|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Avrupa Medeniyetinin Kaynağı 2 KASIM 1994..MEHMET ORUÇ
.Tarih boyunca, müslümanlar, gayrı müslimlere her zaman müsamaha, hoş görü ile muamele etmişler. Gayrı müslimler ise, bütün bu hoş görülere rağmen, müslümanlara hep gaddarca davranmışlar, her türlü zulmü reva görmüşlerdir. Yaptıkları bu zulümleri, kendileri de itiraf etmektedirler. Meselâ, Alman ilim adamlarından Prof. Graus ve Bayan Threlfall tarafından hazırlanan "Spaneien" ya'ni İspanya ismindeki eserde, müslümanların medeniyete hizmetlerini ve İspanyolların müslümanlara yaptıkları zulümleri şöyle anlatmaktadır: "İspanya'da en mühim şehirlerden biri, Kurtuba'dır. Bu şehir, Arap Endülüs Devletinin merkezi idi. Müslümanlar, Târık bin Ziyâd kumandasında, 711'de İspanya'ya geçince, bu şehri kendilerine başşehir yapmışlardı. Araplar, bu şehre medeniyet getirdiler. Yarı vahşî insanların yaşadığı bu şehri, tam bir medenî şehre çevirdiler. Bir büyük saray, hastahaneler, medreseler yaptılar. Bunların yanında, bir de büyük üniversite kurdular. Avrupa'da ilk kurulan üniversite budur. O zamana kadar Avrupalılar ilimde, fende, tıpta, zirâatte ve medeniyette çok geri kalmışlardı. Müslümanlar, onlara ilim, fen, medeniyet getirdiler. Onlara hocalık ettiler. Endülüs İslâm Devletini kuran Birinci Abdürrahmân Kurtuba'da çok büyük bir câmi yaptırmak istedi. Bu câminin Bağdât'ta bulunan câmilerden daha büyük, daha güzel ve ihtişâmlı olmasını istiyordu. Kurtuba'da bu işe en uygun arsayı seçti. Arsa bir hıristiyana âit idi. Bu adam, arsası için çok para istedi. Çok âdil bir hükümdar olan Birinci Abdürrahman, isterse zorla bu arâzîyi alabilecek durumdayken, kat'iyyen böyle bir yola başvurmadı. Aksine, hıristiyan sâhibine istediği parayı ödedi. Hıristiyanlar, bu para ile kendilerine üç kilise yaptılar. Caminin işaatı başladı. Abdürrahmân, günde birkaç saat binâ inşaâtında, bir amele gibi çalışıyordu. İnşaât malzemesi, doğunun birçok yerlerinden getirtildi. Tahta kısımlar için Lübnan'ın en mükemmel ağaçları, mermer kısımlar için, doğunun birçok yerlerinden renkli mermerler, Irak'tan ve Suriye'den kıymetli taşlar, inci, zümrüt, fildişi, bu arâzîye yığıldı. Herşey çok güzel ve çok boldu. Câmi, ihtişâmlı bir binâ hâlinde yavaş yavaş yükselmeğe başladı. Câmi, 10 senede tamamlandı. Câminin içinde, her biri 10 metre yüksekliğinde 1419 sütun bulunuyordu. Bu sütunlar dünyanın en mükemmel mermerlerinden yapılmıştı. Sütunların tepelerindeki kemerler, birkaç renkli mermerden parça parça olarak meydâna getirilmişti. Câmiye girince, insanın gözü bu sütun ormanında kayboluyordu. Mermer sütun başlıklarına bakanlar, bu güzellik karşısında hayrân kalıyordu. Câmiye giren herkes, âdetâ büyüleniyordu. Bu kadar güzellik, o zamana kadar dünyanın hiçbir yerinde görülmemişti. Yapılan bu câminin 20 kapısı vardı. Kapıların önünde, özel portakal bahçeleri kurulmuş, her taraf yeşilliğe bürünmüştü. Câminin etrâfında, diğer bahçeler, havuzlar, fıskiyeler, çeşmeler vardı. İnsan, câmiye girip bir göz atsa, sanki bu muhteşem sütun ormanı bitmiyecek gibi görünüyordu. Geceleyin, binlerce gümüş kandillerden fışkıran renkli ışıklar, câmiyi aydınlatıyordu. Minârelerin tepesinde nar şeklinde başlıklar bulunuyordu. Bu başlıklar, mücevherler, inciler, zümrütlerle süslenmiş, taş araları altın parçaları ile örtülmüştü. Hıristiyanlar, 1492 de Endülüs Devletini yıkıp Kurtuba'ya girince, ilk iş olarak, bu muazzam câmiye saldırdılar. Bu çok güzel, haşmetli binâya atlarıyla girdiler. Câmiye sığınmış olan binlerce müslümanları, merhametsizce kılıçtan geçirdiler. Hâlbuki, müslümanlar ilk def'a bu memleketleri zaptettikleri zaman, orada yaşayan hıristiyan ve yahûdîlere hiç dokunmamış, onların kendi dinlerine göre ibâdet etmelerine kat'iyyen mâni' olmamışlardı. (Devamı yarın)
Endülüs Fâciâsının Sebebi 3 KASIM 1994
Hıristiyan İspanyollar, Endülüs devletini yıkınca, görülmemiş bir vahşet ile ilim merkezi olan Endülüs'teki müslüman ve yahûdîleri yok ettiler. Sonra da eşsiz sanat eserlerini tahrip ettiler ve bu arada şâheser câmiyi yıkmağa başladılar. Önce minârelerdeki altın ve zümrütle işlenmiş nar şeklindeki başlıkları indirerek yağma ettiler. Tavandaki o haşmetli, güzel tahta süsleri söktüler. Yerdeki güzel mermerleri kırıp parçaladılar. Yerlerine âdî taşlar dizdiler. Duvarlardaki bütün güzel süslemeleri yerle bir ettiler. Sütunları yıkmağa çalıştılar. Fakat, ancak bir kısmını devirebildiler. Geri kalan sütunları âdî kireçle badana ettiler. Nihâyet, en son bir vahşet olarak, 1523 senesinde câminin içine bir kilise yapmağa karâr verdiler. Bunun için, o zaman İspanya ve Almanya İmparatoru olan 5. Charles'ten izin istediler. Aldıkları bu izin ile kilise yapmak için, birçok sütunlar daha yıkıldı. Yapılan kilise, câminin ortasında haç şeklinde 52x12 metre eb'âdında çirkin bir binâ olarak kendini gösterdi. Charles , bizzat Kurtuba'ya gelerek bu kiliseyi gördü. Çok üzüldü ve: "Yaptığınız vahşeti görünce, size bunun için izin verdiğime çok pişman oldum. Dünyada bir benzeri bulunmayan, bu güzel eseri böylece tahrip edeceğinizi bilseydim, size müsaade etmez ve hepinizi cezâlandırırdım. Yaptığınız bu çirkin kilise, eşi her yerde bulunan âdî bir binâdan ibârettir. Hâlbuki, bu haşmetli câminin bir benzerini yapma imkânı yoktur" dedi. Bugün bu haşmetli binâyı ziyâret edenler, harap olmasına rağmen, İslâm mi'mârîsinin bu büyük eserinin güzelliği, büyüklüğü karşısında hayrân kalmakta, ortada bir cüce gibi görünen kilisenin hâline acımakta ve böyle bir haşmetli eserin bu hâle gelmesine müteessir olmaktadırlar. Şimdi de, bu muazzam medeniyetin birkaç bin çapulcu ile nasıl yok edildiği üzerinde duralım. Müslümanların bu yıkımda, ne derece sorumlulukları vardı? Endülüs Emevi Devleti'ni ayakta tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet, îmân kuvveti idi ve İslâm dîninde, çok kuvvetli bulunan adâlet, iyilik, doğruluk ve fedâkârlık kudreti idi. Önceleri müslümanlar bu kuvveti dinlerinden alıyorlardı. Dinin emrettiği