|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Mezheplerin Doğuşu ve Çok Oluşunun Hikmetleri..F.G.
Soru: Dört mezhebin meydana gelmesindeki hikmetler nelerdir?
Lugat mânâsı itibarıyla, tutulup gidilen yol, yöntem demek olan “mezhep”, ıstılahî olarak dinin, bazı noktalarda yorum ve tevil farkları bulunan kollarından her birine denir.
Her şeyden önce şunu ifade etmeliyim ki, mezhep imamları mezhep kurmak için uğraşmamışlardır. Meselâ, bunların ilki Ebû Hanife, hicrî 80’de dünyaya teşrif buyurmuş, 150’de vefat etmiştir. Ebû Hanife, sahabe ve tâbiînden (radıyallâhu anhüm) Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ahvâl ü etvâr ve davranışlarına dair meseleleri tespit edip toplamıştır. Bunu yaparken örfün tesirleri de olmuştur. Kendi anlayış, yorum ve tevillerinde Ebû Hanife, “Ben mezhep kuruyorum.” dememiş, “Sünnet ve hadislerden, teferruata dair benim anladığım meseleler bunlardır.” demiştir.
Daha sonra zuhur eden İmam Mâlik, teferruata dair meseleleri değerlendirirken, yetiştiği şartlar ve kendi kültür ortamının da tesiriyle, müracaat ettiği şahıslardan çok cüz’î bazı farklarla hadis kitabı Muvatta’ı meydana getirmiş ve fetvalarını da onun içinde toplamıştır.
Onun talebesi İmam Şafiî, İmam Malik’e harfiyen bağlı olmakla beraber pek çok meselede hocasının anladığı meselelere saygısının yanında, bir kısım farklı yorumlar ortaya koymuştur ama o da bir mezhep kurma sevdasına düşmemiştir. Kendinden evvel yaşamış imamlara hürmetli olmakla beraber teferruata dair meselelerde kendi kanaatlerinin doğru olduğu fikrine varmıştır; varmış ve ulaştığı bilgileri, “el-Ümm” isimli kitabında toplamıştır.
İmam Ahmed İbn Hanbel, İmam Şafiî’den sonra gelmiş, meseleyi hadislere isnat ederek tekrarlarla beraber yaklaşık kırk bin hadis ihtiva eden “el-Müsned”ini meydana getirmiştir. O da bir mezhep kurmayı düşünmemiş, âyet ve hadisler çerçevesinde kendi anlayışını ortaya koymuştur. Böylece kendi kendine arkasında toplananlar için bir mezhep teşekkül etmiştir.
Binaenaleyh hiçbir mezhep imamı, parti kurar gibi mezhep kurma sevdasıyla ortaya çıkmamış ve anlayışlarını kitaplaştırmamışlardır. (Anlayış farkının usûlde değil, teferruatta olduğunu bir kere daha hatırlatalım.) Anlayışlarını kitaplarda tefrik edince bu anlayış farklarını parlak ve cazip bulanlar onun arkasından yürümüşler ve böylece zamanla mezhepler teşekkül etmiştir. Bu müntehîlerin (mezhep imamları) arasında ciddî bir muhalefet olmamıştır. Meselâ İmam Şafiî, İmam Âzam’ın medfun bulunduğu Bağdat’ta sabah namazı kılarken kunut duasını okumayı terk etmiş, bunun sebebi sorulduğunda da, “Ebû Hanife’nin huzurunda ona muhalefet etmekten hayâ ederim!” demiştir. Evet, onlar bu kadar hakperest ve kadirşinastılar.
Diğer bir konu, aslında mezheplerde büyük bir rahmet vardır. Vâkıa, Efendimiz’in bütün hayatını tek başına bir insanın yaşaması mümkün değildir. Allah mezhep imamlarına lütfetmiş ve ihsanda bulunmuş, her biri ona ait farklı derinlikleri temsil etmiştir ki o derinliklerden herhangi birini yaşayan kurtulur. Mezheplerin tevhidi olsaydı, her imamın söylediği şeyi yaşama mecburiyetinde kalacaktık.
Bir de bunlar çeşitli meşreplere göre çok hoş ve latiftir. Farklı coğrafyalar, farklı mizaçlar bunlardan herhangi birine daha yatkın olabilir ve mükellefiyetlerini belli ölçüde de olsa daha rahat yerine getirebilir. Bütün insanların meşreplerini, mizaçlarını birleştiremeyeceğimize göre, mezhepleri birleştirme veya bunların ayrı ayrı olmalarını hor görüp yadırgama yanlıştır. Beşer o kadar çeşitli tabakalardadır ki, bunları birleştirmek mümkün değildir.
İmamların meseleleri farklı anlamalarına gelince, İmam Şafiî, insan vücudundan kan çıkınca abdestin bozulmayacağına, insanın elinin kendisine nikâh düşen birine değdiğinde abdestin bozulacağına hükmeder.[1] Ebû Hanife ise bunların tam tersi bir hükme varır. Bunların kendilerine göre delilleri de vardır. İmam Şafiî şöyle der: Resûl-i Ekrem ve sahabe harp ederlerdi, çok defa yara alırlardı. Sonra kılıçları, kabzaları ve vücutları kanlı, Allah’ın huzurunda elpençe durur ve namaz kılarlardı.[2] Eğer kan, abdesti bozsaydı Allah Resûlü onları ikaz ederdi.
Ebû Hanife taraftarları ise şöyle derler: İmam sen doğru söylüyorsun ama bu, harp zamanı gibi bir zarurete mebnidir. Her zaman böyle olmaz. Sair zaman insanın vücudundan kan çıksa onu yıkaması gerekir.
Zayıf da olsa her iki imamın farklı yorumladıkları şöyle bir hâdise de söz konusudur: Hz. Âişe, Efendimiz’in yüzünde çıkan bir sivilceyi kalkıp koparır. Yüzünden sivilcenin kopuşunu gören Resûlüllah kalkar abdest alıverir. Bu mesele kapalı bir zarf içinde imamların önüne getirilir. Ebû Hanife, “Efendimiz abdest aldı, çünkü sivilceden çıkan kan abdestini bozdu.” der. İmam Şafiî ise konuyu, “Allah Resûlü yüzüne kadın eli değdiği için abdest aldı.” şeklinde değerlendirir. Buna benzer meseleler çoğaltılabilir…
İşte teferruata ait bazı meselelerde bu türlü farklı anlayışlar, imamları farklı mütalaalara götürmüş ve bunlardan birini daha mâkul bulan, Ebû Hanife’nin arkasında, diğerini cazip bulan da İmam Şafiî’nin arkasında yerini almıştır. Mezheplerin bütün ihtilâfları böyle tâlî ihtilâflardır. Ben, Allah’a çok şükrediyorum ki, mezhepleri böyle ihtilâf ettirmiş ve meseleye vüs’at (genişlik) kazandırmıştır.
Soru: Mezheplerin doğuşu hakkında bilgi verir misiniz?
Mezhepler, Efendimiz’den sonra ortaya çıkmıştır. Efendimiz, bütün bu yol ve cetvellerin (kanalların) başı ve bu cereyanların iltikâ edip (buluşup) deniz hâline geldiği bir ummandır. Evet, her şey, makam-ı cem’in sahibi O Zât’a dayanır ve O’ndan feyiz alır. Yani bütün mezhep imamlarımız, ellerindeki kâseyle o deryadan su almış ve onunla beslenmişlerdir.
Ancak Efendimiz’den alınan bu şeyler, mezhep imamlarının tarz-ı telâkki yönüyle anlama ve idrak farklılığıyla, yetiştiği muhit, içtimaî hayatın içinde veya dışında bulunmasıyla, devlet idaresinde vazife görüp görmemesiyle, içinde yetiştiği topluluğun bedevi veya medeni olması itibarıyla nasslar –teferruata ait olmak şartıyla– bir kısım değişik ve farklı tevillere tâbi tutulmuştur. Yani herkes kendi iklim şartlarına göre elindeki malzemeyi kullanmış ve ondan teferruata ait bir kısım farklı hükümler çıkarmıştır ki bu biraz da o muhitte öyle olması gerektiği içindir.
Meselâ, Ebû Hanife’nin mezhebi Abbasiler içinde gelişmiştir. Ebû Hanife’yi ikna edemeyen Abbasi halifeleri İmam Ebû Yusuf’u ikna etmişler ve onu şeyhülislâm yapmışlardır. Ebû Yusuf, Abbasilerin içinde Hanefî fıkhını geliştirince, Hanefî mezhebinin devlet idaresiyle alâkalı yönleri de oldukça seri inkişaf etmiştir. İmam Şafiî ise daha basit bir muhitte neş’et ettiği için verdiği hükümler o muhite göre daha uygun düşmüştü. Ahmed İbn Hanbel’in mezhebi de daha ibtidaî bir çevrede neş’et etmiştir ki öyle bir çevre içinde uygun olan odur. Ve bu hususlar esasata değil, teferruatı anlama mevzuuna tesir etmiştir ve teferruata ait bazı farklılıklar ortaya çıkmıştır.
İşte bunun gibi faktörlerle mezhepler arasında ayrılık olmuşsa da bunlar, bir ağacın dalları gibidir ve hepsi de nas yörüngelidir.
Soru: Mezheplerin dört oluşundaki rahmet ve hikmet nedir?
Mezheplerin farklı olmasında büyük rahmet vardır. Onlar olmasaydı hâlimiz de çok fena olurdu. Çünkü mezhep imamları, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) umumî ahvalini anlamaları, tefsirler ve tevilleriyle, hususiyle de teferruata ait meseleleri âdeta aralarında taksim etmiş gibidirler; öyle ki bunlardan birinde şahsî durumu itibarıyla biraz zorlanan bir insan, diğeriyle amel ederek dinin ruhundaki yüsürden yararlanmış olur. Şimdi isterseniz bu hakikati birkaç misalle biraz daha müşahhaslaştıralım:
Bana senelerce evvel birisi gelmişti. Bu kişi haram olduğunu bilmediği için sütkardeşiyle evlenmiş ve bu hanımdan dört de çocuğu olmuştu. Bu zat, sütkardeşle evlenmenin haram olduğunu öğrenince çok perişan olmuş ve bu vaziyette bana gelip ne yapması gerektiğini sormuştu. Ben de sütannesinin onu kaç defa emzirdiğini hatırlayıp hatırlamadığını sorunca sütannesini bir defa emdiğini söylemişti. Hanefî mezhebine göre kişi süt müddeti içinde bir yudum dahi emse hürmet sabit olur. Şafiî mezhebi ise Hz. Âişe’den gelen bir hadise dayanarak sütkardeşliği için beş defa emilmesi gerektiği hükmünü verir. Bunun üzerine ben, o şahsa Şafiî bir imama gidip ona durumu anlatmasını söyledim. O da imam efendiye gidip durumunu arz edince imam, sütkardeşliği için beş defa emmenin gerektiğini ve kendisi için böyle bir durum mevzuubahis olmadığı için evliliğin devam edebileceğini söylemiş.
Evet, böyle tek bir örnekte bile mezhebin nasıl rahmet olduğu açıkça görülmektedir. Ebû Hanife’nin tarz-ı telâkkisi içinde meseleyi ele alsaydık, bu şahıs, dinin bu rahmet yönünden istifade edemeyecekti. Bu mevzuda Şafiî mezhebini taklit ederek içindeki sıkıntısını gidermiş oldu.
Bir misal daha arz etmek istiyorum: Hanefî mezhebine göre kan akması kişinin abdestini bozar. Dem-i sâilin (akan kan) tek damlası dahi necistir. Bir kişinin elbisesi üzerinde avucun içi kadar büyüklükte kan varsa bu durum namaza mânidir. Ancak İmam Şafiî, ashab-ı Resûlullah’ın kanlı kılıçlarla namaz kıldığından istinbatla, kan aksa da namaz kılınır demiştir. Bu itibarla zor durumda kalan bir kişi bu mevzuda İmam Şafiî’yi taklit edebilir.[3]
Son bir örnek daha sunmak istiyorum: Şafiî mezhebine göre kişinin eli, kendisine nikâh düşen bir kadına dokunursa abdesti bozulur, Hanefi’ye göre bozulmaz. Şimdi Kâbe’yi tavaf ederken ihramın muktezası eller ve ayaklar mecburen açık olmaktadır. Orada ne kadar da sakınsanız izdihamdan dolayı tavaf esnasında bir kadın elinin elinize değmesi kuvvetle muhtemeldir. Böyle bir durumda Şafiî mezhebine göre amel etmek çok zordur. İşte burada da Hanefî mezhebi rahmetin bir tezahürü olarak size bir yüsür kapısı aralar.
Bütün bu meseleleri bir noktada toplamak da mümkün değildir. Çünkü onlar, istinbat kuralları çerçevesinde Kitap ve Sünnet’ten hüküm çıkarma yoluna göre hükm-i şer’î nasıl anlaşılıyorsa öyle anlamışlardır; anlamış ve herkes kendi tarz-ı telâkkisi içinde bunu tespit etmiştir. Böylece Müslümanlara kolaylık olsun diye hak çizgisinde pek çok mezhep zuhur etmiştir. Ne var ki daha sonraları etbâları birbirine iltihak ederek çoğu terk edilmiş ve dört tanesi kalmıştır.
Soru: Hak bir olur. Dört mezhep nasıl hak oluyor?
