka, tefsir ilmînde başka manâlara gelmektedir. Kur’ân-ı kerîmdeki bir kelime bile çeşitli yerlerde başka manâlara gelmektedir.. Aldığı edatlara göre de manâlar değişmektedir. Tefsir ilmî sadece, okumakla da elde edilmez, râsih âlimlerin kalblerine doğan bir nurdur. Tefsirleri anlamaktan âciz kimselerin tefsir yazmağa kalkmaları dinî oyuncak haline getirmek demektir. Bu bakımdan bazı Türkçe tefsirlere güvenmemek lâzımdır. Mevakib, Tibyan Ebülleys gibi Türkçe kıymetli tefsirler de vardır.
2 - Süleyman Efendinin talebeleri hakkında söylenilenler iftiradır. Onların bid'at ehli olduğunu iddia edenlerden vesika istiyoruz. Bildirsinler neşredelim.
3 - İslâm âlimlerinin ekserisi İbni Teymiyye'nin küfrüne kail olmuşlardır. Hattâ ona Şeyhülislâm diyenlerin bile kâfir olduklarına fetva vermişlerdir. Meselâ İbni Haceri Mekkî hazretleri «İbn-i Teymiyye'ye Şeyhülislâm diyen kafir olur» buyurmuştur. Bunu Celâl Yıldırım bile «İslâm Hidâyeti» isimli kitabında bildirmiştir. Buna rağmen kendisi de bu mürtede Şeyhül islâm demeye devam etmektedir.
KASIMPAŞA'DAN HÜSEYİN DÖNMEZ:
Mevcut bütün sayıları isteyip abone olmak istediği mektubunda diyor ki :
«Dinîmizi içten yıkmak isteyen müctehid taslakları ile gerekli mücadeleyi yapan mecmuanız tesadüfen elime geçti. İddia edildiği ğibi maksadımız uyuyan yılanı uyandırmak değil, fakat uyanmış ayaklanmış ejderhanın önüne geçmek ve zararına mani olmaktır. Tek millet olan küfür, komünizm ve siyonizm olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Siyonizm de İngiliz ve iskoç masonlarını kullanarak İslâmiyeti yıkmak için vehhâbilik cereyanını körüklemektedir.
Hizmetinize iştirak ediyor, en azından dualarımızla yanınızdayız. Bu arada hatâlarınıza şahit olursak onların telâfisi için Ehl-i sünnet âlimlerinden nakiller yaparak ikazlar da bulunmamız şer'i bir vazifedir.»
CEVAP: Yanıldığımız zaman bize doğruyu gösterecek kardeşlerimizin bulunması bizler için büyük nimettir. Allahü teâlâ sizlerden razı olsun.
İZMİR'DEN Ömer KARAKAYA :
Tenkidi şöyledir:
«Din adamı büyük şahsiyet Celal Yıldırım'ı tenkid edişinize kırıldım. Celal Hoca'nın vaazlarından duygulanıyoruz. Dinsizlerin karşısında din adamlarını tenkid etmeniz uygun olur mu? Celal Hoca'dan özür dileyin.»
CEVAP: Kardeşim, o yazımızı okudunuz mu? Okumamışa benziyorsunuz. Tenkid ettiğimiz Celal Hoca'ya ait kitabı alın, o ifadeleri kullanmış mı, kullanmamış mı? Celal Hoca büyük Müctehid, İmâm-ı Muhammed Aleyhirrahme'yi ağır bir lisanla tenkid etmiş mi etmemiş mi? Eğer biz onun söylemediği bir şeyi tenkid etmişsek o zaman siz haklısınız. Değilse biz haklı olmaz mıyız? O İmâm-ı Muhammedi tenkid ederken hoş güzel de, biz onu tenkid edince niçin uygun olmuyor?
Size tavsiyemiz, dergimizi, Celâl Hoca'nın o kitabı ile birlikte okuyun, bize hak verdiğiniz zaman, Celâl Hoca'ya gidin, yaptığı hatalardan dolayı müslümanlardan özür dilemesini teklif edin. Hatamız olsaydı özür dilerdik.,
NEVŞEHİR'DEN İDRİS ÖĞÜTLÜ :
Şiir gönderdiği mektubunda diyor ki: «Mason Ömer Rıza Doğrul'un Asr-ı Saadet tarihi muteber midir?”
CEVAP : Sualinizin cevabı içindedir. Hiç masonun kitabı muteber olur mu? Zaruri bilgiler dururken tarih kitabını tavsiye etmiyoruz. Tarih kitabı okuyacaksanız içinde muteber dinî bilgiler bulunan Berekât Yayınevi'nde neşredilenPEYGAMBERLER TARİHİ’ni tavsiye ederiz.
TİREBOLU'DAN YAHYA İPEK'E:
- Anne ve babanın şeriata muhalif emirleri dinlenmez, fakat yine de güzellikle reddetmelidir. Yalvararak iknaya çalışmalıdır. Evlenirken anne ve babanın tavsiyelerine uymak uygundur. Onların tecrübeleri vardır. Dünyayı toz pembe görmezler. Evlenilecek kızın bilhassa saliha olmasına dikkat etmelidir. Bilmukabil selâmlar.
AVUSTURYA'DAN İBRAHİM ŞAHİN'E :
1 - Bir sığırı kesmek için önce gazlı bir tabanca ile bayıltıp sonra şeriata uygun olarak kesilirse yenir.
2 - Süleyman Efendi'nin talebelerini tanıyoruz. «Süleymancılığın İçyüzü» isimli kitabı da okuduk. Ehl-i sünnet mensubu olan Süleyman Efendinin talebelerine yapılan çirkin iftiralarla doludur. Yazarı da müstear isim kullanmıştır. Bahsettiğiniz teşkilât bu kitabı satmakla mezhepsizlere maşalık yapmış oluyor. Kur'ân kursu camiasının Ehl-i sünnete zıt taraflarını biz görmedik. Onlara yapılan iftiralar bize de yapılmaktadır. Mezhepsizlerden takdir bekleyecek değiliz ya. İt ürür kervan yürür demişlerdir.
3 - Berekât Yayınevinin kendi yayınlarının hepsi muteberdir. Zaten muteber olmasa reklâmlarını yapar mıyız? Bilmukabil selâm ederiz kardeşim.
ÇAYCUMA’DAN HALİT HELVACIOĞLU'NA:
1 - Rafizîlere kardeş diyen o kimseyi tanıyoruz, rafizîdir, takıyye yapmaktadır.
2 - Mutlak ictihad kesilmişse de, fukahanın yedi tabakası içinde çeşitli derecelerde bazı âlimler gelmiştir. İstisna olarak mezhepte müctehidler de gelmiştir.
3 - Bugün dünyanın hiç bir yerinde Ehl-i sünnete uygun bir şeriat devleti yoktur.
4 - Her tercemeye fazla güvenmemek icap eder. Berekât yayınlarını tercih etmeniz uygun olur.
VAN'DAN M. SAİD ARVAS :
Kıymetli mektuplarında şöyle buyuruyorlar : «Hüsniyetinizi bildiren mektubunuza çok sevindim. Allahü teâlâ razı olsun. Merhum Seyyid Fehim-i Arvasînin (Kuddise sirrûh) evlatlarından birisini dahi görseydiniz hakiki insanın ve gerçek âlimin kimler olduğunu müşahede ederdiniz. Allahü teâlâ şefâatlarına cümlemizi nail buyursun. Amin.
Şimdiye kadar gelmiş geçmiş bütün islâm büyüklerinin bütün ömürleri Ehl-i sünnetin hizmetinde geçmiştir. Bu sebeple de Ehl-i sünnet düşmanları başkaldıramaz ve daima lâyık oldukları hezimete uğrarlardı. Fakat maalesef bugün o berrak itikad zâlimlerin pençesine terkedilmiş ve birkaç muhterem zevatın dışında tamamen hamisiz kalmıştır. Bunun için islâm âlimlerinden nakiller yaparak yürütülen hizmetin ehemmiyeti inkâr edilemez. Bu büyük hizmetiniz için Cenâb-ı Hak'tan muvaffakiyetler dilerim.»
ANKARA'DAN CELAL İBİL:
Şöyle bir suali vardır :
«Millî FİKİR'in sahibinin mühendis olduğu bu bakımdan dinden anlamıyacağı söylenmektedir, ne dersiniz?»
CEVAP: Kardeşim, MİLLÎ FİKİR'de çalışanları sağa sola sürgün ediyorlar. Bu bakımdan serbest çalışan bir kimsenin dergiyi çıkarması icap etti, bir mühendisin adına çıkarıyoruz. Ancak bu mühendis de bir çok din adamından daha fazla bilgili ve kültürlüdür. Dergimizde yazı yazan bir çok din adamı vardır. Zulüm görmemeleri için isimlerini açıklamıyoruz. Din kimsenin tekelinde değildir. Dergimizde senelerce din tahsili görmüş kültürlü insanlar vardır. Birçok mezhepsizler dine hizmet için devletten para alıyorlar. Biz ise maddî ücretsiz, sırf rıza-i ilâhi için hizmet etmekteyiz. S. Kutbu âlim zanneden mezhepsizlere sorun! S. Kutup din adamı mıdır, yoksa sosyoloji öğretmeni midir? Biz S. Kutbun sosyoloji öğretmeni olmasını kınamıyoruz, ancak Ehi-i sünneti bilmediği mezhepsiz olduğu için kitaplarının okunmamasını tavsiye ediyoruz.
NİĞDE'DEN MEVLÜT BAĞCI’YA:
1 - Kelâm, fıkıh ve tasavvuf bilgilerini lüzumu kadar öğrenmek farzı ayındır. Aklî ilimler denilen.tecrübi ilimleri öğrenmek ise farz-ı kinayedir. Bunun için bütün ilimler İslamın içindedir. Dînî ve ilmî demek bu bakımdan yanlıştır.
2 - Din bilgileri zamanla değişmez. Bu bakımdan kelâm bilgilerinde fikir yürüterek yanılmak özür olmaz. Bunun için birkaç itikad olmaz. Yetmiş üç fırka içinde tek doğru olan fırka, Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasıdır.
3 - Eshâb-ı kiramın veya bunlardan sonra gelen müctehidlerin sözbirliğine İCMA-İ ÜMMET denir.
4 - Şiîler hariç, buğün 72 sapık fırkadan hiç birisi kalmamıştır. Kendisine Ehl-i sünnet deyip de bid'at fırkalarının itikadı gibi olan mezhepsiz kimseler mevcuttur.
5 - Hanif, lügatte doğru inanan, İslâmiyet’e dosdoğru sarılan kimse demektir. EBU HANİFE ise, İslâmiyet’e dosdoğru sarılan hakiki müslümanların babası demektir. İmâm-ı A'zam hazretlerinin Hanife isimli kızı yoktur.
6 - Mezhebi hakkında herkes şöyle düşünmelidir: «Benim mezhebim doğrudur, yanlış olma ihtimali de vardır. Diğer üç mezhep yanlıştır, doğru olma ihtimali de vardır.»
İşte bunun için, âlimler, zaruret halinde değil, güçlük halinde kendi mezhebine göre yapmasına imkân olmayan bir işi başka mezhebe uyarak, taklîd ederek yapması caiz olur. Ancak ikinci mezhebin o işe bağlı olan şartlarını da gözetmesi lâzımdır buyurmuşlardır.
7 - Bir özür, bîr güçlük yok iken bir ibâdetin bir kısmını bir mezhebe göre yaparken, diğer kısmını bu mezhebe göre yapmayıp başka mezhebe göre yapmağa kalkışmak, birinci mezhep imâmının ictihadlarını beğenmemek olur. Selefi salihini beğenmemek, onları bilgisizlikle suçlamak ise küfürdür. Bunun için İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir ibâdeti sebepsiz olarak başka bir mezhebe göre yapmayı ilhad olarak bildirmiştir. Bu bakımdan mezhepsizlerin çoğu mülhiddir.
8 - Yapılması kolay işlere RÛHSAT, güç olanlarda da AZİMET denir. Azimet olan bir işi yapmağa gücü yetenin rûhsatı yapmağa kalkması şeriat ile oynamak olur. Ancak azimeti yapmaktan âciz olan kimsenin rûhsat ile amel etmesi caiz olur. Özürsüz kendi mezhebindeki rûhsat ile amel caiz olmadığına göre başka mezheplerdeki kolaylıkları araştırmak, telfık etmek caiz değil, bâtıldır. (Mizân-ül kübra'da kâfi bilgi vardır.) Bu telfık işini yapan kişinin zındık olacağı Mişkat şerhinde bildirilmiştir.
ANKARA'DAN ABDULLAH TUNCER'E:
Kardeşim, her zaman iyi insanlar kötülerin hücumlarına uğramışlardır. Dinîmize, müslümanlık şerefimize zarar gelmemesi için uğraşıyoruz. Çünkü başka şeylerin kıymeti yoktur. Her yerde uygunsuz insanlar bulunabilir. Huzur içinde yaşayabilmek için en fiadeli ilâç sabırlı olmaktır. Bozuk zihniyetli kimselerle arkadaşlık etmemek lâzımdır. Böyle kötü kimselerin kötü sözlerine cevap vermemek daha uygundur. Büyüklerimiz ahmağa verilecek en güzel cevabın sükut olduğunu söylemişlerdir. İnatçı kimselere nasihat vermek zararlı olabilir. Onlarla muhtaç olduğumuz kadar görüşmemiz lâzımdır. Kötü insanların yanına giderken helaya gider gibi gitmeliyiz, ihtiyacımız biter bitmez ayrılmalıyız, büyükler böyle buyurmuşlardır. Herkese karşı güleryüzlü ve tatlı sözlü olmaya çalışmalıyız. Cahilleri kendimize düşman etmemeliyiz. Din ve dünya saadetiniz için dua ederiz kardeşim.
VAN'DAN AHMET UTKU :
Diyor ki :
«Burada Hanefîler Şafiî imâm arkasında namaz kılmak mecburiyetinde kaldığı gibi bazen Şafiîler de Hanefî imâm arkasında namaz kılmak zorunda kalıyor. İmâm olan zâtın ne gibi hususlara riâyet etmesi lâzımdır?.»
CEVAP: Hanefî mezhebindeki imâm, cemaatı arasında Şafiî mezhebinde olan kimseler de bulunursa veya bir özre metni Şafiî mezhebini taklîd eden Hanefi'ler de bulunursa şu hususlara dikkat etmesi lâzımdır.
1 - Gusülde ve abdest’te niyyet etmiş olmalı, abdesti tertip üzere almalıdır. Kolları yıkarken elleri de birlikte yıkamalıdır.
2 - Şafiî mezhebine göre abdesti bozacak bir harekette bulunmamalı, meselâ kendi kaba avret yerine ve yabancı kadınlara dokunmamalıdır.
3 - İmâm olmaya niyyet etmelidir.
4 - Fatihadan önce besmele okumalıdır.
5 - Fatihayı şerîfeyi terk etmemelidir.
6 - Ta'dili erkâna riâyet etmelidir.
7 - Beden, elbise ve namaz kıldığı yerde hiç necaset bulunmamalıdır. (Bunların hepsi Şafiî mezhebinde şart ve farzlardır.)
Şafiî mezhebindeki imâm, cemaatı arasında Hanefî mezhebinde olan kimseler bulunursa şu hususlara dikkat etmelidir :
1 - Subhaneke mâ arafuâke... dememelidir.
2 - Ben inşallah müminim dememelidir. (Elbette mü'minim, elhamdülillah mü'minim demelidir.)
3 - İman çoğalır ve azalır dememelidir. (Kuvveti çoğalır azalır demelidir.)
4 - Ameller imandandır dememelidir. (İman artıp eksilmez demelidir.)
5 - Kıbleler değişik olmamalıdır. Az da olsa farklı, eğik olmamalıdır.
6 - Mezhepte mutaassıp olmamalıdır. (Yalnız benim mezhebim hak dememelidir, dört mezhebin hepsini hak bilmelidir, zarurete mebni diğerleri ile de âmel edileceğine inanmalıdır.)
7 - Kulleteynde abdest almış olmamalıdır.
8 - Elbisesinde bir dirhemden çok meni bulunmamalıdır.
9 - Hanefîye göre guslü sahih olmalıdır. Yani mazmaza ve istinşakı terketmiş olmamalıdır. Ağzında dolgulu diş varsa mazmazayı terketmiş sayılacağından Hanefîlere imâm olamaz.
10 - Hanefîye göre abdesti sahih olmalıdır. Meselâ bir yerinden kan çıkmış olmamalı, kan yaranın etrafına taşmış olmamalı, başını meshde ve mest üzerine meshde de çok azla iktifa etmiş olmamalı, kay etmiş olmamalı, birinci. ka'dede salâvat okumamalıdır.
11 - Birinci tekbirden başka tekbirlerde ellerini kaldırmamalıdır.
12 - Bulûğa ermemiş olmamalıdır. Bu şartlara dikkat ettiği bilinen imâma uymak caiz olur. Ancak imâm gözettiğini söylediği halde gözetmezse o zaman vebali imâma ait olur. Gözetip gözetmediği bilinmeyen imâm arkasında namaz kılınmaz.
ÇORUM'DAN LÜTFİ ÖZASLAN :
Rüyada Peygamber âleyhisselâmı görmenin neye alâmet olduğunu sormaktadır.
CEVAP: Abdullahı Dehlevî (Kuddise sirrûh), böyle bir sual için şöyle bir cevap buyurmuşlardır.
«1 - Bir kimse sünneti ihya eder, yahut bir bid'atten ictinab ederse bu amelleri tecessüm edip, rüyada öyle görür.
2 - Cenâb-ı Hak'kın, kulundan kabul ettiği bir ibâdeti bu güzel şekilde görünür.
3 - Eğer O, zemin ve zamanın serveri, O, insan ve cinnin seyyidinin, hadis kitaplarında yazılı olduğu veçhiyle, o güzel endamını, sürmeli gözlerini, yüksek ve açık alnını, yay gibi hilâl kaşlarını, uzun kirpiklerini görürse Resullullah sallallahü aleyhi ve sellemi görmüş olup, dünya ve ahiret saadetine kavuşmuş olur. Ve «Rüyada beni gören, muhakkak ki beni görmüştür, şeytan benim şeklime giremez» hadîsi şerîfindeki müjdeye kavuşmuş olur.»
ESKİŞEHİR'DEN MUSTAFA İSLÂM :
Mektubunda diyor ki:
«S. Uludağ, size verdiği cevabî yazısında okuyucuların vereceği hükme rıza göstereceğini beyan etmişti. Ben de kendisine husûsî bir mektup yazdım. Cevabında kendisinin sapık olmadığını bildirerek verdiğim hükme teslim olmadı, verdiği söz nereye gitti?»
CEVAP : Selefi zihniyetli kimselerin sözlerine itibar etmemek icap ettiğini yazmıştık. Mektubunuza verdiği cevapla, hükmünüze teslim olmamakla hakikat tahakkuk etmiş oldu.
VESİLE ARAMAK
Eyyüp Ensari Radıyallahü anhı ziyaret için gittiğimiz zaman Eyyüp Camiinin avlusunda İstanbul Müftülüğünce asılmış şöyle bir levhaya rastladık:
«Müslüman kardeşlerimiz, Allah'a dua ve niyaz için vasıta aramayınız».
Levhayı okuyunca «Allah'a yaklaşmak için vasıta arayınız» âyet-i kerimesini düşündük.
Allahü teâlâya yaklaşmak için kendisini vâsıta ettiğimiz Eyyüp Ensari hazretlerini düşündük, Vehhâbileri düşündük. Ve şöyle vasıtalı bir dua ettik:
«Ya Rabbi, evliya kullarının hürmetine bizleri af, tasavvuf düşmanlarını ıslâh eyle.»
ANKARA'DAN ORHAN GÜNEŞ
Suallerinde:
1 — A. Davudoğlu Hoca'nın Din Tahripçileri kitabında Ömer Nasuhi Bilmen'in mason Abduh'a «Cihanşümul bir şöhrete sahip bir âlim» demesini tenkid ediyor. Ö.N. Bilmen Abduh'un mezhepsiz olduğunu bilmiyor muydu?
2 — Ö. N. Bilmen'in resimleri bazı müftülüklerde asılıymış. Fotürüne kuş tüyü ve zünnar püskülü takılıymış doğru mudur? diyor.
CEVAP :
l — Bilseydi yazmazdı.
2 — Ö.N. Bilmen'in fotürüne kuş tüyü ve zünnar püskülü taktığı iftiradır. Fotörü sade olup siyah renkte idi. Cami içerisinde de giydiği için cemaat da buna şahittir.
ESKİŞEHİR'DEN ALPER SOSYAL:
YENİ DEVİR Gazetesinin 725. sayısını göndermiş. İşaret ettiği yer, Halid Ortaköy imzalı İslâm Nizamı isimli ikinci sayfada bir yazıdır. Yazar burada İslâmda çok sapık fırka doğduğunu bunların en önemlilerinin ise, HARİCİLER, ŞİA, KADERİYYE, SÜNNİ ve MUTEZİLE olduğunu bildirmektedir. Sapık olmayan fırkayı yazmamış. Yoksa yazar Hadîs-i şerifte bildirilen fırka-i naciye denilen SÜNNİ fırkayı sapık fırkalar arasına koymakla Peygamber aleyhisselâmı mı yalanlamak istiyor? Zaten yazar aynı yazısında «İslâm ilâhi bir düşüncedir» diyor. Düşüncenin insanlara ait bir muhakeme tarzı olduğunu bilmediğine göre sünnî taifeye sapık damgasını basması yadırganmaz. Yadırganması gereken husus müslüman bir gazetenin böyle sapık bir yazıyı neşretmesidir.
SAMSUN'DAN MAHMUT ZADE :
Mektubunda diyor ki:
«Muteber kitaplardan okuduğumuza göre, asker, talebe, işçi gibi kimselerin namaz kılmak için çalıştıkları işten ayrılmaları mümkün olmadığı zaman, bu kimselerin sadece bu günlerde Hanbeli mezhebini taklid ederek öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı, takdim veya tehir ile birlikte kılmalarının caiz olduğu yazılıdır. Hanbeli mezhebini taklid ederken riayet edilmesi gereken şartlar nelerdir?»
CEVAP:
Namaz kıldırmayan müesseselerde çalışılmaz. Ancak bulunduğu işte çalışmasında herhangi bir yönden zaruret varsa o zaman HANBELÎ mezhebi taklid edilerek mezkür takdim veya tehir yapılır.
Hanefî mezhebindeki bir şahıs, bur zarurete mebni Hanbelî Mezhebini taklid edip mezkür namazlarını takdim ve tehir ile kılabilmesi için aşağıdaki hususlara dikkat etmesi şarttır.
1 — Ağız ve burun içi bedenin dışından sayıldığı için gusülde buraların da yıkanmış olması şarttır. (Dolgulu dişi bulunan kimse, ağzının içinin her yerini yıkaması mümkün olamıyacağı için, Hanbelî Mezhebini taklid edemez. Bunun gibi dolgulu dişi bulunan Şafiî veya Mâlikîler de Hanbelî ve Hanefî mezheplerini NAMAZ hususunda taklid edemezler. Taklid edilecek mezhebin o iş ile ilgili bütün şartlarının ifası lâzımdır.)
2 — Mezy gelince de gusledilmesi şarttır.
3 — Abdest alırken Hanefîdeki şartların dışında niyet edilmesi ve istincanın abdestten önce yapılması şarttır.
4 — Abdestde ağız ve burun içi de yıkanmış olmalıdır.
5 — Başın tamamı meshedilmiş olmalıdır. (Kulaklar da başa dahil olduğu için bunlar da meshedilmelidir.)
6 — Abdest tertip üzere alınmış olmalıdır.
7 — Muvalât (Yam abdest uzuvları birbiri peşine yıkanmış olmalıdır.)
8 — Mahrem veya namahrem kimselerin ciltlerine halsiz olarak dokunmuş olmamalıdır. (Bunların büyük-küçük, ölü-diri olması farketmez)
9 — Kendi edep yerine dokunmuş olmamalıdır.
10 — Uyumuş olmamalıdır. (Uykunun bütün halleri abdesti bozar. Yani ayakta uyumak Hanefîde bozmadığı halde Hanbelîde bozar.)
11 — Namazda Fatiha okumak, ta'dili erkana riayet ve iki tarafa selâm vermek farzdır. Bunlar ifa edilmiş olmalıdır.
12 — Beden elbise ve namaz kıldığı yerde az da olsa necaset bulunmamalıdır,
ÜSKÜDAR'DAN A. HALİL ÖZBEK'E
Tenkid mektubunda diyor ki:
«Derginizin 43. sayısında BiR ÜLKÜCÜ'NÜN ÜLKÜCÜLERE AÇIK MEKTUBUNU okuduk. Orada TEK ÖNDER PEYGAMBER demek suçlanmaktadır. Haydi ülkücüler bunu bilmediği için yazdı, siz ne diye neşrettiniz?»
CEVAP : Kardeşim, o mektubu yazan ülkücüyü tanıyoruz. Katıksız Ehl-i sünnettir. Kültürlüdür. Dinini partisinden üstün tutar. Kendi partisinden mezhepsiz bir kimse çıksa onu tenkid etmekten çekinmez. Zaten öyle olmasa ve yazısı Ehl-i sünnete aykın bulunsa neşreder miyiz? Dinimizde EDÎLLE-İ ŞER'ÎYYE Edille-i Erbaa olarak bildirildiği halde, vehhabiler ve mezhepsizler, bunu ikiye ve hatta bire indirmişlerdir. Bunlar müctehid din imamlarını aradan çıkarıp doğrudan doğruya Kur'andan ilham almaya kalkmışlardır. Halbuki bizler için delil Kitap ve Sünnet değil, Kitap ve Sünneti bize açıklayan mezhebimizin müftabih kavilleridir. Biz Peygamber aleyhisselâmın tarif ettiği yolu anlıyamıyacağımız için onun tarif ettiği şekilde, onun önderliğinde gitmeye kalkarsak vehhabiler gibi sapıtırız. Biz mezhep imamlarımızın peşinden gidersek, yani onların önderliğini kabul edersek, onlar da Peygamber aleyhisselâmı önder kabul ettikleri için doğruca Anacaddeye çıkarız. TEK ÖNDER PEYGAMBER demek hoş gibi geliyorsa da mezhepsizlerin tesiri altında kalarak yanlış olarak kullanıyoruz. Bu ülkücü genç gibi bizi ikaz edenlere kızmak değil, hemen hakkı kabul edip yanlış fikrimizden hemen dönmeliyiz. Biz hep bu sloganı kullanıyorduk, demek yanlışmış diyerek hakkı kabul etmek büyük fazilettir, hatada ısrar ise müslümana yakışmaz. Böyle bir ülkücüyü tebrik etmenizi beklerdik.
MAHMUT DUYARLI
Mektubundaki birkaç satırı şöyledir:
«İLİM SONSUZ derler ama insanın ilmi nedir ki? Bir kimse bilmediği şeyleri düşünmeye kalksa tahayyül etmesi mümkün müdür? Ama bildiğimiz şeyleri saymağa kalksak bu mümkün olabilir. Yani insanın bildikleri belli bir sayı ile ifade edilebilir.
Matematik ilminde belli bir sayının sonsuza bölümü sıfırdır, insanın bildiği şeyleri bilmediklerine oranlarsak netice sıfır olur. Yani bir hiç olur. Tasavvuf ilminde ise adem yokluk demektir. Aradaki bağlantı anlaşıldı mı acaba?
ZONGULDAK'TAN RAZİ DEMİRER'E
Suallerinizin cevabı şöyledir:
1 —Bir kimse nişanlısını veya herhangi bir kız veya kadını hailsiz olarak şehvetle tutsa, öpse veya tenasül cihazına şehvetle baksa o kız veya kadının neseb ve süt itibariyle anasını, ninesini kızını ve torununu ebediyyen alamaz. Şehvetle tuttuğu bu kız veya kadınla evlenmesinde mahzur yoktur. Sadece gayri meşru şekilde şehvetle tuttuğu için günaha girmiş olur.
2 — «Borç para verince İMF'e boyun eğerek hergün paranın değeri düşmektedir. O zaman borç verene yazık olmaz, îmameyne göre ödünç verdiği zamandaki altının kıymetine göre borcunu öder. Paranın değeri düştüğü gibi yükselebilir de bu zaman ise İmâm-ı Ebu Yusuf'un fetvasına göre hareket edilir, ödünç verildiği zamandaki altının değeri ölçü alınır. Yani bir kimseye ödünç para verirken para olarak değil, altın olarak senet yapmak lâzımdır. Şu kadar gram altın ödünç aldım diye senet almak lâzımdır. Bu vaziyette altının değerinin yükselip alçalmasından veren veya alan mes'ul değildir.
3 — Mülteka muteber kitaptır ama tercümesinde ilâveler vardır. Kesmesi caiz olmayan kimselerin bir hayvanı boğazladığı bilinmiyorsa o hayvan yenir. Bunu mürtet mi kesti diye araştırma mecburiyetinde değiliz. Mürtedin kestiği kat'î olarak biliniyorsa yenmez. Besmelesiz kesilen de yenmez.
İSTANBUL'DAN ALİ SERTKAYA:
Gönderdiği mektupta mezhepsizlerin faaliyetleri ve fikirleri hakkında özetle şöyle diyor:
«Öğrendiğime göre Konya'da mezhepsizlerin lideri Ahmet Bey diye birisi varmış. Bu Ahmet Bey'in başkanlığında bir toplantı yapmışlar. Toplantıya Şerrüddin de iştirak etmiş. Yeni bir parti kurulmasını teklif etmişler. Lider mevzuunda karara varamamışlar. Şerrüddini teklif etmişlerse de, Şerrüddin, çok yara aldığını, basının bilhassa Millî FİKİR'in kendi fikirlerini çürütücü mahiyetteki neşriyatının çok tesirli olduğunu ileri sürerek lider olmayı reddetmiş. Ahmet Bey diye birisi üzerinde duruyorlarmış.
Bazan Sahabe tatbikatı diyerek edille-i Şer'iyyeyi ikiye indiriyorlar, bazan da, çeşitli tevillere girişerek Kitab ve Sünneti inkâr, tahrif ve tezyif ediyorlar.
Lât, Menat gibi putların kulları hakkındaki âyet-i kerimeleri Allahü teâlânın kullarına uyguluyorlar.
Buhari başta olmak üzere Kütüb-i Sittedeki hadîs-i şerifleri MEVZU olarak damgalamaları yetmiyormuş gibi Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemi iki parçaya ayırıyorlar. «Kul Muhammed, Resul Muhammed» diyorlar. Tabii delilleri de hazır. «Abdühü ve Rasulühü» diyorlar. «Peygamberin kul olarak, söyledikleri ve yaptıkları bizim için delil olmaz» diyorlar. «Bizi sadece Rasûl olarak söyledikleri bağlar.» diyorlar. İşlerine gelmeyen hadîs-i şerifleri “Bunu Kul Muhammed söyledi” diyorlar. Bay Hayrettin Karaman'ın tercüme ettiği MODERN PROBLEMLER KARŞISINDA İSLÂM HUKUKU isimli kitapta Mahmasâni bu fikre yakın olarak «Peygamberin dünyaya ait söyledikleri bizim için delil olmaz.» diyor. Yerli mezhepsizler Mısırlı mezhepsizleri gölgede bırakacaklar, bu gidişle.
SEYYİD KUTUB hakkındaki yazınız mahzı hakikattir, çok güzeldir. Ancak, yerli mezhepsizler harıl harıl çalışırken hedefi dağıtıp yurt dışına taşırmak sizi zayıflatır. Sonra yazınızı okumadan karar veriyorlar «Seyyit Kutub, nasıl mezhepsiz olur?» diyorlar. Bir defa okusalar anlarlar ama.
Şerrüddinin yeminlilerini teker teker teşhir etseniz iyi olur. Şerrüddin, yaygaracı Ahmet Bey ve şürekâları toplanıyorlar. Masonluk prensipleri üzerinde yemin ediyorlar. Şerrüddin, «Masonluk ne ediyor da dünyaya hâkim oluyor? Onun metodunu ne diye kullanmıyoruz?» diyerek birçok masum kardeşlerimizi kandırarak hepsine yemin ettiriyor. Böylece beyni yıkanan mezhepsiz sayısı çok, hattinden çoktur. Bunların birbirlerine olan bağlılıkları kardeşin kardeşe, babanın oğula olan bağlılığından daha kuvvetlidir.
Bunların Mısırlı mezhepsizlerden ayrı tarafları da var. Fiilî gerillâ faaliyeti içerisindedirler. Mezhepsizlik fikrî gerillasının fiilî gerilla durumuna geçmeden kirli çamaşırlarını çıkaralım. İmam-Hatiplerin tümünün bunların olmadığını gösterelim. Bu bakımdan şimdilik yurt dışındaki mezhepsizleri bırakıp içerdekilerle mücadele edelim.
Ankara'da birisi varmış, Tay mi ne diyorlarmış, her neyse at veya katır, bu adam da Y. İslâm Enstitülerinin fakülte yapılmasına çalışıyormuş. Rejimin fetvacıları fakültesi mi olacak ne olacak? Malum ellere teslim etme manevrası... Allahü a'lem masonluk bu işe eğilmiş, fakülte yapacaklar enstitüleri.
Diyaneti de tamamen ele geçirmek için çalışıyorlar. Tayyare-i Nâr'ın oyununa gelerek mezhepsizlere ekmek yağlıyorlar. Yakında % 20'yi geçmeyen faizlere cevaz verilirse hiç şaşmayın. Fuhşu önlemek maksadıyle genelevlerin meşruiyetine dair fetvalar, daha doğrusu Fekayh hükümlerini bekleyin.
Mezhepsiz grubun mühim mevkileri işgal edip devlete tesir etmesinden endişeleniyorum. Allahü teâlâ yardımcımız olsun.»
CEVAP:
Muhterem Efendim, mezhepsizliğin felâketini bildiğimiz için dergiyi çıkarıyoruz. Mısırlı mezhepsizlerle uğraşmamızın sebepleri yerli mezhepsizler onların kitaplarını materyal olarak kullanıyorlar. Beyinlerini onların kitapları ile yıkıyorlar. Mevdûdî'nin, Seyyit Kutub'un, Ebu Zehra'nın kitapları tercüme edilmese ne diye onlarla uğraşalım? Bu kitapları Büyük İslâm âlimi falancanın kitabı diye gençliğin önüne sürüyorlar. Hizip ayrılıklarını bir tarafa bırakarak birlikte çalışılırsa mezhepsizlik tehlikesi önlenebilir.
BURSA'DAN FERİDE Y :
Üç tane sual soruyor:
1 —Ben, mübarek yerleri gezip görmüş bir kadınım. Kadınlar arasında örtüsüz oturmamda bir sakınca var mıdır?
2 — Kabul günü yapmak caiz mi?
3 — Saçlarım beyazdır, komşular «beyaz saç ile oturmak günah, saçlarını boya» diyorlar. Saç boyamak caiz mi?
CEVAPLAR:
1 — Kâfir, mürtet, Hıristiyan, komünist, dinsiz kadınların arasında örtüsüz oturmak haramdır. Onlar aynen erkek gibidir. Bu bakımdan müslüman kadınların hamama gitmeleri uygun değildir. Müslüman kadınların yanında örtüsüz oturmak caizdir, ihtiyaten onların yanında veya yanlız iken de kapanmak iyidir. Bu ifadeler yalnız mübarek yerleri gören için değil her müslüman kadın için aynı hüküm caridir. Müslüman kadınların birbirlerinin göbek ile diz kapağı arasına bakmaları haramdır.
2 — Kabul günü yapmak, misafir kabul etmek veya misafirliğe gitmek yalnız rıza-i ilâhî için olmalıdır. Maksat, ya onlara dinlerini öğretmeli veya onlardan din bilgisi öğrenmelidir. Yani gaye ya faydalanmak veya faydalandırmak olmalıdır. Toplanıp dedikodu etmek caiz değildir. Toplantılarda muteber ilmihaller okunur, kadınlık halleri, karı - koca hakkı gibi konular ve diğer lüzumlu din bilgileri öğrenilirse çok faideli olur.
3 — Beyaz saç ile durmak günah değildir. Saçları siyaha boyamak da caiz değildir. Siyahtan başka renge boyamak caizdir. Beyaz saç olgunluk işaretidir, boyanmasa daha iyi olur.
İZMİR'DEN İ. Ş. :
Kendisine zulmedeceklerinden korkup, isminin açıklanmasını istemediği mektubunda yemin ederek şunları yazmaktadır:
«Müftülüğe gitmiştim. Müftülük kâtibinin yanında Celâl Yıldırım da vardı. Tanıştık. Suallerimin olduğunu söyledim. Müftülüğün karşısındaki kitabevine gittik. Celâl Yıldırım'ı ilk defa görüyordum. Başından fotörü çıkarıp oturdu. Ayakkabılarının ucu sivri idi. Pardesüsü yırtmaçlı olup Amerikan vari idi. Ağzında da kaplama dişler görünüyordu. Tam modern birisiymiş. Millî FİKİR'e niçin cevap vermediğini sordum. Aynen şöyle cevap verdi:
“Ben onlara, bir değil kaç kere cevap yazdım. Hiç birisini neşretmediler. Hattâ İzmir'den protesto ve tehdit mektupları gitti. Hiç birisini basmadılar, basamazlar da. Mezhepsizler kitabını da neşretmişler. Bunlar dışarıdan idare edilen ve beslenen vatan hainidirler. Türkiyeyi bölmek için kurulmuş bir plândır. Alçak herifler memleketi berbat ettiler.»
Daha bunun gibi bir çok isnatlarda bulundu. Hemen «bir delil gösterebilir misiniz?» dedim. Şöyle cevap verdi:
«Baksana beni kötülüyorlar. S. Kutbu, Mevdudi'yi, Hasan el Bennayı, hattâ daha ileri giderek büyük âlim Kâmil Mirası kötülüyorlar. Bunların gayesi belli, Türkiyeyi bölmek için dışarıdan beslendikleri belli...»
Şimdi Kur'ân tefsiri yazmakla meşgul olduğunu söyledi. Ayrıca sahasında eşi bulunmayan bir ilmihal neşrettiğini de söyledi. Hattâ üç beş defa da açık görüşmeğe çağırdını da söyledi.
CEVAP : Hakaretleri için kötü söz sahibinindir diyoruz. İftiraları için de isbata davet ediyoruz, isbat edemezse Türkeş'in Ecevit'e söylediğinden daha ağırını söyleyebiliriz. Yazı falan gönderdiği tamamen yalandır. S. Uludağ yazı gönderdi hemen neşrettik. Suallerimize cevap vermek şartı ile yazısını neşre hazırız. İmâm-ı Muhammede saldıran Celâl Yıldırım'ın Ehl-i sünnete uygun cevap vermesi muhaldir. Eğer tevbe etmişse ona diyeceğimiz yok. Fakat vaziyete göre tevbe ettiği düşünülemez. Eger Celâl Yıldırım bu iftira ve yalana devam ederse meşru hakkımızı kullanabiliriz. Bizden haber vermesi.
NAZİLLİ'DEN AHMET HATTATOĞLU :
Selâmla başladığı mektubunda diyor ki:
«Hasretle yolunu beklediğimiz kıymetli mecmuamıza kavuşturan Cenâb-ı Hakka sevdiği ve beğendiği şekilde hamdü sena olsun. Hakiki büyüklerimizin şifa sunan eserlerinden nakillerin esas alındığı, dev gösterilen cüceleri teşhir ederek onların yaldızlı sözlerine aldanmamayı tavsiye ettiği ve Cenâb-ı Hakkın rızasından başka gaye gütmediği için mecmuanıza talebler artmakta ve sabırsızlıkla beklenmektedir.
Din diye, dinsizliği, mezhep diye mezhepsizliği gaye edinenlerin, âlim diye sapıkların meddahlığını bilerek veya bilmeyerek yapanların, mecmuamıza dil uzatmalarına şaşmıyoruz ve üzülmüyoruz. Müteessir olduğumuz nokta, böyle gafillerin bu nimetlerin kıymetini anlayamayarak mahrum olmaları ve başkalarının da mahrumiyetlerine sebep olmalarıdır.
Onların bu hücumları bizleri daha şevklendirmekte, hamdolsun Ehl-i sünnet bir gençlik yetişmektedir. Cenâb-ı Hak bütün âlem-i İslâmı sapıkların tuzağına düşmekten muhafaza buyursun. Din ve dünya saadetiniz için dua eder, dualarınızı beklerim.»
BORNOVA'DAN SÜLEYMAN KARABACAK'A
1 — Kur'an-ı kerîm'i lâtin harfleriyle yazmak caiz değildir. (Fetâvâyı kübrâ-İbni Hacer)
2 — Kur'ân-ı kerîm'i Arapçadan başka harf ile yazmak ve başka lisana terceme edip Kur'ân-ı kerîm yerine bunu okumak ittifakla haramdır. (Fetavâ-i Fıkhıyye)
3 — Yukarıdaki sebeplerden dolayı lâtin harfleriyle yazılı ve adına mezhepsizlerin «Yeni yazı Kur'ân» dedikleri kitaptan Kur'ân-ı kerîm öğrenmeniz uygun değildir. Hem lâtin harfleriyle doğru da okunmaz. Dişinizi sıkıp bir ayda Kur'ân-ı kerîm'i aslî harfleriyle öğrenmeniz mümkün, ilim öğrenmenin yaşı olmaz.
NİĞDE'DEN OSMAN ŞENTÜRK :
Birkaç şiir gönderdiği mektubunda diyor ki:
«Yüce Ehl-i Sünnetin hadimi arkadaşlarım, fırka-i naciye, siz ve sizin gibi Ehl-i Sünnete tavizsiz bağlanan kimselerin gayretleriyle tahrip edilmekten Cenâb-ı Hakkın izniyle kurtulmaktadır.
Attığınız her fiske, mezhepsizlerin kalbinde bir yara, bir çıban meydana getirmektedir. Bizlere ise âb-ı hayat olmaktadır.
Herkes alıştığı ve mayasının götüreceği şeyleri sever. Bülbül gülden, karga çöplükten hoşlanır, Millî FİKİR'in sosyalist ruhlu mason Abduhçu reformistlere kezzap gibi gelmesini yadırgamıyoruz. Biz onlara Ehl-i sünnet âlimlerinin topladığı güzel rayihalı güllerden sunuyoruz. Mezhepsizler böyle güllere alışık olmadığı ve mayaları da müsait bulunmadığı gibi bayılarak azıtanlar, büsbütün şaşıranlar olmaktadır. Ama gerçek gerçektir, gerçeğe inanmıyan sürçektir. Rabbimizin izniyle Hakkı kimse engelleyemiyecektir.»
İSTABUL'DAN SEDAT ALTINKAYA :
Umumiyetle hangi kitapların okunmaması gerektiğini sual ediyor:
1 — İslamda Zekât, İslâmda haram, İslâmda şu, İslâmda bu diye mezheplerüstü yani mezhepsizce yazılmış bütün kitaplar.
2 — Suud vehhabilerince Türkiye'ye ücretsiz veya ücretli gönderilen bütün kitaplar.
3 — Muayyen bir hak mezhebi esas almadan yazılmış bütün kitaplar.
4 — İbni Teymiye ve Şevkani gibi sicilli mezhepsizleri sözü hüccet bir din imamı gibi kabul edip ondan nakil yapılan bütün kitaplar.
5 — İmâm-ı A'zam, İmâm-ı Şafiî ve İmâm-ı Muhammed (rahmetullahi aleyhim) gibi din büyüklerini tenkid eden, onların hatasını bulmaya çalışan selefi meşrepli kimselerin kitapları.
6 — İslam düşüncesi, İslâm nazariyesi, İslâm felsefesi gibi dinimize aykırı terimler kullanılan bütün kitaplar.
7 — Salahiyetli bir müctehid gibi Kur'ân-ı kerîm'e ve Hadîs-i şerîflere mana veren zamane din adamlarının kitapları.
8 — Bütün kavilleri sıralayıp da her hak mezhebe göre müftabih kavilleri bildirmeyen mezhepsizlerin kitapları.
XXXXXXXXXXXXXXXXXX
48. Son senelerin reformcularından, Seyyid Kutb da, İbni Teymiyye ve Muhammed Abduha hayranlığını, hemen her kitâbında ilân ediyor. (İstikbâl islâmındır) kitâbında, yalnız (islâmiyyet) kelimesini övmekde, bu kelimeyi nasıl anladığını, hangi mezhebde olduğunu açıklamamakdadır. Doksandördüncü sahîfesinde:
(İslâm ülkelerini tatar istilâlarından koruyanların ön safında çalışan manevî önder, imâm-ı İbni Teymiyye idi) diyor.
50 - Seyyid Kutb, yine (Cihân Sulhü) kitâbında, (İslâmiyyet, diğer dinlere nefret manâsını taşıyan dînî teassubu kabûl etmez) diyor. Kâfirleri sevmemeğe teassub damgasını vuruyor. Muhammed Masûm hazretleri, yirmidokuzuncu mektûbunda buyuruyor ki, (Kâfirleri sevmemek, onlara kalb ile düşmanlık etmek ve Dâr-ül-harbde bulunanlarına sert davranmak ve onlarla muhârebe etmek, Kurân-ı kerîmde açık olarak emr edilmişdir. Bunda şübheye yer yokdur. [Bekara sûresi 256.cı âyetinde, kimsenin ikrâh ile, ölüm ile tehdîd edilemiyeceği yazılıdır. Cihâd etmek, bu âyet-i kerîmeye muhâlif değil midir? Bunun cevâbı (Tâm İlmihâl) yirmi ve kırkbirinci maddelerinde yazılıdır.] Kurân-ı kerîme uymamız farzdır). Zimmîlere karşı âdil olmak, onlara hiç kötülük yapmamak lâzımdır. Seyyid Kutb, Dâr-ül-harbdeki kâfirleri de zimmîler gibi sanıyor. Yine bu kitâbında:
(İslâm insanlara zorla kabûl etdirilmesi lâzım gelen bir din değildir. Hiç kimseye zorla dîni kabûlü emr etmez) diyor. Hâlbuki, cihâd demek, Allahü teâlânın kullarının müslimân olmalarına mâni olan, zâlim diktatörleri yok ederek, onları müslimân yapmak demekdir. Îmân edenler, hakîkî müslimân olur. Îmân etmeyip teslîm olanlar, zimmî olur. Allahü teâlâ, bütün kullarını zor ile müslimân yapmak, zor ile Cehennemden kurtarmak için cihâdı emr etdi. Nisâ sûresinin doksandördüncü âyetinde meâlen, (Mallarını, canlarını fedâ ederek, din düşmanları ile Allahın dînini yaymak için cihâd edenler, oturup ibâdet edenlerden dahâ üstündür) buyuruldu. Cihâd, gazâ, kâfirlere güç kullanarak (emr-i marûf) yapmakdır. Cihâdı ferdler değil, devlet yapar. Seyyid Kutb, yine (Cihân Sulhu) kitâbında:
(İslâmın hiçbir zemânında harbden gâyesi, zor ile müslimânlığı insanlara kabûl etdirmek değildir. Böyle bir zorlamaya islâmın ne nazarî prensiblerinde, ne de târihî inkişâfında rastlamak mümkindir. İslâm, islâmı bilmeyen câhillerin ve islâm düşmanlarının zan etdiği gibi, aslâ kılınç ile intişar etmiş değildir. Dînin tabîatinde olmıyan harb, hiçbir zemânda dîne davet vesîlesi olarak kullanılmamışdır) diyor.
********************************
Eshâb-ı Kirâm’a Dil Uzatan Biri : SEYYİD KUTUP
Tek kelimeyle Masonlara hizmet eden biri olduğunu söylersek sanırım bu kişinin kim olduğunu anlatmıs oluruz fakat… Başta Eshâb-ı kirâm olmak üzere ehl-i sünnet büyüklerine nasıl dil uzattığını, Kur’ân-ı kerimi kendi kafasına göre nasıl tefsir ettiğini, İbni Teymiyyeci ve mason Abduhcu mezhepsiz bir sosyalist olduğunu bir lâboratuar kat’iyetiyle isbat ediyoruz. Seyyid Kutub’un kitapları, mezhepsiz Mevdûdî’nin kitapları gibi Türkçeye tercüme edilirken galiz hataların çıkarıldığına şahit olduk.
Türkçe tercümelerinde bile ne zehirler bulunduğunu okuyuculara isbat için Türkçe tercümelerini sayfa numaraları vermek suretiyle nasıl din düşmanlığı yaptığını göstermek istiyoruz.
Bekir Sadak isimli birisi tarafından tercüme edilerek CİHAN SULHU VE İSLÂM ismi verilen kitâba bir bakalım. Seyyid Kutub, diğer mezhepsizler gibi bütün kitâplarını nakil esası üzerine değil, mutlak müctehid usûlü ile Kur’ân-ı kerîm’den ve hadîs-i şeriflerden kendi kafasına göre manalar çıkarıp yeni din kaideleri koymaktadır. Evet Cihan Sulhu ve İslâm isimli kitâba göz atıyoruz:
“Devletçiliğe delince, bu sahada yapılan çalışmalar henüz pek azdır, cılızdır. Ve İslâm’ın bu tarafı gereği kadar açıklanmamıştır.” C. SULHU S. 13
Bu cümle ile İslâm’a ve İslâm âlimlerine iftira edilmiştir. Bugüne kadar hiçbir İslâm âlimi devletçiliği gereği gibi açıklamamış da Seyyid Kutub açıklıyormuş sanki Allahü teâlâ bugüne kadar devletçiliği açıklayan ve bu sahada çalışma yapan âlim ve halife yaratmamış. Başta dört halife olmak üzere, Emevî, Abbasî ve Osmanlı Halifeleri dinimizi bin küsur yıl idare etmiş,mezheb imamları ve diğer İslâm âlimleri vasıtası ile dinimiz açıklanmış, kanunlar, fetvalar hazırlanmıştır. Geçen asır yapılan MECELLE ise o kanunların, toplanmış şeklidir. Bir akâid kâidesidir ki, İslâm âlimlerini küçümsemek, kötülemek küfürdür. İslâm kâmil bir nizamdır, asr-ı saadetten beri tatbik edilegelmiştir. Çalışma yapılmamış, açıklanma yapılmamış demek, İslâm kâmil olarak hayat sürmemiş, kâmil âlimler gelmemiş demektir.
Seyyid Kutup, sosyalist hümanistliğine dayanarak diyor ki:
“İslâmiyet diğer dinlere nefret manasını taşıyan dinî taassubu asla kabul etmez.” C.SULHU S. 22
İslâm’dan başka olan hıristiyanlık ve yahudilik gibi din mensubu kâfirleri sevmemek, taassup olarak gösterilmektedir. Halbuki Allah dostlarını dost, Allah düşmanlarını düşman bilmek her müslümana farzdır.
Evet Hümanist ve sosyalist yazar Seyyid Kutup diyor ki:
“İslâm, bütün insanlığı birbiriyle yardımlaşan bir tek birlik sayar. Hattâ İslâm’a göre bütün insanlar yek diğerine yakın bağlarla bağlı olan bir ailedir. Allah’ın adâletinden eksiksiz faydalanma babında, ırk, renk ve din ayırımı yapmadan bütün beşeriyete mutlak adâleti vâdeder.” C.Sulhu S.23
İslâm’a göre kâfir müslüman bir âileymiş bugüne kadar hangi İslâm âlimi böyle bir ifadede bulunmuştur? İnsanların kardeş olduğunu masonlarla hümanist sosyalistler söylemektedir. Dinimiz “Ancak müslümanların kardeş” olduğunu bildirmiştir. Evet dinimizde ırk ve renk ayırımı yapılmaz ama, DİN ayırımı yapılır. Müslümana, Zimmîye ve kâfire ayrı ayrı muamele ile emredildik. Müslümandan öşür ve zekât alındığı halde kâfir olan Zimmîden zekât değil, harac ve Cizye alınır. Müslüman zekât vermeye, namaz kılmaya cebredilir, fakat kâfirler zorlanamaz. İslâm âlimlerinin bu hükümleri mevcutken Seyyid Kutub hiç birisine iltifat etmeyerek kendi başına din kaideleri koymaktadır.
Allahü teâlâ buyurdu ki:
“Allah’ın dinini yaymak için, malları ile canlarını fedâ ederek din düşmanları ile cihad edenler, evlerinde ibâdet edenlerden daha üstündür.” Nisâ Suresi 95. Âyet-i kerime.
Allahü teâlâ böyle buyururken Mısırlı sosyalist de şöyle zırvalıyor:
“İslâm hiçbir zaman harbden gayesi zorla müslümanlığı insanlara kabul ettirmek değildir.” C. SULHU S. 32
Seyyid Kutub bu fikirlere delil olarak hangi İslâm âlimini gösterecek diye bir sual sormayın. Delil olarak Sir T. D. Arnold isimli bir ecnebinin kitabından pasajlar veriyor. Bakınız: C. Sulhu S. 32
TUTARSIZLIĞI !!!
Seyyid Kutub (Fizılâl) kitâbında ise mezkûr âyet-i kerimeyi açıklarken, harbin, cihadın Allah nizamını beşeri hayata hâkim kılmak için yapılmasının gerektiğini yazmak mecburiyetinde kalmış, böylece riyakârlığı meydana çıkmıştır. (Fizılâl) de de “İslâm kendisine inanmıyanları zorla davet etmez” diyor. Bir taraftan dine davet için savaş yapılmasını söylüyor. Az sonra da savaşla, zorla dine davet olmaz diyor.
Yine Allahü teâlâ buyurdu ki:
“Hak din olan İslâm’ı kabul etmeyen kâfirlerle cizye vermeyi kabul edinceye kadar veya Hak dini kabul edinceye kadar onlarla harb edin.” Tevbe Suresi, âyet-i kerime 29
Dinimiz kâfirleri müslüman yapmak için cihadı emrettiği için, Eshâb-ı kirâm yer yüzüne dağılıp ölünceye kadar cihad ettiler. İstanbul’u fethetmek için kaç kere sefer yapılmıştır. Seyyid Kutub’a göre ise bütün insanlar birbirleriyle kardeştir, nasıl olur da zorla harb edilir? Kâfirleri müslüman yapmak için yapılan cihad barbarlıktır.
Seyyid Kutub, Nisâ Suresi’nin yüzüncü âyet-i kerimesini ehl-i sünnet âlimleri gibi tefsir ederek diyor ki:
“Kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde genişlik ve bereket bulur, yolda ölürse Cenâb-ı Hak bol bol mükâfat verir.”
Bu ifade muteber tefsirlere uygundur. Kâfir memleketlerinde kalan müslümanların İslâm memleketine hicret etmelerinin vacip olduğu açıklanmaktadır. Cihad, müslüman devletin, ordusu ile o günkü en yeni silâhlarla kâfirlerle savaşması demektir. Bir hizbin, bir derneğin, bir partinin veya masonların kontrolü altında çalışan İHVAN-I MÜSLİMİN isimli fitne şebekesinin hükûmet kuvvetlerine karşı ayaklanması ihtilâl düzenlemesi değildir. Seyyid Kutub, ileride inşaallah göreceğiz, birkaç müslümanı devamlı ihtilâle ve devlet kuvvetleriyle savaşmaya davet etmektedir. Bir memlekette müslümanlar kuvvetli ise zaten idareye hakim olur. Değilse, Seyyid Kutub gibi hareket ederek kendisiyle birlikte lider durumundaki müslümanların kanına girmek cihad değil fitnedir. Şayet o devlette yaşayamıyorsa hicret etmesi dinimizin emrettiği bir yoldur.
Kâfir memleketindeki müslümanlar, nasıl cihad edecektir? Polisi jandarmayı öldürmekle, kilisedeki putları yıkmakla cihad olmaz. Kâfir kanunlarının müsaade ettiği ölçüde din bilgilerini her tarafa yaymak, İslâm’ın ehemmiyetini herkese anlatmak, mücahid genç ve ihtiyar sayısını günden güne çoğaltmakla gerekli cihad yapılmış olur.
Seyyid Kutub bir taraftan müslümanlar ihtilâlci olur, ihtilâlle başa geçer derken, bu kitabında da şöyle demektedir:
“İktidara geçmek isteyen, ancak bir tek yoldan bu makama ulaşır: Halkın mutlak arzusu ile, hür seçim yolu ile” C. Sulhu S. 119
Tabiî hiçbir delil göstermemektedir. Veya Kûr’an-ı kerîm’den kendi anladığı manaları yazmaktadır. Ehl-i ilim bilir ki Ebubekir-i Sıddık radiyallahü anh, tayin suretiyle Ömer radiyallahü anh’ı halife seçmiştir. Hazret-i Ömer radiyallahü anh da Halife seçimini altı kişilik bir şûraya havale etmiştir. Hazret-i Osman radiyallahü anh’ı da bu altı kişilik şûra seçmiştir. Ondan sonra biatler yapılmıştır. Ancak dinimizde Mevdûdî’nin ve Seyyid Kutub’un bildirdiği gibi hür seçim yolu, modern seçim yolu yoktur. Dinimizde insanlar eşit olmadığı gibi müslümanlar da kendi aralarında bile eşit değildir. İmâm-ı Gazâlî’nin re’yi ile dağdaki çobanın veya evdeki kocakarı re’yi eşit değildir. Herkesle iştişare edilmez. Ancak ilim ehliyle, bilenler ile iştişare edilir. Mezhepsiz Mevdûdî, daha önce de açıkladığımız gibi,HİLAFET VE SALTANAT isimli kitabında “Bugünkü modern usulle seçim yapılsaydı, Hazret-i Ali kazanırdı” diyor.
Zaten İbn-i Teymiyyeci bütün mezhepsizler Seyyid Kutub gibi hür seçim yolundan bahsetmektedirler.
Seyyid Kutub iştişareye bile herkesin iştirak etmesini isteyerek şöyle diyor:
“Meşveretin icabı, insanların işlerini tedbir ve idare hususunda hepsinin iştirakinden ibarettir.” C. Sulhu S. 120
Âlim, cahil, sâlih, fâsık ayırt etmeden, eşitlik esası üzerine herkesi davet et. Bu sapık fikri de İslâm’a mal et.
Bilindiği gibi Seyyid Kutub önceleri sosyalist idi. Ancak bir kimsenin öncelerinin sosyalist olması onu kınamayı gerektirmez. Fakat Seyyid Kutub, dinimizi sosyalist açıdan anlatmakta, marksistliğin tesirinden kurtulmadığı ve hâlâ sosyalistliğinin devam ettiği görülmektedir. Zekât mevzuunda ise marksistliğini gizleyememektedir.
Zekât nedir? Zekât, malın belli bir kısmını Kur’ân-ı kerîm’de bildirilen yedi sınıf müslümana vermektir. Hanefi mezhebinde ise bu yedi sınıftan bir sınıftaki müslümana vermekle de farz yerine gelmiş olur. Zenginin zekâtını, fakirin eline vermesinin lâzım olduğunu bütün ehl-i sünnet âlimleri bildirmektedir. Meşru hükûmet, yani şer’i hükûmet fakirin vekili olarak zekâtı alır, fakirlere dağıtır.Hükûmet aldığı zekât parası ile yol köprü yaptıramadığı gibi hiç bir hayır kurumuna da veremez. Zekât yalnız yedi sınıf insanın hakkıdır. Kur’ân-ı kerim’de bildirilen bu hakkı hiçbir mezhepsizin değiştirmeye hakkı yoktur.
Hadis-i şerifte zekâtın fakir akraba varken başkalarına verildiği takdirde, zekâttan sevap alınamıyacağı, makbul bir zekat verilmiş olmayacağı bildirilmektedir.
Hal böyle iken marksist ruhlu Seyyid Kutub çıkıyor şöyle diyor:
“Şurası bir gerçektir ki, ZEKÂT adını taşıyan bu vergiyi, her vergiyi tahsil ettiği gibi, ancak devlet tahsil eder. Ve yine cemiyetin ihtiyaç ve şartlarına göre değişebilen belirli bir usûl dahilinde sarfedilmesi ile vazifeli olan da devlettir.” C. Sulhu S. 152
Zekât, yedi sınıf insanın ve fakirin hakkıdır. Cemiyetin ihtiyaçlarına sarfedilemez. Sarfedilmesi dört hak mezhebe aykırıdır, mezhepsizliktir. Hazret-i Ebu Bekir-i Sıddîk radiyallahü anh, zekât vermeyenlerden zorla almak istediği ve alınacak zekâtın da Kur’ân-ı kerîm’de bildirilen yedi sınıf müslümana verileceği bildirilmektedir
Sosyalist Kutub’un şeriatı tahrif edici ifadesi de şöyledir:
“Yine devlet, ordu kurmak ve onu silahlandırmak için, az olsun, çok olsun, her servetten % 2,5 nisbetinde bir vergi alınmasını mecburî kılan bir kanun va’zetse ve bu vergiden gelen varidatı umumî sarfiyat bölümlerinden askerin masrafına tahsis etse, vay efendim, asker dilencilik etme durumuna düşürüldü, şan ve şerefi ayaklar altında çiğnendi mi denecektir?” C. Sulhu S. 152-153
Dinimizde yeni kanunlara ihtiyaç yoktur. Hangi servetten ne miktar zekât, öşür alınacağı bellidir. Bir kere mezhep imamlarımızın bildirdiğine göre her servetten zekât alınmaz. Her servetin bir limit noktası vardır. Az olsun çok olsun denemez. Şeriat ve mezhep imamları bu ölçüyü koymuştur. Hiçbir devlet bu ölçülerin dışına çıkamaz. Havaciyeyi asliye denilen ihtiyaç eşyası zekâta tâbi değildir. Zekât her servetten % 2,5 alınmaz. Saime hayvanların zekâtı verilir.Yük taşımak için, yün için beslenen hayvanların zekâtı verilmez. Deve zekâtı beşte birdir. Yani % 20’dir. Sığır zekâtı otuzda birdir. Fakat otuzdan miktar arttıkça verilecek zekât durumu da değişmektedir. Koyun zekâtı kırkta birdir. Koyunun miktarı arttıkça nisbet de değişmektedir. At hayvanı için nisap yoktur. Her at için bir miskal altın verilir.
Belli bir kilodan sonra öşür vermek farz olur. Hayvan gücü, dolap vesaire ile sulanan arazilerde öşür %5 iken salma su ile sulanan arazilerde öşür %10’dur. Seyyid Kutub’un dediği gibi her servetten % 2,5 alınmaz. Şeriatın bildirdiği hudutlardan dışarı çıkılmaz. Seyyid Kutub mezhep imamlarının bildirdiği hükümleri şeriat kabul etmeyip kendi aklını şeriat kabul ettiği için böyle saçmalamakta, az olsun, çok olsun her servetten % 2,5 vergi alınmak için kanun konabileceğinden bahsetmektedir. Şeriat, binek için olan, yük taşımak için olan hayvanını zekâtı olmaz derken Seyyid Kutub her servet tabirini kullanmaktadır. Sonra İslâm nizamında kanunlar va’zedilmez. Bütün kanunlar Allahü teâlâ tarafından va’zedilmiş olup, ehl-i sünnet âlimlerince de açıklandığı için yeni bir kanuna, Seyyid Kutub’un dediği gibi % 2,5’luk bir vergiyi mecbur kılacak bir kanuna ihtiyaç yoktur. Şeriat hükûmeti mevcut şeriat kanunlarını tatbik etmekte yükümlüdür.
Yine C. Sulhu kitabının 153. sayfasında aynı hezeyanı savurmakta, “Zekât bir elden çıkıp diğer ele geçen ferdî bir ihsan ve sadaka değildir. Eğer bugün bazı kimseler, mallarının zekâtını bizzat kendi elleriyle ayırıp yine kendi elleriyle dağıtıyorsa, bu İslâm’ın farz kıldığı bir şekil ve nizam değildir.” Diyebilmektedir. Halbuki yeminle bildirilen Hadîs-i şerifte fakir akraba varken başkalarına verilen zekâtın makbul olmayacağı bildirilmektedir. Müslüman bir kavim zekâtını vermezse şeriat hükûmeti, bunu zorla alır, fakirlere verir. Eğer halk zekâtını veriyorsa devlet bunu alamaz.
Seyyid Kutub, C Sulhu kitabının 149. sayfasında zekâtı verilmiş olan malın tevadülden çekilmesini, saklanmasını suç kabul etmektedir. Halbuki zekâtı verilmiş olan mal ne kadar saklanırsa saklansın sahibine zarar vermez. Hadika’da bildirilen Hadîs-i şerifte “Mallarınızı zarardan zekâtını vermek suretiyle koruyoruz.” buyurulmaktadır. Yine Hadîs-i şerifte “Zekâtı verilen mal, saklanmış mal sayılmaz” buyurulmuştur. Bu hadîs-i şerif Menavi’de zikredilmektedir.
Seyyid Kutub şeriat dışı bu saçmasına delil olarak şöyle bir hadîs-i şerif yazmıştır:
“Para ve külçe halinde altın ve gümüş toplar da, onu alacaklısına vermek üzere hazırlamaz ve Allah yolunda sarfetmezse, topladıkları kıyamet gününde kendisinin dağlanacağı biriktirilmiş mal olur.”
Hadîs-i şerife kaynak göstermediği için ifadenin bu şekil olup olmadığını bilmiyoruz. Ancak bu hadîs-i şerif de kendi aleyhinedir. Şöyle ki, Hadîs-i şerifte şöyle denilmektedir: Bir insan parasını toplar da alacaklısına vermezse, Allah yolunda sarf etmezse yani Allah’ın farz kıldığı zekâtı vermezse, Allah’ın farz kıldığı Hacca gitmezse, toplanılan mal biriktirilmiş mal olur. Hadîs-i şerif’ten de anlaşılacağı üzere zekâtı verilen mal biriktirilmiş mal değildir. Zaten bu manadaki hadîs-i şerifi de yukarıda zikrettik. Tabii hadîs-i şerifi kendimiz açıklamadık. İslâm âlimlerinin kitaplarından aldık. Yukarıda Menavi’de bildirilen hadîs-i şerif Taberani’den alınmıştı.
Şeriatın emirlerinin kanun şeklini aldığı Mecellede, Dürrülmuhtarda ve hadîs-i şerifte, bir kimsenin şahsi malının onun rızası olmadan alınamıyacağı, kullanılamıyacağı bildirilmektedir. Fakat Marksist ruhlu Seyyid Kutub yine C. Sulhu kitabında şöyle demektedir:
“Devlet şahsi mülkiyetten ihtiyacını gerektirdiği kadar iade etmemek üzere alır ve toplumun umumî ihtiyaçlarına sarfeder.”
Halbuki şeriat hükûmeti, tebaasındaki müslüman ve zımmîlerin mal, can ve ırzlarını korumakla vazifelidir. Şahsî mallarını almaya hakkı yoktur. Devletin umumî ihtiyaçları ancak Beytülmal’dan sarfedilir. Bu bakımdan Beytülmal har vurup harman savurulmaz, kaynakları kurutulmaz. Ondan tüyü bitmemiş çocuğun hakkı vardır. Beytülmal ile sosyalist devlet hazinesi bir değildir. Halkın elinden şahsî malını almak bâtıl sistemler içerisinde sadece komünizmde vardır. Seyyid Kutub’un kapitalizm düşmanlığı komünizm hayranlığını doğurmuş demek…
Seyyid Kutub hiçbir muteber İslâm âliminden nakil yapmadan kendi kafasına göre yazıyor. Sonunda da şöyle diyor:
“İşte İslâm budur.” C.Sulhu S. 150
Seyyid Kutub, 149. ve 150. sayfalarda şahsî mülkiyetin sınırsız bir hak olmadığından bahsederek devletin tasarruf hakkının daima mahfuz bulunduğunu zikretmektedir.
Komünistler gibi devamlı şahsî mülkiyete devletin el koyabileceğinden bahsetmektedir. Şeriat hükûmeti, gayrî meşru kazançları bile sömürücünün elinden aldıktan sonra, sahibini bulup ona vermek mecburiyetindedir. Sen bunu gayri meşru kazandın diye önüne gelenin malın alıp sağda solda ve sahibini araştırmadan, millet menfaatinde kullanamaz.
İslâm nizamında zalim olan hükûmete bile isyan edilmez.
Hadîs-i şeriflerde şöyle buyuruldu.:
“Emire isyan eden kimseye Cennet haramdır.”
“Başınızdaki emir, Habeşi köle de olsa itâat ediniz.”
“Âdil olsun, zâlim olsun, her emîrin emri altında cihad edin.”
“Fâsık, fücur, her imamın –her emirin- arkasında namaz kılın.”
Son hadîs-i şerifi Ebussuud Efendi, şöyle açıklamaktadır. Devlet reisi fâsık da olsa, zâlim de olsa fitneye sebep olmamak için onun arkasında Cuma namazı kılın. Mahalle imamları fâsık ve zalim olurlarsa onların arkasında namaz kılınmaz.
Emir fâsık olursa, zulm yaparsa ona isyan etmek, ihtilâl yapmak caiz değildir. Şeriatın bildirdiği şekilde emr-i ma’ruf yapılır. Emr-i ma’rufu yapmak ise her müslümana vacipdir.
Hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
“En kıymetli cihad, zâlim sultan karşısında, hakkı söylemek, doğru yolu göstermektir.”
Bu İslâm nizamındadır. Küfür nizamında emr-i ma’ruf yapıyorum diye her önüne gelen, küfrün kanunlarını çiğneyerek devlet reislerine hakkı tavsiye etmeye kalkması fitnedir. Küfrün kanunlarının boşluk noktalarından istifade ederek hakkı tavsiye etmek ise cihaddır.
Hal böyle iken Seyyid Kutub, C. Sulhu kitabının 163. sayfasında İslâm’da ihtilâl ruhunun bulunduğunu, yani müslümanların haksızlık ve zulüm karşısında ihtilâl yapmalarının gerektiğini belirterek şöyle söylemektedir:
“Bu ihtilâlin muvaffak olmasını sağlamak için, müslümanlara cihadı farz kılması da zarurî idi.”
Zarurî olan burada kimdir? Elbette cihadı farz kılan Allahü teâlâ. Hâşâ Allahü teâlâ’nın hiçbir iyiliği emir, kötülüğü nehyetmesi zarurî değildir. İhtilâlde muvaffak olmak için cihadın farz kılınması zarurî imiş. Allahü teâlâ cihadı farz kılmazdı da başka yollardan kâfirleri müslüman edemez miydi? Allahü teâlâ’yı bir şeyi yapmaya mecbur kılmak, zarurî kılmak küfürdür.
Seyyid Kutub, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Efendimizin kâfirlerle yaptığı anlaşmaları unutarak şöyle demektedir:
“İslâm, yeryüzünde zulmeden hiçbir kuvvetle mütareke yapmaz, yapmamakla mükelleftir.” C. Sulhu S. 165
Şu kâfirlerle ittifak edeyim de öbür kâfiri yeneyim. Bilâhire bu kâfiri de yenmeye çalışırım demek, Seyyid Kutub’a göre caiz değildir. Hatta yakında Türkiye’ye gelen Muhammed Kutub, İslâmî olan bir partinin gayrî İslâmî olan partilerle koalisyon yapması caiz değildir diye fetva verip gitmiş. Kutublar gibi sosyalist ve mezhepsiz kargaları kılavuz yapanların burunları pislikten kurtulmaları mümkün mü?