şekilde yaşadıkları için her işlerinde başarı sağlıyorlardı. Fakat sonra, İslâm ahlâkını, Allahü teâlânın emirlerini bıraktıklarından, hattâ Ehl-i sünnet i'tikâdını bozarak, İslâmiyeti içerden yıkma gafletine düştüklerinden Pirene dağlarını aşamadılar. Ümeyye devleti böylece çöktü. Sözde müslüman olup da, Allahü teâlânın emirlerine uymamanın cezâsını buldular. Vaki olanda hayır vardır. Olanlardan ibret almak lazımdır. İspanya fâci'ası olmasaydı, felsefeci İbnürrüşd'ün ve İbni Hazm'ın bozuk fikirleri, belki din ve îmân hâlini alıp dünyaya yayılacak, bugünkü hazîn levha, yüzlerce sene önce meydâna çıkacaktı. Zaten tarihî hadiselere kronolojik olarak bakıldığında, beşeriyeti ıstıraptan, felâketten kurtaran, Fâtımîler, Resûlîler gibi, İslâm ismini taşıyan, îmânı ve ameli bozuk devletler olmamış Emevîler, Tîmûr oğulları ve Osmânlılar gibi, Ehl-i sünnet olan ve dînine sarılan milletler olmuştur. Bunlar, İslâm ilimlerinin din ve fen kollarında insanlığa ışık tuttular. Fakat, ne yazık ki, sonraları, bunlarda da İslâmiyet gevşemeğe başladı. Devlet reîslerini şehîd ettiler. Birçok önemli işler, din câhillerinin, masonların baskısı altında kaldı. Allahü teâlânın emrettiği gibi sevgiyi saygıyı terkettiler, çalışmayı bıraktılar. Sinsi din düşmanları , müslümanların geri kalması için, medreselerden fen derslerini kaldırdı. Din adamları, fensiz, bilgisiz yetiştirilerek, İslâmiyeti içten yıkmağa başladılar. Bir taraftan, ilim, fen yok edildi. Bir taraftan da, ahlâk, edep, hayâ ve din bozuldu. Böylece Endülüs devleti gibi koca Osmanlı imparatorluğu da çöktü. Hâlbuki, İslâmiyet, tecrübî ilimleri, fenni, san'atı, endüstriyi, önemle emretmektedir. Bunun için dinini bilen hakiki müslümanlar hep ilmin öncüleri olmuşlardır
Müslümânların Fen İlmine Hizmeti 15 MAYIS 1994.......MEHMET ORUÇ
İnsâflı bir Avrupalının müslümân memleketlerindeki fennî çalışmalar hakkında neşrettiği bir makâlede, müslümânların ilme hizmeti açık şekilde bildirilmektedir. Bu makâleyi yazan Jean Ferrera isminde bir Fransız olup, (Science et Vie) dergisinin 724. sayısında yayınlanmıştır. Bu uzun makâleden size özetle bahsedelim. "Müslümânlar, Atlantik okyanusundan Amur nehrine kadar genişleyen çok büyük bir İslâm İmparatorluğu kurdular. Müslümânlar son derecede kuvvetli, sabırlı, cesûr olmakla berâber, harpleri kazanınca, büyük merhamet gösteriyorlardı. Geçtikleri her yerde, bir çoğumuzun hâlâ bilmediği büyüklükte bir medeniyyet kurdular. Bağdâd'dan Kurtuba'ya kadar, geniş bir sâhada kurulmuş olan islâm üniversiteleri ile o zamân çok bilgisiz olan Avrupalılara insanlık öğrettiler. Sekizinci asırda ilk defa olarak (Aix-la-Chapellede Charlemagne) sarâyını, Halîfe Hârûnürreşîd nâmına ziyârete gelmiş olanlar, sarâydaki insanların bilgisizliğine ve çoğunun okuma-yazma bilmediğine hayrette kalmışlardı. Meşhur Versay sarâyında bırakın yıkanılacak, banyo yapılacak bir yeri, helâ bile yoktu... İhtiyâçlarını lâzımlığa yapıyorlar, sabehleyin bunu Sen nehrine döküp yanlarında getirdikleri diğer bir kap ile de içme sularını doldurup geri dönüyorlardı. Müslümânlar, dokuzuncu asırda Avrupalılara ilk olarak rakamları ve sıfırı öğrettiler. Bunun gibi, trigonometriyi de Avrupalılara öğreten yine müslümânlar oldu. Önce, sinüs ve cosinüs, sonraları ise, bütün trigonometriyi Avrupalılar, müslümân üniversitelerinde öğrendiler. Dokuzuncu asırdan onikinci asra kadar, dünyâda ne kadar ilmî veyâ teknik bir gelişme varsa, ancak müslümân üniversitelerinde öğreniliyordu. Tıb hakkında eski Yunanlılar tarafından yazılan eserler, Orta çağda câhil hıristiyanlar tarafından yakılmış olduğundan, bunların asılları bugün elimizde bulunmuyor. Bunlardan şurada burada kalarak, bu barbarca imhâdan kurtulmuş olan parçacıklar, Bağdâdlı Hüseyin İbni Johag tarafından Arabîye tercüme edilmiştir. Müslümân astronomlar, dünyânın küre şeklinde olduğunu isbât ederek, Avrupalıların, "Dünya tepsi gibidir, denizlerde çok gidilirse aşağı düşülür" inancını yıktılar. Doğru bir şekilde dünyanın çevresini ölçmeyi başardılar. İslâm ilimleri iki kısımdır. Birincisi (Din bilgileri), ikincisi (Fen bilgileri)dir. İslâm âlimi olmak için, her ikisini de öğrenmek lâzımdır. Din bilgilerini öğrenmek ve yapmak, her müslümâna lâzımdır. Yâni (Farz-ı ayn)dır. Fen bilgilerinden lâzım olanları yalnız bu işle meşgûl olanların öğrenmeleri ve yapmaları lâzımdır. Yâni bu ilimler (Farz-ı kifâye)dirler. Fen bilgilerini öğrenen müslümânlar, diğer din kardeşlerini bu farzdan kurtarıyor. Kimse öğrenmeseydi, ilim öğrenmek herkese farz olarak kalacaktı... İşte bu iki farzı yerine getiren milletler, muhakkak ilerler, medenî olurlar. Kur'ân-ı kerîmde, Şûrâ sûresinin yirminci âyetinde, Allahü teâlâ meâlen: (Bir kimse, dünya ni'metlerine kavuşmak isterse, ona istediğini veririm. Âhıret ni'metlerini isteyene de, istediğini veririm) buyurmuştur. İstemek, lâf ile olmaz. Sebebe yapışmak, yâni çalışmak lâzımdır. Allahü teâlâ, dünyâ ni'metlerine ve âhıret ni'metlerine kavuşmak için, çalışanlara, dilediklerini vereceğini va'dediyor: "Müslümân olsun, olmasın, beğendiğim gibi çalışan herkese veririm" buyuruyor. Şimdi yukarıda da bahsettiğimiz gibi, Batının teknik yönden ilerlemesinin asıl sebebini, onların hıristiyan olmalarına bağlıyanlar çıkmıştır. Halbuki, Afrika'da çok geri kalmış, sefalet içinde yaşıyan, birçok hıristiyan devlet vardır. Eğer her hıristiyan olan ilerlemiş olsaydı, o devletlerin de ileri tekniğe sahip olmaları gerekirdi... Aksine, yine, hiçbir semavi kitaba inanmamış, Japonya, Kore gibi Uzakdoğu ülkeleri de teknikte çok ileri seviyeye yükselmişlerdir. O zaman ortaya şu netice çıkıyor: Hıristiyanlık fennin ilerlemesinde bir etken değildir. Kim olursa olsun, cenâb-ı Hak, çalışana dünyalık ni'metler vermektedir demiştik, değil mi? Dikkatlice incelendiğinde görülür ki, Avrupalı bugün, Kur'ân-ı kerîmde emredildiği gibi çalışıyor, hiç boş durmuyor, iki gününü eşit bırakmıyor. Bir yenilik bulunca, kimde olursa olsun alıp, inceliyor... Onun için de dünya sıkıntısı çekmiyorlar
.