Bu bir içtihad mevzuudur. Mezhepler hak olduğu için dört olmuştur. Dört olduğu için de yine haktır. Hak olması dört olmasına mâni değildir. Bir şey hem hak hem de dört olabilir. Nitekim peygamberlerin hepsi haktır ama yüz yirmi dört bin[4] –başka bir rivayette iki yüz yirmi dört bin[5]– peygamber gelmiştir. Mürsellerin hepsi haktır. Hadisin ifadesiyle üç yüz on üç mürsel gönderilmiştir. [6] Ülü’l-azm peygamberlerin hepsi haktır ve beş tane ülü’l-azm peygamber vardır.[7] Esasen bu, hakikat-i uzmânın ancak böyle çeşitli dimağ, istidat ve kabiliyetler sayesinde inkişaf edeceği ve beklenilen şekli ve hüviyeti iktisap edeceği için doğrudan doğruya Allah tarafından ayarlanmış bir plânın gereğidir (kaderî program).
Bunun daha açık bir ifadesi şudur: Din-i mübin-i İslâm’ın birkaç yönü vardır:
- Şeriat-ı fıtriyede cereyan eden eşya ve hâdiselerin durumu.
- Memur bulunduğumuz hususlar ve hayatımızda mâkes bulan veya bizden istenen şeyler.
- Hakikat-i Ahmediye’de (aleyhisselâm) –tabir caizse– zuhur ve tecellî eden keyfiyet.
Kâinatta cereyan eden eşya ve hâdiselerin bir insan hayatında aynını görmek düşünülüyorsa, bu, Efendimiz’in hayatında açıkça müşâhede edilmektedir. Binaenaleyh Hayat-ı Hakikat-i Ahmediye aynen şeriat-ı garrâdır ve O, kâinattaki eşya ve hâdiselerin bir mir’ât-ı mücellâda aksinin değişik unvanıdır. Bu konu, oldukça geniş bir konudur. Resûl-i Ekrem bütün kâinata, kâinatta cereyan eden eşya ve hâdiselere tevfik-i hareket ettiğinden davranışlarında hiçbir eksik ve gedik olmamıştır. Eksik ve gedik olacağı yerde de Allah onu kapatmış ve telâfi etmiştir. Ondan sonra Efendimiz’in hayatını sahabe ve müçtehidîn-i izâm yaşamıştır. Ancak görüş ufku, meseleleri kavrama ve Kur’ân’a intikal etme mevzuu, tam Efendimiz gibi olamadığından ötürü herkes kendi mizaç, meşrep ve anlayışına göre naslara muvafık olmak üzere hakikat-i Ahmediye’nin bir yönünü almıştır. Onun için Allah Resûlü, zayıf bir hadislerinde, “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.”[8] buyurmuşlardır. Bunun, daha doğrusu ve kavîsi ise Efendimiz’in, “Ümmetim dalâlet üzerinde icma ve ittifak etmez.”[9] sözüdür.
Buradan anlaşılmaktadır ki mezhepler, Efendimiz’de mâkes bulan hakikat-i şeriati, usûlde olmasa bile teferruatta âdeta bölüştürmüşler ve herkes bunun bir kısmını sistemleştirmiş ve yaşamıştır. Aksine o, bütünüyle tek bir ferdin üstüne yüklense, götürülemeyecek bir yüktür. İşte böyle bir bölüştürmede rahmet vardır. Ayrıca mezheplerin farklılığında kolaylık da söz konusudur. Bir insanın, bir mezhebe göre hareket ve davranışları uymazsa, bilmeyerek yaptığı hataları, bir başka mezhebe göre affedilir ve o kişi şeriata göre hareket etmiş sayılır. Allah öyle kabul buyurur ve mükâfatlandırır.
Her şeyin doğrusunu en iyi Allah (celle celâluhu) bilir.
[1] eş-Şâfiî, el-Ümm 1/15.
[2] en-Nevevî, el-Mecmû’ 2/67-68.
[3] es-Serahsî, el-Mebsût 1/76; el-Merğînânî, el-Hidâye 1/14.
[4] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/265; el-Bezzâr, el-Müsned 9/427.
[5] el-Halebî, es-Sîratü’l-Halebiyye 3/343.
[6] İbn Hibbân, es-Sahîh 2/77; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 1/167.
[7] Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Mûsa, Hz. İsa ve Peygamberimiz Hz. Muhammed (aleyhimüssalâtü vesselâm). Bkz.: Ahzâb sûresi, 33/7; Şûrâ sûresi, 42/13; Ahkaf sûresi, 46/35.
[8] Bkz.: en-Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim 11/91.
[9] İbn Mâce, fiten 8; Abd İbn Humeyd, el-Müsned s.367.
mücedditvakfi.org
MEZHEP MESELESİ-MÜCTEHİD-HANEFİ FUKAHASI
Mezhebimiz Doğrudur Ama Hata İhtima-lide Vardır...
el-Eşbâh» da şöyle deniliyor: «Bize mezhe-bimiz ve muhâlifimizin mezhebi sorulursa vücû-ben şu cevabı veririz:
Bizim mezhebimiz savâbdır (doğrudur). Ama hatâya ihtimâli de vardır. Muhâlifimizin mezhebi hatadır; ama doğruya ihtimali vardır.İtikadımız ve hasımlarımızın itikadı sorulursa vücûben şöyle deriz: Hak yol bizim tuttuğumuz yoldur. Bâtıl ise hasımlarımızın yoludur.Muhalifimizden murad, fıkhî meselelerde bize muhâlefet eden müçtehid imamlardır.Bize mezhebimiz sorulduğu zaman kestirme yoldan giderek «Doğru olan mezhep bizim mez-hebimizdir», şeklinde cevap verirsek, «Müçtehid bazen hata eder; bazen isâbet eder», dememiz doğru olmaz. Onun için kesin konuşarak «Bizim mezhebimiz mutlaka doğrudur» diyemeyiz. Nite-kim, «Muhalifimizin mezhebi kat'î olarak hata-dır» da diyemeyiz.
.
.Şuna binâen ki, muhtar olan kavle göre Allah Teâlâ'nın her mesele hakkında muayyen bir hükmü vardır. O hükmü aramak icap eder. O hükme isâbet eden doğruya isâbet etmiş; isâbet edemeyen hata etmiş olur. Bu, dört mezhebin imamlarından naklolunmuştur. Sonra muhtar kavle göre hatâ eden müçtehid me'curdur. (Sevab kazanır.)
Nitekim «et-Tahrir» ve şerhinde de böyle denilmiştir.
Efdal varken mefdulü taklid câiz midir?
Bilmiş ol ki, «et-Tahrir» ve şerhinde beyân edildiğine göre efdal varken ondan aşağı olan mefdulü taklid etmek câizdir.
Hanefilerle Mâlikilerin ve ekseri Hanbelilerle Şafiîlerin kavli budur. imam Ahmed'den bir rivâyete ve birçok fukahaya göre câiz değildir.
«et-Tahrir» sahibi bundan sonra şunları söylemiştir:
«Bir kimse Ebu Hanife ve Şafiî gibi muayyen bir müçtehidin mezhebini iltizam etse, bazılarına göre o mezhepde kalmak o kimseye lâzımdır. Bazıları lâzım olmadığını söylemişlerdir ki, esah olan da budur».
Ulema arasında şuyu' bulduğuna göre avam-dan olan bir kimsenin mezhebi yoktur. Bunu bilince anlarsın ki, Nesefî'nin, «Bir kimsenin benim mezhebim doğrudur; ama hata olmak ihtimali vardır diye itikad etmesi vacibdir», sözü mefdulün taklidi câiz olmaması kaidesi üzerine kurulmuştur. Ve Âmmî hakkında kâbil-i tatbik değildir.
Ben İbn-i Hacer'in fıkhî fetvalarının sonunda bunun bir kısmının tasrih edildiğini gördüm. İbn-i Hacer'e Nesefi'nin mezkûr ibaresi sorulmuş. Şöyle diyor:
«Bu söz zayıf bir kaideye, (en iyi bilen taklid edilir; başkası taklid edilemez) kaidesine ibtina etmektedir. Esah olan şudur ki, o kimse muhay-yerdir. Kimi isterse onu taklid eder. Velev mefdul olsun! Bu takdirde kendisinin sevap üzere olduğunu kat'î veya zannî olarak söylemesi mümkün değildir. Mukallide düşen vazife, imamı nın mezhebinin hak olması ihtimali bulunduğuna itikad etmesidir».
İbn-i Hacer sözüne şöyle devam ediyor: «Sonra muhakkık İbn-i Hümâm'ın söylediklerini tasrih eden sözlerini gördüm.
«Hidâye» şerhinde diyor ki: Âmmînin (cahi-lin) kalbine yatan kavil ile amel etmesi bence daha doğrudur. Şu halde iki müçtehitten fetva ister de, kendisine muhtelif cevaplar verirlerse, evlâ olan, kalbinin yattığı müçtehidin sözü ile amel etmesidir.
Bana göre kalbinin yatmadığı müçtehidin sözü ile amel etmesi de caizdir. Zira âmmînin kalbinin yatması yatmaması müsavidir. Ona vacip olan, bir müçtehidi taklit etmektir; bunu da yapmıştır».
İtikadımızdan murad, hiçbir kimseyi taklid etmeksizin her mükellefe itikadı vacip olan meselelerdir. Bizim itikadımız ehl-i sünnet vel-cemâat mezhebidir. Ehl-i sünnet, Eş'arilerle Mâtüridilerdir. Bu iki fırka itikatta bir gibidirler. Bir kaç mes'elede birbirlerinden ayrılırlar. Hatta bazıları oralarındaki hilâfın lafzî (yani sözden ibâret) olduğunu söylemişlerdir.
Hasımlarımızdan murad da, itikadları küfre varan bid'atçılarla küfre varmayanlardır. Bu âle-min kadim olduğunu söyleyenler, Allah'ın yoklu-ğunu, peygamberlerin gönderilmediğini. Kur'an'-ın mahlûk olduğunu, Allah'ın kötülüğü irade etm-ediğini iddia edenler gibi. (ibni-Abidin’den alıntı.)
MÜCTEHİD
Ayet ve hadislere dayanarak hüküm çıkaran İslâm bilgini; İslâm hukukçusu; alim, fakîh.
İctihad, sözlükte güç, takat ve çaba anlamına gelen "cehd" kökünden "iftial" vezninde olup, bir şeyi elde etmek için olanca gücünü harcamak demektir. Âyet ve hadislerden kıyas ve benzeri yollarla hüküm çıkarma anlamında mecazen kullanılır. Ayet ve hadislerden hüküm çıkarma gücüne sahip olan fakîh zata da "müctehid" denir.
İctihad, ya şer'î delillerden hüküm çıkarma şeklinde olur, ya da çıkarılan bu hükümlerin toplum hayatına uygulanmasıyla ilgili bulunur.
İslâm hukukunda şer'î hükümler kesin delil-lere yani açık ayet ve hadislere veya icmaa da-yanıyorsa ictihada gerek kalmaz. Mecelle, bunu "Mevrid-i nas da ictihada mesağ yoktur" prensibiyle ifade etmiştir (madde, 14).
Ancak nassların sübûtu veya delaleti zannî olup, kesinlik ifade etmez veya âyet ve hadis-lerde çözümü bulunmayan meselelerle karşıla-şılırsa, reyle (ictihadla) hareket edileceği, bizzat Hz. Peygamber tarafından, Muâz b. Cebel'i Yemen'e vali olarak gönderirken açıklanmıştır.
Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, Muâz'a (radıyellahu anhu), Yemen'de ne ile hükmedeceğini sormuş; Muaz, "Allah'ın Kitabı ile" cevabını vermiştir.
Hz. Peygamber(s.a.s) "Allah'ın Kitabında bir hüküm bulamazsan?" buyurunca; "Rasulünün sünnetiyle" demiştir.
"Onda da bulamazsan" sorusuna ise Muaz, "Reyimle ictihad ederim" cevabını vermiştir. Bunun üzerine Allah Rasulü şöyle buyurmuştur: "Rasulünün elçisini, Peygamberinin razı oldu ğu şekilde muvaffak kılan Allah'a hamd olsun" (Tirmizi)
Arapça'yı iyi bildikleri ve Hz. Peygamberle beraberlik sayesinde Allah ve Rasûlünün mak-sadını çok iyi anladıkları için Sahabe neslinden müctehidlerin sayısı bir hayli çoktur. Ancak ken-dilerinden hüküm ve fetva nakledilen Sahabe müctehidi yüz otuz kadardır. Bunlardan yedi tanesi fetvaları birer kitab olacak kadar çoktur. Fukâhâ-i Seb'a denen bu sahabiler şunlardır; Hz. Ömer, Ali, Aişe, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Ömer. (Allah, hepsinden razı olsun.)
Hz. Ömer, Ebû Musa el-Eşârî'ye gönderdiği mektupta onu kıyas ve ictihada teşvik etmiş yine aynı konuda Kâdî Şurayh'a şöyle demiştir:
"Kitâptan açıkça anlayabildiğinle hükmet. Eğer kitabın tamamını bilemezsen Rasulullah 'ın hükmettiği ile hükmet. Bunun hepsini bil-mezsen, doğru yolda olan alimlerin kazala-rıyla hükmet. Bunların da hepsini bilemez sen, reyinle ictihad et, alim ve salih kişilerle de istişare et"
Ayet ve hadislerden hüküm çıkarmak ve ictihad gerektiren konuları çözebilmek için bir takım şartlara ihtiyaç vardır. Bu esaslar fıkıh usulünün tedvini ile birlikte, ilk defa Müctehid imamlar devrinde tesbit edilmiştir. Bir mücte-hitte bulunması gereken özellikleri şöylece ifade edebiliriz:
a) Arapçayı bilmek.