Seyyid Kutub da diğer mezhepsizler gibi kitaplarının çeşitli yerlerinde İslâm düşüncesi tâbirini kullanmaktadır. Meselâ C. Sulhu’nun 167. sayfasında da bu tâbiri kullanmaktadır.
Dikkat edilmişse bütün mezhepsizler, İslâm düşüncesi, İslâm nazariyesi, İslâm teorisi, faiz nazariyesi gibi tabirler kullanmakta ve kitaplar yazmaktadırlar.
İbn-i Teymiyyeyi büyük bir âlim olarak gören Diyanet Reisi bile Kur’an’da evrim teorisinden bahsetmektedir.
Düşünce, nazariye, teori gibi ifadeler şüpheyi gerektirir. Mutlak bir hükmü belirtmez. İslâm ise kesin hükümdür. Faiz nazariyesi değil, faiz hükmü denir. İslâm düşüncesi denilmez, İslâm şeriatı gibi kesin bir ifade kullanmak gerekir.
Mezhepsizlerin tesiri altında kalan birçok müslüman gazetecilerimiz bile İslâmî görüş tabirini kullanmaktadırlar. İslâm’da görüş yoktur. İslâm’da hakikat vardır, kesin hüküm vardır.
Seyyid Kutub, C. Sulhu kitabının 179. sayfasında şer kuvvetlerle karşılaşınca tek başına bunlarla savaşmak gerektiğini yazmaktadır. Hep mi savaşacağız? HENDEK harbinde olduğu gibi hiç mi siperlenmiyeceğiz? Yenilmiyeceği oldukça belli olan bir şer kuvvetin üstüne gitmek, kendini tehlikeye atmak demek değil midir? Âyet-i kerime ile bu yasak edilmemiş midir? Bir kişisin, bin kişinin üzerine git, öldürüldükten sonra da bu ahmağa şehit ünvanını ver, hangi kitapta var bunun yeri?
Seyyid Kutub, maalesef bunu yapmıştır. Filizlenen islâmî hareketin tamamen söndürülmesine sebep olmuştur. Mısır’a gidenler bunun acı izlerini görmüşlerdir.
Hadîs-i şeriflerde şöyle buyuruldu:
“Fitne uykudadır, uyandırana lânet olsun.”
“Zâlimin zulmünü değiştiremeyen, oradan hicret etsin.”
Fitne çıkarmaya cihad demek, hicrete ise firar demek, mezhepsizlerin taktiğidir. Fitne çıkarmanın adam öldürmekten daha büyük günah olduğu Kur’ân-ı kerîm’le sabittir. Hicret ise sünnettir. Sünneti küçümseyen ise kâfirdir.
Seyyid Kutub bu sapık fikirlerini sadece C. Sulhunda değil, bütün kitaplarında yazmaktadır. Şu anda elimizde İslâmî Etüdler isimli bir kitabı var. Hasan Beşer isimli birisi tarafından tercüme edilmiş, ikinci baskısından bazı pasajlar verelim:
“Diktatörlerin ve taşkınların yüzüne durarak haykırmayanlar, ya bir büyük günah işliyorlar, ya münafık oldukları için böyle davranıyorlar.” İ. Etüdler S. 34
Zaman ve zemin icabı zalim bir hükümdara haykırmamanın büyük bir günah olduğu veya münafıklık olduğu hangi muteber kitapta yazılıdır?
İslâmiyet ne değilmiş, bakalım Seyyid Kutub ne diyor:
“Dualar mırıldanmak, tesbih tanelerini şıkırdatmak, Aman Allah’ım sen koru, sözlerine dayanmak, gökten hayır, doğruluk, hürriyet ve adalet yağacağına güvenmektir.” İ. Etütler S. 35
Tekrar edelim, neler İslâmiyet değilmiş:
1- Dua etmek 2- Tesbih çekmek 3- Aman Allahım sen koru sözlerine dayanmak 4- Yapılan dua vasıtası ile gökten hayır vesaire yağacağına güvenmek.
1- Allahü teâlâ ve Peygamber aleyhisselâm duayı emrediyor. Seyyid Kutub bunlarla alay ediyor. Halbuki dua mü’minin silâhıdır. Dua hakkında dinimizin emri şudur:
“İslâm âlimlerinin çoğuna göre duayı inkâr eden kâfir olur.” Feteva-i Fıkhiyye S.149
2- Âyeti kerime ve hadîs-i şerîflerle tesbih çekmek hem emrediliyor, hem de övülüyor. Tesbih söylemek için çekilen tesbih aleti ise sünnettir. Şıkırdatmak tabirini kullanarak, sünnet olan tesbihle alay ediyor S. Kutub. Halbuki sünnetle alay küfür değil midir?
3- Aman Allah’ım sen koru sözlerine dayanmak Allahü teâlâ’nın emridir. Allahü teâlâ’nın emri ile alay etmek küfürdür.
4- Yapılan dua vasıtası ile gökten hayır yağacağına güvenmek, tevekkül etmek müslümanlık değilmiş. Allahü teâlâ dilerse gökten rızık da yağdırır, hayır da yağdırır, mezhepsizlerin başına taş da yağdırır. Asıl mutlaka yağmayacağına (Allahü teâlâ’nın yağdıramayacağına) inanmak küfürdür.
Seyyid Kutub, diyor ki, duayı falan bırakın, şöyle tedbir alın, böyle çalışın, işte o zaman mücadeleyi kazanırsınız. Tedbir almak, öyle çalışmak, sebeplere yapışmak dinimizin emridir.Ancak bunları kâfirler de yapmaktadır. Biz müslüman olarak hem tedbir alacağız, sebeplere yapışacağız, hem de dua ve tevekkül edeceğiz. Dua eden bir kimsenin tevekküle inanan şahsın tedbir almayacağını söylemek ahmaklıktır. Dua edip de hiç sebeplere yapışmayan olur mu?
Kırkyedinci sayfada ise İslâmiyetin, cemiyetin fertleri arasında hiçbir fark gözetmeden hepsine aynı eşit hakkı teminat altına almasını emrettiğini yazıyor. Daha önce de yazdığımız gibi İslâm herkese aynı gözle bakmaz. Müslümana baktığı gibi kâfire bakmaz.
İctimaî ahlâk eğitiminde yüce ve ilgi çekici idealin ne olduğunu sorduktan sonra şöyle diyor:
“Bazıları bunu milliyetçilik onuru, bazıları da insanî kardeşlik olmasını düşünürler. Her ikisi de saygı değer yüce idealistlerdir.” (i. Etütler S. 61)
Acaba milliyetçilik onuru Seyyid Kutub’un dediği gibi yüce bir ideal midir? İnsanî kardeşlik mi yoksa İslâmî kardeşlik mi? Yazının devamında ben şu ideali tercih ederim diyor. O sevginin ne olduğuna baktık.Allah uğrunda sevgi imiş. Allah uğrundaki sevgi ne ile mukayese kabul eder ki? Ben ikinciyi tercih ederim diyor.
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı kerîm’inde Hak dinin, doğru dinin ancak İslâm dini olduğunu beyan ederken içtimaî tesanüdün tahakkuku için diğer dinleri de İslâm dîni seviyesine çıkarmaktadır:
“Arap ülkelerindeki içtimaî tesanüdü tahakkuk ettirmek için dini inançları ahlâki eğitimin esas kaidesi olarak, almaya azmettiğimiz zaman bu ülkelerde revaçta olan –yalnız İslâm değil- bütün dinlerin bize yardımcı olacaklarını göreceğiz.” İ. Etütler S. 63
Kutub, bu cümlesinde ne diyor? Dinî inançları, ahlâki eğitimin esas kaidesi olarak aldığımız zaman, bize yalnız İslâm değil diğer dinler de yardımcı olacaktır, diyor. İçtimaî tesanüdün tahakkuku için İslâm kâfi gelmiyormuş gibi diğer dinleri de zikretmektedir. Hak olan İslâm varken, bâtıl olan dinlerden nasıl yardım beklenir ki? Hakk’ın kâfi gelemiyeceğini mi zannetmektedir?
Bilindiği gibi komünizm de mal, cemiyetin mülküdür. Dinimizde ise şahsî mülkiyet vardır. Herkes mülkünün sahibidir. Ancak şahsın, zekâtı ve uşuru Cenab-ı Hakk’ın gösterdiği yerlere, bildirdiği kadar, verme mecburiyeti vardır. Bunun dışında kimseye sadaka vermek, ödünç vermek mecburiyetinde değildir. Ama sevap kazanmak isteyen dilediği yerlere dilediği kadar hayır vermekde serbesttir. Hal böyleyken Seyyid Kutub, müslümanlığı komünistlik sanarak şöyle diyor:
“Aynı zamanda, mal cemiyetin mülkiyetinde olduğundan ve ferdin vazifesi ondan yararlanmaktan öte gitmediğinden, cemiyetin başka fertlerinin de bu mala ihtiyacı olduğundan yahut yararlanmak istediklerinde içtimaî tesanüdü tahakkuk ettirmek bakımından ferd onlara faizsiz borç vermekle mükelleftir.” İ. Etütler S. 74
Seyyid Kutub bu cümlesinde neler söylüyor?
1- Mal cemiyetin mülkiyetindedir demekle komünistler gibi şahsî mülkiyeti yani özel serveti kabul etmemektedir.Etmiş olsa idi, mal cemiyetin mülkiyetindedir diyemezdi.
2- İçtimaî tesanüdü tahakkuk ettirmek için zenginler fakirlere borç para vermekle mükellefmiş.
Dinde kaide koymak yalnız Allahü teâlâ’nın hakkıdır. Ondan sonra Allahü teâlâ’nın emirlerinden kaide çıkaran da Peygamber aleyhisselâmdır. Ondan sonra da Kitap ve Sünnetten hüküm çıkaranlar müctehid imamlardır. Kitapta, Sünnette ve Kıyas-ı fukahada kimsenin ödünç verme mecburiyeti yoktur. Bir ferdi ödünç vermeye mecbur etmek, zulüm olur, gasb olur.
İçtimaî tesanüdü tahakkuk için ödünç verme mecburiyeti koymak hangi dinde vardır ki? Allahü teâlâ’nın emrine uyulduğu kaidelere uyulduğu zaman içtimaî tesanüd tahakkuk etmiş olur. Dinimizin koyduğu kaideler ne eksiktir, ne de fazla… Oturup roman yazar gibi kitap yazılacağına senet âlimlerin koyduğu kaideler nakledilmiş olsaydı ne kadar isabetli olurdu. Öyle âlimlerden nakil Seyyid Kutubun onurunabyakışır mı? Onlar âlimse Seyyid Kutup da âlimdir. Aklına geleni yaz. Dine uymuş uymamış orası mühim değil, sosyalistliğe ve hümanistliğe uysun gerisini boşver. Böyle bir zihniyetle kitap yazılırsa bu elimizdeki kitaplar gibi olur.
Zekât, malın belli bir kısmını Cenab-ı Hakk’ın bildirdiği yedi sınıf müslümana vermektir.Mezhebimizde bu yedi sınıftan yalnız birisine de verilebilir. Zengin zekâtını fakirin eline vermesi lâzımdır. Zenginin fakiri görmesi de lâzımdır. Bütün mutemed din kitaplarında böyle yazmaktadır. Uşurları ve diğer üç çeşit zekât malını meşru olan hükûmet alır. Fakat hükûmet de bu zekât paralarını sağa sola harcayamaz, yol, köprü yaptıramaz. Aldığı zekâtı yalnız fakirlere dağıtır.
Seyyid Kutub ise yukarıda bildirdiğimiz İslâm âlimlerinin hükümlerine ters olarak kendi kafasına göre her çeşit zekâtı devlete aldırıyor sonra da şöyle diyor:
“Zekât, elden ele verilen ferdi bir bağış, faziletlinin muhtaca uzattığı bir yardım değildir.” İ. Etütler S. 75
Bir zengin, zekâtını hadîs-i şerifte ve fıkıh kitaplarında bildirildiği şekilde, fakir akrabasının eline verse, Seyyid Kutub’a göre bu şeriata uygun değildir. Dinimizin koyduğu hükmü beğenmeyene ne denir?
Seyyid Kutub da diğer mezhepsizler gibi, dinimizi vahy-i ilâhi olarak kabul edemiyor, kesin hükümler topluluğu olarak inanamıyor. Dinimizi bir teori olarak kabul ediyor. Bilindiği gibi teori veya Arapçası nazariye demek, henüz kesin olmayan, düşünce alanında kalan bilgi demektir. Piyasada bile mezhepsizler tarafından yazılmış, Faiz Nazariyesi, İslâm Nazariyesi gibi kitaplara rastlanır. Sayın Süleyman Ateş bile, evrim nazariyesinin Kur’an-ı kerîm’de bulunduğunu iddiâ etmektedir. Hâşâ Kur’an-ı kerîm’de nazariye olduğu Diyanet Reisi gibi ehil(?) bir kimse tarafından da söylenmiş olması mezhepsizler için kâfi delil olamaz mı? İslâm nazariyesi, İslâm sosyalizmi, İslâm faşizmi, İslâm Felsefesi gibi terimler mazaallah dinimizde şüpheyi gerektiren ifadeler olduğu için İslâm Şeriatına sıkı sıkıya bağlı ehl-i sünnet mensupları tarafından kullanılmamaktadır.
Seyyid Kutub İslâm’a nazariye dediği gibi diğer bâtıl sistemleri de kuvvetli nazariye olarak vasıflandırmaktadır. Yani bâtıl sistemler de nazariye, İslâm da nazariye. Hiç İslâm dini bâtıl nazariyeler ile mukayese edilebilir mi? Mezhepsizler diyorlar ne dersiniz?
Evet Seyyid Kutub’un, İslâm’ı nazariye, insan düşüncesi zanneden cümleleri şöyledir:
“Bugün onları Peygamber (S.A.)’in zamanında yapmış olduğu şekilde, kısa ve mufassal bilgilerle İslâm’a davet etmemiz asla kifayet etmez. O devirde bugünkü gibi İslâm nazariyesi karşısında duran teferruatlı içtimaî nazariyeler yoktu.” İ. Etütler S. 82
Bu cümlede kaç tane azim hata vardır?
1- Bâtıl sistemler, teferruatlı içtimaî nazariyeler olarak zikredilmektedir.
2- Dinimiz ise, İslâm nazariyesi olarak gösterilmekte, teferruatlı veya teferruatsız olup olmadığı zikredilmektedir.
3- Peygamber aleyhisselâm ile ashâb-ı kirâmın davet şekli kifayetsiz bulunmaktadır.
İslâm’a davet bir ibadettir. Her ibadette olduğu gibi bunda da en kâmil daveti şüphesiz Peygamber aleyhisselâm yapmıştır.
En kâmil namazı peygamber aleyhisselâm kılmış ve kıldırmıştır. En kâmil ezan onun asr-ı saadetinde okunmuştur. Bunun aksini hiçbir mezhepsiz iddia edemez. Ne var ki aksini iddia eden mezhepsizler çıkıyor. Diyorlar ki, asr-ı saadette teyp olsaydı, Bilâl-i Habeşi hazretleri teybe ezan okur, teypten ezan hoparlöre verilir, herkes duyardı. Mukabelelerin teyple okunması ve namazın hoparlörler ile kıldırılması gibi işleri Peygamber aleyhisselâmın severek yapacağını iddia ediyorlar ve bunun için Peygamber aleyhisselâmın kıldırdığı namaz hoparlörle kıldırılan namaz kadar kâmil değildir diyorlar.
Şurası muhakkaktır ki, Peygamber aleyhisselâm çeşitli mucizeler göstermiştir. Eğer hoparlörle kılınan namaz kâmil namaz olmuş olsaydı, Cenâb-ı Hak bu nimeti Peygamber aleyhisselâma da nasip ederdi.
Peygamber aleyhisselâmın bildirdiği ibadet tarzından başka şekilde ibadet etmek bid’attır, reformdur.
Şimdi merak ediyoruz acaba Seyyid Kutub’u müdafaa eden hangi mezhepsiz çıkacak da nazariye şeriat demektir, İslâm nazariyesi ise İslâm şeriatı demektir gibi gülünç ve saçma bir iddiada bulunacaktır.
Seyyid Kutub laik ve hümanist bir düşünce tarzından hareket ederek bütün bâtıl ve muharref dinlere de hürriyet verilmesini istiyor. Mutlaka bir inanç hürriyetinin verilmesini savunuyor. Kendi savunması bir şey değil, İslâm böyle emrediyor diyor. Hangi dinden olursa olsun bütün vatandaşlar imtiyazsız olarak aynı haklara sahiptirler diyor. Ahmet Gürtaş gibiler ise nedense böyle bir mezhepsizlik, dinsizlik karşısında susuyor da mezhepsizlik olduğunu söyleyenlere karşı ateş püskürüyor.
Evet Seyyid Kutub şöyle diyor:
“Marksizm, dünya çapında bir nizama davet ettiğini iddia eder. Fakat hangi nizam olursa olsun inanç hürriyetini sağlamadıkça ikame edilemez.” İ Etütler S. 84
Kendisi Kaddafi gibi sosyalist olduğu için Marksizm’in dünya çapında bir nizama davet ettiğini söylemesi yadırganamaz. Fakat hangi nizam olursa olsun ifadesinin içinde İslâm nizamı da vardır. Olduğunu zaten az ileride kendisi de açıklamaktadır. İslâm inanç hürriyetini sağlar diyor. İşte Seyyid Kutub’un bu cümleleri:
“Biz bütün inançları aynı eşitlikle ve hürriyetle gölgesinde ilerliyebileceği bir nizama davet ederiz. Bu nizamda inanç hürriyetini korumak devletin ve müslüman cemiyetin zarurî vazifesidir. Hem bu nizamda gayri müslimler şahsî hallerinde kendi dinlerine intisap edebilirler. Bütün vatandaşlar imtiyazsız olarak aynı haklara sahip, aynı kanunlara bağlı ve eşit mes’uliyetlerle yüklüdür.” İ. Etütler S. 85
Allah katında tek din, hak din, gerçek din yalnız İslâmiyettir. Bu bakımdan Seyyid Kutub’un dediği gibi bütün inançlar aynı eşitliğe ve aynı hürriyete sahip değildir. İslâm nizamında bir müslim ile bir gayri müslim imtiyazsız olarak aynı haklara sahip değildir. Eşit mes’uliyetlerle yüklü değildir.
İslâm nizamında müslümanlar, namaz kılmakla ve zekât vermekle yükümlüdür. Fakat İslâm nizamında yaşayan gayri müslimler, yani zimmîler ise namaz kılmakla ve zekât vermekle yükümlü değildir. Onlar sadece haraç verirler. Kanunlar eşit olarak uygulanmaz. Fasığın şahitliği kabul olmadığı gibi kâfirin de şahitliği muteber değildir. Zimmîler İmam olamadığı gibi Halife de olamaz. Hâkim de olamaz. Daha birçok görevler bunlara verilmez. Nerede imiş o eşit hükümler? Seyyid Kutub salâhiyetli bir İslâm âliminden nakil yapmadan kendi kafasına göre eşit mes’uliyetlerle kâfirlerin yüklü olduğunu söylüyor. Müslim ve gayri müslimlere ayrı kanunlar tatbik edilir. Üç hak mezhepte namaz kılmayan müslümanlar öldürülür, fakat kâfirler öldürülmez, tabii zimmî olan kafirler. Seyyid Kutub kendi kafasına göre yeni bir din kuruyor, yerli mezhepsizler de bu sapık kitapların yayılmasına önayak oluyorlar. Bazı müslümanlar da maşa olarak kullanılıyor, fakat farkında değiller. Müslüman gençlik zehirleniyor. Seyyid Kutub nakil esası üzerine hareket etmiyor. İslâm âlimlerine göre yazmıyor. Belli bir hak mezhebe göre yazmıyor. Kitap ve sünnetten kendi aklına göre hükümler çıkarıyor. Bu hükümler dört hak mezhepten birisine uysun veya uymasın farketmez. Kâfire de müslümana da aynı kanunları eşit olarak tatbik ettiriyor. Namaz kılmayan kâfir dört mezhebe göre de dövülüp öldürülmez. Üç hak mezhebe göre namaz kılmayan müslümanlar öldürülür. Hanefi Mezhebine göre ise hapsedilir ve dövülür. Seyyid Kutub’a göre ise mezhep ve din farkı gözetmeden kanunlar eşit tatbik edilirse mezhepsizlik olur. Seyyid Kutub namaz kılmayan kâfiri öldürürse zulmetmiş olur. Namaz kılmayan müslümanı öldürürse, Hanefi mezhebine göre yine zulmetmiş olur. Namaz kılmayan müslümanı öldürmezse, Şafii mezhebine göre ve diğer iki hak mezhebe göre yine zulmetmiş olur. Yani namaz kılmayan müslümanları öldürmek veya öldürmemek de zulüm oluyor. Nasıl olur? İslâm nizamında mezhepler vardır. Dört hak mezhep vardır. Bunlara göre hükmedilir. Hâkim bu mezheplere göre hüküm verir. Bütün insanlara bir mezheple hüküm verilirse zulüm olur. Şafiî mezhebine göre bir adama hanımını boşa diye zorlasalar o da ölüm korkusu ile boşadım dese, sonra o hanımı ile bir yaşamaya devam etse, Hanefiye göre bu zina olur. Şafiî mezhebine göre ise zina olmaz. Buna hanefi muamelesi yapılırsa zulüm olur. Keza Hanefiye de Şafiî muamelesi yapılırsa yine zulüm olur. Seyyid Kutub kitaplarını belli bir mezhebe göre yazmamıştır. Seyyid Kutub’un bazı fikirleri Şafiîye uyar, bazıları Hanefiye uyar, bazıları da Vehhâbiliğe uyar. Bazıları Rafiziliğe uyar. Bazıları ise sosyalistliğe uyar, bazıları ise dinsizliğe uygundur. Halbuki bir kimsenin yazdığı kitapları hep bir mezhebe uysa, bir tanesi başka bir hak mezhebe uysa mezhepsizlik olur. Bunu Karaman’a Açık Mektup isimli yazımızda vesikası ile zikrettik. Seyyid Kutub’un ise hangi mezhebe göre yazdığı meçhuldür. İncelendiğinde bazen hak mezheplere uyduğu yerleri oluyor,bazen hümanistliğe ve sosyalistliğe uyan yerleri oluyor. Vehhâbiliğe ve diğer sapık mezheplere hiç uymasa dört hak mezhebe uysa, bazen buna göre, bazen öbürüne göre uysa yine mezhepsizlik olur. Tek mezhebe uygun olması şarttır.
Müslüman devlet inanç hürriyetini korumaya mecburmuş. Şimdi komünistler de fikir hürriyetinden bahsediyorlar. İslâmiyette hâşâ fikir hürriyeti yoktur. Herkes düşündüğünü söylemeye yetkisi yoktur. Meselâ İslâm nizamında bir müslüman çıksa, namaz miktarını azaltalım derse, mürted olur ve derhal öldürülür. Mezhepleri kaldıralım dese yine mürted olacağı için hemen öldürülür. Kimse İslâm’ın koyduğu kanunlara aykırı konuşamaz. Müslüman birisi çıkıp da şarap serbest olsun diyemez.Böyle bir hürriyeti yoktur. Solcuların yasalaştırdığı gibi kimse çıkıp da süt kardeşi ile evlenmeyi teklif edemez. Seyyid Kutub’un dediği gibi dinimizde böyle fikir hürriyeti yoktur. Keza zımmî de kendi dinini söyler, fakat müslümanın kanunlarına karışamaz. Şeriatın hükümlerini değiştirmek için herhangi bir teklifte bulunamaz. Bunlar dört hak mezhepde de yoktur. Hattâ Vehhâbilikte bile yoktur. Rafizilikte bile yoktur. Seyyid Kutub bu fikri sosyalistlerden mi öğrendi acaba?
Seyyid Kutub biz insanları şuna çağırırız, biz insanlara şöyle deriz, gibi ifadelerde bulunuyor. Biz dediği kimdir acaba? Dört hak mezhebin mensubu olan böyle diyemez. Bizim mezhebe göre böyledir der. Ancak Kur’ân-ı kerîm’de Cenâb-ı Hak biz insanları şuna davet ederiz der. Seyyid Kutub İslâm âlimlerinden nakil yapmıyor da biz böyle istiyoruz diyor. Söylediği doğru olsa onun davet etmeye yetkisi var mıdır? O şekil konuşmaya yetkisi yoktur. İslâm âlimlerinin verdiği ölçülere göre konuşulur.
Seyyid Kutub’un neye çağırdığına bir misal verelim :
“Biz bütün vatandaşları, umum gelir kaynaklarından müsavi hakka sahip olacakları bir nizama çağırırız. Çünkü bu nizamda, mülkiyet esas itibariyle -Allah tarafından yetki ve selâhiyet verilmiş olan- cemiyete aittir. Ferdî mülkiyet geçicidir ve ancak faydalanma sınırları dahilindedir. Lüzum görüldüğünde fazla malları alma hakkı cemiyetindir.” İ. Etütler S. 86
Seyyid Kutub’un çağırdığı nizam yukarıdadır. Bu nizamda mülkiyet esas itibariyle cemiyete aitmiş. Mülkiyetin cemiyete ait olma yetkisini de Allah vermiş. Böyle diyor Seyyid Kutub. Mülkiyet bilindiği gibi yalnız komünizmde cemiyete aittir.
D i n i m i z d e, y a n i d ö r t h a k m e z h e b i n hiç birisinde böyle bir hüküm yoktur. Seyyid Kutub gibi şeriatçı olduğunu söyleyen Kaddafi devletinin adını Sosyalist Arap Cemahiriyesi koydu. Seyyid Kutub da bir devlet kursaydı, sosyalist İslâm Cemahiriyesi koyması muhtemeldi. Çünkü İslâm’da mülkiyet cemiyetin değildir. Dinimizdeki miras hukukunu bilenler bilir ki, mülk fertlerindir. Fertlerin sahip olduğu bütün mülkün sahibi de ancak Allahü teâlâ’dır. Allahü teâlâ fertlerin bu mülkü nasıl kullanacaklarını beyan etmiştir. Zekât müessesesi vardır. Zekât nazariyesi yoktur. Zekâta giren malların kırkta birisi cemiyete değil, fakirlere aittir. Hangi malların zekâta dahil olup olmadığı mezheplere göre değişmektedir. Meselâ kadının zinet eşyası ne kadar çok olursa olsun Şafii mezhebine göre zekâta tabi değildir. Halbuki Hanefide 20 miskal ve daha fazlası zekâta tabidir. Zekât fakirin hakkıdır, cemiyete verilmez. Malın kiri olduğu için Seyyidlere de verilmez. Cemiyetin malı olsaydı, Seyyidler de bu maldan istifade ederdi.
Seyyid Kutub ne diyor? Lüzumu halinde fazla malları cemiyet alır. Fazla malın ölçüsü nedir? Cemiyet bunu nasıl alır? Hangi mezhebin hangi hükmüne göre alır.? Dört hak mezhebde böyle bir hüküm yoktur. Bugün Rusya’da fazla malları devlet almaktadır. Zarurî yiyecekten başka hepsini devlet almaktadır. Seyyid Kutub ölmemiş olsaydı, Kaddafi gibi bir şeriat(!) devleti kurmuş olsaydı, Rus sosyalizmini mi tatbik edecekti acaba?
Seyyid Kutub yukarıya aldığımız ilk cümlesinde şöyle diyordu:
“Biz bütün vatandaşları umum gelir kaynaklarından müsavi hakka sahip olacakları bir nizama çağırırız.”
Bu nizamın adı olsa olsa Seyyid Kutub nizamı olur. Hangi nizamda gelir kaynaklarından bütün vatandaşlar müsavi hakka sahiptir? Bu nazariye, yalnız teori komünizmde vardır. Dinimize göre ve dört hak mezhebe göre, ferdin mülkü olan arazide çıkan altın ve kömür gibi madenler yalnız ferde aittir. Cemiyet bunu alamaz. Fert yalnız bunun zekâtını vermekle mükelleftir, onu da fakire verir. Zenginler alamaz. Eğer devlet alır da köprü vesaire yaptırırsa, zekât yerini bulamaz. Devletin yaptırdığı köprüden yalnız fakirler bile geçse yine yerini bulamaz. Çünkü zekâtı yalnız fakirin eline vermek lâzımdır. Muteber fıkıh kitapları böyle yazmaktadır.
Seyyid Kutub S. 89 da şöyle bir başlık atmıştır:
“İslâm’ı ya bütün olarak alın yahut bırakın.”
Bu başlık altında aynı fikir savunulmaktadır. Halbuki İslâm âlimleri bir şeyin tamamı mümkün değilse mümkün olanı almak gerektiğini belirtmişlerdir. Seyyid Kutub’dan ilham alarak bir mezhepsiz çıksa, ya şeriatı tam uygulayın veya hepsini terk edin, bize namaz kıldırmayın, oruç tutturmayın, hanımlarımızı zorla açtırın derse yadırganmamalıdır.
Dinimizde zengin sadece zekât uşur, sadaka-i fıtır gibi malî ibadetleri yapmakla yükümlüdür. Bunun haricinde kimse zenginden bir şey alamaz. Halbuki Seyyid Kutub bakın ne diyor:
“Devlet lüzûmu halinde cemiyetini korumak için ihtiyacı olan parayı varlıklı fertlerden kayıtsız şartsız alabilir.” İ. Etütler S. 92
Dinimiz, Zimmîlerden haraç cizye gibi vergilerin haricinde başka bir mal alamaz. Seyyid Kutub’un hiçbir mezhebe uymayan bu bozuk fikirleri komünistliğe oldukça uygundur. Komünistler S. Kutub’un heykelini dikseler kendilerince uygun iş yapmış olurlar.
Seyyid Kutub ya hep ya hiç fikrinde şöyle ısrar etmektedir:
“Bugün İslâm adına, kadının parlâmentoya girmesini istemiyen, çalışmaktan menedilmesi, kol ve etek örtüsünün uzatılması için haykıranlar –kendilerini bu tarafa iten duygularına saygımla birlikte- meselelerin hepsini bu ayrıntılara inhisar ettirmekle İslâm’ı kolaya ve eğlenceye aldıklarını söylememe müsaade etsinler.” İ. Etütler S. 94
Mısır’da bazı müslümanlar, şeriatın tamamının tatbikinin, dejenere olmuş bir hükûmetten istemenin abesliğini düşünerek, bir kısmının olsun şimdilik tatbik edilmesini istemişlerdir. Seyyid Kutub bunlara kızıyor, ya tamamını isteyeceksiniz veya hiç diyor. Sonra bu müslümanları İslâm’ı eğlenceye almakla itham etmektedir. Eğer bunlar İslâm’ı eğlenceye almışlarsa küfre düşmüşlerdir. Küfre düşen bu insanların bu fikirlerine nasıl saygı duyulur? Küfür olan bir fikre saygı duymak küfür değil midir? Seyyid Kutub bu müslümanların bu duygularına saygı duyduğunu da belirtiyor, Seyyid Kutub için fikir fikirdir. Bâtıl da olsa saygıya hürmete lâyıktır. Hümanistler için çok görmemek lâzımdır. Türkiye’de de her fikrin serbest olmasını isteyen mezhepsizler az değildir. Bâtıl olan bir fikrin serbest olması nasıl istenir? Bir şartla istenebilir. Eğer hak olan Fikrin yayılma ihtimali kuvvetli ise, bâtıl olan fikirlerin yayılma ihtimali zayıf ise o zaman her fikrin yayılmasını istiyoruz gibi bir fikir ileri sürülebilir. Böyle bir durum ise ne Mısır’da ne de Türkiye’de mevcuttur. O halde bütün fikirlere inanç hürriyeti tanımak Seyyid Kutub’a ve onun yolundan giden mezhepsizlere has bâtıl bir taktiktir.
Bilindiği gibi komünistler özel mülkiyete düşmandırlar. Durmadan zenginlerin aleyhine yazıp çizerler. Dinimiz meşru yoldan kazanılan zenginliği mübarek sayar. Uşur ve zekât gibi paralı ibadetlerle belli bir nisbette zenginleri mükellef tutar. Fakat Seyyid Kutub, bu hususta ne diyor? Komünizm görüşünü mü savunuyor, yoksa kapitalist görüşü mü? Şöyle diyor S. Kutub:
“Şayet bu işler için zekât kâfi gelmezse, hükûmet zenginlerin elindeki fazla malları alıp fakirlere iade eder.” İ. Etütler S. 98
Fakir zengin herkesi eşit yapmak istiyor S. Kutub. Fazla mallar ne demektir? Zenginlerin malları fakirlerden ne kadar fazla ise o miktar malları almakla bilimsel sosyalizme uygun bir rejim mi kurmak istiyor S. Kutub?
S. Kutub komünizm’in aleyhinde görünür gibi bir tavır takınmakta İslâmiyeti sol açıdan izah etmektedir. Kâfirleri Müslümanlarla eşit tutmaktadır. Kâfirlerin özgürlüğe kavuşması için savaşmayı müslümanın vazifesi olarak göstermektedir. Yani cihad olarak kabul etmektedir. Kâfir memleketlerindeki keferelerin bütün hak ve güvenlik içinde yaşamalarına müslümanların müsaade ettiğini yazabilmektedir. İşte ispâtı:
“İslâm dünyası, beşeriyet tarihinde tek başına kendisine muhalif inanç sahiplerinin bütün haklara ve güvenliklere erişerek yaşamalarına müsaade etmiştir..” İ. Etütler S. 209
S. kutub bu feci ifadelerinden sonra Cenâb-ı Hakk’a iftira ederek, inanç hürriyetini Kur’ân-ı kerîm’in savunduğunu zikrediyor. Şöyle bir meal yazıyor:
“Şayet Allah insanları birbirine itmeseydi, manastırlar, kiliseler, havralar, camiler yıkılırdı.” İ. Etütler S. 210
Hemen arkasından şunu ilâve ediyor:
“Müslümanların ibadet yeri cami, nihayette, hıristiyanların, yahudilerin tapınakları olan manastır ve havralardan sonra zikrediliyor. Öyle değil mi kültürlü beyler?” İ. Etütler S.210
Ne demek istiyor S. Kutub? Havra ve manastır camilerden önce zikredilmiştir, diyor. Yani camiler havra ve manastırdan sonra zikredilmiştir diyor. Yani havra ve manastırı camiden önemli tutuyor demek istiyor.(!)
Biz de soralım kültürlü beylere (!) Öyle değil mi? Yoksa baksana havra ve manastıra, kiliseye Cenâb-ı Hak ne kadar önem veriyor mu diyor. Bunların hangisi olursa olsun küfürdür. Batıla önem verilmez. Âyet-i kerîme’den bir şey anlarım zannediyor. Kur’ân-ı kerîm’de yazılan her şey kıymetli midir? Kur’ân-ı kerîm’de Ebu Lehep kâfirinden de bahsedilmektedir. Yine Kur’ân-ı kerîm’de “Siz onların putlarına sövmeyin, onlar da sizin Allah’ınıza sövmesin,” gibi ifadeler yer almaktadır. Burada putlara sövmeyin demekle hâşâ putlar övülmüş müdür? İnsanlar sulh içinde yaşamasaydı, kiliseler camiler yıkılırdı, demek kilisenin övüldüğü anlamına gelir mi? Allah kiliseyi camiden önce bahsediyor demekle S. Kutub acaba hangi kâfire yaranacak ki?
Buraya kadar S. Kutub’un iki kitabını inceledik. Bozuk plâk gibi hep aynı şeyleri söylemekte, ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından nakil yapmamakta, kendi görüşünü din gibi ortaya sürmektedir. Şu anda elimizde İSLÂM’DA SOSYAL ADALET ismiyle Türkçeye Yaşar Tunagür ve Dr. M. Adnan Mansur tarafından çevrilmiş bir kitabı daha var. Elimizdeki 5. baskısıdır. Sayfa numaralarını takip etmek için baskısını da zikrettik.
Nâşir önsözünde şöyle diyor:
“İslâmiyetin ibadet kısmına dair eserler varsa da, İslâm’ın içtimaî ve ahlâkî vechesine müteallik maksadı temin edecek Türkçe bulunmamakta idi.” İ. S. Adalet S. 7
Seyyid Kutub bu kitabında nelerden bahsediyor? Hemen her kitabında aynı konular üzerinde durur. Nedir bunlar? Ferdi mülkiyet, cihad, faiz, kumar, miras ve zina gibi konular işlenmektedir. Bunlar nedir? Bunların hepsi dinî hükümlerdir. Bazılarını yapınca sevab kazanılır, bazılarını yapınca günah kazanılır. Bunların ibadet olmadığını söylemek acaba neye hizmettir?
Önsözde bu sapık kitabın iki milyon Arapça nüshasının basıldığını büyük bir rağbete mazhar olduğunu zikrediyor sayın nâşir. Bir kitabın çok basılması bütün insanlar tarafından rağbete mazhar olması onun doğru ve hak olduğunu göstermez. Bâtıl gazete ve kitaplar hak olanlardan çok basılıp çok rağbet görüyor. Mesele hak ve doğru olmasındadır. Hak ve doğru ise edille-i Erbaaya göre tesbit edilir. Bizim gibi mukallidler için delil ise kıyas-ı fukahadır, yani ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği hükümlerdir. Bir hüküm bunların bildirdiklerine uygun ise doğru, değilse yanlıştır.
Bakalım bu sapık kitabda neler yazıyor:
Kitabın her satırı aslında suç unsurudur. Biz daha bariz olanlarını hemen her okuyucunun anlayabileceği noktaları işaret etmek istiyoruz. Sayfa 27 de bu sual çok samimi sorulmuştur, denerek İslâmiyetin her asra göre değişmesini isteyen ifadeler yer almaktadır. Halbuki Dört hak mezhep bütün asırlara kâfi gelecek şekilde hükümler koymuşlardır.
Fakat S. Kutub ne diyor?
“İslâm’ın bir asırda getirmiş olduğu nizamın o asra nisbetle değişen bir çok şartları muvacehesinde (karşısında) tevali eden (daha sonraki) asırların hepsinde aslını kaybetmeden kabili tatbik olduğuna bizleri kim temin edebilir.” İ. S. Adalet S. 27
Hemen bu cümlenin devamında şecaat arz eder gibi “bu sual çok samimi sorulmuştur.” deniyor.
Bilindiği gibi komünistler tarihî tekamüle inanırlar. Tarihî tekamül neticesinde mutlaka komünizm gelecektir, derler. Seyyid Kutub da tarihî tekamüle inanmakta ve sosyal, iktisadî ve fikrî inkılâpların, yani devrimlerin olacağına inanmaktadır. Seyyid Kutub tarihî tekamülle sosyal, iktisadî ve fikrî inkılâplar, bugünkü tabirle devrimler gelecektir diyor. 14 asır evvelki İslâm nizamının, bir bölümü olan, iktisat nizamının ve diğer nizamlarının bugün uygulanmasının kabili tatbik olmadığını zikrediyor. Asırların hepsinde kabili tatbik olduğuna bizi kim temin edebilir diyordu. Büyük harflerle yazılan paragrafı aynen şöyledir:
“İslâm: Bu kâinatı, ondaki yenilikleri ve bu yeniliklerin tarihî tekamülünü, getireceği sosyal, iktisadî ve fikrî inkılâpların neticelerini en dakik olarak hesabeden ve bunu herkesten iyi bilen Allah tarafından tesis edilmiş bir dindir.” İ.S. Adalet S. 27
Evet S. Kutub dinimizi böyle anlatmaktadır. Tarihî tekamül neticesinde sosyal inkılâpların geleceğine inanmaktadır.
S. Kutub’un, mezheplerin birleşmesinden bahseden bir cümlesi de şöyledir:
“İslâmiyet bir bütündür, ayrılan cüzleri birleşmeli, ihtilaflar ortadan kalkmalıdır.” İ. S. Adalet S. 35
S. Kutub dört hak mezhebi ihtilaf olarak kabul etmektedir. Bu ihtilaflar birleşmelidir diyor. İhtilaflardan maksadı sapık mezhepler değildir. Öyle olursa daha tehlikeli olur. Hak ile bâtılın birleşmesine zaten imkân yok. Hak mezhepleri de birleştirmek telfik oluyor ki bu da icma-i ümmet ile bâtıldır. S. Kutub hocası mason Abduh gibi mezhepleri ayrılan cüzler kabul etmekte ve birleşmesini istemektedir. Mezheplerin çıkması, ihtilafları rahmet iken, S. Kutub diğer mezhepsizler gibi bunları birleştirmek, yani kaldırmak istemektedir.
İhtilaflar ortadan kalkmalıdır cümlesinin hemen arkasından şöyle demektedir:
“Aralarındaki farklı mezhepler (doktrinler) birbirlerine yardımcı olmalıdırlar ki emniyet ve salâh için tabiat kuvvetlerinden elbirliği ile istifade mümkün olsun.” İ. S. Adalet S.35
S. Kutub bu cümlesi ile mezheplerden maksadı hak mezhepler midir yoksa sapık mezhepler midir? Hak mezhepler ise onlar zaten icma-i ümmet ile bir rahmet olarak çıkmışlar, birbirlerine yardımcı olmalıdır gibi bir ifade kullanılamaz. Eğer sapık mezheplerin birbirine yardımcı olmasını istiyorsa bu daha kötüdür.
S. Kutub sosyalizmin tesiri altında kaldığı için tabiat kuvvetleri diye bir kuvvetten bahsetmektedir. Hani şu İbrahim aleyhisselâmı yakamıyan ateş gibi tabiat kuvvetlerinden (!) tabiat kuvvetleri diye bir şey yoktur, hepsi ilâhi kuvvetlerdir. Sosyalist kültürle beyni yıkananlar böyle zırvalar işte.
Bilindiği gibi en kıymetli ibadetlerden birisi de Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, düşmanlık etmektir. Allah dostlarını sevmek mecburiyetinde olduğumuz gibi, Allah düşmanlarına da düşmanlık beslemek mecburiyetindeyiz. Cihad bu bakımdan kıymetli ibadetlerden biridir. Fakat S. Kutub hümanist kültürüne dayanarak şöyle demektedir:
“İslâm nazarında hayat, anlaşarak yardımlaşmadır. Harb ve düşmanlık değildir.” İ. S. Adalet S.42
Halbuki dinimizde dostluk gösterilmesi gerekene dostluk göstermek, düşmanlık gösterilmesi gerekene düşmanlık göstermek lâzımdır.
Diğer mezhepsizler gibi Seyyid Kutub da mutlak eşitlikten, insanî eşitlikten bahsediyor. Şöyle diyor:
“İslâm nazarında ise adalet, insanî müsavattır.” İ. S. Adalet S. 43
Halbuki dinimizde adalet vardır, eşitlik yoktur. Bunu evvelki sayılarımızda açıklamışsak da birkaç satır da burada yazalım. Dinimizde ücret eşitliği de yoktur. Kâfir –müslüman eşitliği de yoktur. Hattâ mûttaki- fâsık eşitliği de yoktur. İslâm’da adalet vardır. Her eşitlik adalet değildir, fakat adalet bazan eşitlik olabilir. Adalet bazan eşitlik oldu diye dinimizde mutlak eşitlik olduğundan, insanî bir eşitlik bulunduğundan bahsetmek yersizdir. Dinimizde insan yaptığı işe göre ücret alır.Tahsil ve kıdem aranmaz. İcabında tahsilsiz bir insan üniversite mezunundan daha fazla ücret alabilir. Burada adalet vardır, eşitlik yoktur. Kanun nazarında da herkes eşit değildir. Fakat kanun adaletle hükmedilmesini emreder. Namaz kılmayan bir mümin cezalandırıldığı halde, namaz kılmayan zimmî cezalandırılmaz. Kısacası eşitlik yok, adalet vardır. Zimmîden, kâfirden hâkim olmaz. Yani insanlara eşit muamele yapılmaz. Dinin emrettiği şekilde adaletle muamele edilir.
S. Kutub İslâm şeriatı tabirini kullanmaktan çekinerek hep İslâm’ın görüşü tabirini kullanmaktadır. Bilindiği gibi görüş insanların düşünce mahsulüdür. Dinin zamana göre değişeceğinden bahsetmesi de İslâm’ın insan düşüncesi olduğunu, bir görüş olduğunu belgelemektedir. Evet şöyle diyor:
“İnsanlık hakkındaki İslâm’ın görüşü ile yapılan bu fikrî hamlenin bir eşini henüz tarih kaydetmemiştir.” İ. S. Adalet S. 69
Seyyid Kutub böylece İslâm’ın görüşü ile fikrî hamlede bulunduktan sonra feminist bir zihniyet içinde kadın-erkek eşitliğinden bile bahsederek diyor ki:
“İslâm, (iki cins arasında) erkekle beraber kadın için tam bir eşitliği teminat altına almıştır.” İ. S. Adalet S. 75
Hemen aşağıda da her iki cinsin dinen ve manen birbirine eşit olduğundan bahsediyor. Halbuki bilindiği gibi kadın erkekle hiçbir zaman eşit değildir. Nikâhta eşit değildir. Erkek karısına boş ol dedi mi kadın boş olur. Kadın boş ol dese bir şey gerekmez. Şahitlikte iki kadın bir erkektir. Kadın hâkim ve devlet reisi olamaz. Mirasta erkeğin aldığı hisseyi alamaz. Bütün bunlar eşitlik değildir, fakat adalettir.
S. Kutub, “Erkekler kadınlar üzerine hakimdirler.” âyet-i kerîmesini açıklarken şöyle diyor:
“Bu hâkimiyet, erkeğin kabiliyeti, ihtisas ve hayatta yüklendiği mes’uliyet gibi hususa taalluk eder. Erkek analık mükellefiyetinden kurtulduğu ve uzun müddet hayatın çeşitli sosyal meseleleri içinde kaldığı için fikri gelişme sağlar.” İ. S. Adalet S.76
Diyelim ki S. Kutub’un dediği gibidir, yani erkek ,sosyal meseleler içinde yoğrulduğu için kadınla erkek eşit değildir ve erkek kadına hâkimdir. Hangi sebeple olursa olsun erkek, kadına hâkimdir. Bu âyet-i kerîme ile de belirtilmiştir. Hâlâ kadın erkek eşitliğinden bahsetmekle hangi feministe yaranacak ki? S. Kutub’un zihniyetine göre, S. Kutub’un cümlesini aynen yazıyoruz, erkek yerine kadın kelimesini koyarak yazıyoruz. “Kadın analık mükellefiyetinden kurtulduğu ve uzun müddet hayatın çeşitli sosyal meseleleri içinde kaldığı için fikri gelişme sağlar.” Peki kadın fikri gelişme sağlarsa erkekle eşit olur mu? Tersine iki kadın şahit yerine bir kadın şahit, bir erkek şahit yerine iki erkek şahit mi lâzım olur? Boşanma hakkı kadından erkeğe mi geçer? Kadı ve devlet reisi kadından mı olur? S. Kutub demek istiyor ki, erkek kültürlü olduğu için kadından üstündür. Yok kadın kültürlü olursa erkekten üstün olur. Bu bakımdan kadın ve erkek birbirine eşittir. Allahü teâlâ erkek kadına hâkimdir, buyuruyor. S. Kutub ise kadın-erkek eşitliğinden bahsediyor. S. Kutub böylece kendi kafasına göre yeni bir din meydana çıkarıyor.
S. Kutub dinde de kadın erkekle eşittir, diyor. Erkeğe Cuma namazı farz iken kadın Cuma namazına gitmez. Burada da eşitlik yoktur, adalet vardır.
S. Kutub kadından iki şahit getirilme mevzuunda da şöyle diyor:
“Burada asıl mesele, bir cinsi diğer cinsten üstün tutma ve eşitsizlik değil, hayatta amelî iltiması önleme meselesidir.” İ. S. Adalet S. 78
S. Kutub gibi mezhepsizlere soruyoruz, neden Allahü teâlâ iltiması önlemek için bir erkek yerine iki kadın şahit istiyor da, bir kadın yerine iki erkek istemiyor? Mezhepsizler belki bu suale şöyle bir cevap verebilirler: “O zamanki kadınların kültürü olmadığı için iki şahit istenmiştir, bugün tek şahit yeter.”
Dinsizlerin, namaz o zamanki Araplara inmişti demesine benzemektedir. Allahü teâlâ’nın dininde reform yapmak isteyenler, dünyada ve âhirette rezil olurlar.
S. Kutub kadın-erkek eşitliğinden bahsederken, Fransız idaresini şöyle kötülüyor:
“Bunun yanında kadına gizli ve alenen her türlü gayrî ahlâkî davranışlarında hürriyet vermiştir. İslâm ise kadını sadece bu son hakkından mahrum ediyordu. İnsanlık şeref ve haysiyetini korumak maksadıyle bu hakkı erkekten aldığı gibi.” İ. S. Adalet S. 81
Görüldüğü gibi kadının ve erkeğin zina etmesini, bir hak olarak gösteriyor S. Kutub. Fransızlar zina hürriyeti vermiş, fakat İslâm bu haktan mahrum etmiş. Mezhepsizliğin bu kadarı görülmüş müdür? Haktan mahrum etme gibi bir tabir kullanılıyor. Zinaya da hürriyet deniyor. Hürriyet hakka esir olmaktır. Yoksa başıboşluk değildir. Allahü teâlâ’nın emirlerine esir olduğun müddetçe hürsün, yoksa esirsin. Mezhepsiz bunları nereden bilsin?
S. Kutub’un bütün bu görüşleri, saçmaları, bir mezhebe göre değil, doğrudan doğruya âyet-i kerîmelere dayanarak yapıldığı iddia edilmektedir. Hep delil olarak âyet-i kerîme gösterilmiştir. Hiç bir hak mezhep gösterilmemiştir. Âyet-i kerîmelerden dört hak mezhep çıkmıştır. S. Kutub dört hak mezhepten bahsetmediğine göre kaçıncı mezhebi kuracaktı ki?
S. Kutub S. 103’te mutlak vicdan hürriyetiyle tam insanî eşitlikten bahsetmektedir. Dinimizde mutlak vicdan hürriyeti yoktur. Dinimizin bildirdiği şeylere inanmak mecburiyetindeyiz. Vicdanımız hür değildir. Dînin bildirdiğine inanmayıp mutlak vicdan hürriyeti olanlar kâfirdir. Daha önce de bahsettiğimiz gibi insanî bir eşitlik yoktur. Tam bir adalet vardır. İnsanîliğin ölçüsü milletten millete değişirse de dinimize göre müslümanlığa uymayan bir şey insanilik değildir.
S. Kutub zekâtın bir kısmının muhtaçlara ait olduğunu söyledikten sonra şöyle demektedir:
“Diğer kısmı da ferdî mülkiyetten çıkarak belirli yerlere sarf edilmek üzere cemiyetin malı olur.” İ. S. Adalet S. 157
Komünizmin yarı tatbik şekli derler buna. Zekât yalnız fakirin hakkıdır, Cemiyetin onda hakkı yoktur.
S. Kutub aynı sayfada “Aslolan bütün mallar umumiyetle cemiyetindir.” demektedir. Bu cümlenin başına komünizm eklersek şöyle olur. “Komünizmde aslolan bütün mallar umumiyetle cemiyetindir.” Fakat S. Kutub bu İslâm’dadır, diyor. Kafasındaki komünizmi bize İslâm olarak takdim etmek istiyor.
S. 158’de yine “İslam nazariyesi” tabirini kullanmıştır.
Ehlince bilindiği gibi İslâm nizamında zengin de vardır, fakir de vardır. Ancak zenginler zekâtlarını fakirlere vermekle mükelleftir. Zengin fakirin hakkı olan zekât ve diğer malî ibadetleri ifa ettikten sonra istediği kadar zengin olma hakkına sahiptir. Eshâb-ı kirâm arasında gayet fakir kimseler yanında Aşere-i mübeşşereden Abdurrahman bin Avf gibi milyoner kimseler de vardı. Zenginlik suç ve ayıp değildir. Meşru yoldan kazanıp meşru yolda harcadıktan sonra mal mübarektir. Bu mal ile köşk ve saray yaptırmak günah değildir. İbrahim aleyhisselâmın yarım milyon sığırı vardı. Süleyman aleyhisselâmın zenginliği, köşkü dillere destan idi. Fakat S. Kutub zenginin köşk ve saray yaptırmasına karşı çıkıyor. Sosyalist kafası ile şöyle diyor:
“Milyonlarcasının basit bir meskene yirminci asırda sac veya adi tenekeden, kerpiçten başını sokacağı bir elbiseye muhtaç bulunduğu bir memlekette, milyonlarca lira sarfederek (Daha sade ve mütevazı olması mümkün iken) muhteşem köşkler ve saraylar yaptırmak israf ve haramdır. Ölçü budur.” İ. S. Adalet S. 189
Sosyalist ölçüyü gördük. Devamlı şekilde zenginlik ve servet düşmanlığı… Adam meşru yoldan kazanıp, meşru yollarda harcıyorsa, zekât ve uşrunu veriyorsa ne diye düşmanlık beslenir? Hiçbir delile dayanmadan köşk yaptırmaya haram demek mezhepsizce bir cürettir. İmâm-ı Şafii çok fakir olduğu halde, İmâm-ı A’zam çok zengin idi.
Hal böyle iken, S. Kutub şecaat arzeder gibi diyor ki:
“Zaman ve Ahvalin değişmesiyle İslâm’ın değişen hududu budur.” İ. S. Adalet S. 189
S. Kutub demek istiyor ki, eskiden zenginlik helâl idi, şimdi zaman değişti, haram oldu. Dinde reform diye buna derler.
Nâşir kitabın başında islâmiyetin ibadet kısmına dair eserler varsa da içtimaî vechesine müteallik eserlerin bulunmayışından söz ediyordu. Zekât ibadet değil midir diyorduk. S. Kutub ZEKÂT BORCU başlığı altında bunu gizlemeden açıklıyor:
“Zekât malın hakkıdır. Bir cihetten ibadet sayılır. Diğer cihetten içtimaî bir vecibedir. İbadet ve içtimaiyatta İslâm nazariyesine göre taabbudi ve içtimaî bir vecibedir demek lâzımdır.” İ. S. Adalet S. 191
İslâmiyette ibadet olmayan hiçbir emir yoktur. Zekât da ibadettir. S. Kutub’un dediği gibi bir cihetten ibadet diğer cihetten içtimaî bir bir vecibe ne demektir? İçtimai vecibe ibadet değil midir? İçtimai vecibe dediği husus Allah’ın emri değil midir? İslâm nazariyesine göre ne demektir? Nazariye düşünce alanında kalan bilgilerdir. Darwin nazariyesi gibi. İslâm’a ancak dinde reform isteyen mezhepsizler nazariye derler, gafiller de böyle mezhepsizlerin kitaplarını okurlar, satarlar ve yayılmasına çalışırlar.
S. Kutub diğer taraftan da İslâm’ın, fakirliği çirkin gördüğünü bildirmektedir? S.190 ve191
Halbuki fukara-i sabirinden olmak övülmüştür. Fukara-i sabirin agniya-i şakirinden üstün tutulmuştur. Yani s a b r e d e n f a k i r, ş ü k r e d e n zenginden üstün tutulmuştur. Fakat azdıran zenginlik kadar azdıran fakirlik de kötüdür. Ne fakirlik çirkindir, ne de zenginlik haramdır. S. Kutub herkesi komünizmde olduğu gibi eşit tutarsa zengin ve fakirliği istemez. Herkes aynı seviyede olsun der. Hemen altında gerekçe olarak da izzet ve şerefe lâyık bir insanın hayatın maddî zaruretinden uzak olması gerektiğinden bahsetmektedir. Sanki Maddî zaruret içinde bulunmak çirkinmiş gibi. Ne kadar fakir evliya var idi. Eshâb-ı kirâm arasında da ne kadar fakir var idi. Fakirliğe veya zenginliğe çirkin demek Allahü teâlâ’nın koyduğu nizama çirkin demek olur. Cenâb-ı Hak, zengin zekâtını fakire verecektir, demekle, zenginliği ve fakirliği meşru kılmaktadır. Bunlara çirkin demek Allah’a isyandır. Rızık Allahü teâlâ’nın üzerinedir. Rızkı o verir. Hayır şer ondandır. İnsan çalışmakla zengin olmaz, fakat çalışmak Allah’ın emridir. Zengin olmak için değil, Allah emrettiği için çalışırız. Peygamberimiz gibi azdıran zenginlik ve azdıran fakirlikten Allah’a sığınırız.
S. 252’de İbni Teymiyye gibi sapık olan İbni Hazmı övmekte böylece mezhepsiz olduğunu gizlememektedir. Aynen şöyle bir ifade kullanmaktadır.
“Büyük İslâm âlimlerinden El-imam İbn Hazm’in bir fetvasına göre.”İ. S. Adalet S. 252
İbni Teymiyye’nin fikrindeki İbni Hazmı imam olarak zikretmesi mezhepsiz olması için kâfi bir delildir.
S. Kutub’un Eshâb-ı kirâma ve birkaç halife hariç diğerlerine düşmanlığı gizli değildir. Halbuki Eshâb-ı kirâm’dan birini sevmemek, Allahü teâlâyı sevmemek olduğunu 12. sayımızda vesikaları ile izah etmiştik. S. Kutub kaç asırdır süren Halifelik müessesesine krallık diyecek kadar dilini uzatıyor. Bilindiği gibi Halifelerin hemen hepsi evliya idi. S. Kutub bunlara ağza alınmadık hakaretler yapmaktadır. Şöyle demektedir:
“Müsamahakâr hilafet müessesesi, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (R.A.) dan sonra gelen üç dört halife müstesna babadan oğula veraset yolu ile intikal eden bir nevi krallığa inkılâp etti. Milletin malı bu şahısların akrabalarına, etrafına, dalkavuklarına mübah, Allah C.C. ve Resulünün şeriatına bağlı hakiki istihkak sahiplerine ise haram kılınmış idi.” İ. S. Adalet S. 253
Halifelerin dalkavukları varmış, hem de bunlar Allah ve resulüne bağlı değilmiş, bunlara devletin malı mübahmış. Fakat Allah ve Resulüne bağlı kimselere ise haram imiş. Böyle bir ifadeyi ancak mezhepsiz rafiziler söyler.
Gaibi ancak Allahü teâlâ bilir. Gaipten bildiğini söyleyene kâfir denir. (Evliyaların durumu müstesnadır.)
S. Kutub’un kehanetleri şöyledir:
“Ben şu kanaatteyim ki, Hz. Ömer (R.A.) birkaç sene daha hilafette kalsaydı veya Hz. Ali (R.A.) üçüncü halife olsa idi veya Hz. Osman (R.A.) iktidara geldiğinde yirmi yaş daha genç bulunsaydı İslâm tarihinin çehresi daha başka olurdu.” İ. S. Adalet S. 253
Burada Allahü teâlânın takdirine itiraz vardır. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki, “Eğer bana herkes muti olsaydı, âsi olacak kavimler yaratırdım.” Niçin yaratırdı, bilemeyiz, hikmetini de sual etmeyiz. Allahü teâlâ dileseydi İslâmı dünyaya hâkim kılardı. Hayır şer ancak Allahü teâlâdandır. Şu başa geçseydi, şu olurdu, öbürü geçseydi şöyle olurdu gibi gaipten haber vermek bir müslümana yakışmaz. Hazreti Osman radıyallahü anh yirmi yaş daha genç olsaymış. Yani Hazreti Osman radiyallahü anhın iyi idare edemediğini söylemek istiyor. Dolayısıyla onu halife seçen Eshâb-ı güzine dil uzatmış oluyor. Niçin böyle idare edemiyen bir kimseyi seçtiniz diye. Dört halifeyi bütün Eshâb-ı kirâmdan üstün bilmek, Ehl-i sünnet i’tikadındandır. Böyle bilmeyen ve kendisinin sünnî olduğunu iddia eden bir kimse Ehl-i sünnetten çıkar ve kâfir olur.
Sapık fırkalar tekfir edilemez. Bugün sapık fırkalar da dejenere olduğu için saf bir mutelize yoktur. Bu bakımdan Ehl-i sünnetten kıl payı ayrılan küfre düşer.
S. Kutup Eshâb-ı kirâma böyle atıp tuttuktan sonra tercim S. 254’de dipnotta şöyle diyor:
«Müellif bu görüşlerin şahsi kanaati olduğunu tasrih etmektedir.”
Sanki kitap nakil esası üzerine yazılmış da arasıra böyle birkaç da kendi görüşünü ilave etmiş gibi dipnot eklenmiş. Baştan sona kendi görüşü bulunmaktadır. Delil olarak bazen ileri sürdüğü âyet-i kerimelere verdiği mana da yine kendi görüşleridir. Bariz hatalar müellifin şahsi görüşüdür demek mütercimin işgüzarlığı olmaz mı? Müellif yani S. Kutup bunlar benim şahsi görüşüm, şunlar da Ehl-i sünnet alimlerinin hükümleridir dediği varit midir? Değildir. Bir fetva, mezhepsiz ibni Hazm’dan bahsetmiş o kadar. Bir iki nakil de bazı gâvurlardan bahsetmiş hepsi bu kadar. Diğerleri tamamen kendi görüşüdür.
S. Kutup, Ehl-i sünnet itikadında olmadığı için devamlı hataya düşmektedir. Hayır ve şer Allah’tan olduğu halde S. Kutup tesadüfe bağlamaktadır. Ve şöyle demektedir:
«Yine tesadüf, ama iyi bir tesadüf hilâfet ruhuna sahip bir hükümdarı Ömer ibni Abdülaziz’i İslâmın başına getiriyor.” İ. S. Adalet S. 256.
Ömer bin Abdülaziz’i İslâmın başına kim getiriyor? Tesadüf getiriyormuş. Hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmayan bir kimse için böyle sözler normaldir.
Aynı sayfada Ömer bin Abdülaziz övülerek şöyle deniyor:
«Buna dün Ömer bin Abdülaziz muktedir olmuş, bugün de bütün müslümanlar olabilirler .” S. 256.
Yavuzlar, Kanuni ve Abdülhamidler halifeliği iyi idare edememiş de bugün Mısır’ın sosyalist yazarları Ömer bin Abdülaziz gibi iyi idare edeceklermiş. Pisi pisine ölmek marifet değildir. Peygamber aleyhisselâm Hendek kazdırmıştır. Düşmanın üzerine gidip de birçok şehit verdirmek istememiştir. Sosyalist bir deva için dinsiz Nasır’a kellesini vermek budalalıktır. İhvan-ı müslimînin budalaca hareketi yüzünden bugün Mısır’da dinden kopmalar çoğalmış., mevcut müslümanlara da baskılar artmıştır. Hükûmet adamları devamlı müslümanların peşindedir. Bunlar ihtilâl yapacak diye devamlı kontrol altında yaşıyorlar. Dinimizde müdara esas iken sol bir dava uğruna kelleyi vermek budalalıktır.
S. Kutup, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer radiyallahü anhümayı solculukla itham ederek şöyle demektedir:
«Hz. Ömer’in siyaseti, Hz. Ebu Bekir’in yaptığı gibi zenginlerin artan mallarını (şeriat dahilinde) alıp fakirlere eşit olarak tevzi etmek idi.” (İ. S. Adalet S. 254.)
Burada sadece Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer suçlanmakla kalmıyor. Eshâb-ı kirâmın zenginleri fakirlere yardım etmediği iftirası da yapılmaktadır. Eshâb-ı kirâmın zenginleri vazifelerini yapmayınca Halife müdahele ediyor, mallarını alıp fakirlere dağıtıyormuş. S. Kutup kurmak istediği düzene İslâm komünizmi diyecek de her nedense bir türlü diyemiyor.
Bir hikaye anlatalım. Zamanın birinde zalim bir kral varmış. Atını çok severmiş. Kim ölüm haberini getirirse, atın öldü derse boynunu vuracağını bildirmiş. Günün birinde atı ölür. Fakat haber nasıl verilecek? Akıllı vezirlerinden birisi krala gider. Şöyle der:
-Efendim, atınız yattı kalkmıyor.
-Yorulmuştur sonra kalkar,
-Efendim, ayaklarını da yukarı dikmiş.
-Ne olacak diktiyse?
-Hiç nefes de almıyor efendim.
-Öldü desene.
-Valla ben demedim efendim, öldü diye siz dediniz.
Böylece haber veren kelleyi vermekten kurtarır. S. Kutup da İslâmiyet ile komünizm karışımı bir düzen kurmak istiyor. Zenginlerden alınır, fakirlere verilir diyor, zekat yerine hisse senetleri verip fabrikalara ortak olunsun diyor. Bütün mallar aslında cemiyetindir diyor. Kralın dediği gibi buna komünizm desene diyeceğiz. Ben söylemedim, siz söylediniz diyecek. Gerçek şudur ki at ölmüştür, kim derse desin. S. Kutub’un düzeni de sol bir adı düzendir, adı ne olursa olsun.
Kur’ân-ı kerim’de zekatın verileceği yerler, açıkça bildirilmiştir. Mezhep imamları zekât ile ilgili âyet-i kerimeyi açıklamışlardır. Fakire nasıl faideli olacağını bildirmişlerdir. Fakat S. Kutup hiç bir mezhebe uymayan bir yol takip ederek, yani mezhepsizlik yaparak zekâtı kendi kafasına göre vermek istemektedir. Zekât sistemini değiştirelim dediği yazısı şöyledir:
«Keza, Hz Ömer (R.A.) müellefet-ül kulub’a (İslâma yeni girmiş, kalbleri kazanılmak istenen kimselere) zekât giderlerinden bazı farklı tasarruflarda bulunabiliriz. Ve meselâ bunu ancak muayyen bazı zümrelere hasredebiliriz. Nakid veya ayn olarak vermeyebilir, onlar için fabrika ve sanayi tesisleri kurabiliriz. Veya bazı tesis ve teşekküllerde onlar için hisse senetleri alabiliriz. Ta ki onlara bugünün medenî icapları ile bağdaşmayan ve heba olup giden muvakkat ihsan manasından uzak, daimi bir rızk ve gelir kaynağı temin edilmiş olsun.” İ. S. Adalet S. 304-305.
S. Kutub’un ne dediğini özetleyelim:
1- Zekât giderlerinden bazı farklı tasarruflarda bulunalım.
2- Fabrika kurabiliriz.
3- Fabrikalardan hisse senetleri alabiliriz.
4- Zekât sistemi bugünün medenî icaplarıyla bağdaşmıyor. Daimi bir rızk kapısı
açalım.
Bunları söylemenin dindeki hükmü nedir?
1- Zekât giderlerinin nereye ve nasıl verileceği mezheplerde belirtilmiş ve icma’ halini almıştır. Hele zekâtın verilecek yerleri Kur’ân-ı kerim’de açıkça bildirildiği için farklı içtihadda bulunulmaz. Farklı tasarruflarda bulunmaya kalkmak Kur’ân-ı kerim’in bildirdiği hükmü beğenmemek olur ve kendisini din koyucu yerine geçirmek olur. Kur’ân-ı kerim’de zekâtın yedi sınıf müslümana verilmesi emredilmektedir. Yedi sınıf müslüman şunlardır; fakir, miskin, âmil, Hac ve gazada olan kimse, mal ve mülkünden uzak kalmış olan yolcu, borçlu, azad olacak köle.
Müellefetül kuluba da zekât verilmesi emredilmişse de bunu Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz nesh eylemişlerdir. Nesh ile ilgili hadis-i şerif kütüb-i sittede mevcuttur. Kütüb-i sitte adı ile maruf altı hadis-i şerif kitabındaki bütün hadis-i şeriflerin sahih olduğunda icma vardır. İcma Peygamber aleyhisselâm zamanından sonra olur. Nesh ile peygamber aleyhisselâm tarafından olur. Müellefetül kuluba zekât verilmemesini Peygamber aleyhisselâm emretmiştir. S. Kutup bunları bilmediği için Allah’ın emri olan Müellefetül kuluba zekât vermeyi Hz. Ömer kaldırmıştır, diğerlerini de biz onlara benzeterek kaldırabiliriz diyor. Mezhepsizliğin bu kadarı görülmüş şey değildir.
2- S. Kutup ne diyor, zekât parası ile fabrika kurabiliriz veya hisse senetleri alabiliriz diyor. Şeriatta (dört hak mezhepte) bunun yeri yoktur.. zekât sisteminin bugünün medeni icapları ile bağdaşmadığını söylüyor ki, Allahın emrine bu şekilde bir dil uzatmak küfür değil midir? Daimi bir rızk kapısı açılsın diyor. Hâşâ Allah daimi bir rızk kapısı açılmasını bilmiyor muydu? Sonra rızkı Allah’tan başkasını mı veriyordu? Bu ne biçim saçmalık? S. Kutub’un zırvası bir tarafa, bu kitabın Türkiye’de beşinci baskısının yapılması mezhepsizliğin her tarafa yayıldığını göstermez mi? Bilerek veya bilmeyerek insanlar mezhesiz oluyor?.
3- S. Kutup zekâtı değiştirmekle kalmıyor. Mirasa da elini ve dilini uzatıyor. Mirascı olmayan akraba, yetim ve yoksullara da miras verilmesini istiyor. Zekâtta olduğu gibi mirasta da bazı değişiklikler ve tahsisler yapılabileceğinden bahsetmektedir. Dini kendi kafasına göre değiştirmek ve reform yapmak isteyen S. Kutup’un Miras Teşrii başlığı altında yazdığı yazıyı aşağıya alıyoruz:
«Miras taksim olunurken (mirasçı olmayan) hısımlar, yetimler, yoksullar da hazır bulunursa kendilerini (ondan bir şey vererek) rızıklandırın, (gönüllerini alacak) güzel sözler de söyleyin.» (Nisa sûresi)
Bu Kur’ân’ın nassıdır. Ve akraba, yetimler ve fakirlerin mirasta hisse alacağını sarahatle ifade etmektedir. Tabiî olarak Şâriin (şer’i kanunları vazedenin)tasarruf hakkı vardır. –Hz. Ömer (R.A.)’ın müellefetül kulub (islâma yeni girmiş ve kalblerinin kazanılması istenen kimseler) için tasarruf hakkını kullandığı gibi- Mirasta değişiklikler ve bazı tahsisler yapılabilir.
Bazı hisseleri varislerin ve toplumun haline göre tayin edilebilir. Şunu da tenbih edelim ki âyet-i kerîme’de hazır bulunursanız manâsı hükmen hazır bulunmak, yani mevcut olmak manasındadır. Zira her toplumda yetim ve fakirler mevcuttur. Yoksa bunlar her mirasın taksimi ânınde ferd her meclise hazır bulunmaları icap etmez. Çünkü onlar her zaman ve mekânda hazırdırlar. Şarie düşen, bunlara yardım etmekle vicdanların infaz edemediği bir farizayı devlet başkanına infaz ettirmektedir.» İ. S. Adalet S. 309
Mütercim de buradaki galiz hatayı anlamış olmalı ki S. Kutub’un sözlerini tevil ederek dipnotta şöyle diyor:
«Şeriatte serahatle tayin ve tesbit edilmiş bu nisbetler dışında bazı tadilât veraset vergisi ismiyle varislerden alınacak muayyen bir nisbetin varis olmayan akraba, yetim ve fakirlere tehsisi mümkündür.»
Önce müellifin, sonra mütercimin hatalarını açıklayalım.
