|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Âlimin de kötüsü olur
|
Sual: İmam-ı Rabbani, (Mehdi, Medine’deki bid’at ehli olan âlimi öldürecektir) diyor. Bid’at ehli olana âlim denir mi hiç? Bir de Seyyid Abdülhakim efendi diyor ki: (Zemahşerî, tefsir, fıkıh ve lügat âlimi idi. Mutezile mezhebinde idi. Ölürken tevbe ettiği söylenmektedir. Kur’an-ı azîmüşşanın muciz olduğunu anlatmakta; esas, senet olan belâgat ilminin âlimlerinin en yüksek derecesinde olduğundan, Ehl-i sünnetin tefsir âlimleri, Kur’an-ı kerimin belâgatini anlatan kısımları, onun tefsirinden almışlardır.) Mutezile olan birine âlim demek caiz midir?
CEVAP
Her âlim, Cennetlik demek değildir. Onlardan da Cehenneme giden olacaktır. Kur’anda, kötü âlimler, dilini sarkıtıp soluyan köpeğe, kitap yüklü merkebe benzetilmiştir. (Cuma 5, Araf 176)
Kötü âlimler hakkında hadis-i şeriflerden bazıları da şöyledir:
(Âlimlerin iyisi, insanların en iyisi, kötüsü de, insanların en kötüsüdür.) [Bezzar]
(Yazıklar olsun kötü âlimlere ki, ilmi ticarete alet ederler.)[Hakim]
(Amelsiz âlim, mum gibidir, kendini yakar, insanları aydınlatır.)[Bezzar]
(Ümmetim, kötü âlimler, cahil abidler yüzünden helak olur.)[Darimi]
(Kıyamette en şiddetli azap, ilmi kendine fayda vermeyen âlime olur.) [Beyheki]
(İlmini, insanlara öğretmeyen âlime, kıyamette ateşten yular bağlanır.) [Tirmizi]
(Kıyamette bir din adamı Cehenneme atılır. Tanıdıkları ona, "Sen dünyada dinin emirlerini bildirirdin. Niçin bu azaba düştün?" derler. O da, "İnsanlara, günahtır, yapmayın" der, kendim yapardım. "Yapın" dediklerimi de yapmazdım. Bunun cezasını çekiyorum" der.) [Buhari]
(Öyle bir zaman gelir ki, âlimler fitne unsuru olur.) [Ebu Nuaym]
Demek ki âlimlerin iyisi de, kötüsü de oluyor.
Hakiki İslam âlimleri elbette çok kıymetlidir. İslamiyet’in temeli üçtür: 1-İlim, 2- Amel 3- İhlas.
1- İlim, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenilir.
2- İlme uygun olan ameldir. İlmi ile amel etmeyen hakiki âlim olamaz. Bir hadis-i şerif meali:
(Âlim, ilmi ile amel edendir.) [Ebuşşeyh]
3- İlimde ve amelde ihlas sahibi olmaktır. İhlas, ilmin ve amelin Allah rızası, Allah sevgisi ile olmasıdır. İhlas yoksa ilim de amel de makbul değildir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Allahü teâlâ, ancak ihlasla yapılan ameli kabul eder.) [Dâre Kutni]
İlim, amel ve ihlas sahibi olana ancak İslâm âlimi denir. Hakiki âlim, Kur'an-ı kerimi, hadis-i şerifleri açıklayan salahiyetli, yüksek insandır. Sünneti, bid'ati bilir. Hakkı bâtıldan ayırır. İlmi çok olduğu halde, hakkı bâtıldan ayıramayan, hakiki âlim değildir. 72 sapık fırkanın önderleri de âlim idi, hakkı bâtıldan ayıramadıkları, Ehl-i sünnetten ayrıldıkları için dalalete düşmüşlerdir. Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip yanılan kimseye felsefeci denir. Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği yanıldığı yerlerde, İslam ışığı altında akla doğruyu gösteren büyüklere İslam âlimi denir.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
(Dünyalık peşinde olan din adamlarının sözlerini dinlemek, kitaplarını okumak zehir yemek gibi zararlıdır. Kötü din adamlarının zararları bulaşıcıdır. Toplumları bozar. Tarihte İslam devletlerinin başlarına gelen felaketlere hep kötü din adamları sebep oldu. Devlet adamlarını doğru yoldan bunlar saptırdı. 72 sapık fırkanın reisleri, hep kötü din adamları idi.) [1/47]
Kötü âlimler
Sual: Dini anlatıp da kendisi uygulamayan âlimler, ilimleri sayesinde kurtuluşa ererler mi?
CEVAP
Aksine daha büyük azaplara maruz kalırlar. Kur’an-ı kerimde, kötü din adamları, kitap yüklü merkebe benzetilmiştir. (Cuma 5)
Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(İlmiyle amel etmeyen âlim, kıyamette en şiddetli azaba duçar olur.) [Beyheki]
(Miraca çıkınca, ateşten makaslarla dudaklarını kesenleri gördüm. Her kesilişte dudakları yeniden tamamlanıyordu. Cebrail aleyhisselam, “Bunlar, din görevlisidir, yapmadıklarını söylerler ve Allah’ın kitabıyla amel etmezler” dedi.) [Beyheki]
(Cehennemde azap çekenlerden bazılarının yaydıkları kötü kokular, diğerlerine ateşten daha fazla azap verir. “Sen ne günah işledin ki, öyle pis koku çıkarıyorsun?” diye sorulunca, “Ben din görevlisi idim. Bildiklerimi yapmazdım” der.) [İ. Ahmed]
(Kıyamette bir din adamı Cehenneme atılır. Tanıdıkları ona, “Sen dünyada dinin emirlerini bildirirdin. Niçin bu azaba düştün?” derler. O da, “İnsanlara, günahtır, yapmayın” der, kendim yapardım. “Yapın”dediklerimi de yapmazdım. Bunun cezasını çekiyorum” der.)[Buhari]
(İnsanlara hayrı öğretip de kendisini, kendi kusurunu görmeyen âlim, tıpkı başkalarını aydınlattığı halde kendisini yakıp bitiren kandile benzer.) [Taberanî]
(Kıyamette, ilmiyle amel etmeyen âlimin Cehennemde çıkardığı kötü kokudan, Cehennem halkı rahatsız olarak, “Ey kötü kişi, çektiğimiz azap yetmez gibi, bir de senin çıkardığın kötü kokuya mı katlanalım? Sen ne yaptın da, bu duruma düştün?” derler. Âlim ise,“İlim sahibi idim, fakat ilmimle amel etmezdim” diye cevap verir.) [İ. Ahmed]
(Zebaniler Cehennemde günahkâr hâfızlara, puta tapanlardan önce azap yapar. Çünkü bilerek yapılan günah, bilmeyerek yapılandan daha kötüdür.) [Taberanî] (Buradaki hâfızlar, haramlardan sakınmaya önem vermeyip, küfre giren hafızlardır.) [İ. Ahlakı]
(Amelsiz âlim mum gibidir, insanları aydınlatırken kendini yakar.) [Bezzar]
(Yazıklar olsun kötü âlimlere ki, ilmi ticarete alet ederler.)[Hâkim]
(Ümmetim, kötü âlimler, cahil âbidler yüzünden helak olur.)[Darimi]
(Kıyamette en şiddetli azap, ilmi kendine fayda vermeyen din görevlisinedir.) [Beyheki]
(Âlimlerin en kötüsü, insanların en kötüsüdür.) [Bezzar]
(Ümmetim, kötü din görevlilerinden çok zarar görecektir.)[Hâkim]
Resulullah, (Hüzün kuyusundan Allah’a sığının!) buyurdu. Bu kuyunun ne olduğu sorulunca, buyurdu ki: (Cehennemdeki bir kuyudur ki, Cehennem, her gün dört yüz defa o kuyunun dehşetinden Allah’a sığınır. Oraya en çok, mürai âlimler girer.)[Buhârî]
Mürai, riya yapan, gösteriş için ibadet eden demektir.
|
Gün günü arattırır
|
Sual: Eski devirlerde müctehid âlimler ve evliya zatlar çok idi. Şimdi eskisi gibi çok olmayışının hikmeti ne olabilir?
CEVAP
Asr-ı saadetten uzaklaştıkça insanların bozulacağını, iyi kimselerin çok azalacağını Peygamber efendimiz haber veriyor. Birkaç hadis-i şerif meali şöyledir:
(İnsanların en hayırlısı asrımdaki Müslümanlar [Eshab-ı kiram] dır. Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenler [Tabiin] dir. Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenler [Tebe-i tabiin]dir. Bunlardan sonra yalan yayılır. Bunların sözlerine ve işlerine inanmayın!) [Buhari]
(İlmin azalması âlimlerin azalması ile olur. Cahil din adamları, kendi görüşleri ile fetva vererek fitne çıkarırlar, halkı yoldan saptırırlar.) [Buhari]
(Her asır, önceki asırdan daha bozuk olur. Böylece kıyamete kadar hep bozulur.) [Hadika]
(Allahü teâlâ bir âlimin ruhunu alırsa, bu İslam’da açılan bir gedik olur. Kıyamete kadar onun boşluğu doldurulamaz.) [Deylemi]
(Kıyamete yakın ilim azalır, cehalet artar.) [İbni Mace]
(Kıyamet, yalnız kötü insanların üzerine kopar.) [Buhari]
(Bu din garip olarak başladı, sonu da garip olur.) [Tirmizi]
(Bir zaman gelir, sünnetim unutulur, bid'atler yayılır. Sünnete uyanlar garip olur, yalnız kalır. Bid'atçiler, kendilerine çok arkadaş, yardımcı bulur. O zamandaki Müslümanlar, sudaki tuz, sirke içindeki kurtçuk gibi zor şart altında yaşarlar, dinlerini korumaları güçleşir, avuçtaki ateş koru gibi, bırakırsa söner, tutarsa elini yakar.) [Şir’a]
(Ahir zamanda zalim idareci ve yalancı âlimler gelir. Onların yardımcısı olmayın.) [Hatib]
(Kıyamete doğru Kur’an okuyan çok, âlimler az, olur. İlim yok olur. Kargaşalık çoğalır. Yine öyle bir zaman gelir ki, müşrik müminle aynı konuda tartışır.) [Hâkim]
|
Üstad ne demektir?
|
Sual: Üstad ne demektir? Kumar üstadı, Müzik üstadı dendiği gibi, 33. dereceli masonlara büyük üstad deniyor. Din büyüklerine, mezhep imamlarına, Peygamberlere de üstad demek caiz olur mu?
CEVAP
Üstad, ilim veya sanatta üstün olan kimse demektir. Bu bakımdan din büyüklerine, mezhep imamlarına ve hatta Peygamberlere de üstad denir. Peygamber efendimiz, insanlığın hocası, üstadı olduğu içinüstad-ül beşer denir.
Aşağıdaki bilgilerin hepsi Seadet-i Ebediyye’den alınmıştır:
Ebu Bekri Sıddık âriflerin başı ve sıddıkların reisidir. Sıddîkın üstadı Resulullah aleyhi ve alâ alihissalatü vesselam idi.
Musa aleyhisselam, mantık ilminin üstadı iken, Hızır aleyhisselamdan ilim öğrenmeye geldi.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Üç türlü baba vardır: Dünyaya getiren baba, kızını veren baba ve ilim öğreten baba. Bunların hayırlısı, üstadıdır.) [Umdet-ül-İslam]
(İlim üstaddan öğrenilir.) [Buhari]
(Üç şey Enbiya işlerindendir:
1- Muallimlere ve üstadlara hediye vermek.
2- Âlimleri mükerrem tutmak.
3- Eshabımı sevmek.) [M.C.Y. Güzin]
Kadı Beydavi hazretleri tefsir ilminin büyük üstadıdır.
İmam-ı Ebu Yusuf ve İmam-ı Muhammed de hocaları, üstadları olan İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretlerinin fikir ve reyine tâbi olmayıp, kendi ictihadları ile hareket ederlerdi. Halbuki, İmam-ı a’zam, onların üstadı idi. İmam-ı Ebu Yusuf, ictihad makamına yükseldikten sonra, üstadı Ebu Hanife’ye tâbi olması hata olur.
İmam-ı Ebu Yusuf, çok sevdiği oğlu âniden ölünce, talebelerine, (Defin işini siz halledin. Ben üstadımın dersine gidiyorum) dedi.
İmam-ı Şafii, İmam-ı Ahmed bin Hanbel’in üstadı idi.
İbni Arabi, hadis ilminde üstad [sözü vesika] ve fıkıhta ictihad makamında idi.
Hace-i Ahrardan sonra bu büyüklerin yolunu canlandıran, edeplerini her yere yayan ariflerin büyüğü ve marifetlerin kaynağı üstadımız Muhammed Bakidir “sellemehüllahü teâlâ”
Seyyid Fehim Nehriye [Şemdinana] gelir. Her gelişinde, Seyyid Taha’dan çeşitli iltifatlarla şereflenirdi. Bir gün cami sofasındaMektubat okuyordu. Çok kalabalıktı. Seyyid Fehim de, uzakta, ayakta dinliyordu. Seyyid Taha, kitaptan başını kaldırıp, (Molla Fehim, acaba şimdi, hiç üstad yok mu?) der. Seyyid Fehim, (Şimdi bulunan üstad gibi, hiç gelmemiştir) der. Seyyid Taha, hemen Mektubatı kapayıp, odasına gider.
İnsan, gelen feyizlerden, üstadına olan ihlası ve sevgisi kadar alır. Hepsini almak, nadirdir.
İslam tekbirini, segah makamına besteleyen Itri efendi, bir din âlimi değil, Beethoven gibi, bir musiki üstadı idi. Farabi de, felsefeci ve musiki üstadı idi.
Nefsin üstadı İblis’tir. Lakin kötülük yapmakta, isyanda, iblisi geçmiştir.
Kâfire hürmet ederek üstadım demek küfür olur.
Hoca hakkı
Sual: Hoca hakkı, ana-baba hakkından önce mi gelir?
CEVAP
Bir kimseye Ehl-i sünnet itikadını, dinini, imanını öğreten, iki cihan saadetine kavuşmasına vesile olan hocasının hakkı elbette ana-baba hakkından önce gelir, yoksa her hoca denilen kimsenin değil! Bir hadis-i şerif meali:
(Üç türlü baba vardır: Dünyaya getiren baba, kızını veren baba ve ilim öğreten baba. Bunların efdali, hocasıdır.) [Umdet-ül İslam]
Evladına dinini, Ehl-i sünnet itikadını öğretmeyen ana-babanın evladı üzerinde ana babalık hakkı olmaz.
Kevseri ve Şah Veliyyullah
|
Sual: Bir arkadaş, Zahid ül Kevseri’nin Şah Veliyyullah Dehlevi’yi tenkit ettiğini, bu bakımdan Kevseri’yi muhakkak okumak gerektiğini söylüyor. Bu iki âlim de muteber değil mi?
CEVAP
Evet ikisi de muteberdir. Farklı fikirleri olabilir. Bir âlimin ictihadı, öteki âlimin ictihadını nakzedemez, yani onu geçersiz hâle getiremez. Mesela İmam-ı Şafii’nin, İmam-ı a’zamdan farklı çok ictihadı vardır. Bundan dolayı İmam-ı a’zam hazretlerini asla tenkit etmemiştir. Hanefilerle Şafiiler kavga etmiştir diye bazı mezhepsizler yalan yazıyorlar. Çünkü farklı ictihad rahmet olduğu gibi, aynı zamanda, yanlış ictihad eden de sevap alır. İki hadis-i şerif meali şöyledir:
(Müctehid, ictihadında hata ederse bir, isabet ederse iki sevap alır.) [Buhari]
(Âlimlerin farklı ictihadları rahmettir.) [Beyheki, Deylemi İ.Münavi, İbni Nasr]
Rahmet olan ve sevap alınan bir hususta kavga edilmez.
Zahid-ül-Kevseri:
Kafkasyalıdır. 1951’de vefat etti. Zamanının tefsir, hadis ve fıkıh âlimi idi. Vehhabiliği reddeden Esseyf-üs-sakil kitabı ile Makalat’ı çok kıymetlidir. Her türlü sapık ve bozuk cereyanlara karşı idi. İttihatçılara âlet olan, din âlimi ve şeyh geçinen, fakat İslamiyet’ten haberi olmayan kimselere şiddetle karşı çıktı. Ama ittihatçılar ve onların yardakçılarının haksız ithâmlarına uğradı. Tutuklanması için türlü oyunların tezgahlandığını haber alması üzerine 1922’de Mısır’a gitti. İbni Teymiyye ve onun yolunda olan reformistlere karşı çıkardı. Bunun için mezhepsizler tarafından taassupla itham edilmişti. Hanefi olmasına rağmen, İmam-ı Şafii’yi çok sever idi.
Şah Veliyyullah-ı Dehlevi:
1762’de vefat etti. Babası, Hazret-i Ömer, annesi Hazret-i Ali soyundandır. Tefsir, hadis, kelam, tasavvuf ve Hanefi fıkıh âlimi idi. Büyük veli Mazheri Can-ı Canan hazretleri buyurdu ki:
(Şah Veliyyullah derin hadis âlimidir. Marifet esrarının tahkikinde ve ilmin inceliklerini bildirmekte, yeni bir çığır açan doğru yolun âlimlerindendir.)
Fevâid-ül-Behiyye kitabının sâhibi M. Abdülhay el-Lüknev ise şöyle der:
Allahü teâlânın hücceti, hidayete kavuşanların önderi, ümmetin dayanağı, ulemânın öncüsü, enbiyânın vârisi, sünnet-i seniyyenin ihya edicisi olan Şeyhülislâm Kutbüddîn Veliyyullah bin Abdürrahim Dehlevî, ilimde deryâ misâli, fâzıl bir zâttır.
Dört mezhebin hükümlerini delîlleri ile biliyordu. Dört mezhebin imâm ve âlimlerinin yüksekliklerini, gayet iyi anlamıştı. Çok kitap yazdı. Şiilere karşı Kurretül ayneyn fi tafdili şeyhayn ve İzale-tül hafa an hilafetil-hulefa kitapları meşhurdur. Hemeat kitabında, tasavvufu övmektedir.
Müctehidlerin başka bir müctehide uymalarını yasaklar, bizim gibi cahillerin ise, dört mezhepten birine uymak gerektiğini bildirir. Bu konularda şunları bildirir:
Dört mezhebin kolaylıklarını toplamak, Kur'anda ve hadiste açık bildirilen nasslarla ve selefi salihinin icmaı ile ve açık olan kıyas ile yasak edilmemişse caiz olur. (İzale-tül-hafa) [Bu görüşü, diğer ulemanın görüşüne uygun değildir. Böyle farklı bir görüşten dolayı bir âlimi silip atmak caiz olmaz.]
Müctehid olmayanın hadis-i şeriften anladığı ile amel etmesi caiz değildir. Çünkü, hadis-i şeriflerin mensuh veya tevilli yahut muhkem olduğunu ayıramaz. (İkt-ül-ceyyid)
Mezheplerin en kıymetlisi, Buhari’de bildirilen Sünnet-i Nebeviyye en uygun olanı, Hanefi mezhebidir. (Füyud-ül-Haremeyn)
|
Gerçek ve sahte âlimler
|
Sual: Âlimin iyisini, kötüsünü, gerçeğini, sahtesini nasıl anlarız?
CEVAP
Ehl-i sünnet itikadında olmayan, iyi âlim olamaz. Dört hak mezhepte olmayan ve bu büyüklerden nakletmeyen yani kendi görüşünü dinin emri gibi bildiren kimseden, iyi âlim olamaz. Bid’at ehlini büyük bilen âlim olamaz.
Bunlar ana kaidelerdir. Bunlara uymayanların zaten her yazısı, her sözü yanlış olabilir, zararlı olabilir, yani onda her türlü bozukluk olabilir.
Gerçeğini sahtesini anlamada bazı ölçüler özetle şöyledir:
1- İslam âlimi yerden ot gibi, mantar gibi bitmez, hocasız, icazetsiz, âlim olmaz. Mutlaka Peygamber efendimize dayanan bir silsilesi olur. Mesela, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani ve Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri gibi.
2- Ehl-i sünnet itikadında olur. Dört hak mezhepten birine uyar, dindeki dört delili kabul eder, ihtiyaç halinde başka mezhebi taklit etmeye karşı çıkmaz.
3- Dinimiz nakil dinidir. İman ibadet bilgileri kıyamete kadar değişmez. Eserlerinde buna dikkat eder, yani sadece bu kıymetli bilgileri nakleder.
4- Hiçbir fıkıh kitabına dayanmadan, ilhamla söylüyorum diyerek, görüşünü, dinde senet gibi, bir ilim gibi göstermeye çalışmaz.
5- Bid’at ehliyle, bunları destekleyenlerden mesela, Mason Abduh’u övüp (Abduh gibi dinde reform istiyorum, Abduh benim üstadım)diyenlerden, uzak durur. Bunların zararlarını, yanlışlarını bildirmeyi vazife bilir.
6- (Yalnız Kur’an) diyerek sünneti, icmayı ve kıyası kabul etmeyen, Kur’an-ı kerimden kendi anladığını senet kabul eden zındıklardan uzak durur. Bunların yanlışlarını bildirmeyi vazife bilir.
7- (Müslüman olması şart değil, Allah’a inanan herkes, hatta Hıristiyanlar ve Yahudiler Cennete gidecektir, bunlar da imanlıdır) diyen sapıklardan uzak durur. Bunların zararlarını, yanlışlarını bildirmeyi görev bilir.
8- Hepsi Cennetlik olan Eshab-ı kiramın hiçbirisine dil uzatmaz, hepsini hürmetle anar. Yahudilerin kurduğu İbni Sebeciliğin, Hurufiliğin zararlarını bildirir.
9- İngilizlerin kurduğu Vehhabilikten, bunların bozuk inançlarından uzak durur. Bunların zararlarını, yanlışlarını bildirmeyi önemli vazife bilir.
10- Osmanlı sultanlarını, özellikle II. Abdülhamit Han’ı kötülemez.
11- Kendini Mehdi sanmaz veya Mehdi gelmiştir demez yahut Mehdilik mecazidir diyerek, bunu ve diğer kıyamet alâmetlerini inkâr etmek için, tevile sapmaz.
12- Hiç bir İslam âlimi, kendine unvan vermemiş, kendisini övmemiştir. Hatta, (Kendini Frenk kâfirinden üstün gören Allahü teâlâyı tanıyamaz) buyurmuşlardır. Kendini Kaf dağında görüp de, kendi kendine övücü unvanlar vermez.
Âlimler de insandır
|
Sual: Bir arkadaşım önceleri, (Allah'a inanırım; ama peygamberlere inanmam) diyordu. Daha sonra, (Allah'a inanınca peygamberlerine de inanmak gerekir) dedi ve artık peygamberlere de inanıyor; fakat şimdi de, (Mezheplere inanmam, âlimlere inanmam. Âlim de insandır, o da hata eder. Din kitaplarındaki bilgilerin mutlaka doğru olduğu söylenemez. Onlar da insandır, hata edebilir) diyor. Böyle demesi uygun mu?
CEVAP
Âlim diye, günümüzdeki yazarları ve profesörleri değil de, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani gibi yetkili âlimleri ve onların eserlerini kastediyorsa kesinlikle uygun değildir. Peygamber efendimiz çeşitli hadis-i şeriflerinde, (Âlimler benim vârislerim, vekillerimdir. Eshabımın hangisine uyarsanız doğruyu bulursunuz) buyuruyor. Vekilin yaptığı işin hükmü, aslın yaptığı işin hükmü gibi geçerlidir. Mezhebe uyan Peygamber efendimize uymuş olur.
(Âlimler de insan, ya hata ederlerse ne olacak?) diye hatıra gelebilir. İctihad makamına yükselmiş bir âlimin hatasını, ictihad derecesine yükselmiş başka bir âlim bile bilemez; çünkü (İctihad ictihadla nakzedilemez) yani onun hükmünü bozamaz, o ictihadı hükümsüz hale getiremez. Onun için müctehidin hatası bilinemez. Onun Allah indinde bir hatası varsa, yine ictihadı için sevab alır. Sevab alınan bir ictihad için hata denmez. (Âlim de insandır, o da hata eder) demek yanlış olup, âlimlere olan itimadı sarsar. Âlimlere itimat sarsılınca hadis-i şeriflere, zayıf veya uydurma gözü ile bakılmaya çalışılır. Bir âlimin, bir hatasını bulduk denirse, öteki sözlerine nasıl itimat edilir ki? Artık o âlimin bütün ictihadlarına şüphe ile bakılır. İslam âlimlerinin kitaplarında uydurma hadis olmaz. Bir tane var denirse, ötekilere nasıl itimat edilir ki? Hadislere uydurma damgası basmakla, dine olan itimat sarsılmaya başlar. Hadislere itimat kalkınca, Kur’an-ı kerimi açıklayan hadis-i şerifler yok olmuş olur ve herkes, Kur’an-ı kerimi kendi görüşüne göre açıklamaya çalışır. Adı İslam da olsa, yerini başka bir din alır.