İslâmiyet ve Fen 2 HAZİRAN 1994.M ORUÇ
Yıllardır ba'zı kesimlerce, kasıtlı olarak, islamiyet fenne karşı imiş gibi anlatıldı. Bütün buluşlar, batılılara ait olarak tanıtıldı. Halbuki, Peygamberlerin ve kitapların gönderilmesine sebep ve bildirilmesi en lüzûmlu olan emir, yerlerin, göklerin yaradanının varlığını, O'nun bir olduğunu, ilim ve başka üstün sıfatları bulunduğunu, kudret ve büyüklüğünün sonsuz olduğunu kullara bildirmektir. Fen ve teknik İslamiyetten ayrı bir şey değildir. Bunlar İslâm ilimlerinin bir koludur. İnsanların çoğu, gördüklerine, duyduklarına, göründüğü gibi inanıp, içlerini, inceliklerini anlıyamadıklarından, Allahü teâlâ, kitaplarında, varlığına, büyüklüğüne alâmet olan, mahlûklarının en büyükleri ve en açıkta bulunan ve insanların çok şaştığı her bakımdan düzgün görünen Ay'ı, Güneş'i ve yıldızları, her çeşit insanın anlıyabilmesi için, göründükleri gibi ta'rîf buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, kâinatın hesaplarını, kanûnlarını, iç yüzlerini açıklamıyarak, câhil olan çoğunluğu, anlıyamıyacağı şeylerle uğraşmağa zorlamamış, bunları her asırdaki zekî, akıllı, seçme kimselerin çalışarak anlamalarını teşvîk buyurmuştur. İnsanların buluşları, zamanla değişmekte, bir vakitler doğru, güvenilir sanılan buluşların, sonradan yanlış olduğu anlaşılmaktadır. Her asrın insanları, zamanlarındaki son buluşların doğru olacağına inandıkları için, muhtelif asırlardaki insanların fen anlayışları başka başka olmuş, bu anlayışlar, günâh, küfür, dinsizlik sayılmamıştır. Çünkü, peygamberlerin kitaplarına uymıyan, bunlarda bildirilenleri inkâr eden inanışlar, suç olur. Meselâ, ibâdete, îmâna ait bilgiler böyledir. Bunlarda hiç değişiklik olmamış, kitaplarda açık olarak bildirilmiştir. Tefsir âlimlerinin en büyüklerinden Kâdî Beydâvî hazretleri, Nahl sûresinde, (Kullarıma hikmet ile ve güzel va'z ile beni tanıt!) meâlindeki yüzyirmibeşinci âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken, (Anlayışlı, tahsîlli olanlara, fen bilgileri ile; hislerine tâbi' olan câhil halka da, görünenleri anlatmakla bildir, demektir.) buyuruyor. Yahûdî ve hıristiyanlar, bilhassa papazlar, kitaplarında, görünüşe göre bildirilenleri okuyunca, hakîkatleri görüldüğü gibi sanarak, yeryüzünü düz ve hareketsiz, Güneş'in bunun etrafında döndüğünü, göklerin yer üzerine çadır gibi kapatılmış olduğunu, Allahü teâlânın, insan gibi, kürsîde oturup, işleri yürüttüğünü sanmışlar. Bu şekilde bildirmişler. Ancak, tecrübe ile bulunan fen bilgileri, bu inanışlarına uymadığından, fen adamlarına dinsiz demişler. Bunları dinsizlikle itham etmişler. Fen adamları, bu haksız hüküm karşısında, yahûdîliğe ve hıristiyanlığa saldırmışlar. Yâni maneviyata, dine saldırmışlar. Bugün de Avrupa'da, Amerika'da dinsizlik çığ gibi büyümektedir. Papazların, saçma sapan sözlerini gören, incil diye piyasaya çıkardıkları birçok kitaptaki akla, mantığa uymayan yazıları okuyan gençler, dinden uzaklaşmaktadırlar. Bugün batıda hıristiyanlığa bağlı gençler çok azdır. Müslümanlığı araştırma, imkânları da olmadığından ateizme, dinsizliğe kaymaktadırlar. Papazlar ve çocukların anne-babaları müslümanları ve müslümanlığı öyle anlatıyorlar ki, korkularından İslamiyeti anlatan kitaplara ellerini süremiyorlar. Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, fen adamları arasında dinsiz olanlar, ya papazların ve câhil halkın yanlış anladıkları şeylere haklı olarak saldırmış, yâhud zamanlarının fen bilgileri arasına sıkışıp kalmış olan kafaları ile düşündüklerini, hayâlî inanışlarını inkâr etmişlerdir. Eğer, İslâm âlimlerinin, Kur'ân-ı kerîmden çıkardıkları fenne bağlı bilgileri, bunların inceliğini, doğruluğunu okuyup anlasalardı, hepsi gerçeği görüp, seve seve müslüman olurdu. Neml sûresinde meâlen, (Dağları, yerinde duruyor görüyorsun, hâlbuki bunlar bulut gibi hareket etmektedir.) buyurulmaktadır. Bu hâdiseler burada imâ yolu ile açıklanmaktadır. Kâdî Beydâvî hazretleri bu âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken, (Yerinde duruyor gördüğün dağlar, bulut gibi, boşlukta hızlı gitmektedir. Büyük cisimler, bir cihete doğru hızlı gidince, üstündekiler, bunun hareket ettiğini duymaz.) buyurmaktadır. Fahreddîn-i Râzî hazretleri, Enbiyâ sûresi, otuzüçüncü âyetinin tefsîrinde, Ay'ın, Güneş'in, yıldızların yörüngeleri etrâfında döndüklerini, yazmaktadır.
"Yerleri ve Gökleri Görmüyorlar mı?" 3 HAZİRAN 1994.M ORUÇ
(Hidâye) fizik kitabının ve (Îsâgucî) mantık kitabının yazarı olan Esîrüddîn-i Ebherî derslerinde Batlemyus'un (Mecistî) adındaki astronomi kitabını okuturdu. Bunu okutmasını hoş görmiyen biri, "Müslüman çocuklarına böyle ne okutuyorsun?" diye sorunca, meâl-i şerîfi, (Yerleri, gökleri, yıldızları, bitkileri ne güzel yarattığımızı görmüyorlar mı?) olan Kaf sûresinin altıncı âyetini tefsîr ediyorum diyerek, cevap vermiştir. Buradan, Allahü teâlânın mahlûklarını inceliyen fen adamları, O'nun büyüklüğünü iyi anlar mânâsı çıkmaktadır. Din cahilleri, ömürlerinde, hiçbir din kitabını eline almamış, okumamış kimselerdir. Bunlar hükümlerini, İslamiyet diye kafalarında uydurdukları şeylere göre vermektedirler. İslamiyeti iyice kavramış ve bugünkü medeniyetin temelini teşkîl eden, fen kollarının tarîhçesini incelemiş bir fen adamı, pek açık olarak görür ki, tarih boyunca hiçbir zamanda, hiçbir teknik başarı, hiçbir fennî gerçek İslâmiyete karşı durmamış, dâima ona uygun bulunmuştur. Nasıl uygun olmasın ki, tabî'ati incelemek ve madde ile kuvvet üzerinde çalışmak ve fen bilgilerinde akla güvenmek, İslâmiyetin emrettiği şeydir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmin birçok yerlerinde, (Sizden evvel gelip geçenlerin hayâtlarını, gittikleri yolları ve başlarına gelenleri, gözden geçirip, onlardan ders alınız. Yerleri, gökleri, canlıları, cansızları ve kendinizi inceleyiniz! Gördüklerinizin içini, özünü araştırınız. Bütün bunlarda yerleştirmiş olduğum kuvvetimi, kudretimi, büyüklüğümü ve hâkimiyetimi bulunuz, görünüz, anlayınız!) meâlinde emirler vermektedir. Dünyada ilmin öncüleri olan İslâm kültürü ile yetişen birçok ilim adamı vardır. Bunlardan ba'zıları şunlardır: Meselâ, Akşemseddin hazretleri Pasteur'den 400 sene önce mikrobu buldu. Ali Kuşcu, büyük astronomi âlimi, ilk defa Ay'ın şekillerini anlatan kitap yazdı. Battanî, dünyanın en meşhur astronomi âlimidir.Trigonometrinin kâşifidir. Yine, Bîrûnî, ilk defa, dünyanın döndüğünü ispat etmiştir. Câbir bin Hayyam, atom bombası fikrinin ve kimya ilminin babası olan büyük dahîdir. Gazerî, 8 asır önce otomatik sistemin kurucusu ve bilgisayarın babasıdır. Demirî, Avrupalılardan 400 sene önce zooloji ansiklopedisini yazmıştır. Ebû Kâmil Şuca, Avrupa'ya matematiği öğretmiştir. Ebûl-Vefa, trigonometride tanjant, kotanjant, sekant, kosekantı bulan matematikçidir. Ebû Ma'şer, med-cezir olayını ilk defa keşfedendir. Farabî, ses olayını ilk defa fizikî yönden açıklamıştır. Sesin fizikî îzahını ilk defa o yapmıştır. Gıyâsüddin Cemşid, matematikte ondalık kesir sistemini ilk defa bulmuştur. İbni Cessar, cüzzamın sebebini ve tedavilerini 900 sene önce açıklamıştır. İbni Firnas, Wringt kardeşlerden bin sene önce ilk uçağı yapıp uçmayı gerçekleştirmiştir. İbni Hatip, vebanın bulaşıcı bir hastalık olduğunu ilmî yoldan açıklamıştır. İbni Karaka, dokuzyüz yıl önce harika bir torna tezgâhı yapmıştır. İbni Sina'nın eserleri Avrupa üniversitelerinde 600 sene temel kitap olarak okutulmuştur. Tıbbın babası kabûl edilmiştir. İbni Türk, cebirin temelini atan bilginlerdendir. İdrisî, yedi asır önce bugünküne çok benzeyen dünya haritasını çizmiştir. Kadızâde Rumî, yaşadığı asrın en büyük matematik ve astronomi bilginidir. Fizik kurallarını astronomiye uygulamıştır. Kambur Vesim, verem mikrobunu R. Koch'dan 150 sene önce keşfetmiştir. İbnünnefis, Avrupalılardan üç asır önce küçük kan dolaşımını keşfetmiştir. Piri Reis, 400 sene önce bugünküne çok yakın dünya haritasını çizmiştir.
