ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
ehlisunnnetde
SORULARLA İSLAMİYET / SUAL-CEVAB
Müslüman fen adamları
Sual: Bazı kimseler, "Müslümanlıkta hep ibadet olduğu, fenne gereken önem verilmediği için, müslümanlar arasında fen adamı çıkmamıştır. İslam dini, fenne önem verseydi, müslümanlar arasından da Edisonlar, Pastörler çıkardı" diyorlar. Neden müslümanlardan fen adamları çıkmamıştır? CEVAP İslam dini, bütün yenilikleri emreden bir dindir. İşte bundan dolayı ilim adamlarına çok önem verilmiş, ilmi, fenni ve teknik araştırmalar yapılmış, müslümanlar tıpta, kimyada, astronomide, coğrafyada, tarihte, edebiyatta, matematikte, mühendislikte, mimarlıkta ve bunların hepsinin temeli olan, güzel ahlak ve sosyal bilgilerde, en üstün dereceye varmışlardır.
Batının bugün dahi büyük saygı ile andığı kıymetli bilginler, mütehassıslar, üstadlar yetiştirmişler, dünyanın hocası, medeniyetin önderi olmuşlardır. O zaman; yarı vahşi olan Avrupalılar, en modern bilgileri İslam üniversitelerinde öğrenmişler, hatta Papa Sylvester gibi, hıristiyan din adamları bile Endülüs Üniversitelerinde okumuştur.
Bugün bile, hâlâ Avrupa dillerinde kimyaya “Chemie” ve cebire [Arapça El-cebir kelimesinden] "Al-gebra" adı verilmektedir. Çünkü bu ilimler, önce müslümanlar tarafından dünyaya öğretilmiştir. Avrupalılar, dünyayı tepsi gibi dümdüz ve etrafı duvarlarla kaplı zannederken, müslümanlar, ilk olarak, dünyanın küre şeklinde olduğunu ve döndüğünü buldular.
Dünyada ilmin öncüleri olan ve İslam kültürü ile yetişen ilim adamları çoktur. Bazıları şunlardır: Ali Kuşcu, büyük astronomi âlimi, ilk defa Ayın şekillerini anlatan kitap yazdı.
Almar, ilk defa katarakt ameliyatını gerçekleştirdi.
Battani, dünyanın en meşhur astronomi âlimi ve trigonometrinin kaşifidir.
Biruni, dünyanın döndüğünü ve yerçekimini Newton’dan önce ispat etti.
Cabir bin Hayyan, atom bombası fikrinin ve kimya ilminin babası olan büyük dahidir.
Cezeri, 8 asır önce otomatik sistemin kurucusu ve bilgisayarın babasıdır.
Demiri, Avrupalılardan 400 sene önce zooloji ansiklopedisini yazmıştır.
Ebu Bekir Razî,o zamana kadar aynı hastalık sanılan kızıl, kızamık ve çiçeğin ayrı hastalıklar olduğunu ilk defa bulan tabiptir.
Ebu Kâmil Şuca, Avrupa’ya matematiği öğretmiştir.
Ebül-Vefa, trigonometride tanjant, kotanjant, sekant, kosekantı bulan matematikçidir.
Farabi, ses olayını ilk defa fiziki yönden açıklamıştır. Sesin fiziki izahını ilk defa o yapmıştır.
Fatih Sultan Mehmed, havan topunu keşfetmiştir.
Gıyasüddin Cemşid, matematikte ondalık kesir sistemini ilk defa bulmuştur.
Huneyn bin İshak, göz doktorlarının babası sayılır.
İbni Cessar, cüzzamın sebebini ve tedavilerini 900 sene önce açıklamıştır.
İbni Firnas, Wringt kardeşlerden bin sene önce ilk uçan aracı yapıp uçmayı gerçekleştirmiştir.
İbni Haldun, tarihi, ilim haline getirmiş, sosyolojiyi kurmuştur.
İbni Hatib, vebanın bulaşıcı bir hastalık olduğunu ilmi yoldan açıklamıştır.
İbni Karaka, dokuzyüz yıl önce harika bir torna tezgahı yapmıştır.
İbni Sina, hastalıkların mikroplardan geldiğini ilk bulan hekimdir.
İbni Türk, cebirin temelini atan bilginlerdendir.
Kadızade Rumi, yaşadığı asrın en büyük matematik ve astronomi bilginidir. Fizik kurallarını astronomiye uygulamıştır.
Kambur Vesim, verem mikrobunu R. Koch’dan 150 sene önce keşfetmiştir.
M. Akşemseddin,Pasteur’den 400 yıl önce mikrobu buldu.
Nurüddin Batruci,Endülüs İslam üniversitesinde astronomi profesörü idi. Güneş merkezli sistemi Kopernik’ten önce o kurdu.
Piri Reis, 400 sene önce bugünküne çok yakın dünya haritasını çizmiştir.
Uluğ Bey, çağının en büyük astronomudur.
Lagari Hasen Çelebi, füzeciliğin atasıdır. Osmanlılarda ilk defa füzeyle uçan budur.
Fen bilgilerinin temeli Avrupalı, fen bilgilerinin çoğunu ve hepsinin temelini İslam kitaplarından aldı. Avrupalılar, dünya tepsi gibi düz, etrafı duvar çevrili zannederken, Müslümanlar dünyanın yuvarlak olup, kendi etrafında döndüğünü biliyorlardı. Hatta Musul’un Sincar sahrasında, meridyenin uzunluğunu ölçerek, bugünkü gibi buldular. (Şerh-i Mevakıf)
Galile, Kopernik, Newton, dünyanın döndüğünü, Müslüman kitaplarından öğrenip söyleyince, suç sayıldı. İslam hekimlerinin eserleri ortaçağda ders kitabı olarak dünya üniversitelerinde okutulmakta idi. Batı’da akıl hastaları şeytan tarafından tutulmuş kimseler olarak canlı canlı yakılırken, Müslüman ülkelerinde özel akıl hastaneleri kurulmuştu.
Fen, olayları görmek, inceleyip anlamak ve deneyip benzerini yapmak demektir ki, bu üçünü de dinimiz emretmektedir.
İslam ilimleri iki kısımdır: 1- Din bilgileri, 2- Fen bilgileri. İslam âlimi olmak için her ikisini de öğrenmek gerekir. Din bilgilerini öğrenmek ve yapmak, her Müslümana farz-ı ayndır. Fen bilgilerine, sanata ve en modern harp silahlarını yapmaya uğraşmak, farz-ı kifayedir. Bu iki farzı yerine getiren millet, muhakkak ilerler, medeni olur. Bir âyet-i kerime meali: (İsteyene dünya nimetlerini; isteyene ahiret nimetlerini veririz.) [Şûrâ 20]
İstemek, sebebe yapışmak, yani çalışmakla olur. Allahü teâlâ, çalışanlara dilediklerini vereceğini vaad ediyor. Müslüman olsun olmasın, çalışan herkese, vereceğini bildiriyor. Amerikalılar, Japonlar böyle çalıştıkları için dünya nimetlerine kavuşuyorlar. Ortaçağdaki Müslümanlar, böyle çalıştıkları için, medeniyet rehberi olmuşlardır. Abbasiler ve Osmanlılar son zamanlarında, iç ve dış düşmanların tesirleriyle, fen bilgilerini öğrenmekten ve öğretmekten mahrum edildiler. Bu sebeple muazzam devletleri çöktü.
Din ve fen Din düşmanları, temiz gençleri aldatmak için, (İslamiyet ilerlemeye engel olmaktadır. Hıristiyanlar ilerliyor. Her nevi fen vasıtası yapıyorlar. Tıpta, savaşta, haberleşmelerde kullandıkları fen aletleri, gözlerimizi kamaştırıyor. Biz de hıristiyanlara uymalıyız) gibi sözlerle, İslamiyet’teki güzel ahlakı, kardeşliği bıraktırmaya uğraşıyorlar ve Avrupalılara, Amerikalılara benzemeye ilericilik diyorlar. Gençleri, kendileri gibi İslam düşmanı yapmaya, felakete sürüklemeye çalışıyorlar.
Halbuki İslamiyet, fende, sanatta ilerlemeyi emrediyor. Hıristiyanlar ve bütün gayrı müslimler, babalarından, ustalarından öğrendiklerini yapıyorlar. Önceki neslin yaptıklarını, ufak tefek ilavelerle, tekrar yapıyorlar. Öncekiler yapmasalardı, bunlar hiçbirini yapamazdı. (Tekmil-i sinaat telahuk-ı efkar iledir) sözü asırlarca önce söylenmiştir. Yani sanatın, fennin, tekniğin ilerlemesi, fikirlerin, deneylerin birbirlerine eklenmesi ile olur.
Fendeki yenilikler Tarih gösteriyor ki, fendeki yenilikleri, hep müslümanlar yaptı. Fen bilgilerini, fen aletlerini yüz sene evvelki hâle kadar yükselttiler. Bu terakkilere, hep İslam dini ve bu dini tatbik eden İslam devletleri sebep oldu. Hıristiyanlar, haçlı seferleri ile İslam devletlerini yıkamadıkları için, siyasi oyunlarla, yalanlarla, hilelerle, içerden yıktılar. Bunların topraklarında, muhtelif rejimler kurdular. Fakat, İslamiyet’i yok edemediler. Müslümanlardan kalan, fendeki keşiflere, ilaveler yaparak bugünkü terakkiyi kendilerine mal ediyorlar. Yalnız kendi keyiflerini, zevklerini, menfaatlerini düşünenler kötülüklerini ortaya koyduğu için, fen ve sanatı emreden İslamiyet’e gericilik diyorlar. Yahudiler, hıristiyanlar, hatta başka din mensupları da Cennete, Cehenneme inanıyor, mabedleri dolup taşıyor. Bu inananlara gerici demediklerine göre, fenne, sanata değil, zevk ve safaya, ahlaksızlıklara ilericilik dedikleri anlaşılıyor. Böyle asılsız ve haksız yalanlarla, İslamiyet’e küstahça, ilk saldıran İngilizlerdir. [İngiliz Casusunun İtirafları kitabında kâfi bilgi vardır.]
Şimdi müslümanların İslamiyet’in emrettiği, fen bilgilerine de sarılmaları, yine büyük sanayi kurarak yeni aletler yapmaları, hıristiyanlardan üstün olarak, bütün insanlığı saadete kavuşturmaları gerekir.
.
Avrupa Medeniyetinin Kaynağı 2 KASIM 1994..MEHMET ORUÇ
.Tarih boyunca, müslümanlar, gayrı müslimlere her zaman müsamaha, hoş görü ile muamele etmişler. Gayrı müslimler ise, bütün bu hoş görülere rağmen, müslümanlara hep gaddarca davranmışlar, her türlü zulmü reva görmüşlerdir. Yaptıkları bu zulümleri, kendileri de itiraf etmektedirler. Meselâ, Alman ilim adamlarından Prof. Graus ve Bayan Threlfall tarafından hazırlanan "Spaneien" ya'ni İspanya ismindeki eserde, müslümanların medeniyete hizmetlerini ve İspanyolların müslümanlara yaptıkları zulümleri şöyle anlatmaktadır: "İspanya'da en mühim şehirlerden biri, Kurtuba'dır. Bu şehir, Arap Endülüs Devletinin merkezi idi. Müslümanlar, Târık bin Ziyâd kumandasında, 711'de İspanya'ya geçince, bu şehri kendilerine başşehir yapmışlardı. Araplar, bu şehre medeniyet getirdiler. Yarı vahşî insanların yaşadığı bu şehri, tam bir medenî şehre çevirdiler. Bir büyük saray, hastahaneler, medreseler yaptılar. Bunların yanında, bir de büyük üniversite kurdular. Avrupa'da ilk kurulan üniversite budur. O zamana kadar Avrupalılar ilimde, fende, tıpta, zirâatte ve medeniyette çok geri kalmışlardı. Müslümanlar, onlara ilim, fen, medeniyet getirdiler. Onlara hocalık ettiler. Endülüs İslâm Devletini kuran Birinci Abdürrahmân Kurtuba'da çok büyük bir câmi yaptırmak istedi. Bu câminin Bağdât'ta bulunan câmilerden daha büyük, daha güzel ve ihtişâmlı olmasını istiyordu. Kurtuba'da bu işe en uygun arsayı seçti. Arsa bir hıristiyana âit idi. Bu adam, arsası için çok para istedi. Çok âdil bir hükümdar olan Birinci Abdürrahman, isterse zorla bu arâzîyi alabilecek durumdayken, kat'iyyen böyle bir yola başvurmadı. Aksine, hıristiyan sâhibine istediği parayı ödedi. Hıristiyanlar, bu para ile kendilerine üç kilise yaptılar. Caminin işaatı başladı. Abdürrahmân, günde birkaç saat binâ inşaâtında, bir amele gibi çalışıyordu. İnşaât malzemesi, doğunun birçok yerlerinden getirtildi. Tahta kısımlar için Lübnan'ın en mükemmel ağaçları, mermer kısımlar için, doğunun birçok yerlerinden renkli mermerler, Irak'tan ve Suriye'den kıymetli taşlar, inci, zümrüt, fildişi, bu arâzîye yığıldı. Herşey çok güzel ve çok boldu. Câmi, ihtişâmlı bir binâ hâlinde yavaş yavaş yükselmeğe başladı. Câmi, 10 senede tamamlandı. Câminin içinde, her biri 10 metre yüksekliğinde 1419 sütun bulunuyordu. Bu sütunlar dünyanın en mükemmel mermerlerinden yapılmıştı. Sütunların tepelerindeki kemerler, birkaç renkli mermerden parça parça olarak meydâna getirilmişti. Câmiye girince, insanın gözü bu sütun ormanında kayboluyordu. Mermer sütun başlıklarına bakanlar, bu güzellik karşısında hayrân kalıyordu. Câmiye giren herkes, âdetâ büyüleniyordu. Bu kadar güzellik, o zamana kadar dünyanın hiçbir yerinde görülmemişti. Yapılan bu câminin 20 kapısı vardı. Kapıların önünde, özel portakal bahçeleri kurulmuş, her taraf yeşilliğe bürünmüştü. Câminin etrâfında, diğer bahçeler, havuzlar, fıskiyeler, çeşmeler vardı. İnsan, câmiye girip bir göz atsa, sanki bu muhteşem sütun ormanı bitmiyecek gibi görünüyordu. Geceleyin, binlerce gümüş kandillerden fışkıran renkli ışıklar, câmiyi aydınlatıyordu. Minârelerin tepesinde nar şeklinde başlıklar bulunuyordu. Bu başlıklar, mücevherler, inciler, zümrütlerle süslenmiş, taş araları altın parçaları ile örtülmüştü. Hıristiyanlar, 1492 de Endülüs Devletini yıkıp Kurtuba'ya girince, ilk iş olarak, bu muazzam câmiye saldırdılar. Bu çok güzel, haşmetli binâya atlarıyla girdiler. Câmiye sığınmış olan binlerce müslümanları, merhametsizce kılıçtan geçirdiler. Hâlbuki, müslümanlar ilk def'a bu memleketleri zaptettikleri zaman, orada yaşayan hıristiyan ve yahûdîlere hiç dokunmamış, onların kendi dinlerine göre ibâdet etmelerine kat'iyyen mâni' olmamışlardı. (Devamı yarın)
Endülüs Fâciâsının Sebebi 3 KASIM 1994
Hıristiyan İspanyollar, Endülüs devletini yıkınca, görülmemiş bir vahşet ile ilim merkezi olan Endülüs'teki müslüman ve yahûdîleri yok ettiler. Sonra da eşsiz sanat eserlerini tahrip ettiler ve bu arada şâheser câmiyi yıkmağa başladılar. Önce minârelerdeki altın ve zümrütle işlenmiş nar şeklindeki başlıkları indirerek yağma ettiler. Tavandaki o haşmetli, güzel tahta süsleri söktüler. Yerdeki güzel mermerleri kırıp parçaladılar. Yerlerine âdî taşlar dizdiler. Duvarlardaki bütün güzel süslemeleri yerle bir ettiler. Sütunları yıkmağa çalıştılar. Fakat, ancak bir kısmını devirebildiler. Geri kalan sütunları âdî kireçle badana ettiler. Nihâyet, en son bir vahşet olarak, 1523 senesinde câminin içine bir kilise yapmağa karâr verdiler. Bunun için, o zaman İspanya ve Almanya İmparatoru olan 5. Charles'ten izin istediler. Aldıkları bu izin ile kilise yapmak için, birçok sütunlar daha yıkıldı. Yapılan kilise, câminin ortasında haç şeklinde 52x12 metre eb'âdında çirkin bir binâ olarak kendini gösterdi. Charles , bizzat Kurtuba'ya gelerek bu kiliseyi gördü. Çok üzüldü ve: "Yaptığınız vahşeti görünce, size bunun için izin verdiğime çok pişman oldum. Dünyada bir benzeri bulunmayan, bu güzel eseri böylece tahrip edeceğinizi bilseydim, size müsaade etmez ve hepinizi cezâlandırırdım. Yaptığınız bu çirkin kilise, eşi her yerde bulunan âdî bir binâdan ibârettir. Hâlbuki, bu haşmetli câminin bir benzerini yapma imkânı yoktur" dedi. Bugün bu haşmetli binâyı ziyâret edenler, harap olmasına rağmen, İslâm mi'mârîsinin bu büyük eserinin güzelliği, büyüklüğü karşısında hayrân kalmakta, ortada bir cüce gibi görünen kilisenin hâline acımakta ve böyle bir haşmetli eserin bu hâle gelmesine müteessir olmaktadırlar. Şimdi de, bu muazzam medeniyetin birkaç bin çapulcu ile nasıl yok edildiği üzerinde duralım. Müslümanların bu yıkımda, ne derece sorumlulukları vardı? Endülüs Emevi Devleti'ni ayakta tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet, îmân kuvveti idi ve İslâm dîninde, çok kuvvetli bulunan adâlet, iyilik, doğruluk ve fedâkârlık kudreti idi. Önceleri müslümanlar bu kuvveti dinlerinden alıyorlardı. Dinin emrettiği şekilde yaşadıkları için her işlerinde başarı sağlıyorlardı. Fakat sonra, İslâm ahlâkını, Allahü teâlânın emirlerini bıraktıklarından, hattâ Ehl-i sünnet i'tikâdını bozarak, İslâmiyeti içerden yıkma gafletine düştüklerinden Pirene dağlarını aşamadılar. Ümeyye devleti böylece çöktü. Sözde müslüman olup da, Allahü teâlânın emirlerine uymamanın cezâsını buldular. Vaki olanda hayır vardır. Olanlardan ibret almak lazımdır. İspanya fâci'ası olmasaydı, felsefeci İbnürrüşd'ün ve İbni Hazm'ın bozuk fikirleri, belki din ve îmân hâlini alıp dünyaya yayılacak, bugünkü hazîn levha, yüzlerce sene önce meydâna çıkacaktı. Zaten tarihî hadiselere kronolojik olarak bakıldığında, beşeriyeti ıstıraptan, felâketten kurtaran, Fâtımîler, Resûlîler gibi, İslâm ismini taşıyan, îmânı ve ameli bozuk devletler olmamış Emevîler, Tîmûr oğulları ve Osmânlılar gibi, Ehl-i sünnet olan ve dînine sarılan milletler olmuştur. Bunlar, İslâm ilimlerinin din ve fen kollarında insanlığa ışık tuttular. Fakat, ne yazık ki, sonraları, bunlarda da İslâmiyet gevşemeğe başladı. Devlet reîslerini şehîd ettiler. Birçok önemli işler, din câhillerinin, masonların baskısı altında kaldı. Allahü teâlânın emrettiği gibi sevgiyi saygıyı terkettiler, çalışmayı bıraktılar. Sinsi din düşmanları , müslümanların geri kalması için, medreselerden fen derslerini kaldırdı. Din adamları, fensiz, bilgisiz yetiştirilerek, İslâmiyeti içten yıkmağa başladılar. Bir taraftan, ilim, fen yok edildi. Bir taraftan da, ahlâk, edep, hayâ ve din bozuldu. Böylece Endülüs devleti gibi koca Osmanlı imparatorluğu da çöktü. Hâlbuki, İslâmiyet, tecrübî ilimleri, fenni, san'atı, endüstriyi, önemle emretmektedir. Bunun için dinini bilen hakiki müslümanlar hep ilmin öncüleri olmuşlardır
Müslümânların Fen İlmine Hizmeti 15 MAYIS 1994.......MEHMET ORUÇ
İnsâflı bir Avrupalının müslümân memleketlerindeki fennî çalışmalar hakkında neşrettiği bir makâlede, müslümânların ilme hizmeti açık şekilde bildirilmektedir. Bu makâleyi yazan Jean Ferrera isminde bir Fransız olup, (Science et Vie) dergisinin 724. sayısında yayınlanmıştır. Bu uzun makâleden size özetle bahsedelim. "Müslümânlar, Atlantik okyanusundan Amur nehrine kadar genişleyen çok büyük bir İslâm İmparatorluğu kurdular. Müslümânlar son derecede kuvvetli, sabırlı, cesûr olmakla berâber, harpleri kazanınca, büyük merhamet gösteriyorlardı. Geçtikleri her yerde, bir çoğumuzun hâlâ bilmediği büyüklükte bir medeniyyet kurdular. Bağdâd'dan Kurtuba'ya kadar, geniş bir sâhada kurulmuş olan islâm üniversiteleri ile o zamân çok bilgisiz olan Avrupalılara insanlık öğrettiler. Sekizinci asırda ilk defa olarak (Aix-la-Chapellede Charlemagne) sarâyını, Halîfe Hârûnürreşîd nâmına ziyârete gelmiş olanlar, sarâydaki insanların bilgisizliğine ve çoğunun okuma-yazma bilmediğine hayrette kalmışlardı. Meşhur Versay sarâyında bırakın yıkanılacak, banyo yapılacak bir yeri, helâ bile yoktu... İhtiyâçlarını lâzımlığa yapıyorlar, sabehleyin bunu Sen nehrine döküp yanlarında getirdikleri diğer bir kap ile de içme sularını doldurup geri dönüyorlardı. Müslümânlar, dokuzuncu asırda Avrupalılara ilk olarak rakamları ve sıfırı öğrettiler. Bunun gibi, trigonometriyi de Avrupalılara öğreten yine müslümânlar oldu. Önce, sinüs ve cosinüs, sonraları ise, bütün trigonometriyi Avrupalılar, müslümân üniversitelerinde öğrendiler. Dokuzuncu asırdan onikinci asra kadar, dünyâda ne kadar ilmî veyâ teknik bir gelişme varsa, ancak müslümân üniversitelerinde öğreniliyordu. Tıb hakkında eski Yunanlılar tarafından yazılan eserler, Orta çağda câhil hıristiyanlar tarafından yakılmış olduğundan, bunların asılları bugün elimizde bulunmuyor. Bunlardan şurada burada kalarak, bu barbarca imhâdan kurtulmuş olan parçacıklar, Bağdâdlı Hüseyin İbni Johag tarafından Arabîye tercüme edilmiştir. Müslümân astronomlar, dünyânın küre şeklinde olduğunu isbât ederek, Avrupalıların, "Dünya tepsi gibidir, denizlerde çok gidilirse aşağı düşülür" inancını yıktılar. Doğru bir şekilde dünyanın çevresini ölçmeyi başardılar. İslâm ilimleri iki kısımdır. Birincisi (Din bilgileri), ikincisi (Fen bilgileri)dir. İslâm âlimi olmak için, her ikisini de öğrenmek lâzımdır. Din bilgilerini öğrenmek ve yapmak, her müslümâna lâzımdır. Yâni (Farz-ı ayn)dır. Fen bilgilerinden lâzım olanları yalnız bu işle meşgûl olanların öğrenmeleri ve yapmaları lâzımdır. Yâni bu ilimler (Farz-ı kifâye)dirler. Fen bilgilerini öğrenen müslümânlar, diğer din kardeşlerini bu farzdan kurtarıyor. Kimse öğrenmeseydi, ilim öğrenmek herkese farz olarak kalacaktı... İşte bu iki farzı yerine getiren milletler, muhakkak ilerler, medenî olurlar. Kur'ân-ı kerîmde, Şûrâ sûresinin yirminci âyetinde, Allahü teâlâ meâlen: (Bir kimse, dünya ni'metlerine kavuşmak isterse, ona istediğini veririm. Âhıret ni'metlerini isteyene de, istediğini veririm) buyurmuştur. İstemek, lâf ile olmaz. Sebebe yapışmak, yâni çalışmak lâzımdır. Allahü teâlâ, dünyâ ni'metlerine ve âhıret ni'metlerine kavuşmak için, çalışanlara, dilediklerini vereceğini va'dediyor: "Müslümân olsun, olmasın, beğendiğim gibi çalışan herkese veririm" buyuruyor. Şimdi yukarıda da bahsettiğimiz gibi, Batının teknik yönden ilerlemesinin asıl sebebini, onların hıristiyan olmalarına bağlıyanlar çıkmıştır. Halbuki, Afrika'da çok geri kalmış, sefalet içinde yaşıyan, birçok hıristiyan devlet vardır. Eğer her hıristiyan olan ilerlemiş olsaydı, o devletlerin de ileri tekniğe sahip olmaları gerekirdi... Aksine, yine, hiçbir semavi kitaba inanmamış, Japonya, Kore gibi Uzakdoğu ülkeleri de teknikte çok ileri seviyeye yükselmişlerdir. O zaman ortaya şu netice çıkıyor: Hıristiyanlık fennin ilerlemesinde bir etken değildir. Kim olursa olsun, cenâb-ı Hak, çalışana dünyalık ni'metler vermektedir demiştik, değil mi? Dikkatlice incelendiğinde görülür ki, Avrupalı bugün, Kur'ân-ı kerîmde emredildiği gibi çalışıyor, hiç boş durmuyor, iki gününü eşit bırakmıyor. Bir yenilik bulunca, kimde olursa olsun alıp, inceliyor... Onun için de dünya sıkıntısı çekmiyorlar
.