Nisa sûresinde belirtilen âyet-i kerimenin tefsiri için muteber tefsir kitaplarına bakmak icap ederken S. Kutup kendi kafasına göre tefsirler yapmaktadır. Muteber tefsirlerin bildirdiğine göre mirascı olmayan akraba ile yetim ve yoksullara miras verilmesi emredilmiyor, bunlar miras taksiminde bulunurlarsa gönüllerini almak için bir şeyler verilmesinin iyi olacağını bildirmektedir. Muteber tefsirler böyle diyor. S. Kutup ne diyor. Taksimde hazır bulunsun veya bulunmasın nerede ne kadar yoksul ve yetim varsa o mirastan onlara vermek de Allah’ın emridir diyor. Bu apaçık nas diyor. Hazret-i Ömer’e iftira ederek Müellefetül kuluba zekât vermediği gibi, mirasta bazı değişiklikler yapılabileceğini alenen söylüyor. Âyet-i kerime’de değişiklik yapmak kimin haddinedir? Hangi müctehid hangi âyet-i kerimeyi değiştirmiştir haşa? Âyet-i kerimeyi değiştirmek nesh etmek ancak Allahü teâlâya mahsustur. Herkes kendi kafasına göre âyet-i kerimeyi değiştirirse ortada din mi kalır? Reform üstüne reform olur?
S. Kutup sonra ne diyor, her yoksula ve her yetime vermeyen çıkarsa dinde reform yapan kimse devlet başkanına başvurup mirascının mallarını bu kimselere zorla taksim ettirecektir.
Mütercim ne diyor? Varislerden veraset vergisi adı altında bir vergi çıkarıp varis olmayan akraba, yetim ve yoksullara verilmesi mümkündür diyor. Dört kitaba, dört mezhebe uymayan bir ifade. Bay Mütercim âyet-i kerime’den veraset vergisini nasıl çıkardın? Herkes aklına göre bir vergi çıkarırsa din kalır mı ortada?
Evet S. Kutup ve onun yolunda gidenlerin durumu bu.
S.Kutub’un bütün kitabları böyledir. Hepsini incelemeye imkan var mıdır? Bir iki kitabından birkaç kelime daha yazalım.
İstikbal İslâm’ındır, isimli, kitabında (s.94’te) İbni Teymiyyeye İMAM diyor. Ve o sapığı övüyor.
İslâm ve Medeniyetin Problemleri isimli kitabında ise İslâm toplumunu inşa ederken İslâm fıkhına bağlı kalmamak gerektiğini yazdıktan sonra şöyle diyor:
«Bu fıkha yabancı kalmıyorsak da bağlı olduğumuz şey, İs1âm yolu, İslâm düsturu, İslâm anlayışıdır.»
Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları fıkh kitapları sanki islâm yolu değilmiş de S. Kutub’un yazdığı saçmalar İs1âm yolu imiş.
Birkaç kelime de şu Fizılalil Kur’ân’dan bahsedelim. S. Kutup da kitabına Fizılal-il Kur’ân demiştir. Yani Kur’ân’ın gölgesinde demektir. Fi-tefsiril-Kur’ân dememiştir. Fakat Türkiye’deki meddahları Fi-zilâl tefsiri demektedirler. Bu kitabın epey reklâmı yapıldı. Konferanslar verildi, broşürler her yere dağıtıldı. Şimdi bu broşürlerden bir tanesi hakkında birkaç kelime konuşmak istiyoruz. S. Kutub’un adamları Ramazan sonlarına doğru (1975 yılının) Trabzon’da da konferans verdiler, çöp tenekesinden bir broşür bulduk. El ilanı gibi bir şey. Çoluk çocuğun ellerin de yerlerde dolaşıyor. Broşürde âyet-i kerime aslî harfleriyle yazılmış, altında latin harfleriyle yazılı yazılar var. Âyet-i kerimeli bu broşür yerlerde sürünüyor, çöp tenekelerine atılıyor. Mezhepsizlerin kitapları Türkiye’ye yayıldı. Kur’ân-ı kerim’e hürmet kalmadı, birçok satıcılar Kur’ân-ı kerim’e hürmet göstermiyor, teşhir için Kur’ân-ı kerimleri göbekten ve dizden aşağı yerlere koyuyorlar. Âyet-i kerîmeleri latin harflerinin arasına yazıp piyasaya sürüyorlar. Bunun önüne geçmek için her müslüman İslâm harfleriyle, latin harflerinin karışık olduğu kitapları almazlarsa, bu iş nisbeten halledilmiş olur.
S. Kutub’un dağıtılan el ilânında şöyle bir cümle vardır:
«Fizılâlil Kur’ân Tefsiri, şimdiye kadar yazılan Kur’ân tefsirlerinin hiç biriyle kıyas edilemiyecek derecede harikulâde vasıflara haizdir.»
Hemen altında Hikmet Yayınları sunar diye yazılıdır .
Sanki deterjan reklamı yapar gibi bir şey. Şimdiye kadar çıkan deterjanların en üstünüdür. Şimdiye kadar yazılan tefsirlerin en üstünüdür. Muhalfarz şimdiye kadar çıkan tefsirlerden üstün olursa din diye bir şey kalmaz ortada. Çünkü İslâm bugüne kadar anlaşılmamış ve anlatılmamış demek olur ki maazallah büyük suçtur. Dinde eksik olan neymiş de S. Kutup yeni ilâveler yapmış ve harikulâde vasıflara haiz bir kitap yazmış acaba? Gerçekten de Fizılâl, şimdiye kadar yazılmış Ehl-i sünnet alimlerinin mübarek tefsirleriyle asla kıyas edilmeyecek derecede harikulâde hatalara haiz bir kitaptır. Buna birkaç misal verirsek hakikat ortaya çıkar.
Mezhebi olan insan belli bir mezhep üzerine yazar. Bazan Hanefînin içtihadı uygundur, bazan Şafiîninki uygundur gibi ifadelerde bulunmaz. Seyyid Kutup, bay Karaman gibi, mezhep imamlarının içtihadlarını tercih ediyor. Maide sûresinin otuzüçüncü âyet-i kerimesini Fizılâlin gölgesine çekilerek dört mezhebin içtihadlarını bildirdikten sonra şöyle diyor:
«Biz bu hususta, İmâm-ı Malik’in fikrini tercihe şayan görüyoruz.»
Mezhebi olan kimse kendi mezhebinin imâmının içtihadını tercihe şayan görmez. Hep doğru bilir ve amel eder. Başka mezhepteki bir kimse de başka mezhebin imâmının içtihadını tercihe şayan görürse daha önce İmâm-ı Rabbani hazretlerinden delil getirerek isbat ettiğimiz gibi mezhepsiz olur, mülhid olur. Hemen birkaç sayfa sonra da İmâm-ı Ebu Yusuf’un içtihadı için İmâm-ı A’zama karşı çıkar gibi bir ifade kullanmakta, içtihad etmeyi karşı çıkmak anlamına kullanmaktadır. Ehl-i ilim bilir ki içtihad etmek karşı çıkmak demek değildir. Müctehid içtihad etmekle mükelleftir. Müçtehid başkasının içtihadı ile de amel edemez. Kendi içtihadı ile amel etmek mecburiyetindedir. İçtihad etmekle karşı çıkılmış olmaz. Hazret-i Ömer radiyallahü anh kaç kere Kâinatın efendisinden ayrı içtihadda bulunmuştu. Ayrı içtihadda bulunmak karşı gelmek demek değildir, öyle olsa idi, Peygamber aleyhisselâma karşı gelmek küfür olurdu. S. Kutup içtihadın ne demek olduğunu bilseydi böyle zırvalamazdı.
Allahü teâlâ İsa aleyhisselâmı öldürmediğini, asılmadığını Kur’ân’ı kerîm’inde bildirirken S. Kutup ise Cenâb-ı Hakkı şu şekilde yalanlamaktadır:
«Hazret-i İsa’nın vefatından sonra kaleme alınmış bu incilerde…» (Maide süresinin 115. ayet-i kerimesini tefsir etmeye kalkışırken böyle yazıyor. Fizılâlinde).
Allahü teâlâyı yalanlamanın ne demek olduğun ehl-i ilim bilir.
İşte fizılâl böyle saçmalıklarla küfürlerle dolu bir hezeyannamedir. S. Kutupçu mezhepsizler daima ecdadımızı ve selef-i sâlihin efendilerimizi küçük göstermek için ellerinden gelen gayretleri göstermişler. Eski âlimlerimizin kitap yazamadıklarını, S. Kutub’un kitaplarının hepsinden üstün olduğunu utanmadan yazıyorlar.
Bir S. Kutupçu şöyle diyor:
«Ashâb-ı Kirâm’dan sonra müslümanlar Kur’ânla hayat arasına yıkılmaz setler çektiler. Kur’ân mihrap nağmesi ve mezar duası oldu. İşte S. Kutup, bütün bu setleri yıkarak, hiç bir İslâm âliminin yazamadığı Fizılâli yazdı»
Bilindiği gibi vehhâbiler Ehl-i sünnetin ölüleri için Kur’ân okumaları ile alay ederler. S. Kutupçu mezhepsiz de aynı yola sapmıştır. İslâm âlimlerini kötülemekle, şimdiye kadar böyle tefsir yazılmadığını söylemekle S. Kutub’u övdüğünü sanmaktadır mezhepsiz.
S. Kutup tasavvufa da gücünün yettiği kadar yükleniyor. İbni Teymiyye nasıl vahdet-i vücud evliyalarının büyüklerinden Şeyh-i Ekber Muhiddini Arabi hazretlerine kâfir diyorsa, S. Kutup da vahdet-i vücud mensuplarına gayri müslim tabirini kullanmaktadır. Hocası İbni Teymiyye’den farkı yoktur. Bakara sûresinin 117. âyet-i kerimesini tefsire kalkarken «Vahdeti vücud felsefesi tamamen İslâmi tasavvurun dışında kalır.» diyor. Hemen arkasından İslâmın gayri müslim anlayışı olan vahdet-i vücudu reddettiğini yazmaktadır. Kısaca vahdeti vücuda felsefe demekte, vahdet-i vücud evliyalarına da gayri müslim demektedir. İbni Teymiyye kâfir diyordu, bu da gayri müslim.
S. Kutup hakkında Necip Fazıl’ın son görüşü şöyledir:
«Bir de Seyyid Kutup var… Kendisinden af dilemesini isteyen yakışıklı orangotan maymuııu Nâsır’a «Bir müminin bir münafıktan af dilemez.» cevabını veren ve kahramanca ölmeyi bilen bu zatı SAHTE KAHRAMANLAR konferansımda gerçek kahraman olarak göstermiştim. Fakat sonradan gördüm ki Seyyid Kutup bir İbni Teymiyye meddahıdır. Ve kellesini kaptırdığı. sosyalizma yularının zoruyla Hazret-i Osman’a adaletsizlik isnat eden ve dil uzatan bir bedbahttır. İdam edilmeden önce bu sapıklıklardan istiğfar ettiğini söyleyenler oldu. Eğer öyle ise tam kahraman ve şehit… Değilse mücadelesi kâfire karşı bir sanığın davranışından ileri geçmeyen bir zavallı.» (21.10.1977 tarihli Tercüman Gazetesinden)
Büyük Gazete’nin sahibi Mehmed Şevket Eygi, S. Kutup hakkında şöyle söylemektedir: «Seyyid Kutup selefî ve mezhepsiz bir zihniyete sahiptir> (Büyük Gazete Sayı: 93)
Daha önceki sayılarımızda yazdığımız gibi S. Kutup tövbe edip imanla gitmiştir veya kitaplarındaki küfürler üzerine imansız ölmüştür. Meselemiz bir şahsın imanla ölüp ölmemesi değildir. Mevcut kitaplarıdır. Kendisi imanla ölmüş olsa bile kitapları açıkladığımız gibi birer zehirdir. Bu inceliği anlamalarını okuyucularımızdan rica ediyoruz.
İ F Ş A A T
S. Kutup, İslâmda Sosyal Adalet kitabının Arapça aslı olan (El Adaletül İctimaiyyetü Fil İslâm) kitabında, şiîlerden daha ağır bir lisan kullanarak, başta Aşere-i mübeşşereden; (Cennetlikle müjdelenen on kişiden) biri olan Hazret-i Osman radiyallahü anh olmak üzere Eshâb-ı kirâmın büyüklerine haince dil uzatmaktadır. Fakat bu kitabı Türkçeye tercüme eden şahıslar, bu bariz ve galiz hataları, hainliklerini acaba niçin tercüme etmemişlerdir?
Akla birkaç ihtimal gelebilir. Meselâ Eshâb-ı kirâma yapılan bu iftiralara edebleri müsaade etmediklerinden bu kısımları çıkarmış olabilirler desek, böyle bir sahâbe düşmanının kitabı nasıl tercüme edilir? S. Kutub’un ihanetleri meydana çıkmasın diye kasden o kısımları tercüme etmediler desek böyle bir ihaneti gizlemek, dinimize yapılmış bir hainlik değil midir? Gerek kitabın yazarı ve gerekse tercüme edenlerinin dine yaptıkları bu ihanet bilinirken bu kitapları İslâm adına nasıl müdafaa ederler?
Şayet S. Kutub’un Hazret-i Osman Radıyallahü anh’a ağır şekilde dil uzattığına ve bunları mütercimlerin tercüme etmediğine inanmayan mezhepsizler çıkarsa, okuyucularımıza kitabın aslını göstermelerini rica ediyoruz. S. Kutup, bu mahut kitabın 186. sayfasından itibaren 5 – 6 sayfa iğrenç zehirlerini kusmaktadır. Hattâ Dört Büyük Halifeden biri olan, meleklerin hayâ ettiği Hazret-i Osman Radıyallahü anh’a « B U N A K» diyecek kadar alçalarak iftiralar yapmaktadır. Mütercimler bunu gizlemekle hakikatı gizleyeceklerini sanıyorlarsa aldanmış olacaklarının acaba ne zaman farkına varacaklar?
Şimdi. 186. sayfadan itibaren birkaç satır tercüme edip iftiralarını ifşa edelim:
Mezhepsiz Seyyid Kutub’un ismi seyyit olup kendisi Seyyid falan değildir. Seyyid düşmanı Seyyid Kutub şöyle demektedir:
«Pek yaşlı olan Osman’ın hilâfete geçmesi kötü bir talihin eseridir. Müslümanların mallarını gelişigüzel harcamıştır. Çok müsrif idi. Zübeyr’e 600.000, Talha’ya 200.000, Mervan’a ise Afrikıyye haracının beşte birisini verdi. Eshâb ve bilhassa Ali bin Ebi Talib bunları işitince onu azarladı.
Muaviye’nin mülkünü genişletip Filistin’i de ona verdi. Akrabalarını vali yaptı. Bu İslâmın ruhuna aykırı idi. »
Bunların iftirâ olduğu bütün mu’teber kitaplarda yazılıdır. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki:
(Bugünden sonra Osman’a günâh yazılmaz. [Ya'nî Osman günâh işlemez])[Tirmizî]
(Yâ Rabbî, Osman’ın geçmiş, gelecek, Kıyâmete kadar bütün günâhlarını affet!) [Ebû Nuaym]
(Osman, “Yâ Rabbî, yer ile göğün yerini değiştir” diye duâ etse, duâsı elbette kabûl olur.) [Mesâbîh]
(Osman bendendir, ben de Osman’danım.) [Taberânî]
(Meleklerin bile hayâ ettiği zâttan [Osman'dan] ben hayâ etmez miyim?)[Beyhekî]
(Osman’ın şefâ’ati ile Cehennemlik 70 bin kişi, hesâb görmeden Cennete girer.) [İ.Asâkir]
*****************
62 — Türkçe bir din mecmû’asında,Muhammed Kutbadında bir Mısrlının yazısı vardır. (İnhirâf çizgisi) adındaki yazı arabîden terceme edilmiş. Eğer terceme doğru yapılmış ise, yazarının dinde söz sâhibi olmadığı hemen göze çarpmakdadır. Bakınız, bir yerinde ne hezeyânlar savuruyor:
(Türklerin savaş meydânlarında kayd etdikleri zaferler, islâma şeref vermişdir. Ancak, Türklerin elinde, islâmın, ma’nâsından çok şey gayb etdiği de bir gerçekdir. Türklerin elinde islâm dondurulmuş, (ma’nen) gelişmesi durdurulmuşdur. Osmânlılar, askerlik dışında kalan bütün meydânlarda islâmı dondurdular ve zedelediler. Meselâ ilme gereken önemi vermediler. İctihâdı durdurarak fıkh ilmi dondu.
Nihâyet islâm, Osmânlıların bağlayıcı kaydından kurtulup bağımsızlığını kazanarak, ileri atılmağa başladı. Özellikle bu atılış Hicâzda Vehhâbîlik, Sudanda Mehdînin yönetdiği Mehdîlik hareketlerinde görülmekdedir. Bu iki hareket, islâma asl gücünü ve ilerleme isti’dâdını yeniden kazandıracak nitelikdeydi. İslâmdaki bu mutlu gelişmeyi gören haçlı emperyalizmi harekete geçdi) diyor.
Cevâb: Osmânlı türklerinin islâmiyyete hizmetleri, bir şâheserdir. Bir âbidedir. Târîh meydânına dikilmiş olan bu dev âbideyi görmemek için kör veyâ bir Türk düşmanı olmak lâzımdır. Bu Mısrlı yazarın da bildirmek zorunda kaldığı gibi, Osmânlı türklerini zaferden zafere götüren dinamizm, ahlâk, sabr ve kahramanlık, hangi kaynakdan geliyordu? İslâm kaynağından değil mi? İslâmiyyete şeref verilemez. İslâmiyyetden şeref alınır. Mü’minlerin şerefli emîri hazret-i Ömer “radıyallahü anh”, (Biz, zelîl, aşağı kimselerdik. Allahü teâlâ, bizleri müslimân yapmakla şereflendirdi) buyuruyor. İslâmiyyetin, her çeşid fazîlet ve şerefler kaynağı olduğunu bilmiyen câhiller, islâmiyyete şeref verilecek sanırlar.
İstanbuldan Viyanaya doğru giden islâm ordusu, Belgrad yakınlarında, bir su başında, mola veriyor. Çeşme, abdest alan, kablarına su koyan askerlerle dolu. Yakındaki bir kilisenin papası, güzel kızları süslüyor. Ellerine birer kab verip, çeşmeye gönderiyor. Papas pencereden gizlice seyr ediyor. Kızlar gelince, askerler hemen kenâra çekiliyor. Kızlar râhatça doldurup kiliseye dönüyorlar. Papas, islâm askerlerinin bu güzel ahlâkını, fazîletini, edebini ve merhametini görünce, (Bu ordu hiç yenilmez. Boş yere kanınızı dökmeyin!) diyerek haçlı kumandanlarına haber gönderiyor. Bu Mısrlı yazar, Osmânlı zaferlerini, Attillânın orduları gibi, barbar istilâsı sanıp yanılmakda mıdır? İngiliz lordu Davenportun kitâbını okumuş olsaydı (İslâm orduları her gitdiği yere, adâlet, fazîlet ve medeniyyet götürmüşdür. Boynunu büken mağlûb düşmanı dâimâ afv ile karşılamışdır) bilgisini öğrenir de, yazılarında biraz edebli davranırdı. Abbâsîlerden sonra, islâm halîfelerine Mısrda zından hayâtı yaşatan, hilâfet haklarını onlardan gasb edenler, hutbelerde kendilerine (Sultânül-haremeyn) demekden hayâ etmiyorlardı. Yavuz Sultân Selîm hân “rahmetullahi teâlâ aleyh”, 923 [m. 1517] senesinde, Mısrı feth edip, hilâfeti esâretden kurtarınca, alışkanlıkla kendisine de sultânül-haremeyn diyen hatîbi susdurup, (Benim için, o mubârek makâmların hizmetçisi olmakdan dahâ büyük şeref olamaz. Bana (Hâdimülharemeyn) deyin!) buyurduğunu târîh kitâbları yazmakdadır. İslâm ahlâkını, Mısrlılar mı dondurmuş; yoksa Osmânlılar mı dondurmuş, buradan çok iyi anlaşılmakdadır. Sultân ikinci Abdülhamîd hân “rahmetullahi teâlâ aleyh” , siyâsal bilgiler mektebini birincilikle bitireni, her sene serâya kâtib alırdı. Böylece, gençleri çalışmağa teşvîk ederdi. Kâtib seçilen Es’ad beğ “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Hâtırât-i Abdülhamîd hân-ı sânî) kitâbında diyor ki, bir gece yarısı şifre yazdım. İmzâ için, sultânın yatak odası kapısını çaldım. Açılmadı. Bir dahâ vurdum. Yine açılmadı. Üçüncüyü vuracağım anda, kapı açıldı. Karşıma çıkan sultân, havlu ile yüzünü siliyordu. (Evlâd! Seni bekletdim. Kusûruma bakma! Dahâ birinci çalışda kalkdım. Gece yarısı, mühim bir imzâ için geldiğini anladım. Abdestsiz idim. Bu milletin hiçbir kâğıdına abdestsiz imzâ etmedim. Abdest almak için gecikdim. Oku dinliyeyim) dedi. Okudum. Besmele çekerek imzâladı ve hayrlı olsun inşâallah, dedi. İşte Osmânlı sultânları islâmiyyete böyle bağlı, böyle saygılı idi. Eyyûb Sabri pâşa “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Mir’ât-ül Haremeyn) kitâbında diyor ki, (Sultân Abdülmecîd hân “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Mustafâ Reşîd Pâşanın mason olduğunu, islâmiyyete uymıyan bir yol tutduğunu anlayınca, kahrından, üzüntüsünden hastalandı. Yatakda oturamıyor, hep yatıyordu. Yalnız, mühim şeyler okunuyor, (irâde-i şâhâne) alınıyordu. Sırada bulunan bir kâğıd için (Medîne ehâlîsinin bir dilekçesi okunacak) bilgisi verildi. (Durun, okumayın! Beni oturtun!) buyurdu. Arkasına yastık koyup, oturtuldu. (Onlar, Resûlullah efendimizin komşularıdır. O mubârek insanların dilekçesini yatarak dinlemekden hayâ ederim. Ne istiyorlarsa, hemen yapınız! Fekat, okuyunuz da, kulaklarım bereketlensin!) buyurdu. Bir gün sonra vefât eyledi.) İşte, Osmânlı Türk sultânlarının ahlâkı, hayâsı ve İslâmiyyete saygıları böyle idi.
Türkün islâmiyyete olan bu saygısı ve edebi, Mescid-i se’âdetde, pis ayaklarını kabr-i se’âdete karşı uzatıp, leş gibi yatan vehhâbîlerin saygısızlığı ve edebsizliği ile hiç bir olur mu?
Osmânlılarda, islâmiyyet ilerlememiş sözünde, sinsi bir islâm düşmanlığının habîs kokusu duyulmakdadır. Fenârîler, molla Hüsrevler, Hayâlîler, Gelenbevîler, İbni Kemâller, Ebüssü’ûdler, allâme Birgivîler, İbni Âbidînler, Abdülganî Nablüsîler, mevlânâ Hâlid-i Bağdâdîler, Süveydîler ve Abdülhakîm Efendiler ve Abdûhu rezîl eden allâme Mustafâ Sabri efendi ve dahâ nice fıkh ve kelâm âlimleri, hattâtlar, mi’mar Sinanlar, Sokullular, Köprülüler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, hangi devletde yetişdi? Osmânlılarda değil mi? Osmânlı âlimlerinin yazdıkları binlerce ilm kitâbları, her vilâyetdeki millî kütübhâneleri doldurmuşdur. Fihristleri meydândadır. Bütün islâm âlemine altıyüz sene fetvâ veren, her müşkili çözen, müslimânların dertlerine devâ olan, hıristiyanlığa ve sapık fırkalara reddiyyeler yazarak, onları rezil eden, Osmânlı şeyhül-islâmları değil mi idi? Hayâlînin ilm-i kelâm hâşiyeleri, molla Hüsrevin Düreri, Halebînin Mültekâsı ve İbni Âbidînin Redd-ül-muhtârı ve Ebüssü’ûdün tefsîri ve Şeyhzâdenin Beydâvî hâşiyesi ve seyyid Abdülhakîm-i Arvâsînin mektûbları ve va’zları bugün, bütün islâm âlemine ışık tutmakdadır. Bu yüce âlimleri ve Velîleri Osmânlılar yetişdirmedi mi? Bugün de, dînini doğru öğrenmek istiyenler, bu kıymetli kitâbları okumalıdır. Tefsîrlerin en kıymetlisi Şeyhzâde ve Ebüssü’ûd tefsîrleridir. Müslimânlara fâideli olmak istiyen, bu tefsîrleri türkçeye terceme etmelidir. Reformcu yazarların tefsîrleri böyle değildir. Çünki onlar, kısa görüşleri, noksan bilgileri ile, hâtırlarına gelenleri, tefsîr diye araya karışdırmışlar, zencire çürük halkalar eklemişlerdir. Çürük halkalı zencire güvenip, sarılıp denize inen, elbette aldanır, boğulur. Bunun için bu uydurma tefsîrlerin tercemelerini okumamalıdır. İslâmın altıyüz senelik bekçisi, islâm ilmlerinin kaynağı, hep Osmânlılar idi. Matba’a kurulmalıdır diyen Behcetül fetâvâ gibi yüzlerce fetvâ kitâbları, her asrın îcâblarına göre yol gösterdi, ileriye çığır açdılar. Son asrın şâheseri olan (Mecelle) kitâbı ise, dünyâda benzeri bulunmıyan bir hukûk âbidesi oldu. Dinde reformcularda Osmânlı ahlâkı, Osmânlı ilm ve irfânı olsaydı, bir avuç yehûdî karşısında yenilmezlerdi. Müslimânların harb plânları mes’ûl kimseler tarafından Londrada birkaçbin liraya İsrâil câsûslarına satılmaz ve arab birliği bütün dünyâya rezil olmazdı.
Kutub denilen Mısrlı yazarların Eshâb-ı kirâma ve sonra, Emevî, Abbâsî ve Osmânlıların hâlis müslimân idârecilerine “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” pervâsızca ve hayâsızca saldırmaları, boşuna değildir. Bunun sebebini yine kendisi açıklamakdadır. Şecâ’at arz ederken, merd-i kıbtî, sirkatini söylemekdedir. (Vehhâbîlik, islâmiyyeti esâretden kurtardı) diyerek, baklayı ağzından çıkarmakdadır. Evet, mezhebsizleri övebilmek için, islâm halîfelerini, islâm âlimlerini kötülemekdedirler. Mevdûdînin, Seyyid Kutbun ve Muhammed Kutbun ve Abdûhun plânları, siyâsetleri hep bu temele dayanmakdadır. Hepsi, selef-i sâlihîne saldırıyor. Ehl-i sünnet âlimlerini kötülüyorlar. Buna karşılık, ibni Teymiyyeyi ve Cemâleddîn-i Efgânî gibi sapıkları bir kurtarıcı gibi gösteriyorlar. Mezhebsizlerin nesini övüyorlar? Dînî ve ilmî kıymetleri sıfır olduğu gibi, ahlâksızlıklarının sıfırın altında olduğunu, 1384 [m. 1964] de tahtdan indirilip, 1388 [m. 1968] de ölen Sü’ûd, Avrupada sefâhet, nâmûs ve ahlâk dışı hareketleri ile ve keyfine, zevkine milyonlar harc etmesi ile bütün dünyâya gösterdi. Mısrlı yazar, Kâhiredeki ve Riyâd serâyındaki fuhş, zinâ, nâmûssuzlukların radyolarda dünyâya yayıldığını görüp, işitip, acabâ biraz yüzü kızarmıyor mu? Bütün islâm âleminden gelen milyonlarca hâcının herbirinden yüzlerce lira rüşvet almakdan hayâ etmiyorlar. Din kardeşi, yüzlerce lira vermezse, buna hac farîzasını yapdırmıyorlar. Hâlbuki Osmânlıların Redd-ül-muhtâr kitâbında, Kudüsü ziyârete gelen hıristiyanlardan ayakbasdı parası almak harâmdır diyor. Osmânlılar, kâfirden bile ayakbasdı parası almazdı. Vehhâbîler ise, müslimândan istiyor. Vermezse, ibâdete mâni’ oluyor. Bekara sûresinin yüzondördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allahü teâlânın mescidlerinde, onun ismini zikr etmeği yasak edenden dahâ çok zâlim olamaz!) buyuruldu. Tibyân tefsîrinde, Atâ hazretleri diyor ki, Hudeybiye günü, Mekke kâfirleri, müslimânları, Mescid-i harâma sokmayıp, hac etdirmedikleri için, bu âyet-i kerîme geldi. Kur’ân-ı kerîmde kâfire zâlim de denilmekdedir. Para vermiyen müslimânları, Mescid-i harâma sokmıyanların ve bunları övenlerin ne oldukları, bu âyet-i kerîmeden açıkca anlaşılmakdadır. İşte, kötüledikleri Osmânlı müslimânları! İşte övdükleri vehhâbîler ve dinde reformcular!
(Osmânlılar ictihâdı durdurdular) demesi de, yalandır. Bu söz islâm düşmanlarının ağızlarında iğrenç bir sakız hâline gelmişdir. Osmânlılar, ictihâd kapısını kapamadı. Seyyid Kutblar, Muhammed Kutblar ve Abdûhlar gibi, Ehl-i sünnet düşmanı câhillerin, islâm dîninin afîf harîmine mülevves kalemlerini sokmalarını önlediler. Osmânlı türkleri islâmiyyeti böyle câhillerin tesallutundan korumasalardı, bugün islâmiyyet de, hıristiyanlık hâlini alır, karma-karışık, bozuk birşey olurdu. Nitekim, Mekkedeki ve Mısrdaki sapıkların elinde müslimânlığın yaralandığı, oyuncak hâline geldiği acı acı görülmekdedir. Bugün hakîkî müslimânlık, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bırakdığı gibi, bütün temizliği ve saflığı ile, türk milletinde kalmış bulunmakdadır.
Mezhebsizlerin önderi olan ibni Teymiyyenin ve mezhebsizlikde çok aşırı gidenlerin içyüzlerini dahâ geniş öğrenmek isteyenlere, Hindistân âlimlerinden mevlânâ Muhammed Hamdullah-ı Dacvînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazdığı (El-besâir li-münkirit-tevessül-i bi-ehl-il mekâbir) ve Muhammed Hasen Can Fârûkî Müceddidî Serhendînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Üsûl-ül-erbe’a fî terdîd-il-vehhâbiyye) kitâblarını tavsiye ederiz. Birincisi arabî, ikincisi fârisîdir. Önce Hindistânda, ikinci olarak ,1395 [m. 1975] de, İstanbulda basdırılmışlardır.
Selam arkadaşlar ,sizlerde şöyle bir hal seziyorum ki şöyle''İnsan sevdiği şeyin hata ve kusurlarına kördür'' ilkesi mucibince.Aşağıdaki bölümü okuyunca anlıyacaksının
biiznillah.
İslâmî Etüdler
Seyyid Kutub bu sapık fikirlerini sadece C. Sulhunda değil, bütün kitaplarında yazmaktadır. Şu anda elimizde İslâmî Etüdlerisimli bir kitabı var. Hasan Beşer isimli birisi tarafından tercüme edilmiş, ikinci baskısından bazı pasajlar verelim:
“Diktatörlerin ve taşkınların yüzüne durarak haykırmayanlar, ya bir büyük günah işliyorlar, ya münafık oldukları için böyle davranıyorlar.” İ. Etüdler S. 34
Zaman ve zemin icabı zalim bir hükümdara haykırmamanın büyük bir günah olduğu veya münafıklık olduğu hangi muteber kitapta yazılıdır?
İslâmiyet ne değilmiş, bakalım Seyyid Kutub ne diyor:
“Dualar mırıldanmak, tesbih tanelerini şıkırdatmak, Aman Allah’ım sen koru, sözlerine dayanmak, gökten hayır, doğruluk, hürriyet ve adalet yağacağına güvenmektir.” İ. Etütler S. 35
Tekrar edelim, neler İslâmiyet değilmiş:
1- Dua etmek 2- Tesbih çekmek 3- Aman Allahım sen koru sözlerine dayanmak 4- Yapılan dua vasıtası ile gökten hayır vesaire yağacağına güvenmek.
1- Allahü teâlâ ve Peygamber aleyhisselâm duayı emrediyor. Seyyid Kutub bunlarla alay ediyor. Halbuki dua mü’minin silâhıdır. Dua hakkında dinimizin emri şudur:
“İslâm âlimlerinin çoğuna göre duayı inkâr eden kâfir olur.” Feteva-i Fıkhiyye S.149
2- Âyeti kerime ve hadîs-i şerîflerle tesbih çekmek hem emrediliyor, hem de övülüyor. Tesbih söylemek için çekilen tesbih aleti ise sünnettir. Şıkırdatmak tabirini kullanarak, sünnet olan tesbihle alay ediyor S. Kutub. Halbuki sünnetle alay küfür değil midir?
3- Aman Allah’ım sen koru sözlerine dayanmak Allahü teâlâ’nın emridir. Allahü teâlâ’nın emri ile alay etmek küfürdür.
4- Yapılan dua vasıtası ile gökten hayır yağacağına güvenmek, tevekkül etmek müslümanlık değilmiş. Allahü teâlâ dilerse gökten rızık da yağdırır, hayır da yağdırır, mezhepsizlerin başına taş da yağdırır. Asıl mutlaka yağmayacağına (Allahü teâlâ’nın yağdıramayacağına) inanmak küfürdür.
Seyyid Kutub, diyor ki, duayı falan bırakın, şöyle tedbir alın, böyle çalışın, işte o zaman mücadeleyi kazanırsınız. Tedbir almak, öyle çalışmak, sebeplere yapışmak dinimizin emridir.Ancak bunları kâfirler de yapmaktadır. Biz müslüman olarak hem tedbir alacağız, sebeplere yapışacağız, hem de dua ve tevekkül edeceğiz. Dua eden bir kimsenin tevekküle inanan şahsın tedbir almayacağını söylemek ahmaklıktır. Dua edip de hiç sebeplere yapışmayan olur mu?
Kırkyedinci sayfada ise İslâmiyetin, cemiyetin fertleri arasında hiçbir fark gözetmeden hepsine aynı eşit hakkı teminat altına almasını emrettiğini yazıyor. Daha önce de yazdığımız gibi İslâm herkese aynı gözle bakmaz. Müslümana baktığı gibi kâfire bakmaz.
İctimaî ahlâk eğitiminde yüce ve ilgi çekici idealin ne olduğunu sorduktan sonra şöyle diyor:
“Bazıları bunu milliyetçilik onuru, bazıları da insanî kardeşlik olmasını düşünürler. Her ikisi de saygı değer yüce idealistlerdir.” (i. Etütler S. 61)
Acaba milliyetçilik onuru Seyyid Kutub’un dediği gibi yüce bir ideal midir? İnsanî kardeşlik mi yoksa İslâmî kardeşlik mi? Yazının devamında ben şu ideali tercih ederim diyor. O sevginin ne olduğuna baktık.Allah uğrunda sevgi imiş. Allah uğrundaki sevgi ne ile mukayese kabul eder ki? Ben ikinciyi tercih ederim diyor.
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı kerîm’inde Hak dinin, doğru dinin ancak İslâm dini olduğunu beyan ederken içtimaî tesanüdün tahakkuku için diğer dinleri de İslâm dîni seviyesine çıkarmaktadır:
“Arap ülkelerindeki içtimaî tesanüdü tahakkuk ettirmek için dini inançları ahlâki eğitimin esas kaidesi olarak, almaya azmettiğimiz zaman bu ülkelerde revaçta olan –yalnız İslâm değil- bütün dinlerin bize yardımcı olacaklarını göreceğiz.” İ. Etütler S. 63
Kutub, bu cümlesinde ne diyor? Dinî inançları, ahlâki eğitimin esas kaidesi olarak aldığımız zaman, bize yalnız İslâm değil diğer dinler de yardımcı olacaktır, diyor. İçtimaî tesanüdün tahakkuku için İslâm kâfi gelmiyormuş gibi diğer dinleri de zikretmektedir. Hak olan İslâm varken, bâtıl olan dinlerden nasıl yardım beklenir ki? Hakk’ın kâfi gelemiyeceğini mi zannetmektedir?
Bilindiği gibi komünizm de mal, cemiyetin mülküdür. Dinimizde ise şahsî mülkiyet vardır. Herkes mülkünün sahibidir. Ancak şahsın, zekâtı ve uşuru Cenab-ı Hakk’ın gösterdiği yerlere, bildirdiği kadar, verme mecburiyeti vardır. Bunun dışında kimseye sadaka vermek, ödünç vermek mecburiyetinde değildir. Ama sevap kazanmak isteyen dilediği yerlere dilediği kadar hayır vermekde serbesttir. Hal böyleyken Seyyid Kutub, müslümanlığı komünistlik sanarak şöyle diyor:
“Aynı zamanda, mal cemiyetin mülkiyetinde olduğundan ve ferdin vazifesi ondan yararlanmaktan öte gitmediğinden, cemiyetin başka fertlerinin de bu mala ihtiyacı olduğundan yahut yararlanmak istediklerinde içtimaî tesanüdü tahakkuk ettirmek bakımından ferd onlara faizsiz borç vermekle mükelleftir.” İ. Etütler S. 74
Seyyid Kutub bu cümlesinde neler söylüyor?
1- Mal cemiyetin mülkiyetindedir demekle komünistler gibi şahsî mülkiyeti yani özel serveti kabul etmemektedir.Etmiş olsa idi, mal cemiyetin mülkiyetindedir diyemezdi.
2- İçtimaî tesanüdü tahakkuk ettirmek için zenginler fakirlere borç para vermekle mükellefmiş. Dinde kaide koymak yalnız Allahü teâlâ’nın hakkıdır. Ondan sonra Allahü teâlâ’nın emirlerinden kaide çıkaran da Peygamber aleyhisselâmdır. Ondan sonra da Kitap ve Sünnetten hüküm çıkaranlar müctehid imamlardır. Kitapta, Sünnette ve Kıyas-ı fukahada kimsenin ödünç verme mecburiyeti yoktur. Bir ferdi ödünç vermeye mecbur etmek, zulüm olur, gasb olur.
İçtimaî tesanüdü tahakkuk için ödünç verme mecburiyeti koymak hangi dinde vardır ki? Allahü teâlâ’nın emrine uyulduğu kaidelere uyulduğu zaman içtimaî tesanüd tahakkuk etmiş olur. Dinimizin koyduğu kaideler ne ek******, ne de fazla... Oturup roman yazar gibi kitap yazılacağına senet âlimlerin koyduğu kaideler nakledilmiş olsaydı ne kadar isabetli olurdu. Öyle âlimlerden nakil Seyyid Kutubun onurunabyakışır mı? Onlar âlimse Seyyid Kutup da âlimdir. Aklına geleni yaz. Dine uymuş uymamış orası mühim değil, sosyalistliğe ve hümanistliğe uysun gerisini boşver. Böyle bir zihniyetle kitap yazılırsa bu elimizdeki kitaplar gibi olur.
Zekât, malın belli bir kısmını Cenab-ı Hakk’ın bildirdiği yedi sınıf müslümana vermektir.Mezhebimizde bu yedi sınıftan yalnız birisine de verilebilir. Zengin zekâtını fakirin eline vermesi lâzımdır. Zenginin fakiri görmesi de lâzımdır. Bütün mutemed din kitaplarında böyle yazmaktadır. Uşurları ve diğer üç çeşit zekât malını meşru olan hükûmet alır. Fakat hükûmet de bu zekât paralarını sağa sola harcayamaz, yol, köprü yaptıramaz. Aldığı zekâtı yalnız fakirlere dağıtır.
Seyyid Kutub ise yukarıda bildirdiğimiz İslâm âlimlerinin hükümlerine ters olarak kendi kafasına göre her çeşit zekâtı devlete aldırıyor sonra da şöyle diyor:
“Zekât, elden ele verilen ferdi bir bağış, faziletlinin muhtaca uzattığı bir yardım değildir.” İ. Etütler S. 75
Bir zengin, zekâtını hadîs-i şerifte ve fıkıh kitaplarında bildirildiği şekilde, fakir akrabasının eline verse, Seyyid Kutub’a göre bu şeriata uygun değildir. Dinimizin koyduğu hükmü beğenmeyene ne denir?
Seyyid Kutub da diğer mezhepsizler gibi, dinimizi vahy-i ilâhi olarak kabul edemiyor, kesin hükümler topluluğu olarak inanamıyor. Dinimizi bir teori olarak kabul ediyor. Bilindiği gibi teori veya Arapçası nazariye demek, henüz kesin olmayan, düşünce alanında kalan bilgi demektir. Piyasada bile mezhepsizler tarafından yazılmış, Faiz Nazariyesi, İslâm Nazariyesi gibi kitaplara rastlanır. Sayın Süleyman Ateş bile, evrim nazariyesinin Kur’an-ı kerîm’de bulunduğunu iddiâ etmektedir. Hâşâ Kur’an-ı kerîm’de nazariye olduğu Diyanet Reisi gibi ehil(?) bir kimse tarafından da söylenmiş olması mezhepsizler için kâfi delil olamaz mı? İslâm nazariyesi, İslâm sosyalizmi, İslâm faşizmi, İslâm Felsefesi gibi terimler mazaallah dinimizde şüpheyi gerektiren ifadeler olduğu için İslâm Şeriatına sıkı sıkıya bağlı ehl-i sünnet mensupları tarafından kullanılmamaktadır.
Seyyid Kutub İslâm’a nazariye dediği gibi diğer bâtıl sistemleri de kuvvetli nazariye olarak vasıflandırmaktadır. Yani bâtıl sistemler de nazariye, İslâm da nazariye. Hiç İslâm dini bâtıl nazariyeler ile mukayese edilebilir mi? Mezhepsizler diyorlar ne dersiniz?
Evet Seyyid Kutub’un, İslâm’ı nazariye, insan düşüncesi zanneden cümleleri şöyledir:
“Bugün onları Peygamber (S.A.)’in zamanında yapmış olduğu şekilde, kısa ve mufassal bilgilerle İslâm’a davet etmemiz asla kifayet etmez. O devirde bugünkü gibi İslâm nazariyesi karşısında duran teferruatlı içtimaî nazariyeler yoktu.” İ. Etütler S. 82
Bu cümlede kaç tane azim hata vardır?
1- Bâtıl sistemler, teferruatlı içtimaî nazariyeler olarak zikredilmektedir.
2- Dinimiz ise, İslâm nazariyesi olarak gösterilmekte, teferruatlı veya teferruatsız olup olmadığı zikredilmektedir.
3- Peygamber aleyhisselâm ile ashâb-ı kirâmın davet şekli kifayetsiz bulunmaktadır.
İslâm’a davet bir ibadettir. Her ibadette olduğu gibi bunda da en kâmil daveti şüphesiz Peygamber aleyhisselâm yapmıştır.
En kâmil namazı peygamber aleyhisselâm kılmış ve kıldırmıştır. En kâmil ezan onun asr-ı saadetinde okunmuştur. Bunun aksini hiçbir mezhepsiz iddia edemez. Ne var ki aksini iddia eden mezhepsizler çıkıyor. Diyorlar ki, asr-ı saadette teyp olsaydı, Bilâl-i Habeşi hazretleri teybe ezan okur, teypten ezan hoparlöre verilir, herkes duyardı. Mukabelelerin teyple okunması ve namazın hoparlörler ile kıldırılması gibi işleri Peygamber aleyhisselâmın severek yapacağını iddia ediyorlar ve bunun için Peygamber aleyhisselâmın kıldırdığı namaz hoparlörle kıldırılan namaz kadar kâmil değildir diyorlar.
Şurası muhakkaktır ki, Peygamber aleyhisselâm çeşitli mucizeler göstermiştir. Eğer hoparlörle kılınan namaz kâmil namaz olmuş olsaydı, Cenâb-ı Hak bu nimeti Peygamber aleyhisselâma da nasip ederdi.
Peygamber aleyhisselâmın bildirdiği ibadet tarzından başka şekilde ibadet etmek bid’attır, reformdur.
Şimdi merak ediyoruz acaba Seyyid Kutub’u müdafaa eden hangi mezhepsiz çıkacak da nazariye şeriat demektir, İslâm nazariyesi ise İslâm şeriatı demektir gibi gülünç ve saçma bir iddiada bulunacaktır.
Seyyid Kutub laik ve hümanist bir düşünce tarzından hareket ederek bütün bâtıl ve muharref dinlere de hürriyet verilmesini istiyor. Mutlaka bir inanç hürriyetinin verilmesini savunuyor. Kendi savunması bir şey değil, İslâm böyle emrediyor diyor. Hangi dinden olursa olsun bütün vatandaşlar imtiyazsız olarak aynı haklara sahiptirler diyor. Ahmet Gürtaş gibiler ise nedense böyle bir mezhepsizlik, dinsizlik karşısında susuyor da mezhepsizlik olduğunu söyleyenlere karşı ateş püskürüyor.
Evet Seyyid Kutub şöyle diyor:
“Marksizm, dünya çapında bir nizama davet ettiğini iddia eder. Fakat hangi nizam olursa olsun inanç hürriyetini sağlamadıkça ikame edilemez.” İ Etütler S. 84
Kendisi Kaddafi gibi sosyalist olduğu için Marksizm’in dünya çapında bir nizama davet ettiğini söylemesi yadırganamaz. Fakat hangi nizam olursa olsun ifadesinin içinde İslâm nizamı da vardır. Olduğunu zaten az ileride kendisi de açıklamaktadır. İslâm inanç hürriyetini sağlar diyor. İşte Seyyid Kutub’un bu cümleleri:
“Biz bütün inançları aynı eşitlikle ve hürriyetle gölgesinde ilerliyebileceği bir nizama davet ederiz. Bu nizamda inanç hürriyetini korumak devletin ve müslüman cemiyetin zarurî vazifesidir. Hem bu nizamda gayri müslimler şahsî hallerinde kendi dinlerine intisap edebilirler. Bütün vatandaşlar imtiyazsız olarak aynı haklara sahip, aynı kanunlara bağlı ve eşit mes’uliyetlerle yüklüdür.” İ. Etütler S. 85
Allah katında tek din, hak din, gerçek din yalnız İslâmiyettir. Bu bakımdan Seyyid Kutub’un dediği gibi bütün inançlar aynı eşitliğe ve aynı hürriyete sahip değildir. İslâm nizamında bir müslim ile bir gayri müslim imtiyazsız olarak aynı haklara sahip değildir. Eşit mes’uliyetlerle yüklü değildir.
İslâm nizamında müslümanlar, namaz kılmakla ve zekât vermekle yükümlüdür. Fakat İslâm nizamında yaşayan gayri müslimler, yani zimmîler ise namaz kılmakla ve zekât vermekle yükümlü değildir. Onlar sadece haraç verirler. Kanunlar eşit olarak uygulanmaz. Fasığın şahitliği kabul olmadığı gibi kâfirin de şahitliği muteber değildir. Zimmîler İmam olamadığı gibi Halife de olamaz. Hâkim de olamaz. Daha birçok görevler bunlara verilmez. Nerede imiş o eşit hükümler? Seyyid Kutub salâhiyetli bir İslâm âliminden nakil yapmadan kendi kafasına göre eşit mes’uliyetlerle kâfirlerin yüklü olduğunu söylüyor. Müslim ve gayri müslimlere ayrı kanunlar tatbik edilir. Üç hak mezhepte namaz kılmayan müslümanlar öldürülür, fakat kâfirler öldürülmez, tabii zimmî olan kafirler. Seyyid Kutub kendi kafasına göre yeni bir din kuruyor, yerli mezhepsizler de bu sapık kitapların yayılmasına önayak oluyorlar. Bazı müslümanlar da maşa olarak kullanılıyor, fakat farkında değiller. Müslüman gençlik zehirleniyor. Seyyid Kutub nakil esası üzerine hareket etmiyor. İslâm âlimlerine göre yazmıyor. Belli bir hak mezhebe göre yazmıyor. Kitap ve sünnetten kendi aklına göre hükümler çıkarıyor. Bu hükümler dört hak mezhepten birisine uysun veya uymasın farketmez. Kâfire de müslümana da aynı kanunları eşit olarak tatbik ettiriyor. Namaz kılmayan kâfir dört mezhebe göre de dövülüp öldürülmez. Üç hak mezhebe göre namaz kılmayan müslümanlar öldürülür. Hanefi Mezhebine göre ise hapsedilir ve dövülür. Seyyid Kutub’a göre ise mezhep ve din farkı gözetmeden kanunlar eşit tatbik edilirse mezhepsizlik olur. Seyyid Kutub namaz kılmayan kâfiri öldürürse zulmetmiş olur. Namaz kılmayan müslümanı öldürürse, Hanefi mezhebine göre yine zulmetmiş olur. Namaz kılmayan müslümanı öldürmezse, Şafii mezhebine göre ve diğer iki hak mezhebe göre yine zulmetmiş olur. Yani namaz kılmayan müslümanları öldürmek veya öldürmemek de zulüm oluyor. Nasıl olur? İslâm nizamında mezhepler vardır. Dört hak mezhep vardır. Bunlara göre hükmedilir. Hâkim bu mezheplere göre hüküm verir. Bütün insanlara bir mezheple hüküm verilirse zulüm olur. Şafiî mezhebine göre bir adama hanımını boşa diye zorlasalar o da ölüm korkusu ile boşadım dese, sonra o hanımı ile bir yaşamaya devam etse, Hanefiye göre bu zina olur. Şafiî mezhebine göre ise zina olmaz. Buna hanefi muamelesi yapılırsa zulüm olur. Keza Hanefiye de Şafiî muamelesi yapılırsa yine zulüm olur. Seyyid Kutub kitaplarını belli bir mezhebe göre yazmamıştır. Seyyid Kutub’un bazı fikirleri Şafiîye uyar, bazıları Hanefiye uyar, bazıları da Vehhâbiliğe uyar. Bazıları Rafiziliğe uyar. Bazıları ise sosyalistliğe uyar, bazıları ise dinsizliğe uygundur. Halbuki bir kimsenin yazdığı kitapları hep bir mezhebe uysa, bir tanesi başka bir hak mezhebe uysa mezhepsizlik olur. Bunu Karaman’a Açık Mektup isimli yazımızda vesikası ile zikrettik. Seyyid Kutub’un ise hangi mezhebe göre yazdığı meçhuldür. İncelendiğinde bazen hak mezheplere uyduğu yerleri oluyor,bazen hümanistliğe ve sosyalistliğe uyan yerleri oluyor. Vehhâbiliğe ve diğer sapık mezheplere hiç uymasa dört hak mezhebe uysa, bazen buna göre, bazen öbürüne göre uysa yine mezhepsizlik olur. Tek mezhebe uygun olması şarttır.
Müslüman devlet inanç hürriyetini korumaya mecburmuş. Şimdi komünistler de fikir hürriyetinden bahsediyorlar. İslâmiyette hâşâ fikir hürriyeti yoktur. Herkes düşündüğünü söylemeye yetkisi yoktur. Meselâ İslâm nizamında bir müslüman çıksa, namaz miktarını azaltalım derse, mürted olur ve derhal öldürülür. Mezhepleri kaldıralım dese yine mürted olacağı için hemen öldürülür. Kimse İslâm’ın koyduğu kanunlara aykırı konuşamaz. Müslüman birisi çıkıp da şarap serbest olsun diyemez.Böyle bir hürriyeti yoktur. Solcuların yasalaştırdığı gibi kimse çıkıp da süt kardeşi ile evlenmeyi teklif edemez. Seyyid Kutub’un dediği gibi dinimizde böyle fikir hürriyeti yoktur. Keza zımmî de kendi dinini söyler, fakat müslümanın kanunlarına karışamaz. Şeriatın hükümlerini değiştirmek için herhangi bir teklifte bulunamaz. Bunlar dört hak mezhepde de yoktur. Hattâ Vehhâbilikte bile yoktur. Rafizilikte bile yoktur. Seyyid Kutub bu fikri sosyalistlerden mi öğrendi acaba?
Seyyid Kutub biz insanları şuna çağırırız, biz insanlara şöyle deriz, gibi ifadelerde bulunuyor. Biz dediği kimdir acaba? Dört hak mezhebin mensubu olan böyle diyemez. Bizim mezhebe göre böyledir der. Ancak Kur’ân-ı kerîm’de Cenâb-ı Hak biz insanları şuna davet ederiz der. Seyyid Kutub İslâm âlimlerinden nakil yapmıyor da biz böyle istiyoruz diyor. Söylediği doğru olsa onun davet etmeye yetkisi var mıdır? O şekil konuşmaya yetkisi yoktur. İslâm âlimlerinin verdiği ölçülere göre konuşulur.
Seyyid Kutub’un neye çağırdığına bir misal verelim :
“Biz bütün vatandaşları, umum gelir kaynaklarından müsavi hakka sahip olacakları bir nizama çağırırız. Çünkü bu nizamda, mülkiyet esas itibariyle -Allah tarafından yetki ve selâhiyet verilmiş olan- cemiyete aittir. Ferdî mülkiyet geçicidir ve ancak faydalanma sınırları dahilindedir. Lüzum görüldüğünde fazla malları alma hakkı cemiyetindir.” İ. Etütler S. 86
Seyyid Kutub’un çağırdığı nizam yukarıdadır. Bu nizamda mülkiyet esas itibariyle cemiyete aitmiş. Mülkiyetin cemiyete ait olma yetkisini de Allah vermiş. Böyle diyor Seyyid Kutub. Mülkiyet bilindiği gibi yalnız komünizmde cemiyete aittir.
D i n i m i z d e, y a n i d ö r t h a k m e z h e b i n hiç birisinde böyle bir hüküm yoktur. Seyyid Kutub gibi şeriatçı olduğunu söyleyen Kaddafi devletinin adını Sosyalist Arap Cemahiriyesi koydu. Seyyid Kutub da bir devlet kursaydı, sosyalist İslâm Cemahiriyesi koyması muhtemeldi. Çünkü İslâm’da mülkiyet cemiyetin değildir. Dinimizdeki miras hukukunu bilenler bilir ki, mülk fertlerindir. Fertlerin sahip olduğu bütün mülkün sahibi de ancak Allahü teâlâ’dır. Allahü teâlâ fertlerin bu mülkü nasıl kullanacaklarını beyan etmiştir. Zekât müessesesi vardır. Zekât nazariyesi yoktur. Zekâta giren malların kırkta birisi cemiyete değil, fakirlere aittir. Hangi malların zekâta dahil olup olmadığı mezheplere göre değişmektedir. Meselâ kadının zinet eşyası ne kadar çok olursa olsun Şafii mezhebine göre zekâta tabi değildir. Halbuki Hanefide 20 miskal ve daha fazlası zekâta tabidir. Zekât fakirin hakkıdır, cemiyete verilmez. Malın kiri olduğu için Seyyidlere de verilmez. Cemiyetin malı olsaydı, Seyyidler de bu maldan istifade ederdi.
Seyyid Kutub ne diyor? Lüzumu halinde fazla malları cemiyet alır. Fazla malın ölçüsü nedir? Cemiyet bunu nasıl alır? Hangi mezhebin hangi hükmüne göre alır.? Dört hak mezhebde böyle bir hüküm yoktur. Bugün Rusya’da fazla malları devlet almaktadır. Zarurî yiyecekten başka hepsini devlet almaktadır. Seyyid Kutub ölmemiş olsaydı, Kaddafi gibi bir şeriat(!) devleti kurmuş olsaydı, Rus sosyalizmini mi tatbik edecekti acaba?
Seyyid Kutub yukarıya aldığımız ilk cümlesinde şöyle diyordu:
“Biz bütün vatandaşları umum gelir kaynaklarından müsavi hakka sahip olacakları bir nizama çağırırız.”
Bu nizamın adı olsa olsa Seyyid Kutub nizamı olur. Hangi nizamda gelir kaynaklarından bütün vatandaşlar müsavi hakka sahiptir? Bu nazariye, yalnız teori komünizmde vardır. Dinimize göre ve dört hak mezhebe göre, ferdin mülkü olan arazide çıkan altın ve kömür gibi madenler yalnız ferde aittir. Cemiyet bunu alamaz. Fert yalnız bunun zekâtını vermekle mükelleftir, onu da fakire verir. Zenginler alamaz. Eğer devlet alır da köprü vesaire yaptırırsa, zekât yerini bulamaz. Devletin yaptırdığı köprüden yalnız fakirler bile geçse yine yerini bulamaz. Çünkü zekâtı yalnız fakirin eline vermek lâzımdır. Muteber fıkıh kitapları böyle yazmaktadır.
Seyyid Kutub S. 89 da şöyle bir başlık atmıştır:
“İslâm’ı ya bütün olarak alın yahut bırakın.”
Bu başlık altında aynı fikir savunulmaktadır. Halbuki İslâm âlimleri bir şeyin tamamı mümkün değilse mümkün olanı almak gerektiğini belirtmişlerdir. Seyyid Kutub’dan ilham alarak bir mezhepsiz çıksa, ya şeriatı tam uygulayın veya hepsini terk edin, bize namaz kıldırmayın, oruç tutturmayın, hanımlarımızı zorla açtırın derse yadırganmamalıdır.
Dinimizde zengin sadece zekât uşur, sadaka-i fıtır gibi malî ibadetleri yapmakla yükümlüdür. Bunun haricinde kimse zenginden bir şey alamaz. Halbuki Seyyid Kutub bakın ne diyor:
“Devlet lüzûmu halinde cemiyetini korumak için ihtiyacı olan parayı varlıklı fertlerden kayıtsız şartsız alabilir.” İ. Etütler S. 92
Dinimiz, Zimmîlerden haraç cizye gibi vergilerin haricinde başka bir mal alamaz. Seyyid Kutub’un hiçbir mezhebe uymayan bu bozuk fikirleri komünistliğe oldukça uygundur. Komünistler S. Kutub’un heykelini dikseler kendilerince uygun iş yapmış olurlar.
Seyyid Kutub ya hep ya hiç fikrinde şöyle ısrar etmektedir:
“Bugün İslâm adına, kadının parlâmentoya girmesini istemiyen, çalışmaktan menedilmesi, kol ve etek örtüsünün uzatılması için haykıranlar –kendilerini bu tarafa iten duygularına saygımla birlikte- meselelerin hepsini bu ayrıntılara inhisar ettirmekle İslâm’ı kolaya ve eğlenceye aldıklarını söylememe müsaade etsinler.” İ. Etütler S. 94
Mısır’da bazı müslümanlar, şeriatın tamamının tatbikinin, dejenere olmuş bir hükûmetten istemenin abesliğini düşünerek, bir kısmının olsun şimdilik tatbik edilmesini istemişlerdir. Seyyid Kutub bunlara kızıyor, ya tamamını isteyeceksiniz veya hiç diyor. Sonra bu müslümanları İslâm’ı eğlenceye almakla itham etmektedir. Eğer bunlar İslâm’ı eğlenceye almışlarsa küfre düşmüşlerdir. Küfre düşen bu insanların bu fikirlerine nasıl saygı duyulur? Küfür olan bir fikre saygı duymak küfür değil midir? Seyyid Kutub bu müslümanların bu duygularına saygı duyduğunu da belirtiyor, Seyyid Kutub için fikir fikirdir. Bâtıl da olsa saygıya hürmete lâyıktır. Hümanistler için çok görmemek lâzımdır. Türkiye’de de her fikrin serbest olmasını isteyen mezhepsizler az değildir. Bâtıl olan bir fikrin serbest olması nasıl istenir? Bir şartla istenebilir. Eğer hak olan Fikrin yayılma ihtimali kuvvetli ise, bâtıl olan fikirlerin yayılma ihtimali zayıf ise o zaman her fikrin yayılmasını istiyoruz gibi bir fikir ileri sürülebilir. Böyle bir durum ise ne Mısır’da ne de Türkiye’de mevcuttur. O halde bütün fikirlere inanç hürriyeti tanımak Seyyid Kutub’a ve onun yolundan giden mezhepsizlere has bâtıl bir taktiktir
“Fi-Zilal-il Kur’an” tefsirinin sahibi Seyyid Kutup dikkat edilirse bir gazetecinin ve bir politikacının tabi’i sanatı olan yaldızlı ve heyecanlı yazıları ile okuyuculatını vecde getiren bir hatiptir. O, kapalı bir hazineyi satılığa çıkaran bir tellal gibi, İslamiyeti yalnız övmekte, içini açıp cevherleri teşhir etmeyip, İslam alimlerini ve onların kitaplarını sanki gençlerden saklayıp, kendi görüşlerini din bilgisi olarak teşhir etmektedir.
Bir artist rolü ile okuyucularını teshire çalışırken, çok yerde tezatlara düştüğünü, kendi kendini yalanladığını anlayamamıştır.
İslamiyeti kendine göre yorumlaması, yazdıklarını benimseyenlerin küfre kadar götürmektedir.
Bakınız mesela Maide suresinin 115. Ayetini tefsir ederken “Semadan sonra inme kıssası, hıristiyan kitaplarında, Kur’an-ı Kerimde varid olduğu gibi zikredilmez. Hazreti İsa’nın vefatından çok sonra kaleme alınmış olan bu İncillerde…) demektedir. Halbuki“hazreti İsa’yı öldürmediler, Onu asamadılar” ayeti kerimesini daha önce kendisi uzunca açıklamıştı. Ayeti kerimeler İsa Aleyhisselam’ın öldürülmediğini açıkça belirtiyor. Nisa suresi 157. Ayetinde: “O’nu öldürmediler ve asmadılar” buyruluyor. Seyid kutub’un öldürüldü diyerek tefsir ettiği ayete ise “teveffi” dedildiğini, yani göğe çıkarılma işinin tam olduğunu haber veriyor.
İsa (Aleyhisselam’ın) öldürüldüğünü savunarak Ehli sünnetten ayrılan Seyyid Kutup’un ne denli cahil olduğunu şimdi daha iyi anlayacaksınız.
İBNİ TEYMİYYE’Yİ ÖVÜYOR
“Cihan Sulhü ve İslam” kitabında ibni Teymiyye’ye bağlılığını göstermekten geri kalmayan Seyyid kutup’un sapıklığını göstermesi açısında bazı misaller vereceğiz. İnanın bu birkaç tanesini yüzlercesi arasından sizin için seçiyoruz.
Yine Cihan Sulhü ve ve İslam kitabında şöyle diyor: “Devletçilik sahasında çalışmalar henüz pek azdır. İslamın bu tarafı gereği kadar açıklanamamıştır.”
Kutup, İslamın bu tarafını kendisi açıklayacakmış. Hâlbuki 600 senelik Osmanlı devletini, kanunları, anayasaları, fetvaları, arşivlerdeki fetvaları, sayılamayacak kadar çoktur. İslam’da devletçiliği anlatan binlerce kitabı incelemek için bir ömür harcamak gerekir.
“İslam ve medeniyetin Problemleri” adlı kitabında bakın ne diyor:
“İslam toplumunu inşa ederken, bağlı olduğumuz şey, İslam fıkhı değildir. Bu fıkha yabancı kalmıyor isek de, bağlı olduğumuz şey, İslam yolu, İslam düsturu, İslam anlayışıdır.”
Fıkıh kitapları ve asırlar boyunca yazılan devletçilik kitapları İslam yolu değil de Seyyid Kutup’un açıklayacağı yol İslam yolu imiş.
Yine “Cihan Sulhü” kitabında: “İslam’a göre bütün insanlar, birbirlerine yakın bağlarla bağlı bir ailedir.” diyor.
Gazali’nin “Kimya-ı Saadet” adlı kitabında bildirdiği bir hadis-i şerifte ise şöyle buyruluyor:
“İmanın temeli ve en kuvvetli alameti, müslümanları sevmek, kâfirleri sevememektir.”buyrulmakta ve Mücadele suresini son ayeti kerimesi zikredilmektedir: “Allah’u Teâlâ’ya ve kıyamet gününe iman edenler, Allah’u Teâlâ’nın düşmanlarını sevmezler”
Yani Allah’u Teâlâ ve Peygamberi, müminler ile kâfirleri ayırmamızı emrediyor. Yalnız müminlerin kardeş oldukları, bir kalenin duvarı gibi sapa sağlam aile olacakları bildiriliyor.
Seyyid kutup yine “Cihan Sulhü” kitabınca şöyle diyor: “İslamiyet diğer dinlere nefret manasını taşıyan dini taassubu kabul etmez”
Bu cümleler biraz tanıdık geldi nedense değil mi kardeşler? Her neyse, Seyyid Kutup kâfirleri sevmemeye taassup damgasını vuruyor.
İmam-ı Masum Hazretleri 29. Mektubunda şöyle buyuruyor: “Kâfirleri sevmemek, onlara kalp ile düşmanlık etmek ve darul harpte bulunanlarına sert davranmak ve onlarla muharebe etmek Kur’an-ı Kerimde açık olarak emredilmiştir. Kur’an-ı Kerime uymamız farzdır.”
Yine bu kitabında: “İslam insanlara zorla kabul ettirilmesi lazım gelen bir din değildir. Hiç kimseyi zorla dini kabule sevk etmez” diyor.
İslam öyle bir dindir ki, aslında bütün insanlığı zorla bu dine sokmak gerektir. Çünkü bu dine girmeyenler ebedi cehennemi hak edeceklerdir.
Ayrıca cihad etmek, Allah’u Teâlâ’nın kullarının müslüman olmalarına mani olan, zalim diktatörleri yok ederek, onları müslüman yapmak demektir. İman edenler, hakiki müslüman olurlar. İman etmeyip teslim olanlar, zimmî olurlar.
Allah’u Teâlâ bütün kullarını Müslümanlar vasıtası ile bu dine almak için cihadı emretti. Nisa suresi 94. Ayeti kerimesinde: “Mallarını, anlarını feda ederek, din düşmanları ile Allah’u Teâlâ’nın dinini yaymak için cihad edenler, oturup ibadet edenlerden aha üstündür” buyruluyor. Cihad, güç kullanarak kâfirlere emri bil maruf yapmaktır. Cihadı fertler değil, devlet yapar.
İmam-ı Rabbani Hazretleri Mektubatın 2. Cildi 69. Mektubunda buyuruyor ki: “kâfirlere karşı muharebeye giderken, Allah’u Teâlâ’nın ismini ve dinini yaymaya ve din düşmanlarını zayıflatmaya niyet etmelidir. Müslümanlara böyle emredilmiştir. Cihad da bu demektir.”
Tevbe Suresi 28. Ayeti kerimede ise: “Allah’a kıyamet gününe inanmayan ve Allah’u Teala’nın ve Resulünün haram ettiklerine haram demeyen ve hak olan İslam dinini kabul etmeyen kafirlerle, cizyeyi kabul ettiklerini veya müslüman olduklarını bildirinceye kadar harp ediniz.” Buyruluyor.
ZEKATTA İBNİ TEYMİYYE’YE TABİ
Seyyid Kutup “Cihan Sulhu ve İslam” kitabında şöyle diyor: “Zekât, her sene esas servetten yüzde iki buçuk mikdarında tahsil edilir. Bu vergiyi (vergi diyor) her vergiyi tahsil ettiği gibi, ancak devlet tahsil eder. Sarf edilmesi ile vazifeli olan da, devlettir. Yüzyüze ve iki ferd arasında meydana gelen bir muamele değildir. İşte zekat bir vergidir. Bunu devlet tahsil eder ve belirli yerlere sarfeder…. Eğer bu gün bazı kimseler zekâtını bizzat kendi elleri ile dağıtıyorlarsa, bu, İslamın farz kıldığı bir şekil ve nizam değildir.”
Seyyid Kutup, zekât üzerinde de İbni Teymiyye’nin sözlerini tekrar etmekten kendini alamamıştır. Burada da Ehli Sünnetten defalarca olduğu gibi ayrılmıştır.
Hani kafadan “bu böyledir” demekten daha kolay bir şey yoktur herhalde. İslam âlimleri ise deliller ile konuşurlar.
ZEKÂT MESELESİNİ BİR AÇIKLAYALIM!
Yeri gelmiş iken bu konuda bir açıklama yapmak ve Sahabe efendilermize atılan iftiraya değinmek gerekiyor.
Ehli sünnet dört mezhep imamı sözbirliği ile bildiriyor ki. “zekat” demek “bir müslümanın tam mülkü olan zekat malı”nın yani helal yoldan malik olduğu, elindeki zekat malının belli bir kısmını, Kur’an-ı Kerimde bildirilen sekiz sınıf müslümandan yedisine temlik, teslim etmesi, vermesi demektir. Hanefi mezhebinde bunlardan yalnız birine de verilebilir.
Bu 7 kimse: fakir, miskin, amil (hayvan zekatını ve öşür denilen toprak mahsulünü toplayan kimse) hac ve gazada olan kimse, evinden ve malından uzak kalmış olan ve borçlu olan ve azad olacak köledir.
MÜELLEFİ KULUB NESH EDİLDİ
Sekizinci Sınıf “mellefi Kulub” denilen kimseler olup, kalplerine iman yerleştirilmesi istenilen veya kötülükleri önlenmek istenilen bazı kafirler ve yeni iman etmiş olan bazı zayıf müslümanlar idi. Resulüllah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) bunların üçüne de zekat verirdi.
Fakat Hazreti Ebubekir zamanında, Beytül Mal emini olan Hazreti Ömer, (İbni Abidin’de delil olarak yazılı olan) ayeti kerimeyi ve (kütübü sitteninde hepsinde olan) “Mu’az”hadisini okuyarak, “müellefi kulub olanlara zekat verilmesini Resulüllah nesh eylemiştir” dedi. Halife ve Ashab-ı Kiramın hepsi bunu kabul ederek ayrıca icma hâsıl oldu.
Nesh Resulüllah hayatta iken olur, İcma ise vefatından sonra olur. Bu inceliği anlayamayanlar, bunu Hazreti Ömer’in neshettiğini zannediyorlar. Ashab-ı Kirama ve fıkıh âlimlerine dil uzatıyorlar. “Bedayi” ve diğer kitaplarda bildirildiği gibi, İslamiyete yardım için, düşmanın zararını önlemek için onlara para ödenebilir ama bu zekât kısmından değil, başka bölümden ödenir.
Zekat konusu ayrı bir bölüm gerektirdiğinden burada noktalıyoruz…
DEVLET TOPLUMUN MALINI İSTEDİĞİ GİBİ ALIRMIŞ!
Seyyid kutup “Cihan Sulhu” adlı kitabında hezeyanlarına devam ediyor. “Devlet yalnız vergi yolu ile değil, şahsi mülkiyetlerden ihtiyacın gerektirdiği miktarı karşılıksız ve iade etmemek üzere alır. Toplumun umumi ihtiyaçlarına harcar” diyor.
Aslında tam bizim devlet adamlarına göre bir fetva. Onlarda nereden vergi alsak diye düşünüyorlardı. Bak düşünmenize gerek yok, Seyyid Kutup’un aklına uyarak milleti soyabilirsiniz.
“Mecelle” de geçtiği üzere “Başkasının mülkünü kullanmak için emrolunamaz”.Mesela filancanın malını, falanca kimseye ver diye birisine emredilemez.
“Dürrül Muhtarda” da: “Bir kimsenin malı, onun gönlü rızası olmadan alınırsa helal olmaz” buyruyor.