Hele, Peygamber efendimize kadar hocaları, silsilesi malum olan ve icazet sahibi, yetkili bir âlim için, (O da insandır, hata edebilir) demek çok yanlıştır. Bu da, hocaya olan itimadı sarsmak için söylenmiş bir sözdür. Hocaya itimat sarsılınca, onun vekiline de itimat kalmaz. Hocayı kabul edenin, vekilini de aynen kabul etmesi gerekir. Kabul etmezse hocasına da itimat etmediği anlaşılır.
(Hoca, onu değil de şunu vekil etmeliydi) demek de, hocayı kabul etmemek olur. Vekili kötülüyor gibi görünse de, aslında itiraz hocayadır. Ebu Cehil de, (Kureyş büyükleri, zenginler dururken bir yetim nasıl peygamber olur) diyerek Resulullahın peygamberliğini kabul edememişti. Ebu Cehil, burada Allahü teâlâyı suçlamaktadır. (Bu işe layık olmayan birisini nasıl peygamber yaparsın) demek istiyordu. İşte bunun gibi, hocanın vekilini kabul etmeyenler de, hocayı kabul etmemiş olurlar. Resulullahın vârisleri, vekilleri olan müctehidlerin mezheplerini kabul etmeyenler, Resulullahı kabul etmemiş olurlar. (Niye buna ictihad etme yetkisini verdin?) demek, aslında Resulullahı suçlamak olur. Hiçbir zaman unutulmamalı ki, vekil asıl gibidir.
Ortada din kalmaz
Sual: Dinde, din kitaplarından nakli esas almak yanlıştır. Âlimler de insan, biz de insanız. Niye onlardan nakli esas alalım ki?
CEVAP
Bu söz, mezhepsizlerin çok kullandığı bir ifadedir. İnsan denince, cahili de, âlimi de, kâfir de anlaşılır. Her Müslüman, hatta Peygamber efendimiz de insandır. Bunların hepsinin, insan olduğunu bilmeyen yoktur. Bunun için, (Onlar da insandır) sözünün içinde hakaret yatmaktadır. Onlar da, sıradan bir insan denilmek isteniyor. Bu sözü ancak, kendini de onlar gibi büyük bilen veya onları da kendisi gibi aşağı gören söyleyebilir.
Muteber kitap demek, dinde senet olan kitaplar demektir. Dinde dört delil vardır. Bunlardan sonuncusu, kıyas-ı fukahadır. Fukaha yani âlimler, insan diye atılırsa, ortada din kalmaz; çünkü bu âlimler, Resulullahın vârisleridir. Kur’an-ı kerimde, (Âlimlere sorun)buyuruluyor. Âlimleri, onlar da insandır diyerek küçültmek, insanı küfre kadar sürükleyebilir; çünkü Allahü teâlânın ve Resulünün kıymet verdiği kimseleri küçültmek, dinin sahibini yalanlamak olur.
|
Hatasız âlim kimdir?
|
Sual: Âlimlerin birisinin ak dediğine, öteki âlim kara diyor. Kusursuz insan olmaz. Âlimler de, insan olduğuna göre, onların da hatası niçin olmasın? Onların sözleri niye dinde senet oluyor?
CEVAP
(Müctehid bir âlim, hata etmez) dense yanlış olmaz; çünkü birinin ak dediğine, ötekinin kara deme yetkisini, onlara dinimiz vermiştir. Burada kastedilen, günümüz yazarları ve profesörleri değil, yetkili âlimler, müctehidlerdir. Âlimin ictihadı hatalı bile olsa senettir. Allahü teâlâ ahirette onun ictihadına göre amel edip etmediğimizi soracaktır. Hanefîlere Hanefî mezhebindeki hükümlere, Şafiîlere de Şafiî mezhebindeki hükümlere uyup uymadığı sorulacaktır. Dinimizde âlimlerin yeri büyüktür. Üç âyet-i kerime meali:
(Bilmiyorsanız âlimlere sorun!) [Nahl 43]
(Bu misalleri ancak âlim olanlar anlar.) [Ankebut 43]
(Bunun hükmünü Resule ve ülül-emre [âlimlere] sorsalardı, öğrenirlerdi.) [Nisa 83]
Âyet-i kerimede geçen ülül-emrin âlim demek olduğu tefsirlerde yazılıdır. Peygamber efendimiz de, (Ülül-emr, fıkıh âlimleridir)buyurdu. (Darimi)
Hadis-i şeriflerde ise buyuruldu ki:
(Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) [Tirmizi, İbni Mace, Ebu Davud]
(Ümmetimin âlimleri, beni İsrail’in peygamberleri gibidir.) [İmam-ı Yâfiî, İmam-ı Rabbani, Abdülgani Nablusi, Neşr-ül-mehasin]
(Âlimlere tabi olun! Çünkü onlar, dünya ve ahiretin ışıklarıdır.)[Deylemi]
(Âlimler, kurtuluş yolunu gösteren birer rehber ve kılavuzdur.) [İ. Neccar]
(Âlimler olmasaydı, insanlar helak olurdu.) [İ. Maverdi]
(Bilmediklerinizi salih [âlim]lerden sorup öğrenin!) [Taberani]
Peki, bu kadar kıymetli olan âlimler hata ederse ne olacak? Dinimiz, onların hatasına uyanların da kurtulacağını bildirmiştir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Âlim, ictihadında hata ederse bir, isabet ederse iki sevap alır.)[Buhari]
Sevab olan bir şey için mezhepsizlerin hata demesi çok yanlıştır. Böyle farklı ictihadlar da Allahü teâlânın bir rahmetidir. Nitekim bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Ümmetimin [âlimlerin] ihtilafı [farklı ictihadları] rahmettir.) [Beyheki, İ. Münavi, İbni Nasr, Deylemi]
İşte bu rahmetten dolayı mezhepler meydana çıkmıştır. (Bu dört hak mezhepten biri doğru diğer üçü yanlıştır) denemez; çünkü bir müctehid, başka müctehidin ictihadının hatalı olduğunu söyleyemez. (Benimki doğru, seninki yanlıştır) diyemez; çünkü Mecelle’de (İctihad, başka ictihadla nakzedilemez yani bozulamaz, geçersiz hale getirilemez) buyuruluyor. (Madde 16)
Mesela Hanefî ve Hanbelî’de gusülde ağzın içini yıkamak farz iken, Malikî ve Şafiî’de farz değildir. Bunun için mezhebin birine doğru, ötekine yanlış denemez. Yanlış da olsa müctehidin ictihadıyla amel eden kurtulur; çünkü müctehide bu yetkiyi dinimiz vermiştir. Farklı ictihadda bulunmak gibi, her müctehidin bir hadisten hüküm çıkarması da farklıdır. Hatta bir müctehidin sahih dediği bir hadis-i şerife, başka bir müctehid sahih değildir diyebilir. O sahih değildir dedi diye, o hadis uydurma olmaz. Sahih değildir diyen âlim, kendisi bu hadise göre amel edemez; ama sahih diyen âlim de, ona tâbi olanlar da, bu hadis-i şerife göre amel eder.
Mezhepsizler ve ona uyan cahiller, bu inceliği bilmedikleri için, (Falanca âlimin kitabında uydurma hadisler vardır) diyebiliyorlar. Mesela (İmam-ı Gazali’nin kitaplarında uydurma hadis çoktur) diyen mezhepsiz az değildir.
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyuruyor ki:
(Usûl-i hadis ilminde müctehid olan bir âlim, bir hadisin mevdu olduğunu ispat edince, bu ilmin bütün âlimlerinin de, mevdu demesi lazım gelmez; çünkü mevdu diyen müctehid, bir hadisin sahih olması için lüzum gördüğü şartları taşımayan bir hadis için, benim mezhebimin usulünün kaidelerine göre mevdudur der. Yoksa “Resulullahın sözü değildir” demek istemez. Yani, hadis-i şerif denilen bu sözün hadis olması, bence anlaşılmadı demektir. Bu âlime göre hadis olmaması, hakikatte hadis olmadığını göstermez.
Hadis usulü ilminin başka bir müctehidi de, hadisin doğru olması için aradığı şartları bu sözde bulunca, hadistir, mevdu değildir diyebilir. Dört mezhep arasında ayrılık bulunması, sözlerinin yanlış olacağını göstermediği gibi, hadisler için de böyledir. Böyle şeyler ictihad işi olduğundan, bir müctehidin mevdu demesiyle, gerçekte mevdu olması gerekmez.)
Şu halde, (Falanca âlimin kitaplarında uydurma hadis vardır) demeye yetkimiz olmadığı gibi, yetkili âlimler, müctehidler için (Âlimler de insandır, onların hataları olur) dememiz de asla caiz olmaz
|
Müftünün sözü
|
Sual: (Hanefî bir kimse, kendi mezhebinde caiz olmayıp başka mezhepte caiz olan bir şeyi ihtiyaçtan dolayı yapmak istese, bunu bir müftüye sorsa, müftü de, “Caizdir, başka mezhebi taklit etmek gerekmez” dese, başka bir müftü de “Gerekir” dese, vatandaş kime sormuşsa onunla amel eder) diyebilenler var. Günümüzde müctehid müftü mü var da böyle söylenebiliyor?
CEVAP
Günümüzde müctehid müftü yoktur. Günümüzün müftüleri ancak, müctehidlerin, yetkili âlimlerin, fıkıh kitaplarında verdikleri fetvaları nakledebilir. Hanefî olana Hanefî mezhebindeki hükmü, Şâfiî olana Şâfiî mezhebindeki hükmü bildirmesi gerekir. Halkı mezhepsiz sanarak, zaruret olmadan başka bir mezhebe göre fetva verilmez.
İbni Hümam ve İbni Abidin hazretleri buyuruyor ki:
Müftünün müctehid olması lazımdır. Müctehid olmayan müftüler mukalliddir. Bunun için, bunların müctehidleri taklit etmeleri gerektiğinde söz birliği vardır. (Feth-ül-kadir, Redd-ül-muhtar)
Fetva demek, herhangi bir şeyin İslamiyet’e uygun olup olmadığını bildirmek demektir. Yalnız, (uygundur) veya (caiz değildir) demek, fetva olmaz. Bu cevabın, hangi fıkıh kitabının, hangi yazısından alındığını da bildirmek gerekir. Fıkıh kitaplarına uymayan fetvalar yanlıştır. Bunlara bağlanmak caiz değildir. İslam bilgilerini öğrenmeden, bilmeden, âyet-i kerime veya hadis-i şerif okuyup da, bunlara kendi görüşüne göre mânâ verenlere veya başka mezhepteki hükümlere göre hüküm verenlere, İslam âlimi denmez. Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdığı fıkıh kitaplarına uymayan sözlere ve yazılara itibar edilmez. Maalesef günümüzde, kendini müctehid sayanlar vardır.
|
Bilmemek özür olur
|
Sual: Yurt dışında yaşayıp da, birkaç haramın, haram olduğunu hiç duymadığı için, bu haram değil diyen kâfir olur mu?
CEVAP
Haram olduğunu bilmediği için kâfir olmaz. Din kitaplarımızda deniyor ki:
Müslümanların çoğunun bildiği şeyleri bilmemek, öğrenmemek günah olur. İslam bilgilerinin yaygın olduğu yerde, cehalet yani bilmemek özür olmaz, günah olur. (S. Ebediyye)
Şimdi İslam bilgileri oldukça yaygınsa da, bazı konuları müslümanların çoğu bilmiyor. Mesela kefirin, kımızın, hatta müziğin bile haram olduğunu çok kimse bilmiyor. Bilmediği için, bunlar haram değil derse kâfir olmaz. Meşhur olan bir harama, mesela şaraba kasten helal demek ise, küfürdür.
|
İlmi gizlemek
|
Sual: Dini sual sorana cevap vermemenin vebali var mıdır?
CEVAP
Evet, cevap vermemenin vebali büyüktür. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Bildiği halde cevap vermeyen âlime, kıyamette ağzına ateşten gem vurulur.) [Tirmizi]
(İlmini gizleyene, denizdeki balıktan, gökteki kuşa kadar her şey lanet eder.) [Darimi]
(Âlimin bildiğini söylememesi, cahilin de bilmediğini sormaması helal değildir. Çünkü Allahü teâlâ, "Bilmiyorsanız, ilim ehline sorun" buyuruyor.) [Taberani]
İlmin kıymetini bilmeyene, ilim öğretilmez. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(İlmi, ehli olmayana öğretmek, onu kaybetmek demektir.) [İbni Ebi Şeybe]
(İlmi layık olmayana öğreten domuzun boynuna cevher takana benzer.) [İ. Mace]
(Aklın almayacağı şeyi söylemek, fitne olur.) [İbni Asakir]
Hazret-i Ali, göğsünü işaret edip, (Burada yeteri kadar bilgi vardır. Ancak bunu taşıyabilecek birisi olsa, hepsini ona anlatırım) buyurdu. Biri, sualine cevap vermeyen âlime dedi ki:
— Sen, (İlmini gizleyene ateşten gem vurulur) hadis-i şerifini bilmiyor musun?
— Eğer sözümü anlayabilecek birine söylemezsem, o zaman bana gem vurulur.
Kur'an-ı kerimde, (Sefihlere, akılsızlara malınızı vermeyin) buyuruluyor. Mal verilmezse, ilim hiç verilmez. Ona ilim vermek fitneye sebep olur. (İhya)
|
Bilmiyorum denir mi?
|
Sual: Kendisine güvenilip dini sual sorulan kimsenin, bilmiyorum demesi doğru mudur? Cevap vermezse güvenimizi yitirmiş olmaz mı?
CEVAP
Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki:
Bilmiyorum demek ilmin yarısıdır. Allah rızası için, bilmediği bir hususta susanın aldığı mükâfat, bildiği hususta konuşanın aldığı mükâfattan az değildir; çünkü cehaleti kabul etmek, nefse çok ağır gelir. (İmam-ı Şabi)
Şeytanı en çok kahreden şey, âlimin (Bilmiyorum) demesidir. Şeytan, (Bunun susması, benim için, konuşmasından daha zararlı) der. (İbrahim Edhem)
İmam-ı Zehebi, İmam-ı Malik’i şöyle anlatır:
Uzun bir ömür, yüksek bir mertebe, parlak bir zihin, çok geniş bir ilim, keskin anlayış, sahih rivayet, diyanet, adalet sahibi, sünnet-i seniyyeye tâbi, fıkıhta, fetvada kaidelerin sıhhatinde önde gelen bir zat idi. Fetva vermede aceleciliği sevmez, çok kere (Bilmiyorum)derdi. İlim kalkanı (Bilmiyorum) demektir, buyururdu. (Tabakat-ül Huffaz)
Muhammed Hadimi hazretleri buyuruyor ki:
İmam-ı Şabi hazretleri, bir suale, (Bilmiyorum) deyince, (Sen Irak ülkesinde müftüsün. Bilmiyorum demek, sana yakışır mı?) dediklerinde, (Meleklerin üstünleri bilmiyoruz dediler. Benim söylememden ne çıkar?) buyurdu. Bilmeyenin (Bilmiyorum) demesi, ilimden olup, büyük fazilettir.
İmam-ı Ebu Yusuf hazretleri, bir suale (Bilmiyorum) deyince, (Hem Beyt-ül-maldan maaş alıyorsun, hem de cevap vermiyorsun) dediler. (Beyt-ül-maldan, bildiklerim kadar ücret alıyorum. Bilmediklerim için alsaydım, Beyt-ül-malın hazineleri bana yetmezdi) dedi.
Her sorulana cevap veren, her gördüğünden mana çıkaran ve her yerde bilgi satan kimse, cahilliğini ortaya koyar. Bilmiyorum, öğrenip de söylerim diyen kimsenin, gerçek âlim olduğu anlaşılır. Kendine sual sorulan kimse bilmiyorsa, (Bilmiyorum, kitaplara bakayım, bulursam söylerim) demelidir! (Berika)
Bir zata, (İşittiğimize göre, siz âlimmişsiniz) derler. O zat şaşırır. (Öyle bir iddiada hiç bulunmadım) der. Bunun üzerine de, (Bir şey sorulunca bazen Bilmiyorum diyormuşsunuz. Cahil olan, bilmese de, söyler. Ancak âlim olan, bilmiyorsa bilmiyorum der. Bu sizin âlim olduğunuzu gösterir) derler. Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:
(Üzeyr’in ve Zülkarneyn’in Peygamber olup olmadığını bilmiyorum. Cebrail aleyhisselam gelinceye kadar, oturulacak yerlerin en iyisi ve en kötüsünün ne olduğunu soranlara, bilmiyorum dedim. Cebrail de, bilmiyorum dedi. Nihayet Allahü teâlâ bildirdi ki, oturulacak yerlerin en iyisi camiler, en kötüsü de sokaklardır.) [Ebu Davud]
(Bilmiyorum demek de ilimdendir.) [İbni Mace]
(Âlimim diyen cahildir.) [Taberani]
|
İlim öğrenen ve öğreten
|
Sual: İslami ilim öğrenmek için Arapça öğrenmek şart mıdır? Arapçasız ilim öğrenilemez mi? Yoksa Türkçe muteber bir kitabı, mesela İslam Ahlakı kitabını okumak da, ilim öğrenmek sayılır mı? Bu kitabı başkasına hediye etmek, ilim öğretmek yerine geçer mi?
CEVAP
Arapça Cennet lisanıdır. Arapça öğrenmek çok kıymetlidir, ibadettir; fakat ilim öğrenmek ayrı, dil öğrenmek ayrıdır. Türkçe bilen ilim sahibi olmadığı gibi, Arapça bilen de mutlaka ilim sahibidir denemez. Arapça bilen, muteber Arapça eserleri, Türkçe bilen de, muteber Türkçe eserleri okursa ancak o zaman ilim sahibi olur. Mesela İslam Ahlakıkitabını okuyan, çok lüzumlu bilgileri öğrenmiş olur. Bin kadar kitaptan hazırlanmış Seadet-i Ebediyye kitabını okuyup öğrenen kimse, âlim olur. İçinde bildirilenleri tatbik ederse, evliya da olur; çünkü bu kitapta İslamiyet’le ilgili lüzumlu her şey vardır. Kitabı başkasına vermek de, ilmi yaymak, ilmi öğretmek olur. İlim öğrenmenin ve öğretmenin fazileti ise çok büyüktür.
İlim öğrenmenin faziletiyle ilgili birkaç hadis-i şerif meali şöyledir:
(İlim öğrenene denizdeki balıklara kadar her şey istiğfar eder.) [İ. Abdilber] (Günahlarının affolması için dua ederler.)
(İlim öğrenmek için yolculuğa çıkanın, daha adımını atmadan günahları affolur.) [Şirazi]
(İlim öğrenmeye çalışan, evine dönünceye kadar Allah yolundadır.) [Ebu Nuaym]
(Öğrenilen ilim, günahlara kefaret olur.) [Tirmizi]
(İlim öğrenmeye çalışanın rızkına, Allah kefildir.) [Hatib]
İlim öğretmenin fazileti de çok büyüktür. Birkaç hadis-i şerif meali şöyledir:
(En üstün sadaka, ilim öğrenip sonra da onu başkasına öğretmektir.) [İ. Mace]
(İlmi öğretenle öğrenenler hariç, herkes Allah’ın rahmetinden uzaktır.) [Tirmizi]
(İlim öğrenenle öğreten, sevabda ortaktır.) [Hatib]
(Ya âlim, ya ilim öğrenen, ya dinleyen veya bunları seven ol! Sakın beşincisi olma, yoksa helâk olursun.) [Taberani]
İlim öğrenen, hocasına hürmet etmeli, hocası da talebesine şefkatle muamele etmelidir. İki hadis-i şerif meali şöyledir:
(İlim öğrendiklerinize hürmet edin ve ilim öğrettiklerinize de ikram edin, tevazu gösterin!) [İ. Neccar]
(İlim öğrenmeye gelenlere “Resulullahın tavsiye ettiği faydalı ilmi öğrenmeye hoş geldin” diyerek sorularını [severek]cevaplandırın!) [İ. Mace]
İlim ve mal
Sual: (Allah ilmi isteyene, malı istediğine verir) demek caiz midir?
CEVAP
Caizdir; çünkü hayır da, şer de Allah’tandır; yani her şeyi Allahü teâlâ verir. İlmi veren de, malı veren de Odur. İsteyene ilim de, mal da verir. İki âyet-i kerime meali:
(İsteyene ahiret nimetlerini, isteyene de dünya nimetlerini veririz.) [Şura 20]
(Yalnız dünya için yaşamak, eğlenmek isteyenlerin çalışmalarının karşılığını, hiçbir şey esirgemeden [sağlık, mal, para, makam, şöhret gibi] bol bol veririz. Bunlara ahirette yalnız Cehennem ateşi vardır. Emekleri hep boşa gider. Yalnız dünya için yaptıkları işlerine, ahirette bir karşılık verilmez.) [Hud 15, 16]
İstemek, lafla olmaz. Sebebe yapışmak, yani çalışmak lazımdır. Allahü teâlâ, dünya nimetlerine ve Âhiret nimetlerine kavuşmak için çalışanlara, dilediklerini vereceğini vaat ediyor. (Müslüman olsun, olmasın, dünya nimetlerini, beğendiğim gibi çalışan herkese, veririm) buyuruyor. O halde, ilim olsun, mal olsun, çalışan karşılığına kavuşur.
Üyelikten ayrılmak
Sual: Bir arkadaşımı mail grubunuza üye yapmıştım. Birkaç gün sonra şikâyet etmeye başladı, mail kutum doluyor, işle ilgili maillerimi alamıyorum, okumak da zamanımı alıyor, beni üyelikten çıkar dedi. Ayrılmak istemesi uygun mu?
CEVAP
Hayır, hiç uygun değildir. Bunu, kendi mail grubumuz olduğu için söylemiyoruz. Her Müslümanın, kendisine lazım olan iman, ibadet ve ahlak bilgilerini öğrenmesi farzdır. Bunları doğru olarak, nakli esas alarak anlatan, öğreten hangi site, mail grubu veya kitap varsa, bunlardan okuyup öğrenmek farz olur.
Kitaptan ve siteden her gün düzenli olarak herkes okuyamaz, fırsat bulamaz. Alışkanlık haline getirmek de zordur. Mail olarak her gün gelirse, okuma imkânı daha fazla olur. Her gün gönderdiğimiz iki yazı en fazla 5 dakikada okunur. Lüzumsuz birçok şeye vakit ayırıp da, öğrenilmesi farz olan bilgileri öğrenmeye vakit bulamamak çok tuhaftır.
İşle ilgili kullanılan mail adresi doluyorsa, başka bir mail adresi alınarak, Outlook’a kurulabilir veya internet sayfası üzerinden bakılabilir. Mesela Gmail adresi, diğer ücretsiz maillerden farklı olarak, Outlook’a da kurulabiliyor. Böyle bir adres alınarak, o adres üye yapılabilir. Yani mail kutum doluyor demek, farzı yapmamak için, mazeret olamaz.
İstemeden üye yapmak
Sual: Uygun dini bilgiler gönderen mail gruplarına zorla, istemeden üye yapmak, hatta birden fazla adresini üye yapmak, ayrılmak isteyeni kötülemek uygun olur mu?
CEVAP
Elbette, uygun değildir. Zorla güzellik olmaz. Rızası olmadan, kimseyi üye yapmamalı. Üye yapılmışsa da, kendilerine haber vermeli ve istediği zaman üyelikten ayrılabileceklerini söylemelidir.
Birden fazla yere sormak
Sual: Garanti olması için dini suallerimizi birkaç yere sormak daha iyi değil midir?
CEVAP
Hayır, hiç uygun olmaz. İnsan, nereye güveniyorsa sadece oraya sormalı. Din büyüklerimiz, (Kıble-i teveccühü müteaddit kılmak, kendini tefrikaya bırakmaktır) buyuruyor. Yani bir kimse, birden fazla yere danışırsa, onlar da farklı cevap verirse, insanın kafası karışır. O da elbette şaşırır. Çeşitli fitnelere ve tartışmalara da sebep olur. Onun için bir kimseye güvenmeli, dini konulardaki her şeyi ona sormalı. Ancak, Ehl-i sünnet âlimlerinden nakletmeyen kimselere sormamalı, doğru cevap verdiğine inandığı tek bir yere sormalı. Birkaç yere sorup da, hangisi nasıl cevap veriyor diye, imtihan eder gibi de soru sormamalı.
İlim öğretirken
Sual: İlim öğretirken nelere dikkat etmelidir?