Körü Körüne İslâm Düşmanlığı 4 HAZİRAN 1994..M ORUÇ
İnsaf ehli, fen adamları, islâm kitaplarını okuyunca, Kur'ân-ı kerîmin, her tecrübeyi, her yeni buluşu, olduğu gibi haber vermiş olduğunu görerek, hayrân kalmaktadır. Fenden ve islâm kitaplarından haberleri olmayanlar, islâm düşmanlarının, papazların yazdığı kitapları okuyup, islâmiyeti yanlış tanıyor ve din câhili oluyorlar. Böylece körü körüne islâm düşmanı kesilen ba'zı câhiller, kendilerine şâ'ir, gazeteci, romancı, güzel san'atçı, hattâ din adamı, islâm târîhi mütehassısı gibi isimler takarak, çok çirkin yalan, iftirâ dolu yazılarla, gençleri dinsiz yapmağa uğraşıyorlar. Kendilerini de, milleti de felâkete sürüklüyorlar. Hatta ve hatta doğru zannettikleri fen bilgilerinde bile, çok büyük zararları olmuştur. Bu câhillerin bir kısmı, birkaç fen kitabı okuyup, kendilerini fen adamı sanıyor. Avrupa'daki fen adamlarının hıristiyanlığa karşı haklı inkârlarını, i'tirâzlarını, çelik gibi sağlam olan islâm dînine bulaştırmağa yelteniyorlar. Bu fen taklîdcileri düşünmüyor ki, bir fen adamı, çalıştığı fen kolunda, hattâ ihtisâsı olan branşta konuşursa, sözü kıymetli olur. İhtisâsı dışında konuşması ve hele başka işlerdeki mütehassısların sözlerine karışması, kıymetsiz olduğu kadar, gülünç de olur. Fen adamı olmak, insana, her ilimde söz sâhibi olmak salâhiyyetini vermez. İyi bir kimyacı, herhangi bir doktorun koyduğu teşhîsi bozamaz. İyi bir avukat, herhangi bir kimyagerin raporunda fen hatası iddi'â edemez. İyi bir mühendis, bir avukatın ihtisâsına nüfûz edemez. Fen adamları, kendi fen şu'belerinde ve ihtisâslarında bile, ne kadar hatâ ediyor, aldanıyorlar. Bir taraftan maddenin, kuvvetin ve hayâtın sırlarından, bir veya birkaçını çözerek, faydalı buluşlar başarırken, bir taraftan da, öyle yanılıyorlar ki, medeniyetin ilerlemesine, dünya çapında zararlı oluyorlar. Bunun misalleri pek çoktur. Meselâ, İngilizlerin büyük matematik bilgini olan meşhûr Newton vardır. Bu, bir taraftan, daha yirmiüç yaşında, bugünkü astronominin temeli olan, umûmî câzibe kanûnunu bularak ve kendi ismi ile anılan dürbünü keşif ve beyaz ziyânın yedi renge ayrılacağını tecrübe ile isbât ederek, fen âlemine unutulmayacak hizmette bulunurken, öte yandan, ışık kaynağından saçılan zerrelerden hâsıl olduğunu söyliyerek ve aklınca isbât ederek, fizik ilminin bu kısmının senelerce ilerlemesine mâni' olmuştu. Sonradan, titreşim nazariyyesi kurulunca, Newton'un hatâ ettiği, kat'î anlaşıldı. Bunun gibi, bugün kimyanın babası ismi verilen ve hakîkaten, kimyaya teraziyi sokmakla, Aristo'nun yanlış nazariyyelerini temelinden yıkarak, tecrübî ilimlere, yeni, müsbet bir çığır açan Fransız kimyageri Lavoisier, bir taraftan, fennin bugünkü dereceye ilerlemesine çok hizmette bulunmuş, bir taraftan da, mütehassıs olduğu kimya ilminde öyle hatâlar yapmıştır ki, onun buluşu olduğu için kitaplara geçen, üniversitelerde okutulmuş olan bu sözleri, bugün bir orta mektep talebesi söylerse, sınıfta bırakılır. Meselâ, klor gazına bileşik cisim, bir oksit diyordu ve asitleri yanlış anlatıyordu. İşte fen adamları, kendi ihtisâslarında bile, böyle yanılmış ve insanlığa büyük zarârlar da vermiştir. Bu yanılmaları, onların fen çerçevesi içindeki kıymetlerini ve ehemmiyetlerini azalttı demek istemiyoruz. Onları, fâideli buluşları ile düşünerek, fenne hizmetlerini övüyoruz. Fakat, ihtisâslarında bile yanıldıklarını gösterip, fen adamının, ihtisâsı dışındaki ve hele tamamen başka, derin ve geniş olan din ilmindeki kuru düşüncelerinin, din büyüklerinin, din ilmi ile dolmuş, din zevki ile doymuş olan o hakîkî büyüklerin sözleri yanında, bir hiç olacağını göstermek istiyoruz. Hakîkî fen adamları, islamiyetin ilme, fenne verdiği önemi bilirler, kabûl ederler. Fakat para adamları, yâni para kazanmak, etiket kazanmak için, âdet üzere, birkaç senelik ömrünü çürütüp, birkaç şey ezberliyen fen yobazları, sinema filminden farkı olmıyan rûhsuz dimâğlarındaki, birkaç basma ve komprime, silik çizgileri fen sanarak, fennin değil, cehâletin verdiği bir cesâretle ve taşkınlıkla, islâmın yüksek ilimlerine saldırarak helâk oluyor ve kendilerine inanmış insanlığı ebedî felâkete sürüklüyorlar. Batılı fen adamlarının hadiseleri bu kadar saptırmalarının sebebi nedir? Bunun sebebi, islamiyete karşı peşin hükümlülük, peşinen düşmanlık. Bunun için de, İslâm dîninin ilme ve fenne verdiği önemi bilmeden incelemeden islâmiyeti baltalamak istiyorlar. Kur'ân-ı kerîme saldırarak, fiziksel, kimyasal, biyolojik ve astronomik olaylardan, çürük düşünceler, bozuk fikirler çıkarıyorlar. Bu iftirâlarını, ilim, fen bilgisi diye, gençliğin önüne sürerek müslüman yavrularını aldatıyorlar. Hâlbuki, fennin ilerlemesi, yeni yeni buluşlar, Allahü teâlânın varlığını, bir olduğunu, kudretini ve ilmini daha ziyâde meydâna çıkarmakta, islâmiyeti desteklemektedir. Müslüman Kültürlü Olmalıdır 5 HAZİRAN 1994 Dinimize, îmânımıza saldıranlara aldanmamak için, lise ve üniversitedeki fen bilgilerini iyi öğrenmek ve anlamak lâzımdır. Dinini bilmiyen, yeterli kültürü olmıyan, din düşmanlarının tuzağına kolay düşer. Fen ilmini iyi bilen, hakîkî fen adamları, din düşmanlarının sözlerine aldanmaz, bunların sözlerinin ne kadar çocukça ve câhilce olduğunu hep görür. Ders kitaplarında okutulur. Amip denilen, gözle görülmiyen bir hücreli canlılar, amitoz ile, yâni sitoplazma ve çekirdeği tâm ortadan ikiye ayrılmak sûreti ile ürer. Güney Amerika'da bir biyolog, amibi sitoplazma ve çekirdeğini ortadan keserek, her iki parçanın yaşamağa devâm ettiğini görmüş. Bunu duyan din cahilleri, yaygarayı basarlar. "Amerika'da, amipler parçalanıp öldürüldükten sonra, tekrâr yaşatılıyor. Artık hayâtın sırrı çözüldü. Ölü hücrelere can veriliyor." deyip, fennin ölüleri dirilttiği, insanların (Hâşâ) ölüye hayât verdiği, o hâlde, fen ve tabî'at hâricinde, bir kuvvet, bir yaratıcı bulunamıyacağı, Allah fikrinin ilk insanlar, câhiller tarafından (Hâşâ) uydurulmuş olduğu gündeme getirilir. Halbuki, bu bölünme şekli zaten, amibin normal bölünme şeklidir. İslâm kitaplarını okuyan, İslâm dîninin ileri, üstün bilgilerini anlıyan, insâflı bir fen adamı, bu yalanlara aldanmaz. Onların kötü niyetlerini, dost görünen sinsi düşman olduklarını hemen anlar ise de, din bilgisi az olan, ana-baba yuvasından bilgi almayan zavallılar, bu sahtekârların tuzaklarına düşmekte, felâkete sürüklenmektedir. Bir de sık sık