İmam-ı Ahmedin Müsnedinde ve Ebu Davud’da geçen bir hadis-i şerifte ise Peygamberimiz şöyle buyuruyor: “Bir kimsenin malı, onun gönül rızası olmadan alınırsa helal olmaz.”
Seyyid Kutup’un sosyalist yaklaşımı, İslamiyet’ten ne kadar uzaklaştığının da bir göstergesi. Çünkü onun savunduğu sistem adaletin olmadığı sosyalist sistemlerde mevcuttur. İslam’da ise kapitalist bir sistem yoktur. Herkes alın terinin, çalışmasının karşılığını bulur. Devlet de, reisler de milleti sömürmez.
HIRSIZ SOYAR, DEVLETE YARAR!
Yine Cihan Sulhu adlı kitabına şöyle diyor: “Yağma, soygunculuk, gasp, hırsızlık, rüşvet, hile ve faiz, ihtikar ve bunlara vesile olan yollardan şahsi mülkiyet meydana gelmez. Devlet istediği zaman bunu tamamen veya kısmen hazineye alabilir. Tarihi örnekler, bu hakkın tamamen devlete verildiğini göstermektedir.”
Haksız kazançlar elbette helal değildir. Devletin bunlar istediği zaman değil hemen geri alması lazımdır fakat geriye aldığı, devletin olmaz. Bunları sahibine ulaştırması lazımdır. Devletin vazifesi, acizin hakkını zalimden alıp, ona yardımcı olmaktır. Bunu mazluma ulaştırmayıp hazineye alırsa o hırsızdan ne farkı kalır?
İbn-i Abidin beşinci ciltte şöyle demektedir: “haramdan elde edilen, mesela gasp edilen mallar sahiplerine geri verilir. Böyle mallar, Beytül malın olmaz. Bütün müslümanların ortak malı da olmaz.”
SAHABE-İ KİRAMA DİL UZATAN SAPIK
Seyyid kutup “İslamda Sosyal adalet” adlı kitabında mezhepsizliğini ve sahabeye olan kini kusmaktan geri durmamıştır. Bakın 247. Sayfasında ne zırvalıyor:
“Beni Ümeyyenin iktidara gelişi zararlı oldu. Hazreti Ömer birkaç sene daha hilafette kalsaydı veya Hazreti Ali üçüncü halife olsaydı yahut hazreti Osman iktidara geldiğinde yirmi yaş daha genç bulunsaydı, İslam tarihinin çehresi daha başka olurdu. Hazreti Ömer, zenginlerin artan mallarını alıp, fakirlere eşit tevzi ederdi”
Bu yazılarında Hazreti Osman (Radıyallahu Anh) ın idaresiz, beceriksiz olduğunu ima ediyor. Hazreti Ömer (Radıyallahu Anh) ise “Osman halife olamaya daha layıktır, muktedirdir” buyuruyor. Şimdi acaba hangisine hak vereceğiz?
O halde Hazreti Ömer (Radıyallahu Anh) yanılmış mıdır? Peygamberimizi sie şöyle buyuruyor: “Allah’u Teâlâ, doğru sözü Ömer’in dili üstüne koymuştur”…
SAYMAKLA BİTMEZ HEZEYANLAR
Seyid kutup’un hezeyanlarını “bana göre”lerini saymakla bitiremezsiniz. Bu gün hem müslüman hem sosyalist geçinen “yeşil komünistlerin” ilham kaynağı olan Seyyid Kutup yine birçok reformist tarafından övülmekte ve fikirleri gençlere aşılanmaya çalışılmaktadır. Bize düşen görev bu reformistlerin fikir kalıplarını çözmek ve kimliklerini iyi bilerek ortaya atılan fikirlerin değerlendirmesini yapabilmek, aldanmamak ve her yerde deşifre etmek. Bu kabiliyeti kazandığımız zaman Ehli sünnetin sırtı yere gelmez demektir
www.ihvanlar.net
Seyyit Kutup kimdir?
Soru : Seyyid Kutub kimdir, bazı eserlerlerde sapık fikirleri ve hatta mezhepsiz olduğu ve idam edilmeden önce bu fikirlerinden tevbe ettiği, lakin eserlerinin insanları zehirlediği belirtiliyor? Bu konuda ayrıntılı bir malumat verir misiniz?
EL-CEVAB: Seyyid Kutub l903 ‘de Mısır’ın Said bölgesi köyünde doğdu.Ailenin ikinci çocuğu idi.... Birincisi Hamide Kutub, ikincisi kendisi, üçüncüsü Emine K
utub ve dürdüncüsü Muhammed Kutub.İlk okuldan sonra orta ve liseyi Kahire’de dayısının yanında okudu. Bu esnada ailesi de Kahire’ye taşındı. Yüksek tahsilini meşhur (!) Ezher’in Edebiyat fakültesinde yapmış olduğundan, her hükmü edebiyatçı yaklaşım ile ele alarak, ehl-i sünnet ve cemaat çizgisini tanımayanları kolay ikna etmiştir. 1941 yılında Sosyoloji doktorası için resmen Amerika’ya gitti. Önce sosyalist fikirleri yaydı..Sonraları Kahire müftüsü ve mason locası başkanı olan Abduh’un dinde reformist yolunu benimsedi.1966′da idam edildi..Görüldüğü gibi, Kutub; İslami ilimler okuyarak bir hak mezhebe göre bilgi sahibi olmak yerine, sosyoloji ve edebiyat alanında ihtisas sahibi birisidir.İslam’a yaklaşımı ve anlatışı, maalesef işte bu temelsizlik yüzünden hep hatalı olmuştur.
Ahmed Davudoğlu merhum, O’nun için :”Seyyid Kutb bir ediptir, biraz dini kültürü vardır.Sözü dinde sened olamaz.Çünkü, (icazetli) din alimi değildir” buyurmuştur.[1] Bir insanın sözünün dinde sened olabilmesi için icazetli ehl-i sünnet ve cemaat alimi olması lazımdır.Hele icazetsiz birinin tefsir yazması cinayettir.Şehid olmuş mudur, olmamış mıdır meselesi için : Üstad Necip Fazıl merhum:”Sahte Kahramanlar konferansımda gerçek kahraman olarak göstermiştim. Fakat sonradan gördüm ki, Seyyid Kutub bir İbni Teymiyye meddahıdır ve kellesini kaptırdığı sosyalizma yularının zoruyla Hazreti Osman (RA)’a adaletsizlik isnad eden ve dil uzatan bir bedbahttır. İdam edilmeden bu sapıklıklarından istiğfar ettiğini söyleyenler oldu. Eğer öyle ise şehid.. Değilse, mücadelesi kafire karşı bir sapığın davranışından ileri geçmeyen bir zavallı.”[2]
Bu son ihtimale göre şehid olsa bile, Seyyid Kutub ile meselemiz bitmiyor ve bitmeyecek. Zira yazmış olduğu sapık kitapları ve bir de ortada tefsir diye gezen, şahsi hezeyanları var..Bu tefsir isimli (Fi’zilail Kur’an) güya Kur’an tefsiri ve sapık kitapları piyasada gırla gidiyor. Mezhepsizler -tıpkı diğerlerine yaptıkları gibi- O’nun da kitaplarını yaymayı cihad biliyorlar. Çok ilginç olan bir şey de, İslam devleti kurma maksadlarını içeren kitaplarından Türkiye’de düzen koruyucuları hiç rahatsız olmuyorlar ! Yıllardır, her dönemde serbestçe satılmaktadır. Bu kişi, Mısır’da Nasır’a ve onun düzenine karşı mücadele vermedi mi ? Öyleyse onun kitaplarının TC için bir tehlike arz etmesi gerekmez mi ?! Tabi birileri onun sapık görüşlerle Ehl-i sünnete darbe vurduğunun farkında..Böyle adamların kitapları okunsun, ümmet bozulsun !
Kendisi tevbe edip, şehid olsa bile, bu temenni gibi bir söylenti, elde belge yok bir, ikincisi; ortalıkta gezen kitapları her gün binlerce insanı zehirliyor..Şimdi onun kitaplarındaki sapıklıkları yazmıyalım da, insanların sapanlarında artış mı olsun ? Şehitse, şehitliği kendine mübarek olsun.Amma tevbe etse bile, bu veballeri “Kim kötü bir çığır açarsa, peşinden gidenlerin günahlarından eksilmeksizin, kendisine yüklenir ” hadis mealinin belirttiği konumda olur..M.Şevgi Eygi’nin dediği gibi, “O bu kitablar yüzünde, mezarında kan terlemektedir.”[3]
İşte S.Kutub’un yanılgılarının ve ehl-i sünnet inancına uymayan görüşlerinden bazılarının vesikaları :
1- Seyyid Kutub, bütün kitaplarını müctehid edası içinde yazar.Yani kendisini müctehid yerine koyar..Bir İmamı Azam (RA) gibi sanır..Tefsirinde geçmiş ehl-i sünnet müfessirinden pek kaynak göstermez..”Kur’anı kendi reyi ile tefsir edenin yeri cehennem ateşi olsun”[4] hadis-i şerifini çok iyi düşünmek durumundayız.
2- Bütün kitapları ayet ve hadisten derlemedir.Ayetler herhangi muteber bir tefsire dayanmaz.Hadislerin yorumu, şahsı tarafından yapılır.Nasih, mensuh, sebeb-i nüzul ilimleri bilinmeden tefsir işine soyunmak büyük bir musibettir.
3- İcma ve Kıyas tanımaz. Sahabe için bile durum böyledir.Mesela, ‘’eğer bugün bazı kimseler zekatı kendi elleriyle verebiliyorlarsa, bu İslamın farz kıldığı bir şekil ve nizam değildir ” deme cür’eti kendisine aittir.[5] Ne var bunda diyenler meseleleri kavramamış insanlardır.Bu sözün ucu Hazreti Osman (RA) efendimize ve O’nun mübarek ictihadına ve bu ictihad sonucu oluşmuş, icma-i ümmet, yani Hazreti Osman radiyallahü anh efendimiz zamanında yaşayan tüm sahabelerin ittifakını reddemeye-Allah bizleri bu sapıklığa düşmekten korusun amin- götürür. Zira Hazreti Osman (RA) efendimiz ictihadıyla altın ve gümüş zekatlarının verilmesini sahiplerine bıraktı. Bu noktada Seyyid Kutub, hiçbir mezhep imamının demediğini demiş oldu..Zaten mezhepsizler, mezhepler üstüdür.
Müslüman ümmet, yüzyıllardır, altın, gümüş, para gibi görünmez değerlerini; Hz.Osman -radiyallahü anh- efendimiz ve sahabe-i kiramın icmaına uyarak zekat olarak veriyorlar. Kutub, yukarıdaki cümlesiyle hem müslümanları ve hem de sahabeyi, Hz.Osman efendimizi, bu İslam’ın farz kıldığı bir şekil ve nizam değildir diyerek farzı yerine getirmemekle; İslam dinini bilmemekle itham etmiş oluyor. Bu ne büyük enaniyet, nefse ve akla güveniştir.. Adam gözümüzün içine baka baka İslam büyüklerine yaldızlı edebiyatı ile hakaret ediyor. Buna rağmen bazı aymazlar da Kutub büyük alimdir diyebiliyorlar. (devam edecek)
[1] Ahmed Davudoğlu, Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri
[2] N.Fazıl Kısakürek, Doğru Yolun Sapık Kolları
[3] Ehl-i Sünnet İtikadı, sh: 10 Bedir yayınevi.
[4] Tirmizi
[5] Seyyid Kutub, Cihan Sulhü ve İslam, sh.150-158
Gönderen dünyadinbilimleri zaman: 05:40
MURAT YAZICI.COM
Aşağıda iki ayrı siteden bazı yazıları -herhangi bir değişiklik yapmadan- nakledeceğim. Okuyucuyu ikaz için vurgulayayım ki, aktardığım bu yazılarda yanlış ve edeb dışı ifadeler mevcuttur. Bu derlemenin bir benzerini birkaç sene evvel bir forumda neşretmiştim. Mezkur forum ve oradaki yazılarım silinmiş bulunuyor. Biraz araştırma ile bahis konusu siteleri tekrar buldum. Sitelerin adreslerini ve bu yazıları hangi tarihte buraya kopyaladığımı da not ettim:
http://www.gunes.com/2005/02/18/yazidizisi/i1.html
(Buraya kopyalandığı tarih: 18 Eylül 2009)
Mısırlı ünlü İslam tarihçisi ve siyaset kuramcısı Seyyit Kutup der ki: Muaviye'yi; yeğenim diyerek koruyan ve İslam toplumunun başına bela eden Halife Osman olmuştur. Emeviler de İslam görüntülü olmalarına karşın; İslam'ın ilkelerini ayaklar altına almışlardır.
http://www.karacaahmet.com/Content.ASPX/17/31991/tarih-tan%C4%B1kt%C4%B1r
(Buraya kopyalandığı tarih: 18 Eylül 2009)
Bu sitede "Seyyid Kutub'dan aktaran Mehmet Emin Bozarslan: Hilafet ve Ümmetçilik Sorunu" diye kaynak gösterilerek şunlar yazılmıştır:
Elbette Muaviye birdenbire ortaya çıkmamıştı. Onu böyle büyüten de Halife Osman olmuştu. Osman, hazineyi akrabalarına yağmalatmış, bütün önemli valiliklere onları getirmişti. Bundan başka Arap kabile reislerine ve ileri gelenlerine fethedilen topraklara gitme, oralardan mal edinme hakkını vermişti. Ebu Bekir ve Ömer zamanında yasaklanan bu talancı-yağmacı tavır, Osman tarafından hayata geçirilince Arabistan'da çalışıp kazanmadan her taraftan kazanç elde eden boş bir aristokrat sınıf ortaya çıkmıştı (Seyyid Kutub'dan, Age, s.37)
Osman'ın yanlı tutumu ve Kuran konusunda yaptıkları yüzünden ayaklanma başladı. Seyyid Kutub, bu olguyu değerlendirirken diyor ki:
"(...) Genellikle o ayaklanma Osman'ın, daha açıkçası Mervan'ın (Osman'ın Başbakanı) ve onun arkasındaki Emevilerin tutumundan İslam ruhuna ve yönetimine daha yakındı. Osman için şu mazereti buluyoruz: Kötü tesadüfler kendisini halifeliğe getirdi. Çünkü Emevi topluluğu çevresinde bulunuyordu. Kendisi de seksenine yaklaşmış güçsüz bir ihtiyardı.
(...)
Osman'ın kişiliğinde İslam'ın ruhunu itham etmemiz güçtür. Fakat onun hatasını da affetmemiz o ölçüde güçtür. Çünkü, açıktır ki, üçüncü Halife'nin mal dağıtımındaki tutumu, müsteşarı Mervan'ın tutumu ve onun görevlerin çoğunu Emevilere vermesi, bütün bunlar tarihin gidişini etkileyen birtakım genel durumlar yarattı. Artık mesele, bir ferdin rolünden ibaret değildi, ağırlığı ve itici gücü olan birtakım durumlara yol açtı.
Osman, fiilen Emevi Devleti'ni ayakta bırakarak gitti. Bunu, her yerde, özellikle Şam'da onlara imkan ve İslam ruhundan uzak olan Emevilik ilkelerine ortam hazırlamakla yaptı. Böyle olmasaydı, Muaviye sonradan Halifeye (Hazreti Ali'ye) karşı çıkmak için tehlikeye atılamayacaktı. Çünkü, Muaviye'yi Muaviye yapan Osman'ın 13 yıllık iktidarıydı. Çünkü bu iktidar onun eline para gücünü, ordu gücünü ve devlet gücünü toplamıştı." (Seyyid Kutub'dan, age, s.38-39)
20. Yüzyıl'da İslam dünyasının en önemli düşünürlerinden birisi sayılan Mısırlı Seyyid Kutub'un bu değerlendirmesi, iki zihniyeti göstermesi açısından öğreticidir. Alevilik, Hazreti Ali'ye bağlılık olarak Muaviye karşıtlığı biçiminde yükselirken, adaletsizliğe, zorbalığa, eşitsizliğe karşı da yükselen bir hareket olmuştur. Bugünkü Alevi kimliğini neden Hazreti Ali sembolünün belirlediğini yukarıdaki örnek göstermektedir. Muaviye ise peygamberin davranışlarını (Sünnet'i) hayata geçirdiğini iddia ederek kendisince bir yol icat edecek ve Sünnilik böyle şekillenecektir.
***
Bunlara cevap olarak, şu hadis-i şerif mealleri yeterli olmalıdır:
(Osman dünyadaki dostum ve ahiretteki dostumdur.)
(Osman cennetliktir.)
(Her Peygamberin cennette bir arkadaşı vardır. Benim de cennetteki arkadaşım Osman'dır.)
(Gerçekten Osman'ın şefaatıyle hepsi cehennem ateşine müstahak olan yetmiş bin kişi hesapsız olarak cennete girecektir.)
(Biz Osman'ı ancak babamız olan İbrahim aleyhisselama benzetiyoruz.)
(Osman ahlakça bana en çok benzeyen eshabımdandır.)
Bkz. İmam İbni Hacer el-Mekkî el-Heytemî, Es-Savâiku'l-Muhrika, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1990; s.250 vd.
İmam-ı Tirmizî'nin yazdığı iki hadis-i şerifin mealleri de şöyledir:
Câbir’den (radıyallahü anh) rivâyete göre, şöyle demiştir: Peygamber'e (sallallahü aleyhi ve sellem) cenaze namazını kılması için bir adam getirildi. Fakat Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellem onun cenaze namazını kılmadı. Bunun üzerine: “Ey Allah’ın Resûlü! Bundan önce hiçbir kimseye cenaze namazını kılmadığını görmedik.” Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Bu kimse Osman’a düşman idi. Allahü teâlâ da ona düşmandır.”
Katâde'den (radıyallahü anh) rivâyete göre, Enes onlara şöyle anlatmıştır: Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem beraberinde Ebû Bekir, Ömer ve Osman (radıyallahü teâlâ anhüm) olduğu halde Uhud dağına çıkmışlardı. Dağ onları salladı. Resulullah buyurdu ki:(Ey dağ, sallanma! Senin üstünde bir nebî, bir sıddîk, iki şehîd [Ömer, Osman] vardır.)
Bkz. Sünen-i Tirmizî Tercemesi, c.3, s. 273 ve 277, Konya Kitapçılık, Konya, Nisan 2004.
Görülüyor ki, Resûlullah Hazret-i Osman’a buğzeden kişinin cenâze namazını kılmamıştır.
Allâme İbni Hacer diyor ki:
Hadis ravisi Müslim'in en yüce şeyhlerinden, asrının imamı olan Ebu Züra er-Razi demiş ki: "Birisi, Resulullah'ın (aleyhisselam) eshabından birisini noksanlıkla ayıplarsa, gerçekten o kimsenin zındık olduğunu bil. Çünkü Resulullahın (aleyhisselam) peygamberliği doğrudur. Kur'an-ı kerim de doğru bir kitapdır ve Peygamber'in (aleyhisselam) getirdiği din de hakdır. Bunların hepsinin hak, doğru oldukları itikadı bize sahabeden gelmiştir. Onları (sahabeleri) cerh eden, ayıplayan kimse, ancak Allah'ın kitabını, Resulü'nün sünnetini iptal etmek ister. Öyle ise cerh edilmek o kimseye daha yakışır ve zındıklık, sapıklık, yalan söylemek, fasıklık nitelikleriyle nitelenmeye o kimse herkesden daha layıktır." (Es-Savâiku'l-Muhrika)
Lütfen blogumdaki "Eshâb-ı kirâmın fazileti ve hazret-i Mu’âviye" başlıklı yazıya da bakınız.
İmam-ı A'zam Ebû Hanife rahimehullah buyuruyor ki:
"Deccal'in, Ye'cüc ve Me'cüc'ün ortaya çıkması, güneşin batıdan doğması, Hz. İsa'nın gökten inmesi ve sahih haberlerde bildirilen kıyamet alâmetlerinin hepsi de haktır."
Ehl-i sünnet âlimleri, İsa aleyhisselamın ölmediğini, diri olarak göğe kaldırıldığını yazmışlardır. Nitekim, Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki (Nisa 157-158):
(Allah’ın resulü Meryem oğlu İsa’yı öldürdük dedikleri için Yahudileri lanetledik. Hâlbuki onlar İsa’yı öldürmediler, asmadılar da. Öldürülen kimse kendilerine İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilafa düşenler tam bir kararsızlık içindedir. Bu konuda zandan başka hiçbir bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Bilakis Allah İsa’yı kendi nezdine kaldırmıştır.)
İmam-ı Kurtubî rahimehullah 158. âyet-i kerimenin tefsirinde diyor ki: "Yani onu semaya kaldırmıştır. Yüce Allah ise mekândan münezzehtir."
Seyyid Kutub Âl-i İmrân sûresi, 55. âyetini yorumlarken diyor ki:
"Onlar Hz. İsa'yı (selâm üzerine olsun) asmayı ve öldürmeyi istediler. Allah ise, O'nu vefat ettirmeyi ve kendisine yükseltmeyi diledi. ...Fakat O'nun vefatı nasıl gerçekleşti ve o nasıl yükseltildi... Bu konu Allah'tan başkasının yorumunu bilemeyeceği "müteşabih" kapsamına giren gayb meselesidir. Onları araştırmakla elde edilecek yararlı bir sonuç yoktur. Ne inançta ne de hukukta bunun bir yararı olmaz. Bu meselelerin peşine düşenler ve onları tartışma konusu edenler sonunda kuşkuya kapılırlar, kafaları karışır ve çıkmaza girerler. Allah'ın bilgisine havale edilen bu meselede ne kesin bir gerçeğe ne de gönül huzuruna kavuşabilirler."
Bu satırları okuyan bir kişinin İsa aleyhisselamın öldüğünü düşünmesi kaçınılmazdır. Sonra Nisâ sûresi 158. âyetini yorumlarken şu muallak sözleri sarfediyor:
"Kur'an-ı Kerim, ... Daha hayattayken ruh ve cesetle birlikte mi göğe çıkarıldı yoksa öldükten sonra sadece ruh olarak mı? Ve bu ölüm ne zaman ve nerede meydana geldi? Bunlara değinmiyor. Buna göre onlar O'nu öldürmediler, çarmıha germediler, sadece O'na benzettikleri birini öldürüp çarmıha gerdiler. Kur'an-ı Kerim bu gerçeğin ötesinde başka bir ayrıntıya girmiyor. Sadece başka bir sûrede şöyle demektedir: "Ey İsa ben senin canını alacak ve katıma yükselteceğim." (Al-i İmran Suresi, 55) Bu da diğer ayet gibi İsa'nın ölümüne ilişkin ayrıntı vermiyor. Bu ölümün mahiyetini ve vaktini de açıklamıyor. Biz de bu tefsirde, uyduğumuz yöntem uyarınca, Kur'an'ın gölgesinden ayrılmak istemiyoruz. Elimizde bir kanıt olmadığı gibi, böyle bir kanıtı elde etmek imkanına da sahip olmadığımız halde, çeşitli söylentilerin ve efsanelerin arasına dalmamıza gerek yoktur."
Sonra Mâide sûresinin 117. âyetini yorumlamaya çalışırken şunları yazıyor:
"Vefatından sonra onlardan elini-eteğini çektiğini ifade ediyor. Kur'an-ı Kerim'in açık ayetleri yüce Allah'ın önce Hz. İsa'nın canını aldığını sonra da katına yükselttiğini açıklıyor. Bazı rivayetler O'nun Allah katında diri olduğunu bildiriyor. Burada anlayabildiğim kadarıyla Allah'ın onun dünya hayatına son vermesi yine onun Allah katında diri olması arasında hiç bir çelişki yoktur. Nitekim şehidlerde yeryüzündeki hayatlarını yitirirler. Fakat onlar Allah'ın katında diridirler. Yalnız biz onları nasıl bir hayat sahibi olduklarını bilemeyiz. Hz. İsa'nın hayatı da bunun gibidir. Nitekim o burada Rabbine: "Fakat sen canımı alınca artık onların ne yaptıklarını bilemem" demektedir."
Bütün bunları okuyunca, Seyyid Kutub'un İsa aleyhisselamın öldüğünü kabul ettiği açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Kutub'un bu anlayışını İsa aleyhisselamın kıyamete yakın gökten ineceği gerçeği ile nasıl bağdaştırdığı konusunda bir açıklamasını göremedim.
Dr. Ebubekir Sifil'in şu tespitleri konumuzla alakalıdır:
Sünnet'e baş vurduğumuzda ise önümüze, Hz. İsa aleyhisselamın diri olarak göğe çekildiğini ve kıyamete yakın yeryüzüne indirileceğini anlatan hadisler çıkıyor. Üstelik, aksi doğrultuda tek bir rivayet dahi mevcut değilken, Hz. İsa aleyhisselamın akıbeti konusuna dolaylı veya doğrudan temas eden bütün hadisler aynı ortak noktayı, Hz. İsa aleyhisselamın diri olarak göğe kaldırıldığı ve kıyamet öncesinde tekrar ineceği hususunu "tevatür derecesine" varan bir kemiyet ve keyfiyette vurguluyor. Sünnet'in Kur'an'ın beyanı ve açılımı olduğunu sureta savunanların, bu meselede ağız ve taraf değiştirmesi, ister istemez ortaya bir "tutarlılık ve samimiyet" problemi çıkarıyor... Burada konumuz bakımından şu soru önemlidir: Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Hz. İsa aleyhisselamın akıbeti konusunda neler söylemiştir? Hadis ve Tarih kaynaklarında Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Hz. İsa aleyhisselamın öldüğü konusunda nakledilmiş bir tek sözünün bulunmamasını nasıl açıklayacağız? (Milli Gazete - 4 Ekim 2003)
Seyyid Kutub Hadid Sûresi 4. âyetin tefsirinde şöyle yazıyor:
Arş da öyle. Biz buna yüce Allah'ın tanıttığı biçimi ile inanıyoruz, fakat ne olduğunu bilemeyiz. "Arş'a istiva" meselesine gelince bu deyimin varlıklar bütüne egemen olmanın dolaylı (kinayeli) bir anlatımı olduğunu söyleyebiliriz. Böyle derken Kur'an'ın bize öğrettiği şu kesin ilkeye dayanıyoruz: Yüce Allah durum değişikliğine uğramaz. Buna göre bir zamanlar Arş'a kurulmamış durumdayken daha sonra Arş'a kurulmuş olması düşünülemez. Bizim "Arş'a istiva" olgusuna inandığımızı, fakat bunun nasıl olduğunu bilmediğimizi söylememiz ayette "Arş'a istiva etti" sözünün ne anlama geldiğini açıklamaz. En doğrusu az önce dediğimiz gibi bu sözün mutlak egemenliğin dolaylı bir anlatımı olduğunu söylememizdir.
"Nerede olursanız O sizinle beraberdir."
Bu söz gerçek anlamında söyleniyor. Yani "kinaye" ya da "mecaz" anlamı değildir kastedilen. Gerçek yüce Allah her yerde, her zaman her şeyin ve herkesin yanındadır. Yapılan her hareketten haberdardır, kullarını gözler. Eğer insan kalbi bu gerçeği somut biçimde kavrarsa son derece müthiş bir gerçek olduğunu derhal anlar. Bu gerçek bir yandan ürpertici, bir yandan da ürkekliği gidericidir. Yüce Allah'tan duyulan korkuyu somutlaştırdığı için ürpertici, buna karşılık yüce Allah'a yakınlığın okşayıcılığını hissettirdiği için ürkekliği giderici, ferahlatıcıdır. Bu gerçek tam anlamı ile kavranırsa insan kalbini tek başına arındırıp yüceltebilir, ondaki bütün yeryüzü kaynaklı endişeleri dışarı atarak tek başına onların yerini alabilir. Onu sürekli biçimde çekingenlik ve korku halinde tutarak hayatın her türlü kirinden ve lekesinden uzakta kalmasını sağlayabilir.
Kutub'un sözü burada bitti.
Bir tanıdığımız yukarıda koyu harflerle yazılı kısmın Arapçasına bakmış ve Latin harfleri ile transkripsiyonunu göndermiş:
"ve hiye kelimetün ale-l hakıykati lâ ale-l kinâyeti ve-l mecâzi. Fellâhü mea külli ehadin ve mea külli şey'in fiy külli vaktin ve fiy külli mekân, muttaliun ale mâ ya'melü, ve basiyrun bil ıbâd."
Yani: "Bu hakikat üzere olan bir kelimedir, kinaye ve mecâz değil. Allah herkesle ve herşeyle her zaman ve her yerde beraberdir, yaptıklarına muttalidir ve kullarını görür."
Aslında, Seyyid Kutub'un önce yazdığı,
"Yüce Allah durum değişikliğine uğramaz. Buna göre bir zamanlar Arş'a kurulmamış durumdayken daha sonra Arş'a kurulmuş olması düşünülemez."
ifadesi ve Secde sûresi 4. âyet-i kerimenin tefsirinde yazdığı,
"Yüce Allah'ın, bir durumda, bir konumda olması sonra bir başka duruma ve konuma geçmesi mümkün değildir."
açıklaması okununca, Ehl-i sünnet âlimlerini doğru anlamış olduğu intibaı doğmaktadır. Meselâ, büyük İslam âlimi Ebü'l-Muîn en-Nesefî (vefatı m. 1115) rahimehullah diyor ki:
"Mekânın öncesizliği (kıdemi) görüşü yanlışlandığından dolayı, Allahü teâlâ hiç bir şekilde herhangi bir mekânda yer tutmuş olarak nitelenemez. Çünkü Allahü teâlâ ezelde bir mekânda yer tutmuş değildir. Biz yüce Allah'tan başka bir şeyin kadîm olmasının imkânsızlığını kesin olarak ispat ettik. Allahü teâlâ ezelde bir yer tutmadığı ve Arş'a temas etmediğine göre, eğer mekânı yarattıktan sonra bir yer tutmuş olsa, O'nun varlığı değişmiş ve zâtında bir temas etme hali yaratılmış demektir. Halbuki değişim ve yaratılmış özellikleri taşımak, sonradan yaratılmış olmanın belirtileridir. Bu ise yüce Allah hakkında imkânsızdır... " (Kitâbü't-temhid li Kavâidi't-tevhîd (Tevhidin Esasları), İz Yayıncılık, İst., 2007; s.39-42)
İmam-ı Kurtubî rahimehullah aynı âyet-i kerimenin tefsirinde diyor ki:
"Nerede olursanız O "kudreti, saltanatı (egemenliği) ve ilmiyle" sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı çok iyi görendir." Amellerinizi görür. Onlardan hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Yüce Allah bu âyet-i kerimede hem "Arş üstüne istiva eden" özelliğini, hem de "O sizinle beraberdir" özelliğini bir arada zikretmektedir. Bu iki ifadenin zahirlerini almak bir çelişkidir. O halde burada bir tevilin yapılmasının kaçınılmaz oluşuna bu delil teşkil etmektedir. Tevilden yüz çevirmek ise çelişkiyi kabul etmektir. İmam Ebu'l-Meâli de şöyle demiştir: İsra gecesinde Muhammed aleyhisselam yüce Allah'a balığın karnındaki Metta oğlu Yunus'tan daha yakın değildi."
Ancak, Kutub'un daha sonra kullandığı ifadeler okuyucusunu Allahü teâlânın her mekânda, her yerde olduğu gibi bozuk bir inanışa sevketme tehlikesini doğurmaktadır - kendisi bu kasıdla yazmış olsun veya olmasın. Halbuki, Arş mahluk olduğu gibi, dünya, yıldızlar, gökler ve bütün mekânlar mahluktur, sonradan yaratılmıştır. Meşhur Mızraklı İlmihal'de diyor ki:
"Bir kimse Allahdan hâli [boş] yer yok dese veyâ Allahü teâlâ gökdedir dese, kâfir olur demişler." (Miftahu'l-Cenne-Mızraklı İlmihal, Bedir Yay., s.116)
Feteva-i Hindiyye tercümesinde şu ifade mevcut:
"Allahü Teâlâ için, mekân iddia eden kimse kâfir olur. (Allahın olmadığı, boş bir yer yoktur) diyen kimse, kâfir olur..."(Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 4/312-319.)
Görülüyor ki, "Allahü teâlâ hakikaten her yerdedir" veya "Allah hakikaten her yerde herkesin yanındadır" demek kişiyi İslam dairesi dışına çıkarmaktadır.
Seyyid Kutub'un bu satırları yazarken tam olarak ne düşündüğünü bilmek imkânına sahip değiliz. Kitabının başka bir yerinde "Zaman ve mekana sığmayan, herşeyi kuşatan, kendisine benzer hiçbir şey bulunmayan öncesiz ve sonrasız zat..." ifadesini kullanmaktadır. Bu sözü ile yukarıdaki sözü çelişkilidir.
Dikkat edilirse, İmam-ı Kurtubî
"Yüce Allah bu âyet-i kerimede hem "Arş üstüne istiva eden" özelliğini, hem de "O sizinle beraberdir" özelliğini bir arada zikretmektedir. Bu iki ifadenin zahirlerini almak bir çelişkidir. O halde burada bir tevilin yapılmasının kaçınılmaz oluşuna bu delil teşkil etmektedir. Tevilden yüz çevirmek ise çelişkiyi kabul etmektir."
diyerek, "Nerede olursanız O sizinle beraberdir." mealindeki ifadenin zahiri ma'nâsında anlaşılmaması gerektiğini vurguluyor. Kutub ise, aksine "Bu söz gerçek anlamında söyleniyor. Yani "kinaye" ya da "mecaz" anlamı değildir kastedilen." diyor.
Belki de te'vil ile S. Kutub'un bu sözlerine başka bir ma'nâ yüklenebilir. Ancak, Kutub'un düşüncesi ve anlayışı ne olursa olsun, kullandığı ifadeler tehlikelidir ve yanıltıcıdır. Ehl-i sünnet itikadını muteber kaynaklardan okuyarak iyice öğrenmemiş bir kişi bu sözleri okuyunca, yanlış bir inanca saplanabilir. Vurguladığımız husus da zaten budur: Bu zatın kitapları gençlerin güvenle din bilgisi alabileceği, dinlerini öğrenebileceği muteber kitaplar değildir. Okuyanlara zararlı olmaktadır.
Murat Yazıcı
Seyyid Kutub, Sahabelere hakaret etmiş midir? Onun kitaplarına itibar edilir mi?
Sorunun Detayı
Günümüzde birçok çevre tarafından bir dava adamı, tevhid yolunda mücadele vermiş bir kişi olduğu söylenen Seyyid Kutub hakkında son zamanlarda piyasada dolaşan "Seyyid Kutup Gerçeği" adlı bir kitap çıktı. Bu kitapta Seyyid Kutub'un bir İngiliz ajanı olduğu söylenmekte ve İslam halifelerinin üçüncüsü Hz. Osman (ra)'ya hakaret ve birçok iftira attığı söylenmektedir. Bütün bu ifadelerin Seyyid Kutub'un yazmış olduğu "İslam'da Sosyal Adalet" adlı eserinin orijinal baskısında olduğu söylenmekte ve bu eseri Türkçeye tercüme edenler tarafından bu kısımların çıkarıldığı ya da değiştirilerek yumuşatıldığı söyleniyor. Söz konusu okuduğum kitapta geçen ifadelerden birkaçını buraya yazıyorum : "Pek yaşlı olan Osman'ın hilafete geçmesi kötü bir talihin eseridir. Sahabe Osman'ın İslam ruhundan ayrıldığını görüyorlardı. Ve İslamı kurtarmak, halifeyi de sıkıntıdan kurtarmak için Medine'ye toplanıyorlardı. Halife ise yaşlanmış, kocamış haliyle Mervan'a hükmedemiyordu. Osman'da İslam ruhu vardır dememiz zordur." (Seyyid Kutub, El-Adalet'ül İslamiyye Fil İslam, Dar'uş- Şuruk-1995, 5. Baskı s 186-187) Bu kitaptaki bilgiler gerçekten doğru mu?
Kullanıcı: musâb_47 | Tarih: Sa, 05/03/2013 - 01:08
Değerli kardeşimiz;
Seyyid Kutub, “İslam'da Sosyal Adalet” adlı eserinde Hz. Osman ve Hz. Muaviye hakkındaki bazı sözleri nedeniyle eleştirilmiştir.
Seyyid Kutub bu eserini 1946'da yazmaya başlayıp 1948 de bitirmiştir. Eser, İngilizce, Fransızca, Almanca, Türkçe ve Farsça'ya da tercüme edilmiştir.
Bu eserin ilk baskılarında Hz. Muaviye ve onunla birlikte bulunan sahabe-i kiram ile Hz. Osman'ı tenkit eden sözler sarf edilmiştir. Bu sözlerinden dolayı Allame Mahmud Şakir ve diğer bazı ilim adamları tarafından tenkit edilmiştir.
Seyyid Kutub bir insandır, bundan dolayı hata yapması çok doğaldır. Ancak hatasını gördüğünde hatasından dönen, hatası için Rabbinden bağışlanma dilemesini bilen erdemli bir insandı.
Nitekim Seyyid Kutup sağlığında bu konudaki yanlışlarını bizzat kendisi düzeltmiş ve adı geçen kitabın altıncı baskısında tenkit konusu sözleri tamamen çıkarmıştır. Kitabın son şekli 1964'te basılmıştır. (bk. Salah Abdulfettah Halidi, Seyyid Kutub mine'l-Milad ile'l-İstişhad - Doğumundan Şehadetine Seyyid Kutub, s. 540)
Bazı tercümelerde, bu kitabın ilk baskıları esas alındığından soruda geçen ifadelere veya benzeri fikirlere rastlamak mümkün olabilir.
1906 yılında Mısır’da doğan Seyyid Kutup, Kahire’de ilk tahsiline başlamış, orta ve liseyi el-Ezher’de tamamlamış ve Üniversite tahsilini ise Kahire Üniversitesinde bitirerek sosyoloji alanında doktora için Amerika’ya gönderilmiştir.
Bu arada sosyalizm düşüncelerinden etkilenmiş, fakir fukara edebiyatı yapmıştır. O, hayatını iki devreye ayırmış ve bu devresine “Cahiliyye Devri” demiştir.
Bir ara Müslüman Kardeşler Cemiyeti ile ilişki kurmuş, “Yeni Fikir” adlı bir dergi çıkarmış, 20. Asrın demokrasisine hayranlık duymuş, batıdaki gibi hak ve adaletin İslam dünyasında olmayışının ızdırabını çekmiştir. Bunun için mücadele vermiş, hükümet ile Müslüman Kardeşler teşkilatının arası bozulunca bu da nasibini almış ve hapse atılmıştır.
Daha önce başladığı otuz ciltlik tefsirini hapiste tamamlamıştır. Onun pek çok düşünceden sonra geldiği merhale, beşeriyetin tek kurtuluş çaresinin Kur’ân’a uymakta oluşudur. O, tefsirinin dışında irili ufaklı 35 eser daha kaleme almıştır.
Tabi ki, içinde bulunduğu toplumun sosyal ve siyasal bir kısım görüşlerinden etkilendiği için bir kısım fikirlerinde farklılık görülebilir, ancak onların tecrübelerinden ve düşüncelerinden de istifade etmek bir şey kaybettirmez.
Ehl-i sünnete uymayan görüşleri varsa onları almadan diğer fikir ve düşüncelerinden istifade edilebilir.
Ayrıca fikirlerini, sitesine ve yayınlarına alanların daha dikkatli olmaları gerekir. Eğer varsa ehl-i sünnete aykırı düşünceleri onları da ayıklamaları veya o fikirlere dikkat çekmeleri en uygun yoldur.
Ancak bazı hatalarının olması ondan ve eserlerinden istifade etmemize engel değildir.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Seyyid Kutub
Prof Dr. Mesut Erdal
Düşünce ve aksiyon insanı, bazen vefalı bir vatan evlâdı, bazen düşünce buudlu bir hareket insanı, bazen bir ilim âşığı, bazen dâhi bir sanatkâr, bazen bir devlet adamı, bazen de bunların hepsidir.
|
Seyyid Kutub’un (ö.1966) hayatına geçmeden evvel, onun yaşadığı dönemin siyâsî, ictimaî ve edebî ortamına kısaca göz atmak faydalı olacaktır. Çünkü bir düşünür ve edip, bir bakıma neşet ettiği cemiyetin aynası ve eseridir. Ayrıca içinde bulundukları siyasî, kültürel, ekonomik ve sosyal şartları etkiledikleri kadar kendileri de etkilenmişlerdir.
Mısır, diğer pek çok İslâm ülkesi gibi, Osmanlı’nın gerilemesi ve inhitatı sonrası gelen kötü yöneticiler sebebiyle, önce Fransız, sonra da İngiliz emperyalizminin ülkede uzun süreli kültürel dejenerasyonuna maruz kalmış olan bir ülkedir. Burada bir dönem Fransa toplum mühendisliği yapmış; buna mukabil eşitlik, adalet ve bağımsızlık isteyen Mısırlılar, yönetime karşı birçok isyan ve halk hareketlerine girişmişlerdir. Meselâ Ahmed Urâbî (ö.1914) isyanı bunların başında gelir. Mısır, bu hâdiseden sonra İngiliz emperyalizminin kontrolüne girer ve ülkede parlamenter rejime son verilir. Ordu, İngiliz subay ve yöneticilerinin gözetimi altında yeniden düzenlenir. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizler, Hidiv Abbas’ın iktidarına son verip Mısır’ın Osmanlı İmparatorluğu ile bağlarını kesince halkta ve siyasî çevrelerde ciddi infiale sebep olurlar.
1917’de Kral Fuad’ın başa geçmesinin akabinde, halk 1919 yılında bazı sebeplerle ayaklanır. Halkın ayaklanması karşısında İngilizler, tutuklu olan Sa’d Zağlûl ve arkadaşlarını serbest bırakırlar. 1920 yılından itibaren İngilizlerle parlamenter hayata geçiş konusunda bir dizi görüşme yapılır ve parlamenter hayata izin verilir ve daha sonra Sa’d Zağlûl başkanlığındaki el-Vefd Partisi iktidara gelir. Ama İngilizler ülkeyi fiilen yönetmeye devam ederler. Buna karşı tepkilerin sürmesi üzerine İngilizler, hükümeti de parlamentoyu da feshederler. Bu açık müdahale karşısında siyasî partiler ve diğer cemiyetler, sömürüye karşı işbirliği yapmayı kararlaştırırlar. 1927 yılında siyasî partiler emperyalizme kaba kuvvetle karşılık verme konusunda anlaşırlar. Her yerde çatışmalar başlayınca, İngilizler, olaylardan Vefd Partisi’ni sorumlu tutarak yöneticilerini tutuklarlar.
1930–1935 yılları arasında Mısır’da öğrenci hareketleri meydana gelir. Bu eylemler karşısında İngilizler bağımsızlık için müzakerelere yanaşmak ve ülkenin bir ölçüde bağımsızlık hakkını tanımak zorunda kalırlar.
1936 yılındaki bu olumlu gelişmeden sonra halk biraz rahat nefes alır. Ne var ki, İngilizlerle yapılan antlaşmada, ülke aleyhinde birçok madde vardır. Antlaşmaya göre, İngilizler, Süveyş Kanalı bölgesinde on binden fazla asker ve hava gücü bulundurmak, savaş durumunda ülkenin liman ve sahillerini kullanmak gibi haklara sahiplerdir.
Diğer taraftan 1949 yılında tahliye edilen Hasan el-Bennâ, aynı yılın şubat ayında faili meçhul bir cinayete kurban gider. Anarşik olayların yayılması üzerine, Kral Faruk, İngilizlerle işbirliği yaparak ülkede sıkıyönetim ilân eder. Bütün halk güçleri yerli ve yabancı emperyalizme cephe alır ve ülke 1951 yılında tam bir kaos ortamı içine girer.
Bu karışık duruma ve krallık yönetimine son vermek için, 23 Temmuz 1952 tarihinde, ordunun “Hür subaylar” olarak bilinen bir kanadı tarafından ihtilâl yapılır. Darbeden sonra Tümgeneral Muhammed Necib devlet başkanı olur. Ancak iki yıl sonra Cemal Abdünnasır yönetime el koyarak Necib’i görevden uzaklaştırır. Abdünnasır dönemi tam bir dikta ve zulüm dönemidir. Abdulkadir Udeh ve Seyyid Kutub başta olmak üzere çok sayıda Müslüman ilim adamı ve düşünür onun zamanında idam edilmiştir.
Fikrî, İctimaî ve Edebî Durum
Asrımızın ilk yarısında Mısır, edebiyat çevrelerinin yoğun tartışmalarına da sahne olur. Tartışmacıların başında, Tâhâ Hüseyn, Muhammed Hüseyn Heykel, Ahmed Emin ve Abbas Mahmud el-Akkâd gibi şahsiyetler bulunmaktaydı. Eleştirilere karşı geleneklerini savunma durumunda bulunan muhafazakâr çevrelerin başında da Mustafa Sâdık er-Râfiî, Ahmed Zeki Paşa, Muhammed Ferit Vecdi, Mahmud Muhammed Şâkir ve Ali Tantavî gibi şahsiyetler vardır. Bu iki grup arasında, genellikle edebiyat konularına dâir, sözlü ve yazılı münakaşalar olurdu.
Genç kalemlerden olmasına rağmen Seyyid Kutub’un da bu tartışmalara coşkuyla katıldığı görülür. O, gençlik döneminde Abbas Mahmud el-Akkâd’ın yanında ve Mustafa Sâdık er-Râfiî’nin karşısında yer alır. Kutub’un makaleleri onların da yazdığı ünlü dergi ve gazetelerde yayınlanırdı. O, özellikle hocası el-Akkad’a toz kondurmazdı. El-Akkâd’ın Kutub üzerindeki etkisi, hayat boyu sürmez ve edebiyat hayatının ilk yıllarından öteye geçmez. Artık o, kendi üslûbunu bulmuş, bağımsız bir fikrî ve edebî ekolün temsilcisi olarak temayüz etmiştir.
HAYATI
Seyyid Kutub, 1906 yılında Mısır’ın Asyot iline bağlı Mûşe köyünde doğdu. Bu köye aynı zamanda “Şeyh Abdulfettah’ın beldesi” de denirdi.
Seyyid Kutub’un ailesi çok zengin olmamakla birlikte seçkin ve asildi; köy içinde de itibar, şeref ve ilim üstünlüğü ile tanınırdı. Devlet görevlileri, sürekli bu haneye gelip giderlerdi. Zaman zaman burada geniş yemek ziyafetleri verilirdi. Bütün köy halkı gelir, bu hanede Kur’ân okunurdu. Bu, senede birden fazla yapılırdı. Bunların küçük Seyyid’in ruhunda derin izler bıraktığı muhakkaktır.
Babasının adı, el-Hâc Kutub İbrahim’dir. Kutub İbrahim, mütedeyyin, cemaatle namaza devam eden ve Allah’la irtibatına önem veren biridir. Namazlara giderken Seyyid’i de yanında götürürdü. Seyyid, on yaşına bastıktan sonra namaza tek başına gitmeye başladı. Nitekim Seyyid Kutub, “Meşâhidü’l-kıyâme” adlı eserinin başında, bu eseri telifinde ve ruhunda ahiret duygusunun şekillenmesinde babasının büyük rolü olduğunu ifade eder.
Seyyid Kutub’un annesi köyde parmakla gösterilen bir ailedendir. Kutub’un dört kardeşi vardı; ikisi Ezher’de okumuştu. Dolayısıyla bu aile, hem dînî hem de ilmî bir saygınlığa sahipti. Dayılarından biri olan Ahmed Hüseyin Osman, Kahire’de oturur ve gazetecilik yapar, Ahmed el-Mûşî adıyla yazılar yazardı. Seyyid Kutub, öğrenim için Kahire’ye geldiğinde bu dayısının evinde ikamet etmiştir.
Dindar bir kadın olan annesi sabırlı ve cömertti. Yemek yapar, işçilere gönderir ve bu vesileyle Allah’a kurbiyet kazanmaya çalışırdı. Kur’ân dinlemeyi çok sever ve çok etkilenirdi. Seyyid Kutub ilk İslâmî eseri olan et-Tasvîru’l-fenniyyu fi’l-Kur’ân’ı annesine şu cümlelerle ithaf etmiştir:
“… Anneciğim! Beni bırakıp gittin. Şimdi hayalimde senin son hareketlerini canlandırıyorum: Evde radyonun başına oturmuş Kur’ân dinliyorsun, kalb ve basiretinle Kur’ân’ın maksatlarını ve inceliklerini anladığın, yüz hatlarından belli oluyor...”
Seyyid’in annesi, babasının ikinci eşi ve Seyyid Kutub da ailenin ilk erkek çocuğuydu. Bu sebeple onun üzerine çok titremişlerdi. Annesi devamlı ona büyük adam olmasını telkin ederdi. Bundan olsa gerektir ki Seyyid Kutub, çocukluğunda oyunlardan hep kaçınmıştır. Nitekim kendisi de bunu annesinden gelen telkinlere bağlar. Annesi, Kahire’ye yerleştikten bir süre sonra vefat etti (1940). Seyyid annesinin ölümü üzerine “Anneciğim” diye başlayan üç ayrı ağıt (mersiye) yazmıştır.
Seyyid Kutub’un dört kardeşi vardı. Biri kendisinden üç yaş büyük olan Nefîse’dir. Bu, onun diğer kardeşleri gibi kalem erbabı değildi. Seyyid Kutub, otobiyografi türündeki “Tıflun mine’l-karye”sinde, bu ablasından isim tasrih etmeksizin bahseder. Seyyid’in küçüğü Emine, edebî çalışmaları ile bilinir. el-Atyâfu’l-Erbaa adlı eserde önemli katkısı vardır. Diğer kardeşi Muhammed Kutub, İngiliz Dili’nin yanısıra pedagoji ve psikoloji bölümlerinden de formasyon almış, 1972’de Ümmü’l-Kurâ Üniversitesi’ne hoca olarak girmiştir. Yirmiye yakın eseri vardır. Hamide, en küçük kardeşidir. Seyyid Kutub, ondan eş-Şâtıu’l-Mechûl adlı eserinde söz etmiştir. Hamide’nin, el-Muslimûn ve el-İhvânu’l-Muslimûn dergilerinde makaleleri yayımlanmıştır.
Seyyid altı yaşına basınca (1912) ailesi ilkokula göndermeye karar verir. Seyyid, sekiz yaşlarındayken Kur’ân’ı ezberlemeye başladı. Üç yıl içinde muvaffak oldu ve Kur’ân’ı ezberledi.
Dikkatimizi çeken bir husus da Seyyid’in henüz ilkokulda iken şiir ve edebiyata olan merakıdır. Bir gün öğretmeni, ona, Sabit el-Cercâvî adlı bir şairin divanı ile Muhammed Beg el-Hudarî’nin bir kitabını verir, Seyyid Kutub da bu iki kitabı okur ve çok etkilenir. Kutub bu okulundan 1918’de mezun olur. Bundan sonraki tahsilini Kahire’deki dayısının yanında kalarak devam ettirecektir.
Seyyid Kutub, 1920’de Kahire’deki dayısının yanına gider ve orada bir yıldan fazla bekledikten sonra öğretmen okuluna kaydını yaptırır. Çünkü bu okula giriş için asgari on beş yaşını doldurmak gerekiyordu. Burada üç yıl okuduktan sonra ilkokul öğretmenliği diplomasını alır.
Öğretmen okulunda başarı gösterenlere, Dâru’l-ulûm Fakültesinin hazırlık sınıfına kaydolma imkânı veriliyordu. Seyyid de başarılı öğrencilerden olduğu için, buraya kaydını yaptırdı. Bu okulda hazırlıkla birlikte beş yıl okudu ve Arap Dili ve Edebiyatı lisans diploması alarak mezun oldu.
Seyyid, fakültede oldukça faal bir öğrenciydi. Özellikle de şair ve edipleri sert üslûpla tenkit etmesiyle dikkatleri üzerine çekerdi. Bunun sebebi, ondaki edebî zevk ve bundan daha önemlisi de felsefî konulara olan ilgisidir. Ahmed Şevkî (ö.1932) ve Mustafa Sâdık er-Râfiî (ö.1937) onun tenkit ettiği şahsiyetlerdendir. Fakülte yıllarında Kutup gazete ve dergilere de yazı gönderirdi. Mezun olduktan sonra ‘Dâru’l-ulûm Cemiyeti’nin kurulmasına iştirak eder. Bu cemiyet Mecelletü dâri’l-ulûm adıyla üç ayda bir yayımlanan bir dergi çıkarmaya başlar. Seyyid Kutub da bu dergide birçok makale yazar.
Kutub, Dâru’l-ulûm’dan mezun olduktan hemen sonra Maârif Bakanlığı’na bağlı okullarda öğretmenliğe başlar. Yaklaşık altı sene çeşitli okullarda görev yaptıktan sonra bakanlığa geçer. Burada bir süre Kültür Müdürlüğü gözetiminde Arapça dili uzmanı olarak çalışır. Daha sonra, tercüme ve istatistik dairesine atanır. Dört yıl burada çalışmasının ardından, ilk öğretim müfettişliğine getirilir. Bir yıl sonra Kültür Genel Müdürlüğü bünyesine tekrar alınır. 1948 yılı sonlarına kadar burada çalışır. Aynı yıl, bakanlıktaki plânlamacıların organizesiyle, uzman bir heyetle birlikte eğitim ve metotları üzerinde araştırmalarda bulunmak üzere ABD’ye gider. Seyyid Kutub, burada yaklaşık iki yıl kalır, ülkesine 1950 yılının 8. ayında döner. Döndüğünde, hükümetin beklediği Seyyid Kutub’dan ziyade, Batının tuttuğu yolu eleştiren ve Batı hayranlarını kınayan bir Seyyid Kutub karşılarına çıkar. Bilhassa Maarif Vekili İsmail el-Kabânî’yi çok eleştirir. Nihayet Maarif Vekâleti’nin fikirlerini açıklamasına engel olmak istemesi üzerine, 1952 yılında bakanlıktaki görevinden de ayrılır.
Bakanlığa istifasını sunar, ama bakan, istifasından dönmesi için onu ikna etmeye çalışır; hattâ dilekçesini bir yıl işleme koymaz. Fakat ısrar edince, bakan istemeyerek de olsa istifayı Bakanlar Kurulu’na sunar. Seyyid Kutub’un istifası, Bakanlar Kurulu’nun 13.1.1954 tarihli kararıyla, dilekçesini verdiği gün olan 18.10.1952 tarihinden itibaren kabul edilir.
Kutub, çalışma hayatında sıradan bir görevli olmamış, eğitim ve öğretimle ilgili teklifler getirerek aktif bir memur olmuştur. Özellikle de Amerika’dan dönüşünden sonra birkaç teklif ve bunlarla ilgili gayret gösterdiği sabittir. Ancak getirdiği teklifler o zamanın siyasî otoritelerini eleştirerek sunulduğu için bir anlamda sürgün sayılabilecek tayinlerle pasifize edilmiştir.
Zamanın yöneticilerinin tepkisini çeken Seyyid Kutub, maalesef en sonunda, yönetimi devirmek ve o günün devlet başkanını öldürmeyi plânlama ithamıyla yargılanır; hakkında verilen idam hükmü de 02.08.1966 gecesi infaz edilir ve bir İslâm şehidi olarak Hakk’a yürür.
Seyyid Kutub, idam kararından sonra kendisini ziyaret için gelenlere, “Üzülmeyin, rüyamda Rasûlullah’ı gördüm, beyaz bir at üzerindeydi. ‘Sen üzerine düşeni yaptın, şehitlik sana kutlu olsun’ dedi.” diyerek ihlâs, samimiyet ve Allah’a olan teslimiyet ve bağlılığını ifade etmiştir.
Seyyid Kutub’un İlmî ve Edebî Şahsiyeti
Seyyid Kutub, 20. asrın 2. çeyreğinde Mısır’ın yetiştirdiği önemli bir mütefekkir ve edîplerinden, muasır Arap edebiyatının da en bariz üç dört şahsiyetinden biri olarak kabul edilen bir İslâm âlimi ve mütefekkiridir.
Abbas Mahmûd el-Akkad’ın bir bakıma öğrencisi ve muhiplerinden olmasına mukabil, hür düşünmesini engelleyen her şeyden kurtulmaya çalışmıştır. Her şeyden evvel o, bir insan ve Müslüman olarak ahlâk ve davranışlarıyla çok hassas ve şefkatli biriydi. İnancına ve davasına hizmet için elinden gelen her çareye başvurmuş ve her türlü sıkıntıya katlanmıştı. İnançlarından ve hak bildiklerinden taviz vermeyi hiç düşünmedi. Yazdığı kitapları önce güvendiği yakınlarına okur, görüşlerini alır ve değiştirilmesi gereken yerler olursa ısrar etmeden değiştirirdi. İhlâs ve samimiyet onun en mümtaz özelliklerindendi. Gözü pek ve sıkıntılara göğüs geren bir karaktere sahipti. Samimiyet ve fedâkârlıkla çalışıldığı takdirde birçok şey yapılabileceğine ve başarılabileceğine inanırdı.
Seyyid Kutub ve eserleri üzerinde yirmiye yakın kitap yazan ve bir bakıma Seyyid Kutub uzmanı denilebilecek bir yazar olan Salah Abdulfettah el-Hâlidi, onun İslâmî hayatını ve ilmî şahsiyetini beş kısımda incelemiştir:
İslâmî bir vasatta doğup büyümesi, Kahire’ye gidip İslâmî kültüre yabancılaşması, dînî hakikatlerde şüphe ve tereddütle geçen fetret dönemi. Kur’ân’a yönelmesi ve onu edebî maksatlar için incelemesi ve Kur’ân’ın onda tesir uyarması ve onu imânî kemâlâta yükseltmesi.
Seyyid Kutub’un 1925–1940 yılları arasında yaşadığı fetret dönemi, Batı’nın materyalist felsefesini okuyarak geçirdiği ve çokları tarafından bilinmeyen inişli çıkışlı bir dönemdir. Bu dönem zarfında İslâmî eserlerle hiç meşgul olmamıştır. 1940’ı takip eden ilk yıllarda Kur’ân’ı sadece edebî açıdan incelemiş ve et-Tasvîr’ul-Fenniyyü fi’l-Kur’ân’ı telif etmiştir.
Onu fikri bunalıma götüren âmillerin başında, bir dönem felsefeye çokça dalmasıdır. Bunu daha sonra kendisi şu cümleleriyle itiraf edecektir: “Bu satırların yazarı, yaşadığı kırk sene boyunca başka vadilerde gezip dolaşmış, sonra da düşünce dünyasının gerçek dinamiklerine dönmüş bir kişidir. Ömrümün kırk yılını orada geçirdiğimden pişman değilim; çünkü o dönemde cahiliyyeyi bütün yönleriyle tanıdım.”
Seyyid Kutub, ilk dönemde daima şikâyet eden, sorular sorup cevap aramaya çalışan, hayret ve endişe içindeki bir ruh hâletine sahipti. Küçüklüğünde almış olduğu fazilet ve değer ölçüleri ile batı düşüncesi arasında rahatsız edici bir çelişki yaşadı ama, onun fıtrat ve vicdanı bu fikrî girdap içinde bozulmadı ve kaybolmadı.
Sosyalizmi savundu mu?
Bazıları onun yazdığı el-Adâletü’l-ictimâiyye fi’l-İslâm (İslâm’da Sosyal Adalet), Ma’reketü’l-İslâm ve’r-re’simâliyye (İslâm-Kapitalizm Çatışması) ve es-Selâmü’l-Âlemî ve’l-İslâm (Dünya Barışı ve İslâm) adlı kitaplarında, ilk bakışta sosyalist tesir altında yazıldığı intibaı uyandıracak ifadeler bulunduğundan hareketle, sosyalizmi savunmuş olduğunu ileri sürmüşlerdir. Fakat onu en yakından tanıyanlardan biri olan kardeşi Prof. Muhammed Kutub, böyle bir iddiayı tamamen reddederek şöyle cevap verir:
“O günlerde Mısır, komünizm tehlikesi ve tehdidi altında idi. Komünistler genç beyinlere seslenmeye çalışıyordu. Seyyid Kutub, bu eserleri yazarak komünizme ihtiyacın bulunmadığı, komünistlerin yapmak istediği şeylerin daha mükemmel şekliyle İslâm’da bulunduğunu belirtmek istemiş ve komünizmin sahte maskesini indirmiştir.” Ona göre Seyyid Kutub, komünizm ve sosyalizm gibi, kapitalizme de karşıdır. Sadece kapitalizmin çirkinliklerini ortaya çıkarmak ve İslâm’la uyuşmadığını belirtmek için Ma’reketü’l-İslâm ve’r-re’simâliyye adlı kitabını telif etmiştir.
Kutub hakkında onun dinde reform düşüncesinde olduğunu ileri sürenler de görülmüştür. Fakat o, bizzat hayatta iken bu hususa şu ifadeleriyle açıklık getirmiştir:
“Bazı Müslümanların zannettiği gibi biz İslâm’ın bir reforma ihtiyacı olduğuna inanmıyoruz. Zîrâ her şeyden evvel İslâm, kendi bünyesinde tam ve mükemmeldir. Bizim yapmamız gereken şey, eksik anlayışımıza, gaflet ve tembelliğimize bir çözüm bularak din karşısındaki tavrımızı ve durumumuzu düzeltmektir. Bizim yeniden İslâmî hayat için hâriçten getirilecek düsturlara ihtiyacımız yoktur. Biz asıl terkedilmiş değerlerimize sahip çıkıp onlara sarılmaya muhtacız.”
Seyyid Kutub’un Siyasî, İlmî ve Edebî Yönü
Seyyid Kutub’un siyasî yönünün bulunduğu ve bazı eserlerinde o günün sıkıntılı ve ağır şartlarını yansıtan yorumları olmuştur. Aslında sert yorum ve mesajlarını o günkü konjonktürü düşünüp empati yapabilirsek daha iyimser değerlendirmemiz mümkündür. Onun ve mensup olduğu cemaatin çektiği işkenceler, acılar ve imtihanları göz önüne getirelim: Başta Müslüman olduğunu iddia eden ve İslâmiyet’i hiç kimseye bırakmayan birileri iktidarda. Ama aynı iktidar, tüm Müslümanlara kan kusturuyor. Hapishanelerde işkence altında can verenler vs.. Öyle bir psikolojik ortam oluşturulmuş ki, sanki radikalizm hortlatılmak istenmiş ve bunun ortamı olgunlaştırılmış. Ayrıca Seyyid Kutup hapisteyken, onun sinirlerini bozucu ve ruhî dengesini alabora edici bir kısım ilâçlar verilip verilmediğinden de emin değiliz. Elhâsıl, Kutub’un sert yorumlarını o gün itibariyle üzerinde uygulanan fizikî ve psikolojik baskıyla irtibatlandırmak en doğrusudur. Eminim ki Kutup normal şartlar altında yazacağı bir eserde insanları tekfir edici ve sert ifadeler kullanmazdı.
Esefle belirtelim ki onun siyasî yorumları sebebiyle ilmî ve edebî cephesinin revnaktarlığı gölgede kalmıştır. Bu nedenle biz onun bu yönüne işaret etmeyi daha uygun görmekteyiz. Onun ilmî ve edebî yönünü onun tefsirindeki bir-iki örnekle ifade ederek, daha geniş malumat için okuyucuları tefsirine yönlendireceğiz.
1.Misal: Seyyid Kutub faizin kötülük ve fena neticelerini ifade eden الَّذِينَ يَأْكُلُونَ الرِّبَا لَا يَقُومُونَ إِلَّا كَمَا يَقُومُ الَّذِي يَتَخَبَّطُهُ الشَّيْطَانُ مِنَ الْمَسِّ “Faiz yiyenler, şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetinden kalktığı gibi kalkarlar.” (Bakara, 2/275) mealindeki âyet hakkında ilginç bir tespit yapmakta ve bunu kendine has edebî tarzıyla izah etmektedir:
“Acaba hangi mânevî tehdit bu mücessem, hareket ve hayat dolu tablonun derecesine çıkabilir? İnsanların bildiği ve tanıdığı cin çarpmış bir saralının sureti canlanıyor gözümüzün önünde... İşte âyet, faizcilerin hislerini tahrik etmek için, onları bulundukları ve alışkın oldukları iktisadî nizamdan uzaklaştırmak ve sert bir şekilde ırgalamak üzere rolünü oynaması için bu tabloyu gözler önüne getiriyor. Aynı zamanda bu âyet, günümüzde yaşanan bir gerçeği de ifade etmektedir. Tefsirlerin çoğu bu korkunç suretteki kıyamdan maksadın, kıyamet günü dirilişi olduğunu kaydetmişlerdir. Fakat gördüğümüz kadarıyla bu suret bugün insanların hayatlarında da bizzat vardır. Bu anlam, bundan sonra gelen âyetteki Allah ve Resûlü’ne (sallallahü aleyhi ve sellem) harb açmış olma tehdit ve uyarısı ile de uygunluk arz eder.”
2. Misâl: Müfessirimiz, كَبُرَتْ كَلِمَةً تَخْرُجُ مِنْ أَفْوَاهِهِمْ “Ağızlarından çıkan o söz ne dehşetli bir söz!” (Kehf, 18/5) âyetini mûsikî ritim açısından şöyle tahlil etmektedir:
“Bu âyetteki lafızlar dizilişleriyle ve melodisiyle onların söyledikleri kelimenin azametini ifade etmeye katkıda bulunmaktadır. Âyet, dinleyiciyi fecaat ve azametle yüzleştirmek ve atmosferi bunlarla doldurmak için كَبُرَتْ (büyük oldu) kelimesiyle başlıyor. “Büyük kelime”yi, daha ziyade dikkat çekmek için cümledeki zamiri için temyiz yapıyor: كَبُرَتْ كَلِمَةً (kelime yönüyle büyük oldu) Bu kelimeyi sanki ağızlarından rastgele çıkıveren bir kelime haline getiriyor:
تَخْرُجُ مِنْ أَفْوَاهِهِمْ
أَفْوَاهِهِمْ kelimesi de kendi âhenk ve melodisiyle söz konusu kelimenin büyütülmesine iştirak ediyor. İşte bunu telaffuz eden biri, bu kelimedeki med ile ağzını açar. Sonra iki hâ harfi peşi peşine gelir ve ağız, kelimenin sonundaki mîm harfiyle kapanmadan evvel, bu iki hâ harfiyle dolar. Böylece cümlenin nazmı ile lafızların melodisi, mânânın tasvirinde müşterek rol oynamış olurlar.”
Eserlerine gelince; Seyyid Kutub geriye edebî, dinî pek çok eser bıraktı. Bunlardan en meşhuru ‘Fî Zılâli’l-Kur’ân’ ismiyle telif ettiği edebî ve ictimâî tefsir olarak değerlendirilen Kur’ân tefsiridir. Dilimize Yoldaki İşaretler diye çevirilen Meâlim fi’t-tarîk, Kur’ân’da Edebî Tasvîr ismiyle tercüme edilen et-Tasvîru’l-fenniyyü fi’l-Kur’ân ve İslâm’da Sosyal Adâlet diye yayımlanan el-Adâletü’l-ictimâiyye fi’l-İslâm isimli eserleri mevcuttur. Bunların yanı sıra yirminin üzerinde eseri vardır.
Sonuç
Netice olarak Seyyid Kutup Mısır tarihinin oldukça karmaşık döneminde yaşamış, samimi ve aynı zamanda idealist bir Müslüman şahsiyet olarak karşımıza çıkmaktadır. Yazdığı tefsirinde bir müminin iman coşkusunu duymamak elde değildir. Ne var ki o, insanlığı buhrandan, sömürüden ve anarşiden kurtaracak İslâm reçetesini doğru tespit eden, ama bu reçeteyi tatbik noktasında bilhassa sert ve radikal söylemleriyle öne çıkarılan bir İslâm âlimidir. Bu durum da onun ilmî ve edebî yönünden istifadeyi asgarî düzeye indirmiştir.
*Dicle Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi
merdal@yeniumit.com.tr
KAYNAKLAR
Abdurrahman er-Râfıî, es-Sevretül-Urâbiyye, Dâru’l-Meârif, Mısır, 1983.
Fehd b. Abdirrahman b. Süleyman er-Rûmî, İtticâhâtü’l-Tefsîr fi’l- Karni’r-Râbia Aşar, Riyad, 1986.
Adil Nüveyhiz, Mucemu’l-Müfessirin, Beyrut, 1983
Muhammed Seyyid el-Vekîl, Kubra’l-Harekâti’l-İslâmiyye, Dâru’l-Müctema’, Cidde, 1986
Ahmed Cemal el-Amrî, ed-Dirâsât fi’t-Tefsiri’l-Mevdûî, Kahire, 1986.
Hamide Kutup ve diğerleri, el-Atyâfu’l-Erbaa, Daru Lübnan, 2. basım, Beyrut 1967.
Salâh Abdulfettah el-Hâlidî, Seyyid Kutup Mine’l-Mîlâd ile’l-istişhâd, Dâru’l-Kalem- Dâru’ş-Şâmiye, l.basım, Kahire, 1991.
Seyyid Kutub, Tıflun mine’l-karye, “Dârul-hikme, Beyrut, ths.
Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l- Kur’ân, Beyrut, 1987.
Luveys Avd, Târîhul-Fikri-Mısriyyi’l-hadîs, el-Hey’etül-Mısriyye li’l-âmmeli’l-Kitâb, Mısır, 1980.
Celâl Yahya, el-’Âlemu’l-’Arabiyyu’l-Hadîs, Dâru’l-Meârif, Mısır, 1982.
H. Kâmil Yılmaz, Seyyid Kutub: Hayatı, Fikirleri, Eserleri, İst., 1980.
Sami Zubaida, İslâm, The People The State (Political ideas Movements in the middle east, I. B.- Tauris Co. Ltd, London 1993.
Muhammed Ali Kutub, Seyyid Kutub ev Sevretu’l-Fikri’l-lslâmî, Dâru’l- Hadîs, Beyrut, 1976. Mesut Erdal, Fî Zılâli’l-Kur’ân ve İ’câz Açısından Değeri, Işık Akademi Yay., İst., 2007.
Sarmış, İbrahim, Bir Düşünür Olarak Seyyid Kutub, Fecr yay., Ankara, 1992.
Hannâ el-Fâhûrî, el-Câmi’ fî Târîhi’l-Edebil-Arabî, (Dârul-Cîl, 1. basım, Beyrut 1986.
- Kategori:İslam Alimlerine Atılan İftiralar
- Yayın tarihi:Çarşamba,28 Eylül 2011 13:51
- Yazar:iftiralar.org
- Gösterim:12625
Minnet ve rahmetle andığımız Şehid Seyyid KUTUB’u ve kişiliğini tüm eksikliklerime rağmen elimden geldiğince anlatmaya çalışacağım.
Allah’u Tealanın Kur’ân’ı Kerimde “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin...”diye ölümsüzlükle tanımladığı İslâm Şehidlerinin ümmete bıraktığı miras hiçbir zaman değişmeyecek ilahi bir hakikattir.
Allah’u Teala insanları düştükleri cahiliye bataklığından kurtarmak için Peygamberler göndermiş,Peygamberlerin mesajları unutuldukça onları yeniden gün yüzüne çıkarıp ihya etmek için alimler gelmişlerdir. İnsanları İslâmiyetin hidayetine iletmeye çalışan müceddit niteliklerine sahip diyebileceğimiz alimlerin varlığına İslâm alemi şahit olmuştur. İşte bu şahsiyetlerden biri de Seyyid KUTUB’tur.