İslâmiyet ve Fen 2 HAZİRAN 1994.M ORUÇ
Yıllardır ba'zı kesimlerce, kasıtlı olarak, islamiyet fenne karşı imiş gibi anlatıldı. Bütün buluşlar, batılılara ait olarak tanıtıldı. Halbuki, Peygamberlerin ve kitapların gönderilmesine sebep ve bildirilmesi en lüzûmlu olan emir, yerlerin, göklerin yaradanının varlığını, O'nun bir olduğunu, ilim ve başka üstün sıfatları bulunduğunu, kudret ve büyüklüğünün sonsuz olduğunu kullara bildirmektir. Fen ve teknik İslamiyetten ayrı bir şey değildir. Bunlar İslâm ilimlerinin bir koludur. İnsanların çoğu, gördüklerine, duyduklarına, göründüğü gibi inanıp, içlerini, inceliklerini anlıyamadıklarından, Allahü teâlâ, kitaplarında, varlığına, büyüklüğüne alâmet olan, mahlûklarının en büyükleri ve en açıkta bulunan ve insanların çok şaştığı her bakımdan düzgün görünen Ay'ı, Güneş'i ve yıldızları, her çeşit insanın anlıyabilmesi için, göründükleri gibi ta'rîf buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, kâinatın hesaplarını, kanûnlarını, iç yüzlerini açıklamıyarak, câhil olan çoğunluğu, anlıyamıyacağı şeylerle uğraşmağa zorlamamış, bunları her asırdaki zekî, akıllı, seçme kimselerin çalışarak anlamalarını teşvîk buyurmuştur. İnsanların buluşları, zamanla değişmekte, bir vakitler doğru, güvenilir sanılan buluşların, sonradan yanlış olduğu anlaşılmaktadır. Her asrın insanları, zamanlarındaki son buluşların doğru olacağına inandıkları için, muhtelif asırlardaki insanların fen anlayışları başka başka olmuş, bu anlayışlar, günâh, küfür, dinsizlik sayılmamıştır. Çünkü, peygamberlerin kitaplarına uymıyan, bunlarda bildirilenleri inkâr eden inanışlar, suç olur. Meselâ, ibâdete, îmâna ait bilgiler böyledir. Bunlarda hiç değişiklik olmamış, kitaplarda açık olarak bildirilmiştir. Tefsir âlimlerinin en büyüklerinden Kâdî Beydâvî hazretleri, Nahl sûresinde, (Kullarıma hikmet ile ve güzel va'z ile beni tanıt!) meâlindeki yüzyirmibeşinci âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken, (Anlayışlı, tahsîlli olanlara, fen bilgileri ile; hislerine tâbi' olan câhil halka da, görünenleri anlatmakla bildir, demektir.) buyuruyor. Yahûdî ve hıristiyanlar, bilhassa papazlar, kitaplarında, görünüşe göre bildirilenleri okuyunca, hakîkatleri görüldüğü gibi sanarak, yeryüzünü düz ve hareketsiz, Güneş'in bunun etrafında döndüğünü, göklerin yer üzerine çadır gibi kapatılmış olduğunu, Allahü teâlânın, insan gibi, kürsîde oturup, işleri yürüttüğünü sanmışlar. Bu şekilde bildirmişler. Ancak, tecrübe ile bulunan fen bilgileri, bu inanışlarına uymadığından, fen adamlarına dinsiz demişler. Bunları dinsizlikle itham etmişler. Fen adamları, bu haksız hüküm karşısında, yahûdîliğe ve hıristiyanlığa saldırmışlar. Yâni maneviyata, dine saldırmışlar. Bugün de Avrupa'da, Amerika'da dinsizlik çığ gibi büyümektedir. Papazların, saçma sapan sözlerini gören, incil diye piyasaya çıkardıkları birçok kitaptaki akla, mantığa uymayan yazıları okuyan gençler, dinden uzaklaşmaktadırlar. Bugün batıda hıristiyanlığa bağlı gençler çok azdır. Müslümanlığı araştırma, imkânları da olmadığından ateizme, dinsizliğe kaymaktadırlar. Papazlar ve çocukların anne-babaları müslümanları ve müslümanlığı öyle anlatıyorlar ki, korkularından İslamiyeti anlatan kitaplara ellerini süremiyorlar. Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, fen adamları arasında dinsiz olanlar, ya papazların ve câhil halkın yanlış anladıkları şeylere haklı olarak saldırmış, yâhud zamanlarının fen bilgileri arasına sıkışıp kalmış olan kafaları ile düşündüklerini, hayâlî inanışlarını inkâr etmişlerdir. Eğer, İslâm âlimlerinin, Kur'ân-ı kerîmden çıkardıkları fenne bağlı bilgileri, bunların inceliğini, doğruluğunu okuyup anlasalardı, hepsi gerçeği görüp, seve seve müslüman olurdu. Neml sûresinde meâlen, (Dağları, yerinde duruyor görüyorsun, hâlbuki bunlar bulut gibi hareket etmektedir.) buyurulmaktadır. Bu hâdiseler burada imâ yolu ile açıklanmaktadır. Kâdî Beydâvî hazretleri bu âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken, (Yerinde duruyor gördüğün dağlar, bulut gibi, boşlukta hızlı gitmektedir. Büyük cisimler, bir cihete doğru hızlı gidince, üstündekiler, bunun hareket ettiğini duymaz.) buyurmaktadır. Fahreddîn-i Râzî hazretleri, Enbiyâ sûresi, otuzüçüncü âyetinin tefsîrinde, Ay'ın, Güneş'in, yıldızların yörüngeleri etrâfında döndüklerini, yazmaktadır.
"Yerleri ve Gökleri Görmüyorlar mı?" 3 HAZİRAN 1994.M ORUÇ
(Hidâye) fizik kitabının ve (Îsâgucî) mantık kitabının yazarı olan Esîrüddîn-i Ebherî derslerinde Batlemyus'un (Mecistî) adındaki astronomi kitabını okuturdu. Bunu okutmasını hoş görmiyen biri, "Müslüman çocuklarına böyle ne okutuyorsun?" diye sorunca, meâl-i şerîfi, (Yerleri, gökleri, yıldızları, bitkileri ne güzel yarattığımızı görmüyorlar mı?) olan Kaf sûresinin altıncı âyetini tefsîr ediyorum diyerek, cevap vermiştir. Buradan, Allahü teâlânın mahlûklarını inceliyen fen adamları, O'nun büyüklüğünü iyi anlar mânâsı çıkmaktadır. Din cahilleri, ömürlerinde, hiçbir din kitabını eline almamış, okumamış kimselerdir. Bunlar hükümlerini, İslamiyet diye kafalarında uydurdukları şeylere göre vermektedirler. İslamiyeti iyice kavramış ve bugünkü medeniyetin temelini teşkîl eden, fen kollarının tarîhçesini incelemiş bir fen adamı, pek açık olarak görür ki, tarih boyunca hiçbir zamanda, hiçbir teknik başarı, hiçbir fennî gerçek İslâmiyete karşı durmamış, dâima ona uygun bulunmuştur. Nasıl uygun olmasın ki, tabî'ati incelemek ve madde ile kuvvet üzerinde çalışmak ve fen bilgilerinde akla güvenmek, İslâmiyetin emrettiği şeydir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmin birçok yerlerinde, (Sizden evvel gelip geçenlerin hayâtlarını, gittikleri yolları ve başlarına gelenleri, gözden geçirip, onlardan ders alınız. Yerleri, gökleri, canlıları, cansızları ve kendinizi inceleyiniz! Gördüklerinizin içini, özünü araştırınız. Bütün bunlarda yerleştirmiş olduğum kuvvetimi, kudretimi, büyüklüğümü ve hâkimiyetimi bulunuz, görünüz, anlayınız!) meâlinde emirler vermektedir. Dünyada ilmin öncüleri olan İslâm kültürü ile yetişen birçok ilim adamı vardır. Bunlardan ba'zıları şunlardır: Meselâ, Akşemseddin hazretleri Pasteur'den 400 sene önce mikrobu buldu. Ali Kuşcu, büyük astronomi âlimi, ilk defa Ay'ın şekillerini anlatan kitap yazdı. Battanî, dünyanın en meşhur astronomi âlimidir.Trigonometrinin kâşifidir. Yine, Bîrûnî, ilk defa, dünyanın döndüğünü ispat etmiştir. Câbir bin Hayyam, atom bombası fikrinin ve kimya ilminin babası olan büyük dahîdir. Gazerî, 8 asır önce otomatik sistemin kurucusu ve bilgisayarın babasıdır. Demirî, Avrupalılardan 400 sene önce zooloji ansiklopedisini yazmıştır. Ebû Kâmil Şuca, Avrupa'ya matematiği öğretmiştir. Ebûl-Vefa, trigonometride tanjant, kotanjant, sekant, kosekantı bulan matematikçidir. Ebû Ma'şer, med-cezir olayını ilk defa keşfedendir. Farabî, ses olayını ilk defa fizikî yönden açıklamıştır. Sesin fizikî îzahını ilk defa o yapmıştır. Gıyâsüddin Cemşid, matematikte ondalık kesir sistemini ilk defa bulmuştur. İbni Cessar, cüzzamın sebebini ve tedavilerini 900 sene önce açıklamıştır. İbni Firnas, Wringt kardeşlerden bin sene önce ilk uçağı yapıp uçmayı gerçekleştirmiştir. İbni Hatip, vebanın bulaşıcı bir hastalık olduğunu ilmî yoldan açıklamıştır. İbni Karaka, dokuzyüz yıl önce harika bir torna tezgâhı yapmıştır. İbni Sina'nın eserleri Avrupa üniversitelerinde 600 sene temel kitap olarak okutulmuştur. Tıbbın babası kabûl edilmiştir. İbni Türk, cebirin temelini atan bilginlerdendir. İdrisî, yedi asır önce bugünküne çok benzeyen dünya haritasını çizmiştir. Kadızâde Rumî, yaşadığı asrın en büyük matematik ve astronomi bilginidir. Fizik kurallarını astronomiye uygulamıştır. Kambur Vesim, verem mikrobunu R. Koch'dan 150 sene önce keşfetmiştir. İbnünnefis, Avrupalılardan üç asır önce küçük kan dolaşımını keşfetmiştir. Piri Reis, 400 sene önce bugünküne çok yakın dünya haritasını çizmiştir.
İnsaf ehli, fen adamları, islâm kitaplarını okuyunca, Kur'ân-ı kerîmin, her tecrübeyi, her yeni buluşu, olduğu gibi haber vermiş olduğunu görerek, hayrân kalmaktadır. Fenden ve islâm kitaplarından haberleri olmayanlar, islâm düşmanlarının, papazların yazdığı kitapları okuyup, islâmiyeti yanlış tanıyor ve din câhili oluyorlar. Böylece körü körüne islâm düşmanı kesilen ba'zı câhiller, kendilerine şâ'ir, gazeteci, romancı, güzel san'atçı, hattâ din adamı, islâm târîhi mütehassısı gibi isimler takarak, çok çirkin yalan, iftirâ dolu yazılarla, gençleri dinsiz yapmağa uğraşıyorlar. Kendilerini de, milleti de felâkete sürüklüyorlar. Hatta ve hatta doğru zannettikleri fen bilgilerinde bile, çok büyük zararları olmuştur. Bu câhillerin bir kısmı, birkaç fen kitabı okuyup, kendilerini fen adamı sanıyor. Avrupa'daki fen adamlarının hıristiyanlığa karşı haklı inkârlarını, i'tirâzlarını, çelik gibi sağlam olan islâm dînine bulaştırmağa yelteniyorlar. Bu fen taklîdcileri düşünmüyor ki, bir fen adamı, çalıştığı fen kolunda, hattâ ihtisâsı olan branşta konuşursa, sözü kıymetli olur. İhtisâsı dışında konuşması ve hele başka işlerdeki mütehassısların sözlerine karışması, kıymetsiz olduğu kadar, gülünç de olur. Fen adamı olmak, insana, her ilimde söz sâhibi olmak salâhiyyetini vermez. İyi bir kimyacı, herhangi bir doktorun koyduğu teşhîsi bozamaz. İyi bir avukat, herhangi bir kimyagerin raporunda fen hatası iddi'â edemez. İyi bir mühendis, bir avukatın ihtisâsına nüfûz edemez. Fen adamları, kendi fen şu'belerinde ve ihtisâslarında bile, ne kadar hatâ ediyor, aldanıyorlar. Bir taraftan maddenin, kuvvetin ve hayâtın sırlarından, bir veya birkaçını çözerek, faydalı buluşlar başarırken, bir taraftan da, öyle yanılıyorlar ki, medeniyetin ilerlemesine, dünya çapında zararlı oluyorlar. Bunun misalleri pek çoktur. Meselâ, İngilizlerin büyük matematik bilgini olan meşhûr Newton vardır. Bu, bir taraftan, daha yirmiüç yaşında, bugünkü astronominin temeli olan, umûmî câzibe kanûnunu bularak ve kendi ismi ile anılan dürbünü keşif ve beyaz ziyânın yedi renge ayrılacağını tecrübe ile isbât ederek, fen âlemine unutulmayacak hizmette bulunurken, öte yandan, ışık kaynağından saçılan zerrelerden hâsıl olduğunu söyliyerek ve aklınca isbât ederek, fizik ilminin bu kısmının senelerce ilerlemesine mâni' olmuştu. Sonradan, titreşim nazariyyesi kurulunca, Newton'un hatâ ettiği, kat'î anlaşıldı. Bunun gibi, bugün kimyanın babası ismi verilen ve hakîkaten, kimyaya teraziyi sokmakla, Aristo'nun yanlış nazariyyelerini temelinden yıkarak, tecrübî ilimlere, yeni, müsbet bir çığır açan Fransız kimyageri Lavoisier, bir taraftan, fennin bugünkü dereceye ilerlemesine çok hizmette bulunmuş, bir taraftan da, mütehassıs olduğu kimya ilminde öyle hatâlar yapmıştır ki, onun buluşu olduğu için kitaplara geçen, üniversitelerde okutulmuş olan bu sözleri, bugün bir orta mektep talebesi söylerse, sınıfta bırakılır. Meselâ, klor gazına bileşik cisim, bir oksit diyordu ve asitleri yanlış anlatıyordu. İşte fen adamları, kendi ihtisâslarında bile, böyle yanılmış ve insanlığa büyük zarârlar da vermiştir. Bu yanılmaları, onların fen çerçevesi içindeki kıymetlerini ve ehemmiyetlerini azalttı demek istemiyoruz. Onları, fâideli buluşları ile düşünerek, fenne hizmetlerini övüyoruz. Fakat, ihtisâslarında bile yanıldıklarını gösterip, fen adamının, ihtisâsı dışındaki ve hele tamamen başka, derin ve geniş olan din ilmindeki kuru düşüncelerinin, din büyüklerinin, din ilmi ile dolmuş, din zevki ile doymuş olan o hakîkî büyüklerin sözleri yanında, bir hiç olacağını göstermek istiyoruz. Hakîkî fen adamları, islamiyetin ilme, fenne verdiği önemi bilirler, kabûl ederler. Fakat para adamları, yâni para kazanmak, etiket kazanmak için, âdet üzere, birkaç senelik ömrünü çürütüp, birkaç şey ezberliyen fen yobazları, sinema filminden farkı olmıyan rûhsuz dimâğlarındaki, birkaç basma ve komprime, silik çizgileri fen sanarak, fennin değil, cehâletin verdiği bir cesâretle ve taşkınlıkla, islâmın yüksek ilimlerine saldırarak helâk oluyor ve kendilerine inanmış insanlığı ebedî felâkete sürüklüyorlar. Batılı fen adamlarının hadiseleri bu kadar saptırmalarının sebebi nedir? Bunun sebebi, islamiyete karşı peşin hükümlülük, peşinen düşmanlık. Bunun için de, İslâm dîninin ilme ve fenne verdiği önemi bilmeden incelemeden islâmiyeti baltalamak istiyorlar. Kur'ân-ı kerîme saldırarak, fiziksel, kimyasal, biyolojik ve astronomik olaylardan, çürük düşünceler, bozuk fikirler çıkarıyorlar. Bu iftirâlarını, ilim, fen bilgisi diye, gençliğin önüne sürerek müslüman yavrularını aldatıyorlar. Hâlbuki, fennin ilerlemesi, yeni yeni buluşlar, Allahü teâlânın varlığını, bir olduğunu, kudretini ve ilmini daha ziyâde meydâna çıkarmakta, islâmiyeti desteklemektedir. Müslüman Kültürlü Olmalıdır 5 HAZİRAN 1994 Dinimize, îmânımıza saldıranlara aldanmamak için, lise ve üniversitedeki fen bilgilerini iyi öğrenmek ve anlamak lâzımdır. Dinini bilmiyen, yeterli kültürü olmıyan, din düşmanlarının tuzağına kolay düşer. Fen ilmini iyi bilen, hakîkî fen adamları, din düşmanlarının sözlerine aldanmaz, bunların sözlerinin ne kadar çocukça ve câhilce olduğunu hep görür. Ders kitaplarında okutulur. Amip denilen, gözle görülmiyen bir hücreli canlılar, amitoz ile, yâni sitoplazma ve çekirdeği tâm ortadan ikiye ayrılmak sûreti ile ürer. Güney Amerika'da bir biyolog, amibi sitoplazma ve çekirdeğini ortadan keserek, her iki parçanın yaşamağa devâm ettiğini görmüş. Bunu duyan din cahilleri, yaygarayı basarlar. "Amerika'da, amipler parçalanıp öldürüldükten sonra, tekrâr yaşatılıyor. Artık hayâtın sırrı çözüldü. Ölü hücrelere can veriliyor." deyip, fennin ölüleri dirilttiği, insanların (Hâşâ) ölüye hayât verdiği, o hâlde, fen ve tabî'at hâricinde, bir kuvvet, bir yaratıcı bulunamıyacağı, Allah fikrinin ilk insanlar, câhiller tarafından (Hâşâ) uydurulmuş olduğu gündeme getirilir. Halbuki, bu bölünme şekli zaten, amibin normal bölünme şeklidir. İslâm kitaplarını okuyan, İslâm dîninin ileri, üstün bilgilerini anlıyan, insâflı bir fen adamı, bu yalanlara aldanmaz. Onların kötü niyetlerini, dost görünen sinsi düşman olduklarını hemen anlar ise de, din bilgisi az olan, ana-baba yuvasından bilgi almayan zavallılar, bu sahtekârların tuzaklarına düşmekte, felâkete sürüklenmektedir. Bir de sık sık gündeme getirilen, matba'a meselesi var. Osmanlılar matbaayı çok geç almışlar ilim çok gerilemiş, vesaire. Okullarda çocuklara, (Avrupa'da matbaa yapılırken, kitaplar basılırken, bizdeki sarıklı, sakallı, kara kafalılar, matbaa günâhtır, gâvur keşfidir, diyerek yaptırmadılar. Yıllarca geri kalmamıza sebep oldular. Müslümanlık, çöl kanûnu, Türklüğe çok zarârlı oldu.) diyerek, dinsiz, îmânsız yetiştirmek istiyorlar. İslâm düşmanlığı aşılıyorlar. İslâmiyete, ilim, fen, ahlâk yolundan saldıramadıkları için, böyle alçakça yalanlar düzüyorlar, körpe dimağları zehirliyorlar. Her iftirâları gibi, bu sözlerinin de yalan olduğu meydândadır. Kara zihniyet dedikleri İslâm âlimlerinin en yüksek temsîlcileri olan Osmânlı Şeyhul-islâmlarından elliyedincisi, Yenişehirli Abdullah efendi, matbaa açmak, kitap basmak için kendisine soruldu. "Kitap basma san'atını iyi bildiğini söyliyen bir kimse, lügat, mantık, astronomi, fizik ve benzerleri âlet ilimleri kitaplarının harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıtların üzerine basarak, bu kitapların benzerlerini elde ederim diyor, bu kimsenin böyle kitap basmasına dinimiz izin verir mi?" Şeyh-ul-islâm Abdullah efendi, cevâbında: (Kitap basma san'atını iyi bilen bir kimse, bir kitabın harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıtlara basmakla, bu kitaptan az zamanda kolayca, çok sayıda elde ediyor. Böylece çok ucuz kitap yazılmasına sebep oluyor. Fâideli bir iş olduğundan, dinimiz bu kimsenin bu işi yapmasına izin verir. Kitapta yazılı ilmi bilen birkaç kişi, önce kitabı tashîh etmelidir. Tashîh ettikten sonra basılırsa, güzel bir iş olur.) Bu cevâb, (Behcet-ül-fetâvâ) kitabında yazılıdır. Fen adamları, cisimleri ve cisimlerdeki olayları araştırır, inceler. Bunlar üzerinde deneyler yapar. Madde ve olayları anlar ve anladıklarını bildirir. Gördüklerinden, hissettiklerinden dışarıya çıkmazlar. Bundan dışarıya çıkan, vazîfesinin dışına çıkmış olur. Hissolunamıyan, incelenemiyen, deney yapılamıyan konular, fen bilgisinin dışında kalır. Bir fen adamı, melek yoktur deyince, meleğin varlığı, fen ile incelenemez, deney ile anlaşılamaz demek isterse, bu sözü, fenne uyar. Fakat, deney ile isbât edilemediği için meleğin varlığına inanılmaz demek istiyorsa, hiç kıymeti olmaz. Söyliyenin yüzüne çarpılır. Çünkü, bu sözü ile, kendisi fennin dışına çıkmakta, fenne uymamaktadır. İncelemekle, deneyle varlığı anlaşılamıyan şeyi inkâr etmeğe, var olamaz demeğe kalkışmak, varlığını, fen göstermektedir demesi kadar yersiz ve fenne aykırıdır.