Fıkıh usûlü bilginleri bu noktada ittifak etmiş-lerdir. Çünkü Kur'ân bu dille inmiş, Hz. Peygam-berin sünneti de aynı dille ifade edilmiştir. İslâm şerîatında araştırma yapan kimsenin nass-lardan hüküm çıkarma gücü, Arapçanın sır ve inceliklerini bilmesi oranındadır.
Şâtıbî bu konuda şöyle der: "Arapçayı anla-makta mübtedî olan kimse, şerîatı anlamakta da mübtedîdir. Arâpçayı orta derecede anlayan kimse, şerîatı anlamakta da orta durumdadır. Bu, son dereceye ulaşmamıştır. Arapçada son dereceye ulaşan kimse, şerîatı anlamakta da son dereceye ulaşır. Dolayısıyla onun anlayışı şerîatte hüccet olur; tıpkı sahabîlerin ve Kur'ân'ı hakkıyla anlayan bilginlerin anlayışlarının huccet oluşu gibi...
Bunların seviyesine ulaşmayan kimselerin şerîat konusundaki anlayışları, kendi seviyeleri ölçüsünde eksiktir. Anlayışı eksik olan herkesin görüşü ise ne bir hüccet olur, ne de başkaları tarafından kabul edilir" (eş-Şâtibî)
Müctehidin Arapça bilgisi genel olarak, Arap-ça'nın inceliklerini kapsamalıdır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm, Arapçanın en beliğ ve en fasihini teşkil eder. Bu yüzden, ayetlerden hüküm çıkaracak kimse, Kur'ân'ın belâgat, fesahat ve sırlarını bilmelidir ki, bu sayede onun içine aldığı hüküm-leri kavrayabilecek duruma gelmiş olsun.
b) Kur'ân İlmine sahip olmak
Kur'ân, İslâm'ın direği, şer'î hükümlerin esası dır. Kur'ân ilmi çok geniştir. Bunu tam olarak bilen Hz. Peygamberdir. Bu yüzden alimler, müctehid için Kur'ân'da hüküm ifade eden beş yüz kadar âyetin inceliklerini, özelliklerini bilmek gerekir demişlerdir. Bu ayetlerin âmm-has, mutlak-mukayyed, nâsih-mensuh ve Sünnetle ilgili durumlarını bilmek gerekir.
Diğer yandan Kur'ân'ın geri kalan bütün âyet-lerini de topluca (icmâlî olarak) bilmek gerekir. Çünkü Kur'ân bir bütün olup parçaları birbirin-den ayrılmaz. Kur'ân'ın hüküm bildiren ayetlerini diğerlerinden ayırdetmek, şüphesiz bütün Kur'ân'ı bilmekle mümkün olabilir.
c) Sünneti bilmek.
Bu şart üzerinde de alimlerin ittifakı vardır. İctihadın bölünebileceğini kabul etmeyenlere göre bir müctehidin, teklifî hükümleri içine alan bütün hadisleri okuması, onların amaçla-rını kavraması, onlarla ilgili özellikleri bilmesi gere-kir. Yine onun, sünnetin nasih ve mensuhunu, âmm ve hass'ını, mutlak ve mukayyedini bilmesi gerektiği gibi; hüküm hadislerinin rivayet yolla-rını, senedlerini, hadis rivayetlerinin kuvvet dere celerini de bilmesi gerekir.
Hadis rivayet edenlerin hal tercemeleri ile adâlet ve zabt bakımından durumları hakkında bir çok eserler yazılmıştır. Kütüb-i Sitte gibi sahih hadis mecmuaları meydana getirilmiş ve bunlar üzerine bir çok âlimler tarafından şerhler yazılmak suretiyle hadisler senetleri bakımından tasnif edilmiş ve İslâm hukukçularının bazı hadis ler üzerindeki görüş ayrılıkları ortaya konul-muştur. Bu hadis çalışmaları müctehidin bunlara başvurarak hüküm çıkarmasını kolaylaştırmak-tadır. Hükümlerle ilgili bütün hadislerin ezbere bilinmesi şart değildir. Ancak gerektiğinde yerleri nin, başvurma metodlarının ve hadis rivâyetle-rinin bilinmesi yeterlidir.
d) Üzerinde icma ve ihtilaf edilen konuları bilmek.
Üzerinde icma (ittifak) meydana gelen konu-ları bilmek yanında, Sahabe, Tabiî ve onlardan sonra gelen müctehidlerin ihtilâfa düştükleri konuları bilmek gerekir. Ancak bütün icmâ yerle-rini ezberlemek şart değildir. Araştırma konusu yapılan mesele hakkında icmâ veya ihtilaf bulunup bulunmadığını bilmek yeterlidir.
Medine ve Irak fıkhının metod ve farklarını bilme yanında; doğru olanla doğru olmayan, naslara yakın olanla uzak olan şeyler arasında karşılaştırma yapabilecek akıl, anlayış ve değer-lendirme gücüne sahip olmak gerekir.
Gerçekte Asr-ı saadette ve daha sonra yaşa-mış büyük hukukçuların görüşlerini incelemek, delil ve temayülleri bakımından onlar arasında karşılaştırmalar yapmak kişinin muhâkeme gücü nü ve araştırma melekesini geliştirir.
Müctehidlerin ittifak ve ihtilaf ettikleri mesele-leri, ihtilaf sebeplerini açıklayan eserler meyda-na getirilmiştir. Eş-Şirâzî'nin "el-Mühezzeb" adlı eseri ve Nevevî'nin buna yazdığı şerh, İbn Hazm'ın "el-Muhallâ" sı, İbn Rüşd'ün "Bidâyetü'l-Müctehid" adlı eserleri bunlar arasında zikredile-bilir.
e) Kıyası bilmek
İctihad, bütün şekil ve metodlarıyla kıyası bilmeyi gerektirir. Hattâ imam Şâfiî'ye göre ictihad kıyastan ibarettir. Kıyasın metodunu bilmek; naslardan hüküm çıkarma esaslarını öğrenme ve ictihad yapılacak konuya en yakın olan nassı seçme imkânını sağlar. Kıyası bilmek şu üç şeyi bilmeyi gerektirir:
1- Kıyasın dayanacağı asıl hükmü bilmek. Bu dayanağın ayet, hadis veya icma olması, bunlarla ilgili gerekli bilgilere sahip olunması da gereklidir.
2- Kıyas kaide ve prensiplerini bilmek. Meselâ belirli ve özel bir durumu ifade ettiği sabit olan bir nas üzerine kıyas yapılamaz. Kendisine dayanılan asıl hükmün illetini tesbit ettikten sonra, hükme bağlanacak yeni mesele-de (fer'î de), aynı illetin gerçekleşip gerçekleş-mediğini araştırmak gerekir.
3- Önceki müctehidlerin kıyas metodlarını bilmek. "Kıyası bilmek, bir ictihad kaidesi ve sayısız hükümlerin açıklanmasına götüren bir yoldur."
f) Hükümlerin amaçlarını bilmek.
İslâmî hükümlerin amaçları, belli bir nas'dan değil, bütün nasların toplamından anlaşılabilir. Bu hükümlerin asıl amacı insanlar için rahmet olmaktır. Ayette; "Biz, seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik" (el-Enbiyâ, 107) buyurulur.
İslâm'da güçlük ve sıkıntının kaldırılması, zorluğun değil kolaylığın tercih edilmesi bu rah-metin bir sonucudur. Emredilen bazı güçlükler büyük zararları gidermek amacına yöneliktir. Cihadın farz kılınışı böyledir. Nitekim âyette şöyle buyurulur:
"Allah, insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla defetmeseydi manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan ca-miler yıkılıp giderdi. Şüphesiz Allah, kendi-sine yardım edenlere yardım eder. Gerçekten Allah, güçlü ve yücedir" (Hacc, 40)
Maslahata göre fetva vermede, gerçek maslahatlarla (toplum yararı), nefsî ve şehevî arzulardan gelen bir vehimden ibaret olan maslahatları birbirinden ayırdetmek gerekir. Böylece mazarratı defetme, maslahatı celbet-me, bütün insanlara faydalı olan şeyleri tercih etme, başka bir deyimle toplum yararını, kişisel yararın üstünde tutma melekesi gelişir.
g) Doğru bir anlayış ve iyi bir takdir gücüne sahip olmak.
Müctehidin, gerçek fikirleri yanlış olanlardan ayırdetme melekesine sahip olması gerekir. Bu da doğru bir anlayış ve keskin bir görüşe sahip olmakla gerçekleşebilir.
h) İyi niyet ve sağlam bir itikad sahibi olmak.
İslâm dinî, ancak kalbi iman ve ihlasla aydın-lanmış olanların idrak edeceği bir dindir. İtikadı bozuk kimse bid'at ve nefsî arzularının peşine düşer; tarafsız bir gönülle naslara yönelemez. Kötü niyet düşünceyi de kötüleştirir. Bu yüzden büyük müctehidler fıkıhla şöhret yapmadan önce ihlâs ve takvâlarıyla meşhur olmuş-lardır. İhlaslı kimse gerçeği nerede bulursa bulsun kabul eder, taassub göstermez. Büyük imamların hepsi; "Bizim görüşümüz doğrudur, yanlış da olabilir. Başkalarının görüşü yanlıştır, fakat doğru da olabilir" demişlerdir
İşte İslâm hukukçularının müctehidde bulun-masını gerekli gördükleri şartlar bunlardır. Bu şartları kendisinde toplayan müctehide "mutlak veya müstakil müctehid" denir.
Fıkıh usulü alimleri, müctehidleri/fukahayı yedi tabakaya ayırırlar:
1) Şerîatte müctehidler. Ebû Hanîfe, İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel gibi.
2) Mezhebte müctehidler. Ebû Yusuf, Muhammed, Züfer, el-Müzenî, Abdurrahman b. Kasım gibi.
3) Meselelerde müçtehidler: Tahâvî, Kerhî, Serahsî, Halvani, Pezdevi, Kâdıhân, İsfereyânî ve Şîrazî gibi.
4) Tahriç ashabı: İçtihada yetkili olmayanlar. Ebu Bekir Razi/Cessas.
5) Tercih ashabı: Kuduri, Merginani ve benzerleri.
Bunlar; "Şu görüş rivâyet bakımından daha sağlam ve delilî yönünden daha kuvvetlidir" gibi açıklamalar yapmışlardır.
6) Kuvvetli ve zayıf arasını temyiz edenler: Dötr fıkıh metni (kuduri, kenz, muhtar, vikaye) müellifleri gibi.
7) Mukallidler tabakası. Bunlar, fıkıh kaynak-larını anlayabilir, fakat görüş ve rivayetler arasın da tercih yapamazlar.
Dayandığı Kitap, Sünnet, İcmâ delillerinden biri bilinmeksizin bir müctehidin sözünü alıp bununla amel etmeye "taklid"; deliline bakmak, öğrenmek ve ictihadına katılmak suretiyle bir müctehidin reyini benimsemeye ise "ittiba" denir.
HANEFİ FUKAHASI BEŞ KISIMDIR:
1- Ulemamızın ilk evvelki tabakası. Ebu Hanife’nin talebeleri Ebu Yusuf, Muhammed, Züfer gibileri. Bunlar mezhebte müctehid olup dört delilden hükümleri, hocaları olan Ebu Hanife’nin kaidelerine göre çıkartmaktaydılar. Asıllarda üstadlarını taklit etmekle beraber, bazı fer’i konularda ona muhalefet etmişlerdir. Diğer üç mezheb imamı ki, Ahmet ibni Hanbel, Şafii ve İmam Malik (r. Aleyhim), fer’i konularda Ebu Hanife’ye muhalefet etmekle beraber asıl konu-larda onu taklit etmemişlerdir.
2- Sonra gelen alimlerin büyükleri. Hassaf, Tahavi, Kerhi, Halvani, Serahsi, Pezdevi, Kâdı-hân, Zahire kitabının müellifi, Muhiti Burhani’nin müellifi, Burhanuddin Mahmud, Nisab kitabının müellifi, Hulasayı Feteva’nın müellifi gibileridir.
Bunlar mezheb sahibini rivayeti olmayan meselelerde içtihad etmişlerdir. Ama mezheb sahibine asla muhalefete kadir değillerdir.
3- Mukallidlerden olan tahriç ashabı. Razi ve benzerleri gibi. İçtihada malik değillerdir. Asıl kaideleri bildiklerinden, Ebu Hanife ve sahibeyn-den nakledilen mücmel kavillerin cihetlerini izaha kadirdirler.
4- Mukallitlerden tercih ashabı olanlar.
Kuduri, Mergınani ve benzerleri. Evla ve esah olan kavillerin tafsilini yaparlar.
5- Kuvvetli ve zayıf arasını temyiz eden mukallitler.
Kerderi, Cemaluddin Husayri, Nesefi ve benzerleri. Dört metin müellifi de bunlardandır. Kitaplarında merdut ve zayıf rivayetleri bulundur mazlar. Bunlar, fakihlerin en aşağı tabakasıdır.
Bunlardan düşük derecede olanlar nakıs körlerdir ki, asırlarından evvel bulunan şu (beş sınıf) alimleri taklit etmeleri gerekir. Bunların fetva vermeleri, ancak hikaye yolu (aktarma şeklinde) olabilir.
Ya şimdiki zavallılar? Bunlar hangi derece-dedirler, dersiniz acaba? Bu zaman ehlinin ilahiyyatçı prof. taifesi, asıl itibarıyla niyetleri bozuk olduğu için, hakkı bulmaktan çok uzakta kalmışlar ve sapıtmışlardır.
MEZHEP NERDEN ÇIKTI?
Malumdur ki ashabı kiram radıyellahu an-hum hazeratı, bütün ahkamı doğrudan Kur’an ve Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’den alırlardı.