Seyyid Kutub
Hacı ibrahim Kutub'un oğlu olan Seyid Kutup,1906'da Asyut kasabasına bağlı Kalıa köyünde dünyaya geldi. Babası köyde,sayılan bir kişi ve Vatan Partisinin bir üyesi olarak bilinmekteydi. O zaman bu partinin başkanlığında Mustafa Kamil vardı. Hacı İbrahim Kutup ziraatla uğraşır,elde ettiği mahsulün bir kısmını satar bir kısmını da fakirlere infak ederdi. Annesi ise çok mütedeyyin ve asil bir aileye mensup birisiydi. Seyyid Ku tub'a terbiyesiyle,sevgi ve şefkatiyle çok tesir et mişti.
Seyyid Kutup'un Hamide ve Emine adlı iki kız kardeşiyle Muhammed adında küçük bir de erkek kardeşi vardı. Daha Kahire'de okurken babasını kaybedince,annesinin ve kardeşlerinin bütün mesuliyetleri onun üzerine yıkılmış oluyordu. O da bu durumdan oldukça sıkılmıştı. Bu sıkıntıdan biraz olsun kurtulmak için,annesini Kahire'ye taşınmaya razı etti ve Kahire`ye taşındılar. 1940'da annesinin ani vefatı Seyid Kutup'u oldukça etkilemişti. Kendisini hayatta yalnız hissetmeye başladı. Bu konudaki duygularını bizzat kendisi bazı kitaplarında anlatmaktadır.
1949 yılında ABD'ye gitmiştir. Bu dönem boyunca Amerikan yaşam tarzını ve toplumunu,tanık olduğu ırkçılığı eleştirmiş ve Amerikan medeniyetini primitif olarak görmüş ve reddetmiştir. Ayrıca,1949 yılında,o yurtdışındayken,İslam'da Sosyal Adalet isimli eseri yayımlanmıştır. Bu eserinde gerçek sosyal adaletin İslam'da olduğunu öne sürmüştür. Ayrıca yine ABD'deki yıllarında,daha önce kaleme almış olduğu edebi makale ve eserleri eleştiriyor,o dönemlerde sahip olduğu daha seküler olarak tanımlanabilecek edebiyat anlayışından ziyade edebiyatın da kaynak olarak en başta İslam'ı alması gerektiğini savunuyordu.
Mısır'a döndüğünde,kamu hizmetinden ayrılıp İhvan-ı Müslimin yani Müslüman Kardeşler teşkilatına katılmıştır. Teşkilatın gazete ve dergilerinden devamlı olarak düşüncelerini aktarmaya çalışırken,teşkilatın genel düşüncesiyle kendi fikirleri arasındaki bazı farklılıklar ortaya çıksa da,bunlar ufak detaylardı. Cemal Abdül Nasır'a düzenlenen 1954 tarihli suikast girişimi nedeniyle birçok Müslüman Kardeşler üyesi gibi o da tutuklandı. Yargılama sonunda Seyyid Kutub'a on yıl ağır hapis cezası verilmiştir. Hapiste ileride büyük bir önem ve üne kavuşacak iki eseri olan,Kur'an tefsiri Fi zilâl-il-Kur'an ve Kutub'un siyasi ve düşünsel görüşlerinin en son ve bütününü ifade eden Yoldaki İşaretler`i kaleme almıştır. 1964'te serbest bırakıldıktan sonra,1965'te tekrar tutuklandı. Bu kez de birçok Müslüman Kardeşler üyesi ile birlikte tutuklanmıştı ve tutuklanma nedeni devlete karşı bir darbe girişimi idi. 22 Ağustos 1966'd hakkında idam cezası verildi. Kararı Pakistan,İngiltere,Lübnan,Ürdün,Sudan ve Irak gibi ülkelerdeki birçok dini otorite ve grup tepkiyle karşılasa ve Nasır'ı kararından döndürmeye çalışsalar da,Seyyid Kutub 29 Ağustos 1966'da idam edilmiştir.
Seyyid Kutub dönemi siyasi çalkantılar içerisinde geçmiştir. Eserlerinde bunun etkileri görülmektedir. Bu bakımdan bazı noktalarda hataları olsa bile kendisinden istifade edilebilir.
KAYNAK:
http://www.sorularlaislamiyet.com/article/10671/ibn-teymiye-seyyid-kutub-mevdudi-cemalettin-efgani-muhammed-abduh-muhammed-resit-riza-fazlurrahman-ve-ali-seriati-hakkinda-bilgi-verir-misiniz-bunlarin-eserlerini-okumak-zararli-midir.html
Biz burada Seyyid’in nerede doğup,nerede yaşadığı ve nerede şehid edildiğini anlatmayacağız. Zira biz şuna inanıyoruz ki bir şahsı tanımak demek,o kişinin nerede doğup nerede yaşayıp ve nerede öldüğünü bilmek değildir. Bir kişiyi tanımak o kişinin fikri yapısını,dünyaya bakış açısını bilmek demektir. Bizde burada Seyyid Kutub’un fikirlerini daha doğrusu ona yapılan iftiralara Seyyidin eserlerinden cevaplar vermeye çalışacağız.
Evet Seyyid Kutub’a yapılan iftiralara geçmeden Şehidimizin şehadeti nasıl anladığına bakalım. Şehdin kim olduğunu soran birine;“Şehid;Allahın dininin kendi hayatından daha değerli olduğuna şehadet eden kimsedir.”diye cevap verir. Ve üstad bunu hayatıyla tasdik eder.
Fakat buna rağmen bazı insafsız,kraldan daha kralcı kimseler bu Mübarek şehide iftira edebiliyorlar. Şimdi onların akla ve mantığa sığmaz,insaf ehlinin kabul edemeyeceği iftiralarına geçiyoruz. Ve Şehidin yazmış olduğu eserlerden bu iftiralara cevaplar vermeye çalışacağız.
İlkönce bu iftiralarda geçen bazı kavramların ne anlama geldiğini müfterinin ifadeleriyle açıklayalım. Zira yapılan iftiraların gerçek mahiyetini iyi kavrayabilmemiz ve iftiraların ne derece alçakça ve sinsice olduğunu öğrenebilmemiz bu kavramların manasına bağlıdır.
Evet şimdi müfterinin eserinden okuyalım.
Saadeti Ebediye’nin 2/122. Sayfasında “Hiçbir dine inanmadığı halde Müslümanları aldatarak imanlarını yok etmek,İslâmiyeti içerden yıkmak için Müslüman görünüp küfre sebep olan şeyleri isbat etmek için delilleri yanlış tevil edene ZINDIK ve FEN YOBAZI denilir. Bid’at sahiplerine ve mülhitlere ve bunların yolunda olan cahil taklitçilere mezhebsiz denir. Mezhepsiz ve iman hırsızları olan zındıklar dinde REFORMCU olarak ortaya çıkmaktadırlar.”
Bu adam ileride de göreceğimiz gibi birini tekfir ederken direk yapmıyor. Önce onu reformcu ve mezhepsiz diye tanıtıyor. Tabi bu zata göre mezhepsiz ve reformcu olan zındıktır,fen yobazıdır,zındık ise kafirdir,müşriktir.
Evet şimdi bu caninin kime zındık,mezhepsiz,mason,reformcu dediğini yine kendi yazdıklarından beraber takip edelim. Bize inanmak istemeyen kardeşlerimiz varsa,veya bu zalimlerin oyunlarına gelmiş kardeşlerimiz varsa,bu iftiracıların bedava olarak dağıttıkları ve 9-10 kitaptan müteşekkil kitap setlerine baka bilirler. Rehber ansiklopedisinin Seyyid Kutub,Mevdudi,hasan el Benna,İbni Teymiyye,Muhammed Abduh ve Reşid Rıza gibi şahsiyetlerin isim maddelerine bakabilirler. Bu konuda gerçekleri görmek isteyenlere her türlü yardımı yapmaya hazırız. Bu insanların şahsiyetsizliklerini izah edebiliriz.
Şimdi gelelim Türkiye’deki kraldan daha kralcı,Nasırdan daha nasırcı kesilip Seyyide saldıranların,bu yaptıklarını meşru kılmak için ileri sürdükleri iftiralara;evet iftiralara geçmeden şunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Laik siyasal otorite tarafından dayatılmasına rağmen müvahhid alimler aleyhindeki düşünceler ve değerlendirmeler,Müslüman halk tarafından kabullenmedi. Fakat ne yazık ki,bizden olan kimilerince ileri sürülen iddia ve iftiralar kitlelerce daha çabuk kabul gördü. Tıpkı tesettür defileleri gibi,tesettüre uygun mayo defileleri yapılıyor. Yine Müslüman müteşebbislerce İslâmi beş yıldızlı otellerde yapılıyor. Bir güzel söz vardır:ağacın kurdu ağaçtan olmasa ağaç yıkılmazmış. İşte bizim bu günkü halimiz.
İftiralara Faideli Bilgiler adlı Hakikat yayınevi tarafından basılan kitabtan başlayalım.
Biliyorsunuz Hakikat Yayınevi bir İhlas holding kuruluşudur. İsterseniz ilk önce,nakiller yapacağımız bu Faideli Bilgiler kitabını tanıyalım.
Bu kitab,1825’te doğmuş,70 sene yaşamış ve 1895’te yani Üstad Seyyid Kutub’un doğumundan 11 yıl önce vefat etmiş olan Ahmet Cevdet Paşa yazmıştır. 12 ciltlik Osmanlı Tarihini kendi adıyla “Tarihi Cevdet Paşa”yı yazmıştır. Bu faideli bilgiler ise O’nun yazmış olduğu 19 sayfalık bir risaledir. Bunların dışında Kısası Enbiyayı ve Mecelleyi yazmıştır. Fakat gel gör ki basımını hakikat yapınca birde ihlas girince işin içine 19 sayfalık risale 448 sayfalık kaba bir kitab oluverdi.
Ahnet Cevdet Paşa hiç görmediği Mevdudi’yi yiyip bitiriyor. Ne cahilliği kalmıştı ne de politikacılığı ve ne de işbirlikçiliği. Gerçi Mevdudi,.C.Paşanın ölümünden sekiz sene sonra 1903’te doğmuştu ama olsun,çünkü bu hakikkattır. Yakında Heredot’un Milattan önce ta 5. Asırda yazdığı Micheal Jacksona mektublar ve 1790 da ölmüş ünlü İngiliz iktisatçısı Adam Smith’in “Economiy Of Çiller”( Çillerin Ekonomisi) adlı kitabları,adı hakikat ama hep hayal ve iftiraları basan yayın evinden çıkacaktır. Sizlere tavsiyem şimdiden siparişinizi vermenizdir,tükenmeden alınız.
Evet kardeşler A.C.Paşaya iftira edenler,Onun adına kitab yazanlar ve ahiret postası ile hakikat kitabevinde bastıranlar,daha doğrusu kendi yazdıklarının üzerine utanmadan A.C.Paşa imzasını atabilenler her şeyi yapabilirler.
Şimdi Faideli Bilgiler kitabından bazı alıntılar yapalım.
“Selefi salihini techül etmek,beğenmemek küfür olur demişlerdir. Şimdi Pakistanda Mevdudi ve Mısırda Seyyid Kutub ve Reşid Rıza gibi MEZHEBSİZ kimseler ve bunların kitablarını okuyarak aldanan mezhepleri birleştirmeli diyorlar.”(Faideli Bilgiler 22)
Başta belirttiğimiz gibi bunlar mezhepsiz derken neyi kast ettiklerini belirtmiştik.
Şimdi gelelim Mezhepsiz dedikleri Seyyid Kutub’un Mezheb hakkındaki görüşlerine.
Seven ve sevmeyenlerin dikkatlerini üzerine toplayan her büyük alim gibi Seyyid Kutub’da güçlü düşünceleri ve birbirinden değerli eserleriyle dost ve düşmanlarının dikkatlerini üzerine çekmiştir. Onu sevmeyip iftira atanlar eserlerini ve düşüncelerini değerlendirmekten aciz kimselerdir. Fakat biz şunu da hemen belirtelim ki,esasen tenkitten uzak,içerisine batıl karışmayan tek kitab Allah’ın kitabı Kur’ân’ı Kerimdir.
Allahu teala ve Onun seçtiği Peygamberler dışında herkes yanılabilir. Zira hiç kimse masum değildir. Her alim yanıldığı gibi Seyyidin de yanıldığı yerler olmuş olabilir. Fakat samimi ve mücahid bir mümin olması nedeniyle,yanıldığı noktalarda tıpkı selef alimleri gibi o da mazurdur. Nitekim yaşamış olduğu hayatı bize onun niyetinin halis olduğunu yeterince anlatmaktadır. Hepimiz Seyyidin kahramanlığını ve iman sağlamlığını az çok biliyoruz. İnancının sağlamlığını ve metodunun geçerliliğini kabul ettikten sonra,hatalarından dolayı İslâm alimleri ve Müslümanlar dairesi dışında görmek mümkün mü? Hayatına bir göz attığımızda pırıl pırıl şahsiyetinden,kendisinin ne denli halis bir Müslüman olduğunu kolayca görürüz. Yeterki izanımız bağlanmış olmasın...
Mezheb konusunda Seyyid Kutub hakkında söylenenlere gelince hemen belirtelim ki,Seyyidin sorunu iman ve İslâm sorunudur. Mezhebler konusunda bir problemi yoktur. Çünkü onun özellikle özerinde durduğu ve konu olarak işlediği,İslâmın kendisidir. Mezhebleri kabul etmek veya red etmek,bir veya bazı mezhepleri küçültmek,şu veya bu mezhebi tercih etmek veya bu mezhebin iyiliklerini veya kötülüklerini sergilemek gibi bir sorunu yoktur. Çünkü Seyyid batılı kafirlerin,doğulu mülhidlerin İslâma yönelttiği iftiralara cevap vermiştir. Reddiyede bulunduğu insanların hiç biri İslâma inanmıyorlar ki,mezhebi görüşlere inansınlar. Allah ve Resulünün bildirdiklerinin dışına çıkılmadığı sürece,hiçbir mezhepten bahs etmese de bir kitaba ve müellifine ta’n edemeyiz. İmam Buhari de Camiüssahihinde hangi mezhepten olduğunu beyan etmiyor diye kalkıp imam-ı Buharinin kitabına taarruz mu edelim?
Zaten Üstad Seyyid Kutub fıkıhla uğraşıp fıkhi ahkam kesmedi gibi,bu şartlarda öncelikle teorik fıkıhla uğraşmanın yersiz olduğuna da inanmaktadır. Onun problemi mezheblik veya mezhepsizlik değil,batılın bütün çeşitleriyle İslâma saldırdığı bir dönemde İslâm’ın gerçeklerini ortaya koymak ve hakkın sesini yüceltmektir. Kendisinin her zaman tekrarladığı “Allah’ın dininin üstün olmadığı bir yerde fıkıh ahkamı kesmekle uğraşmak anlamsız ve ciddiyetten uzaktır.”sözü bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır.
Onun mücadelesi mezhep mücadelesi değil,iman,küfür mücadelesi olarak algılamamız gerekir. O kardeşi Muhammed Kutubun deyişiyle “Şehadet kelimesinin anlamını ortaya koyma ve anlatma çabasıdır.”
Mezhepleri red etmeyip kabul ettiği şu görüşlerinden anlaşılmaktadır.
“Ortada nas varsa,hakem o dur. Nas bulunduğu ve delaleti sarih olmadığı yerde ictihad ortaya çıkmaktadır. Bu da arzu ve heveslere göre değil,Allah’ın dininde belirlenen ilkelere göre yapılır. İctihad için belirlenen ilkeler de açık ve bilinmektedir. Kapalı bir tarafı yoktur. Hiçbir kimse kendi yanında uydurduğu bir hükme bu Allah’ın dinidir diyemez.” (Mealimü Fitterik 126)
İftiralara devam ediyoruz. Yine aynı kitabın 23. Sayfasında şu iftirada bulunur.
“Fakat ne yazık ki,Kahire Mason başkanı olan Abduhun zehirli fikirleri,bir yandan Mısır da(Ezherde) yayıldı. Böylece Mısırda....Abbas Akkad,Mahmut Şeltut,H.El Benna gibi dinde REFORMCU’lar türedi. Abduh gibi KÜFRE VE BİD’ATE delalete sürüklenenler kendilerinden sonra gelen genç din adamlarını da doğru yoldan çıkarmak için adeta bir birleriyle yarış etmişler.” (Faideli Bilgiler 23)
Muhammed Abduh,Abbas Akkad ve Mahmut Şeltut hakkında kısaca şunları söylemek istiyorum. Bu zatların tüm görüşlerine katılmasak bile bunları tekfir edecek hiçbir delilimiz mevcut değildir. Abduh ki hayatı boyunca ittihad-ı İslâm için mücadele etmiş biridir. Fakat belli bazı konularda görüşlerine katılmayabiliriz. Bazı konularda akla çok önem vermiştir. Fakat bu akla önem vermesi onu küfre götürmez. Onun hakkında bilgi almak isteyen kardeşlerime Mustafa İslamoğlu’nun yazdığı ‘İslâmi Hareket Anadolu ll’ adlı kitabına bakmalarını tavsiye ediyoruz.
Yine iftiralara devam edelim.
“Son senelerin REFORUMCULARINDAN Seyyid Kutub da İbni Teymiyye ve Muhammed Abduh’a hayranlığını hemen her kitabında ilan ediyor. İstikbal İslâmındır kitabında yalnız İslâmiyet kelimesini övmekte,bu kelimeyi nasıl anladığını hangi mezhepte olduğunu açıklamaktadır. İslâm ülkelerini tatar istilalarından koruyanların ön safında çalışan manevi önder İmam İbni Teymiyye idi diyor.” (Faideli Bilgiler 347)
İşte bunun ilimden ve alimden anladığı bu kadardır. Yalnız İslâmiyeti övmek ne zaman suç olmuştur Müslümanlar arasında?
Seyyid kalkıp evliyaları halka anlatıp halkı evliya menkıbeleriyle aldatıp,aldatılan halkın sırtında holdingleri oluşturacak değildi ya! Tabi imansızlara İslâmı anlatacak. İmansıza gidip kardeşim imam-ı şafiiye göre abdestin farzı altı,ebu hanifeye göre dörttür diyecek kadar cahil midir? İbni Teymiyye hakkındada fazla söze hacet yoktur. Bir iki konu dışında İbni Teymiyyenin görüşleri isabetlidir. O kabullenmeyen görüşleri de,görüşlerini beyan ettiği toplumu göz aldığımızda yine İbni Teymiyyenin haklı olduğunu görürüz.
Şeyhül İslâm İbni Teymiyyeden sadece Seyyid Kutub değil,binlerce İslâm alimi nakillerde bulunmuş ve bazı görüşleri hariç onun fikirlerini kabul etmişlerdir. Onun görüşlerini kabul etmeyenler bile onu bu cahiller gibi tekfir etmemişlerdir. Bu konuda da M.Ebu Zehranın İbni Teymiyyenin hayatını anlattığı kitabını tavsiye ediyoruz.
Kitaba ve iftiralarına dönüyoruz:
“Devlet lüzum halinde cemiyetini korumak için ihtiyacı kadar parayı varlıklı fertlerden kayıtsız şartsız alabilir diyor.(Seyyid) Bu SOSYALİST düşüncelerini İslâmiyete yüklemeyipde kendi malı olarak ortaya koysaydı çeşitli akıntılara kapılarak,şaşkına dönmüş gençler arasında belki kendisine bir yer bulabilirdi.” (Faideli Bilgiler 373)
Hayatının düşünsel ve ahlaki aşamalarına ve eserlerindeki görüşlerine baktığımızda böyle bir iddiaya sadece iftira diyebiliriz. Seyyid’in sosyalizmle ilişkisi konusundaki iddialara kardeşi değerli alim Muhammed Kutub şöyle der.
“1947 yılında El-Fikrül Cedid dergisini çıkararak sosyal problemleri İslâm’ın bakış açısıyla ele almaya başladı. Burada hemen şunu belirtelim ki,kardeşim Seyyid Kutub’un ne sosyalist,ne de komünist düşüncelerle ilgisi vardır. Sorunlara İslâm’ın bakış açısından bakıyordu. Bu nedenle sosyalist veya komünist görüşleri benimsediği tarzındaki iddialar tamamen yalan ve uydurmadır. Öyle tahmin ediyorum ki,Seyyid Kutub’un sosyalist veya komünist görüşleri benimsediği yolundaki iddialar,çıkardığı El-Fikrül Cedid adlı dergi ile o sıralarda komünistlerin çıkarmakta olduğu El-Fecrul-Cedid dergisinin adının birbirine benzer olmasından ileri gelmektedir... Ahmed Huseyn’in çıkarmakta olduğu El-İştirakiyye dergisinde de tamamen İslâmi makaleler yazıyordu.”
Yazmış olduğu İslâmda Sosyal Adalet adlı kitabını Müslümanların komünizme ihtiyaçlarının olmadığını,sorunlarının İslâmın hal edeceğini izah ediyordu.
İlk olarak mülkiyet tümüyle Allah’ın olduğuna göre,temelde fertlerin herhangi bir mülkiyeti söz konusu değildir. Yalnızca her şeyin maliki olan Allah’ın mülkünde hilafet görevini yerine getirmektedirler. Devletin dış saldırılara ve toplum dengesini sarsan olaylara karşı toplumu korurken mülkiyet üzerinde kayıtsız tasarruf yetkisi bulunduğu gibi,iç huzuru sağlamak ve adaleti gerçekleştirmek içinde bireysel mülkiyete müdahale etme yetkisi vardır. İslâm mülkün Allah’a ait olduğunu açıkça ifade etmektedir. Nitekim zaruret halinde ve toplumun maslahatını korumak için devlet fiyat tahdidi (Narh) koyabilir.
Seyyid bu söylediklerini savunurken İslâm alimlerinin söylediklerini söylemektedir. İftiracının iddia ettiği gibi sosyalist fikirlerini değil. İsterseniz burada Seyyidin sosyalist olup olmadığına da açıklık getirelim. Hayatına ve eserlerindeki görüşlerine baktığımız zaman kesinlikle sosyalist olmamıştır ve sosyalizmi savunmamıştır diye biliriz. Edebi olsun,İslâm düşüncesiyle ilgili eserlerinde olsun,böyle bir şeye rastlamak mümkün değildir.
Aksine Müslümanların ve bütün insanlığın kurtuluşunun yalnızca İslâmda olduğunu,başta Kapitalizm ve Sosyalizm olmak üzere İslâm dışı bütün sistemlerin insanlık için birer felaket olduğunu açıkça ifade eder. Seyyid,Komünizm ve Sosyalizme düşman olduğu gibi Kapitalizme de ve din bezirganlarına da düşmandır. Kapitalizmin pisliklerini anlatmak için “İslâm ve Kapitalizm Çarpışması” adlı kitabını yazmıştır.
Seyyid cahiliyenin bütün çeşit ve şekillerine karşıdır. Fakat Seyyid kesinlikle Sosyalist değildir. Onun hayatı ve eserleri ortadır. Fakat ona iftira atanlar Seyyidin düşmanı olduğu kapitalisttirler.
Zira Kapitalizm;kısaca tanımlarsak,sermaye ve sermayedarların hakim mevki tuttuğu rejim demektir.
Yine Seyyid Kutubun İslâmda Sosyal Adalet adlı eserinden naklen şöyle yazıyor aynı kitabta:“Milyonlarca insanın basit bir mesken ve elbiseye muhtaç bulunduğu bir memlekette,milyonlarca lira sarf ederek muhteşem köşkler yaptırmak israf ve haramdır.” Age.)
Seyyidin bu sözleri söylediği yıllarda milyonlar değer ifade ediyordu,artık milyon değil,trilyonlar geçerli. Tabiatıyla bu görüşü bunlar kabul edemezler.
İşte bu insanlar Seyyidi ve onun gibi sahih İslâma sarılanları sevmezler ve iftira ederler. Zira Seyyidin görüşlerini kabul ederlerse saraylarını yıkmaları lazım. Bunu da göze alamazlar. Kendisinin yapmadığı,yapamadığı,elini uzatamadığı noktalara,başkalarının da uzanmasını istemeyen kompleks sahibi,başarısızlık psikozuna sahip kimseler,kıymetli bir elemanı çürütme yollarına,toplumda eritme yollarına başvururlar. Bu aşağı yukarı sosyal Psikolojide geçerli bir kuraldır.
İftiralar kitabı diyebileceğimiz Faideli Bilgiler kitabına devam edelim.
“Bakara suresinin 117. Ayetini tefsir ederken ‘yaratanın hiçbir benzeri yoktur. İşte burada vahdet-i vücut felsefesi tamamen İslâmi tasavvufun dışında kalır ve İslâm gayrı müslimlerin vahdet-i vücut anlayışını tamamen red eder.’diyerek TASAVVUFTAN hiç haberi olmadığını bildiriyor.” (Age. 386)
İsterseniz ilgili ayetin tefsirini Seyyidin kaleminden okuyalım. Seyyid şöyle diyor.
“İslâm düşüncesine göre varlıkların yaratıcısı,yarattığı varlıkların hiç birine benzemez. O tektir. Bunun doğal bir sonucu olarak İslâmi düşünce,Müslümanların dışındaki bir takım inanç mensuplarının anladığı gibi vahdet-i vücut kavramını red eder. Yani varlıklarla yaratıcı birleşik bir bütündür ya da varlık alemi yaratıcının zatından kaynaklanan ışınlardan ibarettir veya varlık alemi yaratıcının görülebilen bir sureti,bir yansımasıdır şeklinde ifade edebileceğimiz yahut aynı esasa dayalı başka bir biçimde anlatılabilen vahdet-i vücut kavramı İslâm düşüncesi ile bağdaşmaz.”diyor.
şimdi sormak lazım,yani yaratanın hiçbir benzeri yoktur demek mi suçtur? Yoksa yaratan ile yaratılan birdir demek mi suç? Kendi kabahatini örtmek için Seyyidin tasavvufu bilmediğini iddia ediyor. Doğrudur.
Şirk koşan sözleri tasavvuf diye yutturulmasına Seyyidin ve hiçbir müvahhidin tahammülü olmaz.
Ama Allah’ın emirlerine,Resulünün sünnetine,Eshabına tabi olma ve selefi salihinin yolunda gitmek tasavvuf ise,-ki tasavvuftan anladığımız da budur- bunun en güzel örneğini Seyyid göstermiştir.
Maide suresinin 54. Ayetinin tefsirinde bakın ne diyor. “Allah öyle bir grup ortaya çıkaracak ki,Allah onları sevdiği gibi onlarda Onu severler.’ “Yüce Allah’ın kullarından herhangi birine yönelik sevgisi,ifadenin vasfedemeyeceği bir olay olunca,kullarından birinin ona yönelik sevgisi de zaman zaman sevenlerin sözlerinde örneklerini görmekle beraber,ifade ve tasvir edebilmesi son derece güç bir olaydır. İşte gerçek tasavvuf adamlarının yükseldiği kapı burasıdır.(Ancak bunlarda tasavvuf kisvesine bürünen ve uzun tarihlerinde bilinen bu topluluğun içinde son derece azdırlar.)
Tasavvufun amacı;insanı olgunlaştırmak ve faziletlerle donatmaktır. Şeriat temeldir,tasavvuf binadır. Temelsiz bina olmaz ama binasız temel olur şeriat ağaç,tasavvuf meyvedir... İmam-ı Kuşeyri şöyle der:“dostlar iyi biliniz ki bu taifeye mensup olan hakiki sufilerin çoğu yok olup gitmişlerdir. Şu içinde bulunduğumuz zamanda bu zümrenin kendisi değil,sadece eserleri(izleri veya kitabları) kalmıştır. Şu şiir bu hali çok güzel anlatır. Çadırları onların çadırlarına benziyor,halbuki görüyorum ki çadırların içinde duran kabilenin kadınları,sevgilimin kabilesine ait çadırların kadınlarından başka. Şimdiki sufiler şekil ve kıyafet bakımından eski sufilere benziyor ama,ruh ve muhteva bakımından başkalaşmıştır.” (1045 yılında)
Mutasavvıfların büyüklerinden bazılarının Tevhid hakkındaki görüşlerini de burada aktaralım. Cüneyd-i Bağdadiye göre:“Allah ezeliyetinde tektir,onunla birlikte ikincisi yoktur.” Kuşayriye göre:“O’nu yaratıklarından ayırt etmektir.”
Bilindiği üzere tasavvuf insanı vera sahibi yaparken,bu zatlar haram içinde,faiz muamelesi içinde yüzüp tasavvufçuluk yaparlar. Ehli Tasavvuf kardeşlerden özür dileyip,aflarına sığınarak bu konuya girdim. Asıl konum bu değil.
Yalnız Tasavvuftan bizim ne anladığımızı ve iftiracıların ne anladığını belirtmek için bir iki konuya değineceğim. Bu konunun ehli kardeş ve bacılardan özür diliyorum.
Bizim Tasavvuf anlayışımız,Allah ve Resulünün emirlerine itiba,haram ve nehiylerinden sakınma,şüpheli şeylerden korunma şeklinde özetleyebiliriz. Fakat kalkıp şu sözleri Tasavvuf olarak algılamamız Tasavvuf büyüklerine ve Selef-i Salihine saygısızlık olur inancındayız. Zira mutasavvıfların hayatları imrenilecek izzetli bir hayattı.
Fakat tasavvuf adına söylenen şu sözleri ne yapmalı;“Arif Allah’ı her şeyde görendir,belki her şeyin kendisi olarak görendir. Putperestler arif billahtır. Allah her şeydir ve neye ibadet edilirse Allah’a ibadet edilmiş olur. Her şey Allah olduğu için kulların Allah’tan başka taptıkları bütün şeylerde aslında Allah’tır. Bu ayrımı kullar uydurmuştur.” (Füsus 1/32,33,42,Darül kitabül Arabi Kahire 1980)
“Allah’ın,kadınlarda müşahede edilmesi en büyük ve en mükemmeldir. Kavuşmanın en büyüğü nikah münasebetidir.”
(Age. 1/212)
Tanrının kadın suretinde görünmesini nasıl savunacağız? Allah için söyleyelim,bu sözlerde ne gibi bir sır veya sembol vardır? Bu sözlerde zavallıları uyutan cüretkarlık ve Allah’ın dinine karşı müşrikçe sırıtan bir gayretkeşlikten başka ne vardır ve biz bunları nasıl İslâmi inanç olarak kabul edip savunacağız?
İslâm tevhid dinidir ve bel kemiğini tevhid ilkesi oluşturur. İslâm çok tanrıcılığa ve gerek insana Allah’ın sıfatlarının verilmesi şeklinde olsun,gerekse Allah’ı insan özellikleriyle tasarlamak şeklinde olsun,toplumdaki bütün şirk çeşitlerine en amansız savaşı açmıştır. Seyyid bu konuda şöyle demektedir:“İslâm düşüncesi,bir uluhiyyetin bir de ubudiyyetin varlığı temeline dayanmaktadır. Yalnız Allah’a mahsus olan uluhiyet,bir de Allah’tan başka bütün yarattıkların ve özellikle insanların ortak olduğu ubudiyet. Uluhiyet makamı ile ubudiyet makamı arasında,uluhiyetin özellikleri ile ubudiyetin özellikleri arasında kesin ayrım yapmaktadır.”
Bunu da burada kapatırken yine iftiralara geçelim.
Yine aynı kitabtan nakl ediyoruz. “Seyyid Kutub tefsirinin çeşitli yerlerinde zekattan başka da malda fakirlerin hakkı vardır hadisini yazıyor ve zekatı hükümetin zorla alacağını ayrıca sadaka vermeyenlerin fazla mallarına hükümetin el koyabileceğini bildiriyor işi KOMÜNİSTLİĞE kadar götürüyor.” (Faideli Bilgiler 389)
Başta belirttiğimiz gibi,bunlar gerçek İslâmi hükümlerin kitlelerce anlaşılmasından korkuyorlar. Peşlerine taktıkları kitle gerçek İslâmı anlarlarsa,onlara uşaklık yapar mı? Saraylarını yükseltip holdinglerine holding katmaları için paralarını onlara peşkeş çekerler mi? Bunlar herkesi kendileri gibi deve kuşu mu zan ediyorlar?
Hz. Ebu Bekir’in zekat vermeyenlerle savaştığını ve ‘Resul-i ekreme verdikleri deveyi bağladıkları ipi bana vermeseler bile onlarla savaşırım’ dediğini hiç mi duymadılar? Şer’i kaidelere bağlı olan İslâm devleti,zekatı zorla alabilir.
Allah’u Teala Mearic suresinin 24-24. Ayetlerinde şöyle buyuruyor:“Onların mallarından isteyenler ve mahrum olanlar için belirli bir hak vardır.” Dikkat edilecek olursa Allah’u Teala ayeti kerimede Hak kelimesini kullanmaktadır. Bu nedenle Hakkın takipçisi olan İslâm devleti,bu hakkı zorla toplayıp sahiplerine dağıtabilir. Resuli ekrem zekatı bizzat kendisi toplamış ve valilerine de toplatıp fakirlerine dağıtmaları emrini vermiştir.
Hz. Ebu bekir “Vallahi Resulüllahın pak zevcelerinin ayaklarından köpeklerin tutup,yerlerde sürükleyeceklerini bilsem bile,Resulüllahın zamanında zekat devesinin boynuna takılarak verilen yuları vermeyenlerle savaşırım.”
İşte zekatı devletin toplaması gerekir dediği için Seyyidi Komünistlikle suçlayan bu müfteriler acaba Hz. Ebu bekire ne derler veya ne diye bilirler? Evet Seyyid malda zekattan başka da hak olduğunu savunuyor. Zira O Tirmizi ve Ebu Davut da geçen hadise dayanıyor ve İslâm alimlerinin yolundan gidiyor.
Örneğin İmam Kurtubı Ahkamül Kur’ân adlı tefsirinde “Zekattan ayrı bir hak vardır ki,onunla sılayı rahm yapar,zayıfı korur,acizi himaye eder,yoksulu zengin eder.”demektedir.
Alusi de “Allah’a yakınlık ve kullara şefkat amacıyla zenginler onu kendileri üzerine bir hak kabul etmektedirler.”der. Cumhura göre malda zekattan ayrı bir hak olduğu görüşündedirler. İsteyen kardeşler bu konuyu daha detaylı bir şekilde herhangi bir fıkıh veya konu ile ilgili bir kitapta rahatlıkla görebilirler.
Evet yine aynı kitabtaki iftiralara dönüyoruz.
“Tefsir yapmakta ve din kitapları yazmakta tek sermayesi memleketi icabı arabi bilmesidir. Tek hüneri iyi bir tercümen olabilen bu yazarın en büyük hatası din bilgilerinde mukallid olduğunu anlayamamış olmasıdır. Müctehidlerin görüşlerine uymayan görüşler ileri süren din cahillerine DİNDE REFORMCU VEYA ZINDIK denir. Bunlar din adamı görünerek perde arkasında dini yıkmak isteyen kimselerdir.” (Faide Bilgiler 391)
Bakın kardeşler,bunların enteresan fikirlerinden birini yine aynı kitabtan yani Seyyid hayata gelmeden önce vefat eden Ahmet Cevdet Paşanın yazdığı kitaptan bir paragraf aktaralım:“Seyyid Kutubun Fizilal tefsirinin bozuk ve zararlı olduğunu göstermek için İslâm alimlerinin büyüklerinden Ahmed İbni Hacer-i Mekki hazretlerinin fetvasını okumak yetişir.” (Faideli Bilgiler 392)
Nasıl kardeşler? İbni Hacerin Seyyid konusunda fetva vermesi aklınıza yattı mı? Yatmasa da kabullenin. Zira bu insanlar hep böyle akılla çatışan fikirler ileri sürerler. Bu da o iftiralardan bir hakikat ve ihlas. Ne diyelim yani bunlar tek kelime ile fena fil ihlas olmuşlar.
Faideli bilgiler adlı kitabtan bu kadar nakil yeter. Şimdide bir iki nakil de Saadet-i ebediyye denilen kaitabtan.
“Doğru yazılmış tefsirleri okuyan cahiller böyle felakete döşerlerse,Mehmet Abduh,Ömer Rıza ve Seyyid Kutub gibi DİNDE REFORMCULARIN tefsir adındaki kitablarını okuyan acaba ne olur? Şamdaki alimlerden üstad Abdülğani Fadlüzzakirin kitabında ibni Kesir tefsiri okunmamalıdır,çünkü içinde delaleti kesire vardır demektedir. Seyyid Kutub son zamanlarında yazdığı Fizilalde Abduh masonunu övüyor.” (Saadet-i Ebediyye 3/180)
Bunun neresini düzeltelim? Mehmet değil Muhammed Abduhtur,Ömer Rıze değil Reşit Rızadır,İbni Kesir tefsiri okunmamalıdır diyor. Buna bir şey demeyeceğim. Onun kıymeti ehlince takdir edilmiştir.
Bizim anlatacağımız kıymetine bir şey katmaz. Fakat şu kadarını söyleyelim:İbni Kesirin tefsiri bir rivayet tefsiridir. Ayeti ayet veya hadisle tefsir etmiştir. Seyyidin reformculuğuna gelelim. İlk önce reformdan neyi anlıyoruz? Reform nedir? Kısacası ortaçağda ilim ve ilmi verilere karşı mücadele eden Hırıstıyanlığın akıl almaz tutumuna karşı bir başkaldırı hareketi başlar. Gelişen ilmi keşiflerinde desteğinde bir zamanların kendi dogmatik düşünceleri uğrunda ilim adamlarını yakan kilise yavaş yavaş kendini yenilemek zorunda kaldı. Aksi takdirde bütünüyle silinip yok olacaktı. Ve Almanya’da başlayan incilin tercümesi ve Lüther hareketi ile reformlar başlar. Hırıstıyanlıkta olduğu gibi katı kurallar İslâmda olmadığı ve ilme karşı olmadığı için reforma ihtiyaç hasıl olmamıştır.
Seyyidin reformculuğu da diğer iddia ve iftiralar gibi gerçekle ve ilmi araştırmayla alakası yoktur. Kuşkusuz Seyyid dinde reformcu değil İslâm inqilapçısıdır. Batılın her çeşidine ve donukluğa karşı inqılapçıdır.
Başı boş kör anarşi değil,yolu ve hedefi beli,devamlı gelişen bir inqılap ruhuna sahiptir. Seyyid ileriye doğru inqılapçıdır. Allah’a inanmayan ve dinini din olarak kabul etmeyen bütün küfür çeşitlerine karşı inqılapçıdır. Zulme,şirke,baskıya,esarete ve köleliğe,fesat ve bozgunculuğa karşı İslâm inqılapçısıdır. Bu anlamda reformcu olduğu söylenirse kimsenin diyeceği yoktur. Çünkü asrımızın insanı böyle reformculara muhtaçtır. İhlas ve TGRT’nin halkı sömürmemesi,bir kene gibi bedenlerine yapışıp kanlarını emmemeleri için böyle insanlara ihtiyaç vardır. Fakat Allah’ın dinini oyuncağa çevirecek,naslarını tahrif edecek,emperyalist emellere ya da cehalete peşkeş çekecek,değersiz bir dünya hayatı için onu ucuza satacak ve bununla kahramanlar listesine geçecek anlamda reformcudur deniliyorsa,bunun Seyyidle hiçbir ilgisi yoktur. Dünyanın geçici hayatını ahiretin sonsuz mutluluğuna tercih etmediği ve dine karşı en ufak bir ihmalkarlığı bulunmadığı herkes tarafından bilinmektedir.
Emperyalizmin kapı kulları,sahte din adamları,din bezirganları,başıboş ve şehvet perestlerden başka hiçbir kimse onun din esaslarından saptığını iddia edemez.
Hayatı ortadadır.
İslâm Düşüncesi adlı eserinde Seyyid şöyle der:
“Bazı Müslümanların sandıkları gibi,biz İslâm’ın bir reforma ihtiyacı olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü her şeyden önce İslâm,kendi bünyesinde tam ve eksiksizdir. Bizim yapmamız gereken şey,eksik görüş,gaflet ve tembelliğimize çare bulmak,din karşısında tavrımızı düzeltmektir. Yeniden İslâmi bir hayat için dışarıdan getirtmek üzere yeni ilkeler aramaya ihtiyacımız yoktur. Biz terk edilmiş değerlerimize sahip çıkmaya ve onlara sarılmaya muhtacız.” Evet işte Seyyidin reform hakkındaki görüşü. Başka bir yerde de şöyle der:“Söz konusu zorlama manevrasını keşf ederek aşmak ve İslâmı red ederek Allah’ı tanımayan bir toplumda sözde İslâm Fıkhını Modernleştirme adı altında kalkışılan gülünç maskaralığa karşı koymak,İslâm davetçilerinin görevidir.” (MealimFiterik 60,Fizilal 5/83,84)
İslâm Düşüncesinin Özellikleri adlı eserinde “Allah’a giden bu emin ve doğru yoldan başka insanlık için hiçbir yerde kurtuluş imkanı yoktur. Gerek yenilik,reform ve tekamül adı altında gerek ortaçağ kalıntılarından kurtulma paravanası arkasında ve gerekse başka adlarla insanlığın bu yegane kurtuluş kaynağını bulandırmaya çalışanlar bilelim ki bizim gerçek düşmanlarımızdır. Bütün bu çirkin oyunlardan amaç,yüce dinimizi reform adıyla deform etmek,yüce esaslarını bozarak başka bir şekle sokmaktır” der.
Evet işte reformcu denilen Seyyidin reform hakkındaki görüşleri.
Yine Saadet-i Ebediyye adlı kitabın 2/10. Sayfasında İmam-ı Rabbaninin mektubundan kıyametin alametleri ve kıyamette yakın zamanda çıkacak fitnelerle ilgili bir paragrafta şöyle der. “ ‘Böyle zamanlarda evinde kapanmak,fitneye karışmaktan hayırlıdır. Kenarda kalan ileri atılandan hayırlıdır. O gün oklarınızı kırınız. Her kişi tatlı dil ile güler yüzle karşılayınız. Evinizden çıkmayınız’ mektubtan tercüme temam oldu. Müslümanlar bu nasihatlara uymalı,Mevdudi ve Seyyid Kutub gibi MEZHABSİZLERİN,SAPIKLARIN,DİN CAHİLLERİNİN,İSYANA TEŞVİK EDEN,FİTNEYİ KÖRÜKLİYEN ZARARLI UYDURMA TEFSİRLERİNE,kitablarına aldanmamalıdır. Cihad devletin,ordunun düşmanlarla,kafirlerle,sapıklarla harb etmesi demektir. Müslüman devlet olsu kafir devlet olsun,zalim olsun adil olsun kendi devletine isyan etmeğe vatandaş kanı dökmeye,birbirine saldırmağa cihad denmez.” (Age2/10)
İmam-ı Rabbaninin Moğol hükümdarı Ekber Şahın ‘Resulüllahın getirdiği dinin süresini tamamladığı ve yeni bir dinin onun yerini alması gerektiğine’ dair inancına karşı cihad etmiştir. Zalimin zulmünden çekinmeden İslâmi gayretini ortaya koymuş ve bu mücadeleye fitne dememiştir.
Hüseyin Hilmi Bey’in ileri sürdüğü Müslüman devlet olsun,kafir devlet olsun,adil olsun zalim olsun,kendi devletine isyanı yasaklayan fikri acaba hangi mezhebe veya sürekli ileri sürdüğü ehli sünnetin neresi ile bağdaşıyor?
Sattıkları Evliyalar Ansiklopedisindeki hangi evliyanın hayatından bunu almışlardır. Burada tarihi bir olayı nakl edelim.
Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Beyin veziri Amidül Mülk kündüri Mutezile mezhebine mensuptu. Eş’ari kelamcılarına karşı müsamahasız bir mücadeleye girişmişti. Tuğrul Bey vezirinin teşvik ve tahrikleriyle İmamül Haremeyn Ebu Meali Cüveyni ile Ebu Sehl Muvaffak ve İmam Kuşeyrininde içinde bulunduğu çok sayıda Eş’ari aliminin hapis edilmesi için emir verdi. Cüveyni hapis edileceğini sezince Hicaza kaçtı,Ebu Sehl de Nisaburda bulunduğu için yakalanamadı. Fakat Kuşeyri ile Reisül Fürati yakalanıp şehrin kalesine haps edildi.
Bu arada Ebu Sehl,etrafına topladığı adamlarla Nisabur kalesini bastı ve Reisul Fürati ile Kuşeyriyi kurtardı. Şimdi bu da mı isyandır?
Yoksa sürekli tavsiye ettiği ehli sünnet ve İslâm fıkhına bakmayı unuttu mu emekli Albay hazretleri? Fakat kendileri emekli bir Albay olarak böyle düşünebilir. Fakat müvahhidler böyle düşünmezler. Müslüman için vatan Allah’ın hükmünün hakim olduğu yerdir,ister orada doğsunlar ister doğmasınlar fark etmez. Zaten Mümin insanı ile hayvanı birbirinden ayıran temel özellik inancıdır.
İftiralara devam edelim:
“İhvan cemaatinin müessisi Mısırlı MEZHEBSİZ HASAN EL BENNA’nın ihtilalci yazıları ve Seyyid Kutub’un Fizilal ismindeki bozuk tefsiri ve başka kitabları ve Mevdudi ve Hamidüllah ve Cezayirli İbni Badis gibi DİNDE REFORMCULAR’ın kitabları böyledir. Din öğrenmek isteyenler bunların bozuk kitablarını okumamalıdır.” (Age. 2/26) der.
Bunların bir iftiraları da Seyyid Kutub’un “HZ. OSMAN’A DİL UZATMASI”.dır. Güya Seyyid Hz. Osman’a “Bunak veya kötü niyet sahibi” şeklinde bir söz söylemiştir.
Hemen belirtelim ki Seyyid,düşüncelerinde ve eserlerinde sabit bir metoda göre hareket etmektedir. Bu metoda göre,İslâm kişilerden üstündür,öndedir ve onlar için feda edilemez. Seyyid Kutub’un kişileri ve düşünceleri eleştirmesi bu ölçüye göre değerlendirilmelidir. Seyyid Kutub’un bürün eserleri Eshab-ı kirama karşı saygı,hürmet ve tazim ifadeleriyle doludur. Seyyid Kutub’un tutumu ve düşüncesini kısaca belirtikten sonra Hz. Osman için kullandığı ifadelere bakalım. Hz. Ömer’in örnek yönetiminden söz ettikten sonra şöyle demektedir:
“İslâm esasları çerçevesinde kalmakla birlikte bu durum Hz. Osman’a çok yaşlandığı bir zamanda geldi. Etrafında bulunanlardan Mervan bin Hakem işleri İslâm’dan uzak bir şekilde yürütmüştür. Hz. Osman’ın yumuşak huyluluğu ve akrabalarına karşı şefkati de ashabın tasvip etmediği hoş olmayan bazı tasarrufların olmasına bir tür katkıda bulunmuştur. İslâm’ın elinden çektiği fitnede bu tasarrufların etkileri ve sebep olduğu gelişmeler büyük olmuştur.”
Daha sonra damadı Haris b. Hakeme,Mervan b. Hakeme,Hakem b. El Asa ve benzerlerine yaptığı bağış ve iktaları belirtikten sonra başta Hz. Ali olmak üzere ashabın ona itiraz ve uyarılarını zikretmekte,Hz. Osman’ın Ebu Zerr gibi bazı sahabelere karşı tutumunu belirtmekte ve şöyle demektedir.
“Osman (r.a)’dan özür dileyerek belirtelim ki,hilafet ona çok geç bir zamanda geldi. Kendisi seksen yaşları civarında,Emevi ailesi de etrafında dolaşmaktaydı... Yeryüzünde onlara tanıdığı imkanlarla fiilen Emevi devletini geride bırakarak Hz. Osman Rabbinin rahmetine kavuştu.”
Buna benzer sözleri büyük İslâm alimi ve tarihçisi Celaleddin Suyuti de Tarihül-Hulefa adlı eserinde şöyle belirtmektedir. “Zühri şöyle diyor:Osman on iki yıl halife kaldı. İlk altı yılında halk kendisinden yakınmadı. Kureyş onu Ömer’den daha çok seviyordu. Çünkü Ömer onlara sert davranıyordu. Osman ise yumuşak davrandı ve ilgilendi. Sonra işi gevşetti. İkinci altı yılında akrabalarını iş başına getirdi. Mervana Afrika gelirinin beşte birini verdi. Akraba ve yakınlarına mal bağışladı. Allah’ın gözetilmesini emr ettiği sılayı rahmi tevil ederek şöyle dedi:Ebu Bekir ve Ömer bu konuda tasarruf haklarını işleme koymadılar. Ben ise hakkımı aldım ve akrabalarıma verdim. Halk bu işlemini yadırgadı. Said b. Müseyyeb şöyle der:Osman kavmini çok severdi. Beni Ümeyyeden Resulüllah’a yakınlığı olmayan kimseleri yönetimin başına getirdi. Eleştirildiği halde onları azletmiyordu.”
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün ama biz bu kadarıyla iktifa ediyoruz. Ve Seyyid Kutub’un diğer İslâm alimlerinden farklı veya aşırı şeyler söylediğini ileri sürmek doğru değildir.
Yani anlayacağınız yeryüzünün neresinde zulme,tuğyana,emperyalizme başkaldıran biri varsa bu zalimlerin iftiralarına hedef olmuşlardır. Onlar istiyorlar ki,herkes onlar gibi din maskesine bürünerek hükümetlerden aldığı kredilerle köşeyi dönsünler,fakat İslâm alimleri bunu yapamazlar. Müslümanlara Müslüman,Kafirlere de Kafir ahlakında görünen,kafirce Müslümana vuran namazlı,niyazlı yarım Müslümanlara sırtlarını dayayıp gazetelerinin tirajını yükseltip,elde ettikleri kredilerle holdingleşenler tabiatıyla izzetli Müslümanların yaptıklarının yapamazlar.
Bizim kimseyle şahsi olarak alıp vermediğimiz yoktur. Kimseyle de polemiğe girmek niyetinde de değiliz. Sorunumuz İslâmdır. Sorunumuz yıllar boyu İslâm adına halkımızı sömüren,cehaletlerinden faydalanan bu zalimlerin gerçek yüzlerini mazlum halkımıza anlatıp uyarmaktır. Hayatını hiç çekinmeden yüce İslâm için feda edebilen muhterem zatlara yapılan iftiraları elimizden geldiğince cevaplamaya çalıştık. Bunu da sır bir görev olarak algıladığımız için yaptık.
Zira az veya çok hepimizin düşünsel dünyamıza katkıları olan mümtaz şahsiyetlerdirler. Bu gün ülkemizde kendisine,toplumuna yaralı olmak isteyen her Müslümanın yetişmesinde mutlaka bu zatların eserlerinin büyük bir etkisi vardır. O yüzden bunlara yapılan iftiralar aynı zamanda onlardan beslenen bizlere de yapılmıştır. Biz hakkımızı bu zalimlere helal etmiyoruz.
Rahmetle andığımız Şehid Seyyid Kutub hakkındaki bu yazımızın sonuna geldik. Zan edersem ona yapılan iftiralara cevap vermek,onu layıkıyla anmak ve anlamaktır. Yoksa hayatını anlatmakla elimize bir şey geçmez. Önemli olan onun fikirleri ve ona yapılan iftiralara cevap vermektir. Şayet kendisine yapılan iftiralara azda olsa cevap verme konusunda bir katkımız olmuşsa kendimizi bahtiyar kabul edeceğiz. Ve üzerimize düşen görevi yerine getirerek onu layıkıyla anmış olacağız. İnşallah iftiralar konusunda malum kişilere kanan kardeşlerin şüphelerini gidermeye vesile olmuşumdur. Allah’u tealadan bizleri Onun ve diğer aziz İslâm şehidlerinin şefaatlerinden mahrum etmesin.
Ve şu duayla yazımıza son veriyoruz.
Allah’ım bizi hakkı hak bilip hakka itiba eden,batılı batıl bilip batıldan teberri eden salih kullarından eyle.
iftira diyenlerin iftiraları na cevaplar verilecek
ÇOK OKUNAN İÇERİKLER
**********
Şehid Seyyid Kutub hakkındaki eleştirilere cevaplar -3
Seyyid Kutub'un bazı görüşleri yanlış anlaşıldığı doğrudur.Ancak doğru anlaşılanların da hepsi tartışmasız doğru olduğu söylenemez..Cahili toplum , Darul Harp ,Maide 45 tefsirlerine katılmamakla birlikte tamamıyla de istifade dışı tutmamak gerekir..Katılmadığım o kısımlarda bile bir ölçüde hakikatın parıltısını gördüm.Toplumları Cahili toplum olarak nitelemenin pratikte faydası olmadığını anlayan Kutub hayatının son dönemlerinde bir pişmanlığını terennüm etmek durumunda kalmıştır..“İman meselesinde zühul (ihmal) etmişiz ”:
http://www.youtube.com/watch?v=wOwRFPJpf6U
D-Seyyid Kutub ve Tekfir Meselesi:
Lügat ve Istılahi anlam farkı:
Seyyid Kutub günümüz insanını ıstılahı anlamda müşrik görmemektedir.
Seyyid Kutub eserlerinin çoğunda ve özellikle Fîzılali'l-Kur'an'da günümüz insanını lügat anlamıyla müşrikler gibi görse de ıstılahı anlamda müşrik görmemektedir. Örneğin "İslam Kapitalizm Çatışması" adlı eserinde [2], (günümüzde) halkında müslümanların yaşadığı toplumları İslam ümmeti olarak anmaktadır. Yine yukarıda adı geçen eserinde yaşadığı toplumu -Mısır toplumunu- büyük çoğunluğu müslüman olan bir ülke olarak tanımlamaktadır. Peki, Seyyid Kutub, bazı eserlerinde[3] günümüz toplumlarını tamamen kafir saymamasına rağmen neden "Fîzılalil-Kur'an'da ve "Yoldaki işaretler"de günümüz toplumlarına yine neden kelime anlamıyla müşrik olarak bakmaktadır. Aslında burada anlaşılmayan veya çarpıtılan şudur. Bir kelimenin -lügat- anlamı ayrıdır, ıstılahı anlamı ayrıdır. Istılahî anlam bir kelimenin Kur'an ve Sünnette sosyal hayatta çerçevesini bulan anlamıdır. Örneğin Yunus (a.s)'ın dilinden söyletilen "muhakkak ben zalimlerden oldum" ayetinde zulüm lügat anlamıyla kullanılmıştır. Oysa yine başka bir ayete göre "Zalimler, Allah'ın hükümleriyle hükmetmeyenlerdir."[4] Bu iki ayet arasında asla çelişki yoktur. İlk ayette zulüm lügat anlamıyla, amelî anlamıyla kullanılmış ikinci ayette ise itikadı anlamıyla-istilahî anlamıyla kullanılmıştır. Kelimelerin ve özellikle Kur'anî kelimelerin lügat ve istilah anlamları ile kelimelerin itikadî ve ameli anlamlarıyla ilgili olarak İbn-i Hacer Askalani’nin eserlerine bakılabilir....
Kutub yaşadığımız toplumları da önceki toplumları ve devletleri de hiç de kafir saymamaktadır.
Çağımızda dünya toplumuna göre sayısı fazla olmayan muvahhid neslin medar-ı iftiharı olan bu şehidimiz “İslam Düşüncesi " adlı eserinde, "İstikbal İslam'ındır" adlı eserinde, Fizılal'in 16. cildinde İhlas Suresi tefsirinde yaşadığımız toplumları da önceki toplumları ve devletleri de hiç de kafir saymamaktadır. Yani, geçmişte ve günümüzde halkında müslümanların yaşadığı toplumlara müşrik olarak bakmamaktadır.
Kutub'un kullandığı cahiliye ve müşrik kavramı toplumun genel yapılanması hakkında kullanılmıştır.
Sonuç olarak Seyyid Kutub'un kullandığı cahiliye kavramı da müşrik kavramı da insanlığın ve toplumun genel yapılanması hakkında kullanılmıştır. Yani S. Kutub toplumu tüzel bir kişilik olarak kabul etmiştir. Eğer böyle kabul etmese mahkemede yargılandığı günlerde son sözlerinde şunları söyler miydi?:
Seyyid Kutub: "Biz insanları tekfir etmiyoruz. Bu çarpıtılmış bir nakil" :
"Biz insanları tekfir etmiyoruz. Bu çarpıtılmış bir nakil... Biz diyoruz ki insanlar inanç sisteminin hakikatini bilmemeleri, onun gerçekten ne demek olduğunu kavrayamamış olmaları ve İslami yaşantıdan uzak bulunmaları bakımından, cahiliye toplumunu andırır bir hale gelmiştir..."[5] Cahiliye kelimesi de nasslarda -Kur'an ve Sünnette- "mutlak küfür" anlamında değildir. Yani bu kelime her zaman kafirleri nitelemez. Bu konuyla ilgili ayet, hadis ve alimlerin görüşleri hiç de az değildir...Dikkatlice incelenirse ve alimlerin görüşleri iyi anlaşılırsa (özellikle ibn-i Kayyım El-Cezvî) bir hükmün altında yaşamak ve o hükmü kabul etmek durumlarının ayrı şeyler olduğu görülür....."Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kafirlerin, fasıkların, zalimlerin ta kendileridirler." Maide suresinin bu ayetlerinden hareketle yapılan tefsirlere bakıldığı zaman bu ayetlerdeki hükümleri uygulamama konusunun Allah'ın hükümlerine inanmamakla beraber oluşan bir uygulama olduğu anlaşılır. Yani kafir olan kişi. Allah'ın hükümlerini inanmayarak uygulamadığı için kafirdir. Yoksa bir müslüman, müslümanlığıyla beraber Allah'ın tüm hükümlerine inanıyorsa ve gerekli olduğunu kabul ediyorsa ama bazılarını uygulamıyorsa o zaman -yine de- kafir olmaz. Çünkü Allah'ın hükümleri demek nihayetinde "Allah'ın emirleri" Allah'ın emrettiği ameller demektir. Bu amelleri inkar ederek, gereksiz görerek yapmamak ayrı ama inkar etmeden bazısını yapıp bazısını da yapmamak ayrıdır. Allah en iyisini bilir ki eski müctehid imamlar da kendi devirlerindeki hükümetleri, sultanları bunun için kafir saymamışlardı. Çünkü onlar şirk denen şeyi dinlerinin temeli yapanları ve böyle yapmayıp sadece amelde şirke bulaşanları ayırıyorlardı...
Seyyid Kutub ve Tasavvuf:
Yine merhum Seyyid Kutub çeşitli eserlerinde tasavvufi yönü meşhur olan bazı kişileri tekfir etmez, hatta onları üstat sayar. Bu "üstat" denilenlerden birisi "En-Nedvî”dir. En-Nedvî bildiğimiz kadarıyla çağımız İslami inkılaplarına da karşıdır. Bundan dolayı bazı müslümanlar onu kötü lakaplarla bile anabilirler ama Seyyid Kutub onu müslüman saymaktadır. Şimdi o müslümanların En-Nedvî yüzünden Seyyid Kutub'u tekfir etmeleri mi gerekiyor? Ayrıca dürüst düşünmeyi seven bir müslümanın S. Kutub'un tefsirinde 16. Cüzdeki İhlas Suresi tefsirini okuyup değerlendirme yapması gerekir. [24]
METOT MESELESİ VE SEYYİD KUTUB
Üzerinde durulması gereken bir başka durum da metot meselesidir. Günümüzde müslümanlar arasında tartışma konusu olan metot meselesi bazen günün şartlarından bağımsız ele alındığı için bazen de itikadı temellerden bağımsız ele alındığı için yani dengeli bir tarzda değerlendirilmediği için hatalı sonuçlar doğurmaktadır. Hatta bu yanlış değerlendirme tarzları yüzünden kimi gruplar marjinal (kısır döngüler) içinde kalmakta kimi gruplar da ilkesizliğe doğru adım atmaktadır....Birçok grubun sağlıklı bir zemine oturtamadığı metot meselesi, daha çok tartışılacaktır. Çünkü metod meselesi "hareket fıkhıyla da itikat temelleriyle de" yakından ilgilidir. Yaşadığımız toplumda seksenli yıllardan beri konuşulan tartışılan metot meselesi hala sağlıklı bir zeminde değildir. Bunun sebebi de şudur. Müslümanlar, biraz önce değindiğimiz gibi, ya itikadî temelleri ihmal ederek metotlar geliştirmektedirler ya da günün şartlarını hareket fıkhı içinde iyi değerlendirmekten uzak kalmaktadırlar. Kanaatimizce bu yüzden metot meselesi kafaları hala meşgul etmektedir. Metot meselesinden kaynaklanan değişik sorular hala tartışılır cevaplar almaktadır, örneğin: "Fertler gizli mi olacak açık mı? Teşkilat-cemaat-gizli ama fertler açık olabilir mi? İzinle açılmış, kurumlar vasıtasıyla tebliğ yapılabilir mi? Parti vs. "Her halükarda" kaçınılması gereken bir yöntem midir değil midir? Evet bu ve benzeri sorular da yöntem meselesinden doğmuştur. Aynı sorular uzun yıllar Mısır'da İhvan-ı Müslimin arasında tartışılmıştır.
Seyyid Kutub İhvan-ı Müsliminden -tam anlamıyla olmasa da- bu metot meselesi yüzünden ayrılmıştır.
Hatta merhum Seyyid Kutub İhvan-ı Muslinimden -tam anlamıyla olmasa da- bu metot meselesi yüzünden ayrılmıştır. Seyyid Kutub'un, İhvan-ı Müslimin hareketinden ayrılması, onun benimsediği yeni metotla ilgilidir. Yoksa bazılarının -zoraki- anladığı gibi o ne Hasan El-Benna’yı ne de ihvanı -o zamanki haliyle- tekfir edip ayrılmamıştır...Seyyid Kutub'un, İhvan-ı Müslimin üyelerini, Mısır halkının tümünü tekfir etmediğini onun mahkeme konuşmalarından öğreniyoruz. Söz konusu konuşmalar onun hayatının sonlarına doğru yaptığı konuşmalardır. Bu konuşmalar seksenli yıllarda "o günün" Zaman Gazetesi'nde "Beni niçin idam ettiler" başlığıyla yayınlanmıştı. Yine bu konuşmalar geçtiğimiz yıllarda Nehir Yayınları tarafından "Son Sözler" başlığıyla (adıyla) yayınlanmıştır ve bu kitap yayın dünyasında hala mevcuttur, Seyyid bu eserinde konuşmalarında Hasan El-Benna’yı hayırla anmakta ve ihvan mensuplarını da hareket metodu bakımından eleştirmektedir. Ona göre -kendisi de önceleri içinde olmakla birlikte- ihvanın yöntemleri değiştirilmelidir. Onun eleştirileri kısa zamanda etkisini göstermiş ve etrafında yeni bir oluşum meydana gelmiştir. Yine denebilir ki onun bu yeni oluşumu, daha geniş yelpazedeki etkilerini onu ölümünden sonra göstermiştir. Kendisinin Rabbani Metot olarak nitelediği bu metodun özellikleri acaba neydi? Acaba Seyyid Kutub ihvandan niçin ayrılmıştı? Benimsediği yeni hareket metodu ne idi? Bugün onun benimsediği hareket metodunun seyri nedir ve o hareket metodunun Kur'an ve sünnetten delilleri nelerdir? Merhum şehidimizin kendi eserlerinden okuyup anladığımız kadarıyla şunları söyleyebiliriz: Kendisi İhvan-ı Müsliminle belli bir müddet birlikte hareket etmiş ve kültür işleriyle ilgilenmiştir. Daha sonra devletin bir provokasyonu ile karşılaşan İhvan'ın birçok mensubu -yüzlerce ve binlercesi- cezaevlerine atılır. Bunlar arasında Seyyid de vardır. Bu provokasyona alet olan ihvan mensupları daha sonra metod tartışmalarına girerler. İhvandan bazı gruplar tabandan değil tavandan gelen bir görüşü savunurlar. Çeşitli olaylar yaşanır. İşte îhvan-ı Müsliminin fertleri "taban-tavan-devrim-örgüt-iktidar..." meselelerini tartışırken onları, onların yaşadıklarını biraz dışarıdan izleyen Seyyid Kutub değişik şeyler düşünmektedir. Özellikle zindanda yaşadığı yıllar onu değişik yollar aramaya itmiştir. Sonunda kendine çok yakın olan arkadaşlarıyla birlikte, çok makul olan ve ilahî, sünnetullah'a uygun olan yolda karar kılmışlardır. Bu yeni metodun, tebliğ yolunun en önemli özellikleri de şudur: [28]
“Önce akide davasını anlatmalı ve sağlam bireyler yetiştirmeliyiz.”
1- Bugün tüm dünya toplumları İslam'ın ilk geldiği günde -günlerde- karşılaştığı toplumlara benzemektedir. Yani cahiliye toplumlarına benzemektedir. O halde bizler de cahiliye toplumunda ilk defa başlayan mücadele ve tebliğ yöntemini dikkate almalıyız.
2- Önce akide davasını anlatmalı ve sağlam bireyler yetiştirmeliyiz. Bu bireyler aceleci olmamalı, fitneden korkmamalı ve sabırlı olmalıdır. Asla taviz verilmemelidir.
3- Saflar iyice netleşmeli, yollar ayrılmalıdır. Peygamber (A.S) on üç koca yıl yalnızca akide davasını anlatmıştır. Biz de bu davaya öncelik vermeliyiz.
4- Akide yerleşmeden iktidar istenmemelidir. İktidar olunsa bile bu boşunadır. Çünkü iktidar ilk ve tek hedef değildir. Bunu peygamberlerin metodunda da görebiliriz.
5-Taassuptan kurtulmalıyız. Siyonizmin ve Haçlıların oyunlarına alet olmamalıyız.
Seyyid Kutub yukarıda özetlemeye çalıştığımız görüşlerini Fizılâl'il-Kur'ân'da, Me'alim (Yoldaki işaretler) de, Din Budur’da vs. eserlerinde devamlı anlatmaktadır.
Bir talihsiz vakıa vardır ki onun bu hareket metoduyla ilgili görüşlerinin tekfir malzemesi olarak kullanılmasıdır.
Bugün Seyyid Kutub'un öğrettiği metodun seyrine gelelim. Kur'an ve Sünnetten, tatmin ettirecek şekilde delillendirdiği bu davet metodu bugün dünyada ve bizim yaşadığımız topraklarda da birçok grup için aydınlatıcı olmuştur. Ancak bir talihsiz vakıa vardır ki onun bu hareket metoduyla ilgili görüşlerinin tekfir malzemesi olarak kullanılmasıdır.
Bugün tekfirde aşırı gidenlerin kaynak aldığı en önemli yazar Seyyid Kutub’tur. Ancak biz S. Kutub'un -örtüşen bir çok fikrine rağmen- tekfirde aşırı gidenlerden beri olduğuna inanıyoruz. Yine, Seyyid Kutub'un da bir insan olduğunu, hata yapabileceğini de unutmuyoruz. Örneğin, kendisi, inkılap yoluyla meydana gelebilecek İslami iktidarlara hiç şans tanımaz ....Mesela günümüzdeki İslami hareketlerin yöntemlerine-metotlarına göz atalım. Sağlıklı bir inceleme yaptığımız zaman her toplumda farklı yollar denenmek zorunda kalındığını göreceğiz. Ayrı yollar denenmesi de gayet normaldir. Yeter ki itikaddan ve temel İslami hareketlerden taviz verilmesin. Yine, değişik yolların denenmesi meselesi sadece günümüzle de ilgili değildir. Peygamberler tarihinde ilkelerden taviz verilmemesi şartıyla ve temel söylem bir olmak şartıyla farklı yollar izlenebilmiştir. Farklı yolların izlenmesi biraz da insanın doğasıyla toplumların yaşayış şartlarıyla ilgilidir....
Fizılal'in Tekfirde aşırı giden "Davetçinin Tefsiri"nden farkı :
.."Davetçinin Tefsiri" adlı eserdeki bazı noktalara da değinmek istiyoruz. Söz konusu tefsirin ehl-i kitabı anlatan ciltlerinde günümüz cahili toplumları (yani müminle müşrikin karışık olduğu toplumlar) mürtet toplum olarak görülmektedir. Bu tefsire göre mesela Almanya, Amerika Ehl-i Kitap, Ortadoğu'daki birçok halkında müslümanlar olan ülkeler de mürteddir. Halbuki Seyyid Kutub da Fizılal'de günümüz toplumları mürtet yerine, Ehli Kitab'a benzeyen toplumlar olarak anlatmaktadır. [32] ...
İSLAM ALİMLERİNİN FİKİRLERİNDE ÇELİŞKİLER VAR MI?
Hayatıyla fikirleri uyuşan, hakkı gizlemeyen alimler'den biri :Şehid Seyyid Kutub
Allah'ın koruduğu kullar dışında hiç kimse hatasız değildir. Dolayısıyla Kur'an'ın ve peygamberlerin dışındaki İnsanların din konusundaki görüşleri Kur'an ve Sünnet ışığı altında değerlendirilmelidir. İslam, fikir üretme imkanları tanıdığı gibi samimi bir eksen üzerinde hareket eden insanların -müslümanların- yanlış fikirlerine bile bir değer atfetmiştir. Tarih içerisinde sayısız alim gelip geçmiştir. Bunların içinde sözleri-fikirleri genelde tutarlı olanların yanında, hayatı ve fikirleri uyumlu olan alimlerin yanında, hayatı ayrı, fikirleri ayrı alimler de yaşamıştır. Yine öyle alimler vardır ki zalim sultanlara dalkavukluk yapmakla ömür tüketmiş, hakkı ketmetmiş-gizlemişlerdir. İşte böylelerinin yanında hayatıyla fikirleri uyuşan, hakkı gizlemeyen alimler de her zaman var olmuştur. Bu alimlerin çağımızdaki en önemlilerinden biri Seyyid Kutub'tur. Fikirleri uğruna, İslam uğruna hayatını ortaya koyan Seyyid Kutub mücadelesiyle de göz doldurmuştur... Şimdi biz hayatı ayrı fikirleri ayrı olan alimleri! zaten bir kenara bırakalım ama yollarını izlediğimiz alimlerde acaba çelişkiler var mı? Bu sorunun cevabı üzerinde inceleme yapan bazı araştırmacılar bizlere fazla bilgiler ulaştırmamışlardır. Bununla beraber bu müslüman araştırmacılar Seyyid Kutup v.b. şahsiyetleri baştacı etmekle beraber onları bazı görüşlerine de karşı çıkmakta, konuyu içtihadlara bağlamaktadırlar. Biz ise şimdilik şunu düşünüyoruz. Aslında Seyyid Kutub’da çelişkili ifadeler yoktur. Bu durumu Muhammed Kutub da kabul etmektedir. Daha ilerideki sayfalarda Muhammed Berekat adlı yazardan yapacağımız alıntılar da da görüleceği gibi
Seyyid Kutub bazı görüşleri yanlış anlaşılan bir alimdir.