İki Yüzlülerin Hâli 27 TEMMUZ 1994..M ORUÇ
Allahü teâlâ, İmrân sûresinde kâfirlere kıymet verenlerin ve onlara tâbi' olanların, onların yolunda gidenlerin aldandıklarını ve pişman olacaklarını beyân ederek meâlen, (Ey benim sevgili Peygamberime inananlar! Eğer, kâfirlerin sözlerine aldanıp da, Resûlümün yolundan ayrılırsanız, kendilerine müslüman süsü veren din düşmanlarının uydurma ve yaldızlı sözlerine kapılarak, îmânınızı çaldırırsanız, dünyada ve âhırette ziyân edersiniz.) buyurmaktadır. Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düşmanı ve Peygamberinin düşmanı olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek ve onlarla kaynaşmak, onları beğenmek insanı Allahü teâlâya ve O'nun Peygamberine düşman olmağa sürükler. Böyle bir kimse, kendini müslüman zan eder. Kelime-i tevhîdi söyleyip, inanıyorum der. Namaz kılar ve her ibâdeti yapar. Hâlbuki, bilmez ki, böyle çirkin hareketleri, onun îmânını ve islâmını temelinden götürmektedir. Şimdi zamanımızda, çok kimse var. Sorduğun zaman müslümanım diyor. Fakat islamı yaşamadığı gibi, yeri geldiğinde dinin emirlerini beğenmiyor, tenkit ediyor. Bunlar, sinsi din düşmanıdırlar. Dinsizliklerini açıkça ortaya koyamadıkları için iki yüzlülük yapıyorlar. Bunlar, yâni Resûlullahın bildirdiği islâm dînini beğenmiyenler, zamana, asra ve fenne uymuyor diyenler, müslümanlarla ve müslümanlıkla, açıkça ve alçakça alay ediyor, müslümanları aşağı görüyorlar. Müslümanlığın dışında kalmak, keyiflerine, şehvetlerine ve içlerindeki kötü isteklere uygun geldiğinden, müslümanlığa gericilik; îmânsızlığa, dinsizliğe asrîlik, ilericilik, münevverlik ve ışıklı yol diyorlar. Bunlar, temiz yavruları, temiz gençliği aldatmak için,
"İslâmiyette herşey "miş" ile bitiyor. Şöyle imiş, böyle imiş diye, hep mışa dayanıyor. Bir senet ve vesîkaya dayanmıyor. Diğer ilimler ise, isbât edilip, bir vesîkaya dayanmaktadır" diyorlar. Bu sözleri ile, ne kadar câhil olduklarını gösteriyorlar. Hiç de, bir islâm kitabı okumamışlar. İslâmiyet ismi altında, hayallerinde birşeyler tasarlayıp, din bu düşüncelerden ibârettir sanıyorlar. Bilmiyorlar ki, islâmiyetten ayrı ve uzak gördükleri ilimler, fenler, vesîkalar, senetler, hep islâm dîninin birer şu'besi, birer dalıdır. Meselâ bugün liselerde okunan bütün fen bilgileri, kimya, biyoloji kitapları, ilk sahîfelerinde, "Dersimizin esası, müşahede yâni gözetleme, inceleme ve tecrübedir" diyor. Yâni fen derslerinin esâsı, bu üç şeydir. Hâlbuki bu üçü de, islâmiyetin emrettiği şeylerdir. Yâni, dînimiz, fen bilgilerini emretmektedir. Kur'ân-ı kerîmin çok yerinde, tabî'atı, yâni mahlûkları, canlı ve cansız varlıkları görmek, incelemek emredilmektedir. Meselâ, Eshâb-ı kirâm birgün sevgili Peygamberimize sordu : - Yemen'e gidenlerimiz, orada hurma ağaçlarını, bizim gibi aşılamadıklarını, başka türlü aşıladıklarını ve daha iyi hurma aldıklarını gördük. Biz Medîne'deki ağaçlarımızı babalarımızdan gördüğümüz gibi mi aşılayalım, yoksa, Yemen'de gördüğümüz gibi aşılayalım? Resûlullah efendimiz, bunlara şöyle diyebilirdi: Biraz bekleyin! Cebrâîl gelince, ona sorar, anlar, size bildiririm veya biraz düşüneyim, Allahü teâlâ, kalbime doğrusunu bildirir. Ben de size söylerim, demedi.Ya ne dedi? Şunu söyledi: - Tecrübe edin! Bir kısım ağaçları babalarınızın usûlü ile, bir kısım ağaçları da, Yemen'de öğrendiğiniz usûl ile aşılayın! Hangisi daha iyi hurma verirse, her zaman o usûl ile yapın! Yâni tecrübeyi, fennin esâsı olan tecrübeye güvenmeği emir buyurdu. Kendisi meleklerle görüşür veya mübârek kalbine elbette doğar idi. Fakat, dünyanın her tarafında, kıyâmete kadar gelecek müslümanların, tecrübeye, fenne güvenmelerini işâret buyurdu. İslâmiyet, bütün fen kollarında, ilim ve ahlâk üzerinde, her çeşit çalışmağı önemle emretmektedir. Bunlara çalışmak, farz-ı kifâye olduğu, kitaplarda yazılıdır.
. His Organlarına Güvenmek 28 TEMMUZ 1994..M ORUÇ
İslâmiyet, islâma karşı olanların, islâm ahlâkını bilmiyenlerin, ilim şekline soktukları, ders, vazîfe, adını verdikleri ahlâksızlıkların, uydurma tarihlerin, islâmiyete yapılan iftirâların okutulmasını, öğrenilmesini yasaklamaktadır. Zararlı, kötü propagandalardan kaçınılmasını, hep fâideli, iyi bilgilerin öğrenilmesini emretmektedir. İslâmiyet, faydalı olan her ilmi, her fenni ve her tecrübeyi emreden bir dindir. Müslümanlar, fenni sever, fen adamının tecrübelerine inanır. Fakat, fen adamıyım diyen fen taklitçilerinin iftirâlarına, yalanlarına aldanmaz. Bunlar, kitaplarında ve konuşmalarında, düşmanlıklarını açıkça ve hayâsızca bildiriyorlar. İlimden, fenden haberleri olmadığı için, çocukça şeyler söylüyorlar. Meselâ, eski insanlar câhil imiş, tabî'at kuvvetleri karşısında âciz, zavallı kalarak, hayâlî şeylere inanmışlar. Uydurdukları şeylere tapınarak, yalvararak, küçüklüklerini göstermişler. Hâlbuki, bugün atom asrındayız. Tabî'ata hâkim olup istediğimizi yapıyoruz. Tabî'at kuvvetleri hâricinde birşey yoktur. Cennet, Cehennem, cin, melek, eski insanların uydurduğu şeylerdir. Gidip gören var mı? Görülmiyen, tecrübe edilmiyen şeylere inanılır mı, diyorlar. Cahillerin bu sözleri, tarihten de haberleri olmadığını gösteriyor. Tarih boyunca, her asırda gelen câhiller, kendilerini akıllı, bilgili, eski insanları câhil sanmıştır. Âdem aleyhisselâmdan beri, dinsizler her asırda gönderilen dinleri, eski câhillerin sözleri diyerek bozmuşlar, inkâr etmişlerdir. Kur'ân-ı kerîmin birçok yerinde, dine inanmıyanların böyle sözleri bildirilmekte ve cevap verilmektedir. Meselâ Mü'minûn sûresinde âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyuruluyor: (Nûh aleyhisselâma inanmadılar. Onları suda boğduk. Ondan sonra yarattığımız insanlara, içlerinden peygamber gönderdik ve Allahü teâlâya ibâdet ediniz. İbâdet edilecek, O'ndan başkası yoktur. O'nun azâbından korkunuz! dedik. Dinlemiyenlerden, öldükten sonra tekrâr dirilmeğe inanmıyanlardan, dünya ni'metlerini bol bol vermiş olduğumuz birçoğu, bu peygamber, sizin gibi yiyip içiyor. Kendiniz gibi bir çok şeye muhtaç olan birine inanırsanız, aldanmış, ziyân etmiş olursunuz. Peygamber, size ölüp, kemikleriniz çürüyüp, toz toprak olduktan sonra, tekrâr dirilerek kabirden kalkacaksınız diyor. Hiç böyle şey olur mu? Ne varsa, ancak bu dünyadadır. Cennet, Cehennem, hep buradadır. Bu dünya böyle gelmiş böyle gider. Öldükten sonra, bir daha dirilmek yoktur, dediler.) Din cahilleri o kadar cahilce, gülünecek şeyler söylüyorlar ki, meselâ, milletin dînini, ahlâkını yıkmak için, gençlere çocuklara, "Allah var olsaydı görürdük. İstediğimizi işitir, verirdi. Benden şeker isteyiniz, hemen işitir, veririm. Ondan isteyin, bakın vermiyor. O hâlde yoktur. Ananız babanız câhildir. Eski, örümcek kafalıdır. Onlar gericidir. Siz ise, aydın kafalı, ilerici gençlersiniz. Sakın öyle hurâfelere inanmayın! Cennet, Cehennem, melek, cin uydurma şeylerdir." diyorlar. Böyle yalanlarla, gençlerin dînini, îmânını, baba ocağından almış oldukları edep ve hayâlarını yok etmeğe çalışıyorlar. Zavallı yavruları aldatıp, kendi alçak istekleri, zevkleri, kötü kazançları uğruna, gençleri fedâ ediyorlar. Cenneti, Cehennemi kim görmüş, görülmiyen şeye inanılmaz, diyerek his uzuvlarına tâbi' olduklarını bildiriyorlar. Hâlbuki, hayvanlar, his uzuvlarına tâbi' olur. İnsanlar, akla tâbi' olur. İnsanların his uzuvları, hayvanlardan geridedir. İnsan, kedi, köpek kadar koku alamaz. Karanlıkta, onların gördüğü gibi göremez. Sonra, herşeyde, göze nasıl inanılır ki, çok yerde akıl, gözün yanlışını çıkarmaktadır. Meselâ göz, Güneş'i pencere içinden görüp, pencereden küçük sanıyor. Akıl ise, Dünya'dan da büyük olduğunu söylüyor. Bunlar acabâ, biz gördüğümüze inanırız, Güneş, Dünya'dan daha büyük olur mu diyerek, akla inanmıyorlar mı? Hayır, burada onlar da, müslümanlar gibi akla inanıyor. Görülüyor ki, insanlar, dünya işlerinde, hislerine değil, akıllarına uyarak, hayvanlardan ayrılmaktadır. "Aklı Yok ki Göresiniz!" 29 TEMMUZ 1994 Ba'zıları, varlıkları tabiat yarattı, ba'zıları da herşey kendiliğinden var oldu, diyorlar. Mahlukların kendiliğinden var olduklarını söylemek, ne olduğu, ne kastedildiği belli olmıyacak şekilde tabiat yarattı, demek kadar akılsızca bir söz olmaz. Bugün, fabrikalarda binlerce ilaç, ev eşyası, sanayi ve ticâret maddeleri, elektronik âletler, harp vâsıtaları yapılıyor. Bunların çoğu, ince hesaplardan, yüzlerce tecrübeden sonra elde ediliyor. Bunlardan birine dahî, kendi kendine var oldu diyorlar mı? Bunların bilerek ve istiyerek yapıldıklarını söylüyorlar ve hepsinin bir yapıcısının bulunması lâzımdır diyorlar da, canlılarda, cansızlarda görülen ve her asırda, daha yenileri, daha inceleri keşfedilen ve çoğunun yapısı henüz anlaşılamayan milyonlarca maddenin ve hâdisenin kendi kendilerine tesâdüfen var olduklarını söylüyorlar. Bu iki yüzlülük, koyu bir inattan veya açık bir ahmaklıktan başka ne olabilir? Çocukların körpecik beyinlerini yıkamak için her türlü yolu deniyorlar. Meselâ, din cahili bir öğretmen derste körpe beyinleri yıkamak, zehirlemek için şunu anlatıyor ve talebelere diyor ki: - Çocuklar, ben sizi görüyorum. Siz de beni görüyorsunuz. O hâlde, biz varız. Karşıdaki dağlar da var. Çünkü, bu dağları da görüyoruz. Yok olan şey görünmez. Görülmiyen şeye var denilmez. Bu sözüm, bir fen bilgisidir. İlerici, aydın olan kimse, fen bilgisine inanır. Gericiler, bu varlıkların bir yaratıcısı olduğunu söylüyorlar. Bu yaratıcının var olduğuna inanmak yanlıştır. Fenne uygun değildir. Görülmiyen şeye var demek, gericiliktir. Evinden, ailesinden islâm terbiyesi almış bir çocuk söz ister. Sonra arkadaşlarına dönüp şöyle der: - Arkadaşlar, şu karşıdaki dağları görüyor musunuz? - Evet. - Öğretmenimizi görüyor musunuz? - Evet - Peki öğretmenimizin aklını görüyor musunuz? - Görmüyoruz. - Yok ki göresiniz! - ?!. Bugün, dünyada islamiyete inanmıyanlar, iki türlüdür: Birincisi "Kitaplı kâfirler", yâni hıristiyan ve yahûdîlerin az bir kısmı olup, bir peygambere ve bunun Allahü teâlâdan getirdiği kitaba ve öldükten sonra dirilmeğe, âhıretteki sonsuz hayâta inanıyorlar. Ellerindeki bozuk kitaba Allah kelâmı diyorlar. İkincisi, "Kitapsız kâfirler" olup, herşeyi yapan bir Allah bulunduğuna inanmıyorlar. Taş, ağaç, Güneş, yıldız ve insan, inek gibi ba'zı mahlûklara tapıyorlar. Bu inkârcılardan bir kısmı, kanûn ile, devlet baskısı ile, zulüm, işkence ederek, ibâdet etmeyi, dîni öğretmeyi yasak ediyor. Bir kısmı da, insanlık, iyilik duygularını okşayıcı sözlerle, herkesi, zevk, safâya daldırıyor. Ma'neviyâttan, din bilgilerinden mahrûm bırakıyorlar. Düzme hikâyeler, yalan örnekler göstererek, milyonlarca insanı aldatıyor, din câhili yetiştiriyorlar. Bir taraftan, medeniyetten, fenden, insan haklarından bahsedip, bir taraftan da, insanları hayvanlaştırıyorlar. Köleliğe, sömürgeciliğe sözde karşı çıkıp diğer taraftan milletleri kendilerine kul köle yapıyorlar. Avrupa ve Amerika milletlerinin çoğu hıristiyandır. Hıristiyanların ve yahûdîlerin bir kısmı, kitaplıdır. Meselâ, yeni astronominin kurucusu Kopernik, Fraynburg şehrinde papaz idi. İngiltere'nin büyük fizik âlimi Bacon, Fransisken tarîkatında, papaz idi. Meşhûr Fransız fizikçisi Paskal, papaz olup, fizik ve geometri kanûnları keşfederken, din kitapları yazmıştı. Fransa'nın en büyük başbakanı olup, memleketine Avrupa birinciliğini kazandıran, meşhûr Rişliyö, papaz olup, ruhbân sınıfında ileri derece sâhibi idi. Meşhûr Alman doktor ve şairi Şiller de papaz idi. Bugün, bütün dünyaca büyük filozof tanınan, Fransız fikir adamı Bergson, kitaplarında, maddecilerin hücûmlarına karşı, rûhânîleri müdâfa'a etmiştir. İsmini hâtırlayamadığımız daha nice fen ve siyâset adamları hep, yaratana, kıyâmete, meleklere inanan kimselerdi. İnanmıyanların, bütün bunlardan daha akıllı olduğunu kim iddiâ edebilir? İ
.İnanmamak Büyük Nasipsizliktir 30 TEMMUZ 1994.....M ORUÇ
Birçok, Batılı fen adamı, âhırete, Allaha inandıkları halde, Muhammed aleyhisselâma inanmadılar. Müslüman olmalarına engel olan şey neydi? Eğer bunlar, islâm kitaplarını görüp okumuş olsalardı, iyi müslüman olurlardı. Fakat papazları, aileleri islâm kitaplarını okumayı, hattâ el sürmeği yasak etmişler, büyük suç saymışlardı. İnsanların dünya ve âhıret saadetine kavuşmalarına mâni' olmuşlardı. İnançları, îmânları tam olmadığı, eksik olduğu için bunlar da, hiç inanmayan gibi Cehennemde sonsuz kalacaklardır. Herşey ortada iken islamiyete inanmamak ne kadar büyük akılsızlıktır. Hazret-i Ali buyurdu ki, "Müslümanlar, âhırete inanıyor. Kitapsız kâfirler, inkâr ediyor. Tekrâr dirilmek olmasaydı, inanmıyanlar birşey kazanmaz, müslümanlar da, zarar etmezdi. Fakat, kâfirlerin dediği olmayınca, sonsuz azâb çekeceklerdir." İslâm âlimleri, sözlerini isbât etmekte, inanmıyanların hücûmlarına akıl, ilim ve fen ile cevap vermektedir. Müslümanlar, sözlerini isbât etmeseydi dahî, kıyâmet inkâr olunabilir mi idi? Sonsuz azapta kalmak, bir ihtimâl bile olsa, bunu hangi akıl kabûl eder? Hâlbuki, âhıret azapları, bir ihtimâl değil, meydânda olan hakîkattir. O hâlde, inanmamak, gerçekten büyük akılsızlıktır. Açıkça din düşmanlığı yapamayıp da sinsi sinsi din düşmanlığı yapanlar da var. İslâm dînini bilmiyenler, milletin sağlam îmânını, ilme ve akla dayanarak bozamıyacaklarını, islâma hücûm ettikçe, kendi yüz karalarının meydâna çıktığını görerek, hîle, yalan yoluna saptılar. Müslüman görünüp ve müslümanlığı beğenici ve medhedici yaldızlı yazılar yazıp, fakat, bu yazıları ve sözleri arasında müslümanlığın esâs ve temel mes'elelerini, sanki müslümanlık değilmiş gibi ele alıp kötülüyorlar. Halkı bunlardan soğutmaya ve caydırmaya çalıştılar. Allahü teâlânın emrettiği ibâdetlerin vakitlerini, miktarlarını ve şekillerini uygunsuz görerek, böyle olacağına, şöyle olsaydı, daha iyi olurdu, dediler. İbâdetlerin rûhlarından, içlerinde saklı bulunan inceliklerden, fâidelerden ve kıymetlerden haberleri olmadığı için, bunları basît ve ibtidâî fâidelere âlet sanarak, sanki düzeltmeğe yeltendiler. Birşeyi bilmemek, insanlar için kusûr ise de, anlamadığına karışmak, ayrıca pek gülünç ve acınacak bir hâl oluyor. Böyle câhilleri, akıllı sanarak, sözlerini dinleyen ve inanan müslümanlar ise, bunlardan daha zavallı ve daha ahmaktır. Bu sinsi din câhilleri diyorlar ki: " Evet islâmiyet iyi ahlâkı, sağlıklı olmayı, çalışmağı emretmekte, kötülükleri yasaklamakta, insanları olgunlaştırmaktadır. Bunlar her millete lâzımdır. Fakat, islâmiyette sosyal hükümler, âile ve cemiyyet hakları da vardır. Bunlar ise, o zamanın şartlarına göre konmuştur. Bugün milletler büyümüş, şartlar değişmiş, ihtiyaçlar artmıştır. Bugünkü, teknik ve sosyal ilerlemeleri karşılayabilecek yeni hükümler, kanûnlar lâzımdır. Kur'ânın hükümleri bu ihtiyaçları karşılayamaz." Böyle sözler, islâm hukûkunu bilmiyen, islâm bilgilerinden haberi olmayan hiçbir dini kitap okumamış, câhillerin boş ve yersiz düşünceleridir. İslâmiyet, adâleti, zulmü, insanların birbirlerine karşı, âile ve komşuların birbirlerine, milletin hükûmete ve birbirlerine karşı haklarını, vazîfelerini, suçları açıkça bildirmiş, bu değişmez kavramlar üzerinde, temel hükümler kurmuştur. Bu değişmez hükümlerin, hâdiselere, olaylara tatbîkini sınırlamamış, örf ve âdetlere göre kullanılmasını emretmiştir. Meselâ, Osmanlılar zamanında Anayasa olarak kullanılan Mecelle'nin 36. maddesinde (Zamanın değişmesi ile, örf ve âdete dayanan ahkâm değişebilir.) denilmektedir. Cenâb-ı Hak, islamiyeti, son din olarak göndermiştir. Ahırete kadar olan bütün ihtiyaçlara cevap verecek kapasitededir. Allahü teâlâ islâm dînini, her memlekette, her yeniliği ve buluşu karşılayacak şekilde kurmuştur. İslâm dîni, yalnız sosyal hayâtta değil, ibâdetlerde bile tolerans, müsâmaha göstermiş, insanlara serbestlik vermiş, başka şartlar ve zarûretler karşısında, ictihâd hakkı tanımıştır. Hazret-i Ömer ve Emevîler zamanında ve koca Osmanlı İmparatorluğunda, kıt'alara yayılan çeşitli milletler toplulukları, bu ilâhî hükümlerle idâre edilerek, başarıları, şânları, tarihlere ün salmıştır...
..Dinimizin Sağlığa Verdiği Önem 6 MAYIS 1994
Peygamber efendimiz, tıb bilgisini, sağlık bilgisini çeşitli şekillerde övdü. Meselâ, (İslâm İlmi ikidir: Beden bilgisi, din bilgisi) buyurdu.Ya'nî islâmî ilimler içinde en lüzûmlusu, rûhu koruyan din bilgisi ve bedeni koruyan sıhhat bilgisidir, buyurarak, herşeyden önce, rûhun ve bedenin zindeliğine çalışmak lâzım geldiğini emretti. İslâmiyyet, beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeği emrediyor. Çünkü, bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile yapılabilir. Bugün, bütün üniversitelerde tıb iki kısım halinde incelenmektedir. Biri hijyen, ya'ni sağlığı korumak, ikincisi terapötik, ya'ni hastaları tedavi etmek iyi etmektir. Bunlardan birincisi önce gelmektedir. Çünkü, insanları hastalıklardan korumak, sağlam kalmağı sağlamak, tıbbın birinci vazîfesidir. Hasta insan, iyi edilse de, çok kere, ârızalı, çürük kalır. İşte islâmiyyet, bunun için koruyucu hekimliğe daha çok önem vermiştir. Kur'ân-ı kerîmde tıbbın iki kısmını da teşvîk eden, âyet-i kerîmeler vardır. İslamiyete dinin emirlerine en çok uyan Eshab-ı kiramdır. Bunun için bunlardan hasta olanlar çok enderdir. Mevahib-i Ledünniyye isimli kıymetli bir kitap var. Burada şöyle bir olay anlatılmaktadır: Peygamber efendimiz, Rûm imparatoru Herakliyus ile mektûblaşırdı. Birbirlerine elçi gönderirlerdi. Bir def'a, Herakliyus birçok hediyye göndermişti. Bu hediyyelerden biri de, bir doktor idi. Doktor gelince, -Efendim! İmparator ekselansları beni, size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza bedâva bakacağım! dedi. Resûlullah efendimiz kabûl buyurdu. Emretti, bir ev verdiler. Hergün nefîs yiyecek, içecek götürdüler. Günler, aylar geçti. Fakat, hiç bir müslüman, doktora gelmedi. Bir müddet sonra doktor, utananak Resûlullahın huzuruna geldi: - Efendim! Buraya, size hizmet etmeğe geldim. Fakat, bugüne kadar, bir hasta gelmedi. Boş oturdum, yiyip içtim, râhat ettim. Artık gideyim, diye izin istedi. Peygamber efendimiz, - Sen bilirsin. Eğer dahâ kalırsan, misâfire hizmet etmek, ona ikrâm etmek, müslümanların vazîfesidir. Gidersen de uğurlar olsun. Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü, Eshâbım hasta olmaz! İslâm dîni, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça bir şey yemez ve sofradan, doymadan önce kalkar, buyurdu. Böylece sağlıklı kalabilmenin en önemli iki şartını da 1400 yıl önce bildirmiş oluyor. Asırlar sonra anlaşılabilmiştir bu iki ana esas. Bugün gerçekten de tıbbın üzerinde durduğu en önemli husus temizliktir. Her hastalığın kaynağı pisliktir. Ayrıca doktora gittiğinizde ilk önce söylediği perhizdir. En çok edilen tavsiyelerden, hatta tavsiyelerin başında geleni de çok yememektir. Karnı tıka-basa doyurmamaktır. Müslüman hiç hasta olmaz mı? Hasta olan binlerce müslüman var. Bu nasıl izah edilecek? diye sorulacak olursa. Böyle söylemek müslüman hiç hasta olmaz demek değildir. Fakat sağlığına ve temizliğe i'tinâ eden bir müslüman, sağlam kalır, kolay kolay hasta olmaz. Ölüm haktır. Hiç bir kimse ölümden kurtulamaz ve her hangi bir hastalık sonucu ölecektir. Fakat, o vakte kadar sağlığını koruyabilmesi, ancak müslümanlıkta emredilen husûslara ve temizliğe, koruyucu tedbirlere riâyet sayesinde olur. Müslümanlar sağlığa bu kadar önem verirken, o çağlarda diğer ülkelerin mesela, Avrupa'nın durumu nasıldı? Hıristiyanlığın en revaçta olduğu orta çağda, büyük tıb âlimleri, yalnız müslümanlardı ve Avrupalılar Endülüs'e tıb tahsîl etmeğe gelirlerdi. Çiçek hastalığına karşı aşıyı bulanlar, müslüman Türklerdir.Türklerden bunu öğrenen Jenner, ancak 1796'da bu aşıyı Avrupa'ya götürdü ve haksız olarak "Çiçek aşısını bulan kimse" ünvânını aldı. Hâlbuki, tam bir zulmet, karanlıklar diyârı olan o zamânki Avrupa'da insanlar, hastalıktan kırılıyordu. Fransa Kralı Onbeşinci Louis 1774'de çiçekten öldü. Avrupa uzun zamân vebâ ve kolera salgınlarına uğradı.