Herhangi bir müşkil karşısında müracaat edecekleri merci’ Nebi sallallahu aleyhi ve sellem idi. Onlar ilk asır olarak, asrı saadet ünva nını almışlar ve islamı mükemmel bir şekilde örnek olarak yaşamışlardı.
Onlardan sonra gelip dini islamı yaşayan-lara tabiin denir ki bunlar da, dini hükümleri evvelkileri olan ashabı kiramdan almışlardır.
Daha sonra gelen tebe-i tabiin dediğimiz üçüncü asır ehli de, evvellerinde yaşayan tabiin hazeratından dini hükümleri öğrenmişlerdi.
Bu üç asır hakkında Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in şehadeti vardır:
عن أبي برزة رضي الله عنه أن النبي صلى الله عليه وسلم قال : " خير القرون قرني ثم الذين يلونهم ثم الذين يلونهم ثم الذين يلونهم " .
Ebu Hureyre’den (r.a.) rivayetle Nebi sallal lahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
[1]“Asırların en hayırlısı, benim içinde olduğum asırdır. Sonra onları takip edenler, sonra onları takip edenler.”
İşte bu seçkin asırların halkı içinden bir çok kimse ilim ve takvaya yönelmişti. İçlerinden bazıları Kur’an ilmi ile meşgul olmuş ve Kurra denilen seviyede kıraat ilminin önderleri olmuş-lardır.
Onlardan bazısı hadisi şerif ilmi ile meşgul olup Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’den nakle-dilen rivayetleri toplamakla çok büyük bir hizmeti gerçekleştirmişler ve bir çok hadisi şerif kitabı tasnif ederek nakil lerin sağlam ve sakat olanını beyan etmişlerdir. bunlara da muhaddisler denir.
Diğer bazıları da Kur’anın açıklaması ile meşgul olarak Tefsir ilmi dediğimiz ve Kur’anın anlaşılması kendisine has olan yüce ilimle meş-gul olarak büyük hizmetler yapmışlardır. Tasnif ettikleri sayısız tefsir ile ümmetin Kur’anı doğru anlamasına sebeb olmuşlardır. Bunlara da Müfessirler denir.
Diğer bazıları, arapçanın islami ilimleri anlamaktaki önemini bildiklerinden dil kurallarını ihtiva eden sarf-nahiv-fesahat ve belağat gibi ilimleri tedvin ederek, arap olmayan ümmetin büyük kısmının islamı kaynağından anlamada büyük bir hizmeti gerçekleştirmişlerdir. Bunlara nahivciler, fesahat ve belagat uleması denir.
Kur’anın ve sünnetin asıl hedefinin şüphe-siz yaşanması olduğu, bunun da ancak fıkıh ilmi ile mümkün olacağı herkesin malumudur. Öyleki bu hususta derinleşmiş zevatın halka halka dersleri, ta ashabı kiram zamanından itibaren kesintisiz olarak asırlarca devam etmiştir ve neticede fıkıh mezhepleri dediğimiz dört mez-hep ve sayısız fıkıh kitabı ortaya çıkmıştır. Bun-lara da fukaha denir.
Bütün bu saydıklarımız, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem zamanında böyle farklı farklı isimlerle anılmazdı, belki hepsi de Nebi sallal-lahu aleyhi ve sellem ve ashabının bilip yaşa-dıkları hususlar olup onları ayrı ayrı isimlendir-mezlerdi. Fakat zaman geçtikçe ortaya çıkan ihtiyaca binaen ilimler ve mezhepler zuhur edip yerleşmekle, üç asır içinde bilinip malum oldular ve tevatürle ve icma olmak üzere bilinip kabul edildiler. Daha sonraki asırlara bu şekilde nakle-dildiler. Böylece islamın ilk asırlardaki özelliği, şu fedakar kimselerin gayretleriyle muhafaza edilerek kıyamete kadar korunmuş oldu. Allahu teala hepsinden razı olsun, bizi de onların yolun dan ayırmasın. Âmîn.
Tabii olarak Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen ilim dallarının zuhuru ve yayıl-ması neticesinde oluşan mezhepler, dinin bize tevatürle yazılıp aktarılması demektir ki, bunu kabul etmeyenler son sürat dinsizliğe doğrukoşan gafiller guruhudur.
İlk üç asrın anladığı ve beyan ettiği şekilde mükemmel ilim-amel-ihlas ölçümüzdür, onların yolunu devam ettirmek vazifemizdir.
.
FIKIH VE İLMİN MEVZUU
Fıkhın mevzuu: isbat ve nefi cihetinden mükellefin fiilidir.
Bir ilmin mevzuu, o ilimde bahsedilen zatî ârızalardır. «El Bahr»'da şöyle denilmektedir: Fıkhın mevzuu mükellef olmasına bakarak mükellefin fiilidir.
Çünkü fıkıhta mükellefin fiiline ârız alan hurmet, vücûp ve tedbirden bahsedilir. Mükel-lefden maksad âkil-bâliğ olan kimsedir. Binaen-aleyh mükellef olmayan kimsenin fiili, fıkhın mevzuundan değildir. Telef edilen malların öden mesi ve zevcelerin nafakası ile sabî ve mecnun değil onların velileri muhatap olur.
Nitekim hayvanın itlâf ettiği şeylerle de sahibi muhatap olur. Zira hayvanı muhafaza hususun-da kusur ettiği için onun yaptığı zarar kendisi yapmış gibi olur. Sabînin namaz ve oruç gibi ibâdetlerinin sahih olup sevap kazandırması, hükümleri sebeblere bağlamak kabilinden aklî-dir. Onun için sabî ibadetlerle muhatap olmamış tır. Ona ibadetlerin emîr olunması, alışsın da bülûğa erdikten sonra bırakmasın diyedir.
«Mükellef olmasına bakarak» diye kayıtla-mamız, mükellef olmasına bakmayarak işlediği fiil, fıkhın mevzuuna girmediği içindir. Meselâ; bir mükellefin Allah'ın kulu olması cihetinden işlediği fiili bu kabildendir.
İspattan murad : Vacip ve haram gibi kendi-si ile teklif sabit olan; nefiden murad da mendup ve mubah gibi fiillerdir. Musannıf bu sözlerle mukadder bir suale cevap vermek iste-miştir.
Sual şudur:
Tarifde haysiyet muteberdir. Maksad mükel-lefin mükellef olması itibariyle işlediği fiildir. Binaenaleyh mükellefin mendup ve mubah gibi fiilleri de fıkhın mevzuuna girmek lâzım gelir. Halbuki bu filler hakkında teklif yoktur. Onları yapmak da, yapmamak da caizdir.
Cevap şudur: Fıkıhda böyle bir fiilden, teklif selbedilmesi/kaldırılması itibariyle bahsedilir.
Fıkhın istimdadı yani kaynağı kitap, sün-net, icmâ-i ümmet ve kıyas'dır.
Gayesi iki cihanda saadete ermektir.
Tâli derecede birtakım deliller daha varsa da, bunlardan bizden öncekilerin şeriatı ile amel, kitaba tabî olduğu gibi, ashabın sözleri sünnete, halkın teamülleri icmâa, teharrî ve istishab kıyasa tabîdirler.
İki cihandan murad: Dünya ve âhirettir.
Fıkıh okuyan bir kimse dünyada kendini cehalet çukurundan kurtararak ilmin zirvesine çıkardığı gibi, âhirette de görülmedik nimetlere nâil olur.
Fıkhın fazileti pek çok ve meşhurdur.
Bunlardan biri, «el-Hulâsa» ve diğer eserler-de beyan edildiği vecihle, muallimden işitmeden fukahamızın kitaplarına bakmanın, gece nama-zından daha makbûl olmasıdır.
Bir kitabı muallimden dinlemeden kendi kendi ne mütalâa etmek, dinleyerek okumaktan daha aşağı olduğu halde, gece namazından efdal olur sa, dinleyerek okuduğu zaman ne olacağını sen hesap et! Fıkhın gece namazından efdal olması, hâcetten fazlasını okumak farz-ı kifaye olduğu içindir. Hacet miktarı okuyup öğrenmek ise farz-ı ayın'dır.
Fıkhı okumak, Kur'an'ın ihtiyaçtan fazlasını öğrenmekten efdaldir. Bütün fıkhı öğrenmek mutlaka lâzımdır.
«Bezzâziye» nâm kitabda şöyle denilmiştir: «Bir kimse Kur'an'ın bir kısmını öğrense de kalanı için vakit bulsa, efdal olan fıkıhla iştigal etmesidir. Çünkü Kur'an'ı ezberlemek farz-ı kifaye; fıkhın lâzım olan miktarını öğrenmek ise farz-ı ayın' dır». «El-Hizâne» de, «Bütün fıkhı öğrenmek mutlaka lâzımdır» denildiği gibi, «El-Menâkıb» da da; «Muhammed bin Hasen, helâl ve haram hakkında iki yüz bin mesele meydana getirmiştir ki bunları, bütün müslümanların belle-mesi mutlaka lâzımdır» denilmiştir.
«Bütün fıkhı öğrenmek mutlaka lâzımdır.» sözünden, bunun farz-ı ayın olduğu anlaşılırsa da, maksat bütün fıkhın insanların toplamına lâzım olmasıdır. Yoksa herkesin ayrı ayrı bütün fıkhı öğrenmesı farz-ı ayın değildir. Bizim her birimize farz olan miktar, muhtaç olduğumuz kadarını öğrenmektir. Zira erkeğin hayız mes'ele lerini, fakir bir kimsenin zekât ve hac gibi ibadet-leri öğrenmesi farz-ı kifaye'dir. Bunları öğrenen bazı kimseler bulundumu, diğerlerinden borç sâkıt o!ur.
Namaz için yetecek' miktarda farzla Kur'an ezberlemek de böyledir. Evet, fıkhın hacetten fazla mikdarını öğrenmek, Kur'an'ın fazlasını öğrenmekten efdaldir, denilebilir. Çünkü âmme-nin ibadet ve muamelatında buna ihtiyacı çoktur. Hafızlara nisbetle fukaha da azdır.
Allah Teâlâ, fıkha hayır adını vererek medhet miş.
«Her kime hikmet verildi ise, pek çok hayır verilmiş demektir», buyurmuştur.
Tefsir erbabı birçok ulema, hikmeti, furu' ilmi olan fıkıhla tefsir etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki: «İlimlerin en hayırlısı fıkıh ilmidir. Çünkü bütün ilimlere vesiledir. Takva sahibi bir fakîh, bin zâhidden daha fazîletli ve üstün-dür.» denilmiştir.
Bu sözler İmam Muhammed hakkında söylenen bir şiirden alınmıştır. İmam Muham-med'e «Fakîh ol! Zira fıkıh ilmi hayır ve takvaya götüren en faziletli önder, en kısa yoldur. Her gün fıkıhtan bilgini artırmakla faydalan! Faydalar deryasında yüz! Çünkü takva sahibi bir fakîh, şeytana bin âbidden daha şiddetli gelir,» denil-miştir.
Ehl-i hakikatın ıstılahına göre zahid: Dünya-dan yüz çeviren, ona kıymet vermeyen kimsedir. Bazıları «zâhid, âhiret rahatını kazanmak için dünya rahatını terk eden kimsedir», demiş, bir takımları da, «Elinin hâli/boş kaldığı şeyden kalbinin de hâli/boş kalmasıdır», diye tarif etmiş-lerdir.
Takvâ: Lügatta «ittika» yani korunmak mânâsına gelir.
Ehl-i hakikata göre: Allah'a tâat ederek âzâbından korunmaktır.
Metindeki son cümle Peygamber (s.a.v.)in. «Allah Teâlâ'ya dinde fakih olmaktan daha faziletli bir ibâdet yapılmamıştır. Gerçekten bir fakih, şeytana bin âbidden daha şiddetli gelir. Her şeyin bir direği vardır. Dinin direği de fâkîhdir» hadis-i şerifinden mülhemdir; Bu hadisi Dârekutnî ile Beyhâkî rivayet etmişlerdir.
Hazreti Ali (r.a.), «Fazîlet, ancak ehl-i ilme mahsustur. Çünkü onlar doğru yoldadır; hidâyet arayana yol gösterirler. Herkesin kadir ve kıy-meti başarısına göredir. Cahiller ehl-i ilme düş-mandırlar. İmdi sen ilim elde etmeye bak, ilmin ebediyyen cahili olma! İnsanlar ölü, ehl-i ilim diridirler» demiştir.
Hazreti Ali (r.a.)nın sözündeki cahillerden murad, şer'î ilimleri bilmeyenlerdir. Böyleleri baş ka ilimleri bilirlerse de ulemaya, avamdan daha fazla düşmanlık ederler. Câhilin düşmanlığına sebep Hakk'ı bilmemesi, yahud âlimin onun fikrine muhalif fetva vermesi ve insanların âlime olan teveccühünü görmesidir.
İnsanların ölü olmasından murâd, hükmen ölü olmalarıdır. Zira hiçbir faydaları yoktur. Onlar nebat yetiştirmeyen çorak toprağa benzerler.
Allahu Teâlâ Hazretleri; «Yoksa ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine verdiğimiz nurla insanlar içinde yürüyen kimse, karanlıklar içinde olan gibi midir!», buyurmuştur. Bu âyeti kerimedeki ölüden murâd câhil, diriltmekten murâd ilim verilmesidir. Karanlıklar içinde yüzen de cahildir. Yani cahil iken öğretilerek nurlandırı-lan bir kimsenin, cehâlet karanlıkları içinde bocalayan cahillerle bir olamayacağı beyan buyurulmaktadır. Yahut ölüden maksad kalbleri-nin ölmesidir.