Seyyid Kutub bazı görüşleri yanlış anlaşılan bir alimdir. Sözün burasında merhum şehidimizin bazı sözlerine kulak verelim: "... Görülüyor ki mevcut düzen sadece içerideki baylara değil, doğu ve batı ufuklarının binlerce mil ötesinden uzanan yabancı hegemonyalara köle bir halk yetiştirmiştir. İslam ümmetinin bütününü bu sıfatla nitelenmiş olmaktan tenzih ederim! Bu tenzih ettiğim ümmetten birisi Amerikan kongresinde, Ruslarla Amerikalıların "dünyada yalnız komünist ve kapitalist bloklar vardır; bir üçüncüsü olamaz" vehmine bağlı gururlarının yersiz olduğunu, bir üçüncü blokun, İslam blokunun mevcudiyetini haykırmıştır. Bu söz Amerika'nın ortasında Pakistan başbakanı merhum Liyakat Ali Han'ın ağzından çıkarak yükselmiştir. Bu ses onun vicdanından, halkının ve kendisinin soyluluğundan, Müslüman doğunun asaletinden yükselmiştir. O soylu halk ki zilleti çiğnemiş, benliğine var olma sözü vermiş, korkak pısırıklar gibi, şunun bunun eteğine sarılmaktan kurtulmuştur." [73]
İslam'ın ne olduğunu bilmeden yaşayan ve bunu bir erdemlilik taslaması sayan müslümanlar!
Merhumunun reddetmediği eserlerinden olan aynı kitabın bir başka yerinde şunları görüyoruz: "Bugünkü neslin ruhunu karartan bazı kuşkular İslam'a gölge düşürüyor. Bu kuşkuların kimisi İslam'ın ne olduğunu bilmemekten ileri geliyor. Üstelik bu bilgisizliğin temsilcileri bu noktadaki kültür yoksulluklarını da kabullenmiyorlar. Hem de İslam'ın resmi din olduğu bir ülkede, büyük çoğunluğun müslüman olduğu bir ülkede yaşıyorlar. Halbuki böyle bir ülkede sosyal araştırmaların zorunlu bir unsuru İslam'ı bilmektir. Hatta böyle bir ülkede İslam, akli ve fenni meselelerde bile hesaba katılacak bir unsur olmalıdır. Ama bunlar, kültürsüzlüklerini utanç verici bir şekilde ortaya koyan bu noksanlıktan arlanmaları gerekirken, tutuyor bununla erdemlilik taslıyorlar, bu hali kültürlü olduklarına delil sayıyorlar." [74] Yine Seyyid Kutub'la ilgili olarak yanlış anlaşılan en önemli mesele, yani herkesi tekfir etme konusuyla ilgili bir alıntı yapalım: "... Abdurrauf Ebul-Vefa kardeş tedavi olmak üzere onların yanından Tara'ya gelmişti. Bana bu tedirginliği anlattı. El-Vaha'daki grubun insanların tekfir edilmesinden yana olmadığını söyledi. Ona dedim ki; "biz insanları tekfir etmiyoruz. Bu çarpıtılmış bir nakil...
“İnsanlar, inanç sisteminin hakikatini bilmeleri, onun gerçekten ne demek olduğunu kavrayamamış olmaları ve İslami yaşantıdan uzak bulunmaları bakımından, cahiliye toplumunun durumunu andırır bir hale gelmiştir.”
“Yani sorun, insanlar hakkında bir hüküm vermekten ziyade, İslami Hareketin metoduyla ilgilidir.”
Biz diyoruz ki insanlar, inanç sisteminin hakikatini bilmeleri, onun gerçekten ne demek olduğunu kavrayamamış olmaları ve İslami yaşantıdan uzak bulunmaları bakımından, cahiliye toplumunun durumunu andırır bir hale gelmiştir. Bu yüzden hareketin başlangıç noktası, İslam nizamının kurulması tezi değil; İslam inanç ve ahlakının yeniden filizlenmesi olmalıdır. Yani sorun, insanlar hakkında bir hüküm vermekten ziyade, İslami Hareketin metoduyla ilgilidir." [75] Bu alıntı Seyyid Kutub'un son konuşmalarını içeren eserinden yapılmıştır. Merhum şehidimiz ihvan-ı müslimden ayrıldığı dönemlerde ve yeni bir metot izlemeye çalıştığı süreçte yukarıdaki görüşleri açıklamıştır. Birçok insanın Kur'an'ın hak sözlerini batıla alet ettiklerini tarihten öğreniyoruz. Bu durum bugün de gerçekleşmektedir. Hatta, bu "hak ile batılı birbirine karıştırma" meselesi Kitap ve Sünnet üzerinde sınırlı kalmayıp alimlerin görüşleri üzerinde de yapılmıştır. Bazı alimlerimizden hoşa giden, kendilerini destekler gibi görünen makaleleri alınmakta ama aynı alimlerin diğer görüşleri değerlendirme dışı bırakılmaktadır. Evet nasıl ki Kur'an ayetlerinden bir kısmını alıp diğerlerini göz ardı ediyorlarsa aynı şeyi alimlere de uyguluyorlar. Sözü tekrar Mevdudî'ye getirmek istiyoruz. Bazı görüşleri tekfire mesnet yapılan Mevdudî bakınız içinde yaşadığı toplumunu insanlarıyla nasıl konuşuyor: "Sevgili kardeşlerim! Müslümanlara kafir damgasını vurduğumu asla düşünmeyin. Amacım bu değil. Kendi kendime soruyorum ve sizlerden de kendinize samimiyetle sormanızı istiyorum: Niçin Allah'ın rahmetinden yoksun yaşıyoruz? Niçin bütün güçlük ve sıkıntılar dört bir yandan üzerimize çökmüş? Neden aramız açık ve birbirimizin kanını döküyoruz? Neden kafirler bizi her yerde yönetiyor? Biz O'na itaat eden kullar, niçin dünyanın pek çok yerinde diğerlerine bağımlı yaşıyoruz? Bu durumu düşündükçe kafirlerle aramızdaki farkın neredeyse sadece isimlerimizde kaldığına ikna oluyorum. Çünkü O'na karşı ilgisizlikte, O'nun korkusundan yoksunlukta ve itaatsizlikte diğerlerinden hiç bir şekilde geri kalmıyoruz. "Neredeyse" diyorum, çünkü Kur'an'ı değerlendirişimiz kafirlerinkiyle aynı olsa bile biz Kur'an'ın Allah'ın kitabı olduğunu biliyoruz, onlar bilmiyorlar ama onun hayatımızdaki yeri kafirlerinkinden farklı değil ve bu hepimizin cezayı daha çok hak etmesine yol açıyor.
“Hz. Muhammed'in Allah'ın Peygamberi olduğunu biliyoruz ama onu izlemeye gelince bir kafir kadar isteksiziz.”
Hz. Muhammed'in Allah'ın Peygamberi olduğunu biliyoruz ama onu izlemeye gelince bir kafir kadar isteksiziz. Biliniz ki Allah yalancıları lanetlemiş, rüşvet alıp verenlerin yerinin Cehennem olduğunu kesinlikle belirtmiş, faizle borç alıp vermenin daha da kötü olduğunu söylemiş, iftirayı kardeş eti yemek kadar aşağılamış, açık giyinmeyi ve konuşmayı, pornografiyi ve ahlaksızlığı yasaklayarak bunlara en ağır cezalar vermiştir.
“Bütün bunları bilmemize rağmen, sanki Allah'ın öfkesinden hiç korkmuyormuşcasına bu günahlarla özgürce içice yaşıyoruz.”
Bütün bunları bilmemize rağmen, sanki Allah'ın öfkesinden hiç korkmuyormuşcasına bu günahlarla özgürce içice yaşıyoruz. Bu yüzden O'nun rahmetine erişemiyoruz;
“Biz sadece görüntüde müslümanız.”
biz sadece görüntüde müslümanız. Gerçek şu ki, Allah'ın hakimiyetini kabul etmeyenlerin bizi yönetmeleri, bizi her fırsatta utanca sürüklemeleri, Allah'ın en büyük hediyesi İslam'ı ihmal ettiğimiz için cezalandırıldığımızı gösteriyor.Sevgili kardeşlerim! Sözlerimle asla sizi suçlamıyorum.
“Sizi tenkit etmiyorum.Amacım içinizdeki isteği uyandırıp kaybolmuş hazineyi tekrar ele geçirmek.”
Sizi tenkit etmek için gelmedim. Amacım içinizdeki isteği uyandırıp kaybolmuş hazineyi tekrar ele geçirmek. Böyle bir istek, bir insan ne kaybettiğini ve kaybettiği şeyin ne kadar değerli olduğunu anladığı zaman uyanır. Keskin ve acı sözler kullanıyorsam bunu sadece sizi harekete geçirmek, zorlamak için yapıyorum." [76] Mevdudî, tekfir konusunda en çok başvurulan alimlerden birisidir. Tabi burada Mevdudî'nin kimseyi tekfir etmediğini, müşrik düzenlere karşı gelmediğini söylemiyoruz. Mevdudî'de böyle bir taviz, ılımlılık ve cehalet içinde değildir ama o bütün insanların tekfirine karşıdır. Bakınız bir başka eserinde bu meselelerle ilgili olarak neler söylüyor: "Kur'an-ı Kerim'i okuyup araştırdığım kadarıyla bu konuda şunu diyebilirim:
Şirke bulaşan veya akide ve amelinde şirk izleri bulunan her kim olursa (müslümanlardan) ona ıstılah manasıyla "müşrik" diye hitab edilmez:
Şirke bulaşan veya akide ve amelinde şirk izleri bulunan her kim olursa (müslümanlardan) ona ne ıstılah manasıyla "müşrik" diye hitab edilebilir ve ne de müşriklere yapılan muamele ona da yapılabilir. Böyle bir hitap ve davranışa ancak tevhid inancını temel inanç olarak kabul etmeyen, vahiy, nübüvvet ve Allah'ın kitabı'nı daha baştan dinin kaynağı olarak kabul etmeyen ve asıl dinleri şirke dayalı kimseler müstehaktır.Buna delil olarak şu ayetleri gösterebiliriz. Kur'an-ı Kerim'de Allah Teala Yahudi ve Hristiyanların şirke düşüşlerini şöyle anlatıyor: "Yahudiler! 'Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Hristiyanlar da: 'Mesih Allah'ın oğludur’ dediler." [77] "Andolsun, 'Allah, ancak Meryem oğlu Mesih'tir’ diyenler elbette kafir olmuşlardır."; "Allah, üçün üçüncüsüdür" diyenler elbette kafir olmuşlardır." [78] Ancak, bütün bunlara rağmen Yahudi ve Hristiyanlar için Kur'an-ı Kerim'de müşrik lafzı kullanılmayıp başka bir ıstılah, "ehl-i kitap" ıstılahı kullanılmıştır. Dahası, onlarla müşrikler arasında sadece telaffuzdan doğan bir farkla yetinilmemiş, müslümanlarm onlarla olan ilişkileri, müşriklerle olan ilişkilerinden ayrı ele alınmıştır. Eğer Yahudi ve Hristiyanlar gerçekten de müşrik olarak görülse idi: "Allah'a ortak koşan kadınlarla, onlar inanıncaya kadar evlenmeyin." ayetine göre onların da kadınlarıyla evlenmek kendiliğinden haram olurdu. Ancak, Allah Teala Kitap Ehli'nin kadınlarıyla evlenme hükmünü müşrik kadınlardan tamamen ayrı tutmuş ve müslümanların onlarla evlenmesine cevaz vermiştir. Aynı şekilde Ehl-i Kitab'ın kestiklerinin hükmü de müşriklerinkinden tamamen farklıdır. Böyle bir ayrılığın sebebi şundan başka ne olabilir ki: Onlar şirke bulaşmalarına rağmen tevhidi asıl din olarak kabul etmektedirler. Bundan dolayı onlara şöyle bir çağrıda bulunulmuştur. [79] "De ki, "Ey Kitap Ehli, aramızda ortaklaşa (ölçü ve adil dengeyi sağlayacak) bir kelimeye gelin:(O da): Allah'tan başkasına kulluk etmememiz, hiç bir şeyi O'na ortak koşmamamız ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız bir kısmımızı rab edinmememizdir." [80] "Deyin ki, "Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim tanrımız da sizin tanrınız da birdir..." [81] Bunun aksine Allah Teala "müşrik" ıstılahını şirki asıl din olarak benimsemiş kimseler için kullanmıştır. Onlar Peygamber Efendimize (s.a) şöyle itiraz ediyorlardı: "Tanrıları tek bir tanrı mı yapıyor? Doğrusu bu şaşılacak bir şeydir" dediler." [82] Onlar dinin akide ve amellerinin de vahiy ve risaletten alınması gerektiğini kabul etmiyorlardı:"Onlara 'Allah'ın indirdiğine uyun' denilince "hayır biz baba ve dedelerimizin üzerinde bulundukları şeye uyarız' derler." [83] Allah Teala bu gibi kimseler için "müşrik" kelimesini kullanmakla iktifa etmemiş, iman ehlinin onlarla olan ilişkilerini Ehl-i Kitap'tan farklı tutmuştur. Bu gerçekler gözümün önünde olduğu için, kelime-i tevhid'e inanan kimselere "müşrik" denilmesini ve müşriklere yaraşır cinsten muameleye tabi tutulmasını katiyetle caiz görmüyorum. Kitabullah'ı delil ve hüccet olarak kabul eden, dinin gereklerini inkar etmeyen, şirki asıl din olarak benimsemek şurda dursun, kendisine şirk nisbet edilmesini en kötü küfür olarak gören, ancak, te'vil ve yorumlama hatası dolayısıyla herhangi bir müşrikçe inanç ve davranış içerisine düşen kimselere "müşrik" denilmesini ve müşriklere yaraşır bir cinsten muameleye tabi tutulmasını katiyetle caiz görmüyorum. Söz konusu kimseler, şirki şirk bilerek böyle bir duruma düşmekten öte; bu inanç ve davranışlarının yanılgısı içerisine düşmüşlerdir. Bu yüzden bizim, bu gibi kimselere kötü lakaplar takacak yerde; hikmet, güzel öğüt ve delillere onların bu yanılgısını izale etme yolunda çaba sarf etmemiz lazımdır. Şimdi siz kendiniz düşünün: Bu gibi kimselerle münakaşa ederken, onların inanç ya da davranışlarının tevhid inancının hilafına olduğunu ispatlamak için Kur'an ve Hadis'ten deliller getirirken onların Kur'an ve Hadis'i delil ve hüccet olarak kabul ettiklerinden hareket etmiyor musunuz? Acaba siz bu delilleri herhangi bir Hindu, Sih ya da Hristiyana karşı da kullanıyor musunuz? Yine siz söz konusu kimselere; "bakınız, şöyle bir inanç taşımak şirktir, bundan kaçınmak lazımdır" derken, onların şirki büyük günah olarak gördükleri düşüncesini taşımıyor musunuz? Eğer böyle bir şey söz konusu olmasaydı sizin onları şirkten sakındırma kaygısına düşmenize ne gerek vardı ki?"[84]
SEYYİD KUTUB VE TEKFİR
Muhammed Berekat , Muhammed Kutub: Seyyid Kutub tekfir konusunda yanlış anlaşıldı
Bu kitabın çeşitli yerlerinde fikirlerinden bahsettiğimiz, görüşlerinden alıntı yaptığımız merhum Seyyid Kutub'u iyi anlamanın yollarından birisi de onu yakından tanıyanlara başvurmaktır. Onu en iyi tanıyanlardan birisi olan ve kendisi de değerli bir alim olan
Muhammed Kutub, Seyyid'in tekfir konusunda yanlış anlaşıldığını çeşitli eserlerinde vurgulamıştır. Yine onu yakından izlemiş olan Muhammed Berekat bu konuyla ilgili özel bir eser kaleme almıştır. Şimdi Muhammed Berekat'ın görüşlerine bakalım: [99]
Müslümanları Tekfir Ettiği İthamı
Hakkında çokça söz söylenmiş bir ithamdır bu. Bu ithamın yapıldığı ilk kişi Merhum Seyyid Kutub da değildir. Ancak, bu itham dolayısıyla Seyyid Kutub'un gördüğü zarar çağdaş diğer müslüman yazarların gördüklerine kıyas edilecek olursa, kat kat fazla olduğu görülür. Önce Seyyid Kutub'un ne söylediğine bir bakalım; ikinci olarak onun ileri sürdüğü delillere, üçüncü olarak da bizzat kendisi ileri sürmemiş olmakla birlikte lehine sürülebilecek delillere bakalım; ondan sonra da onun lehine veya aleyhine hüküm verelim.
1-Tekfîr edilen kim?
Merhum şöyle demektedir: "Fakat, bugün gerçek İslami hareketlerin karşı karşıya kalmış olduğu en büyük zorluk bunlarla ilgili değildir... Bu zorluk, bir zamanlar Allah'ın dininin kabul gördüğü, Daru'l-İslam olan topraklar üzerinde müslüman soydan gelen bir takım kimselerin varlığında müşahhas olarak ortaya çıkmaktadır. Bir de bakmışsınız ki bu bir zamanların Daru'l-İslam olan topraklar üzerinde yaşayan bu kimseler, gerçekte İslam'dan uzaklaşmış ve yalnızca ona ismen bağlılığını açıklamaya koyulmuştur. Gerçekte bunlar, İslam'ın temel esaslarını, itikadda ve vakıada kabul etmeyip tanımamakta, bununla birlikte itikaden İslam'a bağlı olduklarını sanmakta bulunuyor." "Bu gün yeryüzünde adı müslüman adı olan, müslüman soyundan gelen bazı insanlar vardır. Vaktiyle islam Yurdu olan bir takım vatanlar vardır. Fakat, bugün ne o topluluklar bu anlamı ile Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik etmekte, ne de bugün o vatanlar bu anlamın kapsadığı gerçeklere uygun olarak Allah'ın dinine boyun eğmektedir."
2- 0nun kullandığı ifade ile tevhid şehadetini getirmeyen bu tekfir edilen kimselerin niteliği nedir?
Şöyle demektedir: "İslam, Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına şehadet etmektir. Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına şehadet etmek ise, bu kainatı yaratan ve onda dilediği gibi tasarrufta bulunan biricik yaratıcının Allah olduğuna, kulların ibadet şekillerini ve bütün faaliyetlerini ibadet olarak kendisine sunacakları biricik varlığın, kulların şeri hükümleri kendisinden alacakları kendisine boyun eğecekleri biricik varlığın yalnızca Allah'ın kendisi olduğuna itikat etmekte müşahhas ifadesini bulur. Herhangi bir kimse Allah'tan başka ilah olmadığına bu kapsam çerçevesi içerisinde şehadet etmeyecek olursa, gerçekte o şehadet getirmemiş ve henüz İslam'a girmemiş demektir. Adı, lakabı ve soyu ne olursa olsun, değişen birşey olmaz. Eğer herhangi bir toprak parçası üzerinde bu kapsamı ile Allah'tan başka ilah olmadığı şehadeti gerçekleşmeyecek olursa, orası Allah'ın dinine göre yönetilen bir toprak parçası değildir." [100]
Açıkça ortadadır ki Merhum Seyyid Kutub, hiç bir müslümanı tefkir etmiyor.
Müslümanların tanıya geldikleri kafirlerin çeşitlerine ek olarak Seyyid Kutub, müslümana bir tanım getirmektedir, öyle bir tanımdır ki bu; bu tanımın kendisine uymadığı her bir kimse aynı şekilde kafirdir. Böyle bir tanımı sınırlandıran., belirleyen aşağıdaki dikkat çekici hususlardır:
a- Yüce Allah'ın vahdaniyet, yaratıcılık, kainatın her türlü işlerinin yöneticiliği (kayyûmiyet) gibi sıfatlarına iman etmek gerekir.
b- Namaz ve zikir gibi ibadet çeşitlerinin Allah'tan başkasına takdim edilmesi küfürdür. Müslüman kimse, bu gibi ibadet çeşitlerini Allah'tan başkasına sunamaz. Helal ve haram ile ilgili konularda Allah'ın hükümlerinden başkasına boyun eğmez.
c- Helal ve haram ile ilgili hükümleri Allah'tan başkasından almak küfürdür. Müslüman bir kimse ancak Allah'ın helal kıldığını helal ve ancak Allah'ın haram kıldığını haram kabul eder ve şerayi' diye ifade edilen helal haram hükümleri ile ilgili olarak O'nun hükümlerinden başkasına asla boyun eğmez.
İşte bu üç husus "La ilahe illailah"ın kapsadığı anlamın çerçevesine direkt olarak girer. O halde bunlar tevhidin şartıdır ve ancak bunlarla birlikte kişi muvahhit olabilir, değilse olamaz.Buna göre açıkça ortaya çıkıyor ki Merhum Seyyid Kutub, hiç bir müslümanı tefkir etmiyor. Aksine o çoğu kimsenin kafir olduklarını fark edemediği bir kısım insan türünün kafir olduklarına dikkat çekiyor, o kadar. Açıkça görüldüğü gibi, anlaşmazlık ilk iki şart çerçevesinde olmayıp, -şayet söz konusu olursa- üçüncü şart ile ilgilidir. O da teşriin kendisinden alınacağı makamın yalnızca Allah olduğuna itikat etmektir. Peki, teşrii ibadet şekilleri ile eşit değerde kabul ederken onun ileri sürmüş olduğu deliller nelerdir?
Seyyid Kutub'un delilleri:
“Rasûlullah (s.a.v) helal ve haram konularında -yani teşri'de- haham ve rahiplere tabi olmayı Allah'ın dışında rabler edinme anlamında değerlendirmiştir.”
Burada onun kullanmış olduğu delillerin en önemlilerine kısaca işaret edecek ve konuyu uzatmamak için de onun kullanmış olduğu delillerin tümünden söz edemeyeceğiz. Merhum Seyyid Kutub, Tevbe Sûresi'nde yer alan şu (mealdeki) ayete çokça dayanır:
"Onlar hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i Allah'ı bırakıp rabler edindiler. Halbuki onlar yalnızca bir tek ilaha ibadet etmekten başkası ile emrolunmamışlardı. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Onların ortak koşmalarından O yüce ve münezzehtir." [102]Ve aynı şekilde Merhum, Rasûlullah (s.)'ın hadislerine, istinat ettiği gibi, bazı müfessirlerin konu ile ilgili söylemiş oldukları sözleri de nakleder: Seyyid Kutub der ki: "ed-Durru'l-Mensur'da su ifadeler yer alır: Tirmizî'nin hasen olduğunu belirterek rivayet ettiği İbnu'l-Münzir'in, İbn Ebî Hatem'in, İbn Merdeveyh'in, Sünen'inde Beyhaki'nin ve başkalarının Adiy b. Hatem (r)'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Peygamber (s.a.v.)’in huzuruna Tevbe Sûresinden: "Onlar hahamlarını ve rahiplerini Allah'ı bırakıp rabler edindiler." ayetini okurken vardım. Şöyle buyurdu: "Onlar (haham ve rahiplerine) ibadet etmiyorlardı, fakat kendilerine herhangi bir şeyi helal kıldıkları zaman helal kabul ediyor, haram kıldıkları zaman da haram olarak kabul ediyorlardı."Buna göre Rasûlullah (s.a.v) helal ve haram konularında -yani teşri'de- haham ve rahiplere tabi olmayı, onları Allah'ın dışında rabler edinmeleri anlamında değerlendirmiştir."İbn-i Kesir'in (aynı hadisin bir başka rivayeti ile ilgili) Adiy b. Hatem'in şöyle dediğini rivayet eder: Ben Rasûlullah (s.a.v)'a; Onlar haham ve rahiplerine ibadet etmediler deyince, şöyle buyurdu; "Hayır, ettiler, çünkü onlar kendilerine haramı helal kıldılar, helali da haram kıldılar. Onlar da haham ve rahiplerine uydular. İşte onların haham ve rahiplerine ibadetleri budur.""Süddî şunları söyler: Onlar şahısların öğütlerini isteyip kabul ettiler, Allah'ın kitabını ise arkalarına atıverdiler. Bu bakımdan Yüce Allah: "'Onlar bir tek ilaha ibadet etmekten başkası ile emrolunmadılar." diye buyurmuştur. Yani O'nun haram kıldığı şey haramdır ve O'nun helal kıldığı şey helaldir; O'nun koyduğu hükme uyulur, hüküm verdiği şey infaz edilir. "Alûsî tefsirinde şunları söyler; müfessirlerin çoğu şunu söylemiştir: Burada "Rablerden" kasıt, onların kainatın ilahları olduğuna inandıkları değildir; aksine bundan kasıt, onların emir ve nehiylerinde bu haham ve rahiplere itaat ettikleridir."İşte, şimdiye kadar geçen bu ifadelerden aşağıdaki meseleleri sonuç olarak çıkarmıştır:
a- "İbadet, Kur'ân nassı ve Rasûlullah (s.a.v)'in yorumu gereğince, şeri hükümlerde tabi olmak demektir. Çünkü Yahudi ve Hristiyanlar, haham ve rahiplerini onların ilah olduklarına inanmak anlamında veyahut ibadet şekillerini onlara sunmak suretiyle rabler edinmiş değillerdir. Bununla birlikte şanı Yüce Allah, bu ayette ise küfür hükmünü vermiş bulunuyor. Bunun biricik sebebi ise, şeri hükümleri onlardan alıp, bu hükümlere uyarak itaat etmeleridir. İşte yalnızca bu, itikat ve ibadet şekillerini sunmaksızın, böyle bir şey yapanların Allah'a şirk koşmakta olduğunu kabul etmek için yeterlidir. Buradaki şirk insanı mü'minlerin arasından çıkartıp, kafirlerin arasına sokan bir şirktir."
b- "Kur'an-ı Kerim'in nassı, şirk koşmak ve Allah'ın dışında rabler edinmek niteliği açısından kendi hahamlarından teşriî hükümlerini alıp, bunlara itaat eden ve tabi olan Yahudiler ile itikaden Hz. Mesih'in uluhiyetini söyleyip, kendisine ibadet şekillerini takdim eden Hristiyanlar arasında herhangi bir fark gözetmemektedir. Bu ile berikini yapanı Allah'a şirk koşan kişi olarak kabul etmek açısından farksızdır. Söz konusu bu şirk, insanı mü'min olmaktan çıkartıp, kafirler arasına sokar."
c- "Allah'a şirk koşmak, teşri' hakkını Allah'tan alıp, O'nun kullarına vermek ile gerçekleşir. Bununla birlikte uluhiyetine itikat etmek ve O'na ibadet şekillerini sunmak şeklindeki şirkin bulunmaması bile durumu değiştirmez."
Seyyid Kutub “Kim, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.” ayetinin tefsirinde AZİMETİ ve TAVİZSİZLİĞİ esas alıyor:
"Bu mevzu ile ilgili önemli deliller arasında Yüce Allah'ın; "Kim, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir."[103] anlamındaki buyruğu da yer alır. Pek çok kimse bu açık nassı basit bir takım tevillerle askıya almıştır ki bunları kısaca şöylece toparlamak mümkündür: Yüce Allah; "Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, onlar kafirlerin ta kendileridir." buyurduğu gibi; "Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, onlar zalimlerin ta kendileridir." ile; "Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte onlar fasıkların ta kendileridir." diye de buyurmuştur. O halde kafirler Allah'ın hükmünü reddederek ve onun dışındaki hükümler üzerinde ısrar ederek hükmeden kimselerdir. Çünkü onlar İslam'ın dışında kalan şeyleri İslam'dan üstün görmektedirler. İslam'ı inkar edip reddetmeyen bir kimse ise, durumuna göre ve ayet-i kerimelerin zikrettikleri şekle uygun olarak ya zalim veya fasık olurlar. "Kafirler, zalimler, fasıklar" niteliklerinin çeşitliliği boşuna değildir. Duruma göre uygun düşsün diyedir. Gerçekte ise böyle bir söz oldukça gevşek kalır, özellikle de ayet-i kerimelerin akışına dikkat edecek olursak bunun böyle olduğunu rahatlıkla anlarız:"Muhakkak Tevrat'ı biz indirdik. Onda bir hidayet ve bir nur vardır. İslam olmuş peygamberler onunla Yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rablerine vermiş zahitler ve alimler de Allah'ın Kitabı'nı korumakla görevlendirildiklerinden (onunla hüküm verirlerdi) ve onu gözleyip kollarlardı. İnsanlardan korkmayın, benden korkun ve benim ayetlerimi az bir pahaya satmayın. Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezlerse işte onlar kafirlerin ta kendileridir. Biz onda (Tevrat'ta) onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı kısası yazdık (farz kıldık). Kim bunu bağışlarsa o kendisi için kefaret olur ve kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir. Onların ardından yanlarındaki Tevrat'ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve ona içinde bir hidayet ve bir nur bulunan, korunanlar için de yol gösterici ve öğüt olmak üzere İncil'i verdik. İncil sahipleri Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte onlar fasıkların ta kendileridir. Sana da kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onları kollayıp koruyucu olarak bu kitabı hak ile indirdik. Artık onların aralarında Allah'ın indirdikleriyle hükmet..." [104] İşte, ayetlerin bu akışı, aşağıdaki hususların açık delili olmaktadır:
a- "Kafirler ile zalimler" şeklindeki nitelikler, Allah'ın Tevrat'ta indirdikleriyle hükmetmeyenlerin hakkındaki hükmün ne olduğunu açıklamak üzere varit olmuşlardır ki; bu da tek bir mesele ile ilgilidir ve bu mesele Allah'ın ahkamını uygulamak meselesidir.
b- "Fasıklar" lafzı ise, Allah'ın İncil'de indirdiği hükümler ile hükmetmeyenlerin hükmünü açıklamak üzere varit olmuştur.
c- Bu bakımdan bu üç lafız da eş anlamlıdır. Çünkü, her üçü de Allah'ın indirdiklerini uygulamayanların hükmünü açıklamaktadırlar.
Her bir sözün özel bir duruma uygun düştüğü iddiası ise; kesinlikle delili olmayan bir iddiadır. Çünkü, (ilgili eserlerdeki anlamıyla) fasıklık ve zulüm, daha sonra fukaha tarafından ortaya konulmuş iki ıstılahtır. Daha sonra anlamları belirlenmiş bu iki ıstılahın esas alınarak Kur'an-ı Kerim'in anlamlarının ona göre yorumlanması asla caiz olamaz.Bir takım ıstılahlar ortaya koymanın hiçbir zararı yoktur. Hatta bazan ilmî hassasiyet için zorunluluk bile olabilir. Fakat, mesela çağımızda bir ıstılah ortaya atıp, daha sonra bizim ıstılahımıza benzeyen her bir kelimeye bu ıstılahın anlamını vermek için Kur'an-ı Kerim'i ele alır ve Kur'an-ı Kerim nazil olduğu zaman bu anlam kastedilmiş idi diyecek olursak, oldukça büyük bir hata işlemiş oluruz. Gerçek şu ki, çeşitli durumlara göre verilecek hüküm arasında farklılık gözetmek, yalnızca bir durumda söz konusu olabilir ki, o durum da; böyle bir iddiayı ileri süren kimsenin sözüne delil olabilecek nasların varit olması halidir. O zaman bu naslar, bu siyak ile (ifadelerin akışı) birlikte ayrı bir delil olurlar. Küfür, fısk ve zulüm lafızlarının aynı anlamda varit olduklarına dair deliller arasında aşağıda sunacağımız naslar da yer almaktadır:
l- "Ey iman edenler, Yahudileri ve Hristiyanları veliler edinmeyiniz. Onların kimisi kimisinin velisidir. Sizden kim onları veli edinirse muhakkak o, onlardandır. Hiç şüphesiz Allah zalimler topluluğuna hidayet vermez."[105]
2- "İmanlarından sonra ve muhakkak Rasûlün hak olduğuna şahitlik edip apaçık deliller kendilerine geldikten sonra küfre sapan bir topluluğa Allah, nasıl hidayet verir? Allah zalimler topluluğuna hidayet vermez."[106]
3-"İman edip de imanlarına zulüm karıştırmayanlar var ya işte esenlik onlarındır ve onlar hidayet bulmuş olanların ta kendileridir."[107]
Zulmün ise anlamı şirktir. Nitekim Buhari, İbn Mes'ûd (r.)'dan şu rivayeti yapar: Sahabiler bu ayet nazil olduğunda dediler ki; “Kendi kendisine zulmetmeyen kim var ki?” Peygamber (s.) şöyle buyurdu; "Hayır, durum sizin dediğiniz gibi değildir. Sizler Allah'ın salih kulunun; ‘Muhakkak şirk çok büyük bir zulümdür.’ dediğini işitmediniz mi? Buradaki zulüm şirkten ibarettir."
4- "De ki, ey kitap ehli, sizler bizden, ancak Allah'a, bize indirilene ve önceden indirilmiş olanlara iman ettik diye ve muhakkak sizin çoğunluğunuz fasık olmaktan başka bir sebepten dolayı mı hoşlanmıyorsunuz?" [108]
5- "Eğer onlar Allah'a, Peygamber'e ve Peygamber'e indirilene iman ediyor olsalardı, onları veliler edinmezlerdi. Fakat onların pek çoğu fasıklardır."[109]
6- "Hani biz meleklere, Adem'e secde edin demiştik de İblis müstesna secde etmişlerdi. O cinlerden olup, Rabbinin emrinden çıkmış (fasık olmuş)'tu."[110]
7- "Böylece Rabbinin fasıklar hakkındaki: 'Muhakkak onlar iman etmezler’ sözü hak oldu."
8- Mesrûk (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) derki: Ben İbn Mes'ûd'dan; “Suht; hüküm verirken rüşvet almak mıdır?” diye sordum, bana şöyle dedi;
“Hayır. Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse onlar kafirlerin, zalimlerin ve fasıkların ta kendileridir. Fakat buradaki suht, herhangi bir kimsenin bir haksızlık için senden yardım istemek üzere sana hediye sunmasıdır. Sen böyle birşeyi kabul etme.” Burada, Allah'ın indirmedikleriyle hükmedenler ile Allah'ın hükmünden başkasına razı olanlar hakkında bir şüphe söz konusu olabilir ki; bu da bilgisizliktir. Çoğu kimse şöyle der: Sizin bu söyledikleriniz doğrudur. Fakat, insanlar Allah'ın hükmüne başvurmak gerektiğini ve onun dışında kalan bir dine razı olmanın küfür olduğunu bilmiyorlar.Seyyid Kutub, bu noktayı da açıklamaksızın
bırakmış değildir:"Bir defa daha şunu görüşüyoruz ki, hükümranlık konusunda Allah ile çekişmeye girmek, dinden olduğu zorunlu olarak bilinen bir hüküm konusunda çekişmeye girdiğinden böyle kimseyi Allah'ın dininden çıkartır. Çünkü böyle bir çekişme onu yalnızca Allah'a ibadet etmek çerçevesinden dışarıya çıkartır. Böyle bir çekişmeye giren kimseleri kesinlikle Allah'ın dininden çıkartan şirk, işte budur. Bu çekişmeyi yapan kimsenin iddiasını kabul eden, ona itaat eden ve Allah'ın hükümranlığını ve özelliklerini gasp etmesine karşı kalplerinde herhangi bir red bulunmayarak itaat eden kimseler, onlar da berikiler de Allah'ın ölçüsünde birbirine eşittir. "Hz. Yûsuf (a.s), Yüce Allah'ın yalnız başına ibadete layık olduğunu, ibadetin yalnızca O'na tahsis edilmesi gerektiğini tahkik etmek üzere hükümranlığın da yalnızca Allah'a ait olduğunu belirtiyor ve dosdoğru dinin ancak bu olduğunu ifade ediyor: "İşte, dosdoğru din budur." Bu, dosdoğru dinin neden ibaret olduğunu ortaya koyan bir ifadedir. Yani ibadetin yalnızca Allah'a mahsus olduğunu gerçekleştirmek için hükümranlık hakkının da yalnızca Allah'a mahsus olduğunu gerçekleştiren bu dinin dışında dosdoğru bir dinin varlığı söz konusu değildir. "Fakat insanların çoğu bunu bilmezler." Onların çoğunluğunun bunu bilmeyişleri, onları Allah'ın dosdoğru dini üzerinde bırakmaz. Hiçbir şey bilmeyen bir kimse bilmediği bir şeye itikat edemediği gibi, onu gerçekleştiremez de. Buna göre bu dinin hakikatini bilmeyen insanlar var olacak olursa, ne aklen ne de vakıa bakımından onların bu din üzerinde olduklarını ileri sürmek ve böyle nitelemek artık mümkün olmaz. Onların bu bilgisizlikleri, kendilerini İslam niteliğine sahip kılmak için kabul edilebilir bir özür sayılamaz. Çünkü, bilgisizlik ilke olarak böyle bir niteliği kazanmanın engelidir. Birşey hakkında itikat sahibi olmak onu bilmenin bir sonucudur. Bilginin de vakıanın da mantığı, hatta bedahetin apaçık mantığı da bunun böyle olduğunu ortaya koymaktadır. Merhum Seyyid Kutub, bu hükmünü apaçık bir mantık silsilesi üzerine kurmaktadır. Şöyle ki:
a- İslam'daki ibadet ıstılahı hiçbir zaman, yalnızca ibadet şekillerini sunmaya münhasır olmayıp, aksine hayatın her durumunu da kapsar. Buna göre ibadet niteliği, ancak ibadet şekillerini Allah'a sunan ve bütün yönleriyle hayatının yapısını Allah'tan alan kimseler için söz konusu olabilir.
b- Yüce Allah'ın ulûhiyet sıfatının tam anlamı ile gerçekleşmesi, O'nun aynı şekilde hükümran olması ile mümkündür. Çünkü hükümranlığın yalnızca Allah'ın hakkı olduğunu kabul etmek, yalnız başına O'nun uluhiyetini kabul etmenin bir parçasıdır ve bu katıksız tevhidin bir gereğidir.
Hiçbir müslümamn bu iki noktayı kabul etmemesi mümkün değildir.
Bu iki noktayı bilmemek, dinden zarurî olarak bilinen bir hususu bilmemek demektir ve böyle bir bilgisizlik hiçbir zaman özür olamaz. Çünkü dinden zarurî olarak bilinen hususların bilinmemesi asla özür kabul edilmez. Bu iki noktanın tam tersine bilmeksizin düşen bir kimse, bilerek düşen bir kimsenin durumundadır. Hem, usûlde ve hemde İslam akidesinde sabit ve kabul edilen bir husustur bu. Bu tür insanların kafir olduğunu açıklamak, İslam'daki ibadet ve hükümranlık anlamlarına itikat etmenin bir parçası olduğundan dolayıdır ki Seyyid Kutub, bu konuya açıklık getirmenin gereği konusunda özellikle ısrar eder ve bunların yalnızca Rabbani hareketin pratik zorunluluğu olması ile yetinmez:
l- "Böyle bir hakikati açığa çıkarmak, düzenlerin üzerindeki ve onları destekleyenleri örten perdeyi kaldırır. Böyle bir durum ise Rabbani hareketin, hareket noktası için zorunlu bir husustur, çünkü mücrimlerin izledikleri yolların açıklığa kavuşturulması Kur'an'ın benimsediği hedefler arasındadır; "Böylelikle, ayetleri uzun uzun açıklıyor ve ta ki mücrimlerin izledikleri yollar da açıkça ortaya çıksın." [111] "Çalışmaya doğru büyük itici güç, yalnızca kişinin kendisinin hak üzere olduğunu bilmesi ile gerçekleşmez. Fakat, bununla birlikte kendisine düşman olanların batıl ve küfür üzere olduklarını da bilmesi gerekir."
2- Böyle bir gerçeği açıkça ortaya koymak belki de, Allah'ın dininden çıktıkları halde kendilerinin hidayet üzere olduklarını sanarak, -Allah'ın dini ile aralarında meydana gelen büyük uçurumu göreceklerinde- gaflette bulunan pekçok kişiyi belki de doğru yola getirebilecektir.
İslam düşmanları bu iki noktaya dikkat etmiş ve bu bakımdan her zaman için Allah'ın dinine muhalif olan şart ve durumlara İslami yaftalar ve kılıklar giydirmeyi ihmal etmemişlerdir. Hatta onlar Arap ülkelerindeki İslam düşmanı olan pekçok hareket ve devrime "İslami Yenilikçi Hareket" adını takmışlardır. Halbuki onlar daha önce bu son derece kötü maksatlı hareketlerin İslam'ın varlığına son vermiş olmasını ümid edip duruyorlardı.
Said Ramazan el-Buti:
Seyyid Kutub'un dikkatli olduğunu vurgulayan hususlar arasında, akide ile ilgili olarak yazılmış olan eserlerin bu meseleden özellikle bahsetmiş olması gerçeği de vardır. Mesela Dr. Said Ramazan el-Bûti'nin söyledikleri bu konunun delilleri arasındadır: "... Buna göre, hükümranlık yalnızca Allah'ındır. Dünya ve ahiretleri ile ilgili, çeşitli durum ve halleriyle ilgili, kulları için teşride bulunan O'dur. Bunu inkar eden kimse Allah'a ve Rasûlü'ne kafir olur. İsterse diliyle Allah'a ve Rasûlü'ne iman ettiğini ileri sürsün, namaz kılsın, hacc etsin, oruç tutsun. Bu konuda aklî ve Allah'ın kitabı ile Rasûlü'nün sünnetinden naklî pekçok deliller vardır ve bu konu üzerinde bütün müslümanların icmaı vardır." Bu bakımdan Seyyid Kutub şöyle derdi: "Yeryüzünde, bu dine davet edenlerin birinci görevi, şu cahili yapılar üzerindeki aldatıcı yaftaları ve bu dinin bütün yeryüzündeki köklerini kazımak isteyen düzenlerini koruyan bu yaftaları indirmektir. Herhangi bir İslami Hareketin başlangıç noktası, cahiliyeyi şu sahte kılığından uzaklaştırmak ve onu; şirk ve küfür bakımından gerçek şekliyle ortaya çıkarıp, insanları da vakıalarının müşahhas ifadesi olan nitelikleriyle nitelemektir."
Yine, Merhum Seyyid Kutub, şunları söylerdi: "Bu (İslami) hareketlerin karşı karşıya kaldığı en büyük zorluk, bir taraftan la ilahe illallah'ın ifade ettiği anlamın, öbür taraftan da İslam'ın anlamının etrafını çerçeveleyen daha başka bir yönden de şirkin ve cahiliyenin anlamını çerçeveleyen şu üstü kapalılık, şu örtülülük ve bu karmaşadır.
Salih müslümanlar ile günahkar müşriklerin yolunun netlik kazanmaması:
"Bu hareketlerin karşı karşıya kaldığı en büyük zorluk, salih müslümanlar ile günahkar müşriklerin yolunun netlik kazanmaması, işaret ve unvanların birbirine karışması, isim ve niteliklerin içice girmesi ve yol ayırımının net olarak belli olmadığı bu şaşkınlıktır.
"İşte Rabbani hareketin düşmanları bu gediği çok iyi bildiklerinden bütün güçleriyle bu gediği alabildiğine genişletmek, sulandırmak, karıştırmak, karışıklığı daha bir artırmak için çalışırlar. Ta ki ayırıcı hak sözü açıklamak kişinin elinden, ayağından yakalanmasına neden olsun; yani müslümanları küfür ile itham etmek ithamı ile yakalanmasına neden olsun ve İslam ile küfür hususunda hüküm vermek konusunda, Allah'ın buyruklarına ve Rasûlü'nün sözlerine değil de, insanların örflerine ve ıstılahlarına baş vurulsun." [112]
Cahilî Toplum
Seyyid Kutub, bizim toplumumuzu Cahilî Toplum, olarak adlandırdığından dolayı da eleştirilmiş bulunuyor. Merhum Seyyid Kutub, bu toplumları Cahilî Toplum olarak kabul ederken temel bir düşünceden harekete koyulur. Bu temel düşünce ise; "cahiliye"nin yalnızca İslam'dan önceki tarihi bir dönemin adı olmayıp, aksine zaman ve mekanı göz önünde bulundurmaksızın, şayet İslam'dan önceki tarihî döneme benzeyen bir durum ile karşı karşıya kalınacak olursa aynı adlandırma o dönem için de tümüyle söz konusu olabilir şeklindedir. İşte onun herhangi bir toplumu Cahilî Toplum olmakla nitelendirmesindeki hareket noktası budur. "Cahiliye"nin sınırlarının belirlenmesine gelince; o, İslam'dan önceki putperest Arap toplumunun üzerinde yükseldiği temel esası bilmemiz halinde, bu sınırların belirleneceği görüşündedir. Bu temel esas ise; kulların kullar üzerinde hükümranlık sahibi olup, Yüce Allah'ın kulları üzerindeki mutlak hakimiyetini reddetmektir. Yani hakimiyeti kabul edilen ilah şu veya bu şekli ile, "insanın hevası" olup, hakim kılınan da Allah'ın emirleri değildir. "Cahiliyenin bu şekilde sınırlandırılması sonucunda İslam'ın tümüyle kabul görmediği her bir toplum, Cahili Toplum kapsamına girer:
a- Mesela komünist devletler gibi, ateist her toplum Cahili Toplum'un kapsamı içerisindedir.
b- Hind, orta Afrika, Japonya ve Filipin gibi putperest her toplum da onun kapsamı içerisindedir.
c- Genel olarak, kapitalist toplumların oluşturduğu vaktiyle Kitap Ehli olan veya halen Kitap Ehli sayılan her bir toplum.
d- Müslüman toplumların peşinden gelip de onların egemen oldukları topraklara, ülkeye ve isimlerine mirasçı olan her bir toplum."
Merhum Şehit şöyle söylemektedir: "Son olarak kendilerinin müslüman olduklarını delilsiz olarak ileri süren bu toplumlar dahi Cahili Toplum çerçevesinin içerisine girer.”
"Bu toplumlar Cahili Toplum'un bu çerçevesine Allah'tan başkasının uluhiyetine inandığı için veya aynı şekilde Allah'tan başkasına ibadetlerini sunduğu için değil; fakat, hayat pratiğinde yalnızca Allah'a ubudiyet etmediğinden dolayı girmektedir. Bu toplumlar Allah'tan başkasının uluhiyetine itikat etmemekle birlikte, uluhiyetin en belirgin özelliğini Allah'tan başkasına vererek, Allah'tan başkasına boyun eğmektedir. Yapısını, değerlerini, ölçülerini, gelenek ve göreneklerini, hemen hemen hayatının bütün esaslarını bu kaynaktan almaktadır. Şanı Yüce Allah ise, bu tür insanlar hakkında şöyle buyuruyor: "Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte onlar kafirlerin ta kendileridir." Yönetilenler hakkında ise şöyle demektedir; "Sana, indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini ileri sürüp de ona kafir olmakla emrolundukları halde tağûtun hükmüne başvurmak isteyenleri görmez misin?" buyruğundan başlayıp; "Hayır, öyle değil, Rabbine and olsun ki onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda senin hükmüne başvurmadıkça, sonra da verdiğin hükümde kalplerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olamazlar." [113] buyruğuna kadar ki ayetlerle yönetilenler hakkındaki hükmünü bildiriyor.
"Şanı Yüce Allah bundan önce Yahudi ve Hristiyanları şirkle, küfürle, Allah'tan başkasına ibadet etmekten yan çizmekle, Allah'ın dışında haham ve rahipleri rabbler edinmekle nitelendiriyor. Bunun biricik sebebi, onların haham ve rahipler hakkında kendilerini "Müslüman" diye adlandıran kimselerin kendileri gibi olan insanlara vermiş oldukları bir takım sıfatlar dolayısıyladır. İşte Şanı Yüce Allah böyle bir şeyi Yahudi ve Hristiyanların şirk koşması olarak nitelendirmiş ve onların Meryem oğlu İsa'ya ibadet ettikleri ve ilah olarak tanıyıp rab kabul ettikleri davranışları ile eşit olarak değerlendirmiştir. Yalnızca Allah'a kulluk etmek çerçevesinin dışına çıkmak konusunda bunun ile öteki arasında herhangi bir fark yoktur. Bu da Allah'ın dininden ve Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik etmenin çerçevesinin dışına çıkmaktır. "Bu toplumların kimisi, açıktan açığa din ile kesinlikle hiçbir ilişkisi bulunmadığını iletmiş, bir kısmı da dine saygılı olduğunu açıklamakla birlikte kesinlikle dini hayatın realitenin dışına itmekte ve "gaybîliği" inkar ettiğini söyleyerek düzeninin "bilimsellik" üzerine kurduğunu söylemekte ve bilimselliğin gaybîlik ile çeliştiğini kabul etmektedir. Böyle bir iddia ise ancak, cahillerin söyleyebileceği cahilce bir iddiadan başkası olamaz. Bazıları ise dilediği şekilde kanunlar koyarak, bunlar hakkında: "İşte bu Allah'ın dinidir" diyebilmektedir. Bütün bunların yalnızca Allah'a ibadet etmek, kulluk etmek esası üzerinde yükselmemesi açısından aralarında hiçbir fark yoktur. "Durum bu şekilde olduğuna göre, İslam'ın bu toplumlara karşı tutumu tek bir ifadede belirlenebilir: İslam, kendi açısından bu toplumların İslami olduğunu ve şer’i olduğunu kabul etmemektedir."
Onun bu sözleri ile bu toplumlarda bulunan her ferdin kafir olacağını kastetmediği açıktır.
İşte Seyyid Kutub'un bu konudaki delili budur ve hiç şüphesiz ki bu delil, tercih edilebilecek bir delildir. Bazı basit kimselerin anlamış olduğu gibi onun bu sözleri ile bu toplumlarda bulunan her ferdin kafir olacağını kastetmediği açıktır. Çünkü o, her bir ferdi başlı başına ve bağımsız olarak akidesiyle ve bu akideye uygun yaşayışı ile ele alıp değerlendirmektedir.Bu toprakları harp diyarı olarak kabul etmesine gelince, onun bu kabulü de geçen bölümde sözünü etmiş olduğumuz ve bu bölümde de az önce sunmuş olduğumuz bir takım mukaddimeler üzerinde yükselir. Müslüman fakihler dünyayı temelde iki ayrı diyara ve bunlara bağlı olan bir takım diyarlara taksim etmişlerdir. Asıl olan iki dar, Dâru'l-İslam ile Dâru'l-Harp'tir. Bunlara bağlı olan diğer darlar ise: Dâru'l-Ridde, Dâru'l-Ahd ve Dâru'l-Bağiy'dir.Dâru'l-İslâm, fukahânın icmâı ile İslam'ın egemen olduğu ülkedir. Dâru'1-Harb ise yine fukahanın icmaı ile İslâm'ın hükümran olmadığı ülkedir." [114] Muhammed Berekat'ın geniş alıntılar yaparak ortaya koyduğu bu fikirlere göre -yani Seyyid Kutub'un fikirlerine göre- toplumda her ferdi tekfir etmek yanlış bir metottur. Okuyucu kitabın bundan sonraki bölümlerinde aktarılan alıntılar ile bundan önceki alıntılar arasında farklılıklar bulunabileceğini anlayacaktır. Seyyid Kutub'un görüşleri ile bundan sonra bahsedeceğimiz İbn-i Hacer, İbn-i Cezvî, Kardavî... gibi alimlerin görüşleri arasında uyuşmayan noktaların bulunduğu gerçektir. Bizler okuyup anladığımız kadarıyla her iki grubun görüşlerinde de hakkın bulunduğuna inanıyoruz ve yapmak istediğimiz şey ile ulaşmak istediğimiz sonuç da öncekiler ve sonrakiler arasında bir bağlantı kurmaktır. Bu bağlamda Seyyid Kutub'un "küfür-fısk-zulüm" kavramlarının şeriattaki manaları konusunda selef ulemasından daha zayıf olduğuna selef ulemasınında "uluhiyet ve rububiyet" manaları konusunda S. Kutub'tan zayıf olduğuna inanıyoruz. İstiyoruz ki güvenilir bulduğumuz alimlerin doğru yanlarını birleştirerek emin bir yol oluşturalım. Bu birleştirmeyi tevhîd yolunda taviz vermeden yürümeyi şiar edinen alimler arasında yapmaya çalışıyoruz. Bu tavra örnek olarak S. Kutub'un "Allah'ın hükümlerini uygulamamadan dolayı oluşan küfür" konusundaki fikirleri ile İbn-i Kayyım'ın "Allah'ın hükümlerini inanmadan uygulamama ile oluşan küfür" konusundaki fikirleri arasında bir uzlaşmayı verebiliriz. [115] ...
*
[2] Seyyid Kutub, İslam Kapitalizm Çatışması Bir Yay. s. 37-91.
[3] Seyyid Kutub, Son Sözler, Nehir Yay, s. 46-85
[4] Maide Suresi: 44-47.[5] Seyyid Kutub, Son Sözler, Nehir Yay. s, 46-47.
[24] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi:35-37.
[28] Bkz. M. Berekât, S. Kutub, Risale Yay.
[32] Seyyid Kutub, Fİzilâl'il-Kur’an, Hikmet Yay. c. 7, s. 277.
[73] Seyyid Kutub, İslam Kapitalizm Çatışması, Bir Yay. s. 97-103.
[74] a.g.e., s. 91.
[75] Seyyid Kutub, Son Sözler, Nehir Yay. s. 46-47.
[76] Mevdudi, Gelin Müslüman Olalım, Pınar Yay. s. 50-51.
[77] Tevbe: 9/30.
[78] Maide: 5/ 73.
[79] Bakara: 2/221.
[80] Al-i İmran: 3/64.
[81] Ankebut: 29/46.
[82] Sa'd: 38/5.
[83] Bakara: 2/170.
[84] Mevdudi, Fetvalar, Nehir Yay, c. 2, s. 125-129.
[99] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 157.
[102] Tevbe: 9/31.
[103] Maide: 5/44-45-47.
[104] Maide: 5/44-48.
[105] Maide: 5/51.
[106] Al-i İmran: 3/86. [107] En'am: 6/82.
[108] Maide: 5/59.
[109] Maide: 5/81.
[110] Kehf: 18/50.
[111] En'âm: 6/55.
[112] a.g.e., s. 231-244. Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 160-172.
[113] Nisa: 4/60-65.
[114] a.g.e. s. 244-249
[115] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 173-178.
(Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi)
Şehid Seyyid Kutub hakkındaki eleştirilere cevaplar -4
Seyyid Kutub'un Nüzul-i İsa'yı inkar ettiği bühtanı
1.GENEL MANADA NÜZUL-İ İSA(A.S.)TARTIŞMASI:
1.Bu husus Mübarek Şehid Seyyid Kutub’a bilerek veya bilmeyerek atılan en mesnetsiz iftiralardan biridir.Bu yazımızın bu iftira çamurunun bıraktığı şüphe izinden bir kısmını temizlemesini ümit ediyorum..Hz.İsa’nın kıyamet vakti nüzulü inancı kendisiyle bağlantılı olarak 3 merhaleli bir inanıştır..Hz. İsa (a.s)’nın vefatı, ref’i/yükseltilmesi ve nüzulü yani yere inmesi..Bu 3 merhaleden hakkında fikir birliği olan husus Hz.İsa’nın Yahudiler tarafından öldürülmediğidir..Bunun haricinde Hz. İsa’nın Allah tarafından vefat ettirilme keyfiyeti , gökyüzüne bedenen ve ruhen mi yoksa sadece ruhen mi çekildiği ve buna bağlantılı olarak kıyamet vakti yeryüzüne bedenen ve ruhen mi yoksa sadece manevi olarak mı (dolayısıyla mecazi olarak) ineceği hususu , başını modernist Mısırlı alimlerin çektiği bir kısım mahdut ilim ehli tarafından tartışmaya açılmıştır.Hakkında Şia , Mutezile ve Ehl-i Sünnetin her üçünün fikir birliğine vardığı parmakla gösterilebilecek sayılı konulardan olan bu klasik çizgiden sapmanın lokomotifliğini modernist kanatı temsil eden Muhammed Abduh , Reşit Rıza , Mahmut Şeltut yapmıştır.Bu lokomotife Ebu Reyye , M.İslamoğlu , Mustafa Karataş ,Abdülaziz Bayındır gibi isimler de sonradan eklenmiştir..Bu görüşün beyni ve baş müdafii Mahmut Şeltut'dur..Sözü fazla uzatmadan her iki tarafın savunduğu şeyin ne olduğuna geçelim:
2.El-Kummi hariç Şia , el-Cubbai hariç Mutezile , İbadiyye ve tam kadro Ehl-i Sünnet : Hz.İsa Yahudiler tarafından öldürülmemiştir--->Allah tarafından vefat ettirilmiştir --->Bedeni ve Ruhuyla gökyüzüne yükseltilmiştir(ref edilmiştir)--->Şu anda fiziksel ve metafiziksel olarak ( beden+ruh) hayattadır --->Ahirzamanda maddi vücuduyla nüzul edecektir , inecektir..
Mahmut Şeltut, Muhammed Abduh , Reşit Rıza , M.İslamoğlu , Abdülaziz Bayındır : Hz.İsa Yahudiler tarafından öldürülmemiştir--->Allah tarafından vefat ettirilmiştir= Ruhu kabz edilmiştir , ölmüştür--->Manevi olarak makamı yükseltilmiştir
--->Şu anda diğer ölüler gibi sadece metafizik yönüyle yani ruhuyla hayattadır , dolayısıyla Berzah hayatı yaşamaktadır --->Ahir zamanda fiziksel olarak yeryüzüne inmeyecektir .
3. Bu fikirsel kırılmanın temelinde , usuldeki hadislerin akideye esas olup olamayacağı tartışması yatmaktadır.2. grup alimler “bilinmesi gereken bir şey olsaydı Kur'an bunu boş geçmezdi” diyerek inanç konularında hadislere müracaatı kabul etmezler.Birinci gruptakiler ise ahad hadis bir yana bu konuda en az 40 tanesi sahih olmak üzere yüz civarındaki hadisin varlığını göstererek (Bkz.: el-Keşmirî, et-Tasrîh bimâ tevâtera fî nüzûli’l-Mesîh. Konuyla ilgili hadislerin bir kısmı için bkz.: Buhârî, enbiyâ 49; Müslim, îmân 244-246.) bunları inkarın din ve şeriat ehli olarak bilinen hiç kimseden varit olmadığını söylemişlerdir..Geçmişten günümüze bu konuda muhalif söz söyleyenler parmakla gösterilecek kadar azdır.Hadislerin konuya etkisi nüzul meselesinde kendini gösterir. Nüzul yani inme meselesi ref yani yükseltilmenin doğal sonucu olduğu için Nüzule ait hadisler Ref için de bağlayıcılık arz eder..Gerçi hadislerde Ref mevzusunda pek fazla kayıt olmasa bile Nüzule ait tevatür Ref keyfiyetini de inanılması vacip olan maddeler içine dahil etmiştir.Hz.İsanın vefat keyfiyeti , şu anda maddi vücuduyla yaşayıp yaşamadığı itikadı 3 . evrede olan nüzul ile beraber netliğe kavuşmaktadır. Şöyle bir çıkarım mevzuubahistir.Hz.İsanın ahir zamanda gökten fiziksel olarak ineceği tevatüren sabittir. Konu üzerinde icma vardır.Bu son noktadan hareketle geriye dönük olarak şunlar söylenebilir: Nüzul vaki olacaksa demek ki şu anda maddi vücuduyla yaşıyor , yaşıyorsa demek ki Allah (c.c.) tarafından Ruhu kabz edilmemiş , canı alınmamıştır.2. grup Neo-Mutezili alimler ise, Kur'an'da nüzule ait bir delil olmadığına göre nüzul inanışı sağlam değildir.Nüzule delil gösterilen ayetlerin de delaleti sabit değildir diyerek Nüzul hakikatini ve bununla bağlantılı olan 2. kat semada Hz.İsa'nın hayatta olması (dolayısıyla Resulullah (s.a.v.) miraçta Hz.İsa'yı ruh ve bedeniyle diğerlerini ise misali bedenleriyle görmüştür ) gerçeğini inkar etmişlerdir..
4. Öyleyse 1. Grup alimler mütevatir hadislerle beraber ilgili Kur'an ayetlerini tefsir etmişlerdir. 2. Gruptakiler bu hadislere müracaat etmemişlerdir/etme gereği duymamışlardır..
5. Diğer bir husus klasik görüşün hangi hususlarda ittifak sağladığıdır. Klasik görüşe göre keyfiyeti ve teferruatı tartışılır veya tevile açık olmakla birlikte Hz. İsa (a.s.)'nın bedenen ineceği kesindir. Meselenin can damarını teşkil eden bu husus ta ihtilaf yoktur. Şu an hayatta olduğu da kesindir. Burada da ihtilaf yoktur. Gökyüzüne çekilmesinde maddi olarak ölmediği de kesindir. Tartışılan nokta ise Hz. İsa'nın (a.s) vefat ettirilme keyfiyeti ve bu ayetlerdeki vefatın hangi manaya geldiğidir.Bu tartışmanın ise Nüzul, Hayat ve Ref konularına etkisi yoktur..Zira hadisler bu noktayı nüzul keyfiyeti gibi açıklamamıştır..Muğlak kalan ve Seyyid Kutub'un müteşabih dediği husus işte budur. Buna göre Hz.İsa'nın vefatı hakkındaki ayet Hz.İsa’nın ölümünden başka bir anlama gelir..Birinci için kullanılan fiil "müteveffîke" ve "teveffeytenî" şeklinde vefat kökünden türemiş kelimelerdir..Bu kelime ölüm anlamına gelen el-Mevt’e denk tutulmamıştır. 2.grup alimler ise konuya vefat=mevt eşitliği ile çözmeye çalışmışlardır.
6. Kilit kelime “teveffi” , dilimizdeki vefat kelimesinde olduğu gibi ölmekten türemiş bir kelime değildir:
Hz. İsa (a.s) ile ilgili bu ayetlerde geçen “teveffî” kelimesini müfessirler farklı şekillerde yorumlamışlardır. Müfessirlerin cumhuruna/çoğunluğuna göre bu kelime, Hz. İsa (a.s) hakkında - günümüzde de yaygın olduğu şekilde- vefat (ölüm) manasına değil, “tastamam alma” anlamındadır. Zira “ teveffî” ve türevlerinin sözlük anlamı “kabz etmek, tas tamam almak” anlamlarına gelmektedir. Şankîtî (ö.1973) bu kelimenin, herhangi bir şey eksiksiz olarak yerine getirildiğinde kullanıldığını söylemiştir. Araplar: “Teveffa fulanun deynehu” derken “Falan kişi alacağını tas tamam aldı” kastetmektedirler.
Mahmut Şeltut gibi yenilikçiler kelimenin evrilerek günümüzde yaygınlaştığı ölüm manasını Kur'an' ın nüzul zamanındaki Arapçasına tatbik etmişler ; böylece hem dili katletmiş hem de Hz.İsa'yı (a.s.) öldürmüşlerdir : Mahmut Şeltût gibi bazı muasır âlimler ise Kur’an’ın nüzul anındaki dil yapısına dikkat etmeden, günümüzde kullanıldığı gibi bu kelimeyi algılamışlar ve Hz. İsa (a.s)’nın bir daha geri gelmemek kaydıyla öldüğünü söylemişlerdir. Bir de, Seyyid Kutup gibi bazıları, Hz. İsa (a.s)'nın vefatını müteşâbih olarak değerlendirip, Allah'tan başkasının bilemeyeceği gaybî konularından olduğunu söylemişlerdir. Kevserî, “teveffî” kelimesinin asıl manasının “almak ve kabzetmek” olduğunu söyleyip, bu kelimeyi sadece ölüm manasına hamletmeyi, lügatteki taşıdığı diğer manalardan haberdar olmamaya bağlamıştır. Bûtî' de Kevserî gibi “teveffî” kelimesinin “almak ve kabz etmek" manasına geldiğini belirterek “teveffî” kelimesinin ölüm anlamıyla birebir karşılanmasına itiraz ederek şöyle der: “Ölüm” teveffî’nin anlamlarından sadece biridir. İnsanların çoğunun bu kelimeyi ölüm anlamında kullanmalarının sebebi bu kelimenin lügatteki asıl anlamından gafil olmalarından dolayıdır.
Zemahşeri :“teveffi” kelimesi ölüm manasında ancak mecazen kullanılabilir:
Zira Arap dilinin önemli kaynaklarından olan Zemahşerî (ö. 538/1143)’nin “Esasu'l-Belâğa” adlı kitabında da geçtiği gibi, bu kelime “ölüm” manasında, ancak mecaz olarak ikinci derecede kullanılabilir. Kevserî, Âl-i İmrân suresindeki ayet için “Ben seni yerden tastamam alacağım ve semama yükselteceğim” anlamını vermiştir. İbn Kuteybe (ö.276/889) de ayetin manasında “Seni ölmeden yerden alacağım” demiştir. Taberî (ö.310/922)’nin de tercih ettiği görüş budur. Bu mana, diğer ayetler ve hadislerle de uyum halindedir.
Hz. İsa'nın (a.s.) ölümüne delil tutulan kelime tersine onun diriliğine delildir:
Netice itibariyle bu ayet de, Nisa suresindeki ayette olduğu gibi Hz. İsa (a.s)’nın diri olarak yükseltildiğini açık olarak ortaya koyan bir nastır. Mecaz ihtimalinin delili bulunmadığı için, nass’ın delalete kat’iliği geçerliliğini korumaya devam etmektedir. Kevserî, günümüzle bağlantılı olarak vefat denince, akla ilk gelenin ölüm olmasının dil açısından bir sakıncasının olmadığını belirtir. Ancak dilin gelişerek daha sonraki zamanlarda bir şeyin anlamının tek bir manaya indirgenmesi, Kur’an’ın nüzul döneminde ilk muhataplar olan Sahabenin de anladığı mananın sadece bu olacağını gerektirmez.
“Teveffi” ile “mevt” aynı değildir:
Eğer teveffî ve mevt kelimeleri arasında motamot bir benzerlik, aynilik olsaydı ve o dönemde vefat/teveffî kelimesinden sadece ölüm manası anlaşılmış olsaydı o zaman “Allah, insanların canlarını ölüm zamanı gelince alır.” ayetindeki “ölüm zamanı gelince” ifadesi fazla ve gereksiz olurdu. Şüphe yok ki Allah Tealâ’nın kelamı bundan beridir ve böyle yersiz bir şeyi içermesi mümkün değildir.
Şeltut'a göre “Allâhu yeteveffel enfuse hîne mevtihâ...”( zümer 42) ayetinin anlamı : Cümlenin doğru çevirisi: “Allah ölüm vakti gelen nefisleri vefat ettirir” olmalıdır. Bu ayette biri hakiki, diğeri de mecazi anlamlarıyla ölüm anlamına gelebilecek iki kelime vardır: teveffe ve mevt..Bu iki kelimeye de ölüm , ölüm anlamını verirsek ayetin meali : "Allah ölecek kişiyi ölüm anında öldürür" gibi garip bir yöne kayar. Ölen kişinin ölüm anında ölmekten başka yolu ,veya ölüm anında ölmemekten başka ölüm zamanı var mıdır? Öyleyse birinci kelime olan teveffe'yi “almak” ikinci kelime olan “mevt”i de ölüm şeklinde anlamalıyız. Ölenin ölüm zamanı gelince, bir de vefat kelimesinde, hakiki anlamda, bizim
Türkçede kullandığımız gibi “ölüm” manası olsaydı bu ayet-i kerimede eceli gelmemiş insanlara ruhun yeniden iadesi söz konusu olmazdı. (yani uykudakilerin uyanması mümkün olmazdı ey uyanık Şeltut)
bkz: http://www.kuranmeali.org/39/zumer_suresi/42.ayet/kurani_kerim_mealleri.aspx
(Mihr hazretlerinin mealinin de "Allah, fizik vücutları ölüm anında öldürür." olduğuna dikkatinizi çekerim) Bütün bu ve benzeri sebeplerden dolayı
Kevserî’ye göre, Kur’an tefsir edilirken, Kur’an kelimelerinden günümüzde muhatabın ne anlayacağına değil de, indiği dönemdeki muhatabın ne anladığına bakılması kaçınılmazdır.
Kevserî’ye göre, Kur’an tefsir edilirken, Kur’an kelimelerinden günümüzde muhatabın ne anlayacağına değil de, indiği dönemdeki muhatabın ne anladığına bakılması kaçınılmazdır. Kevserî, bu tezini verdiği bir örnekle şöyle desteklemiştir: “Risâle” kelime olarak çok eskiye dayanmamakla birlikte günümüzde “görev” manasına gelmektedir. Şimdi kalkıp ta “risale” kelimesinin anlamlarından olan Allah Tealâ’nın vahyi ve mesajı manalarını bir kenara bırakıp (haşa), Kur’an ve sünnette türevleri geçen bu kelimeden sadece “görev” manasını çıkarmak doğru olmaz. Binaenaleyh dilin yaşadığı gelişmeleri Kur’an’a uyarlamak, şüphesiz Allah Tealâ’nın kelamını tahriften başka bir şey değildir. Kevserî, teveffî’nin müşterek lafız olduğuna dair yapılan yorumlar için şunları söylemektedir: Teveffî’nin, almak, öldürmek ve uyutmak anlamlarında kullanılan müşterek bir lafız olduğunu farz edecek olursak o takdirde, başka ayetlerden bu kelimeden ne kastedildiğine dair kesin bir beyana ihtiyaç gerekirdi. Gerekli olan bu beyanın da, Hz. İsa (a.s)’nın ölmeden alındığına ve maddi olarak yükseltildiğine delaleti kat’i olurdu. Eğer beyanın yokluğunu farz ederek, teveffî kelimesini, ölüm manasına hamledersek sıhhatli bir iş yapılmamış olur. Çünkü teveffî’nin ölüm manasına geldiğini söyleyenlere göre ism-i fail (Muteveffî) hakiki anlamda şimdiki zamana, mecâzî anlamda da geleceğe delalet eder. Eğer hakiki manaya hamledersek mana şöyle olur: “Seni şimdi öldüreceğim.” Bu manaya göre Yahudilerin iddiaları (Hz. İsa’yı çarmıha gerip öldürme arzuları) gerçekleşmiş olur ki, Kur’an, onu öldürmediler ifadesi ile bunun tam tersini ortaya koymaktadır. Geleceği tayin etmek noktasında bir delil bulunmadığı müddetçe, falan müstakbel/gelecek diğer gelecekten buraya daha uygundur diyemeyiz. Dolayısıyla başka delillerin ortaya koyduğu ve desteklediği “gelecek” hangisi ise onun tayini zorunlu olur. Başka delillerin de ortaya koyduğu gibi, “kastedilen gelecek” Hz. İsa (a.s)’nın yeryüzüne inişinden sonraki dönemdir. Taberî diyor ki: "Şayet Allah Teala, Hz. İsa (a.s)’yı öldürmüş olsaydı, artık onu bir daha öldürmesi söz konusu olmazdı. Zira Allah Teala, herhangi bir kulunu iki kere öldürmez. O bize, kullarını yaratacağını sonra öldüreceğini sonra da tekrar dirilteceğini belirtmiştir. Bu husus Rum suresinin 40. ayetinde açık şekilde şöyle zikredilmiştir. “Sizi yaratan, sonra
rızıklandıran, ardından sizi ölüme götüren ve en sonunda da tekrar hayata döndürecek olan Allah’tır...” Kevserî, Hz. İsa (a.s)’nın önce öldüğünü sonra yükseltildiğini ve semada da diriltildiğini ilk söyleyenin Vehb b. Münebbih (ö.110/728 ) olduğunu belirtmiştir. Ancak Ehl-i kitaptan rivayetleri çok olduğu için ilim erbabı, onun Hz. Peygamber (s.a.v)’den rivayet etmiş olduğu hadislere itibar etmez. Dolayısıyla Hak ehlinin söylediği gibi, Hz. İsa (a.s) diri olarak ref’ edilmiş olup kıyametten önce de inecektir. Muhammed b. İshak (ö. 215/830) da Allah’ın Hz. İsa’yı uyutarak yükselttiği görüşünü benimsemiştir.