Müslümanların Tıb İlmine Hizmeti 7 MAYIS 1994..M ORUÇ
Birinci Napolyon 1798'de Akkâ kal'asını muhâsara ettiği zaman, ordusunda vebâ zuhûr etmiş ve hastalığa karşı çâresiz kalınca, düşmanı olan Müslüman Türklerden yardım istemek zorunda kalmıştı. O zamân kalema alınan bir Fransız eserinde şöyle yazmaktadır: (Türkler, ricâmızı kabûl ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, nûr yüzlü kimselerdi. Önce duâ ettiler ve sonra ellerini bol su ve sabun ile uzun uzadıya yıkadılar. Hastalarda zuhûr eden hıyarcıkları neşterle yardılar. İçindeki sıvıyı akıttılar ve yaraları tertemiz yıkadılar. Sonra hastaları ayrı ayrı yerlere koydular ve sağlamların mümkün olduğu kadar onlara yaklaşmamasını tenbîh ettiler. Hastaların elbiselerini yaktılar ve onlara yeni elbiseler giydirdiler. En nihâyet tekrâr ellerini yıkadılar ve hastaların bulunduğu yerlerde öd ağacı yakarak ve tekrâr duâ ederek ve bizden hiç bir ücret veyâ hediyye kabûl etmeden yanımızdan ayrıldılar.) Demek oluyor ki, iki asır evveline kadar Batılılar hastalıklara karşı tamâmen çâresizdi ve ancak sonradan müslümanlardan öğrenerek ve tecrübeler yaparak Kur'ân-ı kerîmde emrolunduğu gibi gayret ederek bugünkü tıb ilmini öğrendiler. Bir çok tarafsız ilim adamı da bu gerçeği dile getirmektedir. Mesela, John W. Draper gibi dürüst bir târîhçi, 1882 (The Intellectual Development of Europe) adındaki eserinde, islâmın asrî medeniyyetin teşekkülünde oynadığı son derece büyük ve mühim te'sîri anlatmakta, (Hıristiyan târîhçiler islâmiyyete olan kinlerinden dolayı, bu hakîkati gizlemeğe çalışmakta, Avrupa'nın müslümanlara ne kadar borçlu olduğunu, bir türlü i'tirâf edememektedirler) demektedir. John W. Draper başka bir eserinde de ,Müslümanların İspanya'yı nasıl buldukları hakkında şöyle yazmaktadır: O zamânki Avrupalılar temâmiyle barbardı. Hıristiyanlık, onları barbarlıktan kurtaramamıştı. Onlara hâlâ vahşî nazariyle bakmak gerekirdi. Pislik içinde yaşarlardı. Kafaları, hurâfelerle doluydu. Doğru dürüst düşünmek hâssasına bile mâlik değildiler. ^Adî kulübelerde yaşarlardı. Eğer kulübenin zemîninde veya duvarlarında bir hasır örtüsü varsa, bu büyük bir zenginlik işâreti sayılırdı. Yedikleri, yabânî fasülye, havuç gibi sebzeler, ba'zı otlar, hattâ ba'zan ağaç kabuklarıydı. Elbise olarak, uzun müddet dayandığı için dabağlanmamış hayvan postları kullanıyorlar ve bunun için çok pis kokuyorlardı. Müslümanlar, onlara her şeyden önce temizliği öğrettiler. Müslümanlar, günde beş def'a yıkanıyorlardı. Onların da günde hiç olmazsa bir kerre yıkanmasını sağladılar. Sonra, onların üzerinden pis kokulu, parça parça olmuş, bitlerle dolmuş olan hayvan derilerini çıkarıp atarak, onlara güzel kumaşlardan, renkli ipliklerden örülerek yapılmış olan kendi elbiselerinden verdiler. Onlara yemek pişirmesini, yemek yemesini öğrettiler. İspanya'da evler, konaklar, sarâylar inşâ ettiler. Mektepler, hastahâneler kurdular. Üniversiteler te'sîs ettiler. Bu üniversiteler, bütün dünyâya bir nûr kaynağı oldu. Her tarafta bahçeler yetiştirdiler. Memleket, güllük gülistanlık oldu. Vahşî Avrupalılar, bütün bunları ağzı açık, şaşkınlık ve takdîrle gördüler ve yavaş yavaş medenî olmağa başladılar. Böyle vahşî insanları terbiyeye muvaffak olan, onlara medeniyyet rûhunu aşılayan, onları karanlıktan, cehâletten, hurâfelerden kurtaran müslümanlar, bu akla sığmaz mu'azzam işi ancak hak dinleri sâyesinde yapabildiler. Çünkü islâm dîni, en doğru dindir. Allahü teâlâ muvaffak olmaları için, onlara yardım ediyordu. Allahü teâlânın emri ile Muhammed aleyhisselâmın teblîğ ve neşr eylediği islâm dîni ve Allahü teâlânın kelâmı olan Kur'ân-ı kerîm, dünyâ târîhini değiştirmiş ve onu karanlıktan kurtarmıştır. Eğer islâm dîni olmasaydı, insanlık bugünkü medeniyyet derecesine, ilim ve fende bugünkü seviyesine erişemezdi. Müslümanların gözünde ilmin çok yüksek bir yeri vardır. Resûlullah efendimizin, sağlıkla ilgili bir çok tavsiyeleri vardır. Hadîs-i şeriflerde buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, her hastalığın ilâcını yaratmıştır. Yalnız, ölüme çâre yoktur.) (Hastalıkların başı, çok yemektir. İlâçların başı, perhîzdir.)
.
Dünya çapında Müslüman bilim adamları var mıdır?
Soran : Sorularlaislami...
Tarih: 29.02.2012 - 00:00 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Osmanlı ve İslam devletlerinde (Emeviler, Abbasiler, vb...) fen alanında dünya çapında bir terakki görülmüş mü, hangi bilim adamlarını yetiştirmişlerdir?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Bilim, Allah'ın sanatını, yaratışındaki üstünlüğü, kusursuzluğu ve mucizevi özellikleri görebilmenin bir yoludur. Herhangi bir bilim dalında araştırmalar yapan bir insan, eğer birtakım önyargılara veya körü körüne bağlı olduğu bir ideolojiye sahip değilse, gördüğü her ayrıntıda mükemmel bir tasarımın varolduğunu görür ve bu tasarımın ancak sonsuz bir aklın eseri olabileceğini rahatlıkla anlayabilir. İşte bu nedenle tarih boyunca büyük keşifler yapmış, bilimsel gelişmenin öncüsü olmuş bilim adamlarının büyük bir çoğunluğu Allah'a yönelmiştir.
Okuyacağınız bu cevapta,bilim ve dinin çeliştiğini, bir bilim adamının dindar veya dindar bir insanın bilim adamı olamayacağını savunanların ne kadar önemli bir yanılgı içinde bulundukları gözler önüne serilecektir. İki ayrı bölümden oluşan bu yazının ilk bölümünde, İslam dininin hakim olduğu bir ortamda yetişmiş, Allah'a olan inancı ile tanınıp övülen, aynı zamanda bilimde pek çok ilke imza atarak tarihe geçen bilim adamlarından bahsedilecektir. İkinci bölüm ise, tarih boyunca keşifleri ve bilimsel alandaki çalışmaları ile tanınmış ve şahit oldukları bilimsel gerçekler karşısında iman etmiş Batılı bilim adamları ile ilgilidir.
İlim Öncüsü İslam Alimlerinden Bazıları:
İbn-i Sina
İbn-i Sina 980 senesinde Buhara yakınlarında doğmuş bir İslam filozofu ve tıp bilginidir. Önce babasından daha sonra da dönemin ünlü bilginlerinden mantık, matematik ve gökbilim öğrenimi görmüş, tıp alanında gösterdiği başarılar nedeni ile de II. Nuh'un özel hekimi olarak görevlendirilmiştir.
Ünlü eseri "el-Kanun", yaklaşık bir milyon kelimelik büyük bir tıp ansiklopedisidir. Bütün eski tıp ve Müslüman tıp ilmini ihtiva eder. Bu eser gerek içeriği gerekse hazırlanış tarzı bakımından asırlarca dünya tıp literatürüne hakim olmuştur. Kendisinden sonra, yeni tıbbın doğuşuna kadar Türkçe, Arapça, Farsça ve Batı dillerinde yazılmış eserlere kaynaklık etmiştir.
Tıp ilminin kaideleri, ilaçlar ve çeşitli hastalıklarla ilgili detaylı bilgiler veren İbn-i Sina'nın bu eseri, gerek Anadolu Selçukluları ve gerekse Osmanlılar devrinde temel bir başvuru kitabı olarak kullanılıp tercih edilmiştir.
Tıp ilminde büyük bir çığır açmış olan İbn-i Sina, felsefe alanında da gerek Doğu gerekse Batı filozoflarını etkilemiştir. Yapıtları XII. yüzyılda Latinceye çevrilmiş ve bunun ardından da tüm dünyaya yayılmıştır.
Kadızade Rumi
XVI. yüzyılın sonlarında Osmanlılarda müspet ilim konusunda bir isim dikkat çekmektedir. Bu kişi, Musa Paşa b. Mahmut b. Mehmet Salahaddin olarak anılan Kadızade Rumi adıyla ün kazanmış olan Türk matematikçisi ve astronomudur. Çeşitli önemli kitaplar hakkında "şerh" adı verilen yorumlar yazmış ve bu konuda ünlenmiştir. Bunlardan bir tanesi Osmanlı Medreselerinde okutulan el-Harezmi'nin "Mülahhas fi'l-hey'e" adlı astronomi kitabına yazdığı şerhdir. İkinci olarak da Şemseddin-i Semerkandi'nin geometri ve üçgenlerin niteliklerine dair kaleme aldığı "Eşkalü't-te'sis"i şerh etmiştir. Bir de Muhtasar "fi'l-hisab" adında bir Arapça eseri vardır ki, birinci kısım aritmetik, ikinci kısım cebir ve denklemler, üçüncü kısım ise ölçmelerden ibarettir.
Kadızade'nin en önemli eseri ise, Gıyaseddin Cemşid'in "Risale fi'istihraci'l-ceyb-i derece vahide" eseri için yazdığı şerhdir. Sadece kitap hakkındaki yorumlarını belirtmesine rağmen Kadızade burada bir derecelik yay sinüs hesabı usulünü yazardan daha iyi ve daha basit bir şekilde açıklamıştır. Kadızade'den zamanın en ciddi ve gerçek astronomu olarak bahsedilir. Tüm bu sebeplerden dolayı Kadızade'yi Osmanlı Türklerinin birinci gerçek astronomu ve matematikçisi olarak kabul edebiliriz.
Mahmut Şirvani
Şirvani, XV. yüzyılın ilk yarısında yaşamış Osmanlı tıbbının en önemli hekimlerinden biri, belki de birincisidir. Şirvan doğumlu bir ailenin oğlu olarak Anadolu'da doğmuştur. Yaşadığı dönem boyunca on bir tane eser vermiş ve tüm eserlerini dönemin devlet büyüklerine ithaf etmiştir. Fatih Sultan Mehmet'e ithaf edilen son eseri ve eserleri arasında en önemlisi olan "Mürşid", Osmanlı tıbbında göz hastalıklarına ait en hacimli eser olarak karşımıza çıkmaktadır.
Yazdığı bir başka eser olan "Tuhfe-i Muradi" ise, içerdiği bilgiler nedeni ile Anadolu'da yazılan ilk tıp eserleri listesine alınmıştır. Konu, temelinde kıymetli taşlara dayansa da bu taşların tıpta kullanımının da anlatılmasından dolayı tarihçiler tarafından bir tıp kitabı olarak kabul edilmektedir.
Şirvani'nin eserlerinin dördü Arapça, altısı ise Türkçe olarak kaleme alınmıştır. İlk devir Osmanlı tıbbında bu kadar üretken ikinci bir tıp yazarı yoktur. Eserlerinin, döneminin ilmi zihniyetini en açık şekilde yansıtmasının yanında, şu an bile herkesin anlayabileceği sade bir Türkçe ile yazılmış olması da son derece önemlidir.
Mukbilzade Mümin
Osmanlı döneminde önemli ilim adamlarından bir diğeri de II. Murat döneminde yetişmiş ve iki önemli eser bırakmış olan Mukbilzade Mümin'dir. Mümin, göz hastalıkları konusuna özel ilgi göstermiş olan Şirvani ile birlikte ilk Osmanlı hekimlerindendir.
Yazarın ilk eseri padişaha ithaf edilmiş olan "Zahire-i Muradiye"dir. İkinci eseri "Miftahü'n-nur ve hazainü's-sürur" da aynı şekilde padişaha ithaf edilmiş önemli bir tıp kitabıdır. Kitapta teşhis ve sağlık bilgisinden genel olarak bahsedildikten sonra, göz hastalıklarına dair ayrıntılar anlatılmaktadır. Bu önemli eserde, baş ve kafatası yapısı ve hastalıkları, göz hastalıkları, göz kapağı rahatsızlıkları, konjoktiva ve kornea hastalıkları detaylı olarak tarif edilmekte, hastalıklara karşı önlemler ve çözümler anlatılmaktadır.
Osmanlılarda bütün Darüşşifa vakıflarındaki hekim listelerinde Mukbilzade Mümin'in isminin mutlaka bulunması, dönemin son derece önemli bir hekimi olduğunu kanıtlamakta, aynı zamanda o dönemde göz hastalıklarına verilen önemi de yansıtmaktadır.
Ali Kuşçu
Türk-İslam Dünyası astronomi ve matematik alimleri arasında, ortaya koyduğu eserleriyle haklı bir şöhrete sahip Ali Kuşçu, Osmanlı Türkleri'nde, astronominin önde gelen bilgini sayılır. Batı ve Doğu Bilim dünyası onu XV. yüzyılda yetişen müstesna bir alim olarak tanır. Kuşçu, Uluğ Bey ve Kadızade'den matematik dersleri almıştır. Bir dönem Azerbeycan'a gitmiş, orada Akkoyunlular padişahı Uzun Hasan'ın emrinde elçilik görevini yerine getirmiş, daha sonra da Fatih'in sarayında bilim adamı olarak görev yapmıştır.
Bilimsel tartışmalarda bulunan, Fatih Külliyesinde bir güneş saati yapan Ali Kuşçu, İstanbul'un enlem ve boylam derecesini belirlemiştir. Ay'ın ilk haritasını çıkaran Ali Kuşçu'nun adı bugün Ay'ın bir bölgesine verilmiştir. Ali Kuşçu'nun çalışmaları başlıca iki bölüme ayrılabilir. Bunlardan ilki din ve filoloji ile ilgilidir. Diğeri ise matematik ve astronomi ile ilgili eserlerdir. Bu eserler arasında en önemlisi "Risale fi'l-hey'e"dir. Zafer günü tamamlandığı için "Fethiye" adıyla Fatih'e takdim edilmiştir. Matematik ve astronomi alanında büyük bir çığır açan bu eser içinde gök cisimlerinin dünyamızdan uzaklıklarına kadar tüm bilimsel detaylar bulunmaktadır. Farsça yazılmış daha sonra Arapçaya çevrilmiş, Batı ilminin Türkiye'ye girmesinden sonra bile astronomi alanında tercih edilen bir kitap olmuştur.
Mirim Çelebi
Mirim Çelebi, asıl adı Mahmud b. Mehmed olan ve XVI. yüzyıl Osmanlı Türkiye'sinin en ileri gelen astronom ve matematikçilerindendir. İstanbul'da doğmuş, medreselerde okumuş ve Beyazıd'ın şehzadeliği zamanında hocalık yapmış ve önemli makamlarda görev almıştır.
Kadızade ve Ali Kuşçu'nun torunu olan Çelebi'nin en önemli eserlerinden biri Uluğ Bey'in Zic'ine Farsça olarak "Düstürü'l-amel ve tashihü'l-cedvel" adında yazdığı bir şerhdir. Yazar eserde konuları çok çeşitli şekillerde anlatmış, örneğin bir derecelik yayın sinüsünü hesaplamak için gayet anlaşılır biçimde beş ayrı çözüm yolu göstermiştir.
Mirim Çelebi, aynı zamanda kendisini çok seven Yavuz Sultan Selim'in ısrarları sonucunda, dedesi Ali Kuşçu'nun astronomi ile ilgili Fethiye eserini de şerh etmiştir. Matematik ve astronomi ile ilgili yedi sekiz risalesi bulunmaktadır. Mirim Çelebi, Osmanlı ülkesinde astronomi ve matematik ilimlerinin ilerlemesi için kuşkusuz en çok çalışan Müslüman bilim insanlarındandır.
Takiyüddin Efendi
XVI. yüzyılın en önemli astronomlarından biridir. Devletten görev almak üzere Kahire'den İstanbul'a gelmiş, matematik bilimindeki ustalığı nedeniyle hoş karşılanıp Sultan'a tanıtılmış ve onun yüksek yardımlarıyla rasathane hazırlanmıştır. Kurduğu rasathane o zaman için dönemin en önemli astronomi aletleriyle donatılmıştır. Yapılan gözlem, kullanılan araçlar ve çalışan astronomları ile son derece önemli bir mekandır.
Takiyüddin'in en önemli eseri "Sidretü'l-Münteha"dır. Bu eserde güneş parametreleri üç gözlem noktası yöntemi uygulanarak hesaplanmıştır. Takiyüddin, Tycho Brahe ve Copernicus dışında dünyada bu yöntemi kullanan üçüncü kişidir. Benzer sonuçlara ulaşmalarına rağmen, Takiyüddin'in güneş parametreleri konusunda yaptığı hesaplamalar XVI. yüzyılda en doğru hesaplamalar olarak tarihe geçmiştir.
Takiyüddin, eserlerinde "saatlerden" bir astronomik araç gibi bahsetmiştir. Bu saatlerin en önemli özelliği dakik olarak, dakika ve saniyeyi verebilmesidir. Avrupa'da dakika ve saniye bulunan bir saatin yapılma tarihi ile Takiyüddin'in bu mekanizmadan bahsetmesi aynı döneme rastlar.
Takiyüddin, "Haridetü'd-Dürer ve Feridetü'l-Fikr" adlı küçük bir zic'inde ondalı kesirleri kullanmış ve bu konu hakkında bilgi vermiştir. Bir başka deyişle, ondalı kesirler Avrupa'da tanınmasından çok daha önce Takiyüddin tarafından sadece tanıtılmamış, kullanılmıştır da. Bütün bunlara bakarak, Takiyüddin'in, dünyada "ilk"leri gerçekleştiren bilginlerden biri olduğu açıkça görülmektedir.
Seydi Ali b. Hüseyin
Seydi Ali b. Hüseyin, birçok deniz seferine, özellikle savaşlara katılmış, sonra da Barbaros Hayrettin Paşa'nın hizmetinde çalışmış, astronomi konusunda uzman büyük bir denizcidir.
Hüseyin'in deniz astronomisi ve coğrafyayı gerçekten çok iyi bilen bir bilgin olduğunu gösteren en önemli eseri "Muhit"dir. Eserin içinde, yön bulma, zaman hesabı, takvim, güneş ve ay zamanlamaları, pusula bölümleri, çeşitli adaların ve meşhur limanların kutup yıldızına yükseltileri, astronomiye ait bazı bilgiler, rüzgarlar, ulaşım yolları, büyük fırtınalar ve bunlara karşı alınacak tedbirler gibi önemli konular yeralmaktadır. Konulardan da anlaşıldığı kadarıyla Muhit, son derece ilmi ve önemli bir eserdir.
Hüseyin aynı zamanda Ali Kuşçu'nun "Fethiye"sini çevirmiş ve eklemeler de yapmıştır. Gökleri sayarken astronomi terimleri katmış, alemin merkezinin yerin merkezi olduğunu ve ağır cisimlerin yerin merkezine doğru düştüklerini ilave etmiştir.
Yazar, bir diğer eseri "Mir'at-i Kainat"da ise güneşin yükseltisi ve yıldızların yerleri, kıblenin ve öğle vaktinin belirtilmesi, daire çemberlerinin, sinüs, kiriş ve tanjantların bulunması ve karşı tarafa geçilemeyen bir nehrin genişliğini ölçmek usulü gibi konularda bilgi vermektedir. Konusunda çok önemli bilgiler vermiş ve geride çok değerli eserler bırakmış üstün bir denizci ve astronomdur.
Katip Çelebi
XVII. yüzyılda yaşamış büyük bir bilim adamıdır. On dört yaşına geldiğinde Anadolu Muhasebesi Kalemi'ne alınmış ve buradaki halifelerden birinden hesap kaidelerini öğrenmiştir. Bundan sonra çeşitli hocalarla çalışmış ve bilgilerini genişletmiştir.
Katip Çelebi'nin yirmi dolayındaki eseri arasında belki de en önemlisi "Keşfü'z-Zünün an esami'l-Kütüb ve'l-Fünün"dur. Eserde, üç yüze yakın müstakil ilimin konuları ve amaçları hakkında bilgi verilmekte çeşitli araştırmalara yer verilmektedir.
İkinci önemli eseri ise "Cihannüma"dır. Coğrafya ve kosmografyaya ait olan eserde yazar, dünya üzerindeki beş kıtayı altıya bölmüş ve hepsi hakkında genel bilgi vermiştir. (Avrupa, Asya, Afrika, Amerika, Macellenike/Avustralya ve Kutup bölgeleri). Eserde yeryüzünün yuvarlaklığını ispat için çeşitli deliller verilmiş ve Japonya'dan Erzurum'a kadar mevcut olan bütün bitkiler ve hayvanlar tanıtılmıştır. "Cihannüma" aynı zamanda Osmanlıların üç kıtadaki hakimiyeti, şehir ve kasabaları hakkında hiçbir yerde bulunmayan değerli bilgileri de ihtiva eden ilk ve yegane sistematik coğrafya kitabıdır.
Katip Çelebi dönemin durgunlaşmış ve yeniliklere kapalı havası içinde Osmanlı toplumunda büyük atılımlar yapan bir aydındır. Batı'daki astronomi eserlerini çevirmeye yönelmiş bir alimdir. Çelebi, döneminin koşullarını aşan bir bilim anlayışının ilk mimarlarından biri olarak kabul edilir.
İbn Nefis
XIII. yüzyılda bilim adına önemli gelişmelere damgasını vurmuş olan bir başka isim de İbn Nefis adıyla tanınan Alaeddin Ali ebi'l-Hazam el-Kureyşi'dir. "Mu'cezü'l-Kanun" adlı ünlü eserinde İbn Nefis, pekçok tıbbi açıklamada bulunmuş ve oldukça rağbet görmüştür. Eserin en önemli özelliği, İbn Nefis'in küçük kan dolaşımını tıpkı XVI. yüzyılda bu dolaşımı Harvey'den önce tarif eden Michel Servetus gibi tarif etmesidir.
Servetus'un, İbn Nefis'ten yaklaşık üç yüzyıl sonra küçük dolaşımı açıklaması ve onunla aynı anatomik yapıyı tarif etmesi son derece önemli bir konudur. Çünkü o döneme kadar klasik inanç, anatomide septumun (bir organın iki ayrı bölümünü birbirinden ayıran ayırıcı zar veya duvar) geçirgen olduğu yönündedir. Oysa İbn Nefis, herhangi bir gözleme dayanmadan septumun geçirgen olmadığından yola çıkmış ve bu sonuçlara varmıştır. Nitekim sonraki yüzyıllarda septumun geçirgen olmadığı gözlemlerle ispatlanmıştır.
İbn Nefis, kuşkusuz bu önemli keşfi ile tıp tarihinin en önemli isimlerinden biridir. Yaptığı keşfin önemi ve değeri kendisinden üç yüzyıl sonra ortaya çıksa da Osmanlı dönemine büyük faydaları dokunmuş önemli tıp adamı vasfını korumuştur.