İlyau-Ulûmi'd-Dîn'de şöyle deniliyor:
Fethu'l-Mevsılî, «Hastaya yiyecek, içecek ve ilâç verilmezse ölmez mi?» demiş. -Evet ölür- demişler. «İşte kalb de öyledir. Ona üç gün hik-met ve ilim verilmezse ölür!» demiş. Gerçekten doğru söylemiş! Çünkü kalbin gıdası ilim ve hikmettir; onun hayatı bunlarla kâimdir. Nitekim vücûdun gıdası da yemektir. Kimde ilim yoksa onun kalbi hastadır, ölmesi lâbüddür/kesindir.
«İlim her fazilete vesiledir», «İlim köleyi krallar meclisine yükseltir». «Ulema olmasa ümera helâk olurdu». derler. Şâir de. «İlim, erbabı için azli olmayan bir sultandır. Gerçek emîr odur ki, azledildiği zaman dahî emîr kalır, velâyeti elinden gitse de fazîleti saltanatında kalır.» demiştir.
İhyâu'l-UIûm'da beyan edildiğine göre Pey-gamber (s.a.v.), «Hikmet kişinin şerefine şeref katar; köleyi yükselterek krallar meclisine oturtur», buyurmuştur. Aleyhisselam Efendimiz, bununla ilmin dünyevi semeresine işaret buyur-muştur. Malûmdur ki âhiret daha hayırlı ve baki-dir. İmam Gazâlî bundan sonra Salim bin Ebi Ca'd'ın şu sözünü nakletmiştir:
«Sahibim beni üçyüz dirheme satın alarak azâd etti: Acaba ne iş tutsam dedim ve ilmi san'at edindim. Bir sene geçer geçmez Medine 'nin Emiri ziyaretime geldi. Ama ziyaretine izin vermedim».
Evet ilim sahibi azledilmez bir sultandır. Çünkü onun saltanatı ilâhidir, kulların onu azle güçleri yetmez.
Mu’temed kavle göre Allahu Tealâ Hazretleri' nin. «Allah'a itâat edin! Resûlü'ne ve sizden ülü'l-emir olanlara da itâat edin!» âyet-i kerimesindeki Ülu'l-emirden murad ulemadır.
İhyâu'l-Ulum'da beyan edildiğine göre Ebu'l-Esved «İlimden kıymetli bir şey yoktur. Sultanlar insanlara hükmederler; ulema ise sultanlara hükmederler» demiştir.
Farz-ı ayın ve farz-ı kifaye:
Bilmiş ol ki, ilmi öğrenmek farz-ı ayın ve kifâ-ye olmak üzere evvelâ iki nev'idir.
Farz-ı Ayın : Bir kimsenin dini için muhtaç olduğu miktar ilimdir.
Farz-ı Kifâye: Başkalarına fayda vermek için halen muhtâç olduğu mikdardan fazlasını öğren-mektir.
İlimden murad : Âhirete ulaştıran ilimdir.
Allami, «Fusûl» ün de şunları söylemiştir:
«Kulun, dinini icrâsı Allah için amelinin ihlâsı ve kullar ile muâşereti hususunda muhtâç olduğu ilmi öğrenmesi İslâm'ın farzlarındandır. Her erkek ve kadının din ve hidâyet ilmini öğren-dikten sonra abdest, gûsül, namaz ve orucunu öğrenmesi, nisaba malik olanın zekâtı, kendi-sine hac farz olanın haccı, ticaretle meşgul ola-nın alışverişi öğrenmesi farzdır. Tâ ki sair mua-melatta şüphelerden ve mekruh olan şeylerden korunabilsinler. San'at sahipleri ve diğer her hangi bir işle meşgul olanlarda böyledir. Haram-dan korunmak için onların da meşgul oldukları işin hükmünü bilmeleri farzdır.»
‘Tebyinü'l-Maharim’ adlı eserde de şöyle deniliyor:
«Beş farz ile ilm-i ihlâsı öğrenmenin farz olduğunda şüphe yoktur. Çünkü amelin sahih olması buna bağlıdır. Helali, haramı ve riyâyı öğrenmek te farzdır. Zira ibadet eden kimse riya yaparsa amelinin sevabından mahrum olur. Hasedle ucbu (yani kendini beğenmeyi) öğren-mesi dahi farzdır. Çünkü bu iki şey ateşin odunu yediği gibi ameli yerler.
Alış veriş, nikah, talâk gibi şeyleri yapmak isteyenlerin de bunları öğrenmeleri farzdır.
Haram kılan, küfre götüren sözleri öğrenmek de farzdır. Yemin ederim ki, şu zamanda bunlar en mühim şeylerdendir. Zira çok defa avamın küfre varan sözler söylediklerini işitirsin. Halbuki onlar bundan gafillerdir. İhtiyaten cahil, imanını her gün, karısının nikâhını da ayda bir veya iki defa iki şahid huzurunda tazelemelidir. Çünkü hata, erkekten sadır olmasa bile kadınlardan çok sudur eder».
«et-Tahrir» şerhinde farz-ı kifaye şöyle tarif edilmiştir.
«Bizzat failine bakılmaksızın yapılması farz olan şeydir. Bu tarif cenaze namazı gibi dinî ve ihtiyaç duyulan san'atlar gibi dünyevi olan şeylere şâmildir. Mesnûn olanlar tariften hariç-tir. Çünkü bunlar mutlaka lâzım şeyler değildir. Farz-ı ayın dahi tariften hariçdir. Zira onun bizzat failine bakılır».
-Tebyinü'l-Meharım- adlı kitapda dahi şu izahât vardır:
«İlmin farz-ı kifaye olanına gelince; dünya işlerinin kıvamında yürümesi için muhtâç olunan her ilimdir. Tıp, hesap, Nahiv, Lügat, kelâm, kırâat, hadis isnadları vasiyet ve mirâs taksim-leri ile kitâbet, meânî, bedi', beyan, usûl, nâsih ve mensûh, âmm, hâs, nas ve zahir - ki bunlar tefsir ve hadis ilimleri için alettirler - ilimlerini öğrenmek bu kabildendir...».
Farz-ı ayın, farz-ı kıfaye'den efdaldir. Çünkü farz-ı ayın nefsin hakkı için farz kılınmıştır. Nefis için o daha mühim ve daha meşakkatlidir. Farz-ı kifaye öyle değildir. O, umumun hakkı için farz olmuştur. Bu umuma kâfirler bile dahildir. Bir iş umumi olursa hafifler; hususi olursa ağırlaşır.
Bazıları farz-ı kifaye'nin efdal olduğunu söyle mişlerdir. Zira bu farzın edası bütün ümmetten borcu iskat eder. Terk edilirse edaya imkânı olan herkes günahkâr olur. Bu sıfatta olan bir farzın te'sir cihetinden daha büyük olacağında şüphe yoktur.
Tahtavi'nin nakline göre birinci söz güvenilir sayılmıştır
İlmin mendûp, haram, mekruh ve mubah kısımları da vardır. Fıkhın derinlerine dalmak ve kalb ilmini öğrenmek mendûp; felsefe, şa'beze, tencîm, remil, tabiat, sihir ve kehanet öğrenmek haramdır. Felsefeye mantık dâhildir. Harf ilmi ile musikî de bu kısımdandır.
Fıkhın inceliklerine dalmak mendûp olduğu gibi sair şer'i ilimleri ve bu ilimlere âlet teşkil eden bilgileri öğrenmek de menduptur.
Kalb ilminden murâd, ahlâktır. Ahlâk, faziletle rin nevilerini ve nasıl kazanılacaklarını, rezile-tlerin nevilerini ve onlardan nasıl korunulacağını bildiren ilmidir.
Kitabımızın metninde bu ilim, «Fıkıh» kelime-si üzerine atf edilmiştir. Çünkü ilm-i ihlâs, ucub, hased ve riya gibi şeylerin öğrenilmesinin farz-ı ayın olduğu malûmdur. Nefsin diğer âfetlerinden kibir, cimrilik, kin, hıyanet, gadab, düşmanlık, buğuz, tamah, açgözlülük, böbürlenmek, müda-hale, Hakk'a karşı büyüklenme, hîle, hud'a, kasvet ve tûl-i emel gibi şeyler de böyledir. Bunlar İhyâu'l-Ulûm'un Muhlikat faslında beyan edilmiştir.
İmam Gazalî. «İnsan bunlardan hâli değildir. Binaen-aleyh bunlardan kendini muhtaç gördük-lerini öğrenmesi lâzımdır. Bunların izalesi farz-ı ayın'dır. Ama sınırlarını, sebeblerini, alâmetlerini ve ilâçlarını bilmedikçe mümkün değildir. Zira şerri bilmeyen onun içine düşer», diyor.
Felsefe Yunanca bir sözdür. Mânası ziynetli hüküm, yani dışı süslü, içi fâsid demektir. «Bu âlem kadimdir.» Ve emsali küfür ve harama götüren sözler bu kabildendir.
İhyâu'l-Ulûm'da beyan edildiğine göre felsefe başlı başına bir ilim değildir. Dört cüzden mürekkepdir.
Birincisi hesap ve hendesedir. Bunları öğrenmek mubahdır. Bunlar vâsıtasıyla çirkin ilimlere kayacağından korkulmayan kimse, he-sap ve hendese okumaktan men edilmez.
İkincisi mantık'tır. Mantık, delilin veçhini, şartlarını ve tarifin veçhini, şartlarını araştır-maktır. Bu iki şey kelâm ilmine dahildir.
Üçüncüsü İlâhiyattır. Bu, Allah'ın zâtını, sıfatını araştırmaktır. Feylesoflar bunda mezhep lere ayrılmışlardır ki bazısı küfür, bazısı bid'attır.
Dördüncüsü tabiiyyâttır. Bunların bazısı şeriata muhaliftir. Bazısı cisimlerin sıfatlarını, hassalarını ve nasıl istihale geçirip değiştiklerini araştırmaktan ibarettir.
Bu dördüncü cüz doktorların muâyenesine benzer. Ancak doktor sadece insanın bedenine, hasta olup olmaması yönünden bakar. Bunlar ise değişip hareket etmeleri yönünden bütün cisimlere bakarlar. Ama tıp bundan hayırlıdır. Çünkü ona ihtiyaç vardır. Felsefecilerin tabiiyyât hakkındaki bilgilerine ihtiyaç yoktur.
Şa'beze, ki doğrusu Şâ'veze'dir - Kamus'ta beyan edildiği vecihle sihir gibi el çabukluğudur. Güneşi, aslı olmadık şekilde gösterir. Lâkin el-Misbah'da bu kelimenin şâ'vere ve şâ'beze şekillerinde okunabileceği ve bedevî Arapların sözünden olmadığı bildirilmiş, «Şa'beze bir oyundur ki, insan onunla sihir gibi hakikati olma-yan şeyi görür», denilmiştir.
İbn-i Hacer yollarda halkalar kurarak insanın başını kesip tekrar yerine koymak, topraktan para yapmak gibi garip şeyler gösteren kimse-lerin yaptıklarının sihir mânâsında olduğunu söylemiştir. Velev ki sihirbazlardan sayılmasın-lar. Böyle şeyler ne onlara câizdir, ne de baş-kalarına onları seyretmek mubahtır.
İbn-i Hacer bundan sonra Malikîlerin «el-Müdevvene» adlı kitabından şunu nakletmiştir: «Bir adamın elini kesen yahut karnına bıçak sokan kimse sihir yapıyorsa öldürülür. Yaptığı sihir değilse cezalandırılır».
Tencîm: Gök cisimlerinin teşekküllerinden, âdi hâdiselerin vukubulacağına istidlâl ilmidir.
Merginâni'nin «Muhtarü'n Nevazil» adlı ese-rinde şöyle deniliyor: «Bilmiş ol ki, ilm-i nücûm (Astronomi) haddizatında kötü değildir. Çünkü o iki nevidir.
Birincisi: hesap yolu iledir ve haktır; Kur'an'da zikredilmiştir. Allah Teâlâ «Güneş ve ay husban iledir», buyurmuştur. Bundan murad, güneşle ay'ın seyretmeleri hesapladır, demek-tir.
İkincisi, istidlâl yolu iledir. Yıldızların seyri ve feleklerin (gezegen dairelerinin) hareketi vasıta-sıyla hâdisatınAllah'ın kaza ve kaderi ile vukubulacağına istidlâl edilir. Bu câizdir. Ve dok-torun nabzına bakarak hastalığa veya sıhhate istidlâli gibidir.
Ama hâdisatın Allah'ın kazası ile olduğuna inanmaz, yahut kendisinin gâibi bildiğini iddia ederse kâfir olur.
Bunlardan namaz vakitlerini ve kıbleyi bile-cek kadar bir şeyler öğrenmekde beis yoktur».
Merginâni'nin bu izahatından anlaşılıyor ki fazlasını öğrenmekte beis vardır. Hatta «el-Fusul» da bunun haram olduğu açıkca söylen-miştir. Kitabımızın şarihi Muhammed Alâaddin de bu yoldan gitmiştir. Zâhire bakılırsa Merginâ-nî ilm-i nücumun ikinci kısmını kasdetmiştir. Onun içindir ki İmam Gazâlî, İhyâu'l-Ulûm'da, «İlm-i nücum. haddizatında kötü değildir. Çünkü o iki kısımdır...» demiştir.