2-Konunun kapsamına giren ayetleri Kutub'un nasıl tefsir ettiğine bakalım:
a-Al-i İmran 55: "Hani Allah şöyle demişti: "Ey İsa, ben senin canını alacak, katıma yükseltecek ve kafirlerin iftiralarından arındıracağını, sana uyanları da kıyamete kadar kafirlerden üstün kılacağım. Sonra hepiniz bana döneceksiniz. Ve ben anlaşmazlığa düştüğünüz konularda aranızda hüküm vereceğim."Fakat O'nun vefatı nasıl gerçekleşti ve o nasıl yükseltildi... Bu konu Allah'tan başkasının yorumunu bilemeyeceği "müteşabih" kapsamına giren gayb meselesidir. Onları araştırmakla elde edilecek yararlı bir sonuç yoktur. Ne inançta ne de hukukta bunun bir yararı olmaz. Bu meselelerin peşine düşenler ve onları tartışma konusu edenler sonunda kuşkuya kapılırlar, kafaları karışır ve çıkmaza girerler. Allah'ın bilgisine havale edilen bu meselede ne kesin bir gerçeğe ne de gönül huzuruna kavuşabilirler. Allah'ın İsa'ya bağlı olanları kıyamet gününe kadar kafirlerden üstün kılacağı meselesine gelince burada yorumda bulunmak zor olmayacaktır. Ona bağlı olanlar Allah'ın doğru dinine... İslâm'a iman edenlerdir. Tüm peygamberlerin gerçekliğini tanıdığı, her peygamberin kendisine çağırdığı Allah'ın gerçek dinine iman eden herkesin inandığı dine iman edenlerdir... Bu nitelikleri taşıyanlar ise, Allah'ın terazisinde kıyamete kadar kafirlerden üstündür. İman gerçeği ve bağlılık gerçeği ile kafirlerin ordusuna karşı koydukları sürece bu üstünlük somut bir hakikat olarak hayatta gözlenecektir. Allah'ın dini tektir. Meryem oğlu İsa'da kendisinden önceki ve sonraki peygamberlerin getirdiği gerçeğin aynısına çağrıda bulunmuştur. Hz. Muhammed'e (salat ve selâm üzerine olsun) uyanlar, Adem'den (selâm üzerine olsun) zamanın sonuna kadar geçen bütün peygamberler kervanına uymuş olurlar.Bu kapsamlı anlayış, surenin anlatımına ve bu anlatımın üzerinde yoğunlaştığı din gerçeğine de uygun düşmektedir. Ayetler Allah'ın, Hz. İsa'ya (selâm üzerine olsun) haber vermesi sayesinde hem müminlerin hem de kafirlerin son duraklarına da değinmektedir.
b-Nisa 157: Ve `Biz Allah'ın resulü Meryemoğlu İsa-Mesihi öldürdük' demelerinden ötürü. Oysa O'nu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler. Fakat kendilerine öyle göründü. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler bu konuda tam bir kuşku içindedirler, bu konudaki bilgileri sadece sanıya uymaktan ibarettir. Yoksa onu kesinlikle öldürmediler.
158- Tersine Allah, O'nu kendi katına çıkardı. Hiç şüphesiz Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir. "Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler bu konuda tam bir kuşku içindedirler, bu konudaki bilgileri sadece sanıya uymaktan ibarettir." Ancak Kur'an net gerçeği bildiriyor: "O'nu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler. Fakat kendilerine öyle göründü." "... Yoksa O'nu kesinlikle öldürmediler.." "Tersine Allah O'nu kendi katına çıkardı. Hiç şüphesiz Allah, üstün iradeli ve hikmet sahibidir." Kur'an-ı Kerim, bu göğe çıkarılma olayına, ayrıntılarıyla dalınıyor. Daha hayattayken ruh ve cesetle birlikte mi göğe çıkarıldı yoksa öldükten sonra sadece ruh olarak mı? Ve bu ölüm ne zaman ve nerede meydana geldi? Bunlara değinmiyor. Buna göre onlar O'nu öldürmediler, çarmıha germediler, sadece O'na benzettikleri birini öldürüp çarmıha gerdiler. Kur'an-ı Kerim bu gerçeğin ötesinde başka bir ayrıntıya girmiyor. Sadece başka bir surede şöyle demektedir: "Ey İsa ben senin canını alacak ve katıma yükselteceğim." (Al-i İmran Suresi, 55) Bu da diğer ayet gibi İsa'nın ölümüne ilişkin ayrıntı vermiyor. Bu ölümün mahiyetini ve vaktini de açıklamıyor. Biz de bu tefsirde, uyduğumuz yöntem uyarınca, Kur'an'ın gölgesinden ayrılmak istemiyoruz. Elimizde bir kanıt olmadığı gibi, böyle bir kanıtı elde etmek imkanına da sahip olmadığımız halde, çeşitli söylentilerin ve efsanelerin arasına dalmamıza gerek yoktur. Kur'an'ın akışıyla birlikte konunun geri kalan kısmına dönüyoruz: "Kitap Ehli'nden hiç kimse yoktur ki, ölümünün eşiğinde İsa'ya iman etmemiş olsun. Fakat kıyamet günü İsa, onların aleyhinde şahitlik edecektir. İlk kuşak tefsirleri, "ölümünün..." kelimesindeki zamirin kime dönük olacağı konusunda farklı görüşlerden hareketle, ayetin anlamı bakımından farklı sonuçlara varmışlardır. Bir grup, "kitap Ehli'nden hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce (yani İsa'nın) İsa'ya iman etmemiş olsun" anlamını çıkarmışlardır. Bu da kıyamet öncesi dünyaya inişine ilişkin görüşe uygun düşmektedir. Başka grup tefsir bilgini de ayetten şu anlamı çıkarmıştır: "Kitap Ehli'nden hiç kimse yoktur ki, ölmeden önce (yani Kitap Ehli'nden olan kişi) İsa'ya iman etmemiş olsun." Bu da -ölümün eşiğinde olan kişiye, gerçeğin tüm çıplaklığıyla göründüğüne ancak, bu bilmenin yarar sağlayamadığına ilişkin görüşe kanıt teşkil etmektedir. Biz bu ikinci görüşe eğilimliyiz. Ubeyy okuyuş tarzında; ayetin, "illa leyu'minenne bihi kable mevtihıin" şeklinde okunması da, bu görüşü desteklemektedir. Bu okuyuş tarzında, fiildeki zamirin kime dönük olduğu açıkça görülmektedir. Bu durumda anlam şöyle olur! İsa (a.s)'ı inkar eden yahudiler, bu inkarlarını sürdürdükleri, onu öldürdüklerini ve çarmıha gerdiklerini söyledikleri halde, bunlardan birinin ölümü yaklaştığında can boğaza dayandığı anda, kendisine gerçek görünmekte, İsa'nın doğru söylediğini, peygamberliğinin hak olduğunu görmekte ve O'na iman etmektedir. Ancak böylesi bir imanın hiçbir yarar sağlayamadığı bir sırada... Kıyamet günü de İsa, bunların aleyhine şahitlik yapacaktır.Böylece Kur'an-ı Kerim, çarmıha gerilme (Haç) hikayesinin asılsız olduğunu kestirip atmaktadır. Ardından yahudilerin kötülüklerini ve gerek dünyada gerekse ahirette bunlara karşılık hakkettikleri dehşetli cezalarını sıralamaya devam etmektedir.
c-Al-i İmran 46: 46- O daha beşikteyken ve yetişkinlik çağında insanlarla konuşacaktır ve salih kullarındandır.
"O, kıyametin kopacağını gösterir bir ilimdir. O saatin geleceğinden hiç şüphe etmeyin, buna uyun. Doğru yol budur." Hz. İsa'nın -selâm üzerine olsun- kıyametin kopmasından önce yeryüzüne ineceğine ilişkin birçok hadis var dilimizde. Nitekim bu ayette ona işaret etmektedir: "O, kıyametin kopacağını gösterir bir ilimdir:' Yani Hz. İsa'nın yeryüzüne inmesi ile kıyametin kopmasının yakın olduğu bilinir. İkinci bir okuyuş tarzı da ayet şöyle okunur: "Ve innehu le alemun lissati". Yani onun inişi kıyametin belirtisidir, alâmetidir. Her iki okuyuş tarzı da aynı anlamı ifade etmektedirler.Ebu Hureyre -Allah ondan razı olsun- Peygamber efendimizin şöyle dediğini anlatır: "Beni elinde tutan Allah'a and olsun ki, Meryemoğlu İsa'nın adil bir hükümdar olarak gökten inip haçı kırması, domuzu öldürmesi, cizyeyi kaldırması çok yaklaştı. O zaman mal o kadar bollaşacak ki, hiç kimse bir başkasından bir şey almayı kabul etmeyecektir. Bir tek secde, dünya ve içindekilerden daha hayırlı olacaktır." (İmam Malik, Buhari, Müslim ve Ebu Davud) Cabir -Allah ondan razı olsun- Peygamber Efendimizin şöyle dedïğini anlatır: "Benim ümmetimden her zaman hak uğruna savaşacak bir grup bulunacaktır. bunların mücadeleleri kaybolmadan kesintisiz kıyamete kadar sürecektir. Meryemoğlu İsa gökten inecek ve bu grubun lideri İsa'ya "Gel, önümüze geçip namazımızı sen kıldır" diyecek. İsa "Hayır, siz birbirinizin emirisiniz. Bu, yüce Allah'ın bu ümmete yönelik bir lütfudur" diyecek." (Müslim) Hz. İsa'nın gökten inişi, doğru sözlü ve güvenilir peygamberin -salat ve selâm üzerine olsun- sözünü ettiği ve yüce Kur'an'ın işaret ettiği bir gaybtır. Kıyamet gününe kadar değişmeden kalacak bu iki kaynaktan gelen bilgilerden başka, bu meseleye ilişkin olarak herhangi bir insanın söyleyebileceği bir söz olamaz. "O saatin geleceğinden hiç şüphe etmeyin, bana uyun. Doğru yol budur:'Onlar kıyametin kopacağından kuşku duyuyorlardı. Kur'an onları kesin inanca çağırıyor. Doğru yoldan kaçıyorlardı, Kur'an onları Peygamberin diliyle kendisine uymaya çağırıyor. Çünkü o, onları dosdoğru yola, hedefe ulaştıran yola iletir. Bu yolu izleyen kesinlikle sapmaz. Bu arada Kur'an-ı Kerim sapıklıklarının, doğru yoldan kaçmalarının şeytana uymalarından kaynaklandığını açıklıyor. Oysa peygamber daha çok uyulmaya layıktır: "Şeytan sizi bundan alıkoymasın. Çünkü o, sizin için açık bir düşmandır." Kur'an-ı Kerim sürekli, insanlara ataları Adem'den bu yana ve cennetteki ilk çatışmadan beri süregelen şeytanla aralarındaki kesintisiz savaşı hatırlatır. Bir düşmanının olduğunu ve bu düşmanın bilerek ve planlayarak pusuda beklediğini bildiği ve sık sık uyarıldığı halde gerekli önlemleri alacağına, üstüne üstlük gidip bu apaçık düşmanı izleyen insandan daha gafil, daha ahmak biri bulunamaz! İslam, insanın şu yeryüzündeki hayatı boyunca şeytanla aralarındaki kesintisiz savaşta onu desteklemiş ve bu savaşta şeytanı yenmesi durumunda insanın aklına gelmeyecek ganimetler hazırlamıştır. Yine, bu savaşta şeytana yenik düşmesi durumunda da aynı şekilde insan aklının alamayacağı zararları hazırlamıştır. Bu amaçla insanın içindeki savaşma yeteneğini bu kesintisiz çatışmaya yöneltmiştir. Bu çatışma insanı bambaşka bir insan haline getirir, değişik özelliklere ve yeteneklere sahip canlılar içinde kendine özgü özellikleri bulunan bir varlık haline getirir. İnsan için şu yeryüzünde gerçekleştirilmesi gereken en büyük hedef olarak şeytanı yenmeyi, dolayısıyla kötülüğü, pisliği, iğrençliği yenmeyi gösterir. Bir de yeryüzüne iyiliğin, iyiliği tavsiye etmenin ve temizliğin ilkelerini yerleştirmeyi hedef olarak gösterir. Bu değinmeden sonra surenin akışı yeniden Hz. İsa'nın gerçek kişiliğini, getirdiği dinin gerçek mahiyetini, soydaşlarının kendisinden önce nasıl görüş ve inanç ayrılıkları içinde bocaladıklarını, yine kendisinden sonra ne şekilde gruplara ayrıldıklarını açıklıyor.
3.Şehid Seyyid Kutub'a Yapılan Haksız İtham:
1.Örnek:sorularlaislamiyet.com sitesinin şüphe uyandırıcı ve araştırmadan verilmiş cevabı:
S:Seyyid Kutup, Hz. İsa'nın inmeyeceğini ifade etmektedir. Bunu belirten başka alimler de var mıdır? Hz. İsa'nın öldüğüne inanmak insanı dinden çıkarır mı?
C:Bizim gördüğümüz kadarıyla, Seyid Kutub, çok açık bir şekilde Hz. İsa’nın öldüğünü, göklere çıkarılmadığını söylememiştir. Özet olarak söylediği şey şudur:“Bu konuda çok değişik rivayetler, görüşler vardır. İncillerde de farklı şeyler vardır. Ancak Kur’an’da bu konuda bir detay söz konusu değildir. Kur’an’da sadece “Allah onu katına yükseltti” mealindeki ifadeye yer verilmiştir. Bu yükseltmenin hayatta olduğu bir şekilde hem ruh hem de bedenle mi; yoksa vefatından sonra sadece ruh ile mi olduğuna dair bir açıklama yoktur.(bk. Kutub, Fi Zilal, Beyrut, 1412, 2/802).Bu açıklamalarından açıkça anlaşıldığı üzere, Seyyid Kutub, Hz. İsa’nın mutlaka öldüğünü, göklere çıkarılmadığını iddia etmiyor. Aksine, “Fi zilal’daki metodumuzun gereği olarak Kur’an’ın detaylarını vermediği konunun -delilisiz- detaylarına biz de girmeyiz”(a.g.y) diyerek, bu konuda kendisinin kesin bir görüşünün olmadığını belirtmiştir.
bkz: bu cevap yetersiz
Cevabın tenkiti :
ı.iddia:“Bu sebeple, Hz. İsa’nın göklerde hayatta olup olmadığı meselesi de ayetin ifadelerinden farklı anlaşılabilir. Bu konudaki hadisler tevatür derecesinde olmadığı için onlara itibar etmemek küfür gerektirmez.”
Cevap:Nüzule kanıt olan tüm hadisler Hz.İsa'nın hayatta olduğuna da delildir.O nedenle bu konuda tevatür olmasa da icma-ı ümmet vardır. İcmayı delmekle tevatüre karşı durmak aynı kapıya çıkar.
ıı.iddia: “Buna göre, ister maddi şahsı, ister manevi şahsı olsun, Hz. İsa’nın ahir zamanda geleceğini kabul etmek sahih hadislere karşı gösterilmesi gereken bir tavırdır.”
Cevap:Hz.İsa'nın ahir zamandaki madde alemine olan fiziksel inişine dair mütevatir hadisler “İster maddi şahsı isterse manevi şahsı” geleceğine inanmak diye çoktan seçmeli bir seçenek sunmamaktadır. Hz.İsa'nın (a.s.) vücuduyla inişine ek olarak , tasaffi etmiş İsevi cemaatinin
Şahs-ı Manevi olarak ta göreceği hizmeti ifade eden yorumlar ise hadislerin tevil sahası içinde olduğu için herhangi bir zararı yoktur.
ııı. iddia: “Unutmayalım ki, bu konuda İsrailiyata itibar edildiğini gösteren bazı rivayetler sahabe ve tabiinden de gelmiştir... Bizzat Hz. İbn Abbas’tan bu konuda -biri olumlu, biri olumsuz olmak üzere- kaynaklarda iki farklı rivayet söz konusudur.”
Cevap:Merhum Seyyid Kutub'un bu meseleyi yorumsuz geçtiği ön kabulüne göre hazırlanmış bu cevap hem ilmin izzetine, hem Şeriatın hakkına , hem Hadis külliyatlarına haksızlıktır.
Velev ki Merhum Şehit Nüzul-i İsa hakkındaki hadisleri görmemezlikten gelip etrafından dolaşma niyetinde olsaydı ,takınılması gereken tavır ilmin , sünnetin , icmanın , Sevad-ı Azam'ın , Ehl-i Sünnet'in fikir işçilerinin , beyin işçilerinin , sevdalılarının , Sahabenin , tabiinin hakkı alidir deyip onların hakkı için Seyyid Kutub'a “kusura bakma ama....”diye başlayan bir düzeltme sunmak olmalıydı..Böyle yapılacağına 40 tanesi sahih , yüze yakın hadis ; diğer bir deyişle el-Gumari'nin kaydıyla 61 tane muteber hadis yüzümüze bakarken İsrailiyat savunmasını denemek Nasrettin Hoca'nın bile “ya tutarsa” deyip tevessül etmeyeceği bir iştir..
ıv.“Bizim gördüğümüz kadarıyla...”Öyle anlaşılıyor ki esas görmeniz gereken yeri göremediğiniz için bu eksik cevabı vermek durumunda kalmışsınız..
v.SORUNUN CEVABI ŞÖYLE OLMALIYDI:"Seyyid Kutup Hz. İsa'nın inmeyeceğini ifade etmektedir." Cümlesi gerçeği yansıtmamaktadır. Muhtemelen Nisa 157 ve Al-i İmran 55 ayet tefsirlerine bakılarak böylesi bir yanlışa sürüklenilmiş..Bu iki ayetin tefsirinde biraz muğlak kaldığı doğrudur.O Nüzul-i İsa hakkındaki fikrini aynen ehl-i Sünnet alimleri çizgisinden bir milim sapmadan Al-i İmran 46 'da vermiştir...Aynı konuya giren ayetlerin tefsirinde aynı açıklamaların tekrar edilmesi gerekmez. Müfessirler bu gibi durumlarda genelde bir yerde geniş açıklama yapar diğer yerleri bu açıklamaya havale edip daha yüzeysel geçer..Al-i İmran 46 'da Şehid Seyyid Kutub hiç bir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde ehl-i sünnetin amentüsünü tekrarlar:
*" Hz. İsa'nın -selâm üzerine olsun- kıyametin kopmasından önce yeryüzüne ineceğine ilişkin birçok hadis var dilimizde. Nitekim bu ayette ona işaret etmektedir: "O, kıyametin kopacağını gösterir bir ilimdir.
*Yani Hz. İsa'nın yeryüzüne inmesi ile kıyametin kopmasının yakın olduğu bilinir. İkinci bir okuyuş tarzı da ayet şöyle okunur: "Ve innehu le alemun lissati". Yani onun inişi kıyametin belirtisidir, alâmetidir.
*Her iki okuyuş tarzı da aynı anlamı ifade etmektedirler.Ebu Hureyre -Allah ondan razı olsun- Peygamber efendimizin şöyle dediğini anlatır: "Beni elinde tutan Allah'a and olsun ki, Meryemoğlu İsa'nın adil bir hükümdar olarak gökten inip haçı kırması, domuzu öldürmesi, cizyeyi kaldırması çok yaklaştı. O zaman mal o kadar bollaşacak ki, hiç kimse bir başkasından bir şey almayı kabul etmeyecektir. Bir tek secde, dünya ve içindekilerden daha hayırlı olacaktır." (İmam Malik, Buhari, Müslim ve Ebu Davud) Cabir -Allah ondan razı olsun- Peygamber Efendimizin şöyle dedïğini anlatır: "Benim ümmetimden her zaman hak uğruna savaşacak bir grup bulunacaktır. bunların mücadeleleri kaybolmadan kesintisiz kıyamete kadar sürecektir. Meryemoğlu İsa gökten inecek ve bu grubun lideri İsa'ya "Gel, önümüze geçip namazımızı sen kıldır" diyecek. İsa "Hayır, siz birbirinizin emirisiniz. Bu, yüce Allah'ın bu ümmete yönelik bir lütfudur" diyecek." (Müslim)
*Hz. İsa'nın gökten inişi, doğru sözlü ve güvenilir peygamberin -salat ve selâm üzerine olsun- sözünü ettiği ve yüce Kur'an'ın işaret ettiği bir gaybtır.
*Kıyamet gününe kadar değişmeden kalacak bu iki kaynaktan gelen bilgilerden başka, bu meseleye ilişkin olarak herhangi bir insanın söyleyebileceği bir söz olamaz.
Merhum Kutub böylece Hz.İsanın Nüzulüne işaret eden sahih hadislerinden bir kısmını aktararak bu konunun sahih hadislerine inandığını bu hadisler çerçevesinde Kuranın ilgili ayetlerinin tefsir edilmesi gerektiğini , sadece Hadisler değil Kuran ayetleri dahi bu inişe işaret ettiğini ifade etmektedir.Bu çizgi ehl-i sünnetin merkez hattı çizgisidir.Ehl-i sünnet yolunun merkezden kenara doğru doğru tevillerle yelpazelenen bile değil tam ortasından giden zahir çizgisidir..
vı. Al-i İmran 55 "Ey İsa, ben senin canını alacak..."tefsiri muhtemelen Arapça orijinalinde olmayan bir Türkçeye çeviri hatasıdır. "Ey İsa, ben senin canını alacağım..." ile " "Ey İsa, ben seni vefat ettireceğim..." farkının tüm meydan muhaberesinin geçtiği alan olduğunu yukarıda söylemiştik..Hz.İsa'nın bir kez canını alması , Ref ve Nüzul ile birleştirilirse bir kez daha diriltilmesi gereksinimini doğurduğunu yukarıda söylemiştik. Böyle bir görüş ise İbn Hazm gibi yöntemi Kutub'la fazla benzeşmeyen bir kaç ehl-i sünnet alimi tarafından ortaya atılmış ve reddedilmiştir..Merhumun bu çizgide olmadığı Al-i İmran 46 tefsirinden rahatlıkla anlaşılıyor..
vıı. Al-i İmran 55 de verilen "Fakat O'nun vefatı nasıl gerçekleşti ve o nasıl yükseltildi... Bu konu Allah'tan başkasının yorumunu bilemeyeceği "müteşabih" kapsamına giren gayb meselesidir." tefsiri ise Seyyid Kutub'a bu meselede sahip olduğu bir şüphe veya kararsızlığa işaret etmiyor..Tam tersine bir hakikate işaret ediyor..Muhtemelen bu kısma bakan kişiler işin teknik yanından bihaber olduğu için Seyyid Kutub'u kararsız kalmakla suçlamışlardır.
Gerçek ise onların bildiğinin aksinedir. Bir kere bu kısma göre Seyyid Kutub Hz.İsa'nın öldüğüne değil vefat ettiğini ifade ediyor ki bu tüm ehl-i sünnet müfessirlerinin tekrarladığı bir husustur. Hatta Nüzul-i İsa (a.s.) hakkında hiç bir fire olmamasına rağmen Hz. İsa'nın öldüğü-ölmediği ama vefat ettiği tartışmasında öldüğü tarafında kalan 3-5 tefsircimiz bile vardır. Bunlara göre ayetteki vefat , ölüme tekabül eder ama bu ölümden sonra yeniden diriltilmiş veya bu ölüm takdim tehirli olduğu için sonraya bırakılmış ölümdür. İbni Hazm, Vehb bin Münebbih ,Katade , Ferra ,İbni Atiyye ,Ebu Hayyan gibi meşhurların temsil ettiği bu görüş genel kabule zıttır. Merhumun işaret buyurduğu nokta vefat kelimesinin lügat anlamı itibariyle çok değişik anlamları ihtiva etmesidir.O bu anlamlardan herhangi birini tercih etmek istememiştir. Ancak tartışmanın merkezi ekseni olan vefat mı etti yoksa öldü mü hususunda vefat etti tarafında konumunu muhafaza etmiştir. İhtilaf ise bu vefatın keyfiyetine aittir.
Vefat kelimesinin farklı anlamları :
Ölüm :Şeltut, Abduh , Reşit Rıza ,İbni Atiyye ,Ebu Hayyan v.s.
Ebu Ferec El Cevzi:Tam olarak alınmak ve göklere çekilmek
İbn Kesir, Hz Hasan,Suyuti:Uyku ,
Alusi: Bu ibarede kinaye vardır vefattan maksat melekut alemine ulaşmasını engelleyen şehevani kuvvelerin ölümüdür.
Mevdudi:Vefat görevden alma manasında mecazen kullanılmıştır .
Kevseri:Burada normal ölümün ötesinde , semaya kaldırmak gibi bir anlam vardır..
Yıldırım:Maddenin enerjiye dönüşmesi gibi onun biyolojik yapısı ruha dönüşmüştür,
Taberi: Vefat kavramının anlamlarına dair, “öldürmek, uyku halindeyken kaldırıp almak, veya yeryüzünden alıp tastamam yukarı yükseltmek” manasına gelen rivayetleri zikrettikten sonra şöyle demiştir. “Bu görüşlerden en doğru olanı, "Seni yeryüzünden kaldırıp kendime yükselteceğim." görüşüdür
İşte böyle bir mana çeşitliliği içinde Merhum Kutub herhangi bir tercih yapmadan vefat ettirmenin bu anlamlardan her birine şamil olduğunu göstererek çok doğru ve çok isabetli bir tefsir yapmıştır. Allah ondan razı olsun..
2.Örnek: Seyyid Kutub Âl-i İmrân sûresi, 55. ayetini yorumlarken diyor ki:
"Onlar Hz. İsa'yı (selâm üzerine olsun) asmayı ve öldürmeyi istediler. Allah ise, O'nu vefat ettirmeyi ve kendisine yükseltmeyi diledi. ...Fakat O'nun vefatı nasıl gerçekleşti ve o nasıl yükseltildi... Bu konu Allah'tan başkasının yorumunu bilemeyeceği "müteşabih" kapsamına giren gayb meselesidir. Onları araştırmakla elde edilecek yararlı bir sonuç yoktur. Ne inançta ne de hukukta bunun bir yararı olmaz. Bu meselelerin peşine düşenler ve onları tartışma konusu edenler sonunda kuşkuya kapılırlar, kafaları karışır ve çıkmaza girerler. Allah'ın bilgisine havale edilen bu meselede ne kesin bir gerçeğe ne de gönül huzuruna kavuşabilirler." Bu satırları okuyan bir kişinin İsa aleyhisselamın öldüğünü düşünmesi kaçınılmazdır. Sonra Nisa suresi 158. ayetini yorumlarken şu muallak sözleri sarf ediyor:
"Kur'an-ı Kerim, ... Daha hayattayken ruh ve cesetle birlikte mi göğe çıkarıldı yoksa öldükten sonra sadece ruh olarak mı? Ve bu ölüm ne zaman ve nerede meydana geldi? Bunlara değinmiyor. Buna göre onlar O'nu öldürmediler, çarmıha germediler, sadece O'na benzettikleri birini öldürüp çarmıha gerdiler. Kur'an-ı Kerim bu gerçeğin ötesinde başka bir ayrıntıya girmiyor. Sadece başka bir surede şöyle demektedir: "Ey İsa ben senin canını alacak ve katıma yükselteceğim." (Al-i İmran Suresi, 55) Bu da diğer ayet gibi İsa'nın ölümüne ilişkin ayrıntı vermiyor. Bu ölümün mahiyetini ve vaktini de açıklamıyor. Biz de bu tefsirde, uyduğumuz yöntem uyarınca, Kur'an'ın gölgesinden ayrılmak istemiyoruz. Elimizde bir kanıt olmadığı gibi, böyle bir kanıtı elde etmek imkanına da sahip olmadığımız halde, çeşitli söylentilerin ve efsanelerin arasına dalmamıza gerek yoktur."
Sonra Maide suresinin 117. ayetini yorumlamaya çalışırken şunları yazıyor:
"Vefatından sonra onlardan elini-eteğini çektiğini ifade ediyor. Kur'an-ı Kerim'in açık ayetleri yüce Allah'ın önce Hz. İsa'nın canını aldığını sonra da katına yükselttiğini açıklıyor. Bazı rivayetler O'nun Allah katında diri olduğunu bildiriyor. Burada anlayabildiğim kadarıyla Allah'ın onun dünya hayatına son vermesi yine onun Allah katında diri olması arasında hiç bir çelişki yoktur. Nitekim şehitler de yeryüzündeki hayatlarını yitirirler. Fakat onlar Allah'ın katında diridirler. Yalnız biz onları nasıl bir hayat sahibi olduklarını bilemeyiz. Hz. İsa'nın hayatı da bunun gibidir. Nitekim o burada Rabbine: "Fakat sen canımı alınca artık onların ne yaptıklarını bilemem" demektedir." Bütün bunları okuyunca, Seyyid Kutub'un İsa aleyhisselamın öldüğünü kabul ettiği açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Kutub'un bu anlayışını İsa aleyhisselamın kıyamete yakın gökten ineceği gerçeği ile nasıl bağdaştırdığı konusunda bir açıklamasını göremedim.
a-Al-i İmran 55 ayetinin tefsirine yaptığımız izah yukarıdadır..Burada kafa karıştıran husus terminolojiye hakim olmadan konuya dalmaktır.Terminoloji der ki Arapça da vefat ile ölüm aynı şeyler değildir..İzahını genişçe yaptığımız için o kısımlara müracaat edilsin..
b-Maide 117 :"Vefatından sonra onlardan elini-eteğini çektiğini ifade ediyor." cümlesi tekrar dünyaya dönüşü iptal etmez.Nitekim Al-i İmran 46 da bunu daha net bir şekilde ortaya koyuyor..Muvakkat bir ayrılık vardır. Aslında muvakkat denilen süre bile dünya insanlık/medeniyet tarihinde 2000 yıllık dev ve en önemli bir zaman dilimini kapsar..Bu zaman diliminde Hz.İsa dünyadan el etek çekmiştir.."Kur'an-ı Kerim'in açık ayetleri yüce Allah'ın önce Hz. İsa'nın canını aldığını ...." Burada da yine canını aldı denilen kısmın vefat ettirdiği şeklinde olduğunu düşünüyorum..Türkçeye tercümesinde bir hata yapılmış olabilir..Yoksa canını aldığını düşündüğü Hz.İsa'yı tekrar hayata döndürüp dünyaya indirmek daha da fazla bir izah kaosuna sebebiyet verir..Hz.İsa'nın (a.s.) Ahir zamanda yeryüzüne ineceğine inandığını keskin çizgilerle belirginleştirdikten sonra bu kısımlar kendiliğinden tamamlanır..Öteki türlü Hz.İsa'nın ölüp tekrar dirilip ,tekrar yeryüzüne gönderilip 2. sefer bir kez daha ruhunun kabz edileceğini farz etmek gerekir ki bunu ne akıl ne de nakil kolayca kabul eder. Seyyid Kutub gibi dikkatli bir alim de böyle dikenli patikalara sapıp tefsirinin değerini düşürmez..Aşağıda vereceğim kısım da Seyyid Kutub'un Hz.İsa için tek ölüm ve tek dirilme inanışında olduğuna açık delildir:
Meryem 33 - "Doğduğum gün, öleceğim gün ve tekrar diriltileceğim gün Allah'ın rahmeti ve bağı,sı benimle birliktedir." Demek ki, onun da herkes gibi süresi belirli, sınırları çizilmiş bir ömrü vardır. O da herkes gibi ölecek ve sonra yeniden diriltilecektir. Yüce Allah gerek doğduğu, gerek öldüğü ve gerekse yeniden diriltileceği gün esenliği, güveni ve gönül huzurunu ona yoldaş kılmıştır. Okuduğumuz ayetler Hz. İsa'nın öleceğini ve yeniden diriltileceğini son derece açık bir dille ifade etmektedirler. Bu gerçek ne başka türlü yorumlanabilir ve ne de tartışma kaldırır. Ayetler, bu tabloya başka bir şey eklemiyorlar..
Sonuç: Seyyid Kutub'un bazı ayetlerin tefsirinde biraz muğlak ve kapalı bir üslup izlediği bir hakikattir..Tefsirinin rivayet tefsiri olmadığı da öyle..Ancak insafı elden bırakmadan ilgili tüm yerlere bakıldığında , Onun en net şekilde ifade ettiği hususun Nüzul keyfiyeti olduğunu görürüz. Hz.İsa (a.s.) için tek ölüm ve tek dirilmeye de inanmaktadır..Bu iki husus yan yana koyulduğunda Hz. İsa'nın şu an hayatta olduğu kendiliğinden ortaya çıkar.
En kötü ihtimal: Seyyid Kutub'a göre Hz.İsa keyfiyeti'ni Allah'ın bildiği (örneğin Alusi'nin dediği gibi beden sabit ama mülk aleminden melekut alemine geçişte bir transformasyon ve yeni hayat düzenine regüle edilmiş bir yeni format..Bu yeni format şüphesiz dünyevi vasfına göre ölüdür ancak sırf ruhen dirilikten de ayrı bir durum arz eder ) ölmüş olsun. Bu kabul insanı dinden çıkarmayacağı gibi hatta günaha bile sokmaz. Daha evvel verdiğimiz bir kısım ehl-i sünnet aliminin görüşünün de bu doğrultuda olduğunu hatırlayalım. Vefat ettirilmenin keyfiyeti üzerine söylenmiş bir çok sözün olduğunu da. Vefat etme keyfiyeti hakkında ne icma vardır ne de tevatüren gelip meseleyi vuzuha kavuşturan hadisler. Bu noktada kişiyi sapıklık vadilerine yuvarlayacak şey tevatür ve icma ile bize kadar gelen Hz. İsa'nın yeryüzüne inişini inkardan başkası değildir , ki orada Seyyid Kutub'da en ufak bir sapma yoktur. Bizim için gerekli kısım, bakmamız gereken ve ehl-i sünnet ölçütlerinde eleştiri konusu yapabileceğimiz husus budur. Gerisine müteşabih demesi veya fazla detaya girmeden geçmesinde hiç bir sıkıntı yoktur. Ancak eğer tefsirin orijinalinde öldü deyip bir başka ayette Nüzulünden bahsediyorsa ya kendisiyle çelişiyordur ya öldü lafzını da keyfiyetine ait malumat Allah'ta saklı müteşabih bir anlamda kullanıyordur ya da tekrar elden geçişte gözünden kaçan hususlar vardır..Seyyid Kutub'un fikirsel tekamülünde , bazı kısımlar itibariyle ehl-i sünnete zıt istikametten ehl-i sünnete yönelişin olduğunu bildiğimize göre, Nüzulü ifade ettiği kısımlarını son tahlildeki değerlendirmesi olarak alabiliriz..
Öyleyse: Seyyid Kutub'un şu yazılarına bakıp onun hakkında ileri geri konuşanın tek kazancı ağız dolusu günah olur, dalaletle suçlayan kendisi dalalete düşebilir. Sapık diyenin en kısa sürede kendisine bir boy aynası edinmesini tavsiye ederim..İslam dinine göre şu yazılardan Seyyid'i en ileri noktada suçlayabileceğimiz şey yazılarında ki kapalılıktır..Ve onu suçlamaya çalıştığımız noktanın aynısı da merhum Elmalılı da olmasını da göz ardı etmeyelim..İnsafı elden bırakmayan hiç bir şey kaybetmez .
Seyyid Kutub'un müteşabih demekte haklı olduğuna bir tasdik de Elmalılı'dan :
Elmalılı da ölüm kelimesini kullanıyor:
Maide 117-Tam paklık ve yüksek ululama ile İsa o müthiş soruya karşı böyle ince bir edebî kulluk içinde, delalet bakımından nefy ile tekit edilmiş ve delilli bir şekilde cevap verdikten sonra, o isnadı açıkça reddederek diyecek ki: Ben onlara başka bir şey söylemedim, ancak bana emrettiğin emrini söyledim. Hem benim, hem sizin Rabbiniz olan Allah'a ibadet ediniz, ancak onu ibadete layık tanıyınız, dedim. (Âl-i İmran, 3/50-51. ayetlerin tefsirine bkz.) İçlerinde bulunduğum müddetçe de kendilerine şahit oldum. Şu halde bu müddet içerisinde çıkar ve zararları hususunda kabul edip etmediklerine şahitlik edebilirim. Fakat ne zaman ki sen beni vefat ettirdin, içlerinden aldın,kaldırdın."Ben seniöldüreceğim, bana yükselteceğim"
(Âl-i İmran, 3/55) vaadini yerine getirdin, o andan itibaren üzerlerine kontrolcü, gözcü ancak sen oldun, ve sen her şeye şahitsin, önüne de şahit, sonuna da şahitsin.
Al-i İmran 55- O zaman Allah şöyle dedi: "Ey İsa, şüphesiz ki seni öldüreceğim, seni kendime yükselteceğim ve seni inkârcılardan temizleyeceğim. Hem sana uyanları, kıyamete kadar o küfredenlerin üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz banadır, ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda hükmedeceğim".
***
Seadet-i Ebediyye'ye göre Yezid , Büyük Şehid ve Dava adamı Seyyid Kutub'tan ve ilim adamı Hamidullah'tan efdaldir:
Sual: Yezide lanet etmek caiz midir, o kâfir mi idi?
CEVAP
Yezid, Müslüman idi. Namaz kılardı. İslamiyet’e düşman değildi. Yüzüğünün taşı üzerinde Rabbünallah yazılı idi. Kerbela olayına o da üzülmüştür.
(S. Ebediyye) http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=1642
*
Seadet-i Ebediyye'den seçmeler :
Mevdûdî ve Seyyid Kutb gibi mezhebsizlerin, sapıkların, din câhillerinin ısyâna teşvîk eden, fitneyi körükliyen zararlı, uydurma tefsîrlerine, kitâblarına aldanmamalıdır...
Seyyid Kutb denilen bir ahmak...Seyyid Kutbun bu câhilce, ahmakca yazıları, Mısrda fitne çıkarmasına, onbinlerce müslimânın zindânlarda çürümelerine, çoklarının ölmesine sebeb oldu.[Bu mantıktan çıkardığım sonuca göre, şimdi aynı rolü Sisi'ye karşı direnmekle Mursi ve ihvana gönül vermiş diğer müslümanlar icra ediyor]
*
Seyyid Kutub'un yaptığına Cihad denmez..Cihad'ı Yezid yapmıştır :
Mevdûdî ve Seyyid Kutb gibi mezhebsizlerin, sapıkların, din câhillerinin ısyâna teşvîk eden, fitneyi körükliyen zararlı, uydurma tefsîrlerine, kitâblarına aldanmamalıdır. Cihâd, devletin, ordunun, düşmanlarla, kâfirlerle, sapıklarla harb etmesi demekdir. Müslimân devlet olsun, kâfir devlet olsun, âdil olsun, zâlim olsun, kendi devletine ısyân etmeğe, vatandaş kanı dökmeğe, birbirine saldırmağa cihâd denmez. Fitne, fesâd çıkarmak denir...
http://www.tamilmihal.de/kitap/2-01-unutulmus-sunnetleri-meydana-cikarmagi-ve-bid%E2%80%99atden-sakin ...Kostantin zemânında, oğlu Yezîdi büyük bir ordu ile İstanbula cihâd etmeğe gönderdi.Kostantin zemânında, oğlu Yezîdi büyük bir ordu ile İstanbula cihâd etmeğe gönderdi. 970 — YEZÎD: Emevî halîfelerinin ikincisidir. Hazret-i Mu’âviyenin oğludur.Yirmialtıncı [26] yılda Şâmda tevellüd etdi. [64] de vefât etdi. [60] senesinde halîfe oldu. 61 [m. 681] senesinin Muharrem ayında Kerbelâ fâci’ası oldu.
Yezîd buna üzüldü. (Allah ibni Mercâneye la’net eylesin! Hüseynin istediklerini kabûl etmeyip de, onu katl etdirdi. Böylece, beni kötü tanıtdı) dedi. İbni Mercâne, Ubeydüllah bin Ziyâdın adıdır. Yezîd, müslimân idi. Nemâz kılardı. İslâmiyyete düşmân değildi. Yüzüğünün taşı üzerinde (Rabbünallah) yazılı idi.
*
Hamidullah mı Efdal (daha iyi müslüman) Yezid mi?
Hamidullah [sapıtmıştır ] Ebedi Azabtan [Dinimizde Ebedi azab kafirlere verilen cezadır] kurtulamaz : Pârisde, Profesör olunca, Resûlullaha çatan, Hamîdullah kurtulamaz, ebedî azâbdan.
http://www.bizimsahife.org/siir/siir_ihlas_yayinlari/siir_ihlas_silsilei_aliyye.htm
Bu verilerin ışığında , Hamidullah ile Yezid'in kıyası, “kıyas-ı maalfarık”tır. Çünkü Yezid , müslüman ; Hamidullah ise Ebedi cehennemlik olduğuna göre küfr ehli olmalıdır(?)..Merhum Hamidullah'ın sevaplarını alıp trilyon kere trilyon ile çarpsan bile Yezid'e ulaşamaz..Çünkü onun gideceği ve ebedi içinde kalacağı yer cehennem ateşi olarak tayin edilmiştir..Yezid ise yaptıklarına karşılık cehennem ateşinde yansa bile (ki bu da şüphelidir , çünkü onun komutanlığını yaptığı çok değerli islam ordusunda Eyüp sultanlar şehid olmuştur , belki o mihmandar-ı Nebiler (r.a.) gibi büyük sahabiler ona şefaat edip kurtaracak kim bilir (?)) müslümanlığı oradan çıkışı için bir kurtuluş vizesi olacaktır..Yezid en kötü ihtimalle bir müddet Hamidulah'la aynı mekanı paylaşsa da , oradan Allah'ın tevfik ve inayetiyle kurtulacak ve çıkarken “bye bye” yaptığı Hamidullah gibi kişiler Cehennemin simsiyah ateşi içinde ilelebet yanmaya devam edecektir(?)..Öte yandan ; Yezid Mücahiddir , islam ordusunun büyük (?) komutanıdır , Emirdir..Yüzüğünde Rabbünallah yazmaktadır..(Yüzüğünde yazan şeyin onun akıbeti adına ne türlü bir faydası olacağını biz bilmesek te bu böyledir , o yazının çok hikmetleri vardır)...Aynı Yezid hakkında tarih Hz. Hüseyin'in , evlatlarının , amca çocuklarının , yaranlarının hunharca katledilmesinde önemli bir pay ve Harre katliamında büyük sorumluluk izafe etmektedir..Harre katliamını hatırlayalım:
80 küsuru sahabi olmak üzere, yaklaşık on bin kişi katledildi ,
[Resulullah'ın Mescidinin ve mübarek kabrinin komşuluğunda ve mübarek ruh-u şeriflerinin manevi , toprağa çürütmesi haram kılınan nurlu vücutlarının maddi huzurunda ] 900 kadının ırzına geçildi:
Hicri 63 (27 Zilhicce), Miladi 683 yılında, 27 Ağustos'ta meydana gelen ve İslam tarihinin en kanlı olaylarından biri olan "Harre Vakası", Emevi saltanatının işlediği bir sahabi katliamıdır. Haçlı engizisyonundan birkaç asır önce meydana gelen bu katliam, kilise engizisyonuna ilham veren dinci cinayetlerin en büyüğüdür. Emevi Arapçılığına/milliyetçiliğine karşı çıktıkları için, Peygamber kenti Medine'de, 80 küsuru sahabi olmak üzere, yaklaşık on bin kişi katledildi. Ödül olarak, "Peygamber kenti, üç gün boyunca Emevi katillerine mubah kılındı". Yani canilere, istedikleri her şey serbest ilan edildi. Bu serbestlik üzerine, yaklaşık 900 kadının ırzına geçildi. Bu tecavüzden doğan babası belirsiz çocuklara, İslam kaynaklan, "Harre Evladı" demektedir. Bazı sahabiler, öldürülmedi ama ağır işkencelerden geçirildi. Bunlardan biri olan Ebu Said el-Hudrî sakalları tel tel yolunarak acılar içinde feryat ettirildi (İbn Ku-teybe; el-İmâme ve's-Siyase, 1/180-190). İşte amel defterinde Hz. Hüseyin'in kanı ve Harre vakası gibi birinci seviyeden usta işi katliamlar bulunan Yezid , en önemli suçu milliyetçi , sosyalist , darbeci Nasır'a direnip “fitne , fesat çıkarmak olan (?)” Seyyid Kutub ve ilme hizmet etmek olan Hamidullah'tan daha efdaldir..
*
Dönmemiş “Yahudi dönmesi” Esed (!)
Sual: Polonyalı Yahudi dönmesi M. Esed’in, internetteki şu suallerine bir cevap verir misiniz?
1- İsa'nın tekrar dünyaya gelmesi, Kur’an ile çelişmiyor mu? Son peygamber olan Muhammed'den sonra İsa gelemez. Eğer gelirse son peygamber İsa olmaz mı? Eğer İsa peygamber olarak gelmeyecek denirse, o zaman da İsa’nın peygamberliği inkâr edilmiş olmaz mı? CEVAP :Bir Müslüman, İsa veya Muhammed diye konuşmaz. Aleyhisselam der veya en azından hazret kelimesini kullanır. Bu ifadeler dönmemiş olduğunu, yani Yahudiliğe devam ettiğini göstermez mi?...
http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=677
Değerlendirme: Bu grubun kaynaklardan yaptıkları alıntıların değerini ve doğruluğunu daha önce incelemiştik..Şimdi ise başka bir noktaya değinmek istiyorum :Velev ki bir kişi Hz. Muhammed'e (s.a.v.) saygı ifadesi olan herhangi bir ön takı veya salavat ekleriyle beraber hitap etmese bu kişi hakkında dinsiz , Yahudi v.s. denebilir mi? “Savunduğunuz din” sizin bu hareketinizi savunur mu?..Tekfirin bile bir seviyesi vardır..Bu kadar ucuzuna ise pek alışık değiliz..Dildeki sevgiden çok kalpteki sevgiye bakılır: Bir defasında Resûl-i Ekrem (a.s.m.), “Ey Âişe, senin kızdığın ve memnun olduğun zamanları ben bilirim.” buyurdu. Hz. Âişe, “Nasıl biliyorsun, yâ Resûlallah?” diye sordu. Peygamberimiz, “Memnun olduğun zaman ‘Muhammed’in Rabb’ine’ diye yemin ediyorsun. Kızdığın zaman ise İbrahim’in Rabb’i hakkı için.’ diyorsun!” Hz. Âişe validemiz, Peygamberimizi sevindiren ve ona olan saygısını ifade eden şu mukabelede bulundu: “Evet, yâ Resûlallah, vallahi öyledir. Fakat ben sinirli olduğum zamanlarda sadece sizin isminizi dilimden bırakırım, sevginiz ise daima gönlümde yaşar.”(Müslim, Fezâilü’s-Sahâbe)
Soru 1: “Bu kafa”ya göre Hz. Aişe'nin durumu ne olacak ?
Soru 2: Efdal olmanın yolu dine ve ilme hizmetten ; küfre ve zulme karşı direnmekten, bu uğurda önünde tecavüze uğrayan kız kardeşine “dayanacağız kardeşim” demekten , ve zulme ve nifaka boyun eğmek yerine o boyuna yağlı ilmeği geçirmeyi tercih etmekten değil de Peygamber neslini katlden ve masum , çaresiz Medine kadınlarını , Resulullah'ın (s.a.v.)komşularını “sıra tecavüzü”nden geçirmekten ve tecavüz , yağma ve katliam çığlıklarına maruz bırakılan Resul-i Zişan'ı enindar etmekten mi geçiyor? Veya Yezid'in zulümlerinde bizim bilemeyeceğimiz derin hikmetler/bize görünmeyen perspektifler mivardır? Bu hafifletici sebepleri/hikmetleri “ne hikmetse” Şia propagandasına “namağlup” Mısıroğlu gibi tarihçiler görebiliyor da biz neden göremiyoruz? :
http://www.youtube.com/watch?v=BcXuyPkwXPo
Hz. Hüseyin'in (r.a.) katlinde Yezid'in kabahati yokmuş?..Harre katliamında da yok mu?...Amerikan ordusu dünyanın bir yerinde bir cinayet işlese bu Amerikan Başkanından sorulmayacak ta Dominik Cumhuriyeti'nin Başkanından mı sorulacak ? Dinimizde ne zamandan beri bir kişinin komutasında şehid olan biri aynı zamanda ordu komutanına da kurtuluş vesilesi oluyor?..Videodan çıkardığım sonuç ; Yezid o kadar da kötü biri değilmiş!..Peki Mısıroğlu Hoca'ya göre kötü kim? Kötü ; son yüzyılın “entelektüel dehası” , islamiyeti Batı insanına tebliğ için çaba sarf etmiş , Beşerileştirilmiş Yahudiliği ve Hristiyanlığı olanca çarpıklıklarıyla deşifre etmiş Muhammed Esed gibiler mi ?:
-Farz-ı muhal- Yezid'in emriyle yola çıkan, Emevilere bağlılığı ve Peygamber evladına kiniyle tanınan Müslim bin Ukbe komutasında Medine üstüne salınan ordunun katlettiği veya tecavüz ettiği kişilerden biri olsaydınız yine de böyle aşk ile sever miydiniz Yezid'i ?
Soru 4: Şiilerin Hulasat-ül-mesaib kitabının 393. sayfasında diyor ki:
(Yezid, herkesin yanında ağladığı gibi, yalnız kaldığı zamanlarda da çok ağladı. Kızları ve hemşireleri de beraber ağladılar. İmam-ı Hüseyin’in mübarek başını altın tasa koyup, (Ey Hüseyin! Allah sana rahmet etsin! Ne hoş gülüyorsun) dedi.
a-Yezid , Harre katliamı mağdurları olan binlerce Medine sakini ve tecavüze uğrayan yüzlerce kadın için de “yalnız kaldığı zamanlar” ağlamış mıdır ?
b-Ne zamandır Şii kaynaklarını böyle konular için delil niyetine kullanır olduk ?
c-Eğer hakikat buysa , bu durumlar için Timsah göz yaşları deyimi yerine “Yezid'in gözyaşları” daha anlamlı durmaz mı?
Soru 5: Yezid'in dolaylı avukatlığını yapan ve Seyyid Kutub ve Hamidullah , Esed gibileri de sapık veya cehennemlik olarak görenler acaba Seyyid Kutub ve Esed gibilerle mi yoksa Yezid ile mi haşredilmek ister? (illaki böyle 2 şıklı bir mecburiyet yok ama diyelim ki soru kitabın bu sayfasından gelsin) Dinde zorlama olmayacağının farkındayım lakin, Vallahi Azimüşsan , kafatasının içinde mercimek kadar da olsa beyin taşıyan kişilerin , Yezid'in mıntıkasından olabildiğince uzaklaşarak Şehit Seyyid Kutub gibilerle haşredilmek isteyeceğini tahmin ediyorum...Madem öyle biraz insaf! En azından Yezid'e gösterdiğiniz sempati ve hüsn-ü zan
kadarlık bile olsa el-insaf!
Soru 6: Pek çok zayıf hadis nakletmesine rağmen dinimizislam.com'un muteber saydığı ve hadiste çokça başvurduğu ibni Asakir , "Tarih" adlı eserinde Yezid b. Muaviye'nin dadısı Reyya'nın biyografisinden bahsederken Hz. Hüseyin'in kesik başı Yezid'in Önüne konulduğunda Yezid'in şu şiiri okuduğunu söylemiştir (Şiir, İbn Zibara'ya aittir): "Ah nerede, Bedir'de şehid olan atalarım, Hazreçliler, onların mızrak darbeleri karşısında paniğe kapılmışlardı." Bu şiirle mel'un Yezid , Allah Resulü'nden ve onun tebliğ ettiği dinden Bedir'de kafir olarak ölen atalarının rövanşını aldığını söylemektedir.. Soru şöyle :http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=791
adresindeki hipoteze göre islam alimlerinin kitaplarında uydurma hadis olmaz..20. yüzyılda geliştirilen bu teoriye İbni Asakir'in naklettiği bu rivayet te girer mi , yoksa sırf onun bu rivayeti uydurmadır da geri kalanı mı sahihtir? Yine aynı “ehl-i sünnet alimlerinin kitaplarında yalan rivayet olmaz” kuralına göre İbni Cerir'in ravilerinden biri olan Ebu Mihnef, Kasım b. Bahit'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hz. Hüseyin'in kesik başı, Muaviye oğlu Yezid'in önüne bırakıldığında elindeki bir değnekle onun ağzına vurdu. Sonra da şöyle dedi: "Bizimle şunun arasında geçen hadise, tıpkı Husayn b. Hammam el-Mürrî'nin tasvir ettiği gibidir; "Bizim nazarımızda aziz olan adamların başlarım gövdelerinden ayırıyorlar. Ama onlar, daha asi ve daha zalim idiler." Yezid'in elindeki kırbaçla Hz. Hüseyin'in kesik başının ağız kısmına vurması üzerine orada bulunan Ebu Berze el-Eslemî, Yezid'e şöyle dedi:
"Allah'a yemin ederim ki senin şu kırbacın, Rasûlullah (s.a.v.)'m öpüp emdiği bir ağza vurmuştur, dikkat edesin! Bu adam, kıyamet gününde huzur-u mahşere gelirken şefaatçisi Muhammed olacaktır. Sen oraya gelirken senin şefaatçin ise İbn Ziyad olacaktır." Ebu Berze, böyle dedikten sonra oradan ayrılıp gitti.(el bidaye ve'n-nihaye..İbni kesir bu rivayeti
Taberi'den almış olmalıdır..Her durumda bu rivayetin bizim yanımızda çok fazla bir değeri yoktur. Çünkü kaynağı şiidir)
*
Aşağıdaki alıntılar el bidaye ve'n-nihaye' den (diğer islam tarihi kaynaklarında da benzer şekilde geçmektedir)
*
Hz. Ali'nin kızı (Efendimizin torunu ) kimin olsun diye pazarlık yapılır:
Ebu Mihnef, Hz. Ali'nin kızı Fatıma'nın şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Yezid'in huzuruna oturduğumuzda Yezid bize acıdı, lütufta bulundu ve bize bir şeyler verilmesini emretti. Sonra Şamlılardan kırmızı tenli bir adam kalkıp Yezid'e şöyle dedi: "Ey mü'minlerin emiri, şu kadını (yani beni) bana ver." Ben de parlak yüzlü bir kadındım. O adamın böyle demesi karşısında sarsılıp korktum ve beni onlara vermesinin caiz olacağını zannettim. Benden daha büyük ve akıllı olan kız kardeşim Zeyneb'in eteğine sarıldım, ama o bunun caiz olmayacağım biliyordu ve o adama dedi ki: "Vallahi yalan söyledin ve alçaldın. Bu ne sana, ne de Yezid'e caiz olmaz." Yezid öfkelendi ve ablam Zeyneb'e şöyle dedi:
- Yalan söyledin, vallahi bu benim için caizdir. Eğer almak istersem kız kardeşini alırım.
- Hayır, asla olmaz. Meğer ki dinimizden çıkıp başka bir dine giresin
Bunun üzerine Yezid, öfkelenip ayağa kalkmak istedi. Sonra ablama şöyle dedi:
Aslında senin baban (Hz. Ali ) ve kardeşin(Hz. Hüseyin) dinden çıkmışlardı.
- Bana böyle mi mukabelede bulunuyorsun? Aslında senin baban ve kardeşin dinden çıkmışlardı.
- Sen, baban ve deden; Allah'ın, babamın, kardeşimin ve dedemin dini ile hidayet buldunuz.
- Ey Allah'ın düşmanı, sen yalan söyledin.
- Sen, mü'minlerin emirisin. Hakimiyeti elinde tutuyorsun, Zalim olarak sövüyorsun ve hükümdarlığına güvenerek bizi eziyorsun. Allah'a yemin ederim ki Yezid utanır gibi oldu ve sustu. Sonra o Şamlı adam kalkıp şöyle dedi:
- Ey mü'minlerin emiri, bu kadını bana hibe et.
Yezid ona şu karşılığı verdi:
- Defol! Allah sana bir ölüm hibe etsin."
Sonra Yezid, Hz. Hüseyin'in kadınlarım, kızlarını ve çocuklarını Medine'ye güvenilir bir adamla birlikte göndermesi için Numan b. Beşir'e emir verdi. Yanlarına adam ve at da verdi. Hz. Hüseyin'in oğlu Ali de onlarla beraber olacaktı. Daha sonra Yezid, kadınları hilafet makamındaki haremliğe yerleştirdi. Orada misafir etti. Hz. Muaviye ailesinin kadınları ağlayıp Hz. Hüseyin'e matem tutarak onları karşıladılar. Bu matem üç gün sürdü. Yezid, öğle ve akşam yemeklerini mutlaka Hz. Hüseyin'in oğlu Ali ile Ömer'i yanına alarak yiyordu.
Bir gün Yezid, çok küçük yaşta olan Hüseyin oğlu Ömer'e şöyle dedi:
Yılan (Hz. Hüseyin ve eşi ) yılandan (Hz. Hüseyin'in oğlu) başka bir şey doğurur mu ?
"Oğlum Halid'le vuruşmaya var mısın?" Böyle yapmakla Yezid, onunla şakalaşmak ve oynamak istiyordu. Ömer: "Bana ve ona birer bıçak ver ki, onunla vuruşayım." dedi. Yezid, onu alıp bağrına bastı ve: "Bu, benim öteden beri tanıdığım bir tabiattı, yılan yılandan başka bir şey doğurur mu?"
*
Küçük Zeynelabidin Kurtlar sofrasında parçalanıp çakallara yem olmaktan zor kurtulur:
Ebu Mihnef, Said'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «İbn Ziyad, Hüseyin'in oğlu Ali'ye bakınca muhafızına: "Git, şu çocuğu yakala. Eğer buluğa ermiş ise onu götürüp, boynunu vurun." diye emir verdi. Muhafız gidip Ali'yi yakaladı, eteğini kaldırdı: "Evet, buluğa ermiş!" deyince îbn Ziyad: "Götür ve boynunu vur!" dedi. Ah de ona dedi ki: "Eğer seninle şu kadıncağızlar arasında bir yakınlık varsa kendilerine muhafızlık edecek birini onlarla beraber gönder." İbn Ziyad da ona: "Sen gel!" dedi ve onu kadınlarla beraber gönderdi.»
Ebu Mihnef, Humeyd b. Müslim'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Hüseyin'in oğlu Ali huzura getirilip kendisine takdim edildiği zaman ben de ibn Ziyad'ın yanında idim. İbn Ziyad, ona sordu:
- Adın ne senin?
- Ben, Hüseyin oğlu Ali'yim.
- Allah, Hüseyin oğlu Ali'yi öldürmedi mi?
Ali sustu. îbn Ziyad, ona dedi ki:
- Niçin konuşmuyorsun, neyin var senin?
- Benim Ali adında başka bir kardeşim vardı. İnsanlar, onu öldürdüler.
- Hayır, Allah onu öldürdü.
Ali sustu, cevap vermedi. İbn Ziyad, ona dedi ki:
- Niçin konuşmuyorsun, neyin var senin?
- Ali ona şu ayetlerle karşılık verdi: "Allah, öleceklerin ölümleri
anında ruhlarını alır.Zümer,42.) "Hiçbir kimse Allah'ın izni olmadan ölmez."(Âl-i İmran, 145.)
Sırtlanlar , etek altı kontrolü yapıyor:
- Vallahi sen de o öleceklerden birisin, vay senin haline! Bakın bakalım bu çocuk buluğa ermiş midir? Vallahi öyle sanıyorum ki, bu artık erkekleşmiştir.
îbn Ziyad'm bu emri üzerine Mürri b. Mead el-Ahmerî gidip Ali'nin eteğini kaldırıp baktı ve: "Evet, buluğa ermiş" di. Bunun üzerine îbn Ziyad:
- Onu Öldür, diye emir verdi. Hüseyin'in oğlu Ali de:
- Peki, bu kadınların bekçiliğini kim yapacak, bunların işiyle kim uğraşacak? diye sordu. Halası Zeyneb de ona sarıldı. îbn Ziyad'a da şöyle dedi:
- Ey îbn Ziyad! Bize yaptıkların yeter artık. Bizim kanımızı içmekten doymadın mı? Bizden kimi hayatta bıraktın? Böyle deyip yeğeni Ali'ye sarıldı, onu kucaklayarak ve şöyle dedi:
- Ey İbn Ziyad! Allah aşkına eğer sen mü'min bir kimse isen bunu öldürdüğün zaman beni de onunla birlikte öldür. Hz. Hüseyin'in oğlu Ali de îbn Ziyad'a şöyle dedi:
- Ey İbn Ziyadi Eğer seninle bu kadınlar arasında bir akrabalık bağı varsa, bunlarla beraber takvalı bir erkeği de refakatçi olarak gönder ki İslâm adabına uygun olarak kendilerine refakat etsin. İbn Ziyad, onlara bir süre dikkatle baktı. Sonra yanındaki meclis arkadaşlarına baktı ve şöyle dedi:
- Hayret ediyorum, bu akrabalık bağına! Vallahi öyle anlıyorum ki, eğer Ali'yi öldürecek olursam bu kadın da onunla beraber ölmeyi candan isteyecektir. Madem böyle, çocuğu
bırakın. Böyle dedikten sonra Ali'ye dönüp: "Haydi kadınlarınızla beraber sen de git" dedi.
*
“Ehl-i Sünnetin en büyük tarihçisi” İbni Cerir Taberi'den:
"Tarih" adlı eserinde Ebu Cafer b. Cerir et-Taberî, Ammar ed-Duheninin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ebu Cafer'e dedim kî:
- Ben sanki orada hazır bulunmuşum gibi bana Hüseyin'in öldürülüşünü anlat.
- Hz. Hüseyin, Müslim b. Ukayl(Akil)'ın kendisine yazdığı mektup üzerine Kûfe'ye doğru yola çıktı. Müslim, mektubunda Hz. Hüseyin'e, Kûfe'ye gelmesini tavsiye ediyordu. Hz. Hüseyin, Kadisiye'ye üç mil mesafedeki yere varınca Hür b. Yezid et-Temimî karşısına çıktı ve ona sordu:
- Ey Hüseyin, nereye gidiyorsun?
- Şu şehre gitmek istiyorum.
- Geri dön, arkanda ümid edebileceğin bir hayır ve iyiliği senin için bırakmış değilim.
Hz. Hüseyin geri dönmek istedi. Beraberinde Müslim b. Ukayl'ın kardeşleri de vardı. Ancak ona dediler ki: "Vallahi kardeşimizi öldürenlerden öcümüzü almadıkça veya bu uğurda canımızı vermedikçe geri dönmeyeceğiz." Hz. Hüseyin de onlara: "Siz öldükten sonra benim için yaşamakta hayır ve fayda yok." dedi ve yoluna devam etti. Sonra İbn Ziyad'ınsüvarilerinin ilkleri onun karşısına çıktılar. Hz. Hüseyin, bu durumu görünce Kerbela'ya döndü. Tek yönden savaşmak için arkasını Kasyata ile Halfe'ye dayadı. Orada bineğinden inip çadırlarım kurdu. Arkadaşlarının kırkbeşi süvari, geri kalan yüzü de piyade idi. Ömer b. Sa'd b. Ebi Vakkas, İbn Ziyad tarafından Rey valiliğine atanmıştı. Ona şu talimatı da vermişti: "Şu Hüseyin'in hakkından gel, ondan sonra Rey'e gidip valilik görevine başla." Ömer, kendisini Hüseyin'i öldürme görevinden affetmesini istediyse de Ziyad, onu bu görevden affetmedi. Ömer de: "Bari bu gece düşünmem için bana müsaade et." dedi. O da durumu düşünmesi için o gece için kendisine müsaade etti. Sabah olunca Ömer, İbn Ziyad'm kendisine verdiği emri kabul etti ve yola çıktı. Karşısına çıktığı zaman Hz. Hüseyin, ona şöyle dedi: "Sana teklif edeceğim üç şeyden birini kabul et. Ya beni bırak, geldiğim yere geri döneyim, ya da bırak Yezid'e gideyim veya bırak da sınır beldelerinden birine gideyim." Ömer, onun bu tekliflerini kabul etti. Durumu bir mektupla Ubeydullah b. Ziyad'a bildirdi. Ancak Ubeydullah b. Ziyad: "O elini elime koymadıkça ve bana bey'at etmedikçe bu tekliflerini asla kabul etmeyeceğim. Kabul edersem adam değilim." dedi. Hz. Hüseyin de: "Hayır, vallahi onun bu isteği asla olmayacaktır, ona bey'at etmeyeceğim." diye cevap verdi. Savaşa başladı. Hz. Hüseyin'in bütün arkadaşları öldürüldü. Öldürülenler arasında kendi ailesinden on küsur genç de vardı. Bir ok geldi, kucağındaki oğluna isabet etti. O da çocuğunun vücudundaki kanı siliyor ve şöyle diyordu: "Allah'ım! Bizi yardım etmek için buraya davet eden, ama sonra bizi öldüren bu kavimle bizim aramızda sen hükmünü ver." Sonra bir fistan getirilmesini emretti. Fistanı önden cübbe gibi yardı ve giydi. Kılıcını eline alarak meydana çıkıp savaşmaya başladı. Nihayet öldürüldü. Onu, Mezhiç kabilesinden bir adam öldürüp başını kopardı ve kesik başını İbn Ziyad'a götürüp şöyle dedi: Haydi atıma altın ve gümüş yükle. Çünkü ben o büyük efendiyi öldürdüm. Anası ve babası itibariyle en hayırlı insanı, Nesebi itibariyle en soylu olanı öldürdüm." İbn Ziyad da kesik başı Hz. Muaviye oğlu Yezid'e gönderdi. Götürenler, kesik başı Yezid'in önüne bıraktıklarında orada Ebu Berze el-Eslemî de vardı.
*
(Alevi propagandası mağluplarından biri olan (!) Taberi'ye göre )
-Sonraki kuşaklar nazarında lanetlenmek için elinden ne gelirse yapan-
Yezid elindeki bir çubukla Hz. Hüseyin'in (r.a.) mübarek ağzına vurur:
Yezid elindeki bir çubukla Hüseyin'in ağzına vurup şöyle dedi: "Bizim nezdimizde kıymetli olan adamların başlarını gövdelerinden ayırıyorlar. Ama onlar daha asi ve daha zalim idiler."
*
İbni Kesir'in itirafı (ehli sünnet alimlerinin kitabında uydurma hadis/uydurma rivayet olmaz diyenler için bu itiraf gereksizdir):
Hz. Hüseyin'i öldürenlere isabet eden bela ve musibetlerle ilgili olarak rivayet edilen hadislere gelince bunların çoğu sahihtir, onu öldürenlerden olup da dünyada bela ve musibetlerden kurtulan çok az kimse olmuştur. Bunlar bir hastalığa yakalanmadan dünyadan çıkıp gitmiş değildirler. Çoğu delirmiştir. Hz. Hüseyin'in öldürülmesiyle ilgili olarak Şiîler ve Rafıziler, çok yalan ve asılsız haberler nakletmişlerdir. Burada bu haberlere Örnek olarak yeteri kadar nakilde bulunduk. Bazı nakillerimizde de şüphe vardır. İbn Cerir (yani meşhur Taberi) ve diğer hadis hafız ve imamları, eğer bunları anmış olmasalardı, bu haberleri buraya almazdım. Naklettiğim haberlerin çoğu, Şiî olan Ebu Mihnef Lut b. Yahya'ya aittir ki o da hadis imamları nezdinde rivayet bakımından zayıf bir kimsedir. O, sadece haber hıfzeden bir kimse olup bu gibi haberler başkasının nezdinde mevcut olmayıp onun nezdinde mevcuttur. Bu sebepledir ki konuyla ilgili eser tasnif eden müelliflerin çoğu ona dil uzatmışlardır. Doğrusunu Allah bilir..
Seyyid Kutub Hakkındaki Eleştirilere Cevaplar-7
“Biz, onlara aşağılık maymunlar olunuz dedik” (Bakara 65) ayetinin tefsiri örnekliğinde Seyyid Kutub eleştirisinin eleştirisi
(Biz, onlara aşağılık maymunlar olunuz dedik) mealindeki ayet-i kerimede, cumartesi günü balık tutmuş olan yahudilerin maymun yapıldıkları açıkça bildirildiği hâlde, bu ayeti de değiştirmeğe kalkışmış, (Maymun derekesine düştüler. Vücutları ile maymun olmaları icap etmez) demiş, kendisini imam-ı Mücâhid gibi bir müçtehit bilmiştir. Büyük âlim Abdül’azîz Dehlevî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Tefsîr-i Azîzî) de bunların şekil ve suretlerinin maymun şekline döndüklerini ve üç gün yaşayıp öldüklerini uzun yazmakta ve Seyyid Kutb gibi söyleyenlere cevap vermektedir.[İmla hataları düzeltilmiştir]
bkz: http://kitap.hakikatkitabevi.com/cgi-bin/cgi.exe/fabil/query=maymunlar+olunu!7A+/doc/%7B@1344%7D?
*
Fizilal'il Kuran'da 2/65:
"Aşağılık maymunlara dönün"
Böylece yahudiler yüce Allah'a vermiş oldukları sözden dönmenin, irade sahibi insan
düzeyinden geriye doğru adım atmanın hak ettiği cezaya çarpılmış oldular. Çünkü onlar söz konusu kurnazca tutumu benimsemekle, kendilerini, hareketleri irade sonucu olmayan ve midesinin sesine karşı koyamayan bir hayvanın düzeyine indirdiler. Onlar insanı insan yapan en temelli özellikten ani Allah'a verilen söze bağlı kalmayı sağlayan üstün irade özelliğinden sıyrılır-sıyrılmaz bu aşağı düzeye inmiş oldular. Onların vücut yapıları ile gerçek maymuna dönüşmüş olmaları şart değildir. Ruhları ve düşünceleri ile zaten maymuna dönüşmüşlerdi. Duyguların ve düşüncelerin izleri yüzlere yansır. Mimikler de çehreyi etkileyen, orada derin izler bırakan belirtilerdir! Bu olay gerek o dönem ve gerekse daha sonraki dönemlerde yüce Allah'ın emirlerini çiğneyenler için önleyici bir ibret dersi ve her asırdaki müminler için de yararlı bir öğüt oldu."Bu cezayı, onu görenlere ve sonradan gelip işitenlere ibret ve takva sahiplerine öğüt yaptık."
bkz: http://www.enfal.de/Kuran-Tevsiri/Bakara/Bakara65-66.htm
Yorum: Rahmetli Kutub ayeti , her zamanki gibi dile hakimiyeti, edebi dehası ve tefsire kabiliyetiyle , psikolojik ve sosyolojik bakış açısıyla mükemmel bir şekilde tefsir etmiştir..Bu Muhteşem tefsirinin kendi alanında eşi yoktur..Mücadelesiyle , duruşuyla ve çizgisiyle o Fethullah Gülen Hocaefendi'nin övgüsünü sonuna kadar hak ettiğini göstermektedir:..Evet, Marks, daha annesinin karnında iken, “beşeri idlal edecek, beşer suretinde bir şeytandır” damgasını yemiştir. 20. asırda bize ışık tutan Hasan el-Benna, Seyyid Kutub, Nedvî ve emsali; Türkiye’de de adıyla sanıyla, yoluyla yöntemiyle bu işi temsil eden Büyük Rehber [Bediüzzaman] gibi daha niceleri tâ annelerinin karnındayken saîd damgasıyla şereflendirilmişlerdir...Yine Hocaefendi'ye şöyle bir soru sorulmaktadır:
Soru: Kur’ân-ı Kerîm’in psikolojik tefsiri hakkında ne dersiniz?