CEVAP
İlmi, öğrenip amel etmek isteyene öğretmeli! İlmin kıymetini bilmeyene, başka maksatla sual sorana, ilim öğretmek doğru olmaz. İki hadis-i şerif meali şöyledir:
(İlmi, ehli olmayana öğretmek, onu kaybetmek demektir.) [İbni Ebi Şeybe]
(İlmi layık olmayana öğretmek, domuzun boynuna mücevher takmak gibidir.) [İbni Mace]
Allah rızası için, ilim öğrenmek maksadıyla sual soranlara güzel muamele etmeli. Üç hadis-i şerif meali şöyledir:
(Sual sorup, ilim öğrenmek için gelenleri güzel karşılayın! “Resulullahın emrettiği ilmi öğrenmeye hoş geldiniz” diyerek sorularını cevaplandırın ve problemlerini güzelce çözmeye çalışın!) [İbni Mace]
(İlim öğrendiklerinize hürmet edin ve ilim öğrettiklerinize de ikram edin!) [İbni Neccar]
(İlim öğrettiklerinize de tevazu gösterin! Zorba âlim olmayın!)[Hatib]
Bu husus, diğer ilimler için de geçerlidir. Mesela öğretmenlerin de bunlara dikkat etmesi, öğrencilerini sevmesi ve kendini de onlara sevdirmesi gerekir. Sevgi olmadan, öğrenmek ve öğretmek zordur.
|
Vasıta ve gaye
|
Sual: Hakikat Kitabevi’nin kitaplarından başka kitap tavsiye etmediğinizi, hattâ (Benim kitabım bile olsa okumak uygun değildir) dediğinizi işitiyoruz. O zaman, Türkiye gazetesi okumak, web sitelerinizi takip etmek veya radyoda Osman Ünlü Hoca'yı dinlemek de yanlış mı oluyor?
CEVAP
Hayır, yanlış olmuyor. Yanlış olsa o vasıtalarla hizmet edilmez. Bu yollarla hizmet edildiğine göre faydalıdır. Vasıtayla gaye karıştırılmamalı. Gaye, doğru kitapların dünyaya yayılmasıdır. Bu kitaplar, yüzlerce Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından tercüme edilerek hazırlanmıştır. İslamiyet, ancak böyle nakli esas alan kitaplardan doğru olarak öğrenilebilir. Biz de bu kitapları okuyor, suallere bu kitaplardan alarak cevap veriyoruz.
Gazete, radyo, TV ve web siteleri bu gaye için çalışan vasıtalardır. Yani bunlar araçtır, kitapların yayılması ise amaçtır. Araçları amaç bilmek yanlış olur. Bu bilinirse mesele kalmaz. Gayeye ulaştıran yollar, vasıtalar kötü değildir. Bu bakımdan Türkiye gazetesi, TGRT veya web siteleri gibi, bu yayınların yapıldığı yerde, herhangi bir birimde çalışanlar da sevabda ortaktır. Bir hadis-i şerif:
(Sual sormakla dört kişi sevaba kavuşur: 1- Sual soranlar, 2- Cevap verenler, 3- Dinleyenler, 4- Bunları sevenler.) [Ebu Nuaym]
Bir insan gazete alamıyordur yahut bilgisayarı, maili yoktur, okuyamıyordur. Radyoyu o saatte dinleyemiyordur. Ama (Gazete alsaydım) veya (Benim de bilgisayarım olsaydı da bu sual cevapları okusaydım) yahut radyoda konuşulurken, (O saatte müsait olsaydım da, dinleseydim) diyenler, diğerleri gibi sevaba kavuşur. MeselaOsman Ünlü hoca konuşurken bir kimse dinleyemiyorsa, ama (Ne iyi, suallere nakle uygun cevap veriliyor, Osman Hoca'dan ve ona bu imkânı verenlerden Allah razı olsun) denirse, o kişi de sevabda ortak olur.
Afrika’ya gönderilen bir kitabımız çöpe atılıyor. Bir Hristiyan bulup okuyor. Müslüman oluyor. (O kitabı kim göndermişse köşeyi dönmüştür) diyene cevaben merhum hocamız, (Sadece gönderen mi? Pulunu yapıştıran, ambalaj eden, postaneye götüren, kitabı yazan, tashihlerini yapan arkadaşlar ve bu müessesedeki herkes, ihlâsı nispetinde bu sevaba ortaktır) buyuruluyor. Bu müesseseyi sevenler de, ihlâsı nispetinde, aynı sevaba ortaktır.
Buna bir otomobil, araba örneği veriliyor:
Arabanın parçaları şöyle der:
Akü der ki: Ben olmasam bu araba gitmez, bensiz araba çalışmaz.
Direksiyon: Ben olmasam araba sağa sola dönmez, arabaya yönü ben tayin ederim.
Vites: Ben olmasam bu araba gitmez, arabanın hızlanması benimle ilgilidir.
Fren: Araba bensiz olmaz, durmak gerektiğinde arabayı ben durdururum. Durmazsa kaza yapar.
Benzin: Araba bensiz olmaz, arabanın her yeri sağlam olsa, benzinsiz araba gitmez.
Tekerlek: Bensiz hiç olmaz, araba benim üstümde gider. Ben olmasam araba yığılır kalır.
Motor: Bensiz de olmaz, arabanın çalışması benimle ilgilidir.
Aks: Bensiz olmaz, tekerlekler bana bağlıdır. Ben olmasam tekerlek kendi başına ne yapar?
Kontak anahtarı: Bensiz de hiç olmaz, ben olmadan araba çalışmaz. Çalışmayan araba da gitmez.
Diğer aksam: Biz olmasak bu araba gitmez. Arabanın önemli parçaları bize bağlıdır.
Şoför: Ben olmasam bu araba gitmez, araba kendiliğinden gitmez, bir sürücü lazım.
Hepsinin dediği doğrudur. Bir işin yürütülmesi için hepsinin ayrı bir görevi vardır. Biri diğerine muhtaçtır. Herkes kendine düşen vazifeyi yaparsa, hepsi birlikte çalışırsa, o iş yürür. Biri vazifesini yapmazsa o iş aksar.
Bu kitaplar yazılınca raflarda kalsa ne faydası olur? Bu kitapları bastıranlar, satanlar, dağıtanlar, tavsiye edenler, hattâ bunlara imkânı olmayıp da sadece bunları yapanlara dua edenler de, sevaba ortaktır.
.
Sözün sahibi önemli
|
Sual: Bir yerde dinimizle ilgili bir söz gördük. Bu sözün sahibine bakmadan, o söze göre amel etmek uygun mudur? Yani bir sözü kimin söylediği veya kim için söylendiği önemli midir?
CEVAP
Evet, ikisi de önemlidir. Söyleyenin mezhebi de önemlidir. Mesela, bir kitapta, (İmam arkasında Fâtiha okumak farzdır) diye okuduk. Hemen bizim de okumamız gerekmez. Kimin söylediğine bakarız. Bunu İmam-ı Şâfiî söylemişse, bizi değil, Şâfiî mezhebinde olanları bağlar. İmam-ı a'zamın her sözü de, Şâfiîleri bağlamaz. Hadis-i şerifler de öyledir. Mezhebimizin hükmüne aykırı olan hadis-i şeriflerle amel etmemiz caiz olmaz. Hattâ mezhebimize uygun olanları da anlamamız zordur.
Sözün kim için söylendiği, herkes için mi, yoksa bir kişi için mi, âlime mi, cahile mi söylendiği de önemlidir. Zata mahsus söylenenler umuma şâmil edilemez. Mesela İmam-ı a'zam hazretleri, müctehid talebelerine, (Kaynağına bakmadan benim sözümle amel etmek sizin hiçbirinize caiz olmaz) buyuruyor. Çünkü müctehid kendi ictihadıyla hareket eder. Başkasının sözü onu bağlamaz. Ama biz Hanefiler için İmam-ı a'zam hazretlerinin sözü senettir, hepimizi bağlar. Kaynağını, delilini araştırmak gerekmez. Çünkü Muhammed Hadimi hazretleri buyuruyor ki:
Dindeki dört delil, müctehidler içindir. Bizim için delil, mezhebimizin bildirdiği hükümdür, çünkü bizler, âyet ve hadisten hüküm çıkaramayız. Mezhebin bir hükmü, âyete, hadise uymuyor gibi görünse de, yanlış değildir; çünkü âyet ve hadis ictihad isteyebilir, başka bir âyet veya hadisle değişmiş olabilir veya bilmediğimiz bir tevili vardır. (Berika s. 94)
Müctehid bir zatın söylediği söz, görünüşte dine aykırı gibi görünse bile, dine uygun tevil edilir. Sözü senet olmayan, sıradan biri ise, hiç önemi yoktur.
.
Âlimlere iftira
|
Sual: Ateist bir öğretmen, (Bilimin ilerlemesine en büyük darbeyi Gazâlî vurmuştur. “Bilimle uğraşmak gereksizdir, sadece ibadetle meşgul olunmalı” diyerek ilim kitaplarını yaktırmıştır. Osmanlıyı da yıkan, bu Gazâlî felsefesi olmuştur) diyor. Bu, iftira değil midir?
CEVAP
Evet, bu iftirayı yapanın, Müslümanlıktan hiç haberi yokmuş. Bilim dediği fen ilimleri, İslamî ilimlerin bir koludur. Büyük bir İslam âlimi olan İmam-ı Gazâlî’nin, ilmi öven yazıları çoktur. Değil bir âlim, sıradan bir Müslüman bile, İslamî ilimlerin kolları olan fen ilimlerine yani Müslümanlığa karşı çıkmaz.
İmam-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki:
Astronomi ve anatomi bilmeyen, Allahü teâlânın varlığını ve kudretini anlayamaz. Müslümanların bilmesi, öğrenmesi lazım olan bilgilereİslâmî ilimler denir. Bu bilgilerin bazısını öğrenmek farz, bir kısmı sünnet, bir kısmı da mubahtır. İslam bilgileri, iki büyük kısma ayrılır:
1- Naklî ilimler: Bunlara din bilgileri de denir. Tefsir, hadis, fıkıh ve tasavvuf gibi…
2- Aklî ilimler: Matematik, mantık, edebiyat, tıp, fizik ve kimya gibi tecrübî bilgilerdir. Bunlar, his organlarıyla duyularak, akılla incelenerek, tecrübe ve hesapla elde edilir. Bu bilgiler, din bilgilerinin anlaşılmasına ve onların uygulanmasına yardımcıdır.
Canlıları öğretene Ulum-i tıbbiyye = Tıp, cansızları öğretene Ulum-i hikemiyye = Hikmet, gökleri, yıldızları öğretene Ulum-i felekiyye = Astronomi, Arz bilgilerine Ulum-i tabiiyye = Tabiat bilgileri denir. Bunların hepsi İslamî ilimlerin birer koludur. (İhya)
Müslümanlar, birçok fen vasıtası yapıp kullanmışlardır. Pusula 1288’de keşfedildi. İğneli tüfek 1866’da, top ise 1361’de keşfedildi. Fatih Sultan Mehmed Han da kullandı. Dinimiz, İslamiyet’i bilmeyenlerin, ilim şekline soktukları, ders adını verdikleri ahlaksızlıkların, uydurma tarihlerin, İslamiyet’e yapılan iftiraların okutulmasına karşı çıkar, zararlı, kötü propagandalardan kaçınılmasını, faydalı, iyi bilgilerin öğrenilmesini emreder. Müslümanlar, fenni sever, fen adamının tecrübelerine inanır, fakat fen adamı sanılan fen yobazlarının iftiralarına, yalanlarına aldanmaz.
İmam-ı Gazâlî hazretleri, bilimin önemini bildirmek için, Kimya-i Saadet kitabında, tecrübeyi emreden hurma aşılamakla ilgili hadis-i şerifi bildiriyor:
Bir gün Eshab-ı kiram, (Yâ Resulallah, Yemen’de hurma ağaçları başka türlü aşılanıyor ve daha iyi hurma alıyorlar. Biz Medine’deki ağaçlarımızı babalarımızdan gördüğümüz gibi mi aşılayalım, yoksa Yemen’de gördüğümüz gibi aşılayıp da, daha iyi ve daha bol ürün mü elde edelim?) diye sorunca, Resulullah efendimiz, “sallallahü aleyhi ve sellem” bunlara, (Biraz bekleyin! Cebrail aleyhisselam gelince, ona sorar, anlar, size bildiririm) veya (Biraz düşüneyim. Allahü teâlâ, kalbime doğrusunu bildirir. Ben de, size söylerim) demedi. (Tecrübe edin! Bir kısım ağaçları, babalarınızın usulüyle, başka ağaçları da, Yemen’de öğrendiğiniz usulle aşılayın! Hangisi daha iyi hurma verirse, her zaman o usulle yapın!) buyurdu. Yani fennin [bilimin] esası olan tecrübeye güvenmeyi emretti. Kendisine melek bildirir veya mübarek kalbine elbette doğardı. Fakat dünyanın her tarafında, Kıyamete kadar gelecek Müslümanların, fenne sarılmaları için tecrübeyi emretti. İki hadis-i şerif:
(İlim Çin’de de, [çok uzakta ve kâfirde de] olsa, gidip alın!)[Deylemî, Taberanî, Beyhekî]
(Fen ve sanat müminin kaybettiği malıdır. Nerede bulursa almalıdır.) [İbni Asakir]
İslamiyet, bütün fen kollarında, ilim ve ahlak üzerinde, her çeşit çalışmayı önemle emretmektedir. Bunlara çalışmak, farz-ı kifayedir. Hattâ bir İslam şehrinde, fennin yeni bulduğu bir alet, bir vasıta yapılmayıp, bu yüzden bir Müslüman zarar görürse, o şehrin idarecilerini, İslamiyet sorumlu tutmaktadır.
Savaş için gereken her çeşit bilgi ve aleti edinmeyi de emreden hadis-i şerifler çoktur.
Bütün Ehl-i sünnet âlimleri gibi, İmam-ı Gazâlî hazretleri de, bu bilgileri çok iyi bilen ve anlatan büyük bir zattır. Böyle büyük bir zata, bilime karşıydı diyerek iftira etmek çok çirkindir.
Sual: Selefî biri, (Hadis imamlarının birçoğu, tasavvuf ehlini bid’atçi olarak görmüş, mesela İmam-ı Buharî, İmam-ı a’zama kâfir demiştir. Tasavvuf ehli de, fıkıh ve hadis âlimlerini deccal olarak göstermiştir. Onun için hiçbir tasavvufçunun mezhebi yoktu) diyor. Bunlar iftira değil midir?
CEVAP
Elbette katmerli bir iftiradır. Onlara göre tasavvuf ehli yani evliya, kâfir demektir. Ellerindeki şirk damgasıyla bütün evliya zatları damgalamışlardır. Maksatları, Ehl-i sünnet âlimleri tekfir edilerek, o âlimlere bağlı Müslümanları kâfir olarak göstermektir.
İmam-ı a'zam hazretleri, büyük bir fıkıh âlimidir. Tasavvuf ehli olan Cafer-i Sâdık hazretlerine talebe olmuştur.
İlk meşhur tasavvuf ehli Hasan-ı Basrî hazretleri, büyük bir imam, yani büyük bir âlimdi.
Tasavvuf büyüklerinin hepsi bir mezhebe bağlı idi. Mezhepsiz evliya olmaz. Çünkü dört mezhepten ayrılmak, İslamiyet'ten ayrılmak olur. Tasavvuf büyüklerinin hepsinin bir mezhebi vardı. Her biri bir fıkıh âlimine bağlıydı. Mesela Cüneyd-i Bağdâdî, İmam-ı Süfyân-ı Sevrî’nin mezhebinde idi. Abdülkâdir-i Geylânî, Hanbelî; Ebu Bekr-i Şiblî, Mâlikî idi. İmam-ı Rabbânî ve Cerîrî, Hanefî; Hâris-i Muhâsibî, Şâfiî idi "kaddesallahü teâlâ esrârehüm."
Silsile-i aliyye denilen tasavvuf büyüklerinin hepsi mürşid-i kâmil idi. Mürşid-i kâmillerin hepsi de, aynı zamanda müctehid idi. Abdülkâdir-i Geylânî ve İmam-ı Rabbânî hazretleri de, İmam-ı a’zam ve İmam-ı Şâfiî hazretleri gibi birer müctehiddir. Dört mezhebin imamı ve diğer müctehid olan zatların hepsi de mürşid-i kâmildir. Aralarında iş bölümü yaptıkları için kimi fıkıhta, kimi tasavvufta meşhur olmuştur. Müctehid olmayan, mürşid-i kâmil olamadığı gibi, mürşid-i kâmil olmayan da, müctehid olamaz.
Bayezid-i Bistamî, Cüneyd-i Bağdâdî, Celaleddin-i Rumî ve Muhyiddin-i Arabî gibi evliya zatlar, her evliya olan zat gibi, bir mezhebe tâbi olmuşlardır.
Hadis âlimlerine ve fıkıh âlimlerine deccal demek çok çirkin iftiradır. Fıkıh ilmine yani Allahü teâlânın emir ve yasaklarının nasıl yapılacağını bildiren ilme düşman olan kimseler, nasıl evliya olur? İmam-ı Buharî hazretlerinin, İmam-ı a'zam hazretlerini tekfir etmesi de tamamen yalan ve iftiradır. Âlimler, birbirini çok severdi. Cahiller, farklı ictihadı düşmanlık zannediyorlar.
İbni Teymiyyecilerin bu iftirası, tasavvuf ehli olan Ehl-i sünnet âlimlerinin İbni Teymiyye’yi tekfir etmelerinden kaynaklanıyor. İbni Teymiyye de, bazı evliya zatlara kâfir diye saldırmıştır. Selefîlerin, buradan bir genellemeye giderek bütün evliya zatlara kâfir dedikleri anlaşılıyor..
İyi ve kötü âlimler
|
Sual: Kötü âlimlerin vasıfları nelerdir?
CEVAP
İmam-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
Âlimlerin dünyayı sevmesi ve ona düşkün olması, güzel yüzlerine siyah leke gibidir. Dini kuvvetlendirmek, İslamiyet’i yaymak şerefi, âlimlere aitse de, bazen bu işi kötü kimseler, kâfirler de yapar. Nitekim Peygamberlerin efendisi “aleyhissalatü vesselam” kötü kimselerin de, dini kuvvetlendireceğini haber verip, (Allahü teâlâ bu dini, facirlerle de, elbette kuvvetlendirir) buyurmuştur. Bunlar, çakmak taşına benzer. İnsanlar, bu taştaki kudretten ateş yapar, istifade eder. Taşın ise, kendine hiç faydası olmaz. Bunların da ilimlerinden kendilerine fayda olmaz. Hattâ bu ilimleri, kendilerine zararlıdır. Çünkü Kıyamette,(Bilmiyorduk, günah olduğunu bilseydik yapmazdık) diyemezler. Bir hadis-i şerif:
(Kıyamette en şiddetli azap, ilmi kendine fayda vermeyen âlime yapılır.) [Beyhekî]
Allahü teâlânın kıymet verdiği ve her şeyin en şereflisi olan ilmi, mal, mevki kapmaya ve başa geçmeye vesile edenlere, bu ilim zararlı olur. Hâlbuki dünyaya düşkün olmak, Allahü teâlânın hiç sevmediği bir şeydir. O hâlde, Allahü teâlânın kıymet verdiği ilmi, Onun sevmediği yolda harcamak çok çirkin bir iştir. Onun kıymet verdiğini kötülemek, sevmediğini de kıymetlendirmek, yükseltmek demektir. Açıkçası, Allahü teâlâya karşı durmak demektir. Ders vermek, vaaz etmek ve dînî yazı, kitap, mecmua çıkarmak, ancak, Allah rızası için olduğu vakit ve mevki, mal ve şöhret kazanmak için olmadığı zaman faydalı olur. Böyle halis, temiz düşünmenin alameti de, dünyaya düşkün olmamaktır. Bu belaya düşmüş, dünyayı seven din adamları, hakikatte dünya adamlarıdır. İnsanların en alçağı bu kötü âlimlerdir. Din, iman hırsızları bunlardır. Böyle iken bunlar, kendilerini din adamı, âhiret adamı ve insanların en iyisi sanır ve tanıtır.
Şeytan neden boş duruyor?
Büyüklerden biri, şeytanın boş durduğunu, insanları aldatmakla uğraşmadığını görünce, sebebini sorar. Şeytan, (Zamanın din adamı geçinen, kötü âlimleri, insanları yoldan çıkarmakta bana o kadar yardımcı oluyorlar ki, bu önemli işi yapmama gerek kalmıyor)demiştir. Doğrusu, zamanımızda İslamiyet’in emirlerini yapmaktaki gevşeklikler ve insanların dinden yüz çevirmesi, hep din adamı perdesi altında söylenen sözlerden, yazılardan ve bu adamların bozuk niyetlerinden dolayıdır.
Dünyaya gönül kaptırmayan, mal, mevki, şöhret kazanmak, başa geçmek sevdasında olmayan din âlimleri, âhiret adamlarıdır. Peygamberlerin vârisleri, vekilleri ve insanların en iyisi bunlardır. Kıyamette, bunların mürekkebi, Allahü teâlâ için canını veren şehitlerin kanıyla tartılacak ve mürekkep, daha ağır gelecektir.(Âlimlerin uykusu ibadettir) hadis-i şerifinde övülen, bunlardır. Âhiretteki sonsuz nimetlerin güzelliğini anlayan, dünyanın çirkinliğini ve kötülüğünü gören, âhiretin ebedî, dünyanın ise fâni olup geçip tükeneceğini bilen onlardır. Bunun için kalıcı olmayan, çabuk değişen ve biten şeylere bakmayıp, bâki olana, hiç bozulmayan ve bitmeyen güzelliklere sarılmışlardır. Âhiretin büyüklüğünü anlayabilmek, Allahü teâlânın sonsuz büyüklüğünü görebilmekle olur. Âhiretin büyüklüğünü anlayan da, dünyaya hiç kıymet vermez. Çünkü dünya ile âhiret birbirine zıttır. Birini sevindirirsen öteki incinir. Dünyaya kıymet veren âhireti gücendirir. Dünyayı beğenmeyen de, âhirete kıymet vermiş olur. Her ikisine birden kıymet vermek veya her ikisini aşağılamak olamaz. [Ateşle su bir arada bulunamadığı gibi], iki zıt şey bir araya getirilemez. (1/33)
Demek ki, dinde nakli esas almayan bozuk din adamlarına itibar etmemeli.
.
Hocasında hata aramak
|
Sual: Bir arkadaş, hocamız dediği bir zat için, (Hocamızın kitaplarında şu kadar hata var. Peygamber değil ya, hatalarını bildirmemiz lazım) diyerek gençlere hocasının hatalı sandığı işlerini anlatıyor. Hocasında hata aramak yanlış değil mi?
CEVAP
Eğer hocasını gerçekten hoca biliyorsa, onda hata araması çok yanlış olur. Hocasını beğenmemek kişinin helâkine sebep olur. Çünkü İmam-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
Büyük bir zatın işlerini beğenmemek, insanı sonsuz felakete götürür. Onun her işi, her sözü iyi ve güzel görünmedikçe, onun feyizlerine kavuşamaz. Ona aşırı sevgisi ve bağlılığı olmakla beraber, içinde ona karşı kıl kadar bir beğenmemek bulunursa, bunu kendi için felaket, yıkım bilmelidir. (1/313)
Onun hiçbir işine, hiçbir sözüne, hardal tanesi kadar bile itiraz etmemeli. (İnsanların en aşağısı, bu büyüklerde kusur görendir)buyuruluyor. (1/292)
Hocasını büyük bir zat bilen, ona itirazsız tâbi olur. Büyük bilmediği hâlde, kendini ve art niyetini gizlemek için, (Büyüğümüz), (Hocamız) diyorsa, o zaman da münafıklık, ikiyüzlülük etmiş olur.
Aşağıdaki yazının tamamı Enver abimizin sohbetlerinden alınmıştır:
Hocasını seven talebe, ceylan ve benzeri hayvanların aslandan korktuğu gibi hocasından çok korkmalı. Bu korku nimettir. Korkmuyorsa felakettir. Eğer biz onların sözlerini dinlemezsek onlar da yarın bizi kurtarmayabilirler. Büyük bir zat başarılı olmanın yollarını anlatırken buyuruyor ki:
Başarılı insan, hocasını çok sever, her zaman hocasından bahseder, her zaman hocasına itaat eder. İtaat arttıkça sevginin gerçeği artar. Sevginin gerçeği arttıkça itaat artar. En sonunda hocasında fâni olur. Ebül-Abbâs-ı Mürsî hazretleri sohbetlerine hep, (Hocam Ebül-Hasan-ı Şâzilî buyurdu ki) diyerek başlardı. Bir gün, (Hep hocanızdan naklediyorsunuz. Hiç kendinizden bir şey söylemiyorsunuz. Siz bir şey bilmiyor musunuz?) diyen birine buyurdu ki:
Ben evden bir şey getirmedim. Ne kazanmışsam bu dergâhta kazandım. (Allahü teâlâ buyurdu ki), (Resulullah buyurdu ki), (Ben diyorum ki) veya (Filan kitapta yazıyor ki) diyerek, anlatmak zor değildir, günlerce durmadan anlatabilirim. Ama bütün bunları öğrenmeme, bu dereceye yükselmeme vesile olan hocama karşı edebe riayet edip, hep ondan naklederek konuşuyorum. Uygun olan da budur. Hocasından bahsetmeyen, hep ben diye konuşan veya hep başka kitaplardan nakleden kimsede hayır yoktur.