Hazreti Ömer (r.a.), «İlm-i nücumdan karada, denizde yolunuzu bulacak kadarını öğrenin; geri kalanından vaz geçin!». demiştir. Fazlasından men etmesinin sebebi üçtür:
Birincisi: Bu ilim, halkın ekserisine zararlıdır. Çünkü kendilerine bu eserlerin yıldızların hare-keti neticesinde meydana geldiği anlatılınca yıldızların hakikî müessir olduğu kanaatine varırlar.
İkincisi: Yıldızlar hakkındaki hükümler sade-ce bir tahminden ibarettir. İlm-i nücûm, rivayete göre İdris Aleyhis-selâmın mucizesi imiş; sonra ortadan kalkmış.
Üçüncüsü: Bu ilimde bir fayda yoktur. Zira mukadder olan mutlaka meydana gelecektir. Ondan korunmaya imkân yoktur.
İlm-i remil: Birtakım çizgi ve noktalardan meydana gelen şekillerle malûm kaideler tahtın-da harfler çıkaran ve bunlardan ileride olacak şeylere delâlet eden cümleler kuran bir ilimdir. Bunun kat'î haram olduğu malûmdur. Aslının İdris Aleyhisselâm'a mahsus olduğunu az yuka-rıda gördük. Onun şeriatı mensuhtur.
İbn-i Hacer'in «F e t â v â» sında bu ilmi öğrenmenin ve öğretmenin şiddetle haram olduğu beyan edilmektedir. Çünkü bu ilimde avam tabakasını aldatarak remilcinin gaibi bil-mek hususunda Allah'a ortak olduğunu vehmet-tirmek vardır.
Tabii ilim: Çeşitli hallerde değişip değişme-mesi yönünden cismin halinden bahseden ilimdir. İbn-i Hacer'in «Fetevâ» sında bu ilmin felsefeciler yolu üzere olanının haram olduğu bildirilmiştir. Çünkü birçok mefsedetlere yol açar. Bu âlemin kadîm olduğuna inandırması bu kabildendir. -Tabiî ilim- haram olması husu-sunda ilm-i nücûma benzer. Zira her ikisi de ayni şekilde mefsedetlere yol açarlar.
Sihir: Bir ilimdir ki, ondan nefsâni bir meleke hasıl olur ve o meleke ile gizli birtakım sebeb-lere dayanan garip fiiller yapılabilir. Bîrîzâde'nin «el-İzâh» haşiyesinde, «Şumunnî, sihri öğren-mek ve öğretmek haramdır demiştir», ibaresi vardır.
Ben derim ki: Bu mutlak sözün iktizası sihrin müslümanlardan zararı defi için öğre-nilmesinin bile haram olmasıdır.
Zağferânî şerhinde şöyle deniliyor: «Bize göre sihrin vücudu, tesavvuru ve eseri haktır. »
«Zahiretü'n-Nâzır adlı eserde beyan edildi-ğine göre ehli harp kâfirin sihrini bozmak için sihir öğrenilmesi farz; karı ile kocayı birbirinden ayırmak için öğrenilmesi haram; aralarını yatış-tırmak için öğrenilmesi mubahdır.» Tahtavî bu sözü «el-Muhit» den rivayet eden bir zattan naklettikten sonra «Muhit'te şu da vardır: Hadisde tivele'den de nehiy buyurulmuştur. Tivele “kadını kocasına sevdirmek için yapılan büyüdür.” demiştir.
Ben derim ki: Tivele'nin haram olduğu, «el-Hâniyye» nâm eserde tasrih edilmiştir. İbn-i Vehbân onun illetini beyan ederken, tivele, sihrin bir nevidir, demiştir. İbn-i Şıhne, «Bunun muktezâsı bu işin sadece âyet yazmaktan ibaret olmamasıdır, belki onda ziyade bir şey vardır.» diyor.
Fethü' kadir'de sihir yapanın ve zındıkın tevbesinin kabul edilmeyeceği beyan edilmiştir. Binaenaleyh sihir yapanın öldürülmesi vacipdir. Fesad için çalışması sebebiyle kendisinden tevbe de istenmez. Ama itikadında küfrü icap eden bir şey yoksa mucerred bu işi yapdığından dolayı katli vacip olmaz.
«Tebyinü'l-Meharim» adlı eserde İmam Ebu Mansur'dan naklen şöyle denilmiştir: «Sihir ya-pan kimse alel'ıtlak kâfirdir, demek hatadır. İşin hakikatini araştırmak icap eder. Eğer sihir de imanın şartlarından birini inkâr varsa küfürdür. Yoksa küfür değildir.»
Ben derim ki: Filhakika Malikilerden İmam Karâfi küfür olan sihirle küfür sayılmayan sihir arasında fark olduğunu söylemiş ve bu babda sözü hayli uzatmıştır. İsteyenler «Cevhere» şerhi «Lakkani-i-Kebîr'in sonlarına müracaat edebilirler. Bu meseleyi Allâme İbn-i Hacer'in «el-İlâm fi Kavatıi'l-İslâm» adlı eserinden de mütalâa edebilirler.
Hâsılı şudur ki: «Sihir üç nev'e şâmil bir cins ismidir.
Bunların birincisi simya'dir. Simyâ, yerin has-salarından olan hususi içyağ gibi şeylerden ter-kip edilen yahud hususî kelimelerden meydana getirilen bir şeydir ki, bu kelimeler beş duygunun veya beş duygudan birinin hakikî vücudu olan bir şeyi yahud sırf hayalî olan bir yiyeceği, kok-lanan bir nesneyi veya başka bir şeyi anlama-sını gerektirir.
İkincisi: himya'dır. Bu da aynı şeyi gerek-tirirse de yerin hassalarına değil, gök cisimle-rinin eserlerine izafetle yapılır.
Üçüncüsü: bazı hakikatların hassalarıdır. Meselâ, yedi taş alınarak bir nevi köpeğe atılır. Köpek ağzı ile taşı kapınca o taş bir suya atılır. Bu süretle taşlar bitince su istenilen kimseye içirilir ve içen kimsede hususi birtakım eserler görülür. İşte sihrin üç nev'i bunlardır ki, bazıları küfür sayılan söz, itikad veya fiil ile, bazıları da taş atmak gibi küfür sayılmayan şeyler le yapılır. Sihir yapanların kitaplarında birçok fasılları vardır. Ve her sihir denilen şey küfür değildir. Çünkü sihir sebebiyle bir kimseyi tekfir, onun zararından dolayı değil, yaptığı işin küfür olma-sındandır.
Meselâ, yıldızların Allah olduğuna itikad eder, yahut Kur'an'a ihanette bulunur veya küfrü icap eden bir söz söyler». İbn-i Hacer'in bu beyanâtı İmam Ebu Mansur Mâturidî'nin sözüne muvafıktır.
Sonra, sihir yapan kimseye mutlak surette kâfir denilememesinden onun öldürülmemesi lâzım gelmez. Zira yukarıda görüldüğü vecihle onun öldürülmesi fesada çalıştığı içindir. Yaptığı sihirle başkalarına zarar verdiği sabit olursa - velev ki küfrü icap etmeyen bir şeyle yapmış olsun- şerrinden kurtulmak için öldürülür. Nite-kim insan boğanlarla, yol kesenler de öldürü-lürler.
Kehânet: Kâinattan geleceğe aid haber ver-mek ve esrarı bildiğini iddia etmektir. «Nihâye-tü'l-Hadis» de beyan edildiğine göre, Araplarda Şık ve Satîh gibi kâhinler varmış. Bunlardan bazıları kendisinin bir tâbii/cinni bulunduğunu ve ona haber getirdiğini söyler; bir takımları da olacak şeyleri bazı mukaddimelerle bildiğini, bu mukaddimelerle sual sorduğu kimsenin sözün-den, halinden veya fiilinden onlara muvafık şekilde istidlâlde bulunduğunu iddia ederlermiş. Araplar buna Arrâf adını verirlermiş. Çalınan şeyi bildiğini iddia edenler bu kabildendir. «Her kim bir kâhine giderse...» hadisi, arrâf ve müneccimlere şâmildir. Araplar ince bir ilimle meşgul olan herkese kâhin derler. Bazıları müneccim ve tabibe de kâhin derler.
Felsefeye mantık dahildir. Zira yukarıda da beyan ettiğimiz gibi mantık, felsefenin ikinci cüz'üdür. Burada mantıktan murad, Felsefecile-rin bâtıl mezheplerine istidtâl için kitaplarına yazdıkları şeylerdir.
Mukaddimelerini, İslâm'ın kâideleri teşkil eden İslâm feylesoflarının mantığına gelince, onun haram olduğunu söylemeye imkân yoktur. Hatta İmam Gazâli ona Mi'yarü'l-Ulûm adını vermiştir. İslam uleması mantık hakkında kitap-lar te'lif etmiştirlerdir. Muhakkiklerden Kemal ibn-i Hümâm bunlardandır ve usul-u fıkıha dair yazdığı «et-Tahrir»in mukaddimesinde mantıkın ekseri bahislerini beyan etmiştir.
Harf ilminden murad, kimyaya işaret olan «Kâf» olabilir. Bunun haram olduğunda şüphe yoktur. Çünkü mal zayi etmekten ve faydasız şeylerle iştigalden ibarettir. İhtimal bütün harfler kastedilmiştir. Bunlardan harekâta delâlet çıka-rılır. Harf ilminden harflerin esrarı kasdedilmiş de olabilir. Bu esrar istihdam vefikleri ile çözülür. Tılsımların kasdedilmiş olması da muhtemeldir.
«Lokkaanî» nin şerhinde beyan edildiğine göre tılsım ilmi, bu ilim erbabının iddialarına göre felek ve yıldızlarla teallûku olan birtakım hususî isimleri, maden ve diğer cisimlere nak-şederek bir hassa meydana getirmek ve o hassa ile cisimleri âdî vakalara bağlamaktır.
Allâme İbn-i Hacer «et-Tuhfe» namındaki eserinin Necasetler Babında şunları söylemiştir:
«Bir şeyin hakikatinden değişip değişmeye-ceği, meselâ bakırın altın olup olmayacağı sübut bulmuş mudur bulmamış mıdır? Bu suale bazıları evet cevâbını vermişlerdir. Çünkü Hazret-i Musa'nın asası hakikaten yılan olmuş-tur; aksi takdirde mucize bâtıl olurdu.
Birtakımları hayır cevabını vermişler, «zira hakikatlerin değişmesi imkânsızdır», demişler-dir. Hak olan söz birincisidir.»
İbn-i Hacer bu bâbdaki sözünden sonra «Tenbih» diyerek şunları ilâve etmiştir: «Çok defalar ilm-i kimya ve bu ilmin öğrenilmesinin helâl olup olmadığı soruluyor. Biz bu bâbda hiçbir âlimin sözüne rastlayamadık. Öyle görünü yor ki bu da yukarıdaki hilafa ibtinâ etmektedir. Ve birinci kavle göre bir kimse bu ilmi yüzde yüz cismin hakikatini değiştirecek şekilde bilirse, öğrenmesi ve öğretmesi caizdir. Zira bunda hiçbir vecihle mahzur yoktur.
İkinci kavli ele alırsak, yahud bir insan bu ilmi yakiken bilmez de aldatmaya vesile olursa, söylenecek söz haram olmasıdır.
İbn-i Hacer'in kısaca arzettiğimiz sözünün hâsılı şudur: Eğer hakikatlerin değişmesi sabittir, dersek ki hak olan da budur, bununla amel câizdir; öğrenmesi de câizdir. Çünkü aldatma değildir. Gerçekten bakır altına veya gümüşe inkılâp eder.
Hakikatlerin değişmesi sübût bulmamıştır, dersek; amel ve ilim caiz değildir. Çünkü aldatmadır. Nitekim ilmin hakikatini bilmeyene de caiz değildir. Zira bunda mal itlâfı yahut müslümanları aldatma vardır. Zâhir şudur ki bizim mezhebimize göre hakikatlerin değişmesi sabittir. Delili, fukahamızın ayn-ı necasetin değişmesi hususundaki sözleridir. Şarabın deği-şerek sirke olması ve kanın miske inkılâbı gibi şeyler bu kabildendir.
İlm-i Musiki: Riyazı bir ilimdir. Onunla nağ-melerin halleri, ikâları, bestelerin te'lifi ve âletle-rin icâdı bilinir. Bu ilmin mevzuu ruhlara tesiri yönünden sesdir. Semeresi/neticesi, ruhları ferahlandırmak, değiştirmek, takviye etmek ya-hud hüzünlendirmektir.
Mekruh olan ilim, müvelledinin gazel ve betâlet şiirleridir.
Gazelden murad, kadın ve oğlanları vasfe-den şiirlerdir. Betâlet de gazelin bir nevidir. Sevenle sevilenin, yahud sevenle onu suçlayan-ların birleşme, ayrılma, aşk ve sevda gibi halle-rini tasvire şâmildir.
Ben derim ki: Şu halde mekruh olan bitâle-nin devam üzere yapılan ve sanat edinilip Allah'ı zikirden ve şer'î ilimleri tahsilden alıkoyan şiir olduğuna işâret edilmiş olsun. Muttefekun aleyh olan şu hadis-i şerif bu mânâya tefsir edilmiştir:
«Birinizin içinin irinle dolması, şiirle dolmasından daha hayırlıdır».
Binaenaleyh nükte yapmak, letâfet göster-mek, üstün teşbihler ve ince manâlar ifâde etmek maksadıyla az miktarda şiir söylemekte beis yoktur; velevki kadının yüz ve boy güzelliğini tasvir etsin. Çünkü ayni maksadla bedî uleması müvelledinin ve diğer şâirlerin şiirleriyle istişhadda bulunmuşlardır.