Akşemseddin
Asıl adı Şemseddin Muhammed b. Hamza'dır. Ancak sakal ve bıyığının ak olması ve beyaz elbiseler giymesinden dolayı Akşemseddin olarak anılmaktadır. Şam'da doğmuş ve küçük yaşta Anadolu'ya gelerek Amasya'nın bir kazasına yerleşmiştir. Genç yaşta çeşitli ilimler konusunda başarılar elde etmiş ve iyi bir tıp tahsili yapmıştır.
Tıp alanında derin araştırmalar yapmış olan Akşemseddin, "Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülmeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur." diyerek bundan beş yüz sene önce mikrobun tarifini yapmıştır. Onun bu açıklamaları yaptığı dönem, mikropları ilk olarak tanıtan İtalyan hekim Fracastor'dan yaklaşık yüz sene öncedir. Böyle bir ilke imza atan Akşemseddin, tıp tarihinde önemli bir yere sahiptir. Sultan II. Murat ve II. Mehmet'e çok yakın olan Akşemseddin, yaptığı ilaçlarla saray ve çevresinde birçok hastayı iyileştirmesiyle de bilinmektedir.
Akşemseddin'in pek çok dini eserinin yanı sıra son derece büyük önemi olan iki de büyük tıbbi eseri bulunmaktadır. Eserler halen tıp literatüründe önemlerini korumaktadır.
El-Battani
868 yılında Harran'da doğmuş olan el-Battani ilk eğitimini ünlü bir bilim adamı olan babası Cabir bin San'an el-Battani'den almıştır. Daha sonra eğitimini devam ettirmiş ve çok çeşitli konularda uzmanlık elde etmiştir.
Battani ünlü bir astronom, matematikçi ve astrologdur. Astronomi konusunda pek çok önemli keşfi vardır. Bunlardan en önemlisi bir güneş yılının 365 gün, 5 saat, 46 dakika ve 24 saniyeden oluştuğunu bulmasıdır. Bu keşif günümüz ölçümlerine son derece yakındır. Güneşin doruk noktasındaki boylamın Ptolemy'nin keşfinden beri 160 47' arttığını da keşfetmiştir. Bu durum, güneşin yörünge hareketlerini ve eşzamanlılıkta küçük farklılıkların meydana geldiğini gösteren önemli bir keşiftir.
El-Battani'nin getirdiği yenilikler, ekliptik düzlemde dikkate değer bir eğrilik olduğunu, mevsimlerin uzunluklarını ve güneşin yörüngesini de kesin değerlerle ortaya koymaktadır. Ay ve güneşle ilgili gözlemleri, 1749 yılında Dunthorne tarafından ayın hareketlerinin anlaşılması konusu ile ilgili olarak kullanılmıştır. Matematik alanında Yunan kirişi yerine sinüsleri kullanan ilk kişidir. Ayrıca ilk olarak kotanjant kavramını getirmiş ve dereceli bir tablo oluşturmuştur. Astronomi ve trigonometri ile ilgili sayısız eseri vardır. Astronomi konusundaki çalışmaları Rönesansa kadar Avrupa'da etkili olmuş, astronomi ve trigonometrideki keşifleri bu bilimlerin gelişimine öncülük etmiştir.
El-Harezmi
Ebu Abdullah Muhammed bin Musa El-Harezmi tahmini olarak MS 770 yılında Özbekistan'da doğmuştur. Batı bilim dünyasına en sürekli ve en derin etkiler bırakmış matematikçi olarak tanınmaktadır.
Harezmi, doğu bilim dünyasında cebir ilmine ilişkin ilk eser yazan kişidir. Bu bilim dalı daha önceleri az çok işlenmiş ve geometriden farklı bir ilim olarak görülmeye başlamıştır. Birinci dereceden denklemler çözülebilmiş ama ikinci derece denklemlerin kökeni konusu henüz anlaşılamamıştır. Harezmi, ikinci kitabı olan "El Cebr ve'l Mukabele" ile ikinci derece denklemlerin çözüm yolunu sistemli olarak belirleyen ilk kişidir. Harezmi eserinde belirttiği yöntemleri bir öğretmen yeteneğiyle açıklamış ve bu kuralları geometrik olarak ispatlamıştır.
Harezmi'nin bu eseri, matematik tarihi bakımından çok önemli gelişmelere başlangıç olmuş ve altı yüz yıldan fazla süre boyunca matematik öğrenimi için temel sayılmıştır. Roger Bacon, Fibonacci gibi bilim adamları eseri hayranlıkla incelemişler ve kendi öğretilerinde bu eserden faydalanmışlardır. 1598-1599 yıllarında hala cebir ilminde tek kaynak Harezmi'nin bu eseridir.
Matematiğin yanısıra astronomi ve coğrafya ilimlerinde de eserler vermiştir. Güneş saatleri ve saatler üzerinde yazılmış eserleri bulunmaktadır.
Sabit Bin Kurra
Sabit bin Kurra, matematik, astronomi ve tıp konularında uzman İslam bilginlerinden biridir. Döneminde tüm bu alanlarda çok büyük gelişmelere öncü olmuş, özellikle geometri ve cebir konusunda yeniliklere imza atmıştır. Sabit bin Kurra'nın geometrideki yeri hakkında oryantalist Georges Rivoire şunları yazar:
"Cebirin geometriye uygulanmasını, Müslümanlara borçluyuz. Bu da 900 yılında vefat etmiş olan Sabit bin Kurra'nın eseridir."
Matematik, astronomi, astroloji, tıp ve çeviri ile uğraşan Sabit'in yetmiş dokuz eseri olduğu bilinmektedir. Bunlardan yirmi biri tıp, ikisi müzikle, geri kalan yirmi beş eser ise matematik ve felsefe ile ilgilidir.
Sabit, Oaklides'in bilgilerini kullanarak cebir konusunda çok daha genel denklemlerin çözümlerini göstermeyi başarmıştır. O da Harezmi gibi pozitif köklü ikinci derece denklemlerin çözümü ile uğraşmıştır. Üçüncü derece denklemlerin çözümü iki yüzyıl sonra Ömer Hayyam'a nasip olacaktır. C. B. Boyer, bu usta matematikçi için şunları söylemektedir:
"MS IX. yüzyıl Müslüman matematikçilerin altın çağı oldu. Yüzyılın ilk yarısında Harzemli, ikinci yarısında Sabit bin Kurra damgasını vurdular. Harzemli ile Oaklides 'temelciler' olarak benzeşir. Sabit ise, Pappus gibi, yüksek matematik yorumcusudur." [Boyer, C. B. (1968). A History of Mathematics, John Wiley and Sons, New York, s. 258]
. 973 doğumlu “Biruni 27 yaşındayken 18 yaşındaki İbn-i Sina ile yazılı bir münakaşaya girişiyor. Konu nedir biliyor musunuz? ‘Işığın sürati ölçüsüz müdür yani la mütenahi midir, yoksa ölçülebilir mi? Yani zamanla ölçülebilir mi?’ Ne müthiş bir şey değil mi? Böyle bir şey bugünün Türkiyesi’nde bile olmaz.” (Fuat Sezgin, Bilim Tarihi Sohbetleri, s. 79)
Ebu Yusuf el Kindi, Einstein’dan 1100 yil önce rölativite (izafiyet – görecelik) teorisini ortaya atmıştır. (Prof. Dr. Mehmet Bayrakdar, “Kindî ve Einstein’e Göre Rölativite (Bağıllık) ve Benzerlikleri”, Bilim ve Teknik, sayı: 153, s. XIII/10-11)
El-Biruni, Fizikçi Isaac Newton, Evangelista Torricelli, bilim insanı Nicolaus Copernicus ve matematikçi Galileo gibi filozoflara ilham kaynağı olmuş ve Galileo’den 600 yıl önce dünyanın döndüğünü keşfetmiştir. (AA, 13.12.2018)
Hazini, Yer çekimini Newton’dan 500 yıl önce keşfetmiştir. (Abdulhakim Koçin, Bilim Teknik, Çağı aşanlar, 25, Sayı 290, s. 48)
İstanbul’da Lagari Hasan Çelebi ilk insanlı roketi icat etmiştir. (https://tr.wikipedia.org/wiki/L%C3%A2gar%C3%AE_Hasan_%C3%87elebi) Wright kardeşlerden 238 yıl önce roketle 2.5 km yol katetmiştir.
Uygarlık, eski Yunan/Grek mucizesi mi? “Avrupa merkezli anlayışa göre, bilimin temeli eski Yunan’da atıldı ve 16’ncı yüzyıldan sonra Avrupa’da doruğa çıktı. Hayır, bu Batı’nın Doğu’yu dikkate almayan -bilim dışı- hurafesidir. Batı uygarlığının temelinde nasıl eski Yunan varsa Doğu da vardır. Örneğin İslam’ın uygarlığa katkıları görmezlikten gelinerek tarih yazılabilir mi? Bağdat, Endülüs, Sicilya, Şam, Semerkand, Horasan, Kahire, Herat gibi İslam’ın bilim merkezleri inkar edilebilir mi? Bilimsel ve teknolojik birçok buluş, keşif buradan Batı’ya gitmemiş midir? El Kindi (801?-866?), Razi (865-925), Farabi (870-950), İbn-i Sina (980-1037), Ömer Hayyam (1048-1131), İbn-i Rüşd (1126-1198), Nasreddin Tusi (1201-1274) ve yüzlerce Müslüman düşün adamı/filozof nasıl görmemezlikten gelinebilir? Batılılar, Eflatun’u bile Müslümanlardan öğrenmediler mi? Eski Yunan bilimini yeniden düşünen ve ona özgün katkılar yapan Müslüman alimler yok sayılabilir mi? Rönesans ortalarına kadar Avrupa’da yazılmış bütün aritmetik kitaplarının kaynağı Harezmi’nin (780-850) “Hesab-ı Hindi”si değil midir? Ondalık kesirler sistemini Gıyaseddin Cemşid’den (1380-1437) öğrenmediler mi? Trigonometriyi bütün esaslarıyla Ebu’l Vefa Buzcani (940-998) yeniden kurmadı mı? Matematikte devrim yaratan “sıfır”ı, 976’da Muhammed bin Ahmed keşfetmedi mi? Örnekler bu sayfaya sığmaz. Batı, simyadan bilimsel kimyaya geçilmesini Müslümanlara borçludur. Biz hala tartışmasını yapıyoruz; “alkool” sözcüğü bile Doğu’dan Batı dillerine geçmiştir. Sadece bir tek sözcük değil dillerine geçen; kimya, cebir, ziraat, botanik, narenç, zafran, suda, kutun, nilüfer, şerap ve yüzlercesi. Potasyum, aminoasit, sodyum, nitrat ve cıvanın üretimini kim buldu? Çeliğe ilk su veren Müslümanlar değil miydi? Katarakt, çiçek ve kızamık hastalığını ilk kez Müslüman alimlerden okudular; cerrahi müdahalelerde uyuşturucu kullanmayı, yüksek ateşi soğuk su banyosuyla düşürmeyi, damardan kan akıtma gibi tedavi yöntemlerini Müslüman tıp adamlarından öğrendiler. Bugün sıklıkla dile getirilen, “insan bedeninin doğal iyileştirici yeteneğini” ilk keşfedenler de Müslüman tıp adamları değil miydi? İçi delik iğneyi 1256’da al-Mahusen’in bulduğu gerçeği reddedilebilir mi? Şam’da 1298’de ölen İbn-i Al Nafis, Portekizli Servet’e atfedilen kan dolaşımı sistemini, ondan 300 yıl önce keşfetti. Modern sosyolojinin kuruluş yolunu İbn-i Haldun açmamış mıdır? Kağıt daha Avrupa’ya girmeden Semerkand’da kağıt fabrikası vardı. Yazıyorlar, matbaayı Gutenberg bulmuş! Matbaayı Çinliler buldu, Türkler aracılığıyla Araplara geçtikten sonra Avrupa’ya gitti. Gutenberg sadece harfleri ayrı ayrı oymayı başardı! Güya pusulayı da G. d’Amalfi icat etmişti. Pusula da aynen matbaanın izlediği seyirle Batı’ya ulaştı. Taberi’siz (839-922), Mesudi’siz (ö 956), İbn-i Miskeyf’siz (ö 1030) tarih yazılırsa ancak bu kadar yazılabiliyor demek ki! Bizans, dönemin en büyük kütüphanesi İskenderiye Kütüphanesi’ni yakarken, İslam coğrafyasının her yanında kütüphaneler açılıyordu. Dante’nin “İlahi Komedya”sı üzerinde Muhiddin Arabi’nin etkisi yadsınabilir mi? “Binbir Gece Masalları”nın Batılı yazarlar üzerindeki etkisinden bahsetmeye gerek var mı? Çok övündükleri klasik müziğin sol anahtarı ve beş hatlı notayı bile ilk Müslümanlar kullanmıştır. Doğru dürüst su kanalları bile yapamıyorlardı; tarım tekniklerini El Avam’ın “Kitabü’l-Hulase”den okuduklarını bilmiyor muyuz? Kristof Kolomb’un 1498’de Haiti’den yazdığı mektuba göre, Amerika’nın keşfi İbn-i Rüşd’ün kaydettiği bilgiler sayesinde gerçekleşmiştir. Uluğ Bey’in hazırladığı dünya haritasının kaşif kaptanlara rehberlik ettiğini bilmeyen mi var? (Soner Yalçın, Hürriyet, 10 Ekim 2010)
Önce Onlar Bulmuştu. Dünyanın üzerine bir güneş gibi doğan İslamiyet, ilim öğrenmeyi teşvik ederek Müslümanların her bakımdan örnek alınabilecek bir medeniyet kurmalarını sağlamıştır. Kur’an-ı Kerim’in ve Peygamber Efendimiz’in (sas) teşvikleriyle, M.S. 800–1500 yılları arasında İslam dünyasında, her konuda olduğu gibi, ilmi çalışmalarda da önemli ilerlemeler olmuş; birçok Batılı araştırmacı, İslam dünyasının önemli ilim merkezlerine gelerek Müslüman alimlerden ilim öğrenmiştir. Müslüman ilim adamlarının eserlerinden yaptıkları çevirilerle, kendi ülkelerinde mucit olarak meşhur olmuş çok sayıda Batılı araştırmacı vardır. Batı’nın meseleye taraflı yaklaşması, ülkemizde de bazı kesimlerin bu gerçeği kasıtlı olarak örtmeye çalışması neticesi maalesef Müslüman ilim adamları tarafından yapılan keşif ve ortaya konan icatlar Batılılara mal edilmiştir. Bütün bunlardan sonra da, “İslam ilerlemeye engeldir.” gibi yaftalarla Müslümanlar tesir altına alınmak istenmiştir. Aşağıdaki örneklerden de anlaşılacağı gibi birçok icat ve keşfin temelinde Müslüman ilim adamları vardır.
Uçak. İnsanoğlunun kuşlar gibi uçma hayalinin, ilk olarak 1903 yılında Wright Kardeşler tarafından gerçekleştirildiği bilinir. Halbuki ilk uçuş denemeleri 880 yılında, Endülüslü Müslüman alim İbn-i Firnas tarafından geçekleştirilmiştir. Planörlere benzeyen bir aletin üzerine kuş tüyleri ve kumaş geçiren İbn-i Firnas, bununla bir müddet havada kalmayı başarmıştır. İbn-i Firnas’ın bu faaliyeti, Batılı tarihçilerden Prof. Dr. Philip Hitti ve Dr. Sigrid Hunke tarafından ilk uçuş denemesi, kullandığı alet de ilk uçak modeli olarak kabul edilir. (Mitti, F., Siyasî ve Kültürel İslam Tarihi; O. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti)
Buharlı otomatik sistemler. Çeşitli kaynaklarda, buharlı otomatik sistemlerin ilk örneklerinin 1780 yılında İskoçyalı mühendis James Watt (1736–1819) tarafından icat edildiği belirtilir. Halbuki James Watt’tan 600 yıl öne yaşamış olan El-Cezeri’nin bir eserinde, buharlı otomatik sisteme benzer bir regülatörden bahsedilmekte ve bu regülatörün detaylı resmi yer almaktadır. El-Cezeri bu sistemde, buhar veya petrolle çalışan motorlu taşıtların vazgeçilmez elemanı olan supap tekniğini de ilk olarak kullanmıştır. (El-Cezeri, “Kitab fi Ma’rifet’il Hiyali’l Hendesiye”, edited by Ahmed El Hasan, s. 394–395)
İlk denizaltı. Su altında ilerleyebilen bir vasıta yapma fikri, ilk olarak Leonardo da Vinci (1412–1519) tarafından ortaya atılmıştır. Günümüzde ilk denizaltının 1776 yılında Amerikalı bilim adamı David Bushnell tarafından yapıldığı bilinmektedir. Hâlbuki İbrahim Efendi, 1719 yılında şehzadelerin sünnet düğününde eğlence maksatlı kullanılmak üzere, insan taşıyabilen ve bir saatten fazla su altında kalabilen, çelikten bir denizaltı yapmıştır. (Şaban Döven, Müslüman İlim Öncüleri)
Dünyanın yuvarlaklığı ve kendi etrafında dönmesi. Kainat kitabını, Kur’an-ı Kerim’in ışığında okuyan El-Biruni (973–1048), Dünya’nın yuvarlak oluşuna ve kendi etrafında döndüğüne dair ilmî hesaplamalarını Kopernik’ten 500 yıl önce bilim dünyasına sunmuştur. Ne yazık ki, gençliğimize Kopernik anlatılmasına rağmen, El-Biruni’den hiç bahsedilmemektedir. (Şaban Döven, Müslüman İlim Öncüleri; İslam Dünyasının Mucitleri” Focus, Sayı:2005/01-112414, Ocak 2005)
Kan dolaşımı. 16. yüzyılda yaşamış olan Micheal Servitus’ün kan dolaşımını ilk keşfeden kişi olduğu kanaati günümüzde yaygındır. Halbuki ondan 300 yıl önce yaşamış Müslüman tıp alimi İbnü’n-Nefis (1208–1288), eserinde damar sistemini ve kalbin bölümlerini detaylı olarak çizmekte; büyük ve küçük kan dolaşımını ayrı ayrı anlatmaktadır. (Ibnü’n-Nefis, Serhül Kanun Sam, s. 108; Prof. Dr. Mehmet Bayraktar, İslam’da Bilim ve Teknoloji Tarihi)
İlk anestezi. İlk olarak 1850 yılında Junken tarafından yapıldığı zannedilen anestezi, Müslüman ilim adamı Sabit bin Kurra (835–902) tarafından keşfedilmiş ve kullanılmıştır. Harran’da doğan Sabit Bin Kurra, Bağdat’ta, tıpla birlikte matematik, astronomi ve mekanik sahalarında da önemli çalışmalar yapmıştır. (Prof. Dr. Mehmet Bayraktar, İslam’da Bilim ve Teknoloji Tarihi; Wood, C.A.. Memorandum, “Book ot a tenth Century oculist for the use of modern offtalmatologist of medicine”, s. 264-265)
Atom. Günümüz dünyasında, atomla alakalı ilk çalışmaların İngiliz fizikçi John Dalton (1766–1844) tarafından yapıldığı, uranyumun çekirdeğinin parçalanabileceği fikrinin de Alman fizikçi Otto Hahn (1779–1868) tarafından ortaya atıldığı fikri yaygındır. Halbuki onlardan 1000 yıl önce yaşamış ve dönemin en büyük ilim merkezlerinden Harran Üniversitesi’nde rektörlük yapmış olan Müslüman kimyacı Câbir Bin Hayyan’ın (721–815) aşağıdaki sözleri asrımızın ilim adamlarını dahi hayrete düşürecek mahiyettedir: “Maddenin en küçük parçası olan ‘cüz-ü la yetecezza’da (atom) yoğun bir enerji vardır. Yunan bilginlerinin iddia ettiği gibi onun parçalanamayacağı söylenemez. Aksine parçalanabilir ve parçalanınca da öylesine bir güç ortaya çıkar ki, bu güç Bağdat’ın altını üstüne getirebilir. Bu, Allah’ın bir kudret nişanıdır.” (Şaban Döven, Müslüman İlim Adamları)
Verem ve tedavisi. Veremin tedavi usullerini ve bu hastalığa yol açan mikrobu Alman bilim adamı Dr. Robert Koch’un (1834–1910) bulduğu belirtilmektedir. Üstelik verem konusunda yaptığı çalışmalar dolayısıyla Dr. Koch’a 1905 yılında tıp sahasında Nobel ödülü verilmiştir. Halbuki Dr. Koch’dan 150 yıl önce yaşamış Osmanlı ilim adamı Abbas Vesim bin Abdurrahman’ın (?-1761) vereme yol açan mikrop, veremin bulaşma yolları ve tedavisi konusunda yaptığı çalışmalar Avrupa’da büyük ilgi görmüş ve yabancı ilim adamları kendisini sık sık ziyaret etmişlerdir. (Şaban Döven, Müslüman İlim Adamları; İbrahim Paşa, İslamların ve Bilhassa Türk Milleti Necibesinin Tababete Ettikleri Hizmetler, İkdam Gazetesi, sayı 4040)
Katarakt ameliyatı. İlk olarak 1846 yılında Blanchet tarafından gerçekleştirildiği bilinen katarakt ameliyatına, Kur’an-ı Kerim’de, Hz. Yakup’un (as) perde inmiş gözüne, Hz. Yusuf’un (as) gömleğini sürünce görmeye başlaması hadisesiyle işaret edilmektedir. Kur’an-ı Kerim’den aldığı ilhamla katarakt tedavisinin mümkün olabileceğine inanan ve bu sahada çalışmalar yapan Ebu’l-Kasım Ammar bin Ali Mevsili (950–1010) Irak ve Mısır’da yaşamıştır. Ali Mevsili’nin göz hastalıklarının tedavisi konusunda yazdığı “Kitabu’l-Müntehap” isimli eseri, Batı’da 18. yüzyılda dahi bu konudaki en iyi tıp kitabı olarak kabul edilmiştir. Ali Mavsili, göz hastalıklarına karşı uyguladığı çeşitli tedavi usullerinin yanında, içi oyuk bir tüp ile katarakt ameliyatı da yapmıştır. Batı’da yetişmiş Gergo Saton gibi objektif birkaç bilim tarihçisinin eserlerinde Müslüman ilim adamlarından detaylı bahsedilmektedir. Bu eserlerde Sabit Bin Kurra için Müslümanların Euklides’i; Harezmî için cebirde Euclides’ten bin yıl ileride; Câbir bin Hayyan için modern kimyanın, İbn-i Heysem için optik ilminin ve modern tecrübi fiziğin kurucusu; İbn-i Sina için hekimlerin üstadı; El-Cezeri için modern mühendisliğin ve otomatik kontrol ilminin kurucusu; Uluğ Bey için 15. yüzyılın astronomu; Mimar Sinan için mimarların üstadı; Piri Reis için dünyanın en büyük denizcisi; Razi için Avrupa’daki ders veren kimyager denmekte, diğer alimler için de çeşitli güzel tâbirler kullanılmaktadır.13 Ayrıca Milletlerarası Astronomi Birliği 1950’de aldığı bir karara istinaden Ay yüzeyinde bulunan kraterlere (Ay çukuru) bilime önemli katkıları olmuş ilim adamlarının isimlerini vermiştir. Bunlar arasında Müslüman ilim adamlarından Sabit bin Kurra, Ebu’l-Vefa, Uluğ Bey, Ali Kuşçu, Cabir Bin Hayyan, İbn-i Heysem, Biruni, İbn-i Sina, Nasiruddin Tusi, El-Battani, El-Fargani, Bitruci, El-Zerkavi ve Es-Sûfi’nin isimleri de yer almaktadır. (Lütfi Göker, Bilim ve Teknolojinin Gelişimi ile Türk İslam Bilim Adamlarının Yeri)
Ünlü Müslüman Bilim Adamlarından Bazıları
Abdüsselam (1926) Fizik bilgini, ilk nobel ödülü alan müslüman bilim adamı.
Ahmed Bin Musa ( 10. yüzyıl ) Sistem mühendisliğinin öncüsü. Astronom ve Mekanikçi.
Ahiz ( 776 – 869 ) Zooloji İlminin öncülerindendir. Hayvan gübresinden amonyak elde etmiştir.