Cüneyd-i Bağdadi hazretleri ilk sohbetinde buyurdu ki:
30 sene din hakkında konuşmadım. Sonunda konuşmamı emrettiler, ancak ondan sonra hocamdan öğrendiklerimi nakletmeye başladım. Yine kendiliğimden bir şey söylemedim. Hocamdan naklettiklerimi, kendi bilgimmiş gibi anlatsaydım, hırsızlık etmiş olurdum. Büyükler evden bir şey getirmezler, hırsızlık etmezler, hocasının bilgilerini kendilerine mal etmezler.
Dinimizle ilgili bir şey söyleyebilmek için, bir kaynaktan nakletmek lazımdır. Bizim dinimizde (Bana göre) yoktur. Böyle diyene, (Bana hocandan bahset!) denir. Sonra, onun da hocası sorulur. Çünkü hocaları, silsile yoluyla Resulullah'a dayanmazsa o âlimlere itibar edilmez. Çünkü âlim, ot gibi yerden bitmez. Kitap okumakla insan âlim olmaz. Peygamber efendimiz, (İlim üstattan öğrenilir) buyuruyor.
Tedrisatını bitiren bir talebeye, hocası (Gittiğin yerde, mübarek bir zata rastlarsan “Efendim ilminizden, feyzinizden istifade etmeye geldim” dersin) buyurmuşlar. Gittiği bir beldede üç tane mübarek zat oturuyormuş. Tabiî bu da meşhur olduğu için, (Bunu hemen karşılayalım, ayıp olur, mübarek zatın talebesidir) demişler. O talebe, o mübarek zatlara (Efendim, ilminizden, feyzinizden, istifade etmek istiyorum) dediği zaman, o zatlardan biri, (Ah evladım, ilim, feyiz, bereket nerede biz nerede? Sen anlat da biz dinleyelim) der. Talebe zat, (Rabbime hamd olsun bir mübarek zat, bir Allah adamı buldum) diye hemen eline yapışıp öpüyor. Ölçü meğer oymuş. Yani kim (Gel, ben sana bir şeyler vereyim) derse, ondan kaçmalı. Kim (Biz insan mıyız? Biz hazır olsak hesaba katılmayız. Gaip olsak, aranmayız) derse işte o, esas insandır.
Hocamız, (Bu hizmetlerin zerresini kendimizden bilsek helak oluruz. Hattâ imanımızı da hocamıza borçluyuz) deyince, orada bulunan Seyyid Kasım Efendi, bunu destekler mahiyette, (Kitapta okudum. Eğer bir talebe imanını hocasından bilirse, o tevazuun zirvesindedir) dedi.
Biz ömrümüz boyunca hocamızdan hep Abdülhakîm Efendi hazretlerini işittik. Tabiî ki, Abdülhakîm Efendi hazretleri de Seyyid Fehim hazretlerinden bahsederlermiş. Büyük zatlar, hep böyle hocalarından bahseder. Bu, büyük olmanın şânındandır. Merhum Hocamız buyururdu ki:
(Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerini tanıdıktan sonra, elime geçen beş kuruşu kendimden bilsem helâk olurum. Hepsi Efendi hazretlerinin bereketidir. Ehl-i sünnet âlimleri, “Hocasını beğenmeyen birini seven kimse köpekten daha aşağıdır” buyuruyor. Ya hocasını kendi beğenmezse, onda hata ararsa, o zaman domuzdan da aşağıdır.)
Muhammed Mâsum hazretleri buyuruyor ki:
Şeyh-ül-İslam Abdullah-i Ensari hazretleri, (Hocamızı inciten birine karşı kalbimde soğukluk duyuyorum) buyuruyor. Büyüklerin(Üstadını incitene darılmaz, gücenmezsen, köpek senden daha iyidir) sözü meşhurdur. (1/29)
Demek ki, sadık bir talebe, böyle ikiyüzlülerle arkadaşlık etmeyi öldürücü zehir bilmelidir.
|
|
|
. |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Suallere cevap
|
Sual: Türkiye Gazetesi’nde dînî suallere, kırk yılı aşkın, neden hep aynı kişi cevap veriyor? Başka bir sual cevap bölümü niye yok?
CEVAP
Bunu merhum Enver abimiz şöyle açıklamıştı:
(Hocamızın bildirdiğini aynen yazıp, kendinden bir şey ilave etmediği için bu görev ona verilmiştir. Başka biri olsaydı, kitaplara bakar, Hocamızın tercih etmediği bir kavli söyleyebilirdi. Hocamız onun önüne ışık tutuyor, o da, o ışık sayesinde eğriyi doğruyu görüyor, itikadı bozuk kimselerin hatalarını buluyor. Bu ışıktan mahrum insanlar ise, el yordamıyla, karanlıkta doğruyla yanlışı anlamaya çalışıyor. Önüne ışık tutulanla, karanlıkta hareket eden, körle gören gibidir, ikisi bir olmaz.)
İşte bu ışık sayesinde, sorulan suallere cevap verilmeye çalışılıyor.
Her konuda, muteber kitaplarda farklı kaviller var. Bir âlimin caiz dediğine, başka âlim mekruh, hattâ haram diyebiliyor. Bizim bunlar arasında bir tercih yapma yetkimiz yoktur. Biz, otuz yılı aşkın, merhum Hocamıza okuyuculardan gelen sualleri sorduk. Onların tercih edip bildirdiklerini naklettik.
Başka kitaplarda çok farklı kaviller var. Biz sadece Hocamızın verdiği kavli bildiriyoruz. Mesela, (İmam-ı a'zama göre, imam, “Rabbena lekel hamd” demez, İmameyn’e göre ise der) deniyor. Bunun birini tercih etme yetkimiz yoktur. Merhum Hocamıza sorduk. İmam-ı a'zamın kavliyle hareket etmemizi söylemişti. Bir genç, hem bize, hem de ilahiyatçı bir profesöre, (İmam, Rabbena lekel hamd der mi?) diye soruyor. O da, muteber kitaplardan birine bakarak (Der) diyor. Biz de (Dememeli) demiştik. O genç, (Niye böyle farklı cevap veriliyor?) diye bizi sorguya çekmişti.
İşte böyle farklı cevaplar çıkmaması için, tek bir yerden cevap verilmesi istendi. Eğer farklı kişiler cevap verirse, cevap başka muteber bir kitaptan alınsa bile, farklı kavil olabilir. Bu da yanlış anlamaya, hattâ fitneye yol açabilir.
Bu konuda bir toplantı yapılmıştı. Gazetemizde dînî konularda yazan bütün yazarların, kendilerine gelen sualleri www.dinimizislam.comsitesine yönlendirmesi, kendilerinin cevap vermemesi, varsa farklı cevapların da sitelerinden kaldırılması istendi. Toplantıya katılan Mehmet Said Arvas, Ramazan Ayvallı, Hasan Yavaş, Fahrettin Tacar, Ali Zeki Osmanağaoğlu, Ahmet Demirbaş, Abdüllatif Uyanve Vehbi Tülek abiler, kendilerine gelen dînî sualleri zaten aynı yere sorduklarını belirttiler. Radyoda, kitaplarımıza uygun cevap veren Osman Ünlü abinin sitesi www.osman-unlu.com ile www.ramazanayvalli.net, www.huzurpinari.com ve www.hakikatkitabevi.net internet sitelerine gelen sualler de otomatik olarak bize havale ediliyor.
Mehmet Said Arvas abi, (Mehmet Ali Demirbaş abi, bana Şâfiî mezhebiyle ilgili sorular soruyor, ben de ona Hanefî mezhebiyle ilgili sorular soruyorum) demişti. Böyle istişare ile meseleler hâlledilip, neticede gazetede ve radyoda tek kaynaktan cevap veriliyor. Bu bakımdan birlik ve beraberliğin sağlanması ve kitaplara aykırı cevap verilmemesi için, başka kaynaklardan cevap verenlere itibar etmemelidir.
|
.
Âlimin hatası olur mu?
|
Sual: Dört mezhep imamının veya diğer müctehid âlimlerin, mesela İmam-ı Rabbânî, İmam-ı Gazâlî hazretlerinin hatalarını biz bilebilir miyiz?
CEVAP
Biz bilemediğimiz gibi, ictihad derecesine yükselmiş başka bir âlim bile bilemez, çünkü (İctihad ictihadla nakzedilemez) yani onun hükmünü bozamaz, o ictihadı hükümsüz hâle getiremez, o hükmün yanlış olduğunu söyleyemez. Fetava-yı Hindiyye’deki ictihadî bir hükmün, İbni Âbidin’den delil getirilerek, yanlış olduğu söylenemeyeceği gibi, İbni Âbidin’deki ictihadî bir hükmün de, Hindiyye delil gösterilerek yanlış olduğu söylenemez. Tercih ehli olan âlimler, bu hükümlerden birini tercih edebilirler.
Mezhep içinde böyle farklı ictihadlar ve tercihler olduğu gibi, dört mezhep arasında da farklı ictihadlar çoktur. (Burada Hanefî doğrudur, ötekinde Şâfiî’nin ictihadı doğrudur) denmez. Mezhepsizlerin, (Deliline bakarız, sağlamsa alır, çürükse atarız) demelerinin dinde hiç kıymeti yoktur. Müctehid olmayan delilden anlamaz, anlasa da onun anlayışı geçerli olmaz. Hanefî âlimleri, imam arkasında Fâtiha okumanın tahrimen mekruh, Şâfiîler de farz olduğunu bildirmişlerdir. Bir mezhepsiz çıkıp da, (Bu ictihadlardan biri zayıf, öteki kuvvetli)diyemez. Dese de dinde hiçbir değeri yoktur. (Ben deliline bakarım)demesi, câhilleri kandırmaya çalışmak olur.
Âlimin hatası varsa, onu ancak Allahü teâlâ bilir. O hata ictihad hatası olduğu için, âlim ondan sorumlu olmaz. Hattâ (Âlim, ictihadında hata ederse bir, isabet ederse iki sevab alır) hadis-i şerifine göre, kendisine sevab da verilir.
(Âlim de insandır, onun da hatası olur) demek, üç yönden yanlıştır:
1- Onun hatasını müctehid âlim de bilemediğine göre, mezhepsizler hiç bilemez.
2- Sevab olan bir ictihada hata demek çok yanlış olur.
3- (Âlimler de hata eder) demek, âlimlere olan itimadı sarsacağı için yanlıştır. Allahü teâlânın ve Resulullah efendimizin övdüğü âlimler için,(Âlimlerde hata olur) demek çok çirkin olur.
Bazı mezhepsizler, (Âlimin birinin ak dediğine, ötekinin kara demesi hata değilse nedir?) diyorlar. Bunun cevabını da Resulullah efendimiz veriyor, (O, rahmet-i ilâhîdir) buyuruyor. Böyle farklı ictihadlar da Allahü teâlânın bir rahmetidir. Bir hadis-i şerif:
(Ümmetimin [müctehid âlimlerinin] ihtilafı [farklı ictihadları, mezheplere ayrılması] rahmettir.) [İmam-ı Beyhekî, İmam-ı Münâvî, İmam-ı İbni Nasr, İmam-ı Deylemî]
Büyük fıkıh âlimi İbni Âbidin hazretleri, Redd-ül muhtar kitabında buyuruyor ki:
(Ümmetimin ihtilafı rahmettir) hadis-i şerifi meşhurdur. Mekasıd-ı hasene’de yazılıdır. İbni Hacib de Muhtasar’da sahih olduğunu yazmaktadır. Nasrul-mukaddesi’nin Hucce kitabında ve Beyhekî’ninRisalet-ül-eşariyye’sinde sahih hadis olarak bildirildiğini, İmam-ı Süyûtî yazmaktadır. Hâlimî, Kadı Hüseyin ve İmam-ül-Haremeyn de sahih olarak bildirmişlerdir. Mevahib-i ledünniyye’de de yazılıdır.(Redd-ül muhtar)
Âlimlerin farklı ictihadları rahmet olduğu gibi, Eshab-ı kiramın farklı ictihadları da rahmettir. Bir hadis-i şerif:
(Eshabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayete erersiniz. Eshabımın ihtilafı [farklı ictihadları] rahmettir.) [Taberânî, Beyhekî, İbni Asakir, Hatîb, Deylemî, Dârimî, İ. Münâvî, İbni Adiy]
Bu hadis-i şeriflere mezhepsizlerin uydurma demelerinin önemi olmaz. Bu hadisleri nakleden âlimleri yalancı veya câhil olarak göstermek ne kadar çirkindir. Sonra gelenlerin, önce gelen âlimleri suçlayacaklarını Resulullah efendimiz mucize olarak bildirmiştir. İki hadis-i şerif:
(Âhir zamanda, sonra gelenler, önceki âlimleri câhillikle suçlayacak.) [İbni Asakir]
(Sonra gelenler, önceki âlimleri kötüleyecektir.) [Tirmizî]
Birer mucize olan bu hadis-i şerifler, âhir zamanda sapıkların, mezhepsizlerin türeyeceğini bildirmektedir.
|
|
13 Haziran 2003 Cuma
|
|
Her şey curcunaya dönüşmüş
Zamanın şartlarına göre değişim şart. Fakat bu değişimde ölçü kaçırılırsa, ortalık curcunaya döner ve toplumu ayakta tutan değerleri yok olma noktasına getirir. Hele bir de değişmeyecek şeyleri değiştirmeye zorlarsanız kendinizi inkar etmiş, bir nevi “harakiri” yapmış olursunuz.
Her nedense iki asırdır, gelişimi, değişimi hep yanlış uyguluyoruz veya uygulatıyorlar. Batı, değişimde teknolojiye yönelirken biz dine, manevi değerlere yöneldik. Onlar dinlerine hiç dokunmazken biz teknolojiyi bir tarafa bırakıp nasıl yaparız da dini değiştiririz, hep bunun planı, projesi ile uğraştık. Çünkü kasıtlı olarak geri kalmanın müsebbibi olarak din gösterildi.
Bu kadar yanlış zorlamanın çarpık neticeleri de artık alınmaya başlandı. Manevi değerlerimiz, dinimiz, her kesim tarafından tartışılmaya, sorgulanmaya başlandı. Eskiden bid’atler hurafeler sokularak bozulmaya çalışılan din, şimdi iman esasları sarsılarak bozulmaya yok edilmeye çalışılmaktadır.
Dikkat edilirse, televizyonlarda en çok tartışılan konular dini konular. Halbuki dini inançlarda doğru, tartışmakla bulunamaz. Bulunabilseydi bu kadar peygamberin, kitabın gönderilmesine lüzum kalmazdı.
Aydın din adamı yetiştirmek ve dünyaya İslamiyeti tanıtmak için açılan ilahiyat fakültelerinin bazılarında; derslerde, verilen konferanslarda sistemli bir şekilde öğrenciler, değişim adı altında dinden, namazdan manevi değerlerden uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Manevi değerlere önem vermeyen, namaz kılmayan kimseler, imanı kuvvetli ideal insan olarak lanse edilmektedir. Kabın içinde ne varsa dışarı onu sızdırır, bu normal. Beni hayrete düşüren, konferansta, derste hiçbir öğrencinin söz isteyip, “hocam siz diyorsunuz, hem namaz kılmayacak hem de imanı kuvvetli olacak bu nasıl olur?” dememesi.
Din tahripçilerinin hepsinin ortak özelliği, “doğruyu sadece ben bilirim, sadece benim dediklerim doğru” demeleri. Bir taraftan, Kur’an kafidir, herkes okuyup dinini buradan öğrenebilir; bir alime, bir mezhebe, hatta peygambere ihtiyaç yok derken; diğer taraftan her biri İslamiyeti anlatan, “İslamiyet budur” diyerek bir sürü kitap yazıyorlar. Bununla da kalmıyorlar, konferanslarla, televizyon programlarıyla, gazete yazılarıyla dini yorumluyorlar. Demek ki samimi değiller. Hani herşey açıktı, rehbere, alime ihtiyaç yoktu! Bir alime, rehbere ihtiyaç olduğunu onlar da biliyorlar, fakat hinliklerinden öyle söylüyorlar.
Anadolu’nun ücra bir köyünde yaşayan Ali askere gider. İlk günlerde Paşa teftişe gelir. Paşa bizim saf Anadolu çocuğu olan Ali’nin karşısında durup sorar: Oğlum benim adım ne? Bizim Ali, kendi kendine düşünür: Koskoca Paşanın kendi adını bilmemesi mümkün değil. Bu işte bir bit yeniği var, diyerek ne cevap vereceğini düşünmeye başlar. Birden gözleri parlar, işin sırrını çözmenin sevinciyle kendinden emin bir şekilde; komutanım der, sen adını bilmesine biliyon da, bunu bana hinliğinden soruyon!..
Ali’nin bu saf ve samimi cevabı Paşanın çok hoşuna gider, kahkaha ile güler.
Şimdi bana diyecesiniz ki, “sen hep olumsuzlukları dile getiriyorsun, pek çok da iyi gelişmeler oluyor. Mesela, son yıllarda, dine yöneliş arttı, namaz kılanlar çoğaldı, başörtülülerde kayda değer artış oldu.” Böyle söyleyenler, görünüşte haklı olabilirler. Fakat, sayıya değil kaliteye bakmam lazım. Adam namaz kılıyor ama, günde on defa küfre dalıp çıkıyor haberi yok. Kadın başını örtüyor ama, açıktan farkı yok. Hatta pek çok açık kadın bunlardan daha edepli. Uzaktan bana bak dedirtecek, daracık bir elbise, uzun yırtmaçlı etek, tesettürlü-tesettürsüz defileler, o toplantı senin bu toplantı benim akşama kadar sokakta. Halbuki başı örtmek tesestürün bir parçasıdır. Tesettür sadece başı örtmekten ibaret değildir. İnancı gereği başını örten, bunun diğer icablarını da yerine getirmesi gerekmez mi?
Sıkıntıların sebebi kötü din adamlarıdır |
|
Bugün dünyanın her yerinde kötü işler, günahlar rağbettedir. İyi işler, faziletler ise öcü gibi gösteriliyor. Bunlar kıyamet alametidir. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Kötüler iyi, iyiler kötü gösterilmedikçe, kıyamet kopmaz.) [Haraiti]
Sık sık duyarız; (Bak herkes böyle yapıyor, onlar yanlış yolda da sadece sen mi doğru yoldasın) deniyor. İyilik, güzellik, hak gibi hususlar, her zaman çoğunluğun bulunduğu yerde olmaz. Mesela Çin’in, Japonya’nın nüfusu çoktur. Dinleri Budizm’dir. İnsanların çoğu Budist diye, Budizm’in doğru olduğu söylenemez. Dünyada gayri müslimler, Müslümanlardan daha fazla. Azınlıkta kaldığı için (Müslümanlık hak din değildir) denemez. Çünkü Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:
İnsanların çoğuna uyan sapıtır. (Enam 116), Halkın çoğu kâfirdir. (Nahl 83), Çoğu fâsıktır. (Maide 49), Çoğu müşriktir. (Rum 42), Çoğu iman etmez. (Rad 1), Çoğu inkârcıdır. (İsra 89), Çoğu gafildir. (Yunus 92)
‘Herkes öyle diyo’ misali, herkese inanmak yanlıştır. Allahü teâlâ yine buyuruyor ki:
(Bu dinin [İslâmın] doğru olduğunu insanların çoğu bilmez.) [Rum 30]
Ekseriya kıymetli şey, altın gibi az olur. Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:
İnananlar azdır. (Sad 24) Şükreden azdır. (Sebe 13)
Çok kimse, Resulullahın vârisleri olan Ehli sünnet âlimlerinin kıymetli eserlerinden tercüme ederek yayınladığımız kitaplara karşı çıkıyor. Sebebi basittir. Bu kitaplarda, Allahü teâlânın (Hepsinden razıyım. Hepsine Cenneti söz verdim) buyurduğu, Eshab-ı kiramın tamamı övülüyor. Sahabe düşmanları, elbette buna karşı çıkar.
Resulullah efendimizin de, (Ümmetimin âlimlerinin farklı ictihadları, mezheplere ayrılması rahmettir) buyurduğu bildiriliyor. Mezhepsiz olan elbette karşı çıkar.
Adam gusülde ağzın içini yıkamanın farz olduğunu bilmediği için yıllarca cünüp gezmiştir. Yıllarca sünnet diye bid’at işlemiştir. Mesela sünnet diye bid’at sakal bırakmıştır.
Farzların yanında nafile ibadetler denizde damla bile değildir. Adam farzları bırakıp yıllarca nafile ibadet etmiştir. Bu kıymetli kitaplardan gerçeği öğrenince elbette şoke olacaktır.
Bid’at ehlinin, Vehhabiliğin, kamufle adıyla selefiliğin, dinde reformculuğun, Kadıyaniliğin, Behailiğin, Hurufiliğin, 19’culuğun, bozuk ve yanlış olduğu, maksatlı kurulduğu, kötü din adamlarının eşkıya olduğu açıklanıyor. Bu gruplardan birini seven, elbette bunları kötüler. İbni Teymiyyeci, Abduhçu olan, elbette bunlara karşı çıkar. Adam, bir hizbin militanı ise, şucu bucu ise, kendi hizbinden olmayanı kötüler. Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:
(Dinde parçalandılar. Her grup, kendi yollarını doğru sanıp sevinmektedir.) [Müminun 53]
O halde kötü din adamlarından uzak durmalıdır. İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki:
(Dünyalık peşinde olan din adamlarının sözlerini dinlemek, kitaplarını okumak zehir yemek gibi zararlıdır. Kötü din adamlarının zararları bulaşıcıdır. Cemiyetleri bozar, milletleri parçalar. Tarihte İslâm devletlerinin başlarına gelen felaketlere hep kötü din adamları sebep oldu. Devlet adamlarını doğru yoldan bunlar saptırdı. Peygamber efendimiz, (Müslümanlar 73 fırkaya bölünecek. Bunların 72’si cehenneme gidecek, yalnız bir fırkası cehennemden kurtulacak) buyurdu. Bu 72 sapık fırkanın reisleri, hep kötü din adamları idi. Cehennemden kurtulacak olan tek fırka ise, Ehl-i sünnettir.) [1/47]
|
Âlimin de kötüsü olur! |
|
Sual: İmam-ı Rabbani, (Mehdi, Medine’deki bid’at ehli olan âlimi öldürecektir) diyor. Bid’at ehli olana âlim denir mi hiç? Bir de Seyyid Abdülhakim efendi, (Zemahşerî, tefsir, fıkıh ve lügat âlimi idi. Mutezile mezhebinde idi. Ölürken tövbe ettiği söylenmektedir. Kur’an-ı azîm-üş-şanın muciz olduğunu anlatmakta; esas, senet olan belâgat ilminin âlimlerinin en yüksek derecesinde olduğundan, Ehl-i sünnetin tefsir âlimleri, Kur’an-ı kerimin belâgatini anlatan kısımları, onun tefsirinden almışlardır) diyor. Mutezile olan birine âlim demek caiz midir?
CEVAP: Her âlim, cennetlik demek değildir. Onlardan da Cehenneme giden olacaktır. Kur’an’da, kötü âlimler, dilini sarkıtıp soluyan köpeğe, kitap yüklü merkebe benzetilmiştir. (Cuma 5, Araf 176)
Kötü âlimler hakkında hadis-i şeriflerden bazıları da şöyledir:
(Âlimlerin iyisi, insanların en iyisi, kötüsü de, insanların en kötüsüdür.) [Bezzar]
(Yazıklar olsun kötü âlimlere ki, ilmi ticarete alet ederler.)[Hakim]
(Amelsiz âlim, mum gibidir, kendini yakar, insanları aydınlatır.)[Bezzar]
(Ümmetim, kötü âlimler, cahil abidler yüzünden helak olur.) [Darimi]
(Kıyamette en şiddetli azab, ilmi kendine fayda vermeyen âlime olur.) [Beyheki]
(İlmini, insanlara öğretmeyen âlime, kıyamette ateşten yular bağlanır.) [Tirmizi]
(Kıyamette bir din adamı Cehenneme atılır. Tanıdıkları ona, “Sen dünyada dinin emirlerini bildirirdin. Niçin bu azaba düştün?” derler. O da, “İnsanlara, günahtır, yapmayın” der, kendim yapardım. “Yapın” dediklerimi de yapmazdım. Bunun cezasını çekiyorum” der.)[Buhari]
(Öyle bir zaman gelir ki, âlimler fitne unsuru olur.) [Ebu Nuaym]
Demek ki âlimlerin iyisi de, kötüsü de oluyor.