gündeme getirilen, matba'a meselesi var. Osmanlılar matbaayı çok geç almışlar ilim çok gerilemiş, vesaire. Okullarda çocuklara, (Avrupa'da matbaa yapılırken, kitaplar basılırken, bizdeki sarıklı, sakallı, kara kafalılar, matbaa günâhtır, gâvur keşfidir, diyerek yaptırmadılar. Yıllarca geri kalmamıza sebep oldular. Müslümanlık, çöl kanûnu, Türklüğe çok zarârlı oldu.) diyerek, dinsiz, îmânsız yetiştirmek istiyorlar. İslâm düşmanlığı aşılıyorlar. İslâmiyete, ilim, fen, ahlâk yolundan saldıramadıkları için, böyle alçakça yalanlar düzüyorlar, körpe dimağları zehirliyorlar. Her iftirâları gibi, bu sözlerinin de yalan olduğu meydândadır. Kara zihniyet dedikleri İslâm âlimlerinin en yüksek temsîlcileri olan Osmânlı Şeyhul-islâmlarından elliyedincisi, Yenişehirli Abdullah efendi, matbaa açmak, kitap basmak için kendisine soruldu. "Kitap basma san'atını iyi bildiğini söyliyen bir kimse, lügat, mantık, astronomi, fizik ve benzerleri âlet ilimleri kitaplarının harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıtların üzerine basarak, bu kitapların benzerlerini elde ederim diyor, bu kimsenin böyle kitap basmasına dinimiz izin verir mi?" Şeyh-ul-islâm Abdullah efendi, cevâbında: (Kitap basma san'atını iyi bilen bir kimse, bir kitabın harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıtlara basmakla, bu kitaptan az zamanda kolayca, çok sayıda elde ediyor. Böylece çok ucuz kitap yazılmasına sebep oluyor. Fâideli bir iş olduğundan, dinimiz bu kimsenin bu işi yapmasına izin verir. Kitapta yazılı ilmi bilen birkaç kişi, önce kitabı tashîh etmelidir. Tashîh ettikten sonra basılırsa, güzel bir iş olur.) Bu cevâb, (Behcet-ül-fetâvâ) kitabında yazılıdır. Fen adamları, cisimleri ve cisimlerdeki olayları araştırır, inceler. Bunlar üzerinde deneyler yapar. Madde ve olayları anlar ve anladıklarını bildirir. Gördüklerinden, hissettiklerinden dışarıya çıkmazlar. Bundan dışarıya çıkan, vazîfesinin dışına çıkmış olur. Hissolunamıyan, incelenemiyen, deney yapılamıyan konular, fen bilgisinin dışında kalır. Bir fen adamı, melek yoktur deyince, meleğin varlığı, fen ile incelenemez, deney ile anlaşılamaz demek isterse, bu sözü, fenne uyar. Fakat, deney ile isbât edilemediği için meleğin varlığına inanılmaz demek istiyorsa, hiç kıymeti olmaz. Söyliyenin yüzüne çarpılır. Çünkü, bu sözü ile, kendisi fennin dışına çıkmakta, fenne uymamaktadır. İncelemekle, deneyle varlığı anlaşılamıyan şeyi inkâr etmeğe, var olamaz demeğe kalkışmak, varlığını, fen göstermektedir demesi kadar yersiz ve fenne aykırıdır.
İki Yüzlülerin Hâli 27 TEMMUZ 1994..M ORUÇ
Allahü teâlâ, İmrân sûresinde kâfirlere kıymet verenlerin ve onlara tâbi' olanların, onların yolunda gidenlerin aldandıklarını ve pişman olacaklarını beyân ederek meâlen, (Ey benim sevgili Peygamberime inananlar! Eğer, kâfirlerin sözlerine aldanıp da, Resûlümün yolundan ayrılırsanız, kendilerine müslüman süsü veren din düşmanlarının uydurma ve yaldızlı sözlerine kapılarak, îmânınızı çaldırırsanız, dünyada ve âhırette ziyân edersiniz.) buyurmaktadır. Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düşmanı ve Peygamberinin düşmanı olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek ve onlarla kaynaşmak, onları beğenmek insanı Allahü teâlâya ve O'nun Peygamberine düşman olmağa sürükler. Böyle bir kimse, kendini müslüman zan eder. Kelime-i tevhîdi söyleyip, inanıyorum der. Namaz kılar ve her ibâdeti yapar. Hâlbuki, bilmez ki, böyle çirkin hareketleri, onun îmânını ve islâmını temelinden götürmektedir. Şimdi zamanımızda, çok kimse var. Sorduğun zaman müslümanım diyor. Fakat islamı yaşamadığı gibi, yeri geldiğinde dinin emirlerini beğenmiyor, tenkit ediyor. Bunlar, sinsi din düşmanıdırlar. Dinsizliklerini açıkça ortaya koyamadıkları için iki yüzlülük yapıyorlar. Bunlar, yâni Resûlullahın bildirdiği islâm dînini beğenmiyenler, zamana, asra ve fenne uymuyor diyenler, müslümanlarla ve müslümanlıkla, açıkça ve alçakça alay ediyor, müslümanları aşağı görüyorlar. Müslümanlığın dışında kalmak, keyiflerine, şehvetlerine ve içlerindeki kötü isteklere uygun geldiğinden, müslümanlığa gericilik; îmânsızlığa, dinsizliğe asrîlik, ilericilik, münevverlik ve ışıklı yol diyorlar. Bunlar, temiz yavruları, temiz gençliği aldatmak için,
"İslâmiyette herşey "miş" ile bitiyor. Şöyle imiş, böyle imiş diye, hep mışa dayanıyor. Bir senet ve vesîkaya dayanmıyor. Diğer ilimler ise, isbât edilip, bir vesîkaya dayanmaktadır" diyorlar. Bu sözleri ile, ne kadar câhil olduklarını gösteriyorlar. Hiç de, bir islâm kitabı okumamışlar. İslâmiyet ismi altında, hayallerinde birşeyler tasarlayıp, din bu düşüncelerden ibârettir sanıyorlar. Bilmiyorlar ki, islâmiyetten ayrı ve uzak gördükleri ilimler, fenler, vesîkalar, senetler, hep islâm dîninin birer şu'besi, birer dalıdır. Meselâ bugün liselerde okunan bütün fen bilgileri, kimya, biyoloji kitapları, ilk sahîfelerinde, "Dersimizin esası, müşahede yâni gözetleme, inceleme ve tecrübedir" diyor. Yâni fen derslerinin esâsı, bu üç şeydir. Hâlbuki bu üçü de, islâmiyetin emrettiği şeylerdir. Yâni, dînimiz, fen bilgilerini emretmektedir. Kur'ân-ı kerîmin çok yerinde, tabî'atı, yâni mahlûkları, canlı ve cansız varlıkları görmek, incelemek emredilmektedir. Meselâ, Eshâb-ı kirâm birgün sevgili Peygamberimize sordu : - Yemen'e gidenlerimiz, orada hurma ağaçlarını, bizim gibi aşılamadıklarını, başka türlü aşıladıklarını ve daha iyi hurma aldıklarını gördük. Biz Medîne'deki ağaçlarımızı babalarımızdan gördüğümüz gibi mi aşılayalım, yoksa, Yemen'de gördüğümüz gibi aşılayalım? Resûlullah efendimiz, bunlara şöyle diyebilirdi: Biraz bekleyin! Cebrâîl gelince, ona sorar, anlar, size bildiririm veya biraz düşüneyim, Allahü teâlâ, kalbime doğrusunu bildirir. Ben de size söylerim, demedi.Ya ne dedi? Şunu söyledi: - Tecrübe edin! Bir kısım ağaçları babalarınızın usûlü ile, bir kısım ağaçları da, Yemen'de öğrendiğiniz usûl ile aşılayın! Hangisi daha iyi hurma verirse, her zaman o usûl ile yapın! Yâni tecrübeyi, fennin esâsı olan tecrübeye güvenmeği emir buyurdu. Kendisi meleklerle görüşür veya mübârek kalbine elbette doğar idi. Fakat, dünyanın her tarafında, kıyâmete kadar gelecek müslümanların, tecrübeye, fenne güvenmelerini işâret buyurdu. İslâmiyet, bütün fen kollarında, ilim ve ahlâk üzerinde, her çeşit çalışmağı önemle emretmektedir. Bunlara çalışmak, farz-ı kifâye olduğu, kitaplarda yazılıdır.