Akşemseddin ( 1389 – 1459 ) Pasteur’dan önce mikrobu bulan ilk bilim adamı.
Ali Bin Abbas ( ? – 994 ) 1000 sene önce ilk kanser ameliyatını yapan bilim adamı. Kılcal damar sitemini ilk defa ortaya atan bilim adamıdır. Eski çağın en büyük hekimlerinden olan Hipokrates’in (Hipokrat) doğum olayı görüşünü kökünden yıktı.
Ali Bin İsa ( 11. yüzyıl ) İlk defa göz hastalıkları hakkında eser veren müslüman bilim adamı.
Ali Bin Rıdvan ( ? – 1067 ) Batıya tedavi metodlarını öğreten islam alimi.
Ammar ( 11. yüzyıl ) İlk katarak ameliyatını kendine has biçimde yapan müslüman bilim adamı.
Battani ( 858 – 929 ) Dünyanın en meşhur 20 astrononumdan biridir. Trigonometrinin mucidi, sinus ve kosinüs tabirlerini kullanan ilk bilgin.
Beyruni ( 973 – 1051 ) Dünyanın döndüğünü ilk bulan bilim adamı ümit burnu, amerika ve japonyanın varlığından bahseden ilk bilim adamı. Beyruni Amerika kıtasının varlığını Cristof Colomb’un keşfinden 500 sene önce bildirmiştir. Matematik, Jeoloji, Coğrafya, Tıp, Felsefe, Fizik, Astronomi gibi dallarda eserler yazmıştır.
Bitruci ( 13. yüzyıl ) Kopernik’e yol açan öncülük eden astronom bilim adamı.
Cabir Bin Eflah ( 12. yüzyıl ) Çubuklu güneş saatini bulan ilk bilim adamıdır.
Cabir Bin Hayyam ( 721 – 805 ) Atom bombası fikrinin ilk mucidi ve kimyanın babası sayılır. Maddenin en küçük parçası atomun parçalanabileciği fikrini bundan 1200 sene önce ortaya atmıştır.
Cezeri ( 1136 – 1206 ) İlk sistem mühendisi ve ilk sibernetikçi ve elektronikçidir. Bilgisayarın babası.
Demiri ( 1349 – 1405 ) Avrupalılardan 400 yıl önce ilk zooloji ansiklopedisini yazan alimdir.
Ebu Kamil Şuca ( ? – 951 ) Avrupaya matematiği öğreten islam bilgini.
Ebu’l Vefa ( 940 – 998 ) Matematik ve Astronomi bilginidir trigonometriye tanjant, kotanjant, sekant ve kosekantı kazandıran matematik bilginidir.
Ebu Maşer ( 785 – 886 ) Med-Cezir olayını (gel-git) ilk keşfeden bilgindir.
Farabi ( 870 – 950 ) Ses olayını ilk defa fiziki yönden ele alıp açıklayıp izah getiren ilk bilgindir.
Fatih Sultan Mehmet ( 1432 – 1481 ) İstanbulu feth eden ve havan topunu icad eden yivli topları döktüren padişahtır.
Fergani ( 9. yüzyıl ) Ekliptik meyli ilk defa tesbit eden astronomi alimi.
Gıyasüddin Cemşid ( ? – 1429 ) Ondalık kesir sistemini bulan Cemşid cebir ve astronomi alimidir.
Harizmi ( 780 – 850 ) İlk cebir kitabını yazan ve batıya cebiri öğreten bilgin. Adı algoritmaya isim oldu rakamları Avrupa’ ya öğreten bilgin. Cebiri sistemleştiren Bilgin.
Hasan Bin Musa ( ? – ? ) Dünyanın çevresini ölçen, üç kardeşler olarak bilinen üç kardeşten biri.
Hazini ( 6 – 7 yüzyıl ) Yerçekimi ve terazilerle ilgili izahlarda bulunan bilgin.
Hazerfen Ahmed Çelebi ( 17 yüzyıl ) Havada uçan ilk Türk. Planörcülüğün öncüsü.
Huneyn Bin İshak ( 809 – 873 ) Göz doktorlarına öncülük yapan bilgin.
İbni Avvam ( 8. yüzyıl ) Tarım alanında ortaçağ boyunca kendini kabul ettiren bilgin.
İbni Baytar ( 1190 – 1248 ) Ortaçağın en büyük botanikçisi ve eczacısıdır.
İbni Cessar ( ? – 1009 ) Cüzzam hastalığının sebeb ve tedavilerini 1000 sene önce açıklayan müslüman doktor.
İbni Ebi Useybia ( 1203 – 1270 ) Tıp Tarihi hakkında eşsiz bir eser veren doktor. İbni Fazıl ( 739 – 805 ) 12 asır önce ilk kağıt fabrikasını Kur’an vezir.
İbni Firnas ( ? – 888 ) Wright kardeşlerden 1000 sene önce ilk uçağı yapıp uçmayı gerçekleştiren alim.
İbni Haldun ( 1332 – 1406 ) Tarihi ilim haline getiren sosyolojiyi Kur’an mütefekkir.Psikolojiyi tarihe uygulamış, ilk defa tarih felsefesi yapan büyük bir islam tarihçisi,Sosyolog ve şehircilik uzmanı.
İbni Hatip ( 1313 – 1374 ) Vebanın bulaşıcı hastalık olduğunu ilmi yoldan açıklayan doktor.
İbni Heysem ( 965 – 1051 ) Optik ilminin kurucusu büyük fizikçi. İslam dünyasının en büyük fizikçisi, batılı bilginlerin öncüsü, göz ve görme sistemlerine açıklık kazandıran alim. Galile teleskopunun arkasındaki isim.
İbni Karaka ( ? – 1100 ) 900 yıl önce torna tezgahı yapan bilgin.
İbni Macit ( 15. yüzyıl ) Vasco Da Gama onun bilgilerinden ve rehberliğinden istifade ederek hindistana ulaştı.
İbni Rüşd ( 1126 – 1198 ) Büyük bir doktor, astronom ve matematikçidir.
İbni Sina ( 980 – 1037 ) Doktorların sultanı. Eserleri Avrupa üniversitelerinde 600 sene temel kitap olarak okutulan dahi doktor. Hastalık yayan küçük organizmalar, civa ile tedavi, Pasteur’e ışık tutması, ilaç bilim ustası, dış belirtilere dayanarak teşhis koyma, botanik ve zooloji ile ilgilendi, fizikle ilgilendi, jeoloji ilminin babası.
İbni Turk ( 9. yüzyıl ) Cebirin temelini atan islam bilgini.
İbni Yunus ( ? – 1009 ) Galile’den önce sarkacı bulan astronom.
İbni Zuhr ( 1091 – 1162 ) Endülüsün en büyük müslüman doktorlarından asırlarca Avrupa’da eserleri ders kitabı olarak okutuldu.
İbnün-nefis ( 1210 – 1288 ) Küçük kan dolaşımını bulan ünlü islam alimi.
İbrahim Efendi ( 18 yüzyıl ) Osmanlılarda ilk denizaltıyı gerçekleştiren mühendis.
İdrisi ( 1100 – 1166 ) Yedi asır önce bügünküne çok benzeyen dünya haritasını çizen coğrafyacı.
İhvanü-s Safa ( 10 yüzyıl ) Çeşitli ilim dallarını içine alan 52 kitaptan meydana gelen bir ansiklopedi yazan ilim adamı. Astronomi, Coğrafya, Musiki, Ahlâk, Felfese kitapları yazmıştır.
İsmail Gelenbevi ( 1730 – 1791 ) 18 yüzyılda Osmanlıların en güçlü matematikçilerindendi.
İstahri ( 10. yüzyıl ) Minyatürlü coğrafya kitabı yazan bilgin.
Kadızade Rumi ( 1337 – 1430 ) Çağını aşan büyük bir matematikçi ve astronomi bilgini. Osmanlının ve Türklerin ilk astronomudur.
Kambur Vesim ( ? – 1761 ) Verem mikrobunu Robert Koch’dan 150 sene önce keşfeden ünlü doktor.
Katip Çelebi ( 1609 – 1657 ) Osmalılarda rönesansın müjdecisi, coğrafyacı ve fikir adamı.
Kazvini ( 1203 – 1283 ) Ortaçağın Herodot’u müslümanların Plinius’u , astronom ve coğrafyacı bilgin.
Kemaleddin Farisi ( ? – 1320 ) İbni Heysem ayarında büyük islam matematikçisi, fizikçi ve astronom.
Kerhi ( ? – 1029 ) İslam dünyası Matematikçilerinden.
Kindi ( 803 – 872 ) İbni Heysem’e kadar optikle ilgili eserleri kaynak olan bilgin. Fizik, felsefe ve matematik alanında yaptığı hizmetleri ile tanınmıştır.
Kurşunoğlu Behram ( 1922 – … ) Genelleştirilmiş izafiyet teorisini ortaya atan beyin güçlerimizden. Halen Prof. Behram Kurşunoğlu Amerika da Florida Üniversitesinde teorik fizik merkezinde başkanlık yapmaktadır.
Lagarî Hasan Çelebi ( 17. yüzyıl ) Füzeciliğin atası, osmanlılarda ilk defa füze ile uçan bilgin.
Macriti ( ? – 1007 ) Matematikte başkan kabul edilen Endülüslü Matematikçi ve astronom.
Mağribi ( 16. yüzyıl ) Çağının en büyük matematikçilerinden . Mağribinin eseri olan Tuhfetü’l Ada isimli kitabında üçgen, dörtgen, daire ve diğer geometrik şekillerinin yüzölçümlerini bulmak için metodlar gösterilmiştir.
Maaşallah ( 72? – 815 ) Meşhur islam astronomlarındandır. Usturlabla ilgili ilk eseri veren bilgindir.
Mes’ûdi ( ? – 956 ) Kıymeti ancak 18. 19. Yüzyıllarda anlaşılan büyük tarihçi ve coğrafyacı. Mesudi günümüzden 1050 sene önce depremlerin oluş sebebini açıklamıştır. Mesûdinin eserlerinden yel değirmenlerinin de müslümanların icadı olduğu anlaşılmıştır.
Mimar Sinan ( 1489 – 1588 ) Seviyesine bugün dahi ulaşılamayan dahi mimar. Mimar Sinan tam manası ile bir sanat dahisidir.
Mürsiyeli İbrahim ( 15. yüzyıl ) Piri reisten 52 sene önce bugünkü uygun Akdeniz haritasını çizen haritacı. Günümüzden 500 sene önce kadar önce yaşamıştır.
Nasirüddin Tusi ( 1201 – 1274 ) Trigonometri alanında ilk defa eser veren, Merağa rasathanesini Kur’an , matematikçi ve astronom.
Necmeddinü-l Mısri ( 13. yüzyıl ) Çağının ünlü astronomlarından.
Ömer Hayyam ( ? – 1123 ) Cebirdeki binom formülünü bulan bilgin. Newton veya binom formülünün keşfi Ömer Hayyama aittir.
Piri Reis ( 1465 – 1554 ) 400 sene önce bu günküne çok yakın dünya haritasını çizen büyük coğrafyacı. Amerika kıtasının varlığını Cristof Colomb’dan önce bilen ünlü denizci.
Razi ( 864 – 925 ) Keşifleri ile ün salan asırlar boyunca Avrupa’ya ders veren kimyager doktor ünlü klinikçi.
Sabit Bin Kurra ( ? – 901 ) Newton’ dan çok önce diferansiyel hesabını keşfeden bilgin. Dünyanın çapını doğru olarak hesaplayan ilk islam bilgini. Matemetik ve astronomi alimi.
Sabuncu Oğlu Şerefeddin ( 1386 – 1470 ) Fatih devrinin ünlü doktor ve cerrahlarındandır. Deneysel fizyolojinin öncülerindendir.
Seydi Ali Reis ( ?-1562 ) Ünlü bir denizci, matematik ve astronomi alimidir.
Takiyyüddin Er Rasit ( 1521 – 1585 ) İstanbul rasathanesi ilk Kur’an çağından çok ileride asrın önde gelen astronomi alimidir.
Uluğ Bey ( 1394 -1449 ) Çağının en büyük astronomu ve trigonometride yeni çığır açan ünlü bir alim ve hükümdar.
Zehravi ( 936 -1013 ) 1000 sene önce ilk çağdaş ameliyatı yapan böbrek taşlarının nasıl çıkarılacağını ve ilk böbrek ameliyatını gerçekleştiren bilim adamı..
Bilim’den İman’a, Prof.Dr. Cevat Babuna
PROF. DR. CEVAT BABUNA: 1925'te Köprülü'de doğdu. 1950 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ni bitirdi. 1954–1960 yıllan arasında ABD Chicago Üniversitesinde daha sonra North Western University'de Kadın hastalıkları ve doğum alanında ihtisas yaptı. Bir süre aynı üniversite'de öğretim görevlisi olarak çalıştı. 1957'de Chicago Maternité Center başkanlığına getirilmesi basında büyük yankı uyandırdı ve ABD medyasında Uçan Türk adıyla anıldı. Türkiye'nin yakından tanıdığı bazı ünlü simaların ABD'de mesleki bakımdan yetişmesini sağladı.
1960 yılında Türkiye'ye döndü. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın hastalıkları ve doğum kürsüsünde akademik kariyerine başladı. 1965'te doçent, 1970'te profesör oldu. Aynı üniversitede iki devre Kadın Hastalıkları ve Doğum Ana Bilim Dalı Başkanlığı, 15 yıl İstanbul Jinekoloji Derneği Başkanlığı, 10 yıl Türkiye Jinekoloji Dernekleri Federasyonu başkanlığı yaptıktan sonra 1997 yılında International Federation of Gynecology and Obstetrics (FIGO)'in icra kurulu üyeliğine seçildi. Halen bu göreve devam etmektedir.
İnsan ve Kâinatın yaratılışı konusunda yurt içi ve yurt dışında yüzlerce konferans veren, yerli ve yabancı TV kanallarında açık oturumlara katılan Babuna, 4 Nisan 1999'dan bu yana TGRT'de her gün yayınlanan "Huzura Doğru" programı içinde, "Bilim ve Din" başlığı altında "İnsan ve Kainatın yaratılışı" konusunda çarpıcı bilgiler veriyor.
Türkçe ve Batı dilleriyle yayınlanmış 300'ün üzerinde makalesi bulunmaktadır.
“Döllenmiş olan dişi hücre, rahim içerisine gelinceye kadar çoğalır, yüzlerce hücrelik bir küme haline gelir. Rahim içerisinde kendine uygun yeri bularak gebeliği başlatır. Dikkat edin!.. Gebeliğin ilk başladığı safhada bütün hücreler birbirinin aynıdır. Şekilleri aynı, taşıdıkları genetik kalıtım yükü hep aynıdır. İşte tam burada, aniden sırrını hala çözemediğimiz muazzam bir olay yaşanır. Bu hücreler gayet sakin, gayet durgun iken, birden bire büyük bir telaş başlar. Hücrelerden bir kısmı bulundukları yerin yukarısına, bir kısmı yanlara, bir kısmı aşağılara doğru göç eder. Yani bir dağılma olur. Dağılan her grup durdukları noktada şekil değiştirmeye başlar. Yukarıya giden grup beyni oluşturur. Beyin, daha imal edilirken çalışmaya başlamıştır. Yanlara giden hücreler elleri nakış gibi işler. İlk olarak palet gibi bir şey ortaya çıkar. Sonra bu paletin üzerinde oluklar meydana gelir. Olukların bulunduğu yerdeki hücreler kendisini yok ederler. Bu şekilde parmakların ortaya çıktığını görürüz. Diğerleri mideyi, bağırsakları, ayaklan teşkil etmeye başlar.”
“Peki, bu hücreler neden durduk yerde faaliyete başlıyorlar? Kendilerine kim emir veriyor da birileri yukarı birileri aşağıya gidiyor? Yukarıya gidenler nereden biliyorlar beyni teşekkül edeceklerini? Eli teşkil edecek hücreler nasıl oluyor da yanlara kayıyorlar? İşte bu nokta bugün bilim tarafından bilinmiyor. Ama bu bir gerçektir.”
“Bu muazzam faaliyet, büyük bir hız ve büyük bir özenle ama kesintisiz olarak 40 gün içerisinde tamamlanır. Gebeliğin 40. gününde, yani 6. haftasında bir çiğnemlik et parçası, tam bir insan yavrusu olmuştur. Her şeyiyle mevcut, yaşayan bir insan yavrusu... Bugün, ultrasonografi dediğimiz aletle bu yavrunun kalp atışlarını görebiliyoruz. Demek ki etiyle, canıyla insanın yaratılışı 40 gün içinde tamamlanmaktadır. Üçüncü ayın sonunda çocukta ağrı hissi de teşekkül etmiştir.”
“O söylemişse doğrudur...”
Sevgili Peygamberimiz, ultrasonografi aletinin keşfinden tam 1400 sene önce şöyle bir bilgi verir insanlara;
‘Anne karnında yaratılış 40 günde tamamlanır.’
(PROF. DR. CEVAT BABUNA, BİLİMDEN İMANA, BABIALİ KÜLTÜR YAYINCILIĞI, 2001
.
İmanla Gelen İlim, Onk. Dr. Haluk Nurbaki
HALUK NURBAKİ:Onk. Dr. Halûk Nurbâki, 1924 yılında Nevşehir’de dünyaya geldi. Tahsilinin ilk bölümünü Afyon’da tamamladı, İstanbul’da tahsil hayatına devam ederken Nur-u Osmaniye camiinde hadis dersleri aldı, aynı zamanda Necip Fazıl ile devam eden diyalogu neticesinde Büyük Doğu Cemiyetinin kuruluşunda yer aldı, genel sekreterliğine getirildi. Hareketli, dinamik bir talebelik hayatı geçiren Dr. Halûk Nurbâki yurdun çeşitli yerlerinde hükümet tabibi olarak çalıştı. Memleketini adım adım gezerken pek çok mana sultanı, derviş ve meczuplarla karşılaştı. Pozitif ilimlere olan vukûfiyeti ile mana bilimlerinin esrarlı hikmetlerini birleştirerek eserler yazdı. 1961–65 yılları arası Afyon milletvekili olarak TBMM'de görev yaptı. Daha sonra Radyoterapi ve Radyobiyoloji ihtisasını tamamladı. Kanser (Onkoloji) Hastanesi Başhekimliği, Ankara Numune Hastanesi Radyoterapi ve Radyobiyoloji Enstitüsü şefliği görevlerinde bulundu. Numune camiinde vaazlarda bulunurken, hastanede ve muayenehanelerinde de mana sohbetlerinde bulunarak irşad görevini yerine getirdi. Dr. Halûk Nurbâki şu önemli sahalarda kalem ve kelam sahibi idi.
1. Mükemmel bir ilim adamı idi. Eserleri bu tespitin çok canlı şahididir.
2. Son derece mütevazı bir "gönül ve tasavvuf” ehli idi.
3. Yılmak bilmeyen bir azim ve şevk ile "gerçek bir İslam mücahidi" özelliği taşıyordu.
2 Haziran 1997'de İstanbul’da 73 yaşında âlem-i cemâle yansıyan Dr. Halûk Nurbâki tam bir düğün (Şeb'i aruz) coşkusu ile Afyon'da toprağa verildi.
“Kâinat 1400 küsur sene önce. "Bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz, yine de hak davamdan vazgeçmem." diyen bir Zat’ın (s.a.v.) risaletiyle nurlanıyordu.”
“O Zat (s.a.v.), tek başına atıldığı İslâm davasında neşretmiş olduğu hakikatlerle, birçok ilmin öncülüğünü yapmış ve gelişen ilmin ortaya koyduğu her bir gerçek, onun Hak Peygamberliğini tasdik eden bir başka mühür hükmüne geçmiştir.”
“Bu yazımızda, Efendimizin (s.a.v.) tıp ilmi ile alâkalı olan mucizelerinden sadece bir kaçını gözler önüne sermek istiyoruz.”
TIBBÎ EMİRLER
“Peygamber Efendimizin (s.a.v.) bu konudaki emirlerinden biri, "Bir yerde kolera veya veba varsa oraya girmeyiniz. Orada iseniz, başka bir yere ayrılmayın." şeklindedir.”
“Bu emir, günümüzün dünyasında dahi, alınacak en modern karantina kararıdır. O günlerin karanlık Asya ve Avrupa'sında bu hastalıklar cinlere bağlanıyor ve kolera ile vebadan ölenlerin sayısı yüz binleri aşıyordu.”
“Oysaki bu iki kıt'anın orta yerinde bulunan İslâm Dünyası, Hak Peygamberlerinin vermiş olduğu emri uyguluyor ve bu hastalıklardan çok az zarar görüyordu.”
“Efendimiz (s.a.v.), cüzzamlılarla oturmuş, sohbet etmiş ve hatta yemek yemiştir. Böylece cüzzamın zor sirayet ettiğini anlatmıştır. Fakat bir emriyle de, onun bulaşıcı olduğunun unutulmaması gerektiğini bildirmiştir. "Cüzzamlılardan, aslandan kaçar gibi kaçınız." şeklindeki emri ise, son derecede dikkat çekicidir. Bu emirdeki "aslan" kelimesinin sırrı, sonradan anlaşılmıştır. Çünkü bu hastalığa yakalanan kimselerin yüz yapısı değişmekte ve bir aslanın yüzüne benzemektedir. Ve bu hastalığın modern tıptaki bir ismi de Facies Lionalis (Aslan Çehre)’dir.”
“Asya ve Avrupa'daki cüzzamlılar, asırlar soyunca işkence gördüler. İslâm dünyasındaki cüzzamlılar ise, her zaman yakınlık ve şefkat görerek şifahanelerde tedavi edildiler. Avrupa, bu hastalara ancak XX. asırda yardım elini uzatmıştır.”
“İslâmiyet’ten önceki yıllarda vereme yakalanan hastalar, evlerin kuytu köşelerinde ölüme terk edilirdi. Oysaki Peygamber Efendimiz (s.a.v.), hastalığı ateş ve öksürükle devam eden kimseleri, çobanların yanına vermiştir. Modern tıp dünyasının hayranlığını kazanan bu uygulamada, hasta hem toplumdan tecrit edilmekte, (Hastalığın sirayeti önlenmekte) hem de dağ havasında sanatoryum tedavisi görmüş olmaktadır.”
“Peygamber Efendimizin (s.a.v.), yaşlı hastalar için çok enteresan bir tavsiyesi de "Ara sıra aksırınız." şeklindedir. (Son asırlardaki enfiye tiryakiliği, belki de bu tavsiyeye uymak gayesiyle yayılmıştır.) İşte bu tavsiyeden herhalde haberi olmayan çok ünlü bir Fransız doktoru, kronik hastalıkların, aksırmak yolu ile tedavi edilebileceğini ispatlamıştır. Çünkü aksırma refleksi, bütün hayatî merkezlerin bulunduğu Hipotalamus bölgesini uyarmakta ve böylelikle ciddî durgunluklar giderilmektedir.”
“Efendimizin (s.a.v.), gerçek ölümü tarif edişi, hayret vericidir. Bir emirlerinde "Canlılara, zor durumda olanlara ve hastalara su veriniz." diye buyurduklarında, yanındakilerin:
- ‘Ne kadar ağır hasta olsalar bile mi?’şeklindeki sorusuna;
- ‘Karaciğerinde su kalan her canlıya su verin, onların yaşama şansı vardır.’
şeklinde cevap vermiştir. Bu mucize cevabın, o günlerde anlaşılması elbette mümkün olamamıştır. Ancak, modern tıp ilmi, su iyonları organizasyonunun karaciğer aracılığı ile yapıldığını ortaya koymuş ve karaciğerindeki suyu biten canlıların kesin olarak ölüme mahkûm olduğunu ispatlamıştır.”
“Evet, on dört asır sonrasının gerçeklerini harikalar harikası bir tespitle görebilen bir Zât'ın (s.a.v.) peygamberliği için, daha başka ne gibi bir delil aranabilir ki?”
“Efendimizin on dört asır önce tavsiye ettiği diş ve vücud temizliğini, günümüzün dünyasında yaşayan insanların üçte ikisinden fazlası henüz bilmiyor.”
“Günde en az beş defa abdest alınmasının ve gün aşırı yıkanılmasının tavsiye edilmesi, bugünün modern tıbbında başlı başına bir mucize olarak kabul ediliyor.”