Hakiki İslam âlimleri elbette çok kıymetlidir. İslamiyet’in temeli üçtür: 1-İlim, 2- Amel 3- İhlas.
1-İlim, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğ..renilir.
2-İlme uygun olan ameldir. İlmi ile amel etmeyen hakiki âlim olamaz. Bir hadis-i şerif meali:
(Âlim, ilmi ile amel edendir.) [Ebuşşeyh]
3-İlimde ve amelde ihlas sahibi olmaktır. İhlas, ilmin ve amelin Allah rızası, Allah sevgisi ile olmasıdır. İhlas yoksa ilim de amel de makbul değildir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Allahü teâlâ, ancak ihlasla yapılan ameli kabul eder.) [Dâre Kutni]
İslâm âlimi
İlim, amel ve ihlas sahibi olana ancak İslâm âlimi denir. Hakiki âlim, Kur’an-ı kerimi, hadis-i şerifleri açıklayan salahiyetli, yüksek insandır. Sünneti, bid’ati bilir. Hakkı bâtıldan ayırır. İlmi çok olduğu halde, hakkı bâtıldan ayıramayan, hakiki âlim değildir. 72 bid’at fırkasının önderleri de âlim idi, hakkı bâtıldan ayıramadıkları, Ehl-i sünnetten ayrıldıkları için dalalete düşmüşlerdir. Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip yanılan kimseye felsefeci denir. Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği yanıldığı yerlerde, İslam ışığı altında akla doğruyu gösteren büyüklere İslam âlimi denir. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: (Dünyalık peşinde olan din adamlarının sözlerini dinlemek, kitaplarını okumak zehir yemek gibi zararlıdır. Kötü din adamlarının zararları bulaşıcıdır. Toplumları bozar. Tarihte İslam devletlerinin başlarına gelen felaketlere hep kötü din adamları sebep oldu. Devlet adamlarını doğru yoldan bunlar saptırdı. 72 bid’at fırkasının reisleri, hep kötü din adamları idi.) [1/47]
|
Dini içten yıkmak isteyenler |
|
Bazı kimseler, “Dinsizler dururken din görevlilerinin hataları ile uğraşmak gıybettir. Hatasız kul olmaz. Hatalı da olsa bid’at ehlinin kitaplarından faydalanmalı. 73 islam fırkası, birleşerek İslam birliği gerçekleştirilmeli. Hatta Hıristiyanlarla diyaloga girip, önce dinsizlik yok edilmeli. Bid’at ehlinin hatalarını biz de kabul ediyoruz. Ancak şimdi zamanı değildir” diyorlar. Din âlimlerini kötülemek çok kötüdür. İbni Asâkir hazretleri, (Din âlimlerinin etleri zehir gibidir. Koklayan [tenkide yönelen] hastalanır, tadan [kötüleyen] ölür.) buyuruyor. Biz, kötü olan kimseleri, mezhepsizleri teşhir ediyoruz. Kitaplarından misaller vererek hatâlarını açıklıyoruz. Bu hatâlara aldanmamaları için müslümanları ikaz ediyoruz.
Elbette İslam âlimlerini gıybet etmek haramdır. Ama gıybet nedir?
Gıybet, bir müslümanın veya bir zimminin gizli bir kusurunu arkasından söylemek olup harbîlerin ve açıkça günah işleyen müslümanların bu günahlarını bildirmek, müslümanlara zulmedenlerin ve alışverişte onları aldatanların yaptıkları bu fenalıkları duyurmak, müslümanları bunların şerrinden sakındırmak, Müslümanlığı yanlış anlatanların ve yazanların bu iftiralarını söylemek lâzım olduğundan gıybet olmaz. (Reddül Muhtar)
Mezhepsizlerin ileri sürdükleri görüşler, “Hatasız kul olmaz” kabilinden basit hatalar değildir, imanı ilgilendirmektedir. Bir kısmı bid’at bir kısmı ise küfürdür. Mesela, îbni Teymiyye gibi Arş’ın kıdemine kani olmak, (Arş’ı yaratılmış kabul etmemek) Mason Abduh gibi düşük faizlere cevaz vermek, Mason Efgani gibi “Peygamberlik bir sanattır” demek, Reşit Rıza gibi icmayı inkâr edip telfık zihniyetini savunmak, Mr. Hamidullah gibi mucizeleri tevil veya inkâr etmek, Zeydî Şevkânî gibi taklidi haram saymak, İzmirli İsmail Hakkı gibi camilere sıra, müzik âletleri konmasını ve Türkçe namaz kılınmasını istemek, bid’at fırkalarından müteşekkil bir islâm birliği düşünmek basit birer hata mıdır?
Bunları bilip de, gücü yettiği halde, susmanın vebali büyüktür. Çünkü hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Bid’atler yayılıp, sonra gelenler, öncekilere lânet ettiği zaman, doğruyu bilenler herkese söylesin! Eğer söylemeyip gizlerse, Allahın indirdiği Kur’an-ı kerimi gizlemiş olur.) [İbni Asakir]
(Ortalık karışır, yalanlar yazılır, adetler ibâdetlere karıştırılır ve Eshabıma dil uzatılıdığı zaman, doğruyu bilenler herkese bildirsin! Allahü teâlânın, meleklerin ve bütün insanların lâneti, doğruyu bilip de, gücü yettiği hâlde bildirmeyene olsun.)! [Ebu Nuaym, Deylemî]
Allahü teâlânın emirlerini bildirmek ve yasak ettiklerinden sakındırmak çok mühim bir vazifedir. Hadîs-i şerifte buyuruldu ki:
(Birbirinize Müslümanlığı öğretin! Emr-i marufu bırakırsanız, Allahü teâlâ, en kötülerinizi başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabul etmez.) [Bezzar]
Emr-i marufu ve nehy-i münkeri el ile yapmak hükümete, dil ile yapmak din adamlarına, kalb ile yapmak her Müslümana farzdır. (Hadika) [Devamı var]
|
İnsanların en kötüleri |
|
Din görevlisinin iyisi, kötüsü olur mu? Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Âlimlerin iyisi, insanların en iyisidir. Âlimlerin kötüsü ise, insanların en kötüsüdür.) [Bezzar]
(Cehennemdeki din görevlisine, “Sen dünyada dinin emirlerini bildirirdin. Niçin bu azaba düştün?” derler. O da, “Günahtır, yapmayın” der, kendim yapardım. “Yapın” dediklerimi de yapmazdım. Bunun cezasını çekiyorum” der.) [Buharî]
(Cehennemde azap çekenlerden bazılarının yaydıkları kötü kokular, diğerlerine ateşten daha fazla azap verir. “Sen ne günah işledin ki, öyle pis koku saçıyorsun?” denildiğinde, “Ben din görevlisi idim. Bildiklerimi yapmazdım”der.) [İ. Ahmed]
(Yazıklar olsun kötü âlimlere ki, ilmi ticarete alet ederler. Menfaat için devlet adamlarına yaklaşırlar, bunların yaptıkları ticaret, kesada [darlığa, kıtlığa] uğrasın!) [Hâkim]
(Bir zaman gelir ki, din görevlisi fitne unsuru olur, camiler ve hafızlar çoğalır, ama, [hakiki] âlim hiç bulunmaz.) [Ebu Nuaym]
(Zebaniler, günahkâr hafızlara, puta tapanlardan önce azap yapar. Çünkü bilerek yapılan günah, bilmeyerek yapılandan daha kötüdür.) [Taberânî]
(Âhir zamanda câhil din görevlileri ve fâsık hafızlar çoğalır. Bunlar, merkep leşinden daha kokmuş olur.) [Tezkire-i kurtubi muhtasarı]
(Kur’an-ı kerim, okuyanlarına, ya şefaat edecek veya düşman olacaktır.) [Müslim]
(Ümmetimdeki münafıkların çoğu Kur’ân-ı kerîm okuyanlardan olacaktır.) [İ. Ahmed]
(Ahir zamanda, âlim azalır, cahil artar. Cahil ve sapık din görevlisi de, yanlış fetva vererek fitne çıkarır, kendisi sapar, başkalarını da saptırır.) [Buhârî]
(Bir zaman gelir ki din görevlileri, en şerli olur; fitne onlardan başlar, onlara döner.) [Hâkim]
(Ümmetim, kötü âlimler, cahil âbidler yüzünden helak olur.) [Darimi]
(Ümmetim, kötü din görevlilerinden çok zarar görecektir.) [Hakim]
Bu hadîs-i şeriflerden dini içten yıkmaya çalışanların bulunacakları anlaşılmaktadır. Böyle kimselerin ihanetlerini açıklamak gerekmez mi? “İç mücadeleye şimdilik lüzum yok” demek büyük gaflettir. Aslında iç düşman, dış düşmandan, içteki yara dıştaki yaradan daha tehlikelidir. Ayaktaki bir yaranın tedavisi, kalbdeki bir yaranın tedavisinden daha kolay olur. Sırlarımızı, cephanemizi ve zayıf noktalarımızı bilen bir düşmanın zararı dıştaki düşmandan daha tehlikelidir.
Abduhcuların, “Biz İmâm-ı a’zamı da, Muhammed Abduh’u da severiz.” demeleri yanlıştır. Abduh sevilirse, İmâm-ı a’zam hazretleri sevilmemiş olur. Çünkü İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Resulullaha tam ve kusursuz tâbi olabilmek için, onu tam ve kusursuz sevmek lâzımdır. Tam ve olgun sevginin alâmeti de onun düşmanlarını düşman bilip sevmemektir. Sevgiye gevşeklik sığmaz. İki zıt şeyin sevgisi bir kalbde yerleşmez. İki zıttan birini sevmek diğerine düşmanlığı gerektirir. (m. 165)
|
|
Tartışmanın zararı |
|
Hakkı açıklamak niyetiyle de olsa, başkalarını mağlup etmek için yapılan tartışmalar zararlıdır. Bir kimsede tartışmada galip gelme sevgisi, hakkı karşısındakinin ağzından duymaktan daha sevimli gelirse, her kötülüğün içine girmiş demektir. Tartışmayı kazanma arzusu, diğer kötülüklere sebebiyet verir. Tartışmanın on zararı vardır:
1- Hasede yol açar: Hased ise, ateşin odunu yediği gibi, iyilikleri yer. Tartışmada galip gelen de, mağlup olan da zararlıdır. Mağlup olana, (Falanca senden daha ileri görüşlüdür) denince, galip gelene haset etmeye başlar. Tartışmada galip gelen kimse, kendini üstün görmeye başlar. Hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ, kibredeni alçaltır, tevazu edeni yükseltir) buyuruldu. (Taberânî)
2- Hakkı küçük gösterir: Tartışmacı, kendini üstün görme hastalığından kurtulamaz. Her zaman kendisinin hakim olmasını ister. (Niye hep kendin konuşuyorsun) diyenlere, (Biz böyle davranmakla ilmin izzetini koruyoruz) der. Hasmının bildirdiklerine önem vermez, onun delillerini küçük görür. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Hakkı küçük görmek kibirdendir.) [İ. Gazali]
3- Kin tutmaya yol açar: Fikrinin kabul edilmediğini gören tartışmacı, hasmına kin besler, bazen ömür boyu onu affetmez. Kin felakettir. Hadis-i şerifte, (Mümin kinci olmaz) buyuruldu. (İ. Gazali)
4- Gıybete sebep olur: Tartışmacı, hasmının sözlerini naklederek, (O şöyle dedi, ben şöyle cevap verdim) diyerek kendini gıybetten kurtaramaz. Hâlbuki gıybet etmek, ölü eti yemek gibidir.
5- Övünmeye sebep olur: Tartışmacı, galip gelirse, kendini övmekten kurtaramaz. (Şu delilleri getirerek susturdum) diye kendini över. Halbuki, (Çirkin olan doğru, kişinin kendini övmesidir). Bir ayet meali: (Allahü teâlâ, kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez) [Lokman18]
Arkadaşını mağlup etmekle övünen bir cemiyette, kardeşliğin tesisi mümkün olur mu? Övünmek, başkasını hakir, aşağı görmekten ileri gelir. Halbuki hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Din kardeşini hakir görmek, kötülük olarak yeter.) [Müslim]
6- Kusur araştırıcı olur: Tartışmacı, hasmını yenmek için onun gizli kusurlarını araştırmaktan kendini alamaz. Hâlbuki başkalarının kusurlarını araştırmak günahtır. Tartışmacı, hasmının bedeni kusurlarını ima ile de olsa söyler. Mesela; hasmı gözlüklü ise, (Bu gerçekler gözlükle görülmez) diyerek hasmının, gözündeki, bedenî kusurunu ilmî noksanlığı için bir özür sayar.
7- Zarara sevindirir: Tartışmacı, hasmının kötü duruma düşmesine sevinir. Hâlbuki hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Kendisi için sevdiğini, din kardeşi için sevmeyen kâmil mümin olamaz.) [Buharî]
8- Riyaya yol açar: Tartışmacı, zahiren hasmına sevgi gösterir ise de, bunun yalan olduğunu bilir. Bu ise münafıklık alametidir. Tartışmacı halkın gözüne girmeye çalışır. Bu ise riyadır. Hadis-i şerifte, (Riya küçük şirktir) buyuruldu. (Taberânî)
9- Hakkı inkâra yol açar: Hakkın hasmının ağzından çıkmasına nefret eder. Bu ise felakettir. Hadis-i şerifte, (Allahın en sevmediği kimse, hakkı kabul etmekte inat edendir) buyuruldu. (Buharî)
10- İnada sebep olur: İnat da, nefrete, düşmanlığa yol açar.
|
Münakaşanın zararları |
|
İtiraz etmeyi âdet haline getirmek , “Hayır öyle değildir” demek, çok çirkindir. Mesela, biri, (havanın sıcaklığı 25 derece) dese, buna, (Hayır 30’dan aşağı değil) demek, onun sözüne itirazdır. Çünkü böyle söylemek, (Sen bilmiyorsun, bu işten sen anlamazsın, sen ahmaksın, ben akıllı ve bilgiliyim) demektir. Bu ise, kendini büyük görüp, başkalarına hücum etmektir. Lüzum yokken, karşımızdaki şahsın kusurlarını bulup kendisine göstermek günahtır. Çünkü onun hatasını söylemekle üzmüş ve kalbini kırmış oluruz. Zaruretsiz incitmek haramdır. Böyle hususlarda başkasının hatasını söylemek gerekmez. Susmak ise imanın kemalini gösterir. Malik bin Enes hazretleri, (Tartışmanın dinde yeri yoktur. Tartışma kalbleri katılaştırır, kin ve nefret doğurur) buyurdu. (Çok sevdiğin sadık bir dostunu, tartışarak bir defacık kızdır, ondan sonra başına gelecek felaketi gör) demişlerdir.
Bir insanın hiç günahı olmasa, insanları doğru yola davet ediyorum diye tartışmaya girse, bu hareketi günah olarak ona yeter. İtirazı, tartışmayı huy edinen kimse mürüvvetsiz olur.
İmam-ı Gazalî hazretleri, (Ancak şöhret için uğraşan, tartışmayı sever. Şöhret ise afettir) buyurdu.
Münakaşa, dostun dostluğunu azaltır, düşmanın düşmanlığını artırır. Salih mümin kibirli olmaz, vakar sahibidir, dünya işlerinde kolaylık gösterir. Din işlerinde sağlam olur. Hiç münakaşa etmez!
Kötü ile münakaşa etme, seni üzer. Halim ile münakaşa etme, sana küser.
Enes bin Malik hazretleri bildiriyor: Biz bir gün dînî bir konuda tartışırken, Resulullah efendimiz yanımıza geldi. Bize öyle öfkelenmişti ki, hiç böylesini görmemiştik. Buyurdu ki: (Bırakın tartışmayı! Sizden öncekiler sırf bunun yüzünden helak oldu. Tartışmanın faydası yoktur, tartışma zararlıdır. Mümin münakaşa etmez. Münakaşa edene şefaat etmem.) [Taberânî]
Haklı olduğu hâlde tartışmayı terk etmek, haksız olduğu hâlde, tartışmayı terk etmekten daha zordur. Bu bakımdan haklı olduğu hâlde münakaşayı terk etmek daha çok sevaptır.
Dostlar arasındaki kin ateşini körükleyen münakaşadır. Münakaşa, karşıdaki insanı cahil yerine koymak, sen bilmezsin, ben bilirim demektir. Cahillikle suçlanan herkes az veya çok kızar. Hadis-i şerifte, (Allahü teâlânın en çok buğzettiği kul, tartışmada ileri gidendir) buyurulmaktadır. Münakaşa, dostların azalmasına, hasımların çoğalmasına sebep olur. Hasan-ı Basri hazretleri buyurdu ki: (Bin kişinin dostluğuna, bir kişinin düşmanlığını satın alma!)
Münakaşa, kendisinin akıl, fazilet ve ilimde üstünlüğünü ispata çalışmaktır. Bu ise karşıdakini cehalet ve ahmaklıkla itham etmektir. Bu da düpedüz düşmanlıktır. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Münakaşa etmeyen, kimseyi incitmeyen kimse cennete girer.) [Tirmizî]
(Konuşurken itiraz etmeyene veya haklı olduğu halde, münakaşayı terk edene, Cennette bir köşk verilir.) [Taberânî]
(Haklı da olsa, münakaşayı terk etmeyen, hakiki imana kavuşamaz.) [İbni Ebiddünya]
(Mücadelede ısrar edeni Allahü teâlâ sevmez.) [Buharî]
ERCEK iSLAM ALiMLERiNiN ÖZELLiKLERi...!!!
1- İslam âlimi yerden ot gibi, mantar gibi bitmez,
hocasız, icazetsiz, âlim olmaz.
Mutlaka Peygamber efendimize dayanan bir silsilesi olur.
Mesela, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani ve Mevlana
Halid-i Bağdadi hazretleri gibi.
2- Ehl-i sünnet itikadında olur. Dört hak mezhepten birine uyar,
dindeki dört delili kabul eder,
ihtiyaç halinde başka mezhebi taklit etmeye karşı çıkmaz.
3- Dinimiz nakil dinidir. İman ibadet bilgileri kıyamete kadar değişmez.
Eserlerinde buna dikkat eder, yani sadece bu kıymetli bilgileri nakleder.
4- Hiçbir fıkıh kitabına dayanmadan, ilhamla söylüyorum diyerek,
görüşünü, dinde senet gibi, bir ilim gibi göstermeye çalışmaz.
5- Bid’at ehliyle, bunları destekleyenlerden mesela,
Mason Abduh’u övüp (Abduh gibi dinde reform istiyorum,
Abduh benim üstadım)diyenlerden, uzak durur.
Bunların zararlarını, yanlışlarını bildirmeyi vazife bilir.
6- (Yalnız Kur’an) diyerek sünneti, icmayı ve kıyası kabul etmeyen,
Kur’an-ı kerimden kendi anladığını senet kabul eden zındıklardan uzak durur.
Bunların yanlışlarını bildirmeyi vazife bilir.
7- (Müslüman olması şart değil, Allah’a inanan herkes,
hatta Hıristiyanlar ve Yahudiler Cennete gidecektir, bunlar da imanlıdır)
diyen sapıklardan uzak durur.
Bunların zararlarını, yanlışlarını bildirmeyi görev bilir.
8- Hepsi Cennetlik olan Eshab-ı kiramın hiç birine dil uzatmaz,
hepsini hürmetle anar. Yahudilerin kurduğu İbni Sebeciliğin,
Hurufiliğin zararlarını bildirir.
9- İngilizlerin kurduğu Vehhabilikten, bunların bozuk inançlarından uzak durur.
Bunların zararlarını, yanlışlarını bildirmeyi
önemli vazife bilir.
10- Osmanlı sultanlarını, özellikle II. Abdülhamit Han’ı
kötülemez.
11- Kendini Mehdi sanmaz veya Mehdi gelmiştir demez yahut Mehdilik mecazidir diyerek,
bunu ve diğer kıyamet alâmetlerini inkâr etmek için,
tevile sapmaz.
12- Hiç bir İslam âlimi, kendine unvan vermemiş,
kendisini övmemiştir.
Hatta, (Kendini Frenk kâfirinden üstün gören
Allahü teâlâyı tanıyamaz) buyurmuşlardır.
Kendini Kaf dağında görüp de,
kendi kendine övücü unvanlar vermez.
Hüseyin Hilmi Işık Efendi Hazretlerinin Hocalarinin isimleri;
1- Peygamber Efendimiz
2- Ebubekr-i Sıddık
3- Selman-ı Farisi
4- Kasım bin Muhammed
5- Cafer-i Sadık
6- Bayezid-i Bistami
7- Ebul Hasan Harkani
8- Ebu Ali Farmedi
9- Yusuf-i Hemedani
10- Abdülhalık-i Goncdüvani
11- Arif-i Rivegeri
12- Mahmud-i Encirfagnevi
13- Ali Ramiteni
14- Muhammed Bâbâ Semmasi
15- Seyyid Emir Gilâl
16- Seyyid Muhammed Behaeddin Buhari
17- Alâüddin-i Attâr
18- Yakub-i Çerhi
19- Ubeydullah-i Ahrâr
20- Kâdi Muhammed Zâhid
21- Derviş Muhammed
22- Hâcegi Muhammed Emkenegi
23- Muhammed Bakibillah
24- İmam-ı Ahmed Rabbani
25- Muhammed Masum Faruki
26- Seyfeddin Faruki
27- Seyyid Nur Muhammed
28- Seyyid Mazhar-ı Can-ı Canan
29- Seyyid Abdullah Dehlevi
30- Mevlana Halid-i Bağdâdi
31- Seyyid Abdullah Şemdini
32- Seyyid Tâhâ-yı Hakkâri
33- Seyyid Muhammed Sâlih
34- Seyyid Sıbgatullah-i Hizâni
35- Seyyid Fehim-i Arvâsi
36- Seyyid Abdülhakim-i Arvâsi
37- Hüseyin Hilmi Işık Efendi
24 Mayıs 2013 Cuma
Âlimlerin irşâdına olan ihtiyâcımız...
Büyük gönül sultânlarından, dünyâyı aydınlatan ışıklardan, ulemânın ve evliyânın büyüklerinden olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî [kuddise sirruh]’un, doğduğu, yaşadığı ve vefât ettiği yerde, yani memleketi olan Hakkârî’de, 23-25 Mayıs târihleri arasında, Hakkârî Vâlîliği ile Hakkârî Üniversitesi tarafından müştereken düzenlenen bir sempozyumla hâtırlanmasını, hem de “Uluslararası Tâhâ-i Hakkârî Sempozyumu” ile anılmasını büyük bir şükrânla karşılıyor, bunu, bir vefâ borcunun ödenmesi olarak görüyoruz. Bu vesîleyle, hakkında, bizim de bir teblîğ sunacağımız Seyyid Tâhâ-i Hakkârî’yi (rahimehullah) rahmet ve minnetle anıyoruz.
Bu “Sempozyum”u düzenleyen yetkililere, organizasyonda az veya çok emeği geçen herkese ve konuşma yapacak olan değerli ilim adamlarına tebrîk, takdîr ve teşekkürlerimizi sunmayı bir görev telakkî ediyoruz...
KÂMİL İNSAN YETİŞTİRMEK
Sempozyumla yâd edilen, Peygamberimizin torunlarından, maddî ve ma’nevî vârislerinden olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretleri gibi bütün âlim ve velîlerin hedefleri, malum olduğu üzere, cemiyette kâmil insanlar meydâna getirmekti.
Zâten Allah’ın, kullarına elçi olarak gönderdiği Peygamberlerin târihini incelediğimizde de, hepsinin, aynı îmân esâslarını teblîğ etmiş olduklarını, “iyi ferd”, “iyi âile”, “iyi cemiyet” meydâna getirmeyi hedeflemiş olduklarını görüyoruz...
Burada, bu vesîleyle önemli bir husûsu ifâde etmek gerekir:
Yirmibirinci asırda, yeni nesillere, mâddî ve ma’nevî değerlerimizi, mukaddes dînimiz İslâmiyet’i, şanlı târihimizi, târihî ve ilmî sahsiyetlerimizi, yüksek kültür ve medeniyetimizi doğru bir şekilde, ilmî ve objektif usûllerle öğretmemiz şarttır...