. His Organlarına Güvenmek 28 TEMMUZ 1994..M ORUÇ
İslâmiyet, islâma karşı olanların, islâm ahlâkını bilmiyenlerin, ilim şekline soktukları, ders, vazîfe, adını verdikleri ahlâksızlıkların, uydurma tarihlerin, islâmiyete yapılan iftirâların okutulmasını, öğrenilmesini yasaklamaktadır. Zararlı, kötü propagandalardan kaçınılmasını, hep fâideli, iyi bilgilerin öğrenilmesini emretmektedir. İslâmiyet, faydalı olan her ilmi, her fenni ve her tecrübeyi emreden bir dindir. Müslümanlar, fenni sever, fen adamının tecrübelerine inanır. Fakat, fen adamıyım diyen fen taklitçilerinin iftirâlarına, yalanlarına aldanmaz. Bunlar, kitaplarında ve konuşmalarında, düşmanlıklarını açıkça ve hayâsızca bildiriyorlar. İlimden, fenden haberleri olmadığı için, çocukça şeyler söylüyorlar. Meselâ, eski insanlar câhil imiş, tabî'at kuvvetleri karşısında âciz, zavallı kalarak, hayâlî şeylere inanmışlar. Uydurdukları şeylere tapınarak, yalvararak, küçüklüklerini göstermişler. Hâlbuki, bugün atom asrındayız. Tabî'ata hâkim olup istediğimizi yapıyoruz. Tabî'at kuvvetleri hâricinde birşey yoktur. Cennet, Cehennem, cin, melek, eski insanların uydurduğu şeylerdir. Gidip gören var mı? Görülmiyen, tecrübe edilmiyen şeylere inanılır mı, diyorlar. Cahillerin bu sözleri, tarihten de haberleri olmadığını gösteriyor. Tarih boyunca, her asırda gelen câhiller, kendilerini akıllı, bilgili, eski insanları câhil sanmıştır. Âdem aleyhisselâmdan beri, dinsizler her asırda gönderilen dinleri, eski câhillerin sözleri diyerek bozmuşlar, inkâr etmişlerdir. Kur'ân-ı kerîmin birçok yerinde, dine inanmıyanların böyle sözleri bildirilmekte ve cevap verilmektedir. Meselâ Mü'minûn sûresinde âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyuruluyor: (Nûh aleyhisselâma inanmadılar. Onları suda boğduk. Ondan sonra yarattığımız insanlara, içlerinden peygamber gönderdik ve Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdet edilecek, O'ndan başkası yoktur. O'nun azâbından korkunuz! dedik. Dinlemiyenlerden, öldükten sonra tekrâr dirilmeğe inanmıyanlardan, dünya ni'metlerini bol bol vermiş olduğumuz birçoğu, bu peygamber, sizin gibi yiyip içiyor. Kendiniz gibi bir çok şeye muhtaç olan birine inanırsanız, aldanmış, ziyân etmiş olursunuz. Peygamber, size ölüp, kemikleriniz çürüyüp, toz toprak olduktan sonra, tekrâr dirilerek kabirden kalkacaksınız diyor. Hiç böyle şey olur mu? Ne varsa, ancak bu dünyadadır. Cennet, Cehennem, hep buradadır. Bu dünya böyle gelmiş böyle gider. Öldükten sonra, bir daha dirilmek yoktur, dediler.) Din cahilleri o kadar cahilce, gülünecek şeyler söylüyorlar ki, meselâ, milletin dînini, ahlâkını yıkmak için, gençlere çocuklara, "Allah var olsaydı görürdük. İstediğimizi işitir, verirdi. Benden şeker isteyiniz, hemen işitir, veririm. Ondan isteyin, bakın vermiyor. O hâlde yoktur. Ananız babanız câhildir. Eski, örümcek kafalıdır. Onlar gericidir. Siz ise, aydın kafalı, ilerici gençlersiniz. Sakın öyle hurâfelere inanmayın! Cennet, Cehennem, melek, cin uydurma şeylerdir." diyorlar. Böyle yalanlarla, gençlerin dînini, îmânını, baba ocağından almış oldukları edep ve hayâlarını yok etmeğe çalışıyorlar. Zavallı yavruları aldatıp, kendi alçak istekleri, zevkleri, kötü kazançları uğruna, gençleri fedâ ediyorlar. Cenneti, Cehennemi kim görmüş, görülmiyen şeye inanılmaz, diyerek his uzuvlarına tâbi' olduklarını bildiriyorlar. Hâlbuki, hayvanlar, his uzuvlarına tâbi' olur. İnsanlar, akla tâbi' olur. İnsanların his uzuvları, hayvanlardan geridedir. İnsan, kedi, köpek kadar koku alamaz. Karanlıkta, onların gördüğü gibi göremez. Sonra, herşeyde, göze nasıl inanılır ki, çok yerde akıl, gözün yanlışını çıkarmaktadır. Meselâ göz, Güneş'i pencere içinden görüp, pencereden küçük sanıyor. Akıl ise, Dünya'dan da büyük olduğunu söylüyor. Bunlar acabâ, biz gördüğümüze inanırız, Güneş, Dünya'dan daha büyük olur mu diyerek, akla inanmıyorlar mı? Hayır, burada onlar da, müslümanlar gibi akla inanıyor. Görülüyor ki, insanlar, dünya işlerinde, hislerine değil, akıllarına uyarak, hayvanlardan ayrılmaktadır. "Aklı Yok ki Göresiniz!" 29 TEMMUZ 1994 Ba'zıları, varlıkları tabiat yarattı, ba'zıları da herşey kendiliğinden var oldu, diyorlar. Mahlukların kendiliğinden var olduklarını söylemek, ne olduğu, ne kastedildiği belli olmıyacak şekilde tabiat yarattı, demek kadar akılsızca bir söz olmaz. Bugün, fabrikalarda binlerce ilaç, ev eşyası, sanayi ve ticâret maddeleri, elektronik âletler, harp vâsıtaları yapılıyor. Bunların çoğu, ince hesaplardan, yüzlerce tecrübeden sonra elde ediliyor. Bunlardan birine dahî, kendi kendine var oldu diyorlar mı? Bunların bilerek ve istiyerek yapıldıklarını söylüyorlar ve hepsinin bir yapıcısının bulunması lâzımdır diyorlar da, canlılarda, cansızlarda görülen ve her asırda, daha yenileri, daha inceleri keşfedilen ve çoğunun yapısı henüz anlaşılamayan milyonlarca maddenin ve hâdisenin kendi kendilerine tesâdüfen var olduklarını söylüyorlar. Bu iki yüzlülük, koyu bir inattan veya açık bir ahmaklıktan başka ne olabilir? Çocukların körpecik beyinlerini yıkamak için her türlü yolu deniyorlar. Meselâ, din cahili bir öğretmen derste körpe beyinleri yıkamak, zehirlemek için şunu anlatıyor ve talebelere diyor ki: - Çocuklar, ben sizi görüyorum. Siz de beni görüyorsunuz. O hâlde, biz varız. Karşıdaki dağlar da var. Çünkü, bu dağları da görüyoruz. Yok olan şey görünmez. Görülmiyen şeye var denilmez. Bu sözüm, bir fen bilgisidir. İlerici, aydın olan kimse, fen bilgisine inanır. Gericiler, bu varlıkların bir yaratıcısı olduğunu söylüyorlar. Bu yaratıcının var olduğuna inanmak yanlıştır. Fenne uygun değildir. Görülmiyen şeye var demek, gericiliktir. Evinden, ailesinden islâm terbiyesi almış bir çocuk söz ister. Sonra arkadaşlarına dönüp şöyle der: - Arkadaşlar, şu karşıdaki dağları görüyor musunuz? - Evet. - Öğretmenimizi görüyor musunuz? - Evet - Peki öğretmenimizin aklını görüyor musunuz? - Görmüyoruz. - Yok ki göresiniz! - ?!. Bugün, dünyada islamiyete inanmıyanlar, iki türlüdür: Birincisi "Kitaplı kâfirler", yâni hıristiyan ve yahûdîlerin az bir