“Suyun; yıkanma sırasında sağlığa kazandırdığı bir fayda da, sinir sistemi ile ilgilidir. Çünkü farklı ısıdaki suların sağlamış olduğu psikoterapi, bugün herkesçe bilinmektedir. Bugün tıpta, kesin olarak ispat edilmemiş olmasına rağmen, vücudun bir biomanyetik alanı olduğuna inanılmaktadır. Yıkanma sırasında vücud yüzeyinde biriken elektronik dengesizlikler ortadan kalkmakta ve nebati sinir sistemi rahatlamaktadır. Bu tedavide abdest almak şeklindeki devamlı uygulamaların, yıkanmaktan çok daha faydalı olduğu bilinmektedir.”
“Abdest almanın en hayret verici faydalarından biri de, korunma sistemi üzerinde görülür. Bilindiği gibi beyaz kan dolaşımı (Lenfatik Dolaşım) adı ile bilinen bir kan dolaşımı, çok ince damarlar aracılığı ile vücudun her noktasına yayılmakta ve kanser de dahil olmak üzere bütün hastalıklar için korunma sistemini meydana getirmektedir. İşte abdest almakla bu sistem de uyarılmakta ve çalışması kolaylaştırılmaktadır.”
“Abdest almanın şekli, özellikle lenf dolaşımı için sanki özel bir tariftir. Boynun ıslak elle silinmesinden tutunuz, ağız ve burnun defalarca yıkanmasına ve dolaşımın en uzak noktaları olan el ve ayak bölgelerinin uyarılmasına kadar yapılan her hareket, lenf dolaşımına paha biçilmez bir fayda sağlar.”
“Evet, saymış olduğumuz bu hikmetleri ihtiva eden sağlık reçetesi, bir ibadet ciddiyeti içinde ortaya konmuş ve on dört asır öncesinde elini bile yıkamaktan aciz olan insanoğluna hediye edilmiştir. Onun için Efendimiz (asv) "Ben iyi ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim." buyurmuşlardır.”
“Evet, sadece abdest almak mucizesi bile, Efendimizin (s.a.v.) peygamberliği için yeterli bir mucizedir ve vücuda olan faydalarının yanında, elbette manaya yansıyan nice sırları vardır.”
“Bütün bu hakikatleri gördükten sonra iman etmeyenlerin, defalarca abdest alarak beyinlerindeki anlayış durgunluklarını gidermeleri gerekmiyor mu? Evet, abdest almak, tahmin edildiğinden çok daha fazla hikmetlerle doludur ve yıkanmanın da ötesinde bir sağlık esrarı taşımaktadır.”
“Abdest almanın taşıdığı bu esrar nedir? Bırakalım tıp konuşsun.”
“Su, özellikle büyük yüzeylerde deriye temas edince, dolaşım sistemini büyük ölçüde uyarmakta ve vücudun yüzeyindeki damarlarda (sıcaklık farkına göre) daralma ve genişlemeler meydana gelmektedir. Bu uyarıların sık sık tekrar edilmesi, dolaşımın aksadığı noktalarda biriken toksinlerin dağılmasını sağlar.”
“Kan hacmindeki bu hızlı değişmeler, aynı zamanda damarlar için mükemmel bir jimnastik niteliğindedir ve kan basıncı bozukluklarının bir ölçüde giderilmesi için, damarların bu egzersize (özellikle genç yaşlarda) katılmasının önemi büyüktür.”
“Yukarıdaki satırlar, abdestin ihtiva ettiği esrar hazinesinden sadece bir damladır...”
“Peki, sadece bu kadar mı? Elbette değil. Devam ediyoruz.”
“Abdest alırken meydana gelen kan basıncı değişmelerinin, beyindeki kan dolaşımına hareket kazandırdığı bilinmektedir. Özellikle burunun yıkanması ise, orta beyni tenbih etmektedir.”
“Peygamber Efendimiz (s.a.v.) abdest almanın bu yönünü, sahabeleri ile yaptığı bir sohbette şu şekilde açıklamıştır: ‘Sizler bunamazsınız, çünkü abdest alıyorsunuz.’”
(İmanla Gelen İlim, Onk. Dr. Haluk Nurbaki, Damla Yayınevi, 1999)
.
Mesnevi'de Hz. Muhammed (sav)
İslâm tasavvuf tarihinde varlığın mahiyetini açıklama konusunda iki farklı çizgi ortaya çıkmıştır: Vahdet-i vücud (tevhîd-i vücûdî), vahdet-i şühûd (tevhîd-i şühûdî. Muhyiddin b. Arabî, Mevlânâ Celaleddîn Rûmî, Yûnus Emre gibi büyük tasavvuf ricalinin üzerinde yürüdükleri vahdet-i vücud çizgisine göre Allah'tan başka var olan bir şey yoktur, dolayısıyla varlıkta ikilik mevcut değildir, varlıkta birlik vardır; bir, tek, yegâne varlık Allah'tır, O'ndan başkası (mâsivâ) O'nun tecellîlerinden (yokluk aynasındaki görüntülerinden) ibarettir ve mâsivâda varlığın kokusu bile yoktur. Vahdet-i şühûd anlayışında olanlara göre aslı yokluk olmakla beraber mâsivâ vardır; mâsivâ, Allah'a mahsus sıfatların ve kemalin karşıtlarıdır (zıtlarıdır), yokluk ve eksiklikten ibaret olan mâsivâda var olan her şey, Allah'ın isim ve sıfatlarının tecellîsidir, gölgesidir. Bu tecellîler ve gölgeler yok değildir, vardır ve varlıkları Allah'tandır. Bir bilmek ve bir görmek, bunların varlıklarını inkar etmek suretiyle değil, onları görmemek ve yalnızca varlık ve kemalin kaynağına yönelmekle olur, sadece onu müşahede etmekle gerçekleşir; tıpkı gündüz vakti güneşi gören bir kimsenin yıldızları görmemesi gibi; yıldızlar vardır, fakat kişi onları görmemektedir, böylece onun görmesinde (şühûdunda) ikilik ortadan kalkmaktadır.. Bu iki çizginin ricali birbirine saygı ve sevgi göstermekle beraber, karşılıklı olarak değerlendirme bakımından farklı davranmışlar, bir gurup diğerindekileri yolun başında veya ortasında görmüşler, sonuna vardıklarında hakikati, kendileri gibi görüp değerlendireceklerini ileri sürmüşlerdir. Ancak her iki gurubun üzerinde ittifak ettikleri esas, Hz. Peygamber'in (sav) tartışılmaz büyüklüğü, örnekliği, rehberliği, insanı geliştirerek has kul yapan ilâhî-manevî etkinin (feyzin) kaynak başı olduğudur. Bütün tarikatlarda mürşidler zincirinin baş halkası Muhammed Mustafa'dır (sav).
Meseleye dışarıdan bakanların bir kısmı, Hz. Mevlânâ'nın da aralarında bulunduğu vahdet-i vücud âriflerini diğerlerinden üstün görmüş, onları kabukta kalmış, bunları ise öze inmiş, zahirden batına geçmiş, kemalin zirvesine ulaşmış, hatta Kuran ve hadîslerin zahir ifadelerinin ortaya koyduğu İslâm anlayışını geride bırakmış kişiler olarak anlayıp anlatmışlar, isteyerek veya istemeden Mevlânâ, Yûnus gibi zevatı Hz. Peygamberden (sav) üstün, O'ndan (sav) bağımsız gibi göstermişlerdir. Halbuki işin doğrusu, her iki irfan yolunun yolcularının da rehberlerinin Hz. Muhammed Mustafa (sav) olduğundan ibarettir. İslâm tasavvufunun mensupları, Kur'an ve Sünnet'in ışığında yol almışlar, Hz. Peygamber'in (sav) örnek kulluk hayatını özümsemişler, bu sayede, yüksek seviyede ilim, ahlâk, iman ve yakınlık elde etmişler, bu yakınlığın bahşettiği biliş ve görüş ile âyetleri ve hadîsleri yorumlamışlardır. İşte bu gerçeği Hz. Mevlânâ örneğinde ortaya koymak maksadıyla onun en son ve önemli eseri olan Mesnevî'yi baştan sona gözden geçirerek Hz. Peygamber'le (sav) doğrudan ilgili olan beyitleri tesbit ve tasnif ettik. Bu çalışma sonunda Mevlânâ'nın Hz. Peygamber'e (sav) bakışı, O'na (sav) olan sevgisi ve bağlılığı, aşağıda tarafımızdan guruplandırılmış beyitlerinde apaçık ortaya çıkmış oldu (Beyitlerin tercümeleri Milli Eğitim Bakanlığı'nın yayımladığı Mesnevî tercümesinden alınmış -Birinci baskı: İst. 1946- cilt, sayfa ve beyit numaraları buradan verilmiştir).
1. Hz. Peygamber'in (sav) kemali, derecesi, yüce ahlâkı, eşsizliği
I, 324.
Peygamber Mekke'yi fethetmeye uğraştı diye nasıl olur da dünya sevgisi ile itham edilir?/ O öyle bir kişiydi ki, imtihan günü (yani Mi'raçta) yedi gökün hazinesine karşı hem gözünü yumdu, hem gönlünü kapadı./ Onu görmek için yedi kat gök uçtan uca hurilerle meleklerle dolmuştur./ Hepsi kendisini onun için bezemişti, fakat onda sevgiliye aşktan, sevgiliye meyil ve muhabbetten başka bir heva ve heves nerde ki:/ O Allah ululuğu ile, Allah celâli ile öyle dolmuştu ki, bu dereceye, bu makama Allah ehli bile yol bulamaz./ "Bizim makamımıza ne bir şeriat sahibi peygamber erişebilir, ne melek, ne de ruh" dedi. Artık düşünün, anlayın...(3950-3955).
Bu beyitlerde "Bana seni gerek seni..." diyen Yunusların da irfan kaynağını görüyoruz. Mevlânâ'nın hadîs olarak naklettiği ifade, Hz. Peygamber'in (sav) Allah'a yakınlığı ve mazhar olduğu ilâhî lütuflar, tecellîler bakımından eşsiz ve benzersiz olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
II, 164.
Hz. Peygamber bir hasta sahâbînin hal ve hatırını sormaya geldi, çünkü peygamberin huyu tamamiyle lütuf ve keremden ibaretti. (2140)
III, 370.
Peygamber dedi ki, "Benim miracım Yunus'un miracından üstün değildir./ Benimki göklere çıkmakla oldu, onunki yerlere inmekle. Zaten Allah yakınlığı hesaba sığmaz ki.../ Yakınlık ne yukarıya çıkmaktır, ne aşağıya inmek. Allah yakınlığı varlık hapsinden kurtulmaktır...(4510-)
Hz. Peygamber'in (sav) Allah katında müstesna bir yeri, O'na eşsiz bir yakınlığı bulunmakla beraber miracının, diğer peygamberlerin miracından daha yükseklere çıkarak gerçekleştiğini zannetmenin yanlışlığı anlatılmaktadır; Allah mekandan münezzeh olduğuna göre miracın da zaman-mekan bağlamında bir yükseliş olarak anlaşılmaması gerekir. Mevlânâ'ya göre miraç yokluğu gerçekleştirmek, fenâya ermektir, Hz. Peygamber'in (sav) miracının üstünlüğü de O'nun (sav) fenâ mertebesinin üstünlüğünde ve kemalinde aranmalıdır.
IV, 304.
Hz. Ahmed eğer o yüce kanadını açarsa Cebrail ebedi olarak kendinden geçip gider./ Ahmed Sidre'den ve Cebraili'in gözetme yerinden, makamından, sınırından geçince ,/ Cebrail'e "Hadi ardımca uç" dedi. Cebrail dedi ki, "Yürü, yürü, ben senin eşin, eşidin değilim./ Hz. Ahmed tekrar " Ey perdeleri yakan, gel ben daha kendi yüce makamıma gitmedim ki" dedi./ Cebrail dedi ki, "A benim güzel nurlu arkadaşım, bir kanat çırpıp buradan ileriye geçsem kolum yanar."/ Bu hikayeler hayret içinde hayrettir. Allah hasları, daha has olanların hallerini, görünce kendilerinden geçerler. (3800-)
Burada hasların hası olan Hz. Peygamber'dir (sav). Cebrail dahil diğer bütün has varlıklar O'nun (sav) manevî hal ve derecelerini gördükçe, anladıkça hayretlere düşmekte, kendilerinden geçmektedirler.
V, 56.
Bir adam yokluğa erişir, kendisine yokluğu zinet edinirse, Muhammed gibi o adamın da gölgesi olmaz./ Yokluk benim iftiharımdır" sırrına zinet yokluktur. Bu çeşit insan, mumun alevi gibi gölgesizdir.(670-)
V, 109.
Muhammed de etten, deriden meydana gelmiştir, bu hususta her beden onun cinsindendir./ Eti vardır, derisi vardır, kemiği vardır, fakat hiç bu bedenlere benzer mi?/ O terkipte öyle mucizeler meydana geldi ki, bütün terkipler mat oldular. (1320-)
VI, 7.
(Toprak unsuru ve ruh unsurunun tabiatları farklı...) Savaşlara da bak, o savaşlar barışların asılları. Allah uğrunda savaşan Peygamber gibi hani. / O iki cihanda da üstündür. Bu üstünü dil anlatamaz ki./ Irmak suyunu tamamiyle içmenin imkanı yok. Yok ama susuzluğu giderecek kadar içmenin de imkanı yok. (65-)
Hz. Peygamber'in (sav) kemali, mazhar olduğu özel muamele ve tecellîler bir ırmak ise velîlerin, âriflerin ve kâmillerin anladıkları ve yaşadıkları bir içimlik su kadardır.
VI, 62.
Muhammed de elde bulunan, görünüp duran yüzlerce kıyametti. Çünkü o her hakikati, her sırrı çözüp bağlama yokluğunda hallolmuş, hakiki varlığa ulaşmıştı./ Ahmed bu dünyaya ikinci defa doğmuştu. O, apaçık yüzlerce kıyametti..../İşte onun için o güzel haberler veren, "Ey ulular" demiştir, "ölümden önce ölün".(750-)
Nakledilen hadîs mealinde "Ölmeden önce ölünüz" buyuruluyor. Bundan maksat fânî, gölge, mevhûb (bağışlanmış) varlıktan sıyrılmaktır, kulun ilâhî varlıkta yok oluş halini yaşaması, "fenâ fillah" denilen bu hali kendinde gerçekleştirmesidir. Hz. Peygamber (sav) "Ölmeden evvel ölenlerin de öncüsüdür, en kâmil örneğidir.
VI, 225.
"Gözü Allah'dan başka bir şeye kaymadı" da (Necm: 53/17) onun için Muhammed her derdin şefaatçisi oldu./ Dünya gecesinde güneş perde ardındayken o Allah'ı görüyordu, ümidi O'ndandı./ İki gözü de "Biz senin göksünü açmadık mı, ferahlatmadık mı seni" (Şerh: 94/1) sürmesiyle sürmelenmişti. Cebraili'in bile görmeye tahammül edemediğini o gördü.../ Kulların duraklarını gördü, hasılı o yüzden Allah onun adını "Gören tanık" koydu. Şahidin aleti keskin gözle keskin kulaktır. Geceleri bile uyanıktır, sırlar ondan gizlenemez.(2855-)
VI, 260.
Mustafa buyurmuştur ki "Her peygamber gençliğinde yahut çocukluluğunda mutlaka çobanlık etmiştir./ Çobanlık etmeden, o sınavı geçirmeden Allah ona âlem başbuğluğunu vermez...Vekarları, sabırları meydana çıksın diye Allah, onları peygamber yapmadan çoban yapmıştır./ Her buyruk sahibinin de insanlara çobanlık ederken Allah buyruğunu gözetmesi gerekir. (3290-)
2. Hz. Peygamber'in (sav) şefâati, dünya ve âhiret hayatında insanlara yardımı ve etkisi
II, 189.
(Peygamber (sav) ziyaretine gittiği bir hastaya ne yapıp da hasta olduğunu sordu, yoksa yanlış bir dua mı yaptın dedi, hasta önce hatırlayamadı, "himmet et de hatırlayayım" dedi...) Mustafa'nın nur bağışlayan huzuru hürmetine duayı hatırladı./ Her yanı aydınlatan Peygamberin himmeti, ona hatırlayamadığını hatırlattı./ Hakla batılın arasını ayırt eden aydınlık, gönülden gönüle açılmış olan pencereden parladı.
(Adam Harut marut gibi "günahlarımın cezasını burada çektir, oraya kalmasın" diye dua etmiş imiş, Hz. Peygamber bunu doğru bulmamış, böyle demek yerine Allah'a sığınmayı, tövbe etmeyi tavsiye etmiştir.) (2465-)
Hz. Peygamber'in (sav) tebliğ ettiği Kur'an ve onun en güzel açıklaması olan hadîsler objektif ve genel olarak hakla batılı birbirinden ayırmaktadır. Tasavvuf ehlinin benimsediği inanca ve yaşadıkları tecrübeye göre O'nun, hakla batılı ayırma, doğruyu hatırlatma etkisi bununla sınırlı değildir. Gönlünü O'nun gönlü ile irtibatlandırmış, oraya bir pencere açabilmiş insanlar için sübjektif ve özel olarak da aydınlanma vardır, devam etmektedir.
O'nun adının ve nurunun koruyucu etkisi ile ilgili bir başka örnekler
I, 58.
İncil'de Mustafa'nın, o peygamberler başının, o sefa denizinin adı vardı./Sıfatları, şekli, savaşı, oruç tutuşu ve yeyişi anılmıştı./Hristiyan taifesi (bir gurup Hristiyan) o hitaba geldikleri vakit sevap için/ yüce adı öperler, latif vasfa yüz sürerlerdi...Onlar Ahmed adının sığınağında korunmuşlardı.../Ahmed'in adı böyle yardım ederse acaba nuru nasıl korur! (725-740)
VI, 87.
(Bilâl azat edilince Ebû Bekir tarafından Hz. Peygamber'e (sav) getirilir). Mustafa onu kucakladı. Ona ne bağışladı, ne ihsanlarda bulundu kim bilir?/ Sanki bir bakırdı iksire kavuşmuş. Sanki bir müflisti, zengin bir define elde etmiş./...Peygamberin o anda söylediği sözler geceye söylense gecelikten çıkar./ Sabah gibi apaydın olurdu; ben o sözleri anlatamam ki./ Allah çekişi, tesir ve sebeplerle olur. Harfsiz, dudaksız yüzlerce söz söyler Allah. (1060-)
(Ebû Bekr'in ağzından) Ey Allah seçilmişi, bu seçilişinle dünyayı dirilttin, halkın geri kalanlarını ileri götürdün, hele beni yok mu!/...Nur aradım kendimi nurun nuru olarak gördüm, Huri aradım, kendimi hurilerin bile kıskanacakları derecede güzel buldum...Cennet peşindeydim, arayıp duruyordum, her cüzün bana bir cennet göründü. (1075-)
II, 218.
(Zırar Mescidini yapıp O'nu davet edenlerin ağzından):
"Sen aysın biz de gece, bir an olsun bizimle hemdem ol da/ gece cemalinle gündüze dönsün, ey cemali, geceleri aydınlatan güneş". (2835-)
VI, 167.
Şeyh "Ben Allahım" dedi ama ileri gitti, bütün körlerin boğazını sıktı./Kulun varlığı Allah varlığında yok olunca ne kalır? Bir düşün a çıfıt!/ Gözün varsa aç da bak, "Lâ" dedikten sonra artık ne kalır?...Fermanında "Sen olmasaydın gökleri yaratmazdım" hadîsi yazılı olan zat, bir zattır ki herkes onun nimetlerine, onun rızık taksimine muhtaçtır.../Rızıklar da onun rızkını yemektedir. Meyvalar da onun yağmuruna karşı dudakları kupkuru bir haldedir. (2105-)
Bu beyitlerde "ene'l-hak: ben Allah'ım" demenin iki cihetten yanlış olduğuna işaret edilmektedir: 1. Allah'tan başka ben yoktur, "lâ ilâhe illallah: Allah'tan başka Allah yoktur" sözü, O'ndan başka "ene:ben" ve "mevcut:varlık" yoktur da demektir. 2. Kendisine "Sen olmasaydın evrenleri yaratmazdım" buyurulan Yüce Peygamberimiz (sav), maddi ve manevî olarak yararlandığımız bütün nimetlerin sebebi ve bu mânada kaynağıdır; O'nun demediği bir söz, O'nun ileri sürmediği bir iddia, nasibini ondan alan birisi tarafından nasıl ileri sürülebilir!
3. Hz. Peygamber'in (sav) Allah sevgisi, insanların, hatta eşyanın Peygamber sevgisi
I, 174.
Hannâne direği, peygamberin ayrılığı yüzünden akıl sahipleri gibi ağlayıp inliyordu./ Peygamber, "Ey direk, ne istiyorsun?" dedi. O da "Canım ayrılığından kan kesildi. /Bana dayanıyordun, şimdi beni bıraktın, Minberin üstüne çıktın" dedi. (Hz. Peygamber ne istersin diye sorunca) "Daim ve Baki olanı isterim" dedi. Peygamber, insanlar gibi dirilmesi için o ağacı yere gömdü. (2110-2115).
Medine Mescidi yapılınca Peygamberimiz (sav) ön tarafa bir ağaç/sütun koydurmuştu, ona dayanarak halka hitap ediyordu. Cemaat kalabalıklaşınca minber yaptırdı ve bir gün sütunu terk ederek minbere geçti, bu sırada sütundan gelen inleme sesini orada olanların tamamı işitmişlerdi. Sonradan bu sütun "inleyen" anlamında "hannâne" adıyla anıldı. Onu yalnızca Allah ve kulları değil, cansız eşya da seviyor, ayrılığına dayanamıyordu.
IV, 209.
Ahir zaman peygamberi Ahmed, Rabîulevvel ayında göçtü, bunda hiç ihtilaf yoktur./ Gönlü bu göç zamanını haber alınca can ve gönülden o vakte aşık oldu./ Safer gelince, bu aydan sonra sefer edeceğim diye neşelendi./ Her gece bu buluşmanın iştiyakıyla sabahlara kadar, "Ey yücelerden yüce yoldaş (dost)!" der dururdu./ Kim Safer ayı gitti, Rabîulevvel geldi diye müjde verirse ben de onu cennetle müjdeler, ona şefaatçi olurum" dedi.../ Ukâşe gelip Safer ayı çıktı" dedi, Peygamber de "Ey ulu arslan, cennet senindir" buyurdu./ Erler -görüyorsun ya- âlemden göçmeden (dolayı) neşeleniyorlar, şu çocuklarsa âlemde kalmalarına seviniyorlar./ İyi suyun tadını tatmayan kör kuşa acı su kevser görünür. (2595-)
Bu beyitler Mevlânâ'nın, "düğün gecesi" mânasındaki "şeb-i arûs" kavramını ve bu kavramı yaşamanın emsalsiz zevkini nereden ve kimden aldığını göstermektedir. Evet Allah'ın gerçek âşıkları için ölüm yokluğa göçüş değil, yokluk ve ayrılıktan varlık ve vuslata intikaldir; böyle bir intikal ise hüzün ve ağıt değil, neşe ve düğün dernek vesilesidir.
V, 288.
Mustafa'yı ayrılık derdi kapladı, daraldı mı kendini dağdan atmaya kalkardı...Hicap keşfedilip de o inciyi koynunda buluncaya kadar bu haldeydi./ Halk her çeşit mihnetten dolayı kendini öldürüp dururken mihnetlerin aslı olan bu ayrılığı nasıl çeksin? (3540-)
V, 224.
Pak aşk Muhammed'le eşti. Allah aşk yüzünden ona "Sen olmasaydın..." dedi./Hasılı o aşktan (aşk yönünden) tekti, onun için Allah onu peygamberler içinden seçti./ "Sen pak aşka mensup olmasaydın, sende aşk olmasaydı" dedi, "hiç gökleri var eder miydim?"...(2735-)
4. Onun (sav) yolunu izlemek ve tebliğ ettiği dini yaşamanın anlam ve önemi
VI, 15.