Yine burada münâsebet düşmüşken belirtelim ki, İslâm dîninin, beşeriyeti saâdete, adâlete ve insanlığa eriştirmek için ilân ettiği yüksek esâslar ve dünyâ nizâmı mefkûresi, pekçok İslâm devleti arasında, Eshâb-ı kirâmdan sonra en ileri derecesine Osmânlı devrinde ulaşmıştır.
Osmânlı devleti zamanında, kıymetli âlimler yetişip, muhteşem ilim ve san’at eserleri inşâ edilmiştir. Herkesçe bilinmektedir ki, Osmânlı sultanları, ilmi ve ilim adamlarını, memleketlere sâhip olmaktan üstün tutmuşlar; kemâl sâhibi ilim erbâbını dâima takdîr edip onlara rağbet göstermişlerdir. Pâdişâhlar, savaşta ve barışta, kânûnların düzenlenmesinde, İslâm dîninin bildirdiği hükümlere sâdık kalmakla yükselip kuvvetlenmişlerdir. İşlerinde âlimlerle istişâre eylemişlerdir. Devlet nizâmlarının hâzırlanıp düzenlenmesini ve teftîşini onlara havâle edip idârî mes’ûliyetlere onları da dâhil etmişlerdir. Bunun için Osmânlı Devletinde ulemâ sınıfı, hürmetli bir mevkideydi...
TÂHÂ-İ HAKKÂRÎ KİMDİR?
Seyyid Tâhâ-i Hakkâri, insanları Hakk’a davet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i Aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisidir. “Şihâbüddîn”, “İmâdüddîn” ve “Kutbü’l-İrşâd vel-Medâr” lakaplarıyla anılmaktadır. Babası Seyyid Molla Ahmed bin Sâlih Geylânî’dir.
O, “Gavs-ı A’zam” diye anılan Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin onbirinci batından torunu olup aslında şerîflerdendir, yanî Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) torunu olan Hazret-i Hasan’ın soyundandır; ama “Seyyid Tâhâ-i Hakkârî” diye meşhûr olmuştur. Bilindiği gibi, Hazret-i Hüseyin’in soyundan gelenler “Seyyid”ler, Hazret-i Hasan’ın soyundan gelenler ise “Şerîf”ler diye anılmaktadır.
Seyyid Tâhâ-i Hakkârî, küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledikten sonra ilim öğrenmeye başlamış, Süleymâniye, Kerkûk, Revandız, Erbîl ve Bağdâd’taki medreselerde ve daha başka birçok medresede zamânının büyük âlimlerinden ders görmüş, dîn ve fen ilimlerini öğrenip icâzet (diploma) almış bulunan, Osmanlılar zamânında Anadolu’da yetişen ulemâ ve evliyânın büyüklerindendir.
Tâhâ-i Hakkârî, tasavvuf ilmini de, Süleymâniye’de, ziyâretine gittiği ve sohbetinde bulunduğu Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’den öğrenip onun huzûrunda kemâle gelmiştir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin talebelerinin en kıymetlilerindendir. [İnşâallah yarın da ondan bahsetmeye devâm edelim.]
Nakleden aziz olur
25.01.2004
Âlim, hakkı bâtıldan ayırt eden, İslam âlimlerinden nakil yapan kişidir. Âlim, ışığı, karanlığı gören kimsedir. A’ma, ışığı göremez. Zira a’maya, her şey hep karanlıktır.
Hakiki âlim, nakledendir, vasıta olandır. Kendinden söyleyen ve kendine bağlayan değildir. Bunun için dini konularda, kendinden bir şey söylememelidir. Zira dinimiz nakil dinidir. İman ibadet bilgileri kıyamete kadar hep aynıdır, değişmez. Dinde yorum, görüş olmaz. Benim görüşüme, senin görüşüne göre din olmaz. Din, ne ise odur. Allahü teâlâ ve Onun Peygamberi Muhammed aleyhisselam nasıl bildirmiş ise, o öyledir. Buna ilave yapılamadığı gibi, eksiltme de olmaz. Bu sebeple nakleden aziz olur, nakle dayanmadan kendi düşüncesini din diye anlatan rezil olur. Ehli sünnet itikadını, ehli sünnet âlimlerinin kitaplarından nakletmeli ve böyle kıymetli eserleri yaymalıdır. Zira doğru iman, doğru ibadet bilgilerini duymak, öğrenmek, insanların en tâbii hakkıdır. Bunu yapmak, kıymetli ve şerefli bir hizmettir.
Bir insanın, iki şeyden birine tâbi olma mecburiyeti vardır. Ya kendi düşüncesine, görüşüne, anlayışına tâbi olur veya hakiki bir âlime tâbi olur. Kendine tâbi olan kendi gibi olur. Ama hakiki bir âlime tâbi olan, o âlimin bildirdiklerine mesela İmam-ı Rabbani hazretlerinin sözüne göre hareket eden insan, yavaş yavaş olgunlaşır, zamanla fazilet sahibi bir insan olur. Çünkü tâbi olunca, adeta onun kalbi ile tâbi olanın kalbi arasında bir hat kurulur. O âlimin kalbinden fışkıran iman dolu ihlâs, muhabbet, Allahü teâlâya karşı olan muhabbeti, Peygamber efendimize olan tâbiiyeti, ona uyana inikas eder, yansır, akseder. Aynen karpuzun, güneşin karşısında olgunlaşması gibi olur.
İnsanların çektikleri sıkıntıların sebebi, nakli bırakıp, kendi yorumlarını, görüşlerini din diye anlatan din adamlarıdır. Böylelerine Ulemâ-i su’ yani kötü din adamı, din yobazı denir. Kötü din adamları, mahsulün önündeki suyu kesmiş kayalara benzer. Suyu bırakmazlar ki mahsul sulansın, hayat bulsun. Taş oldukları için, kendileri de istifade edemezler.
Ebü'l-Abbâs-ı Mürsi hazretleri sohbetlerinde hep; "Hocam Ebül-Hasan-ı Şâzili hazretleri buyurdu ki, hocam şöyle anlattı ki.." şeklinde söze başlar, hep hocasından nakiller yapardı. Bir gün biri;
-Hep hocanızdan nakil yapıyorsunuz. Hiç kendinizden bir şey söylemiyorsunuz, demesi üzerine buyurdu ki:
-Ben evden bir şey getirmedim. Ne kazanmışsam hocamın derslerinden kazandım. Hocamdan öğrendiklerimi "Allahü teâlâ buyurdu ki, Resulü buyurdu ki" veya "Ben diyorum ki" diyerek pek çok şey anlatabilirim. Ama bütün bunları öğrenmeme, bu dereceye yükselmeme vesile olan hocama karşı edebe riayet ederek, hep hocamdan naklederek konuşuyorum. Uygun olan da budur. Hocasından bahsetmeyen, hep ben diye konuşan kimsede hayır yoktur. En iyi âlim, kendinden söyleyen ve kendine bağlayan değil, nakleden, vasıta olandır. Dinimiz nakil dinidir. İman ibadet bilgileri kıyamete kadar aynıdır, değişmez. Nakleden aziz, nakilsiz konuşan rezil olur.
Âlimlerin ziyneti; bilmiyorum demektir. Cahillerin özelliği ise, bilsin bilmesin her konuda konuşmaktır. Âlim, her kelimeden korkar, vesika bulmadan söyleyemez. Her suale cevap vermek, bir âlim için ahmaklık işaretidir. Bilmiyorum demek edeptir ve bir şeyler bildiğinin alametidir. Bilen ve edepli olan, tevazu gösterir, bilmediği konuda konuşmaz ve bilmiyorum der. İlimden önce edep lazımdır. Zira hazret-i Ömer;
“Edep, ilimden önce gelir” buyurmaktadır.
İslam âlimlerinin büyüklerinden olan İbni Mübarek hazretleri de; “Bütün ilimleri bilenin eğer edebinde noksanlık varsa, onunla görüşmediğime üzülmem, bunu kayıp saymam. Fakat edepli ile görüşemesem üzülürüm” buyururdu
Her zaman her yerde edepli, hayâlı olmaya çalışmalıdır! Hayâsız kimse, zamanla küfre kadar gidebilir. Hadis-i şerifte; (Hayâsızlık insanı küfre düşürür) buyuruldu.
Hayâ, bir binayı tutan direk gibidir. Direksiz binanın durması kolay olmadığı gibi, hayâsız kimsenin de imanını muhafaza etmesi zordur. Hayâsı olan Allah’tan utandığı için günahtan çekinir. İnsanlardan utanmayan Allah’tan da utanmaz. İnsanlardan utanarak günahı gizlemek de hayâdandır. İnsanlardan utananın, Allahü teâlâdan da utandığı anlaşılır. Çünkü hadis-i şerifte; (Allah’tan sakınan, insanlardan da sakınır) buyuruluyor.
Hiç kimse yağan yağmura düz tepsi tutarak su biriktiremez. Cenâb-ı Hak bu yağmuru toprağa indirir. Toprakta bu yağmur süzülüyor, kanallar meydana geliyor. Bu kanallar tekrar dünyaya çıkıyor. Tertemiz su, belirli bir yerde toplandıktan sonra dağılıyor ve herkes bir musluğa gelip su içiyor. Yani esasında her yere yağan rahmet, su, bir musluktan içilmek ihtiyacına haiz. Musluğa gitmeyen, suya kavuşamaz. Onun için kavuştuğumuz muslukların yani mezhep imamlarımızın, ehli sünnet âlimlerinin kıymetini iyi bilelim. Çünkü temiz su orada var.
|
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
HAKYOLUNDAYIZ.COM...BİZİM SİTE
ALÎM – MÜCEDDİD
Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kalbinde Allah korkusu çok az olan, dünyâ sevgisi bulunan, haramlardan sakınmayan, âlim olduğunu söylerse şaşılır."
Yine buyurdular ki: "Bir âlimin sakınması gereken en önemli husus; Allahü teâlânın haram kıldığı şeylerden uzak durması ve dünyâya gönül bağlamamasıdır."
Tâbiîn devri velîlerinden Abdullah bin Zeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, ilim sâhipleri sorulduğunda: "Âlimler üç kısımdır. Bir kısmı, ilmi ile amel eder, insanlar da onun ilmiyle amel ederler. Diğer bir kısmı, ilmi ile amel eder, fakat insanlar onun ilmiyle amel etmez. Başka bir kısmı da ilmiyle kendisi amel etmediği gibi insanlar da amel etmez." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden Adiyy bin Müsafir (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Âlim kimdir?" denildi. Cevaben buyurdular ki: "İnsanlara doğru yolu gösteren âlim şu kimsedir ki; kendi huzûrunda iken senin kalbini derleyip toparlayan, yokluğunda seni her türlü kötülüklerden haram, günah ve çirkin şeylerden koruyan, sâhib olduğu en güzel ahlâk ile seni terbiye eden ve o ahlâkla ahlâklanmanı sağlayan, kendine mahsus terbiye usûlleriyle terbiye eden, kendi îmân nûrunun parlaklığıyla talebesinin kalbini parlatan ve kalbini kötülüklerden temizleyendir.
Anadolu evliyâsından Ahıskalı Abdullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde şöyle anlattı:
Fıkıh âlimi Ebü'l-Leys Semerkandî buyurdu ki: "Âlimle berâber oturup, onun anlattıklarından bir şey hâtırında tutamayan kimse için böyle olmasına rağmen yedi fayda vardır: 1. İlim öğrenenlerin fazîletine kavuşur. 2. Âlimin meclisinde bulunduğu müddetçe günahlardan korunmuş olur. 3. Evinden ilim öğrenmek için çıktığı zaman üzerine rahmet iner. 4. İlim meclisine oturduğunda meclise inen rahmetten o da nasibini alır. 5. Orada anlatılanları dinledikçe, kendisine sevap yazılır. 6. Dersi dinler de anlayamadığı zaman üzülür, gamlanır, kalbi kırık olur. Bu hâli Allahü teâlânın hadîs-i kutsîde; "Ben, benim için kalbi kırık olanların yanındayım." buyurduklarından olmasına vesîle olur. 7. Âlimin üstün, fâsıkın, günâh işleyenlerin aşağı tutulduğunu görüp kalbini fıskdan, günâh ve kötü şeylerden çevirir. Bunun içindir ki, Resûlullah efendimiz sâlihlerle, iyi kimselerle berâber olmayı emretmiştir."
"İnsan niyetini düzeltemese de, ilim öğrenmek, terketmekten daha fazîletlidir. Çünkü ilim öğrenince, o ilmin onun niyetini düzeltmesi umulur. Mücâhid rahmetullahi aleyh buyurdu ki: "Biz ilim öğrenirken niyetimiz tam olarak düzgün değildi. Sonra Allahü teâlâ bize niyetimizi düzeltmeyi nasîb etti." Yine bâzı âlimler şöyle buyurdu: "Biz ilk önce ilmi Allah rızâsını niyet ederek öğrenmedik. Fakat ilim bu hâlimizi kabûl etmedi. Onu, Allah için öğrenmemize vesîle oldu."
Büyük velîlerden Seyyid Ahmed Rıfâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde talebelerine sık sık şöyle nasihat ederdi: Âlimlere karşı hürmetli olmalı onların huzûrunda edebi muhafaza etmeli ve az konuşmalıdır. Onların hizmetiyle şereflenmeyi büyük kazanç bilmelidir.
Hayırdan bir şey öğrenirseniz onu insanlara öğretiniz. Böylece bu hayrın meyvelerinden istifâde edersiniz. buyurdular.
Anadolu'da yetişen Türk şâir ve mutasavvıflarının meşhurlarından Âşık Paşa (rahmetullahi teâlâ aleyh) dîni, âlimlerden öğrenmeyi her za-man tavsiye ederdi. Üstâddan öğrenilmeyen ilmin, insana faydası olmayacağını anlatırdı.
Bu şerîatdur kim üstâd öğredür,
Resm-ü erkân-ü nişân ad öğredür.
Farz-u sünnet bildürür nefse ayân,
Dâvet eyler tâata bellü beyân.
Pes bilün üstâd âlimler durur,
Kim şerîat neydüğüni bildürür.
Eyle olsa anda key izzet gerek,
Hem edeb erkân u hem hizmet gerek.
Kimse kim üstâdına hizmet kıla,
Hiç güman dutman kim ol alkış ala.
Hem Çalap hoşnûd ola andan ayân,
Kirtü bilgil bu sözü bellü beyân.
Bu dînin emir ve yasaklarını üstâddan öğrenmek lâzımdır. O üstâd; âdet, usûl ve esasları öğretir. Allahü teâlânın emrettiği farzları ve Resûlullah'ın sünnetini bildirir. Nefsi ibâdet etmeye açıkça dâvet eder. Şunu iyi biliniz ki, İslâmiyeti en doğru olarak anlatan, âlim olan üstâdlardır. Bu sebeple onlara karşı çok edepli olmalı, izzet, ikrâm ve hizmette bulunmalıdır. Bir talebe hocasına hizmet ederse, şüphesiz çok duâ alır. Onun duâsı bereketiyle cenâb-ı Hak da, o talebeyi sever. Bu sözümüzün hakîkat olduğunu kabûl etmelidir.
Âlemin mûteber bir kitap olduğunu gör. O kitap ki, mânâ hazînesinden dâimâ haber verir. O öyle bir kitaptır ki, içinde lügat, nahiv, sarf ve mârifetler, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarıyla ilgili bilgiler vardır. Âlemde bulunan bütün zerreler harf harf yazılıdır. Bu âlem, görebilenlerin görmesi, aklı olanların anlayıp hayrette kalmaları için mânâlar ve hünerlerle dolu olarak yaratıldı.
Dünyâya girmekliğün pes aybı yok,
Gam değil bu dünyâlık olursa çok.
İlle dünyâ gönüle yol bulmasun,
Key sakın kim gemiye su dolmasın.
Dünyâ ile meşgûl olmak ayıp değildir. Dünyâ malının çok olması üzüntüye sebeb olmamalıdır. Ancak dünyâ sevgisini gönle doldurmak doğru değildir. Kalbi öldüren sevgiden çok sakınmalıdır.
Büyük velîlerden ve fıkıh âlimi Ayn-ül-Kudât Hemedânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde şöyle buyurdular: "Her beldeye tabîb-i hâzık olan bir âlim lâzımdır. Bu âlim sebebiyle insanlar tedâvî olup, dertlerine derman bulur. Bu âlimi terk edenler, ilacı terk etmişler demektir. Böyle kimselere lâyık olan, hastalık içinde bulunmaktır. Enfâl sûresi 12. âyet-i kerîmesinde meâlen buyruldu ki: "Eğer Allahü teâlâ, ezelî ilminde onlarda hayır ve saâdet takdîr etmiş olsaydı, onlara hakkı işittirirdi." Yâni Allahü teâlâ onları hayırlı eyleseydi onlara hayrı işittirirdi.
Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde buyurdular ki: "Âlimin sözü doğru, yediği helâl ve dünyâ malına karşı sevgisi yok ise, zühdü, dünyâya düşkün olmaması çok olur. Ne yazık ki, bugün bu üç hasletten birini bile onların birinde göremiyoruz. Bu durumlarıyla onlara nasıl gülelim ve nasıl yüz verelim. Bu vasıfları kendinde bulundurmayanlar, ilim sâhibi olduklarını, nasıl söylerler. Onlar dünyâya sarılır, dünyâyı birbirinden kıskanırlar. Dünyâlık için birbirine hased ederler. Devlet adamlarının yanında birbirlerini çekiştirir ve gıybet ederler. Maksadları, ellerine geçen dünyâlığı, başkalarına kaptırmamak ve fânî şeyleri ellerinden kaçırmamaktır. Yazıklar olsun ey âlimler! Siz peygamberlerin vârisleriydiniz. İlmi alırken birçok vazîfe yüklenmiş oldunuz. Şimdi o vazîfeleri yapmıyorsunuz. İlminizi şeref vesilesi yapıp onunla dünyâlık kazanmaya bakıyorsunuz. Âhirette, Cehennem'e ilk atılan zümre olmaktan nasıl korkmuyorsunuz, anlamıyorum!"
"Bugün ilim, onu vâsıta yapıp karnını doyuranların eline geçti."
Anadolu velîlerinden Seyyid Burhâneddîn Muhakkık Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İlmiyle amel etmeyen âlim, itâatte bulunmayan bilgisizden beterdir. Hiç olmazsa ilmi olmayan; "Bilseydim böyle bir iş yapmazdım." der."
Evliyânın büyüklerinden Câfer bin Süleymân Dâbiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mâlik bin Dînâr'dan naklederek buyurdular ki: "İlmiyle amel etmeyen âlimin sözleri, düz bir taşın üstünde suyun durmadığı gibi, akıp gider, karşısındakine tesir etmez, kayar gider."
İskenderiye'de yetişen büyük velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Âlimler, zâhirî ve bâtınî âlimler olarak ikiye ayrılır. Zâhirî âlim; ilmi arttıkça, zuhûru, ortaya çıkması, tanınması artan kimsedir. Fakat bâtınî âlim bunun zıddıdır. O gizlidir. Mânâlar âleminde ilerledikçe, kendisi, kendisini ve ilmini anlamaktan, idrâk etmekten âciz kalır. İlmi de kendisi ile birlikte gizlidir. Zâhirde, görünüşte onun ilminin ve kendi hâlinin bir belirtisi olmaz. Ancak ehli olanlar tarafından tanınabilirler."
Yine buyurdular ki: "Âlimler ve velîler, dünyâ hayâtında hakîkî hâlleri ile zuhûr eyleyip meydana çıkmazlar. Ancak ilmî hüviyeti ile zuhûr eyler. Ama Allahü teâlâ, âhirette onları hakîkî hâllerinde gösterecektir."
Osmanlı Devletinin kuruluş döneminde yetişen âlim ve velîlerden olan Dâvûd-i Kayserî (rahmetullahi teâlâ aleyh) enerjitizm yâni tabiatta var olan her şeyin esâsını ve bütün tabiat olaylarını enerji ve enerji değişimiyle açıklayan bir fizik doktrininin kurucusudur. Enerjitizmin kurucusu olduğu iddiâ edilen Alman kimyâcısı Wilhem Ostwald'dan yaklaşık altı asır önce yaşayan Dâvûd-i Kayserî; âlemi, görünür ve görünmez, maddî ve rûhî, her türlü varlıkların toplamı olarak târif etmiştir. Âlemdeki bütün varlıklar, Allahü teâlânın isimlerinin ve sıfatlarının tecellîsi, akisleridir. Tabiattaki her şey, atomlardan ve moleküllerden meydana gelmiştir. Ona göre tabiat, kendi özünde enerjiden başka bir şey değildir. İlk enerji olan ve Kur'ân-ı kerîmin Fussilet sûresi on birinci âyetinde bildirilen "Duhan", Allahü teâlânın izni ile birçok şekiller aldı ve varlıkların şeklini belirleyen su, hava, ateş ve toprak gibi ilk dört unsura dönüştü. Varlıkların, atomlardan (cevher) ve moleküllerden teşekkül ettiğini, onların farklılıklarının, atomların sayı ve diziliş farklarından kaynaklandığını söyleyen Dâvûd-i Kayserî, kendinden önceki Yunanlı atomculardan farklı olarak, ilk defâ atomların enerji yüklü olduğunu söylemektedir. Suyu, beyaz atom ve hayat sırrı olarak nitelemiş, belki de ondaki statik ve dinamik enerjinin önemini ilk defâ anlatmak istemiştir.
İlim ve fazîlette yüksek, güzel ahlâk sâhibi, çok ibâdet eden, dünyâya önem vermeyen ve çok merhametli bir zât olan Dâvûd-i Kayserî, başta tasavvuf olmak üzere kelâm sâhasında eserler vermiş ve felsefeyi tenkit eden eserler yazmıştır
Velîlerden ve meşhûr tefsîr âlimi Dehhâk bin Müzâhim (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Ben âhiret âlimlerine yetiştim. Onlar birbirlerinden ancak takvâ ve verâ, haram ve şüphelileri ve onlardan sakınmayı öğrenirlerdi. Şimdiki âlimler ise, kelâm mücâdelelerini öğrenmekle meşgûl oluyorlar."
Horasan bölesinde yetişen velîlerden Ebû Bekr-i Ebherî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ilim ehline ve ilim öğreten hocaya çok önem verirdi. Hocanın talebeye göre ana ve babasından daha kıymetli ve değer li olduğunu bildirirdi. Ona; "İnsan nasıl oluyor da hocasının emirlerine anne ve babasınınkinden daha fazla uyuyor?" diye sorulunca; "Anne ve baba, insan oğlunun fâni hayâtının sebebidir. Yâni onun bu dünyâyagelmesine sebeb olmuşlardır. Hocası ise, onun bâkî, sonsuz hayâtının sebebidir. Çünkü onun hem bu dünyâda hem de sonsuz olan âhiret hayâtında saâdete kavuşmasına sebeptir." buyurdu.
Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Âlimler bozulunca din ortadan kalkar, çünkü âlimler dînin bağıdır. Bağ çürüyünce neyi bağlayabilir?"
Büyük velîlerden Ebû Hafs Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Hakîki âlim, suâli cevaplandırırken, kıyâmette; "Bu cevâbı nereden buldun?" diye sorulacağından korkan kimsedir."
Büyük velî ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Midyen Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Hakîkî âlim, yol gösterici zât; güzel ahlâkı ile sana doğru yolu gösteren, gidişâtı ile seni kuvvetlendiren, nûrları ile senin bâtınını aydınlatan zâttır."
Evliyânın büyüklerinden Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Âlim kimdir?" diye sordular. Cevaben; "Âhireti isteyen, dünyâdan, dünyevî meşgûliyetlerden yüz çevirendir." buyurdular.
Yemen'in büyük velîlerinden Ebû Muhammed Talhâ bin Îsâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında Zebid şehrinde bir karışıklık oldu. Sultan şehirden çıktı. Herkes malını ve kıymetli şeylerini bir yere sakladı. Ebû Muhammed Talhâ o vakitte hasta idi. Talebesi gelip durumu anlatınca; "Bu insanlara bir şey olmayacak. Ancak bir âlim vefât edecek. Âlimin ölümü, âlemin ölümü demektir." buyurdu. Çok geçmeden kendisi vefât etti. Vefâtından sonra da kerâmetleri görüldü.
Horasan bölgesinin büyük velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Türâb-ı Nahşebî(rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Âlim olan, karşısındakinin anlayışına göre konuşur."
Irak velîlerinin büyüklerinden Ebü'l-Hasan Cûsukî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Âlimlerin bozulmasının alâmeti ikidir: "Biri, bildiklerini yapmazlar, bilmedikleriyle amel ederler. İkincisi, yapmamaları emredilen şeyleri yaparlar."
"Faydasız söz söylemek ve herkesle haşir-neşir olmak, Allahtan yüz çevirmenin alâmetidir."