Cevap: Bugüne kadar hiç yapılmamış bir tefsirdir. Merhum Seyyid Kutub tefsirinde nispeten psikolojik tahlillere yer vermiş ama, Kur’ân-ı Kerîm’in bir bütün olarak psikolojik tefsiri henüz gerçekleştirilememiştir.Kanaatimce bu çok önemli bir mes’eledir ve Kur’ân’ın ayrı bir mucizesi olarak da değerlendirilebilir. Zira, Kur’ân-ı Kerîm’de bir mes’ele değişik yerlerde tekrar tekrar ele alınır ve farklı malzemelerle ifade edilir. Bu ilk etapta basit bir tekrar gibi gözükebilir ama, mevzuu tahlil edince, her tekerrürde bir makam ve malzeme farklılığının olduğu görülür. Tabii buna bağlı olarak da onun farklı farklı mesajlar ihtiva ettiği müşahede edilir. Evet Kur’ân-ı Kerim âdeta değişik kavimlerin, seslerini, soluklarını, feryatlarını, çığlıklarını, davranışlarını ve değişik devirlere ait farklı cemaatlerin hususiyetlerini bir aynada aksettiriyor gibidir. İşte bu açıdan da, Kur’ân’ın dümdüz okunmasından daha çok muhtevanın seslendirilmesi önemlidir. Bu da ...mevzunun akışına tabi olarak, hadise ve konuşmaların bizzat içine girerek ve yaşayarak onu okumak demektir. Bence bu, Kur’ân’ın anlaşılmasında en az esbab-ı nüzul kadar önemlidir. Anlatılan olayların tarihî sebeplerini ve tarih felsefesini bilmek, milletleri karakterleriyle tanımak; sonra bir cemaatin bedeviyetten belirli merhaleleri aşarak medeniyete ulaşmasında hangi peygamberle hangi devreyi yaşadığını görmek ve netice olarak da Hz. Muhammed (sav)’e kadar geçen devreleri bir bir gözden geçirmek suretiyle, Kur’ân’da anlatılan hadiseleri tahlil etmek, insanın önünde çok farklı ufuklar açacaktır. Aksine bunları nazara almadan Kur’ân’ı anlama gayreti; Roma devrini ve o döneme ait hayat tarzını bilmeden, Shakespeare’in romanlarındaki ifade gücünü tahlil etmek gibi bir garabet arz eder. Kaldı ki, Kur’ân’daki hadiseleri anlatan, geçmiş ve geleceği bir nokta gibi aynı anda değerlendiren, onları kabza-i tasarrufunda evirip-çeviren Allah’tır. Tabii ki O’nun anlatışı her türlü mukayesenin üstünde daha bir baş döndürücü ve ihtişamlı olacaktır. İşte, sathi dahi olsa ifade ettiğimiz bu noktalardan anlaşılacağı gibi “Gavvas olana Kur’ân/ Mücevher dolu umman”dır. Her devir insanının O Ebedî Mu’cize’den alacağı dersler vardır ve olacaktır..
*
Elmalılı Tefsiri'nde 2/65
65-İşte burada böyledir; siz herhalde içinizden Cumartesi gününe saygı gösterme hususundaki dinî yasakları çiğneyenleri bilirsiniz. A'râf suresinde "Onlara deniz kıyısında bulunan o kasaba halkının durumunu sor. Hani onlar Cumartesi günü yasağına saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı, balıklar da onlara o gün akın akın geliyorlardı..." (A'râf, 7/163) ayetinde açıklandığı üzere, deniz kıyısında bulunan bir kasabada Cumartesi günü y a sağına saygı göstermeyip, dinin koyduğu kuralı hiçe saymışlardı da Biz de onlara "Maymun olun, sürünün!" dedik 66- ve bu hadiseyi hem o zaman hazır olanlara, hem de arkadan geleceklere bir ibret-i müessire (tesirli ibret), etkili bir gözdağı yaptık, korunacaklara da unutulmayacak bir öğüt, bir mev'iza kıldık. Onlar verdikleri sözde durmadılar. Ahde vefa etmek, insanlık borcu ve gereği iken ona yanaşmadılar. İşte bu sebeple insanlığın gereklerinden olan ilim ve idrak, marifet ve iz'andan mahrum edi l erek maymun kılıklı, sefil, boynu bükük ve sürünen kimseler oldular, ki, buna "mesh" tabir olunur. Bunlar dış görünüşüyle kuyruklu maymunlara mı döndüler? Yoksa dış görünüşüyle insan şeklinde oldukları halde iç dünyaları ve huyları itibariyle manen maymun gibi mi oldular? Bunun tefsirinde iki görüş vardır. Tefsircilerden pek çoğu, ayetin lafzına ve dış yüzüne nazaran tam ve gerçek mesih (suret değişikliği) olduğunu söylemişlerdir. Fakat Mücahid ve onun izinden giden diğer tefsirciler, bu hükmün temsilî olduğunu, şu halde meshin manevi olması gerektiğini savunmuşlardır. Ki, zamanımızın anlayışına bu daha uygun görünmektedir.Gerçi hakikate nazaran, suretçe değişiklik manevi değişmeden daha müşkül ve daha mühim değildir. İnsanlık şiarlarının söndüğü bir bedenin dış yüzüyle dahi maymun suretini alıvermesi, iyi düşünülürse, hemen hemen normal bile görülebilir. Allah korusun çeşitli kötü hastalıklar ile kılığını değiştirmiş nice bedenlere tesadüf edilegelmiştir. Fakat hayvan şekilleri içinden bilhassa maymunsu suretinin zikredilmesi herhalde manevi meshin ehemmiyetine bir karine gibidir. Aslında insan ile maymun arasındaki gerçek fark, yalnızca bir kıl, bir kuyruk farkı değildir. Akıl, mantık, huy ve ahlak farkıdır. Maymunun bütün hüneri taklit hissinin gelişmişliğindedir. İnsanın yaptığı hareketleri gören maymun onu derhal taklit eder. Bu taklit özelliği, birçoklarının nazarında maymunu insana adeta yaklaştırır. Halbuki maymunun önünde günlerce ateş yakınız, soğuk günlerde karşısında ısınmayı gösteriniz, sonra onu alıp bir kıra götürünüz, yanına kibrit, çıra, odun, kömür koyunuz, o yine de üşüdüğü zaman bunları bir araya getirip bir ateş yakamaz ve ısınmayı başaramaz. Bu kadarcık bile mantık ilişkisi gösteremez. Artık bunun üzerine terettüp edecek diğer akli işlemlerin derecesini tasavvur ediniz. İşte manevi dünyası meshe uğramış olan insanlar da böyledir: Onlar kör bir taklitten başka bir şey yapamaz ve hayvani duygularından öteye geçemezler. Bir bakıma insan gibi görünürler, hakikatte ise maymundan başka bir şey değildirler. Fındığı kırar yerler de bir fındık ağacı dikmeyi akıl edemezler, (Onlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar." (A'râf, 7/179).
bkz: http://www.haznevi.net/icerikoku.aspx?KID=628&BID=16
*
Değerlendirme:
1.Hamdi Yazır ayetin tefsirindeki 2 farklı tercihin varlığını “Bunun tefsirinde iki görüş vardır.” diyerek açıklamıştır..Faideli Bilgilerin iddia ettiği gibi 2. yolu tercih etmek ;
a-Ayeti değiştirmeye kalkmak değildir , bu tarz bir itham ayetin tefsirinde manevi suret değiştirmeyi anlayanların hepsine birden ağır bir hakarettir.
b-Böyle ayrıntıya giren meselelerde tefsir usulüne uygun olmak şartıyla müfessirler kendi anlayışlarına uygun yorumlar ortaya koyabilir..Hakeza bir müfessirin İmam Mücahid'in fikrini tercih etmesi de onun müçtehitlik tasladığını göstermez..
2.Elmalılı tefsirinde "Bunlar dış görünüşüyle kuyruklu maymunlara mı döndüler? Yoksa dış görünüşüyle insan şeklinde oldukları halde iç dünyaları ve huyları itibariyle manen maymun gibi mi oldular? Bunun tefsirinde iki görüş vardır. Tefsircilerden pek çoğu, ayetin lafzına ve dış yüzüne nazaran tam ve gerçek mesih (suret değişikliği) olduğunu söylemişlerdir. Fakat Mücahid ve onun izinden giden diğer tefsirciler, bu hükmün temsilî olduğunu, şu halde meshin manevi olması gerektiğini savunmuşlardır. Ki, zamanımızın anlayışına bu daha uygun görünmektedir" diyerek tercihini manevi suret değiştirme yönünde kullanmıştır..Eşit suça eşit ceza ilkesine göre Elmalılı da bu tercihiyle Kur'an'ı değiştirmeye çalışmış , müçtehitlik taslamıştır..Büyük âlim Abdül’azîz Dehlevî de Elmalılı'ya dersini vermiş, haddini bildirmiş olmalıdır..
3. Eşit suça eşit ceza ilkesinden devam edelim: ...S. 252’de İbni Teymiyye gibi sapık olan İbni Hazmı övmekte böylece mezhepsiz olduğunu gizlememektedir. Aynen şöyle bir ifade kullanmaktadır.“Büyük İslâm âlimlerinden El-imam İbn Hazm’in bir fetvasına göre.”İ. S. Adalet S. 252 İbni Teymiyye’nin fikrindeki İbni Hazm'ı imam olarak zikretmesi mezhepsiz olması için kâfi bir delildir.
bkz: http://www.mezhepsizler.com/seyyid_kutub/kutub_islamda_sosyal_adalet.htm
İbni Hazm'ı veya İbni Teymiyye'yi övmek Mezhepsiz olmanın göstergesi olduğuna göre (?) Mezhepsiz avına çıkalım bakalım kimleri yakalayacağız:
İbni Abidin: Hafız İbn-i Teymiye: «Bu hadiste farz kılanın nafile kılana uyamayacağına delil vardır. Çünkü Peygamber (s.a.v.)le birlikte kılınca başkasına imamlık yapamayacağını gösteriyor. Onunla birlikte nafile kılması başkalarına imam olmasına bil icma mâni değildir. Bundan anlaşılıyor ki, Resulullah (s.a.v.) le birlikte kıldığı yatsı namazları nafiledir.» diyor.
Gereği düşünüldü: Mezhepsiz İbni Teymiyye'nin görüşüne müracaat edip onu Hafız olarak isimlendirdiği için İbni Abidin'in Hanefi fıkhından ihraç edilmesine...En kısa sürede kendine yeni mezhep aramasına karar verildi..“İbni Hazm buna ittifak ve icma vuku bulduğunu nakletmiştir.” (bkz: http://www.haznevi.net/icerikoku.aspx?KID=9834&BID=89 ) diyerek İbni Hazm mezhepsizinden nakiller yaptığı için cezası 1/6 oranında arttırılmıştır.. (suç delilleri için bkz: Redd-ül-Muhtar) İbni Abidin'in suç ortağı Ayni'de aynı cezaya çarptırılması uygun görülmüştür: İşte kim derse ki , O (İbni Teymiyye) kafir’dir, bunu diyen kişi Kafir’in ta kendisidir. Kimde ona Zındık derse, o Zındık’tır.(Bedruddin el-Ayni el-Hanefi)..Diğer suç ortağı Ömer Nasuhi Bilmen:"Filhakika, pek yüksek bir âlim olan İbn Teymiye’nin bir kısım sözlerini bilahare bazı mutaassıp kimseler senet ittihaz etmiş, bunları kısmen yanlış tefsire tabi tutmuş, bu zatın sarih sözlerine bakmayıp da bazı sözlerinin lazımını ele almış, bunları bugünkü Vehhabiye mezhebinin esasları meyanında göstermişlerdir Yoksa, İbn Teymiye’nin âlim, fazıl, müteşerri [ilim ve şeriatta alim], zahit bir zat olduğunda şüphe yoktur" (Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, 2/545)..İmam Buhari'nin sahihine yönelik yazmış olduğu "Fethul Bari" isimli eserinde 25 kere İbn-i Teymiye'den nakilde bulunan ; bunlardan sadece iki yerde İbn-i Teymiye'nin görüşlerini eleştiren İbn-i Hacer'de 23/25 oranında aynı cezaya müstahaktır..[Aslen Fethul Bari okunduğu zaman Hafız İbn-i Hacer'in özellikle hüccet makamında Şeyhülislam İbn-i Teymiye'den nakillerde bulunduğu görülür. Örneğin yaratılışla ilgili bir konuda konuya dair uzun uzun açıklamalarda bulunduktan sonra tenbih diye bir bölüm açar ve bu bölümde birçok kaynakta geçen bir rivayetin aslının olmadığını söyler ve arkasından hemen "bu önemli bilgiyi İbn-i Teymiye kaydetmiştir" der. (Fethul Bari, 9/473) Ve özellikle burada İbn-i Teymiye'ye "Allame" sıfatını verir. Gerçekten de Şeyhülislam İbn-i Teymiyye Mecmuul Fetava isimli eserinde 3 yerde (Mecmuul Fetava, 1/153, 1/438, ve 4/105.)Hafız İbn-i Hacer'in işaret ettiği bilgiyi kaydetmiştir. Bu Hafız İbn-i Hacer'in İbn-i Teymiye'nin eseri olan Mecmuul Fetava'ya ne derece önem verdiğini ortaya koymaktadır. Fethul Bari'de dikkat çeken diğer bir husus Hafız İbn-i Hacer birçok yer de "ben derim ki" dedikten sonra hemen arkasından sanki kendisini İbn-i Teymiye ile delillendirirmişçesine "İbn-i Teymiye'de böyle der" demiştir. Örnek olarak Ensar ile Muhacirin kardeş kılınması hadisesini anlatan İbn-i Hacer alimlere ait uzun uzun bilgiler sunduktan sonra Muhacirlerin birbirleri ile kardeş kılınması noktasında "ben derim ki" diye söze başlamış ve hemen arkasından kendisine İbn-i Teymiye'den delil getirerek "Nitekim İbn-i Teymiye'de Muhtarade ki hadislerin Mustedrek'te ki hadislerden daha kavi ve sağlam olduğunu söylemiştir" der.(Fethul Bari, 11/268) ]..İbni Teymiyye'ye allame muamelesi yapan İbni Hacer hiç şüphesiz Mezhepsizdir(?)..Yoksa hangi akılla bir Mezhepsizi böylesi övecek ve onu referans gösterecektir.(?)
Çifte standardın böylesi: İbni Hazm'ın Zahiri Mezhebi'nin yoğun olarak etkisinde kalan ve Süleyman Uludağ gibilerince mezhebine girdiği söylenen Muhyiddin İbn Arabi Şeyh-ül Ekber , onun ilmine müracaat eden Seyyid Kutub gibiler ise sapık mezhepsiz(?) Aynı müracaatı İbni Abidin de yapmıyor mu?...Dikkati çeken ve İslâm tefekküründe büyük tesirleri olan âlimlerden Muhyiddin b. el-Arabî (öl. 638 H) de, ibadet bakımından Zahirî mezhebinde olup Ebu´l-Hattab b. Dıhye ile çağdaş idi. el-Makkari bunun hakkında da; «ibâdet bakımından zahirî, itikat bakımından da batini görüşlere sahipti.» der.[126]
bkz: http://www.haznevi.net/icerikoku.aspx?KID=4452&BID=50#sthash.TisQajn6.dpuf
Bu büyük bir çifte standart değil de nedir?
Gazali ve Zehebi'ye göre İbni Hazm: Yine İbni Hazm hakkında :Nefhu't-Tıb şunu kaydeder: "Endülüs'lü Said, tarihinde şöyle dedi: İbn Hazm, bütün Endülüs'de İslâm ilimlerini en iyi bilen geniş bilgili bir âlimdir. Lisan, belagat şiir, edebiyat, tarih, siyer ilimlerini de çok iyi bilirdi. Oğlu Fadl, bana haber verdi ki, babasının el yazısıyla 400 kadar eserini toplamış... Zehebi der ki: O, son derece zeki ve keskin zihinli bir kişidir. Kitap ve Sünnet ilmini iyi bilir. Mezhepleri, fırkaları, eski dinleri, arapçayı, edebiyatı, şiirleri, mantıki bilir, dinine sadık dürüst bir kişidir. Vakarlı, soylu, zengindi, kitapları çoktur. Rahmetli Gazali der ki: "Ebu Muhammed İbn Hazm'ın Allah'ın isimlerine dair bir kitabını buldum, bu kitap onun hıfzının büyüklüğünü ve açık zihinli olduğunu gösterir."(Nefhu't-Tıb, c. VI, Rufai Baskısı)
bkz: http://ehliilm.wordpress.com/2013/01/19/imam-ibni-teymiyyeyi-oven-eski-alimlerden-126-tane-alimin-sozleri/#more-402
İbni Hazm- Muhyiddin ibn Arabi , Seyyid Kutub: (Süleyman Uludağ'a göre)
Muhyiddin'i Arabi öyle lafın gelişiyle değil iktida ediş şekliyle imam olarak kabul edince Şeyhül Ekber oluyor , İlminin büyüklüğünü ifade makamında kullanan Seyyid Kutub ise aforoz ediliyor..Bana göre İbni Hazm ve İbni Teymiyye büyük alimlerdir ancak hataları da vardır.Hele İbni Teymiyye'nin..Onların eserlerinden istifade etmek isteyen bu hatalı fikirlerinin çekim gücüne/cazibesine kapılmayacak bir altyapısı olmalıdır..
4. iddia: “Cumartesi günü balık tutmuş olan yahudilerin maymun yapıldıkları açıkçabildirildiği hâlde, bu ayeti de değiştirmeğe kalkışmış”
Ve lekad alimtumullezîne’tedev minkum fîs sebti fe kulnâ lehum kûnû kıradeten hâsiîn(hasiîne).Diyanet İşleri meali : Şüphesiz siz, içinizden Cumartesi yasağını çiğneyenleri bilirsiniz. Biz onlara, “Aşağılık maymunlar olun” demiştik.
bkz: http://www.kuranmeali.org/2/bakara_suresi/65.ayet/kurani_kerim_mealleri.aspx
a-) Ayette açıkca yazdığı söylenen avlanmaktan ve balıktan eser yok. Ayet ile ayetin tefsirinin ayrı şey olduğunu söylemeye gerek yok sanırım!. Seyyid Kutub'un Fizilal'indeki çeviri aslına daha uygundur: 65- İçinizden Cumartesi yasağını çiğneyenleri bilmiş olmalısınız. Onlara `Aşağılık maymunlara dönün" dedik..
b-) Ayette açıkca yazıyorsa İmam Mücahid ve Elmalılı bunu neden görememiş ?
*
Seyyid Kutup, metin avcılığı yöntemiyle, "şöyle bir bakarak" anlaşılamaz.
-Seyyid Kutup'un altmış yıl süren hayat yolculuğundan akılda en çok ne kalıyor, ne kalabilir?
Onun hayatından alınacak çok fazla ders olduğunu düşünüyorum. Pek çok nedenden dolayı. En başta, o bir şehit biliyorsunuz. Düşünceleri, eserleri yüzünden idam edildi. İdam edilmeden önce Mısır hükümeti, birçok kez pazarlığa oturmayı denedi onunla. İstedikleri şey çok basitti. Müslüman Kardeşlerin sağ veya sol fraksiyonlardan birine bağlı olduğunu kabul ve ilan ederse affedilecekti. Fakat o, bu tür teklifleri hiçbir zaman kabul etmedi. Kutup, yazarların bir şeyi ancak hak olduğuna inandıkları zaman yazmalarını ve bunun bedeline de razı olmalarını istemişti. Oportünist yarı-aydın zihniyetiyle kıyaslandığında anlaşılamayacak bir tavır değil mi?Bunun dışında teşhisleri çok önemliydi. İhtiyaç duyulan şeyin öncelikle bir zihniyet değişimi olduğunu teşhis etmişti. Önerdiği radikal bir kopuş, bir reddiyeydi. Fakat bence Kutup'un bu radikalizmi, zihinsel düzeyde bir radikalizmdi. Değişimin içeride, zihinlerde başlaması, insanların önce kalplerinde olanı değiştirmesi gerektiğini düşünüyordu. Bunun böyle olduğuna Kutup'un bizzat yaşantısı şahitlik ediyor. Fakat İslam dünyasının fiili işgal ve sömürge altında olması, onun düşüncelerinin bu düzeyde anlaşılmasını zorlaştırdı. O süreçte Kutup'un düşüncelerine biraz kuş bakışı bakılarak anlaşılmaya çalışılması ve daha önce zikrettiğim proje, dışa dönük radikalizmlerin meşrulaştırılmasında, Seyyid Kutup adının öne çıkması gibi bir sonuç doğurdu.Oysa Seyyid Kutup, metin avcılığı yöntemiyle, "şöyle bir bakarak" anlaşılamaz. Güçlü eserler vermiş hangi düşünür anlaşılabilir ki.Bunun böyle olmaması gerektiğini bizzat Kutup'un düşünsel serüvenine bakarak görebiliriz. Düşünce taşeronluğu yapmamış hiçbir zaman Kutup. Onun altmış yıllık ömründen bize kalan belki de en büyük mirastır bu. O nedenle başta Seyyid Kutup olmak üzere birçok İslam düşünürünü serinkanlı bir biçimde tartışmak zorundayız bugün. Çünkü onlar modern dönemin cesur İslam düşünürleri. Fakat cesur olmaları bize altın tepside her şeyin çözümünü sundukları anlamına gelmez. (Fatmanur Altun)
bkz: http://www.haksozhaber.net/news_print.php?id=4668
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 63 ziyaretçi (155 klik) kişi burdaydı!
Seyyid Kutub (1906-1967)
Ekrem Yolcu
|
|
Haci ibrahim Kutub'un oglu olan Seyyid Kutup, 1906'da Asyut kasabasina bagli Kalia köyünde dünyaya geldi. Babasi köyde, sayilan bir kisi ve Vatan Partisinin bir üyesi olarak bilinmekteydi.
O zaman bu partinin baskanliginda Mustafa Kamil vardi. Haci Ibrahim Kutup ziraatla ugrasir, elde ettigi mahsulün bir kismini satar bir kismini da fakirlere infak ederdi. Annesi ise çok mütedeyyin ve asil bir aileye mensup birisiydi. Seyyid Kutub'a terbiyesiyle, sevgi ve sefkatiyle çok tesir etmisti.
Seyyid Kutup'un Hamide ve Emine adli iki kiz kardesiyle Muhammed adinda küçük bir de erkek kardesi vardi. Daha Kahire'de okurken babasini kaybedince, annesinin ve kardeslerinin bütün mesuliyetleri onun üzerine yikilmis oluyordu. O cia bu durumdan oldukça SIKilmisti. Bu SIKintidan biraz olsun kurtulmak için, annesini Kahire'ye tasinmaya razi eder ve Kahire`ye tasinirlar.
1940'da annesinin ani vefati Seyid Kutup'u oldukça etkilemisti. Kendisini. hayatta yalniz hissetmeye baslar. Bu konudaki duygularini bizzat kendisi bazi kitaplarinda anlatmaktadir.
SEYYID KUTUB'UN HAYATININ DÖNEMLERI
Seyyid Kutup'un hayatini dört ana bölümde toplamak mümkündür. Bunlardan birincisi dogumundan 1919'a kadar olan bölüm. Seyyid Kutup bu devrede babasinin itinali dini terbiyesi altinda yetismisti. Bir tarafta köylerindeki medreseye devam ederken bir taraftan da babasinin özel terbiyesindeydi. Daha on yasina gelmeden Kur'an-i Kerim'in tamamini ezberlemisti.
Seyyid Kutup'un hayatindaki ikinci dönem ise 1920 ve 1939 arasindaki zamani içermektedir. Bu dönemde Kahire'ye giderek liseyi bitirir ve üniversiteye "Darul Ulum"a girer. Darul Ulum'a girmesindeki maksadi arap dilinde ihtisas sahibi olmakti. Kardesi Muhammed Kutub'un "Küçük Çigliklar" adli kitabinin önsözünde de anlattigi gibi Darul Ulum'da dört sene okumustu. Burada okutulan dersler ise Tarih, Cografya, Arap edebi-
yati, Ingilizce, Sosyaloji, Matematik, Fizik, Felsefe ve dini ilimlerdi.
Seyyid Kutup'u okutan hocalarin basinda ise Mehdi Allame geliyordu. Bu zat Seyyid Kutup'un "Sairin hayattaki görevi" kitabinin ön sözünde sunlari diyor: "Seyyid Kutup'un benim talebem olmasi bana çok büyük bir mutluluk veriyor. Eger hayatta benim ondan baska talebem olmasa bile onun varligi mutluluk olarak kafidir."
Darul Ulum'dan mezun olduktan sonra Milli Egitim Bakanliginda müfettis olarak görev alir.
Fakat bir yazar olarak görevini daha iyi yapabilmek için görevde fazla kalmayarak istifa eder. Bu siralarda hemen hemen her konuda kendisini yetistirmek için okumaya daldigini görürüz. Özellikle arapçaya çesitli dillerden çevrilmis eserleri incelemekte ve degerlendirmeye tabi tutmaktaydi.
Çok geçmeden Seyyid Kutup da tipki Taha Hüseyin, Abbas Mahmut Akkad ve Mustafa Sadik Rafi gibi harika bir yazar,olarak ortaya çikiyordu.
Onun yazilari da tipki ötekilerinki gibi ayni gazete ve dergilerde yayinlanmaya baslamisti.
Seyyid Kutup'un hayatinin üçüncü merhalesini ise 1939 ile 1951 yillari olusturmaktâdir. Bizim görüsümüze göre bu dönem ayni zamanda Seyyid Kutup'un Islâmi düsünceye dönüsünün de bir baslangici oluyordu. 1939'da "El-Muktatif' dergisi O'nun "Kur'an da Fennî Tasvir" adli bir makalesini yayinlamisti. Seyyid Kutup bu yazisinda bazi ayetlerden örnekler vererek Kur'an'daki sanatsal güzellikleri ve onun üstün icazini ortaya koyuyordu.
Bu yazisiyla ayni zamanda Kur'an'da icaz olayini inkar eden Akkad'in görüslerinden de ayrilmis
oluyordu. 1945 yilinda ayni konuda iki kitap yayinladi.
Seyyid Kutup bu kitaplarinin, almis oldugu dini terbiyenin bir semeresi oldugunu açikça itiraf etmekte, Kur'an'in uslubu ve harikaligiyla kendisini uyandirdigini kabul etmektedir. O'na göre ilmi Kelamin uslubu olan cedel, dinde pek neticeye götürmemektedir. Çünkü akil Kur'an'in inceliklerini ve harikaliklarini tam olarak anlamaktan acizdir. Arkasindan "Sahrada" adli bir kasidesini yayinlayan Seyyid Kutup, burada her seyin bir tertip ve ölçüye göre yaratildigini anlatmaktadir.
1946'da "Iste Sahtekarlik" diye bir kitabi daha yayinlandi. Bu kitabinda Abdullah Ali el-Kasimi ile iki konuda tartisiyordu. Bunlardan birisi "Insanin yaratmak konusundaki gücü" ikincisi ise "Insanin dinlere inanmasiydi". Akkad ve onun gibileri makalelerinde genelde Abdullah Ali'nin kitabini, dolayisiyla fikirlerini medhederken Seyyid Kutup siddetle tenkit ediyordu. Çünkü Abdullah Ali dinin hayatin gerçeklerine ters oldugunu, dine
tabi olanlarin gerilediklerini, özellikle Islâmin insani gerilettigini savunuyordu. Iste bundan dolayi Seyyid Kutup Abdullah Ali'nin demogojilerine yazdigi kitapda hücum ediyor, tenkit ediyor ve onlari çürütüyordu.
7 Ekimn 1946 da Seyid Kutup'un Islâmi fikre baslangiç olarak degerlendirilen "Konum Dersleri" adinda bir makalesi daha yayinlanmisti. Seyyid Kutup bu makalesinde Misir'in toplum yapisinin, siyasi, ahlaki ve sosyal yönlerden tenkidini yaparak, müslümanlari çalismaya çagiriyordu. Toplumun islahi için ne yapilmasi gerekiyorsa müslümanlarin yapmak zorunda olusunun Kur'an'in emri oldugunu söyleyen Kutup delil olarak Al-
lah'in su ayet-i kerimesini gösterip tefsirini yapiyordu: "Sizden iyiligi emreden, kötülükten sakindiran, bir topluluk olsun. Iste asil kurtulusa erenler onlardir. "
ISLAMA DOGRU YÖNELIS.
21 Ekim 1946 bu günkü medeniyeti tenkit ederek onun manevi degerlerden soyutlanmis, sadece maddi bir medeniyet oldugunu delillerle açikliyordu. 1948'in sonlarinda ise "Islâmda Sosyal Adalet" kitabini yayimladi. Kutub bu kitabinda insanligin arzu ettigi gerçek sosyal adaletin Islâmda oldugunu ve hakiki adaletin Kur'an'in
gölgesinden baska hiç bir yerde olmadigini açik açik anlatarak hayatin her alaninda oldugu gibi edebiyatin dahi Islâmi ölçülerden kaynaklanmasi gerektigini vurguluyordu.
1949'da Amerika'ya giden Kutub iki buçuk yil kaldi. Amerika'da kaldigi bu müddet içersinde Misir'daki arkadasi Tevfik el-Hakim'e gönderdigi mektuplarda Amerikan toplumunu ve medeniyetini devamli olarak tenkit ediyordu. Çünkü ; bu medeniyette ruhi degerlerden hiç bir sey yoktur, diyordu. Ayni mektuplarinda "El Melik" adli kitabini da tenkit ediyordu. Çünkü Kutup bu kitabi Islâmi fikirlerle yogrulmadan çok önce yazmisti.
Iste Seyyid Kutup arkadasina yazdigi mektuplarda bu kitabinin tenkidinde, "keske kitabin konusu Yunan felsefesine göre degilde, Islâmi ruhla yazilmis olsaydi. Insallah gelecekteki konular, hayata, kainata ve insana özel bir bakis açisi olan Islâmdan kaynaklanir" diyerek temennilerini de bildiriyordu.
Buna göre diyebiliriz ki Seyyid Kutup'un bu tarihten sonra edebiyata bakis açisi degismistir. Çünkü hayatinin önceki dönemlerine baktigimizda edebiyati din ile ilgisi olmayan bir güzellik olarak degerlendirmekteydi. Fakat simdi her seyin oldugu gibi edebiyatin da tüm konularini dogrudan dogruya Islâmdan almasi gerektigini söyle-
mektedir.
1951 ile 1965 yillarini kapsayan zaman parçasi ise hayatindaki dördüncü merhaleyi olusturuyordu. Kutup bu dönemde edebiyattan tamamen siyrilarak Ihvan-i Müslimin teskilatina katilmisti. Abdulhakim Abidin'in anlattigina göre Seyyid Kutup artik Ihvanin bir fikir elemani olmustu.
Gerçi yönetici olarak Ihvanda hiç bir makami yoktu ama iyi bir müntesip olarak Ihvanin gazetelerinde ve dergilerinde halki devamli olarak Islâma davet ediyordu. Bir ara, 1954'deki tutuklanmasindan önce "Ihvan-i Müslimin" adli gazetede yazi isleri müdürlügü yapmis, orada yazdigi yazilari bir araya getirerek birçok kitaplar olusturmustu.
Bu kitaplardan birkaçini burada zikretmeden geçemeyecegiz:
1- Islâm ve Dünyaya bakis
2- Iste Din Budur
3- Istikbal Islâmindir.
Kutup ayrica Ihvan-i Müslimin gazetesinde din ile devlet islerini birbirinden ayirarak dini siyasetten uzak tutan laik düsünceyi de siddetle tenkit eder, siyaset baskadir, din baskadir sloganinin bir hikaye oldugunu söyliyerek Islâmda böyle bir sey olmadigini haykirir. Çünkü Seyyid Kutup "Islâmin kalplerde bir inanç ve hayat için
bir kanun oldugunu" vurguluyordu.
Ezher üniversitesinin Kur'an-i Kerim'i tefsir etmede taklidi tutumunu da açikça tenkit eden Kutub bu konuda söyle diyordu:
"Bu gün bütün dünya sosyalizm ve kapitalizm gibi belirli sosyal fikirlerin pesinde gitmektedir. Onun için Ezher üniversitesi Islâmi kültürü her yönüyle halka götürmelidir. Ibadette, inanç ve hayatin her alaninda, Islâmin kendisine has, her türlü noksanliklardan uzak ölçülerinin oldugunu izah etmelidir. Ister siyasette olsun, ister iktisatta ve ister cezalarda olsun Islâmin hayatin her konusu için ölçüler koydugunu anlatmali ve Islâmi günlük hayata hakim kilmak için çalismalar yapmalidir.
SEYYID KUTUB'UN SEHADETI
Seyyid Kutup Islâma inanmis ve inandigi davanin gerçeklesmesi için de bir çok çalismalar yapmis büyük bir mücahitti. 27 Kasim 1954'de, Ihvan-i Müslimin Misir devlet baskani Cemal Abdunnasir'a suikast girisimiyle itham edildiginde Seyyid Kutup'da Ihvan-i Müslimin saflarina katilmisti.
Bundan dolayi Ihvan-i Müslimine mensup birçok müslümanla birlikte Seyyid Kutup'da tutuklandi. Yapilan yargilamanin neticesinde Seyyid Kutup'a agir islerde çalistirilmakla birlikte on bes sene agir hapis cezasi verildi. Artik Seyid Kutup Kahire'den bir kaç km. uzakta "Limanneze" hapishanesinde yasamaya baslamisti. On sene hapis yattiktan sonra o zamanin Irak devlet baskani Abdusselam'in Abdunnasir'i ziyaret ederek
Seyyid Kutup'u serbest birakmasini istemesi üzerine Kutub 1964'de serbest birakildi.
Hapisten çikan Kutub 1965'de "Yoldaki Isaretler" adli kitabini yayinlayinca tekrar tutuklanir.
Bu tutuklamada yine Ihvan-i Müsliminden bir çok müslüman vardi. Gerekçe olarakta Ihvan-i Müsliminin devlete karsi darbe girisimini ileri sürerek Ihvani ve Seyyid Kutup'u darbecilikle itham ediyorlardi.
22 Agustos 1966'da Seyyid Kutup'a idam cezasi verildiginde, Assam el Attarin kitabinda anlattgina göre Kutub bu karari tebessüm ve Allah'a kavusmanin verdigi büyük bir mutlulukla karsilamisti. Muhammed Ali Eenna'nin dedigine göre Seyyid Kutup'un asilmasina asil sebep "Yoldaki Isaretler" adli kitabi idi.
Seyyid Kutup'a verilen bu idam karari, Islâm alemine yayildiginda Pakîstan'da Karaçi içinde Cemaati Islâminin mepsuplari tarafindan bir yürüyüs tertiplenmis ve olay kinânarak Abdunnasir'dan karari yeniden gözden geçirmesi istenmistir.
Ayrica yine Pakistan'da "Meclisi Nizami Islâm", "Cemaati Islâmi", "Cemaati Avami"de bu karari ayni sekilde kinamislardi. Diger taraftan Ingiltere'de Rabitatül Islâm, Lübnan'da "Cemaati Islâm" teskilati, Ürdün'de birçok dini sahsiyetler, Sudan'da Seyyid Allal El Fasi ve Istiklal partisi baskani Ahmet el-Hatib, Irak'taki Rabitanin
baskani Seyh Emcek Eczzehavi ve bir çok Islâm alimleri Abdunnasir'i bu kararindan dolayi kinamis ve vaz geçmesi için ikaz etmislerdi.
Bütün bunlara ragmen 9 Agustos 1967 sabahi Lübnandaki "Ennebar"gazetesiyle Misir'daki "El-ehram" gazetesi idam haberini su cümlelerle veriyorlardi.
"...Çelik migferli askerlerden bir grup hazirlanip, agir silahlar artirilarak Kahire hapishanesinin etrafinda bir hisar olusturuldu. Gazetecilerin hapishaneye girisi yasaklandi. Seyyid Kutup idam edildikten sonra da gazetecilerden bölgenin terk edilmesi istendi."
Seyyid Kutup bir çok kiymetli kitap yazmisti. Basta Kur'an-i Kerimin bir tefsiri olan "Fizilal-i Kur'an" olmak üzere hemen hemen her konuda eseri vardir. Özellikle Islâmi konularda, edebiyat ve egitim konularindaki eserleri daha çoktur.
Bunlardan hemen hemen hepsi de türkçeye çevrilmistir.
xxxxxxxxxxxxxxxxxx
bir başka açıdan s.kutup
yusuf semmak anlatıyor itikadına dikkat etmeden fitne çıkardığını düşünmeden
"Seyyid Kutub âlim midir?" diye sorana deriz ki: "Seyyid Kutub bulunduğu câhiliyye ortamında nasıl hareket edileceğini bilerek, bütün mücâdelesini Tevhîd akîdesinin anlaşılmasına, yaşanmasına, tebliğine adamıştır. Gerçek İslâm'ın ne olduğu üzerinde titizlikle dururken, İslâm adına ortaya çıkmış olan şirk yönelişlerinin ‘İslâm’ olmadığını ortaya koymuştur. Sonra da İslâm ile câhiliyyenin asla sentez edilerek bir inanç yapısının benimsenemeyeceğini ısrarla vurgulamıştır. Fikrî ve felsefî beşer mahsûlü tüm akımların câhiliyyenin değer yargıları olduğunu belirtmiş ve o sapkın yönelişlerden sakındırmıştır. Yani felâket anında insanları musibetlerden kurtarmanın mücadelesini vermiştir. Deprem, yangın, sel baskını, heyelan, tsunami gibi âfetler insanları tehdit ederken bir köşeye çekilerek rahatını ve istifini bozmadan, insanlara sadece konuşarak sözüm ona yardım etme, yapay çözümler üretme iddiasında olmamıştır; bizzat taşın altına elini hatta gövdesini koymuştur. Hak davası uğrunda ihlâs ile büyük fedakârlıklar yapmıştır. Yargılanma sürecinde dahi, yazdıklarından ve yaptıklarından dolayı asla geri adım atmamış ve tâğûtlardan özür dileyerek zulmün ve zâlimlerin önünde eğilmemiş, onlardan merhamet dilenmemiştir. Neticede de: “Kalem sahibi kimseler birçok büyük işler yapabilirler. Ancak; fikirlerinin yaşaması pahasına kendilerini fedâ etmeleri şartıyla... Fikirlerinin, kan ve canları karşılığında manalanması şartıyla... ‘Hak’ bildikleri şeyin ‘Hak’ olduğunu fütur etmeden söyleyip, gerekirse bu uğurda başlarını vermeleri şartıyla...” anlamındaki sözlerini, fiiliyle de teyit etmiş ve onurlu şekilde şehâdete yürümüştür. Şehâdetinden önce bulunduğu son mahkemede son tebliğini yaparak, derdinin ölmek ya da yaşamak olmağını gösterircesine; yine insanları İslâm'a davet etmiş ve bu yolun reyhanlarla, karanfillerle, güllerle bezeli olmadığını, bu yolun sıkıntılarla ve fedakârlıklarla iç içe olduğunu söyleyerek, âdeta kendi mübârek yaşam tecrübesinin de böyle olduğunu tüm insanlara haykırmıştır, tüm dünyanın dikkatlerini bir kez daha Tevhîd davasına çekmiştir.”
SEYYİD KUTUB ÂLİM MİDİR?
"Seyyid Kutub âlim midir?" diye sorana deriz ki:
"Seyyid Kutub bulunduğu câhiliyye ortamında nasıl hareket edileceğini bilerek, bütün mücâdelesini Tevhîd akîdesinin anlaşılmasına, yaşanmasına, tebliğine adamıştır. Gerçek İslâm'ın ne olduğu üzerinde titizlikle dururken, İslâm adına ortaya çıkmış olan şirk yönelişlerinin ‘İslâm’ olmadığını ortaya koymuştur. Sonra da İslâm ile câhiliyyenin asla sentez edilerek bir inanç yapısının benimsenemeyeceğini ısrarla vurgulamıştır. Fikrî ve felsefî beşer mahsûlü tüm akımların câhiliyyenin değer yargıları olduğunu belirtmiş ve o sapkın yönelişlerden sakındırmıştır. Yani felâket anında insanları musibetlerden kurtarmanın mücadelesini vermiştir. Deprem, yangın, sel baskını, heyelan, tsunami gibi âfetler insanları tehdit ederken bir köşeye çekilerek rahatını ve istifini bozmadan, insanlara sadece konuşarak sözüm ona yardım etme, yapay çözümler üretme iddiasında olmamıştır; bizzat taşın altına elini hatta gövdesini koymuştur. Hak davası uğrunda ihlâs ile büyük fedakârlıklar yapmıştır. Yargılanma sürecinde dahi, yazdıklarından ve yaptıklarından dolayı asla geri adım atmamış ve tâğûtlardan özür dileyerek zulmün ve zâlimlerin önünde eğilmemiş, onlardan merhamet dilenmemiştir. Neticede de: “Kalem sahibi kimseler birçok büyük işler yapabilirler. Ancak; fikirlerinin yaşaması pahasına kendilerini fedâ etmeleri şartıyla... Fikirlerinin, kan ve canları karşılığında manalanması şartıyla... ‘Hak’ bildikleri şeyin ‘Hak’ olduğunu fütur etmeden söyleyip, gerekirse bu uğurda başlarını vermeleri şartıyla...”anlamındaki sözlerini, fiiliyle de teyit etmiş ve onurlu şekilde şehâdete yürümüştür. Şehâdetinden önce bulunduğu son mahkemede son tebliğini yaparak, derdinin ölmek ya da yaşamak olmağını gösterircesine; yine insanları İslâm'a davet etmiş ve bu yolun reyhanlarla, karanfillerle, güllerle bezeli olmadığını, bu yolun sıkıntılarla ve fedakârlıklarla iç içe olduğunu söyleyerek, âdeta kendi mübârek yaşam tecrübesinin de böyle olduğunu tüm insanlara haykırmıştır, tüm dünyanın dikkatlerini bir kez daha Tevhîd davasına çekmiştir.”
Şimdi söyler misiniz; âlim kimdir? Zamanının fıkhını kavrayıp o istikamette çalışıp hayatını şehâdetle taçlandıran mı yoksa bir köşede rahat ve konfor içinde dört kitap fazla okuyup, yanından çayı, kahvesi, kışın sıcak, yazın soğuk meşrubatları ve sodaları eksik olmayan mı? Yani âlim, Tevhîdî bilince sahip olduğu gibi, hayatını Tevhîd'in tebliğine adayan kimse midir yoksa Tevhîd adına ciddi bir çalışma yapmayıp fıkhî, nazarî ve fer'î meselelere ağırlık verip, farklı niteliklerde pek çok meselelerde konuştuğu için daha büyük âlim sanılan kimse midir? Bu konuşmalarımızda, ilmî vukûfiyeti derin olan Rabbânî, zâhid, âbid ve mücâhid âlimleri istisnâ ederiz. Bizim kendileriyle karşılaştırma yaptığımız ilim (!) adamları, bu sıfatları taşımayan sadece kafalarına malumat doldurup, o bilgilere muvafık amel etmeyen, öğrendikçe tâkvâ, zühd ve vera’ sahibi olmaları gerekirken, âdeta robotlaşan kitap yüklü kimselerle alâkalıdır. Elbette Şehîd Seyyid Kutub, İmam Mevdûdî gibi bir âlim değildir ama her ikisi de bulundukları çağda, bir âlim nasıl hareket etmesi gerekiyorsa onu yapmışlardır. Seyyid Kutub’un ilmî yönden Mevdûdî gibi olmaması normaldir; zira o, resmi okullarda okuyarak profesör olmuş ve insanların çoğunda olduğu gibi, resmi ideolojinin öngördüğü istikamette bir Müslümanlık anlayışı ile yetişmiştir. Fakat hayatının, günümüz câhillerinin yaşadığı biçimde İslâmî değerlerden bütünüyle kopuk, kopkoyu karanlık bir yaşam tarzı olduğunu sanmayalım. İslâmî hassasiyeti kendi çapında vardı; bildiği ve inandığı değerler uğruna çalışmalar yapmaktaydı. Fakat bir nokta vardı ki, onu ilk başlarda tam net çözememişti, anlayamamıştı. O da, câhiliyye kavramı... Fakat bu gerçeği fıkhettikten sonra da tüm hayatını onunla mücâdeleye adayacak kadar samimiyet ve sebat sahibi bir Müslümandı. Âdeta Seyyid Kutub hayatı boyunca aradığı şeyi bulmuştu. Nice insanlar aramaya tenezzül bile etmezlerken, niceleri buldukları ve gördükleri halde o gerçeklere sadakat göstermezlerken, Kutub öğrendiği gerçeklere anında teslim olarak tüm hayatına vahiy istikametinde yeni baştan format atıyordu.
Câhiliyye toplumları içinde câhilî öğretilerle büyüyüp sonra da Tevhîdî bilince ermek, eleştirilecek bir durum mudur yoksa gıpta edilecek ve örnek alınacak bir hal midir?
Hem de eleştirenlerin çoğu, hâlihazırda câhilî bir hayat yaşarlarken bunu yapıyorlarsa, bu daha da trajikomik bir vaziyet değil midir?
Bazı insanlar, Tevhîd’e öyle bir dönerler ki, kısa hayatlarına, pek çoklarının uzun ömürlerine sığdıramadıkları sadaka-i câriyeleri, ilmî külliyatları sığdırırlar. Tıpkı Şehîd Seyyid Kutub gibi… Bu, ancak Allah’ın yardım, inâyet ve tevfîkiyle olabilir. Hayatın bereketlenmesi bu olsa gerek! Önemli olan hayatın uzun olması değil, o hayatın hayırlı ameller ile değerlendirilip değerlendirilmediğidir. Yani kemmiyet değil keyfiyyet ve muhteva önemlidir.
Peki, Seyyid Kutub’un hayatına vahiyle format atması nasıl mı gerçekleşti?
Önce kısa bir hayat çizgisine göz atalım. O, orta ve lise tahsilini Ezher’de bitirdi. Kâhire Üniversitesinin Dâru’l Ulûm fakültesine girdi, 1933 yılında mezun oldu ve aynı yıl bu okula öğretim görevlisi olarak tayin edildi.
Henüz 27 yaşındadır. Artık öğrencilik bitmiştir. Öğretim görevlisi olduğu için daha özgün araştırmalar yapma fırsatını elde etmiştir. O da, 1939’dan itibaren İslâmî düşünce üzerinde yoğunlaşmaya başlamıştır. O esnada yaşı 33. Herkes takdir eder ki, Seyyid Kutub’un yaşadığı istikamette bir ömür sürmüş insanların 27 veya 33 gibi yaşlarda İslâmî bir arayışa girmeleri genelde mümkün olmamaktadır. Zira o yaşlar gençliğin zirvesidir. Hevâ ve heveslerin tavan yaptığı ve insanların dünya zevklerinin tatminiyle meşgul oldukları bir dönemdir.
Kâhire Üniversitesindeki görevi, Edebiyat hocalığı idi. Kendisi, Edebiyat ile ilgilendiği için, ilk zamanlarda şiir, roman ve makaleler yazmıştır. Şâir olarak tanınmak istemediği için şiirlerini neşretmemiştir.
Seyyid Kutub, kendi hayatını iki devreye ayırır:
1- Kendisini Edebiyata verdiği ve Sosyalizmi savunduğu taşkınlık devresi (câhiliyye dönemi).
2- İslâm üzerinde akademik çalışmalar yaparak çeşitli doktrinleri incelediği olgunluk devresi.
Câhiliyye devresine son veren olay ise, 1949 yılında üniversitenin araştırma görevlisi olarak Amerika’ya gittiği yıl içerisinde, Müslüman Kardeşler'in Mürşîd-i Âmm (Genel Mürşid)i olan Hasan el-Bennâ’nın şehâdet haberinin Amerikan halkı tarafından büyük bir sevinç gösterileriyle karşılanmış olması onu çok şaşırtır. O esnada Emperyalizm’in çirkin yüzünü görür. Madalyonun diğer yüzü hiç de zannedildiği gibi masum değildir! Emperyalizm’in vitrini başkadır, tezgâhın gerisi başkadır. Emperyalizm’in kalbinde bunu fark eder. Amerika’da kaldığı iki yıl süresince beşerî doktrinleri inceleme fırsatı bulmuştur. Küfrün nasıl tek millet olduğunu görmüştür. Müslümanlık iddiasında bulunan kimselerin çoğunun, kendisi gibi nasıl uyuduğunu ve gaflet içerisinde olduklarını anlamıştır. Gerçek İslâm’ın Rasûlullah’ın ve ashâbının yoluna titizlikle uymakla mümkün olduğunu fark etmiştir. Mısır’a döndükten sonra artık eski Seyyid yoktur. Olgun, oturaklı, vakur, onurlu, bilinçli ve şahsiyetli bir Seyyid vardır. İlâhî bir yardım ile âdeta önceki kişi başka kişiye dönüşmüştür. Hasan el-Bennâ’nın şehâdeti, kendisinin dirilmesine vesile olmuştu. Allah, bir şehîd’i huzuruna alırken, Ümmete başka bir şehîd’i hediye etmişti. Şehâdetin ölmek değil, dirilmek ve diriltmek olduğunu görmeyen gözlere göstermişti. Nice gözler için nur olmuştu Hasan el-Bennâ’nın şehâdeti… Allah ondan da, Seyyid Kutub’dan da râzı olsun…
Hayat çizgisindeki bu dönüşten sonra artık üniversiteden maaşını alıp rahatına bakan, kitap yazıp, konferanslarda konuşan Seyyid yok; onun yerine hayatının sonuna kadar akıl almaz işkenceler altında, davasına bağlılığı kat kat artan ve imanın tadını her çileli imtihanıyla daha derinden alan bir Seyyid Kutub vardır. Vücudu kızgın şişlerle dağlanırken, kerpetenle etleri kopartılırken, başından aşağı kızgın sular dökülüp arkasından soğuk su dökülerek işkencelere maruz kalırken, o: “Lâ İlâhe İllallah” diyordu. Aynen işkenceler altında “Ehad, Ehad” diyen Bilâl-i Habeşî gibi… Hubeyb gibi, Habbab gibi, Yâsir gibi, Sümeyye gibi, Mus’ab gibi… Allah hepsinden râzı olsun.
Seyyid Kutub’a, ‘âlim değil’ diyen Müslümanlar, bize cevap versinler, âlim kimdir? 43-45 yaşlarında olgunluk devresine adım atıp, 60 yaşındaki şehâdetine kadar gerisinde sayısız kitaplar ve numune bir hayat bırakan Seyyid Kutub mu yoksa Seyyid Kutub’un yazdıkları kitapları okumaktan ya da anlamaktan bile âciz, okusa dahi o hakikatleri kavrayamamış ama Seyyid’den üç-beş kitap fazla mütalaa etmiş kimseler mi? Kalpleri Allah’ın nuruyla aydınlanmasa da, kafalarını malumatlarla şişiren kimseler mi âlimdir? Yine tekrar etmek isteriz ki, gerçek âlimlere sözümüz olamaz. Fakat kendi hidâyetinde dahi, Seyyid Kutub’un rolü bulunan bazı kimselerin, câhiliyye mensuplarının ekmeğine yağ ve bal sürer gibi “Seyyid Kutub âlim değil” demeleri oldukça şaşırtıcıdır! Bu mudur, kendisine hayrı dokunan kimseye vefâ anlayışımız? Câhil insanlar, “Seyyid Kutub âlim değildir” derlerken amaçları, onun yazdıklarının ve yaptıklarının Müslümanları bağlamayacağını söylemektir. Bu mesajı vermek adına o sözü söylemektedirler. Müslüman bunu bilirken nasıl aynı bâtıl cümleyi söyleyebilir? Kaldı ki, Seyyid Kutub’un âlimlik iddiası olmamıştır, o, muvahhid bir kul olmayı en büyük şeref olarak kabul etmiştir.
Amerika sürecinden şehâdetine kadar geçen 17 yıllık hatta Amerika dönüşünü baz alırsak 15 yıllık süreçte pek çok kitaplar yazan bu mübârek âlimin eserlerini bir çırpıda eksiksiz sayacak kimse bile bulmak zor iken, böyle bir sözü seslendirmek samimiyet ile bağdaşmaz. Kimseye de fayda sağlamaz. Onun yazdığı Fî Zılâl’in tamamını okumamış ya da okuyamamış insanların onun davasına zarar vermek istercesine böylesi gereksiz nazarî bir tartışmayla meşgul olmaları ve fitneyi körüklemeleri anlamsız ve boş bir iştir! Onun eserlerine bakıldığında Akâid ilminde âlim olduğu ortadadır. Kur’an’ın tamamına da, zamanındaki itikâdî sapkınlıklara dikkat çekerek Tevhîdî bir düzlemde tefsir yazmıştır. Edebiyatçı olduğu için, Arap Dili ve Edebiyatını, Belâğatını ve Fesâhatını oldukça iyi bilmektedir. Günümüzde onu eleştiren nice kimselerin az ya da çok tek sermayesi Arapça’dır. O kimseler sadece Arapça’yı bilmekle kendilerini âlim sanırlarken bu kadar çaplı olan Seyyid Kutub’un âlim olmadığını söylemekten hayâ etmeleri icap eder! Kaldı ki onlar, Seyyid Kutub kadar da Arapça’ya vâkıf değillerdir! Meselenin bu boyutundaki konuşmalar uzar gider ama bunu yapmanın gerekli olduğu düşüncesinde değiliz. Zira Rabbimizin buyurduğu gibi:“Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bilen vardır.”(Yûsuf: 76) Allah katındaki üstünlük sebebi, bilgi çokluğu ile değildir; takvâ sahibi olmaktır. Allah yolunda ve sadece O'nun rızâsı için şehîd olmaktan büyük takvâ var mıdır?
Seyyid Kutub, Amerika’dan şuurlanarak döndüğü 1951 tarihi için: “Ben 1951’de doğdum” diyecektir. Önceki yıllarını eleştirenlere, bu sözü yeterli bir cevaptır. Vefatına kadar 15 yıllık muhteşem bir hayat... Bu kadar kısa zaman dilimine onun yaptıklarının ve yazdıklarının bir mislini ortaya koyabilen kaç şahsiyet gösterebilirsiniz?
Seyyid Kutub, bütün çağlar için numûne bir şahsiyettir. Câhiliyye karanlığında yaşayıp da, yaşadığı ortamı ‘aydınlık’, bozuk itikâdları ‘Tevhîd’ sanan herkes için doğru yol işaretidir... Tevhîd’in, kavranması için câhiliyye, tâğût, din, rabb, ilâh, tevhîd ve ibâdet kavramlarının mutlaka Selef’in fıkhına göre anlaşılması gerektiğini şehâdetle noktalanan hayatıyla ortaya koyan ve Müslüman olmak isteyen herkese dosdoğru yolu gösteren mübârek bir şahsiyettir o… Câhiliyyenin hüküm sürdüğü tüm ortamlarda önderdir, üstaddır o… Allah, şehîdleri övmüştür, Müslümanlar ise, şehîd’i incitecek sözlerden sakınmalıdırlar. Allah kendisinden râzı olsun.
Allah yolunda o kadar çok işkencelere maruz kalmıştır ki, gördüğü işkencelerden dolayı son celseye gelememiştir ve idam hükmü gıyabında verilmiştir.
İdamının tenfîzinden önce, Seyyid Kutub’a yapılan son teklif şu olmuştu:
“Şimdiye kadarki söz ve hareketlerinizde yanılmış olduğunuzu beyan ederek, Cumhurbaşkanı Cemal Abdunnâsır’dan özür dilediğiniz takdirde, Cumhurbaşkanı idam hükmünüzü bozacak ve sizi serbest bırakacaktır.”
Bu teklife alınan cevap aynen şöyle:
“Eğer idamı hak etmiş olarak ‘Hakk’ın emri ile ipe çekiliyorsam, buna itiraz etmek haksızlıktır. Eğer bâtıl’ın zulmüne kurban gidiyorsam; bâtıl’dan merhamet dileyecek kadar alçalamam!..”
Seyyid Kutub, 29 Ağustos 1966’da şehîd edildi. Allah şehâdetini kabul buyursun.
En son eseri, 1965’te yazdığı “Yoldaki İşaretler” isimli muhteşem eseridir. Orijinal adı, “Meâlimu fi’t Tarîk” olan bu kitap, Akâid ilminde temel eserler arasındaki yerini almıştır. Günümüzde her ilim talebesinin ders kitabı olarak mutlaka okuması gereken bu kitaptaki Tevhîdî hakikatlerden hiç kimsenin müstağni kalması doğru değildir. O, tüm eserlerini; “İslâm’ı ya bütün olarak alın yahut da onu terk edin” ilkesi üzerine binâ etmiştir. Böylece, iman-küfür arası bir yaşam tarzının ve münâfıkça bir davranış biçiminin ümmet için oluşturduğu tehlikeye dikkat çekmek istemiş ve bundan sakındırmıştır.
İnsanın önünde iki yol vardır: Ya iman ya küfür!
Kehf Sûresinin 29. Ayetinde Rabbimizin buyurduğu gibi:
“De ki: Hak, Rabbinizden gelendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun…”
“Allah’a davet eden, sâlih amel işleyen ve: ‘Şüphesiz ki ben Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussılet: 33)
Bu kısa yazımızla; Şehîd Seyyid Kutub rahımehullah’ı incitenlere ve onun sadakat göstererek uğrunda canını seve seve verdiği Tevhîd davasına, Seyyid Kutub’un şahsında zarar vermeye yeltenenlere karşı, Hakk’a vefâ göstermenin ve sadakatin bir gereği olarak Tevhîdî hassasiyetimizi ortaya koymak istedik. İslâm, ölmüş kimselerin arkasından bile kötü konuşmaktan sakındırırken, şehîd olan birinin arkasından kötü söz söylemek ancak söyleyene zarar verir. Allah mutlaka hakkı bâtıldan ayırt eder ve hakkı üstün kılar.
Rabbimiz, hepimize, hakkı hak bilip hakka ittibâ etmemizi, bâtılı bâtıl bilip bâtıldan ictinâp etmemizi muvaffak kılsın.
ŞEHİD SEYYİD KUTUB’A NİSPET EDİLEN, “EBREHE VE ORDUSU ÇİÇEK HASTALIĞI ŞEKLİNDE SALGIN BİR HASTALIKLA HELÂK OLDU” SÖZÜNE REDDİYE!
Allah’a hamd ve Rasûlüne salavât ile söze başlarız.
Bu sözü bazı şahıslar, videolarda konuşmaktadırlar. Bazı insanlarca, İmam Mevdûdî ve Seyyid Kutub aleyhinde bazı yersiz sözler edilmektedir. Biz, izleyenlerin malumu olan o konuşmada geçen bir iftira'ya cevap vermekle yetinmek istiyoruz ki, zaten ondan sonra, bu tarz konuşmaların temelsiz, asılsız ve mesnetsiz, kuru laf kalabalığı olduğu herkesçe anlaşılacaktır!
Dinleyince –şaşırma anlamında- şok olmamak elde değil! Onlara deriz ki…
Ne iftira’dan, ne de iftiracılardan haz eden birisi olarak, bu duruma ne denebilir ve nasıl karşılık verilebilir acaba? Yalan bir söz zaten güneşin altındaki kardan adam gibi erimeye ve yok olmaya mahkumdur aslında...
Yine de birkaç cümle söylemek icap eder...
Meydan boş, desteksiz atın.. Nasılsa ne İbn Teymiyye var, ne İmam Mevdûdi, ne Seyyid Kutub… Size cevap vermesi gereken o söz, amel ve gönüllerin sultanları nasılsa şu an yaşamıyorlar... Arkalarından bu şerefli alimlerin gıybetini yapın siz...!
Müslümanın Müslüman üzerindeki haklarından birisi de yanında gıybeti yapılıp, iftira edildiği zaman o Müslümanı savunmaktır.. Bu alimlere neden saldırıyorlar? Çünkü kendilerinin bozuk inançlarını iptal etmiştir bu alimler.. Bu nedenle -bu kadar zaman geçmesine rağmen- onları hâlâ dillerine dolamaya devam ediyorlar!
Fi Zılâl'il Kur'an'ı okuyup anlama kapasitesinden mahrum bazı beyefendiler, alim oluyor da şehidlik makamına ulaşan Seyyid Kutub eleştiriliyor!! Allah şu sûfilere hidâyet versin... Asrımızın en büyük alimi ve müceddidi olan Üstad Ebû'l A'lâ Mevdûdi'yi sen ağzına alıp iftira etmeden önce 3 kez abdest al; sonra ağzını bir daha iftiraya açma! Git de, İmam Mevdûdi'ye şu yaptığın iftiralardan dolayı -abdestli ağzınla- tevbe et! Çünkü Mevdûdi, kendisine iftira edenleri Allah'ın mahkemesine havale etmiştir!
Müşârun ileyh konuşmada, Seyyid Kutub’un, tasavvuf’a karşıt olması gerekçesiyle, alim olmadığını ispat etmek adına ona nispet edilmeye çalışılan bir söz gerekçe olarak sunuluyor… O da, Seyyid Kutub’un, Ebrehe ve ordusunun helâkinin çiçek hastalığı türünde olağan bir salgınla gerçekleştiği noktasında… Bu sözleri söyleyenler, dün İbn-i Teymiyye’nin Dimeşk Mescidinin minberinden bir basamak inip de “İşte Allah da aynen benim gibi, böyle dünya semasına iner” dediği iftirasına maruz bırakılması gibi; bugün de eskilerin torunları benzer iftira yollarına devam etmektedirler! Biz, İbn-i Teymiyye’ye iftira edilen o sözün asılsızlığını ispat edici bir yazı yazmıştık.
Seyyah İbn-i Batuta'nın, Şeyhu'l-İslâm İbn-i Teymiyye Hakkındaki İftirası!
Bugün itibariyle de Seyyid Kutub, demediği bir sözle töhmet altında tutulmaya çalışılıyor. En azından kendi çevrelerinde bu yalanın onaylanmasını sağlamaya çalışıyorlar. Allah, yalan, iftira ve kötü zann ile payidar olacağını sananların tüm desiselerini aleyhlerine çevirsin! Kaldı ki hastalık tarzı bir salgınla helâk edildiklerini söyleyen alimler de olmuş tarih içerisinde… Ama asıl mesele o değil ki! Mesele, bir sözünü bahane ederek, bir alimi dışlamaya çalışmak, insanların gözünde onun değerini düşürmeye çalışmak! Muhâlif karakterli kimseler, suçlayacak tutar dal bulamayınca, ya te'vil yoluyla doğruları yanlış göstermeye çalışırlar, bunu da yapamazlarsa veya muvaffak olamazlarsa, bu durumda da, o kişiye, söylemediği veya yapmadığı şeyi isnâd ederler!. Allah, hepimizi hem fâil, hem de mef’ûl anlamında iftiradan muhafaza etsin!
Fil Sûresinin tefsiri hususunda Seyyid Kutub'a nispet edilen "çiçek hastalığı" yorumu hakkında birkaç söz söyleyelim. Seyyid Kutub, Fîl Sûresinin 5. Ayetininin tefsirinde şunları söylemektedir: "Bu ifade, sürü sürü kuşların onlara attıkları bu taşların onların bedenlerini nasıl paramparça ettiklerini somut bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu olayı, onların çiçek veya kızamık hastalıkları ile helâk edilirkenki hallerinin tasviridir şeklinde te’vil etme zaruriyeti yoktur." (Fî Zılâli'l Kur’ân, Fîl Sûresi 5’in tefsiri)
Bu ifadenin neresinde, Ebrehe ve ordusunun helâkinin çiçek hastalığı ile gerçekleştiğine dair bir yorum vardır?
Ayrıca âcizâne ben, bu helâk şeklinin çiçek hastalığı veya kızamık türünde umûmî bir hastalıkla olduğu kanaatinde olmamama rağmen; ilme ve rivâyetlere sadakatle tutarlı bir tavır sergiliyorum... Bu rivâyeti genişçe zikreden alimlerden birisi de, hepimizin ilim ehli olduğunda ittifak ettiği Elmalılı Hamdi Yazır'dır.
Şunu unutmayalım ki, bir kimsenin her hangi bir konudaki yanlışı ve hatası onun değerini düşürmez. Yani çok faziletli alimlerin hataları olmaz diye bir anlayış kabul edilemez. Elbette herkes hata edebilir; önemli olan, bizim o hata sahibi muteber alimlere karşı tavrımızın makul olmasıdır. Bir yanlışı nedeniyle bir alimin tüm hayırlarını sıfırla çarpıp onun tüm iyiliklerini sıfırlamak ilim ve hakkaniyet ile bağdaşmaz! Meselâ; Elmalılı'nın, -Firavunun mü’min olduğunu söyleyen, cehennem ebedî değildir diyen, kendisinin Hatemu’l Evliyâ olduğunu söyleyip, Hatemu’l Enbiyâ’dan üstün olduğunu savunan vb. pek çok sapık fikirlerin sahibi olan- sûfî Muhyiddin Arabî hakkında olumlu düşünmesi, tefsirinde ondan bahsetmesi, onun için bir leke değildir, hatadır! Belki de, İbn-i Arabî’yi yeterince tanımıyordu diye düşünebiliriz. Bazılarının yaptığı gibi, zannî bir kaç cümleyle insanları dindışı saymak ya da faziletlerini iptal etmek ciddi bir adâletsizliktir!
Sözün burasında kısaca birkaç cümleyi ifade edip devam edelim. İnsanlık için "hatasızlık" diye bir erdem yoktur. Peygamberler bile hata ederler ki, bunlara "zelle" denir. Hatasızlık ve mükemmellik ancak Allah'a aittir; kullar ise noksandırlar. Kur'an ve Hadislerde de geçtiği gibi, eğer insanlar günah işlemeyen, hata etmeyen kimseler olsalardı, Allah onları yok eder ve yerlerine günah işleyen bir toplum getirirdi. Onlar günahlarından sonra tevbe ederlerdi, Allah da onların tevbelerini kabul ederdi! İşte insanlık için, İlâhî irâde bu şekilde tecelli etmektedir. Dileyenler bu konudaki Ayet ve Hadislere müracaat edebilirler. Allah, insanı "günah işlemeyen" fıtratta yaratmadı. Bilâkis imtihan etmek için, onun günah işleme yolunu da açtı. Önemli olan; günahtan sonra hemen Allah'ı hatırlayıp, O'na tevbe etmektir. Tevbe de bir ibâdettir! Dolayısıyla şunu söylemek gerekir ki, hatasız dost aramayacağız. Alimleri hatasız sanmayacağız. Hataların en güzeli pişman olunandır. Erdem, hatasızlık değil, hatadan dönmektir. Hatası kendisine söylendiği halde hatada ısrar etmekten daha büyük zavallılık aramamak gerekir!
Şunu da ifade ederek meseleyi tamamlayalım. Allah, Ebrehe ve ordusunu bir hastalıkla değil, İlâhî bir mucize ile helâk etmiştir. Sadece 'hastalıkla helak edildiler' demek, mucizenin şiddetini etkiler veya azaltır. Bu durumda materyalistler için bir uyarı ve sakındırma anlamı taşımayabilir! Onlar: "Bu savaşta Ebrehe ve ordusu çiçek hastalığı mikrobundan kaynaklanan umûmî bir salgın hastalıkla mağlup oldular; bu, onlar için talihsiz bir sondu!” derler. Başkaları da buna benzer şekilde materyalistçe yaklaşımlar sergileyebilirler. Oysa İlâhî mucizelerin, inkârcılara yönelik âciz bırakıcı bir etkisi vardır; bu etki ile onların düşünmeleri ve kendilerine gelmeleri istenir. Normal bir hâdise olmuş olsa, o olaydan birkaç kişi hisse çıkarabilir ama Allah’ın mucizeleri, o mucizeye şâhid olan herkes için câhiliyyeden bir silkeleniş ve uyarılar üzerinde düşünmek için bir korkutma niteliğinde “genel bir uyarı” olarak kabul edilir.
Ayrıca ebâbil kuşlarının attığı taşlardan dolayı Ebrehe ve askerlerinde çiçek hastalığı zuhur ettiğine dair rivâyetler mevcuttur! Bu konudaki rivâyetler, İkrime ve İbn Abbâs'tan gelmiştir. Pek çok müfessir de bu Ayeti tefsir ederken bu rivâyetleri kabul etse de, etmese de eserlerinde nakletmişlerdir. Bu durum, ilim ehlinin malumudur! Dileyenler tefsirlere müracaat edebilirler! O helâk edilişin, çiçek hastalığıyla olduğunu savunanların tamamını modernist kafada görmek de bir yanlıştır ve bir tutarsızlıktır! İslâm’da, -açıklanmaya muhtaç olan meselelerde- “sen şöyle diyorsun, demek ki sen de şunlardansın!” tarzında cümleler söylemek ve insanları itham etmek aslâ câiz değildir! Usûl’de bir kâide vardır. “Lâzimu’l kavl leyse bi-hucce’” yani bir sözün lâzimî anlamı, delil sayılmaz! Her ne kadar, biz bu helâkin ilâhî bir mucize ile olduğunu inanıyor olsak da, insanları bir görüşüyle aklamak ya da haklamak asla kabul edilemez. Kaldı ki bir de o sözü zaten o kimse söylememişse, o kişiye buna rağmen bilgisizce –kulaktan duyma/kulaklara duyurma- şeklinde iftira etmek zulümdür!
Netice itibariyle, şu anlaşılmıştır ki, Seyyid Kutub’u eleştirme hevesiyle konuşanların söylediklerinin, onun hakkında bir iftiradan ibaret olduğu ortadadır! Âdil olmasını öğrenemeyenler hak müntesibi olmazlar! Allah'ı sevdiğini söyleyenler mutlaka adâletli ve insaflı olmak zorundadırlar.
Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Ey İman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar, adâletle şâhidlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adâletsizliğe sürüklemesin. Âdil olun. Çünkü o, takvâ’ya daha yakın olandır. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Mâide:
Rabbimiz, Hucurât Sûresinin 6. Ayetinde Müslümanlar hakkında, bir fâsık size haber getirirse o haberi iyice araştırın, demektedir. Durum böyle iken, şirk ehli kimselerin verdikleri haberlere ve söyledikleri sözlere, tahkîk etmedikçe inanmak asla câiz değildir!
Yusuf Semmak
|
|
|
|
|
|
Bugün 38 ziyaretçi (78 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 204 ziyaretçi (247 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|