Kemal bin Hümân'ın «Fethû'l - Kadir» de şehadet bahsinde beyan ettiği vecihle şiirin haram olanı, sözlerinde helâl olmayan vasıflar bulunanıdır. Erkekleri, hayatta olan muayyen bir kadını ve o kadına karşı heyecanı arttıracak şarabı ve şarkıları tasvir; bir müslümanı veya zimmiyi hicvetmek bu kabildendir.
Ama hiciv maksadı ile değil de sırf istişhad için yahud fesahat ve belagatını bildirmek niye-tiyle şiir söylmekte bir beis yoktur.
İbn-i Abbas'ın ve Ebu Hüreyre (r.a.) nin ihramlı iken şiir okuması, Kâ'b bin Züher (r.a.)'ın Huzur-u Nebevî'de meşhur kasidesi Bânet Suâd'ı söylemesi buna delildir. Hazreti Hassan b. Sabit'in bu nevi şiirleri çoktur.
Müvelledinden murad; Arap şâirlerinden son-ra gelen şâirlerdir. Kamus'un beyânına göre müvelled; her şeyin sonradan icad edilenidir. Müvelled şâirler de sonradan geldikleri için kendilerine bu isim verilmiştir.
Arap edipleri altı tabakaya taksim edilmiş-lerdir.
Birinci tabaka: İlk cahiliyet devrinde Âd ve Kahtân'dan yetişenlerdir.
İkinci tabaka : Muhadramîn nâmı verilen ve hem câhiliyet, hem de islâm devirlerinde yaşa-mış olanlardır.
Üçüncü tabaka : İslâmiyet devri şâirleri.
Dördüncü tabaka : Müvelledler,
Beşinci tabaka : Yeni şâirler.
Altıncı tabakâ : Son devir şâirleridir.
İlk üç tabaka belâgât ve fesâhatta merci'dir-ler. İslâm fukahasına göre onların şiirlerini dirâyet ve rivâyet yönleriyle öğrenmek farz-ı kifaye'dir. Çünkü Arap kavâidi bunlarla sabit olur. Kitabullah ile sünnet te bu kavâidle öğre-nilir. Helâl ile haramı ayırdeden hükümler ise kitap ile sünnete mütevakkıfdır. Şâirlerin sözle-rinde mânâ itibarı ile hata olsa bile lâfız ve terkip itibariyle hata câiz değildir.
HANEFİ FIKHI MEZHEP NERDEN ÇIKTI
HAZIRLAYAN: ALİ KARA
Bismillahirrahmânirrahîm!
Allahu teala’ya sonsuz hamdu senalar olsun.
Alemlere rahmet olan, ashabına ictihadı öğretip teşvik ederek ümmetini hidayet yollarına sevk eden Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem üzerine, âl ve ashabına da sonsuz salat ve selam olsun.
Muhterem kardeşlerim! Son zamanlarda türe-yen ahırzaman alameti bid’atçı cahiller, din, mez-hep, sünnet, fetva, ictihad ve daha bir çok mese-leyi dümdüz ederek ortalığı allak bullak ettiler, müslümanların itikad ve amelini perişan ettiler. Biz ilim ve tasavvuf ehli olarak bu gidişe gücümüz nispetinde dur demeye çalışıyoruz.
Sizlere takdim etmekte olduğumuz bu gibi eser-lerle, inkar edilen konuları açıklamaya, evveli alim-lerin beyan ettiği şekilde itikad ve amelimizi koru-maya gayret ediyoruz ve sizleri de bu hususta davaya hizmet adına konulara sahip çıkmanızı diliyoruz.
Elinizdeki şu küçük eser, ictihad, mezhep, fet va gibi önemli konuları beyan eder. Sizler bunları okuyup başka kardeşlere de ulaştırırsanız, bu yolda önemli bir hizmete destek vermiş olursunuz.
Allahu teala hepimizi ehli sünnet yolunda daim eylesin, hayırlı işlerde muvaffak eylesin. Âmîn!
www.alikarahoca.net www.müceddidvakfi.org
Ali Kara (Rebiulâhır-1434)
HANEFİ FIKHINDA BAZI ISTILAHLAR
Âmmetu-l Meşayıh: Ulemamızın ekserisi.
Caiz: Bazan sahih manasında kullanılır, bazan helal olur manasındadır.
Lâ-be’s: Ekserde mubah ve terki evla olan için kullanılır. Bazen de mendub için kullanılır.
Yenbaği: Mendub ve gayrısında, evvelki alimlerin örfün de kullanılmıştır. Sonra gelen alimler sadece mendubta kullanmışlardır.
Meşayıh: İmamı A’zam’a yetişemeyen alim-ler.
Mütekaddimin: Üç imama yetişenler.
Yetişemeyenler, müteahhirindir.
Halef: İmamı Muhammed’den, Şemsul Eim-me’ye kadar olan dönem. (Hicri: 189-456 tarih-leri arası.)
Selef: Ebu Hanife’den, İmamı Muhammed’e kadar. (Hicri: 80-189)
Mütekaddimin ile müteahhirin arasını ayıran tarih hicri 300 yılı başıdır.
Sadru-l Evvel: Ancak selef için söylenir. Haklarında Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in şahitlik ettiği ilk üç asırdır.
Imam: Hanefi fıkhında bu tabir İmamı A’zam için kullanılır.
Sahibi-l Mezheb: Ebu Hanife.
Sahibeyn: Ebu Yusuf ve Muhammed.
Şeyhayn: Ebu Hanife ve Ebu Yusuf.
Tarafeyn: Ebu Hanife ve İmamı Muhammed.
Imamı Sani: Ebu Yusuf.
Imamı Rabbani: İmamı Muhammed.
Eimme-i Selase: Ebu hanife, Ebu Yusuf ve Muhammed.
Eimme-i Erbaa: Dört mezheb imamı.
Müftü meselesi:
Bu bâbda «Fethü'l-Kadir» de şöyle denilmek-tedir: Usul-ü fıkıh ulemasınca kararlaşan görüşe göre müftî, müçtehid demektir. Müçtehid olma-yan ve sadece müçtehidlerin sözlerini ezberle-miş bulunan bir kimse müfti değildir.
Ona düşen vazife, kendisine bir mesele sorul duğu vakit, İmam A'zam gibi bir müçtehidin sözünü hikâye ederek söylemesidir. Bundan anlaşılır ki zamanımızda mevcud ulemanın fetva ları fetva değil, müftînin sözünü nakilden iba-rettir. (Ya şimdikiler….Anlayın ne hadeyiz..)
Bir sözü müctehidden nakletmenin iki yolu vardır. Ya elinde bir senedi (makbul biri rivayet) vardır, yahut ellerde dolaşan güvenilir bir kitap-tan alarak söyler.
RESMU-L MÜFTÎ
(FETVA VERENLER İÇİN LAZIM GELEN USUL)
Zamanımızda müfti olana bir mesele soru-lunca, eğer o mesele mezhebimizdeki zahir-rivayetlerde ihtilafsız olarak mevcut ise, müfti olan da o görüşe meyleder ve onların sözüyle fetva verir, kendi görüşüne tabi olup mezhep imamlarımıza muhalefet etmez.
Her ne kadar o mesele içtihadi olsa da; zira zahir şu ki, hal eski alimlerimizledir. Kendi içti-hadı, onların içtihadı mertebesine ulaşamaz. Onlara muhalefet edenin sözüne de bakmaz, delilini kabul etmez, zira evvelki alimlerimiz bütün delillere baktılar ve sahih olan ile sakat olanın arasını ayırdılar.
Eğer mesele alimlerimiz arasında ihtilaflı ise, bakılır, eğer İmamı A’zam ile birlikte iki arkada-şından (Ebu Yusuf ve Muhammed) biri aynı görüşte ise, ikisinin sözünü alır, zira her ikisinde şartlar toplanmış ve doğru deliller birikmiştir.
Eğer İmamı A’zam’a, iki imamın görüşü mu-halif ise ve mesele, zamanın değişmesiyle olan bir ihtilaf ise, mesela şahitlerin zahiri adaletine bakarak hüküm vermek gibi, bu durumda ima-meynin sözü alınır, zira zaman değişmekle insanların hali değişmiştir.
Mesele ziraatçılık, ağaç bakımı, selem gibi konularda ise sonra gelen alimlerin ittifakıyla imameynin sözü alınır.
Bunlardan başka konularda ise, alimlerin bazısı der ki, müfti olan kişi muhayyerdir. Abdul-lah ibni Mubarek der ki, İmamı A’zam’ın görüşü alınır.
Müçtehid hakkında alimler konuşmuşlar, bazısı der ki, müçtehid, kendisine on mesele sorulunca sekizinde isabet ederse müçtehiddir.
Bazıları der ki, müçtehidin Mebsut kitabını ezberlemiş olması gerekir, nasih, mensuh, muh-kem, müevvel gibi kısımları, insanların adetlerini ve örflerini bilmesi lazımdır.
Eğer mesele zahirrivayede yoksa, eğer alim-lerimizin kaidelerine uygun ise, onunla amel edilir. Eğer onun hakkında alimlerimizden bir rivayet bulamazsa, sonra gelen alimler o mesele de bir görüş üzerine ittifak halinde iseler, onunla amel eder. Eğer ihtilaflı iseler, müfti olan müç-tehid, kendi görüşü ile karar verir, katında doğru bildiği ile fetva verir.
Eğer müfti müçtehid olmayan mukallid ise, onun katında insanların en fakihi kim ise onun fetvasını alır, vereceği cevabı ona nisbet eder.
Eğer fakih olan başka bir şehirde ise ona yazarak cevabı talep eder; haramı helal yapmak veya aksi ile Allah üzerine iftiradan sakınmak için acele etmez. (Fetevayı Bezzaziyye’den)
HANEFİ FIKHINDA MEŞHUR KİTAPLAR
İmam Muhammed b. Hasen'in ve diğer ule-manın kitaplarıdır ki, bunlar haber-i mütevatir, yahut meşhur haber derecesin dedirler.
Şimdi biraz da zahirî rivayetlerden bahsede-lim: Malûm olsun ki mezhebimiz uleması, mese-leleri üç tabakaya ayrımışlardır.
Birincisi Usul mesâilidir. Bunlara zahir-i rivaye de derler ki, mezhep sahipleri olan Ebu Hanîfe, Ebu Yusuf ve Muhammed'den (Muham-med tarafından) rivayet edilen meselelerdir. Bu zevata İmam Züfer, Hasan İbn-i Ziyâd ve diğer birkaç İmam da katılırlar. Çünkü onlar da İmam A'zam'dan ilim talep etmişlerdir. Lâkin ekseriyet-le şuyû bulduğuna göre zâhir-i rivaye denilince üç imam anlaşılır.
Zahir-i rivaye kitapları İmam Muhammed'in altı kitabıdır.
Bunlar, el-Meb-sût, ez-Ziyâdât, el-Camiu's-Sagîr, es-Siyeru's-Sagir, el-Camiu'l-Kebîr ve es-Siyeru'l-Kebir'dir.
Mezkûr kitaplara zâhir-i rivaye denilmesinin sebebi; İmam Muhammed’den, güvenilir zevât vasıtasıyla rivayet edildikleri içindir. Bu kitaplar İmam Muhammed'den ya tevatür yolu ile yahut şöhret yolu ile rivâyet edilerek sübut bulmuş-lardır.
İkinci tabaka, Nevadir (nadir) meselelerdir. Bu meseleler mezkûr imamlarımızdan rivayet edilmişlerdir. Ancak yukarıda isimlerini saydığı-mız kitaplarda değildirler; ya İmam Muhammed 'in diğer kitaplarında, yani Kîsâniyât, Harû-niyât, Curcâniyât ve Rukiyyât gibi eserlerinde, yahut ondan başka bir zatın kitaplarında nakledil mişlerdir.
Meselâ; Hasen ibn-i Ziyâd'ın «el-Muharrer» nâmındaki eseri bunlardandır. Bunlara zâhir-i rivaye adının verilmemesi, birinciler gibi sahih ve sabit rivayetlerle nakledilmedikleri içindir.
İmam, Ebu Yusuf'dan rivayet edilen «el-Emâli» nâmındaki kitaplar da nevadirden sayılır-lar.
Emâli, imlanın cem'idir. İmlâ; âlimin ezberden söyleyerek yazdırdığı şeydir. Selef ulemasının adetleri buydu.
İbn-i Semâa, Mualla b. Mansur ve diğer bazı ulemanın muayyen meselelerdeki münferid rivâyetleri de nevadir meselelerden sayılırlar.
Üçüncü tabaka, Vakıat denilenlerdir. Bu, meseleleri müçtehidlerle onlardan sonra gelen müteehhirin ulema soruldukları zaman istinbat etmişler, fakat bu bâbda bir rivayet bulamamış-lardır.
Müteehhirin ulemadan murad; Ebu Yusuf'la Muhammed'in talebeleri, talebelerinin talebeleri vesairedir ki bunlar pek çoktur.
Ebu Yusuf'la Muhammed'ın talebelerinden bazıları:
Hısam b. Yusuf, İbn-i Rüstem, Muhammed b. Semâa, ebu Süleyman el-Cürcânî ve Ebu Hafs el-Buhari'dir. Onlardan sonra gelen zevat da: Muhammed b. Seleme, Muhammed b. Mukâtil, Nasir b. Yahya ve Ebu'n-Nasır el-Kasım gibi zevattır. Bu zevat bazen elde ettikleri delil ve sebeb dolayısıyla mezheb sahiplerine muhalefet etmişlerdir.