Bağdât'ın büyük velîlerinden Ebü'l-Hüseyin Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ilmiyle âmil olduğu gibi, ilmiyle amel eden âlimleri çok severdi. Zamânının insanlarına bakarak; "Zamânımızda yok denecek kadar az, fakat değeri fazla olan iki zümre vardır. Birincisi ilmiyle amel eden âlimler ve ikincisi hakîkatı söyleyen âriflerdir." buyurdu.
Evliyânın büyüklerinden Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilim sâhibi bir kimsenin dünyâ peşinde koşmasını iyi görmez ve ona acırdı. Bu hususta; "Bir âlimin dünyânın oyuncağı olduğunu gördüğüm zaman, kendisine acır ve ağlarım. "Nafakası falanca tüccara âid olmak üzere hacca gitti. " denilmesi ne kadar acıdır." buyurdular.
Fudayl bin İyâd hazretlerine kötü âlimlerden soruldu. Buyurdular ki: "Ümmetlerin herbiri, Rahmânın yolu üzerine oturmuş kötü âlimler yüzünden helâk olurlar. Onlar habis amelleri ile Allahü teâlânın yolunu kesmiş, insanlara engel olmuş olurlar."
Evliyânın büyüklerinden ve İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çocukluğundan îtibâren ilim tahsîl edip fıkıh ilminin bir kısmını kendi memleketinde okudu. Bir müddet sonra Cürcân'a giderek İmâm Ebû Nasr İsmâilî'den ders alıp, ilim okudu. Üç sene kadar Cürcân'da ilim öğrendi. Sonra tekrar memleketi olan Tûs'a dönmek üzere yola çıktı. Yolculuk sırasında, katıldığı kervanın önünü yol kesiciler çevirdi. Kervanda bulunan kıymetli şeyleri aldıkları gibi, ilim tahsîlinden dönen Muhammed Gazâlî'nin üç sene boyunca tuttuğu notları ve kitaplarını da aldılar.
Muhammed Gazâlî hazretleri, yol kesicilerin arkasından gidip kitaplarını ve notlarını vermeleri için yalvardı. "Ne olur işinize yaramayan ders notlarımı bana verin." dedi. Eşkıyâ çetesinin reisi; "Nedir onlar? Nasıl şeylerdir?" dedi. Muhammed Gazâlî hazretleri; "Onları öğrenmek için memleketimi terk ettim. Gurbetlere gittim. Benim öğrendiğim bilgiler o notların içindedir." dedi. Eşkıyâ reisi küçümser bir ifâdeyle gülerek; "Sen onları bildiğini nasıl iddia ediyorsun. Biz onları senden alınca ilimsiz kalıyorsun." dedi ve ders notlarını geri verdi. Zâten ilim âşığı olan Muhammed Gazâlî eşkıyâ reisinin sözlerinin de tesirinde kalarak kendi kendine; "Allahü teâlâ yol kesiciyi beni îkaz için o şekilde söyletti." dedi.
Tûs'a gelince, üç yıl bütün gayretiyle çalışarak Cürcân'da tuttuğu notların hepsini ezberledi. O hâle geldi ki, yol kesiciler o notların hepsini alsa ona zararı olmazdı.
Ayrıca İsmâiliyye adındaki sapık fırkanın görüşlerini çürütmek için Kitâbü Fedâih-il-Bâtıniyye ve Fedâil-il-Müstehzeriyye adlı eserini yazdı. Yine bu sırada Rumcayı öğrenerek felsefecilerin sapıklığını ortaya koy-mak için eski Yunan ve Latin filozoflarının kitaplarının aslı üzerinde üç sene titizlikle incelemeler yaptı. Bu incelemeleri esnâsında ve neticesinde felsefecilerin maksatlarını açıklayan Mekâsid-ül-Felâsife kitabı ile felsefecilerin görüşlerini reddeden Tehâfüt-ül-Felâsife kitabını yazdı.
O sırada dünyânın tepsi gibi düz oduğunu iddiâ eden ve bu tür saçmalıkları ilim adı altında insanlara vermeye çalışan Avrupalı filozofların bu fikirlerinin yanlışlıklarını ortaya koydu. Dünyânın yuvarlak olduğunu, karaciğerde kanın temizlendiğini, safranın, lenfin ve zararlı madde eriyiklerinin burada kandan ayrıldığını, bu işte dalağın, böbreklerin ve safra kesesinin rollerini, kanın madde mikdârlarındaki oranın değişmesi ile sıhhatin bozulacağını, bugünkü fizyoloji kitaplarında olduğu gibi anlattı. Bu bilgileri kuvvetli delillerle isbât ederek Avrupalıların bilmedikleri doğru bilgileri kitaplarında yazdı.
İmâm-ı Gazâlî'nin, felsefecilerin görüşlerini çürütmek ve îtikâdlarına felsefe karıştıran sapık fırkalara cevap vermek için yaptığı bu çalışmasını işiten bâzı kimseler, onu felsefeci zannetmişlerdir. Bunun sebebi, felsefe ile tefekkür arasındaki mühim farkı bilmemek olabilir. Felsefeciler aklı rehber edinmişlerdir. Mütefekkirler ise aklı kullanmakla berâber, akla da rehber olarak peygamberleri ve onların bildirdiği îmânı almışlardır. Göz için ışık ne ise, akıl için îmân da odur. Işık olmayınca göz göremediği gibi, îmân olmayınca akıl da doğru yolda yürüyemez. İmâm-ı Gazâlî, filozof değil müctehiddir. Zâten İslâmiyette felsefe ve filozof olamaz. İslâm âlimi olur. İslâm dîninde, felsefenin üstünde İslâm ilimleri, filozofun üstünde de İslâm âlimleri vardır.
Fıkıh, hadîs ve tasavvuf âlimlerinden Hamdûn-ı Kassâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Âlim, ilmi onunla amel etmek, ilme uymak için öğrenir. Sözü dinlenilen ve yaşayışı büyüklerin yaşayışına uygun olan kimsedir. Âlimler huşû sâhibidirler. Süsleri verâ ve takvâ, sözleri Allahü teâlâyı zikir ve O'nun emir ve yasaklarını insanlara bildirmek, susmaları Allahü teâlânın nîmetlerini tefekkürdür. İnsanlara çok nasihat ederler. İnsanların ayıplarını yüzlerine vurmazlar. Allahü teâlâdan başka her şeyden yüz çevirirler. Hepsi âhirete yarayan işlerle meşgûl olurlar.
Evliyânın büyüklerinden Hâris el-Muhâsibî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki; "Kıymetli kardeşim! Kötü âlimler insanlar için çok tehlikelidir. Onlar dünyâya düşkündürler. Dünyâyı âhirete tercih ederler. Sonra şunu iyi bil. Dünyâyı âhirete tercih edenler, râhat ve huzur içerisinde de değildirler. Onların neşe ve sevinçlerine, keder ve sıkıntılar karışmıştır. Bunların sonu felâkettir. Aslında böyle kimselerin dünyâsı da âhireti de harâbtır. İki dünyâları da perişândır.
Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) âlimlerin ve ilmin fazîletiyle ilgili olarak da buyurdular ki: Kıyâmet günü şehîdlerin kanı âlimlerin mürekkebi ile tartılacak, şehîdler diyecekler ki: "Âlimler zamanlarının ışık kaynağıdır. Her âlim zamânının lambasıdır. İnsanlar âlimler vâsıtası ile aydınlanırlar."
Hakîkî fakîh, dünyâya kıymet vermeyip, âhirete rağbet eden, hatâlarını görebilen, Rabbine ibâdette devamlı olan, şüphelilerden uzak duran, başkalarının bir şeyine zarar vermekten sakınan âlim kimsedir.
Evliyânın büyüklerinden Hâtim-i Esam (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanlara ilim öğretip, insanlar ondan öğrendikleri ilim ile amel ettikleri halde kendisi amel etmeyen kimse, kıyâmet günü pişmanlığı en çok olan kimsedir."
Osmanlı evliyâ ve âlimlerinin büyüklerinden Hızır Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, Fâtih Sultan Mehmed Han hazretleri; Tahta geçtiği ilk günlerden îtibâren fırsat buldukça sarayda çeşitli âlimleri toplayıp onlarla ilmî sohbetler yapıyordu. Bu toplantılara zaman zaman orada bulunan yabancı ilim adamları da iştirâk ediyordu. Yine böyle bir ilim meclisi teşkil edildiğinde, Kuzey Afrika ülkelerinden birinden gelen ve gizli ilimlerde mahâret sâhibi bir âlim de katılmıştı. O âlim, Sultânın katında Türk âlimlerini, sorduğu zor ve çözülmesi güç sorularla epeyce bunalttı. Onları cevap veremez gördükçe de yeni yeni sorular yöneltti ve üstünlük gösterisinde bulundu. Osmanlı ulemâsının böyle acz içinde kalması, cihân pâdişâhı olan Fâtih'i son derece rahatsız etti. Bütün beyleri, paşaları ve vezirleri toplayıp; "Ülkemde bu adama cevap verecek bir âlim yok mudur? Çabuk olun, araştırın ve bana derhal müsbet bir cevap getirin!" dedi. Vatan topraklarını iyi bilen vezirler, düşündüler ve Sivrihisar Medresesinde görev yapan Hızır Beyi hatırladılar. Fâtih'e; "Sultânım! Ülkemizde Hızır Bey adında değerli bir âlimimiz var, emir buyurursanız, haberci gönderip buraya çağıralım." dediler. Sultan, "Durmayın, kim varsa derhal dâvet edin, hemen gelsin." buyurdu. Bunun üzerine, Hızır Beyi çağırmak üzere Sivrihisar'a üç kişilik bir heyet gönderdiler. Hızır Bey, bu heyetle Edirne'ye geldi. Hızır Bey, o zaman daha otuz yaşlarında ve asker kıyâfetinde bulunduğundan, yaş ve kıyâfeti, meşhûr âlimlere meydan okuyan zâtın alay edercesine gülmesine sebeb oldu.
Onun bu tavrı üzerine Hızır Çelebi; "Gereksiz yere gülenler, hoşa gidenlerden sayılmaz. Soracağın her ne ise hemen bildir. Sözün gelişi beni de başarısızlığa uğrayacaklardan biri say." Bunun üzerine misâfir âlim, pâdişâhın huzûrunda ve kendinden son derece emin bir şekilde Hızır Çelebiye sorularını yöneltti. O sorarken Hızır Çelebi mütevâzi bir şekilde önüne bakıp gülümseyerek notlarını tuttu. Sonra sorulan suâllerin hepsine teker teker ve gâyet güzel cevaplar verdi. Çözülecek hiç bir meseleyi ortada bırakmadı. Misâfir âlim hiç beklemediği bu durum karşısında bir hayli şaşırdı ve tedirgin oldu.
Sonra soru sorma sırası Hızır Beye geldi. Fâtih Sultan Mehmed'den izin istedikten sonra o âlime dönerek on altı değişik ilimden çözümü güç birer mesele sordu. Misâfirin bu konulardan haberi bulunmadığından dili tutuldu ve pekçok ilim adamının ortasında utanç içinde kaldı. Sonra; "Hızır Bey, İslâm âleminde benzeri pek az bulunan ilim adamlarınızdan biridir. Kendisinde öylesine bir hâfıza ve zekâ var ki, karşısında durmak mümkün değildir." diye itirafta bulundu.
Kerem ve ihsân sâhibi yüce Pâdişâh sonuçtan çok memnun oldu. Sevinç ve heyecânından yerinden kalkıp yeniden oturdu. Hızır Beyi harâretle tebrik ederek; "Yüzümüzü ak eyledin. Cenâb-ı Hak da iki cihânda senin yüzünü ak eyleyip, ilmini ve fazlını arttırsın." dedi. Sonra sırtındaki kürkü çıkarıp, Hızır Beyin sırtına geçirdi. Yine bu memnuniyetinin karşılığı olarak Hızır Beyi atalarının inşâ ettiği Bursa'daki Sultâniye Medresesi müderrisliğine tâyin etti.
Evliyânın büyüklerinden İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Esas âlim, ilmi ile amel edendir."
Tâbiînin tanınmışlarından ve evliyânın büyüklerinden Ka'b-ül-Ahbâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Âlim mümin, şeytana karşı daha sert ve güçlüdür."
Yine buyurdular ki: "Âhir zamanda öyle âlimler gelecek ki, herkesi zühde (şüphelilere düşmek korkusuyla mübahların çoğunu terk etmek) dâvet edecekler. Fakat kendileri zühdden uzak olacaklar, insanları korkutacaklar, fakat kendilerinde korkudan hiçbir iz bulunmayacak; insanların, makam mevki sâhiplerinden uzak kalmalarını isteyecekler, fakat kendileri onlardan ayrılmayacaklar; sözleri ile dünyâyı kötüleyecekler, fakat zenginlere yaklaşacaklar, yoksul ve fakirlerden uzak kalacaklar. Kadınların erkeklere karşı gelmesi gibi, bildiklerine aykırı hareket edecekler, yakınlarını başkalarının yanında görseler, darılacaklardır. Böyle âlimler, kötü ve Allahü teâlânın sevmediği âlimlerdir."
Evliyânın büyüklerinden Mâlik bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Âlim, bildiği ile amel etmediği zaman, yağmur damlasının yalçın kayadan kayması gibi, vâz ve nasîhatı gönüllerden silinir gider."
Büyük velîlerden Ma'rûf-ı Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İlim sâhibi, ilmiyle âmil olduğu takdirde, bütün müminlerin kalbi onun olur" (yâni bütün müminler onu sever).
Tâbiînden, meşhûr hadîs hâfızlarından ve velî Mekhûl eş-Şâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Dinde âlim olduktan sonra, dünyâlık bir menfaat alırım düşüncesiyle zarûret olmadan pâdişâh ve sultanların yanına gidip, yaltaklık edenler, attıkları adımlar kadar, Cehennem’in derinliklerine, dalmış olurlar.”
Yine buyurdular ki: “Âlimler bozuluncaya kadar, insanlara Allahü teâlânın azâbı gelmez.”
En büyük velîlerden, on iki İmâmın beşincisi Muhammed Bâkır (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İlmi ile insanlara faydalı bir âlim, bin âbidden daha efdaldir. Böyle bir âlimin vefâtına, şeytan, yetmiş âbidin vefâtına sevindiğinden daha fazla sevinir."
Horasan taraflarında yaşayan büyük velîlerden, tefsîr, kelâm ve hadîs âlimi Muhammed bin Eslem Tûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin medfun bulunduğu yerin yanındaki mescidde, evliyânın büyüklerinden Ebû Alî Fârmedî hazretleri vâz veriyordu. Bir ara kendisine; "Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir." hadîs-i şerîfinde bildirilen âlimler, kimleri işâret ediyor?" diye sordular. Cevâbında; "Bu âlimler çok az bulunur. Onlardan bir tânesi mescidin yanında yatmaktadır." deyip, Muhammed bin Eslem'in kabrini gösterdi.
İshâk bin Râheveyh buyuruyor ki: "Câhiller "sevâd-ı âzam" deyince, insanların cemâati "ehl-i cemâat" diye anlarlar. Halbuki, Sevâd-ı âzam, Peygamber efendimizin izinde ve yolunda giden, O'na tâbi olan ve O'nunla berâber olan âlimlerin cemâatidir. Bunlara muhâlif olan, cemâati terk etmiş olur. Bu büyük âlimlerden birisi de Muhammed bin Eslem'dir.
Büyük velîlerden Muhammed bin Fadl Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İlmin tadından zevk alan, onsuz yapamaz. Devamlı ilimle meşgûl olur."
Müctehid âlim ve velîlerden Muhammed Şeybânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Halîfe Hârûn Reşîd, Horasan seyâhatine çıkarken, İmâm-ı Muhammed ile büyük nahiv (dil) âlimi Kisâî'yi de berâberinde götürdü. H.189'da Rey'de iken her iki âlim de vefât etti. Cenâze namazlarında hazır bulunan Halîfe Hârûn Reşîd; "Bugün fıkıh ile Arabî'yi toprağa verdim" diyerek üzüntüsünü bildirmişti.
Büyük velîlerden Radıyüddîn Kazvînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) müderris olarak Nizâmiye Medresesine tâyin edilince, müderrislik hil'ati (elbisesi) ile geldi. Yanında fıkıh âlimleri vardı. Orada kendisini diğer müderrisler, ileri gelenler, yüksek şahsiyetler karşıladılar. Tedris kürsüsüne oturunca duâ edildi. Tefsîr ilminden anlatacaktı. Derse başlamadan önce cemâate iltifât edip; “Tefsîr kitaplarının hangisinden anlatmamı istersiniz?” diye sordu. Cemâat, tefsîr kitaplarından birini belirtti. Sonra; “Hangi sûreden anlatmamı istiyorsunuz?” diye sordu. Onu da tâyin ettiler. Onların istediği yerden anlattı. Fıkıh, usûl, hılâf ve diğer ilimlerde ders vereceği zaman, hep bu şekilde dinliyenlerin hangi meseleyi arzu ettiklerini sorar, neyi istiyorlarsa onu anlatırdı. Derslerinde bulunanlar onun ilminin çokluğuna hayret ederlerdi.
Tâbiîn devrinde Kûfe’de yetişen büyük âlim ve velîlerden Rebî bin Haysem (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir âlim, nasıl olur da ilmine riyâ, gösteriş karıştırabilir? Çünkü o, Allah’ın rızâsı olmaksızın elde edilen ilmin, başından bozuk olduğunu bilir. O halde bozuk, bâtıl olan bir şeyle insanlara nasıl gösterişte bulunabilir?”
Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Âlimin üç ilmi var. Biri ilm-i zâhirîdir. Bunu herkese açıklar. Diğeri ilm-i bâtındır. Bunu ancak ehline açıklar. Üçüncüsü, kimseye anlatılması câiz olmayan bir ilimdir ki, bu ancak kendisiyle Allahü teâlâ arasındadır."
Tâbiînin büyük âlim ve evliyâlarından Ebû Hâzım Seleme bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Âlimde şu üç haslet (özellik) bulunur. Birincisi, kendisinden yukardakine karşı gelmemek. İkincisi, kendinden aşağıdakileri hor ve alçak görmemek. Üçüncüsü, ilmine karşı dünyâlık almamak."
"İdârecilerin en hayırlısı, âlimleri sevendir."
Tâbiînin büyüklerinden, meşhûr bir âlim ve velî Şa'bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; "Falanca şahıs âlimdir" dediler. Şa'bî bunu söyleyene, "Onda ilmin güzelliğini göremedim" dedi. "İlmin süsü ve kıymeti nedir?" diye sorulunca, "Vekardır, âlim olan kişi, kibirli, sert ve kaba olmaz" buyurdular.
Tâbiîn devrinde yetişen büyük âlim ve velî Vehb bin Münebbih (rahmetullahi teâlâ aleyh) Atâ Horasânî'ye dedi ki: "Bizden önceki âlimler, ilme sarılıp, dünyâya ehemmiyet vermezlerdi. O zamanki dünyâ ehli ise, ilme saygılı idiler. Onun için, âlimlere hürmet ederler, dünyâlıklarından onları da faydalandırırlardı. Şimdi ise, ilim sâhipleri, dünyâ ehli için ilimlerini sarf ediyorlar. Çünkü onların mallarında gözleri vardır. Belki onlardan, biraz dünyâlık koparabiliriz diye düşünüyorlar. Halbuki şimdi dünyâ ehli, onların ilimlerine bile rağbet edip kıymet vermiyorlar.
ÂLİMİN KIYMETİ
Vehb bin Münebbih ki, Tâbiîn-i kirâmdan,
Şiddetle kaçıyordu, her günah ve haramdan.
Buyurdu ki: “Aklı ve ilmi varsa bir zâtın,
Onu aldatmak için, gücü yetmez şeytanın.
O, binlerce câhili, parmağında oynatır,
Âlimin karşısına gelince, âciz kalır.
Dağları parçalamak, kolay gelir şeytana
Ve lâkin yaklaşamaz, böyle olgun insana.
Bir çâresini bulup, kaçar onun yanından,
Câhillere yanaşıp, saptırır yollarından.”
Dâvûd aleyhisselâm, buyurdu ki: “Ey Rabbim,
Seni aradığımda, nerde bulabilirim?”
Buyurdu: “Şu kulların, yanındayım ki her an,
Ürperir kalbleri hep, benden korkularından
Ey Dâvûd, şu kimsedir, en çok sevdiğim kişi,
Bir günah karşısında, ürperir, titrer içi.”
Dediler ki: “Ey Vehb, çok ibâdet eyleyen,
İki zâttan hangisi, üstündür diğerinden?”
Buyurdu: “Kimin çoksa, insanlara hizmeti,
Hak teâlâ indinde, onun çoktur kıymeti.
Hele uğraşıyorsa, âhiretleri için,
Daha da kıymetlidir, indinde Rabbimizin.”
Buyurdu: “Belâlara, uğrarsa insan eğer,
Bilsin ki sıkıntıyla, yaşadı her peygamber.
Aksine rahatlığa, kavuşursa o şâyet,
Bilsin ki o büyükler, etmedi buna rağbet.”
Buyurdu: “Çok uyuyan, çok yiyen, çok konuşan,
Kimseleri çok kolay, aldatır la’în şeytan.
Bir kimse ki, dînini, bilir ve korur onu,
Şeytan onu görünce, değiştirir yolunu.”
Îsâ aleyhisselâm, bir köye geldi bir gün,
Gördü ki insanların, hepsi ölmüş topyekün,
Dönüp havârilere, buyurdu: “Bakın, bu halk,
Allah'ın gazâbına, uğramışlar muhakkak.
Dağınık ölmemişler, gösterir ki bu dahî,
Birden gelmiş onlara, bu azâb-ı İlâhî.
Îsâ aleyhisselâm, nidâ etti o zaman,
Bir tânesi dirilip, ayağa kalktı heman.
Buyurdu ki: “Suçunuz, ne idi ki acabâ,
Böyle, toplu olarak, uğradınız azâba?”
Dedi ki: “Biz dünyâyı, fazla benimsemiştik,
Çocuğun annesini, sever gibi sevmiştik.
Girince kalbimize, dünyanın muhabbeti,
Gâfil olduk Allah’tan, unuttuk âhireti.
Îkâz da etmediler, bizi âlimlerimiz,
Ve bir sabah âniden, böyle oldu hâlimiz.”
Buyurdu: “Suâl ettim, tam yedi yüz âlime,
Kime denir akıllı, zekî ve zengin diye?
Öğrendim ki akıllı, soğumuştur dünyadan,
Âhiret hazırlığı, içindedir durmadan.
Zekî de rağbet etmez, dünya mâl-ü mülküne,
Aldanmaz bu geçici ve yalan zevklerine.
Zengin ise rızkına, kanâat eyliyendir,
Başkasının malına, aslâ göz dikmeyendir.”
.
Bu mübârek zâtların, hürmetine İlâhî,
Akıllı olanlardan, eyle sen bizi dahî.
Büyük velîlerden Yahyâ bin Muâz-ı Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İlmi ile âmil olan âlimler, müslümanlara analarından babalarından daha şefkatli, daha merhametlidirler. Çünkü onlar, insanın âhiretini kurtarıp, Cehennem’e girmemelerini temin ederler. Ana-baba ise, insanı ancak dünyâ ateşinden ve felâketinden koruyabilir.”
Müceddidler, İslâm dînini kuvvetlendiren, bid'atleri yâni İslâm dinine sokulmak istenen reformları, hurâfeleri söküp atan ve sünnetleri ortaya çıkaran âlimlerdir. Sünen-i Ebî Dâvûd'da zikredilen bir hadîs-i şerîfte; "Her yüz senede bir müceddid zâhir olur (ortaya çıkar). Ümmetimin işlerini yeniler." buyrulmuştur. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî'nin beyânına göre; "Bu ümmet, ümmetlerin en iyisi olduğu ve bu ümmetin Peygamberi, peygamberlerin sonuncusu olduğu için, bunların âlimlerine, İsrâiloğullarının peygamberlerinin mertebesi verilmiştir. Peygamberlerin vazîfeleri, bu âlimlere yaptırılmaktadır. Bunun için, her yüz sene başında, bu ümmetin âlimleri arasından bir müceddîd seçilir. Hele bin sene geçince, geçmiş ümmetlerde bir ülülazm peygamber (veya resûl) gönderildiği ve onun işi bir nebîye (her yüz senede bir gönderilen peygambere) bırakılmadığı gibi, bu ümmette de, tam bilgili bir âlim seçilir. Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ülülazm peygamberlerin işini yapar."