kısmı olup, bir peygambere ve bunun Allahü teâlâdan getirdiği kitaba ve öldükten sonra dirilmeğe, âhıretteki sonsuz hayâta inanıyorlar. Ellerindeki bozuk kitaba Allah kelâmı diyorlar. İkincisi, "Kitapsız kâfirler" olup, herşeyi yapan bir Allah bulunduğuna inanmıyorlar. Taş, ağaç, Güneş, yıldız ve insan, inek gibi ba'zı mahlûklara tapıyorlar. Bu inkârcılardan bir kısmı, kanûn ile, devlet baskısı ile, zulüm, işkence ederek, ibâdet etmeyi, dîni öğretmeyi yasak ediyor. Bir kısmı da, insanlık, iyilik duygularını okşayıcı sözlerle, herkesi, zevk, safâya daldırıyor. Ma'neviyâttan, din bilgilerinden mahrûm bırakıyorlar. Düzme hikâyeler, yalan örnekler göstererek, milyonlarca insanı aldatıyor, din câhili yetiştiriyorlar. Bir taraftan, medeniyetten, fenden, insan haklarından bahsedip, bir taraftan da, insanları hayvanlaştırıyorlar. Köleliğe, sömürgeciliğe sözde karşı çıkıp diğer taraftan milletleri kendilerine kul köle yapıyorlar. Avrupa ve Amerika milletlerinin çoğu hıristiyandır. Hıristiyanların ve yahûdîlerin bir kısmı, kitaplıdır. Meselâ, yeni astronominin kurucusu Kopernik, Fraynburg şehrinde papaz idi. İngiltere'nin büyük fizik âlimi Bacon, Fransisken tarîkatında, papaz idi. Meşhûr Fransız fizikçisi Paskal, papaz olup, fizik ve geometri kanûnları keşfederken, din kitapları yazmıştı. Fransa'nın en büyük başbakanı olup, memleketine Avrupa birinciliğini kazandıran, meşhûr Rişliyö, papaz olup, ruhbân sınıfında ileri derece sâhibi idi. Meşhûr Alman doktor ve şairi Şiller de papaz idi. Bugün, bütün dünyaca büyük filozof tanınan, Fransız fikir adamı Bergson, kitaplarında, maddecilerin hücûmlarına karşı, rûhânîleri müdâfa'a etmiştir. İsmini hâtırlayamadığımız daha nice fen ve siyâset adamları hep, yaratana, kıyâmete, meleklere inanan kimselerdi. İnanmıyanların, bütün bunlardan daha akıllı olduğunu kim iddiâ edebilir? İ
.İnanmamak Büyük Nasipsizliktir 30 TEMMUZ 1994.....M ORUÇ
Birçok, Batılı fen adamı, âhırete, Allaha inandıkları halde, Muhammed aleyhisselâma inanmadılar. Müslüman olmalarına engel olan şey neydi? Eğer bunlar, islâm kitaplarını görüp okumuş olsalardı, iyi müslüman olurlardı. Fakat papazları, aileleri islâm kitaplarını okumayı, hattâ el sürmeği yasak etmişler, büyük suç saymışlardı. İnsanların dünya ve âhıret saadetine kavuşmalarına mâni' olmuşlardı. İnançları, îmânları tam olmadığı, eksik olduğu için bunlar da, hiç inanmayan gibi Cehennemde sonsuz kalacaklardır. Herşey ortada iken islamiyete inanmamak ne kadar büyük akılsızlıktır. Hazret-i Ali buyurdu ki, "Müslümanlar, âhırete inanıyor. Kitapsız kâfirler, inkâr ediyor. Tekrâr dirilmek olmasaydı, inanmıyanlar birşey kazanmaz, müslümanlar da, zarar etmezdi. Fakat, kâfirlerin dediği olmayınca, sonsuz azâb çekeceklerdir." İslâm âlimleri, sözlerini isbât etmekte, inanmıyanların hücûmlarına akıl, ilim ve fen ile cevap vermektedir. Müslümanlar, sözlerini isbât etmeseydi dahî, kıyâmet inkâr olunabilir mi idi? Sonsuz azapta kalmak, bir ihtimâl bile olsa, bunu hangi akıl kabûl eder? Hâlbuki, âhıret azapları, bir ihtimâl değil, meydânda olan hakîkattir. O hâlde, inanmamak, gerçekten büyük akılsızlıktır. Açıkça din düşmanlığı yapamayıp da sinsi sinsi din düşmanlığı yapanlar da var. İslâm dînini bilmiyenler, milletin sağlam îmânını, ilme ve akla dayanarak bozamıyacaklarını, islâma hücûm ettikçe, kendi yüz karalarının meydâna çıktığını görerek, hîle, yalan yoluna saptılar. Müslüman görünüp ve müslümanlığı beğenici ve medhedici yaldızlı yazılar yazıp, fakat, bu yazıları ve sözleri arasında müslümanlığın esâs ve temel mes'elelerini, sanki müslümanlık değilmiş gibi ele alıp kötülüyorlar. Halkı bunlardan soğutmaya ve caydırmaya çalıştılar. Allahü teâlânın emrettiği ibâdetlerin vakitlerini, miktarlarını ve şekillerini uygunsuz görerek, böyle olacağına, şöyle olsaydı, daha iyi olurdu, dediler. İbâdetlerin rûhlarından, içlerinde saklı bulunan inceliklerden, fâidelerden ve kıymetlerden haberleri olmadığı için, bunları basît ve ibtidâî fâidelere âlet sanarak, sanki düzeltmeğe yeltendiler. Birşeyi bilmemek, insanlar için kusûr ise de, anlamadığına karışmak, ayrıca pek gülünç ve acınacak bir hâl oluyor. Böyle câhilleri, akıllı sanarak, sözlerini dinleyen ve inanan müslümanlar ise, bunlardan daha zavallı ve daha ahmaktır. Bu sinsi din câhilleri diyorlar ki: " Evet islâmiyet iyi ahlâkı, sağlıklı olmayı, çalışmağı emretmekte, kötülükleri yasaklamakta, insanları olgunlaştırmaktadır. Bunlar her millete lâzımdır. Fakat, islâmiyette sosyal hükümler, âile ve cemiyyet hakları da vardır. Bunlar ise, o zamanın şartlarına göre konmuştur. Bugün milletler büyümüş, şartlar değişmiş, ihtiyaçlar artmıştır. Bugünkü, teknik ve sosyal ilerlemeleri karşılayabilecek yeni hükümler, kanûnlar lâzımdır. Kur'ânın hükümleri bu ihtiyaçları karşılayamaz." Böyle sözler, islâm hukûkunu bilmiyen, islâm bilgilerinden haberi olmayan hiçbir dini kitap okumamış, câhillerin boş ve yersiz düşünceleridir. İslâmiyet, adâleti, zulmü, insanların birbirlerine karşı, âile ve komşuların birbirlerine, milletin hükûmete ve birbirlerine karşı haklarını, vazîfelerini, suçları açıkça bildirmiş, bu değişmez kavramlar üzerinde, temel hükümler kurmuştur. Bu değişmez hükümlerin, hâdiselere, olaylara tatbîkini sınırlamamış, örf ve âdetlere göre kullanılmasını emretmiştir. Meselâ, Osmanlılar zamanında Anayasa olarak kullanılan Mecelle'nin 36. maddesinde (Zamanın değişmesi ile, örf ve âdete dayanan ahkâm değişebilir.) denilmektedir. Cenâb-ı Hak, islamiyeti, son din olarak göndermiştir. Ahırete kadar olan bütün ihtiyaçlara cevap verecek kapasitededir. Allahü teâlâ islâm dînini, her memlekette, her yeniliği ve buluşu karşılayacak şekilde kurmuştur. İslâm dîni, yalnız sosyal hayâtta değil, ibâdetlerde bile tolerans, müsâmaha göstermiş, insanlara serbestlik vermiş, başka şartlar ve zarûretler karşısında, ictihâd hakkı tanımıştır. Hazret-i Ömer ve Emevîler zamanında ve koca Osmanlı İmparatorluğunda, kıt'alara yayılan çeşitli milletler toplulukları, bu ilâhî hükümlerle idâre edilerek, başarıları, şânları, tarihlere ün salmıştır...