"Onların ağızlarını mühürledik" âyetinin manasını bil. Yolcuya bu mühim bir şeydir./ Bunu bil de belki peygamberlerin sonuncusunun yolu hürmetine ağzından o kuvvetli mühür kaldırılır./ Peygamberlerden kalan mühürleri Ahmed'in dini hürmetine kaldırdılar./ Açılmamış kilitler vardı, onlar "innâ fetahnâ" eliyle açıldı. O bu dünyada da şefaatçidir, o dünyada da. Bu dünyada insanı dine götürür, o dünyada cennetlere./ Bu dünyada "Sen onlara yol göster" der, o dünyada "Sen onlara ay gibi yüzünü göster" der./ O'nun gizli aşikâr işi daima "Ya Rabbi, sen kavmime doğru yolu göster, onlar bilmiyorlar" demektir./ Onun nefesiyle iki kapı da açıktır, duası iki âlemde de müstecap olur. O'na benzer ne gelmiştir, ne de gelecek, bu yüzden son peygamber olmuştur./ Sanatında son derece ileri gitmiş bir üstadı görünce "Bu sanat sende bitmiştir" demez misin?/ Ey Peygamber, mühürleri kaldırmakta, kapalı kapıları açmaktasın, hâtemsin, bu iş seninle ve sende bitmiştir. Can bağışlayanlar âleminde bir Hatem'sin sen./ Hasılı mühürleri kaldırma ve kapıları açmada Muhammed'in işi tamamiyle açıklık içinde açıklıktır...(170-)
IV, 115.
Aklı Mustafa'nın önünde kurban et, Hasbiyallah de, Yani Allahım bana yeter. (1405-)
IV, 119.
Ahmaklar baş oldular da akıllılar başlarını kilime çektiler (başlarına kilim çektiler)./ Peygambere bu yüzden, "Ey kilime bürünen, ey ürküp kaçan, kilimden çık" (Müddessir: 74/1)/ Kilime baş çekme, yüzünü örtme, çünkü âlem şaşkın bir beden, sen bu âleme akılsın!/ Kendine gel de dâvaya kalkışanlardan arlanıp gizlenme, çünkü sende vahiy mumunun nurları var./ Kendine gel de geceleri kalk, çünkü ey Peygamber, mum, geceleri ayakta durur. Senin nurun olmadıkça aydın gün bile gecedir, sana sığınmadıkça arslan bile tavşan sayılır/ Ey Mustafa bu nur denizinde kaptanlık et, çünkü sen ikinci Nuh'sun... Halvet zamanı değil, topluluğa gel ey Peygamber, hidâyet Kaf dağına benzer sen ise Hümâsın.../Ey şifa, hastayı terketme, sağıra kızıp körün sopasını bırakma!/ Sen demedin mi ki, "Körü yolda tutup yeden Allahdan yüzlerce ecir alır, yüzlerce sevaba girer.../Öyleyse bu kararsız cihandaki körleri kater kater yet... Ey takvâ sahiplerinin imamı, bu hayallere kapılanları yakîn makamına kadar götür.../ Ey benim En Ulu Peygamberim, aklın mumu kasırgama karşı nedir ki!/ Sen vaktin İsrafilisin, doğruca kalk da kıyametten önce bir kıyamet kopar. (1460-)
Mevlânâ bu beyitlerde şunu anlatıyor: Hz. Peygamber'in (sav) tebliğ ettiği gerçeklere ne akıl yoluyla ne de başka bir yoldan ulaşılabilir. Aklın ve bilimin alanı dardır, o alanın ötesinde vahyin ışığına ve Peygamber'in (sav) rehberliğine ihtiyaç vardır.
V, 101.
"Biz sana Kevser'i verdik" âyetini okumadın mı? Okuduysan neden böyle kupkuru ve susuz kaldın öyleyse!/...Kimi Kevser'den benzi kızarmış görürsen onunla düş kalk, onun huyuyla huylan, çünkü o Muhammed huyuyla huylanmıştır./ Böyle yap da "Allah için severler" den sayıl. Çünkü Ahmed'in ağacında biten elma ondadır (onunladır). (1230-)
5. Kur'an'ın ve İslâm'ın önemi, devamlılığı
III, 96.
Allah'ın lûtufları Mustafa'ya vaitlerde bulundu da dedi ki, "Sen ölsen bile bu din, bu iman ölmez./ Senin kitabını, mucizeni ben yüceltirim, Kur'an'dan bir şey eksiltmeye, ona bir şey katmaya yeltenen kişiye ben mani olurum./ ben seni iki cihanda da korurum. Sözünü kınayanları terk eder onları hor ve hakir bir hale korum./ Hiç kimse Kur'an'ı değiştirmeye kudret bulamaz, ona ne bir şey ilâve edebilirler, ne ondan bir şey eksiltebilirler. Sen benden daha iyi başka bir koruyucu arama!/ Senin parlaklığını gün geçtikçe arttırır, adını altınlara, gümüşlere bastırırım./ Senin için minberler, mihraplar kurdururum. Ben seni öyle seviyorum ki, senin kahrın benim demektir./ Şimdi adını korkudan gizlice söylüyorlar, namaz kılacakları zaman gizleniyorlar,/ Melun kafirlerin korkusundan dinin mağaralarda gizli kalıyor ya.../Bütün âlemi minarelerle dolduracağım, âsilerin gözlerini kör edeceğim ben. Kulların şehirler alacak, mevkiler bulacak./ Dinin balıktan aya kadar her tarafı kaplayacak.../ Kur'an'ın, Musa'nın asasına benzer, küfürleri ejderha gibi sömürüp yutar. Sen toprak altında uyursun ama o tertemiz söz, asâ gibi her şeye âgâhtır....(1195-1210).
Sonuç
Hz. Mevlânâ'nın en son ve en meşhur eseri olduğu için seçtiğimiz Mesnevî'den derlediğimiz ifadeleri, onun Peygamberimiz (sav) hakkındaki duygu ve düşüncelerini açıkça ortaya koymaktadır. O'na göre Hz. Muhammed (sav) en son, en kâmil ve en üstün peygamberdir. Vahiy yoluyla alıp tebliğ ettiği Kur'an Allah'ın kitabıdır, değişmemiştir, değişmeyecektir, hakikat inkarının karşısında Mûsâ'nın (a.s) asâsı gibi işleyecek, sahte iddia ve görüntüleri silip süpürecektir. Sevgisi kâinâtın yaratılmasına sebep teşkil eden Habîb-i Kibriya Efendimiz (sav) hem maddî hem de manevî bütün lütufların, nimetlerin ilk sebebi ve bu mânâda kaynağıdır. Onun (sav) insanı koruyan, kurtaran ve kâmilleştiren etkisi (şefâati) yalnızca âhirette değil, dünyada da geçerlidir, işlemektedir. Bütün âriflerin, tasavvuf büyüklerinin O'nun (sav) hakkında bilip aktardıkları, koca bir nehirden alınmış bir içimlik su kadar bile değildir. Ölmeden önce ölenlerin, mâsivaya mahsus yokluktan yalnızca Allah'a ait olan varlığa sefer edenlerin en önünde ve en ilerisinde bulunan O'dur (sav). O'nu (sav) örnek almayanların sonu hüsrandır. O'nu (sav) seven Allah'ı sevmiş ve Allah tarafından sevilmiş olur, dünya ve âhirette insanın elde edebileceği en büyük kazanç işte bu sevgidir.
Prof.Dr. Hayreddin Karaman
..
İslam Medeniyetinde Kadın Âlimler ve İlme Katkıları
Şurası muhakkak ki kadın âlimler İslam medeniyetinin kurucu unsuru olan ilmin kıraatten fıkha, edebiyattan matematiğe her kolunda yetkinliklerini ortaya koymuşlar ve kendilerini en iyi şekilde yetiştirerek kazanımlarını, birikim ve tecrübelerini eğitim öğretim noktasında hayata geçirmişlerdir.
Prof. Dr. Gülgûn UYAR
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve âlihi ve selleme ilk vahyin gelişi ile birlikte Allah’ın kelamını okuyan, vahyi yazmaya başlayan, okuma yazmanın öğrenilmesine ehemmiyet veren bir İslam toplumu doğmuş oldu. İslamiyet evvelemirde cehaleti temsil eden zihniyet ile mücadele etti. İlahi bilgiye muhatap olan müminler Allah’ın lütfu olan bilme melekesi ile hem insanı hem dünyayı ve kâinatı tanımak için gayret içinde olmuşlardır. Kur’an-ı Kerim’de aklını kullanması, ilminin artması için dua etmesi, cahillerden uzak durması, ilim sahiplerinden olması, ilimde derinleşmesi, bilene sorması, tefekkür etmesi insana sık sık hatırlatılmaktadır. Resul-i Zî-şân Efendimizin önemle üzerinde durduğu hususlar arasında ilmin makbuliyeti hatta nafile ibadetten daha üstün olması, ilim adamlarının enbiyanın vârisleri sayılması, öğrenenin aynı zamanda öğretme sorumluluğunun bulunması, ilim-amel bütünlüğünün gerekliliği ilk sıralarda yer almaktadır. (İlhan Kutluer, İlim, DİA, XXII, 112-114.) Hiç şüphesiz Müslümanların ilme yönelmeleri “İlim öğrenmek her Müslümana farzdır.” (İbn Mace, Mukaddime, 17.) buyruğu gereği vazgeçilmez bir zarurettir.
Asr-ı Saadet’ten başlamak üzere öğrenme ve öğretme örgüsü içinde yer alan çeşitli düzeylerde ilim sahibi çok sayıda Müslüman kadının bilgisine sahibiz. Özellikle ashab-ı kiram arasında bazı konulardaki nitelikli bilgileri ile öne çıkan kadın sahabiler mevcuttu. Bilindiği üzere; okuma yazma bilmek o dönemde nadir rastlanan ve son derece değerli vasıftı. Okuma yazma bilen kadınlar arasında Şifa bint Abdillah ve Hafsa bint Ömer validemiz zikredilebilir. Şifa bint Abdillah, okuma yazma bilmesinin yanı sıra kadınlara da eğitim vermiştir. Ayrıca rükye okuyarak belli hastalıkları tedavi etme yetisine sahipti. Resulüllah Efendimiz kendisinden Hz. Hafsa’ya da bu tedavi yöntemini öğretmesini istemiştir. (Aynur Uraler, Şifa bint Abdillah, DİA, XXXIX, 138-139.) Yine ashab devrinde Hz. Fatıma, Hz. Aişe gibi şiirde, Küaybe ve Rufeyde bint Sa‘d (Saîd) b. Utbe el-Eslemiyye (ö. 7/628’den sonra) ve Ümmü Sinan gibi tıp hizmetlerinde ve ayrıca bazı mesleklerde uzmanlaşmış kadınları tespit etmek mümkündür. Ancak; kadınıyla erkeğiyle bütün sahabe için geçerli olan tek husus Hz. Peygamber’in sözlerini, fiillerini ve takrirlerini öğrenmek ve nakletmekti. Bu manada; kendilerinden hadis rivayet edilen çok sayıda kadın sahabi bulunmaktadır. Hiç şüphesiz Hz. Aişe (r.a.) ashab-ı kiram arasında üst derece ilmî donanıma sahip bir sahabi idi. Kendisinden yaklaşık 2200 hadis-i şerif nakledilmiştir. Sorulara cevap veren, sorunlara çözüm getiren Hz. Aişe Medine ekolünün doğmasında etkin olan bir konuma sahip olmuştur. Ayrıca ilim halkasında hanımlara da ders vermiştir. (Mustafa Fayda, Aişe, DİA, II, 201-205.) Sahabe tabakâtlarının hanımlara ayrılan son ciltlerinde çok sayıda kadın sahabi hadis-i şerif ravisi olarak tanıtılmaktadır.
Tabiin devrine gelindiğinde; öne çıkan kadın ilim insanları arasında sahabi Ebü’d-Derda’nın eşi Ümmü’d-Derda el-Vassabiyye’nin (ö. 81/701) ismi zikredilmektedir. Ümmü’d-Derda eşi Ebü’d-Derda’dan küçük yaşta kıraat tahsil etmiş olup aynı zamanda fıkıh ve hadis âlimi olarak anılmaktadır. Hanımların ilim meclislerine devam ettiği gibi kendisinden kıraat okuyanlar arasında İbrahim b. Ebu Able, Atıyye b. Kays ve Yunus b. Hübeyre gibi isimler sayılırken Emevî Halifesi Abdülmelik b. Mervân’ın da ondan fıkıh dersi aldığı kaydedilmiştir. Aynı zamanda Dımaşk Mescidi’nde bir ilim halkası mevcuttu. (Ayşe Esra Şahyar, Ümmü’d-Derda el-Vassabiyye, DİA, XLII, 316-317.)
Tabiun döneminin önde gelen âlimleri arasında ayrıca Hafsa bint Sirin (ö. 101/719) ile Amre bint Abdirrahman’ın (ö. 106/724) isimleri öne çıkmaktadır. Amre bint Abdirrahman otorite bir hadis ve fıkıh âlimi olarak tarif edilir. Bilhassa Zührî, Amre bint Abdirrahman’dan ilim aldığını belirterek onu “ilim denizi” olarak tavsif eder. Özellikle Amre’nin cerh ve ta’dîl cihetiyle sika ve hüccet kabul edildiğini vurgulamak gerekir. Bu sebeple Halife Ömer b. Abdülaziz, hadislerin tedvini esnasında Amre’nin rivayetlerinin yazılması için ferman çıkarmıştır. (Abdullah Aydınlı, Amre bint Abdirrahman, DİA, III, 95-96.) Meşhur kadın tabiiler arasında Ümmü İmran Aişe bint Talha b. Ubeydillah et-Temimiyye’yi de (ö. 101/719) zikretmek yerinde olur. Aişe bint Talha Arap tarihi, edebiyatı ve özellikle Hz. Aişe’den öğrendiği yıldızlara dair bilgisi ile döneminde dikkatleri üzerinde toplamış bir kadın âlimdir. (Ahmet Lütfi Kazancı, Aişe bint Talha b. Ubeydullah, DİA, II, 206-207.)
Ehl-i beyit mensubu hanımlar da ilk yüzyıldan itibaren ilim halkalarında yerlerini almışlardır. Ali-Fatıma evlâdı arasında bilhassa aile içinde hadis ve fıkıh bilgisi kadınlar tarafından da tahsil edilmiş ve ilim taliplerine aktarılmıştır. Bu isimler arasında hem ilim hem fazilet itibariyle büyük hürmet gören ve itibar sahibi et-Tâhire el-Hurretü’t-takıyye es-Seyyide Nefise bint el-Hasen b. Zeyd b. Hasan b. Ali b. Ebî Tâlib’i (ö. 208/824) hususen zikretmek gerekir. Ailesi ile birlikte Mısır’a yerleşen Nefise bint el-Hasen, burada bizzat vali tarafından kendisine tahsis edilen evde ikamet etmiş ve haftada iki gün ziyaretçilerini burada ağırlamıştır. Bişr el-Hâfî, Ahmed b. Hanbel ve İmam Şâfiî de Onun ziyaretçileri arasında yer almaktadır. Özellik İmam Şâfiî Mısır’da bulunduğu sıralarda sık sık Nefise Vâlidemiz’le görüşerek ondan hadis tahsil etmiştir. Hatta İmam Şâfiî vefat ettiğinde naaşı Seyyide Nefise’nin evine getirilmiş ve onun tarafından da cenaze namazı eda edilmiştir. Hâlen Nefise bint el-Hasen’in türbesi bir ziyaretgâh olarak Müslümanların hürmet gösterdiği makamlardan birisidir. (Rıza Savaş, Nefise bint Hasan, DİA, XXXII, 531-532.)
Gerek tabiun, gerek tebeu’t-tabiun dönemlerinde ve gerek sonraki yüzyıllarda hadis ravisi veya muhaddis olarak kayıtlara geçmiş çok sayıda kadının bilgisine ulaşmak mümkündür. Bu hanımlar, sahabilerden itibaren kesintisiz devam edegelen hadis senetlerinin birer halkası durumundadırlar. Bu isimler arasında Emetü’l-Vâhid bint el-Huseyn b. İsmail el-Mehamilî (ö. 377/987), Kerime bint Ahmed b. Muhammed b. Hatim el-Merveziyye (ö. 463/1070), Şühde bint Ahmed ed-Dîneveriyye (ö. 574/1178), Afife bint Ahmed b. Abdilkadir el-Farifaniyye (ö. 606/1209), Zeyneb bint Abdirrahman eş-Şa‘riyye (ö. 615/1218), Acîbe bint Ebî Bekr el-Bâkdâriyye (ö. 647/1249) önde gelen muhaddisler olarak tanınırlar. (Muhammet Yılmaz, “Hz. Peygamber Dönemi ve Sonrasında Kadın Âlimlerin Hadis İlmine Katkıları (Memlükler Dönemine Kadar)”, International Journal of Cultural and Social Studies (IntJCSS), August, 2016; 2(SI 1): 378-388.)
Kadınların ilim sahasında yetişebilmeleri ve eğitim öğretim faaliyeti içerisinde bulunabilmeleri umumiyetle aile çevreleri içinde mümkün olabilmiştir. Ulema aileleri İslam bilim tarihinde birçok ilim adamının tahsilinde etkin olduğu gibi kadınlar için de tabii bir muhit oluşturmuştur. Bilhassa babalarından küçük yaşlarda ilim öğrenmeye başlayan bu kadınlar alanlarında üst düzeyde yetkinlik kazanmışlardır. Kimi zaman bir ilim adamı ile yaptıkları evlilikler bu ilim kadınlarının müderris olarak bilgilerini paylaşmaları noktasında daha geniş bir zemin oluşturmuştur. Hem babaları hem eşleri sebebiyle aynı zamanda farklı şehirlere de rihle yolculukları yapabilen bu âlim kadınlar birikimlerini zenginleştirdikleri gibi bulundukları yeni yerlerde de kendilerine müracaat edenlerle irtibat içinde olmuşlardır. Bu konuda örnek verilecek isimler arasında Ümmü Abdilkerim Fatıma bint Sa‘di’l-Hayr b. Muhammed el-Ensariyye’yi (ö. 600/1203) zikretmek uygun olur. İsfahan veya Bahreyn doğumlu olduğu söylenen Fatıma bint Sa‘di’l-Hayr muhaddis olan babası Ebü’l-Hasan Sa’dü’l-Hayr’den istifade etmiş ve küçük yaşta muhaddislerin ilim halkalarına iştirak etmiştir. Hatta İsfahan’da babası ile birlikte hadis dinlediği muhaddislerden birisi Fatıma bint Abdullah el-Cuzdaniyye’dir. Babası ile birlikte Bağdat’a gittiğinde ise Hibetullah b. Husayn, Ebû Gâlib b. Bennâ ve Zâhir b. Tâhir’den hadis dinleme imkânını elde etmiştir. (M. Yaşar Kandemir, Fatıma bint Sa‘di’l-Hayr, DİA, XII, 228.)
Ulema ailesine mensup olup bu şekilde aile içinde ilim tahsil eden kadın âlimlerden Ümmü Abdillah Fatıma bint Süleyman b. Abdilkerim el-Ensâriyye ed-Dımaşkıyye de (ö. 708/1308) önemli bir şahsiyettir. Fatıma bint Süleyman’ı öncelikle babası kıraat ve hadis alanında yetiştirmiş ve ayrıca onun erken yaşlarda Dımaşklı muhaddislerden Müslim b. Ahmed el-Mâzinî, Kerime bint Abdülvehhâb ve İbn Revaha gibi ilim adamlarından istifade etmesini sağlamıştır. Fatıma bint Süleyman’ın babasının yanı sıra Şam, Irak ve Hicaz bölgelerine mensup yüzden fazla muhaddisten de yararlandığı söylenmektedir. Hayatını ilme vakfeden Fatıma bint Süleyman aynı zamanda mal varlığını da bu yolda sarf ederek medreseler ve tekke yaptırmıştır. (Nusrettin Bolelli, Fatıma bint Süleyman, DİA, XII, 228.)
VII. ve VIII. yüzyıllarda yaşamış olan hanım hadis âlimlerine bakıldığında bazılarının Sittülvüzera ve Sittülarab lakabıyla anılmaları dikkat çekici görünmektedir: Ümmü Mecdüddin Sittülarab bint Abdülmecid b. Hasan el-Acemî (ö. 675/1276), Ümmü’l-Hayr Sittülarab bint Yahya b. Kaymâz el-Kindiyye ed-Dımaşkıyye (ö. 684/1285), Sittülvüzera bint Ebü’l-Fazl Yahya b. Muhammed et-Tağlibiyye ed-Dımaşkıyye (ö. 715/1316), Ümmü Muhammed (Ümmü Abdillâh) Sittülvüzera bint Ömer b. Es‘ad b. el-Münecca ed-Dımaşkıyye (ö. 716/1316), Ümmü Muhammed Sittülarab bint Seyfeddin Ali b. Radî Abdurrahman el-Makdisiyye (ö. 734/1333), hem muhaddis hem Hanefi fıkıh âlimi olan Ümmü Muhammed Sittülvüzera bint Muhammed b. Abdülkerîm b. Osman el-Mardîniyye el-Mizziyye (ö. 736/1336), Ümmü’l-Hayr Sittülarab Aişe bint Ali b. Ömer el-Himyeriyye es-Sanhaciyye el-Mısriyye (ö. 739/1338), Ümmü Muhammed Sittül‘arab bint Şemsiddîn Muhammed b. Fahriddîn Alî (İbni’l-Buhârî) es-Sâlihiyye (ö. 767/1366), Sittülarab bint İbrâhim b. Muhammed el-Halebiyye (ö. IX./XV.) yüzyıl) (Zekeriya Güler, Sittülvüzerâ, DİA, XXXVII, 277-278; a.mlf., Sittülarab, DİA, XXXVII, 276.)
İslam bilim tarihinde kıraat, tefsir, hadis ilk yüzyıldan itibaren hızla gelişerek kesintisiz devam eden ilim dallarıdır. Söz konusu ilim mensuplarının ahlaki faziletleri ve zahidane yaşayışları onları farklı yönlerde de öncü ve örnek kılan özellikler olmuştur. Bunun yanı sıra edebî yönleri kuvvetli olan şair ve edip kadın âlimler de İslam medeniyetinin renkli simaları arasında yerlerini almışlardır. Bu noktada; mutasavvıf-şair ve edip Ümmü Abdilvehhab Aişe bint Yusuf b. Ahmed b. Nâsır el-Bâûniyye ed-Dımaşkıyye (ö. 922/ 1516) önemli bir mümessildir. Aişe bint Yusuf sekiz yaşında Kur’an-ı Kerim’i ezberlemiş, Seyyid İsmail el-Harizmî ve Muhyiddin Yahya el-Urmevî’den tasavvuf terbiyesi almıştır. Aynı zamanda fakih olan Aişe bint Yusuf Kahire’de fetva verme ve ders verme icazetine sahipti. Yine Kahire’de meşhur ediplerden Abdürrahim el-Abbasî ile aralarında manzum yazışmalar olmuştur. (Ahmet Özel, Bâûniyye, DİA, V, 212-213.)
Fakîh kadınlar arasında ise VI. (XII.) yüzyılda yaşayan Fatıma bint Muhammed b. Ahmed es-Semerkandiyye zikredilebilir. Fatıma bint Muhammed, Semerkantlı olup Hanefi fakihi babası Alaeddin es-Semerkandi’den (ö. 539/1144) ilim tahsil etmiştir. Ayrıca hüsn-i hat konusunda da behre sahibi olmuştur. Eşi Kasanî ile evlendikten sonra da fetva vermeye devam ettiği görülmektedir. Hanım âlimlerin, yöneticiler tarafından ilgi görmelerine bir örnek de Fatıma bint Muhammed’dir. Fatıma bint Muhammed, Halep ve Şam atabegi Nureddin Mahmud Zengî’nin saygı duyduğu, kendisiyle istişare ettiği ve fıkhî görüşlerine başvurduğu bir âlim olmuştur. (Nusrettin Bolelli, Fatıma bint Alaeddin es-Semerkandiyye, DİA, XII, 225.)
Şurası muhakkak ki kadın âlimler İslam medeniyetinin kurucu unsuru olan ilmin kıraatten fıkha, edebiyattan matematiğe her kolunda yetkinliklerini ortaya koymuşlar ve kendilerini en iyi şekilde yetiştirerek kazanımlarını, birikim ve tecrübelerini eğitim öğretim noktasında hayata geçirmişlerdir. Aynı zamanda medreseler, tekkeler, hastahaneler, kütüphaneler inşa ettiren kadınların İslam medeniyetine katkıları son derece önemlidir.