Mîr Hüsâmeddîn demiştir ki: "Rüyâmda Resûlullah efendimizi gördüm. Bir minber (câmilerde hutbe okunan yer) üzerinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini medh ederek (överek) şöyle buyurdu: "Ümmetim içinde onunla iftihâr ediyorum (övünüyorum). Allahü teâlâ onu, ümmetim arasında müceddîd kıldı." (E. Ans. c.1, s. 12)
Müceddîd-i elf-i sânî, hicrî ikinci bin yılın yenileyicisi İmâm-ı Rabbânî hazretleri için kullanılan bir tâbirdir. Muhammed Hâşim-i Keşmî'nin ifâde ettiğine göre, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine ilk defâ, müceddîd-i elf-i sânî ismini veren, zamânının en büyük âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyâlkûtî'dir. (E. Ans. c.1, s. 12)
Abdullah-ı Dehlevî demiştir ki: "Sultanlar içinde Ömer bin Abdülazîz, din bilgilerinde İmâm-ı Şâfiî, tasavvufta (bir müslümanın İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için lâzım olan bilgileri ve yolları öğreten ilimde) Mârûf-i Kerhî, esrâr (sırlar, gizli şeyler) bilgilerinde İmâm Muhammed Gazâlî, feyz vermekte ve kerâmetler göstermekte Abdülkâdir-i Geylânî, hadîs ilminde Celâlüddîn-i Süyûtî, tarîkat, hakîkat ve akâid (yâni inançla ilgili bilgilerin) inceliklerini açıklamakta ve kalplere akıtmakta İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî, müceddîd idiler. Hepsi de, İslâmiyet'in yayılmasına, kuvvetlenmesine hizmet etmişlerdir. (E. Ans. c.1, s. 12)
Şah-ı Dehlevî, İmâm-ı Rabbânî'yi şöyle tanıtmaktadır: "İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî, derin âlim, büyük velîydi. Müctehid yâni Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran bir âlimdi. İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. Âlimlerin önderi, velîlerin baş tâcıydı. Resûlullah efendimizin güzel ahlâkını açıklayan bir deryâdır. İmâm-ı Rabbânî'yi sevenler, mümin ve müttekî olanlar yâni haramlardan kaçanlardır. Sevmeyenler münâfıklar, yâni içi dışı başka, iki yüzlü olanlardır. İslâm memleketleri, hazret-i Müceddîd'in feyz ve nûrları ile doldu. İnsanda bulunacak her üstünlüğü, Allahü teâlâ, İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî hazretlerine vermiştir. Vermediği yalnız peygamberlik makâmı kalmıştır." (E. Ans. c.1, s. 13)
Âlimle İmtihan Olmak...
Prof. Dr. Osman Güner
Yaşadığımız hadiseleri doğru okumak, geçmişle ve tarihle bağımızın güçlü ya da zayıf oluşuyla doğrudan alakalıdır. Şöyle ki, geçmişte yaşananlardan dersler çıkarabilmişsek ve dahası çıkardığımız derslere uygun bir yaşantı sürebiliyorsak, bu günü doğru okuyabilmek adına talihli sayılabiliriz. Buradan hareketle şunu hemen ifade etmeliyiz ki, medeniyetimize dair taşıdığımız düşünce kodları, tekrar ber tekrar dönüp bakmamız ve bu minvalde kendimize rota tayin etmemiz gereken kutup yıldızı kıymetindeki işaretlerdir. Kadim değerlerimiz, bu işaret ve aydınlatıcı tayflarla ilmek ilmek örülmüştür desek yeridir.Burada şu sorulara makul ve muteber cevaplar bulmak durumundayız: Acaba biz Müslümanlar, yüzyıllardır beslendiğimiz mefkûre kaynaklarımıza ne ölçüde vefa gösteriyoruz? Müminin yitiği olarak bildiğimiz ilim ve hikmet, bizler için ne kadar değer ifade ediyor? Dahası ilim insanlarına danışmak, onların yol göstericiliğine müracaat etmek gibi medeniyetimizin bu güçlü dinamiğine bu gün ne ölçüde vefalı davranabiliyoruz? Şunu hemen ifade etmeliyiz ki, deryanın enginliğinde seyrüsefer eden gemilerin, sahile selametle ulaşabilmesi için aydınlık saçan işaretlere ne ölçüde ihtiyaç duyuluyorsa, medeniyetimizi ilmek ilmek dokuyan ve halkı hakikatle buluşturmayı kendilerine rehber edinen âlim şahsiyetlere de o denli muhtacız ve bunu her daim hissetmeliyiz. Vaktiyle gayr-i Müslim tebaanın Hz. Mevlana için söyledikleri gibi, ‘Onlar tıpkı güneş gibidir, kim güneşten faydalanmak istemez ki! Hatta hava gibi, su gibi, ekmek gibidirler, kim bunlardan kendisini müstağni sayabilir ki!’ Elbette müstağni kalamayız, zira insanı insan yapan kalp, kafa, ruh ve vicdan melekeleri hep onlardan gelen tılsımlı nefeslerle varlıklarını ikame ederler..Âlim Saygınlığını Kur’an ve Sünnet’ten AlırŞüphesiz İslam medeniyetinin inşa olduğu zemin ilim ve hikmet zeminidir. İlimden ve âlimden yoksunluk, bunları değersiz addetmek asla bizim medeniyetimize yakışan bir hususiyet değildir. Mukaddes kitabımız Kur’an’ın daha ilk nazil olan âyetleri, bize bu hakikati gösterir: “Yaratan Rabbinin adıyla oku, Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretendir.” (Alak,96/1-5) İşte kâinatı Yaratıcı’nın (celle celâluhu) muhteşem hakikatlerini keşfetme kastıyla okumaya çalışan bu kutlu insanlar, elbette diğerleriyle asla bir tutulamazlar ve tutulmamışlardır da: “De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akl-ı selim sahipleri, sağ duyulu olanlar düşünüp ibret alırlar.” (Zümer, 39/9) Keza Hz.Musa ile Hz. Hızır kıssasında anlatıldığı üzere, bazen de Allah (celle celâluhu), seçtiği kimi kullarını fizikötesi âlemin hakikatlerine muttali kılmıştır. Ancak insanın kavrayış ve idrak sınırlarını aşan böylesi ledünnî bir ilimin varlığı (Kehf, 18/65), Yüce Yaratıcı’nın (celle celâluhu) keyfiyetini bilmediğimiz ne engin bir ilim deryasının sahibi olduğuna ve dilediği kimi talihli kullarına bu hazinesinden dilediğince ihsan edeceğine bir işarettir.Konuyla alakalı bir hadis-i şerifte de, ilim tahsil etmek üzere hayırlı bir yola koyulan kimseye cennete giden yolun kolaylaştırılacağı, meleklerin yapılan bu davranıştan razı oldukları için şefkat kanatlarıyla onları kuşatacağı, hatta sudaki balıklardan tutun da arz ve semadaki bütün varlıkların onun bağışlanması için kendi lisanlarıyla dua edecekleri ifade edilmiş, sonrasında da şöyle buyrulmuştur: “İlimle donatılmış bir insanın kendisini ibadete vermiş âbid bir insana göre konumu, tıpkı (yeryüzünü aydınlatması itibariyle) ayın diğer yıldızlara fâikiyeti, üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamber varisi insanlardır. Peygamberlerse arkalarında ne altın, ne de gümüş bırakmışlardır; bıraktıkları şey sadece ilim olmuştur. İşte her kim bundan bir pay almışsa, (ne mutlu ona) büyük bir hisseye sahip olmuştur.” (Buharî, İlim 10) Aynı şekilde Allah (celle celâluhu) kullarından kimilerine bir bahtiyarlık verecekse, bunu ilim bahşetmek suretiyle yapacağı da ifade edilmiştir. Şöyle ki, “Allah kimin hakkında hayır murad ederse, onu dinde fakîh/kavrayışlı kılar.” (Buhârî, İlim 13) O halde Peygamber vârisi olan bu ilim insanları, cemiyeti hak ve hakikate yönlendiren, onları terbiye eden, eğiten bir misyona sahiptirler. Dün olduğu gibi bu gün de onlardan aldığımız ışıkla yolumuzu aydınlatıyoruz. Bu, âlim şahsiyetlere tanınan hem bir hak, hem de bir mesuliyettir. Peygamber vârisi bu insanlara Allah’ın (celle celâluhu) hususî lutuflarda bulunacağı aşikârdır. Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ifadesine göre, Allah Teâlâ onlar için kullar nezdinde sevgi ve muhabbet bahşedecektir: “Allah bir kulunu sevdiğinde, Cebrail’e (aleyhisselâm) ‘Allah şu kulu seviyor, sen de sev!’ diye nida eder. Cebrail de o kulu sever ve o da sema ehline ‘Allah şu kulu seviyor, ben de seviyorum, onu siz de seviniz’ diye nida eder. Sema ehli de o kimseyi sever ve sonra yeryüzü ahalisinin de ona muhabbet duyması sağlanır.” (Buhârî, Bed’u’l-halk 41) Dolayısıyla insanların öteden beri sevgi ve muhabbetle andıkları nebiler, sıddıklar, veli kullar, ilim ve hikmet insanları hep bu ilahî lutfa mazhar olmuş insanlardır.Medeniyetimizin Talihli Şahsiyetleriİşte bu anlayışın gereği, asr-ı saadetten günümüze kadar bütünüyle medeniyet tarihimizde, alim şahsiyetler her daim saygı ve hürmet görmüşlerdir. İslamî değerleri kendilerine referans edinen Emevîler, Abbâsîler, Selçukîler ve Osmanlılar gibi tarihte kalıcı izler bırakmış müslüman milletler ve başındaki hükümdarlar onları hep baş tacı etmişler ve onlara danışmadan, onların kanaatlerini dikkate almadan bir işe kalkışmamışlardır. İşte Abbasîler.. Halife Hârun Reşid İmam Mâlik’in (ö.795) Muvatta adlı eserini okuyunca, onun ilmine o kadar hayran kalmıştır ki, ‘Bu eseri’ der, ‘bir kanun kitabı yapalım, İslam beldelerinin tümüne gönderelim ve herkes ona uysun, ondaki ahkâma göre hüküm versin!’ İmam Malik, Halifenin kendisine gösterdiği bu âli cenaplığa çok nezaketli bir şekilde karşılık verir ve diğer ilim erbabının kanaat ve içtihatlarının da bir zenginlik olduğunu ve değersizleştirilmemesi gerektiğini belirterek bu teklifi kibarca reddeder. Ayrıca Efendimiz’in ‘Ümmetimin ihtilafı rahmettir’ sözünü de kendisine hatırlatır.1İşte Selçuklular.. Selçuklu sultanları Tuğrul Bey ve Alparslan’ın âlimler ve din adamları karşısındaki mütevazı ve saygılı tavırları, onları fazlasıyla cesaretlendirmiştir. Tuğrul Bey, fethettiği şehirlere giderken, ilk iş olarak âlimleri ve maneviyat önderlerini ziyaret eder, onlara hürmet gösterirdi. Bu hususta Sultan Melikşah ile büyük kelam âlimi İmamu’l-Haremeyn el-Cüveynî (ö.1013) arasında geçen bir hadise, devletin ve sultanın onca haşmetine rağmen, âlimlere ne derece yüksek bir mevki tayin ettiklerine güzel bir örnektir. Rivayete göre, Sultan bir Ramazan ayında hilalin görünmesi üzerine bayram ilan eder. Fakat Cüveynî, aksine ertesi gün Ramazan’ın devam ettiğine ve oruç tutulması gerektiğine dair fetva verir. Sultan bu nazik durum karşısında İmamu’l-Haremeyn’i nezaketle saraya davet eder. Görüşme sırasında Cüveynî: “Sultana ait işlerde fermana itaat vazifemizdir; lakin fetvaya taalluk eden meselelerde de Sultan’ın bize sorması lazımdır.” der. Bunu haklı bulan Sultan, onun isteğine uyar ve kendisini takdir eder.2Sultan Sancar’ın, İmam Ebû Hanife aleyhinde konuştuğu gerekçesiyle İmam Gazzâlî (ö.1111) ile aralarında geçen mülakat oldukça dikkat çekicidir. Sultan Gazzâlî’yi huzuruna davet eder. O da bu davete karşılık, yöneticilerin huzuruna çıkmamaya ahdettiğini, yeminine sadık kalmak istediğini, bunu anlayışla karşılamasını rica eder. Ancak Meşhed’e kadar gelebileceğini ifade eder. Burada gerçekleşen karşılaşma sırasında, Sultan, büyük İmam’ın gelişinde bütün emirleriyle birlikte ayağa kalkar ve onu yanına oturtur. Gazzâlî de hikmetli sözleriyle söze başlar ve büyük âlim İmâm A’zâm aleyhinde konuşmasının imkânsız, böyle bir haberin de bütünüyle yalan olduğunu ifade eder. Bu sözler üzerine Sultan Sancar, ondan bu nasihatlerini yazmasını ve bu tavsiyelerinin her yerde okunmasını ister. Ayrıca Sultan, İmam Gazzâlî’ye medreseler inşa edeceğini söyleyerek inzivayı bırakıp derslere başlamasını ve âlimlerin müşküllerini halletmesini kendisinden rica eder.3İşte Osmanlı Sultanları.. Heybetiyle cihan sultanlarını ürküten, dünyayı iki hükümdara dar bulan, fermanlarıyla yürekleri titreten Yavuz Sultan Selim, bir âlime boyun eğmiş, Allah’ın (celle celâluhu) huzurunda hesaba çekilme endişesiyle kendi fermanından vazgeçmiştir. Bu şahıs, Sultan Selim devrinin Şeyhülislam’ı Zembilli Ali Cemali Efendi’dir (ö.1526). Bu zât, zühdü ve takvası ile maruf, kendisinde zerre kadar rütbe ve şöhret hırsı olmayan biridir. Hal böyle olunca da doğru bildiğini söylemekten çekinmez. Belki de bu sebepten vefatına kadar tam 24 yıl bu makamda kalır. Bir gün Yavuz Sultan Selim’in birkaç memurun kafasını vurduracağını duyar. Bunun üzerine hemen saraya koşar. Divan toplantısına rağmen Padişahın huzuruna çıkar. Yavuz tavizsizdir; ‘Vazifelerini ihmal ettiler hocam’ der, “cezalarını versem gerek!” Zembilli Ali Efendi kaşlarını çatar: “Benim şeyhülislamlıktan anladığım tek şey var!” der, “Senin ahiretini kollamak. Hâlbuki sen vebale yürüyorsun. İnan ki, elim azaba duçar olursun. Benden söylemesi!” Ve çeker kapıyı gider. Sultan Selim’e tek söz düşer ‘Öyleyse affettik gitti!’4 Doğrusu bu gün de böylesi hakperest devlet başkanlarına ve bildiği hak ve hakikatleri söylemekten çekinmeyen âlim şahsiyetlere ne kadar da ihtiyaç vardır.Âlimlere Zulmeden Talihsizler…Tarihimizde bu gibi ilim ve fazilet abidesi insanları ve irşatlarını baş tacı eden kutlu idareciler bulunduğu gibi, alimlere zulmetmekten çekinmeyen kimi kem talihli insanlar da yok değildir. İlim abidesi bu insanlar yaşadıkları mezalim ve işkencelere rağmen ilmin izzet ve onurunu korumaktan çekinmemişlerdir. İşte İmam A’zam Ebû Hanife…(ö.767) Büyük imam, hem Emevîler hem de Abbasîler devrinde yaşamıştır. O, kendi dönemindeki bazı Emevî halifelerinin soy asabiyetine dayalı yönetim anlayışına ve Ehl-i Beyt’le sahabilere karşı yürüttükleri zalimane tavırlarına karşı çıkmıştır. Emeviler, derin ilmini ve toplum nezdindeki saygınlığını gördükleri Ebu Hanife’ye kadılık teklif ederek yanlarına çekmeye çalışsalar da o, bu makamın ilmin saygınlığını istismar etmek maksadıyla verilmek istendiğini sezmiş ve görevi kabul etmemiştir. Bunun üzerine devrin Kûfe valisi, onu kırbaç cezasına çarptırmıştır. İmam A’zam bu zulüm esnasında yanına gelip de kararından dönmesini isteyenlere şöyle cevap verir:“Eğer vali benden Vâsıt Mescidi’nin kapılarını saymak gibi sıradan bir iş bile istese, onu dahi kabul etmem. Nasıl olur da bu ağır işi kabul ederim ki! O boynunu vuracağı bir adamın ölüm fermanını yazacak, ben de ona mühür basacağım öyle mi? Bu dünyada kırbaç yemek, ahirette ceza görmekten daha yeğdir. Valinin beni öldürmeğe gücü yeter, fakat tekliflerini kabul ettirmeğe asla!”5Büyük İmam, Abbasî iktidarı zamanında da benzer sebeplerle zulme maruz kalmıştır. Onlar da seleflerinden geri kalmamışlar, kendi yönetim tarzlarına muhalif gördükleri âlim ve faziletli insanları katletmeye ve adaletsiz bir yönetim sergilemeye devam etmişlerdir. İmam A’zam bunlara karşı da sessiz kalmamıştır. Halife Mansur, onun hakkın yanında yer alıp zulme boyun eğmeyen bu tavrı karşısında, onu kendi tarafına çekmek maksadıyla değerli hediyeler göndermiş, fakat İmam-ı Azam bu hediyelerin beytülmalden (kamu malı) alındığını söyleyerek hepsini reddetmiştir. Yapılan başkadılık teklifini de geri çeviren Ebu Hanife, Musul halkının isyanını bahane edip isyancıların katli için fetva isteyen halifeye olumsuz cevap verince, halife onu zindana kapatarak kırbaç cezasına çarptırmıştır. Yaşı oldukça ilerlemiş olan Ebu Hanife, bu eziyete daha fazla dayanamayarak vefat etmiştir. Hatta onun zehirlenerek öldürüldüğü de ifade edilmiştir.6İlmin izzetini korumak için serden geçmeyi göze alan bir diğer âlimimiz de Ahmed b. Hanbel’dir (ö.855). O da büyük zulümler görmüş, zindanlarda tutulmuş ve kırbaçla cezalandırılmıştır. Onun döneminde İslam’ın ilk rasyonalist akımı olan Mutezile mezhebi, bazı Abbasî halifelerine nüfuz ederek kendi düşüncelerini devletin resmî doktrini haline getirmeyi başarmıştı. İtizâlî düşünceler, Halife Me’mûn’dan Mütevekkil’e kadar geçen 16 yıl boyunca toplumun her kesimine zorla kabul ettirilmeye çalışıldı. İşe önce âlimler ve toplum nezdinde saygınlığı bulunan şahıslardan başlandı ve toplumun ağır bir imtihanı demek olan ‘mihne’ hareketi her tarafı kuşatıverdi. Önce ‘Kur’an mahlûktur’ görüşünün gerçek tevhid akidesi, aksine inanmanın ise küfür ve şirk olduğu söyleniyor, bu düşüncede olmayanlar ölümle tehdit ediliyordu. Hapse atılanlar, kırbaçlananlar ve öldürülenler vardı. Bu zorbalıklar karşısında pek çokları vicdanlarına rağmen inançlarının aksini itiraf etmek zorunda bırakıldılar. Birçokları belli bir noktaya kadar dayanmış olsa bile baskının ağırlığı karşısında resmî ideolojiye boyun eğip ‘Kur’an mahlûktur’ demek zorunda kaldılar.İşte tarihe ‘mihne devri’ olarak geçen bu işkenceli, kanlı şiddet döneminde ölümü göze alıp fikrini açıkça söylemekten çekinmeyen yegâne şahıs Ahmed b. Hanbel olmuştu. Bu devirde o, 18 ay hapiste kalmış, ayaklarına zincirler vurulmuş, kırbaçla cezalandırılmıştı. Dayağın tesiriyle kendisinden geçer, ayılınca tekrar aynı sorulara maruz kalır, aynı cevabı verirdi. Bu sırada ağır yaralanmış, bileği kırılmış, ölümle ve ömür boyu hücre cezasıyla tehdit edilmişti. Büyük İmam, tehditlerin hiçbirine boyun eğmemiş, görüşlerinden taviz vermemişti. Ehl-i sünnet düşüncesini sonuna kadar müdafaa etmişti. İşkenceler sırasında kendisiyle yapılan ilmî tartışmalarda muhataplarını hep susturmuş ve karşıdakileri ilzam etmişti. Onun bu metaneti, halkın da kuvve-i maneviyesini güçlendirmişti. Halk onun bu duruşuna dikkat kesilmiş, kimi zaman sarayın etrafında büyük kalabalıklar oluşturmuşlardı. Her şeye rağmen öldürülmek üzere Bağdat’tan Tarsus’a doğru gönderilmiş, ancak yolda Halife Me’mûn’un ölüm haberi gelince Bağdat’a geri çevrilmişti7.Âlimler, Ahmed b. Hanbel’in bu metanetli tavrı neticesinde, mutezilî düşüncenin saray erkânında kökleşmesine ve halka intikal etmesine mani olduğunu belirtirler. Dolayısıyla dine nüfuz edecek bir fitne hareketinin onun sabrı ve metaneti sayesinde atlatıldığı ve bu sebeple hizmetinin büyük olduğu ifade edilmiştir. Onun gibi şahsiyetlerin dünden bu güne yaşadıkları ve yaşamaya da devam ettikleri bu zorlu ve çetin şartlar, bir taraftan âlimlere düşen vazife ve mesuliyetin büyüklüğünü gösterirken, diğer taraftan da cemiyetin, onların basiret ve ferasetle seslendirdikleri kanaatlerine ne denli muhtaç olduklarını ortaya koymaktadır.Bu büyük âlimlerin, zalim sultanlar karşısında haktan ve adaletten yana, böylesine cesur tavırları, bize bir hakikati hatırlatmaktadır; şöyle ki, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ifade buyurduğu üzere “En faziletli cihad, zalim bir sultan karşısında hak (bildiğin)i söylemektir.”(Tirmizî, Fiten 13; Ebu Dâvud, Melâhim 17). Doğrusu böyle bir durumda hakkın söylenmesi, adeta ateşten gömlek giymek gibidir. Nitekim İmam Hattabi’nin (ö. 998) de bu hadisin izahında ifade ettiği gibi, ‘İnsan düşmanla savaş ettiği zaman galip mi geleceği, mağlup mu olacağı belli değildir. Mağlubiyetten korktuğu gibi galibiyet umudu da taşır. Ancak zalim bir hükümdarın karşısında hakkı söyler ve onu kötülükten men etmeye çalışırsa, bu açıkça kendisini tehlikeye atmak demek olur.’8 İşte İmam A’zam, İmam Ahmed b. Hanbel, İmam Rabbânî ve Bediüzzaman Said Nursî gibi ilim ve irfan insanları, hak bildiklerini hiç çekinmeden seslendirmeyi bir âlim vazifesi olarak görmüşlerdir.Hâsılı kelam, dünden bu güne Hak ile batılın, doğru ile yanlışın kol gezdiği ortamlarda ilim insanlarının hadiseleri doğru okuyan mahrutî bakışlarına ne kadar da ihtiyaç vardır. Bununla birlikte Hakka tercüman olmaktan başka bir düşüncesi ve beklentisi olmayan ilim ve fazilet abidesi şahsiyetlere ne kadar tahammülsüz ve akla ziyan bir tavır sergilenmiştir. Bu büyük insanlar, her devirde ilim ve irfandan nasipsiz kimi insanların cahilce ve saygısızca tavırlarına maruz kalmışlardır. Her şeye rağmen bu devasa kâmetler kendi üsluplarını hiç bozmamış, kendilerine taş atanlara onları hayrette bırakacak ölçüde sinelerini açmışlar, muhteşem bir vicdan genişliğiyle mukabelede bulunmuşlardır. Böylesi gönül insanları, ruh dünyası karanlığa bürünmüş kimi nadanların hakaretleri ve halden anlamaz tavırları karşısında, herkese sinelerini açmışlar, sevgi ve alaka duymadık, el uzatmadık mahzun bir gönül bırakmamaya gayret etmişlerdir. İyilikleri hep iyiliklerle alkışlamışlar, inanmış gönüllere karşı mürüvvetli, inançsızlara karşı da hep kavl-i leyyin üslubu sergilemişlerdir. Ve etraflarına gönlü her daim Hakk’a açık bir insan olmayı tavsiye etmişlerdir.Ne mutlu bu güzellik abidesi insanlara!DİPNOTLAR1. Suyûtî, Menâkıbu Mâlik, 46.2. Osman Turan, Selçuklular Tarihi, 1980: 327-8.3. Gazzâlî, el-Munkızu mine’d-dalâl, (trc.) 1948: 66.4. www.biyografi.net5. M.Ebu Zehra, Ebû Hanîfe, (trc.) s.33.6. Ebu Zehra, Ebû Hanîfe, s.47-48.7. Ebu Zehra, Ahmed İbn-i Hanbel, s.62.8. Hattâbî, Meâlimu’s-sünen, 1991, IV/324.
|
|
Bugün 47 ziyaretçi (117 klik) kişi burdaydı!
|
|
|
|
.
|
|
Bugün 90 ziyaretçi (288 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|