..Dinimizin Sağlığa Verdiği Önem 6 MAYIS 1994
Peygamber efendimiz, tıb bilgisini, sağlık bilgisini çeşitli şekillerde övdü. Meselâ, (İslâm İlmi ikidir: Beden bilgisi, din bilgisi) buyurdu.Ya'nî islâmî ilimler içinde en lüzûmlusu, rûhu koruyan din bilgisi ve bedeni koruyan sıhhat bilgisidir, buyurarak, herşeyden önce, rûhun ve bedenin zindeliğine çalışmak lâzım geldiğini emretti. İslâmiyyet, beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeği emrediyor. Çünkü, bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile yapılabilir. Bugün, bütün üniversitelerde tıb iki kısım halinde incelenmektedir. Biri hijyen, ya'ni sağlığı korumak, ikincisi terapötik, ya'ni hastaları tedavi etmek iyi etmektir. Bunlardan birincisi önce gelmektedir. Çünkü, insanları hastalıklardan korumak, sağlam kalmağı sağlamak, tıbbın birinci vazîfesidir. Hasta insan, iyi edilse de, çok kere, ârızalı, çürük kalır. İşte islâmiyyet, bunun için koruyucu hekimliğe daha çok önem vermiştir. Kur'ân-ı kerîmde tıbbın iki kısmını da teşvîk eden, âyet-i kerîmeler vardır. İslamiyete dinin emirlerine en çok uyan Eshab-ı kiramdır. Bunun için bunlardan hasta olanlar çok enderdir. Mevahib-i Ledünniyye isimli kıymetli bir kitap var. Burada şöyle bir olay anlatılmaktadır: Peygamber efendimiz, Rûm imparatoru Herakliyus ile mektûblaşırdı. Birbirlerine elçi gönderirlerdi. Bir def'a, Herakliyus birçok hediyye göndermişti. Bu hediyyelerden biri de, bir doktor idi. Doktor gelince, -Efendim! İmparator ekselansları beni, size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza bedâva bakacağım! dedi. Resûlullah efendimiz kabûl buyurdu. Emretti, bir ev verdiler. Hergün nefîs yiyecek, içecek götürdüler. Günler, aylar geçti. Fakat, hiç bir müslüman, doktora gelmedi. Bir müddet sonra doktor, utananak Resûlullahın huzuruna geldi: - Efendim! Buraya, size hizmet etmeğe geldim. Fakat, bugüne kadar, bir hasta gelmedi. Boş oturdum, yiyip içtim, râhat ettim. Artık gideyim, diye izin istedi. Peygamber efendimiz, - Sen bilirsin. Eğer dahâ kalırsan, misâfire hizmet etmek, ona ikrâm etmek, müslümanların vazîfesidir. Gidersen de uğurlar olsun. Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü, Eshâbım hasta olmaz! İslâm dîni, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça bir şey yemez ve sofradan, doymadan önce kalkar, buyurdu. Böylece sağlıklı kalabilmenin en önemli iki şartını da 1400 yıl önce bildirmiş oluyor. Asırlar sonra anlaşılabilmiştir bu iki ana esas. Bugün gerçekten de tıbbın üzerinde durduğu en önemli husus temizliktir. Her hastalığın kaynağı pisliktir. Ayrıca doktora gittiğinizde ilk önce söylediği perhizdir. En çok edilen tavsiyelerden, hatta tavsiyelerin başında geleni de çok yememektir. Karnı tıka-basa doyurmamaktır. Müslüman hiç hasta olmaz mı? Hasta olan binlerce müslüman var. Bu nasıl izah edilecek? diye sorulacak olursa. Böyle söylemek müslüman hiç hasta olmaz demek değildir. Fakat sağlığına ve temizliğe i'tinâ eden bir müslüman, sağlam kalır, kolay kolay hasta olmaz. Ölüm haktır. Hiç bir kimse ölümden kurtulamaz ve her hangi bir hastalık sonucu ölecektir. Fakat, o vakte kadar sağlığını koruyabilmesi, ancak müslümanlıkta emredilen husûslara ve temizliğe, koruyucu tedbirlere riâyet sayesinde olur. Müslümanlar sağlığa bu kadar önem verirken, o çağlarda diğer ülkelerin mesela, Avrupa'nın durumu nasıldı? Hıristiyanlığın en revaçta olduğu orta çağda, büyük tıb âlimleri, yalnız müslümanlardı ve Avrupalılar Endülüs'e tıb tahsîl etmeğe gelirlerdi. Çiçek hastalığına karşı aşıyı bulanlar, müslüman Türklerdir.Türklerden bunu öğrenen Jenner, ancak 1796'da bu aşıyı Avrupa'ya götürdü ve haksız olarak "Çiçek aşısını bulan kimse" ünvânını aldı. Hâlbuki, tam bir zulmet, karanlıklar diyârı olan o zamânki Avrupa'da insanlar, hastalıktan kırılıyordu. Fransa Kralı Onbeşinci Louis 1774'de çiçekten öldü. Avrupa uzun zamân vebâ ve kolera salgınlarına uğradı.
Müslümanların Tıb İlmine Hizmeti 7 MAYIS 1994..M ORUÇ
Birinci Napolyon 1798'de Akkâ kal'asını muhâsara ettiği zaman, ordusunda vebâ zuhûr etmiş ve hastalığa karşı çâresiz kalınca, düşmanı olan Müslüman Türklerden yardım istemek zorunda kalmıştı. O zamân kalema alınan bir Fransız eserinde şöyle yazmaktadır: (Türkler, ricâmızı kabûl ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, nûr yüzlü kimselerdi. Önce duâ ettiler ve sonra ellerini bol su ve sabun ile uzun uzadıya yıkadılar. Hastalarda zuhûr eden hıyarcıkları neşterle yardılar. İçindeki sıvıyı akıttılar ve yaraları tertemiz yıkadılar. Sonra hastaları ayrı ayrı yerlere koydular ve sağlamların mümkün olduğu kadar onlara yaklaşmamasını tenbîh ettiler. Hastaların elbiselerini yaktılar ve onlara yeni elbiseler giydirdiler. En nihâyet tekrâr ellerini yıkadılar ve hastaların bulunduğu yerlerde öd ağacı yakarak ve tekrâr duâ ederek ve bizden hiç bir ücret veyâ hediyye kabûl etmeden yanımızdan ayrıldılar.) Demek oluyor ki, iki asır evveline kadar Batılılar hastalıklara karşı tamâmen çâresizdi ve ancak sonradan müslümanlardan öğrenerek ve tecrübeler yaparak Kur'ân-ı kerîmde emrolunduğu gibi gayret ederek bugünkü tıb ilmini öğrendiler. Bir çok tarafsız ilim adamı da bu gerçeği dile getirmektedir. Mesela, John W. Draper gibi dürüst bir târîhçi, 1882 (The Intellectual Development of Europe) adındaki eserinde, islâmın asrî medeniyyetin teşekkülünde oynadığı son derece büyük ve mühim te'sîri anlatmakta, (Hıristiyan târîhçiler islâmiyyete olan kinlerinden dolayı, bu hakîkati gizlemeğe çalışmakta, Avrupa'nın müslümanlara ne kadar borçlu olduğunu, bir türlü i'tirâf edememektedirler) demektedir. John W. Draper başka bir eserinde de ,Müslümanların İspanya'yı nasıl buldukları hakkında şöyle yazmaktadır: O zamânki Avrupalılar temâmiyle barbardı. Hıristiyanlık, onları barbarlıktan kurtaramamıştı. Onlara hâlâ vahşî nazariyle bakmak gerekirdi. Pislik içinde yaşarlardı. Kafaları, hurâfelerle doluydu. Doğru dürüst düşünmek hâssasına bile mâlik değildiler. ^Adî kulübelerde yaşarlardı. Eğer kulübenin zemîninde veya duvarlarında bir hasır örtüsü varsa, bu büyük bir zenginlik işâreti sayılırdı. Yedikleri, yabânî fasülye, havuç gibi sebzeler, ba'zı otlar, hattâ ba'zan ağaç kabuklarıydı. Elbise olarak, uzun müddet dayandığı için dabağlanmamış hayvan postları kullanıyorlar ve bunun için çok pis kokuyorlardı. Müslümanlar, onlara her şeyden önce temizliği öğrettiler. Müslümanlar, günde beş def'a yıkanıyorlardı. Onların da günde hiç olmazsa bir kerre yıkanmasını sağladılar. Sonra, onların üzerinden pis kokulu, parça parça olmuş, bitlerle dolmuş olan hayvan derilerini çıkarıp atarak, onlara güzel kumaşlardan, renkli ipliklerden örülerek yapılmış olan kendi elbiselerinden verdiler. Onlara yemek pişirmesini, yemek yemesini öğrettiler. İspanya'da evler, konaklar, sarâylar inşâ ettiler. Mektepler, hastahâneler kurdular. Üniversiteler te'sîs ettiler. Bu üniversiteler, bütün dünyâya bir nûr kaynağı oldu. Her tarafta bahçeler yetiştirdiler. Memleket, güllük gülistanlık oldu. Vahşî Avrupalılar, bütün bunları ağzı açık, şaşkınlık ve takdîrle gördüler ve yavaş yavaş medenî olmağa başladılar. Böyle vahşî insanları terbiyeye muvaffak olan, onlara medeniyyet rûhunu aşılayan, onları karanlıktan, cehâletten, hurâfelerden kurtaran müslümanlar, bu akla sığmaz mu'azzam işi ancak hak dinleri sâyesinde yapabildiler. Çünkü islâm dîni, en doğru dindir. Allahü teâlâ muvaffak olmaları için, onlara yardım ediyordu. Allahü teâlânın emri ile Muhammed aleyhisselâmın teblîğ ve neşr eylediği islâm dîni ve Allahü teâlânın kelâmı olan Kur'ân-ı kerîm, dünyâ târîhini değiştirmiş ve onu karanlıktan kurtarmıştır. Eğer islâm dîni olmasaydı, insanlık bugünkü medeniyyet derecesine, ilim ve fende bugünkü seviyesine erişemezdi. Müslümanların gözünde ilmin çok yüksek bir yeri vardır. Resûlullah efendimizin, sağlıkla ilgili bir çok tavsiyeleri vardır. Hadîs-i şeriflerde buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, her hastalığın ilâcını yaratmıştır. Yalnız, ölüme çâre yoktur.) (Hastalıkların başı, çok yemektir. İlâçların başı, perhîzdir.)
|
Bugün 1139 ziyaretçi (2022 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|