Onların fetvaları hakkında yazılıp elimize geçen ilk kitap Fakih Ebu'l-Leysi Semerkandî'nin «Kita-bu'n-Nevâzil»'idir. Ondan sonra ulema baş ka kitaplar toplayarak te'lif etmişlerdir. Mecmu-u'n-Nevâzil, Natifî'nin «Vakıât»ı, Sadru'ş-Şehid' in «Vakı ât»ı bunlardandır.
Daha sonra gelen ulema bu meseleleri birbi-rinden ayrılmayacak şekilde karışık yazmışlar-dır. Nitekim Kâdihân'ın «Fetâvâsı» ile «Hulâsa» ve diğer kitaplar böyle yazılmışlardır.
Bazıları meseleleri ayırmışlardır. Mesela Ra-dıyyuddin'in «Kitabu'l-Muhît»i böyledir. Radıy-yuddin-i Serahsi evvela usul meselelerini, sonra Nevazil'i sonra Fetava'yı sıralamıştır ki güzel bir iş yapmıştır.
Şunu da arzedelim ki Mesailü'l-Usul yani temel meselelere aid kitaplardan biri Hâkim-i Şehid'in Kitabûl-Kâfisi'dir. Bu kitap mezhebi-mizin nakli hususunda mutemed bir eserdir. Onu ulemadan bir cemaat şerhetmişler dir. İmam Şemsu'l-Eimme Serahsî bunlardan biridir. Serahsî'nin eseri «Mebsûtu Serahsi» nâmıyla meşhurdur. Allâme Tarsusî, «Serahsî'-nin Mebsut'u öyle bir kitaptır ki, onun muhalifi ile amel edilmez. Ancak ona bel bağlanılır. Ve ancak onunla fetva verilir», demiştir.
Mezhebimizin kitaplarından biri de «el-Münte kâ»dır. Bu eser de Hakim-i Şehîd'indir. Ancak eserde bazı Nevâdir bulunmaktadır.
Malûmun olsun ki, İmam Muhammed'den rivayet edilen Mebsût nüshaları çoktur. Bunların en meşhuru Ebu Süleyman el-Cürcani'nin Meb-sut'udur Müteehhirin ulemadan bir cemaat, Mebsût üzerine şerhler yazmışlardır.
Hâherzâde ismi ile mâruf olan Şeyhül-islam Bekir ile Şem-sü'l-Eimme el-Hulvânî ve diğerleri bunlardandır. Haherzade'nin yazdığı şerhe ‘Meb sut-u Kebir’ nâmı verilir. Bu zevatın Mebsut'ları hakikatte şerhlerden ibarettir. Onlar eserlerini İmam Muhammed'in Mebsût'u ile karışık olarak yazmışlardır. Nitekim «el-Câmiu's-Sagir»i şerh eden Fahru'l-İslâm Kâdîhân ve diğer ulema da böyle yapmışlardır.
Bu meseleyi Kâdıhan «el-Câmiu's-Sagir»de beyan etmiştir; denilir. Halbuki murad Câmiu's-Sagir'in şerhidir. Diğerleri de böyledir.
Ben bunları el-Bîrî'nin «el-Eşbâh» şerhi ile İsmail-i Nablusî'nin «Dürer» şerhinden kısalta-rak aldım. Bunları belle! Çünkü mezhebimiz ulemasının «Tabakât»ı gibi, bellenmesi mühim olan şeylerdendir. Mezhebimiz ulemasının taba-kalarını inşallah az ileride beyan edeceğim.
«el-Bahr» nâm eserin hac bahsinde beyan edildiğine göre Hakim-i şehîd'in «el-Kâfî» sinde İmam Muhammed'in altı kitabındaki bütün mese leler toplanmıştır. Bunlara zâhir-i rivaye derler.
Mi'râcu'd-Diraye sahibi «Asl»ı Mebsut diye tefsir etmiştir. «el-Bahr ve en-Nehir» nâm eserle rin bayram bahsinde İmam Muhammed'in, el-Asıl'dan sonra el-Câmiu's-Sagir'i te'lif ettiği kay-dedilmiş, itimat edilecek kitap ancak bu eserdir, denilmiştir.
En-Nehir sahibi sözüne şöyle devam ediyor: el-Asl'a bu ismin verilmesi, İmam Muhammed ilk eser olarak onu te'lif ettiği içindir. Sonra el-Camiu's-Sağir'i, daha sonra el-Camiu'l-Kebir'i da ha sonra da ez-Ziyâdât'ı yazmıştır. Serahsî-'nin beyanına göre imam Muhammed'ın fıkıh babın-da tasnif ettiği son eseri es-Siyeru'l-Kebir'dir.
İbn-i Emirûl-Hacc'ın «Şerhu'l-Münye» nâmın-daki eserinde İmam Muhammed'in ekseriyetle kitaplarını Ebu Yusuf'a okuduğu, ancak Kebîr ismini verdiği kitaplarını okumadığı kaydedil-mektedir.
Kebîr ismini verdiği kitaplar: El-Mudârabetü'l-Kebir, ez-Zira-atü'l-Kebir, el-Me'zünü'l-Kebir, el-Câmiu'l-Kebir ve es-Siyeru'l-Kebîr gibi eserleri-dir ki bunlar, onun kendi emeğinin mahsulüdür.
Kitaplardan nasıl fetvâ verileceğini az yukar-da Fethü'l-Kadir'den naklen bildirmiştik. Buna göre garip kitaplardan fetva vermek câiz değil-dir.
«el-Eşbah» şerhinde şöyle deniliyor: «en-Nehir» Aynî'nin Şerhü'l-Kenzi, Tenvirü'l-Ebsar, Dürrü'l-Muhtar gibi muhtasar kitaplardan fetva vermek caiz değildir. Bunun sebebi ya müel lifinin hali bilinmemesidir. Meselâ Molla Miskîn'in «Kenz» şerhi ile Kuhistâni'nin «en-Nikâye» şerhi bu kabildendir, yahut bu gibi kitaplarda zayıf kaviller nakledilmiştir. Meselâ: Zahidî'nin «el-Kunye»si bu kabildendir.
Buna göre bu kitaplardan fetva vermek câiz değildir. Ancak kendisinden nakledilen zat malûm olursa o başka. «el-Eşbah Ve'n-Nezâir»i de bunlara katmak gerekir. Çünkü kitapta öyle kısa tabirler vardır ki mânâları ancak asılları görüldükten sonra anlaşılır. Hatta kitabın birçok yerlerinde mânâyı bozacak şekilde kısaltmalar vardır. Bunlar kitap hâşiyeleri ile beraber mütâ-lâa edildiği zaman anlaşılır. Binaenaleyh, kitabın sırf metnini okumakla iktifa eden bir müftü, hata-dan salim olamaz. Mutlaka, onun hâşiyelerine yahut başka kitaplara müracaat etmesi gerekir.
Ebu's-Suûd el-Ezherî'nin «Miskin» şerhi hâşi-yesinde, İbn-i Nüseym'in «Fetâvâ»sı ile «Fetâ-vâ-i Tûriyye’ye itimad câiz değildir, denilmiştir.
MÜFTÜ İLE KÂDI ARASINDA FARK
Şeyh Kâsım'ın «Tashih» namını verdiği kita-bında söylediklerinin hasılı şudur ki, müftü ile kadı arasında fark yoktur.
Ancak, müftü hükmü haber verir, kadı ise onu sorumlu tutar. Mercuh, yani terkedilmiş bir kaville hüküm ve fetva vermek cehalettir, icma-ya muhalefettir. Müleffek hüküm, bi'l-icma batıl-dır. (Hükümleri birleştirip yeni bir hüküm verme işi, icmaen batıldır.)
Bir müçtehidi amelde taklid ettikten sonra bundan dönmek, ittifakla batıldır. Mezhepte muh tar olan budur. Hilâf, müçtehid olan kadıya mahsustur. Mukallide gelince; onun, mezhebi hilafına hüküm vermesi asla nafiz/geçerli değil-dir. «el-Kunye» nam kitapta da böyledir.
Ben (İbni Abidin r.a.) derim ki:
Bilhassa bizim zamanımızda katiyyen geçerli olamaz. Çünkü Sultan, zayıf kavillerle hüküm vermekten nehyettiğini fermanında hasseten bildirmiştir. Şu halde, mezhebi hilâfına nasıl hü-küm verebilir? Böylesi, mezhebinden olup kendi sine itimad etmeyene nisbetle mazul/azledilmiş sayılır. Binaen-aleyh, onun hakkındaki hükmü geçerli olmaz, bozulur. Nitekim «el-Fetih, el-Bahr» ve «en-Nehir» gibi kitapların kaza bahis lerinda yeterince izah edilmiştir.
Açıklama:
Müftü ile kadı arasında fark olmaması, ikisi-nin de kendi arzularına göre amel etmelerinin câiz olmamasına göredir. Gerçi, müftü muhbir, kadı mülzimdir. Fakat, yine her hadisede ule-manın tercih ettiklerine tâbi olmaları gerekir, yoksa aralarında her cihetten fark yok demek değildir.
Mercuh, yani terkedilen (kabul görmemiş) kaville hüküm ve fetva vermek caiz olmadığı gibi, fetvâyı verenin kendisi dahi amel edemez.
Allâme Şurunbulâlî «el-lkdü'l-Ferid» adını verdiği risalesinde şöyle diyor: Şafiî'nin mezhebi muktazası Subkî'nin de dediği gibi mercuh kaville hüküm ve fetvâ vermek yasaktır. Fakat, fetvâyı verenin kendi ameli yasak değildir.
Hanefiyye mezhebi ise fetvâ verene, daha düşük söz ile amel etmesi yasaktır. Çünkü, düşük söz neshedilmiştir. Bu, bellenmelidir.
«Bîrî» bunu, nassların mânâsını anlayacak fikri, re'yi olmayan âmmi ile kayıtlayarak şöyle demiştir: Acaba, bir insanın zayıf rivayetle kendi nefsi hakkında ameli caiz midir?
Evet, fikir ve re'y sahibi ise caizdir. Fakat, avamdan olursa, cevabın ne olacağını görme-dim. Lâkin, musannıfın fikir sahibi olmakla tak-yîd etmesine bakılırsa, avamdan olan kimseye bu caiz değildir. «Hızânetü'r-Rivâyât» da, nâss ve hadislerin mânâsını bilen âlim, dirâyet ehlin-den de olursa, o rivâyetle amel etmesi caiz olur, velev ki mezhebine muhalif olsun, deniliyor.
Ben derim ki: Bunlar, zaruret olmayan yerlere mahsustur. (Zaruri hallerde, sakıncalı şey mubah olur.)
«el-Bahr» sahibi, hayız kanlarının renklerin-den bahsederken zayıf kaviller zikretmiş, sonra şöyle demiştir: «Mi'rac-i Diraye» de Fahrü'l-eimme'den naklen; bir müftü bu zayıf kavillerden biriyle zaruret hâlinde fetvâ verse ve bununla kolaylık göstermeyi istese iyi olur, deniliyor.
Keza, İmam Ebû Yûsuf'un; menî, şehvet kesildikten sonra çıkarsa guslü icap etmez sözü zayıftır. Ama, ulema yolcunun ve şüpheden (ken disine töhmet edilmesinden) korkan misafirin bu kaville amel etmesini caiz görmüşlerdir. Nitekim yerinde görülecektir. Bunlar, zaruret yerleridir.
Mercuh kavilden murad, terkedilen sözdür. Meselâ; İmam Ebû Yusuf'un kavli varken, İmam Muhammed'in sahih kabul edilmeyen, yahut kuvvetli görülmeyen kavli bu kabildendir. Zahir-i Rivaye'nin hîlâfına bir kavil, sahih de değilse, bununla fetva vermenin bâtıl olması evleviyette kalır. Dönülmüş olan söz ile fetvâ vermek de böyledir.
Müleffak hükümden murad; iki mezhepten alınarak (birleştirilerek) verilen hükmün sahih olup olmamasıdır.
Meselâ; abdestli bir kimsenin bedeninden kan akar ve bir kadına dokunur da, sonra o abdestle namaz kılarsa, bu namazın sıhhati Şafiî ve Hanefi mezheplerinden müleffak yani karma bir hükümdür, telfîk bâtıldır, namaz da sahih değildir.
Bir müctehidin kavliyle amel ettikten sonra, onu taklitten rücû etmenin bil-icma bâtıl olması meselesine gelince; bunu, muhakkîk İbn-i Hümâm «Tahrîr»inde açıkca beyan ettiği gibi; Âmidi «Usul'ünde, ve «Cemü'l-Cevâmi» de bahis mevzu etmişlerdir. Meselâ. İbn-i Hacer ile Remlî'nin ve İbn-i Kâsim'in dedikleri gibi şu surete hamledilmiştir:
Sabık/evvelki fiilden bir eser kalır da, her iki mezhebin razı olamayacağı şekilde karma hü-küm vermeye götürürse, batıldır. Mesela bir namazda, başın bir kısmına meshetmek husu-sunda İmam Şafıî'yi, köpeğin temiz olması husu sunda İmam Malik'i taklid etmek böyledir.
Keza, tehdid karşısında mecburen karısını boşayan bir kimseye Hanefî bir müftü, karısının talâk-i bâinle boş düştüğüne dair fetva verse, bu adam da karısının kızkardeşiyle evlense, sonra Şafii bir müftü, ilk karısının boş olmadığına dair fetvâ verse o kimse, Şafiî'ye uyarak ilk karısıyla cima edemediği gibi. Hanefî'ye uyarak ikinci karısıyla da cima edemez.
Yahut bu mesele, muayyen bir hâdisede, başka mezhebi taklidin yasak olduğuna hamle-dilmiştir, emsaline şümulü yoktur. Nitekim, İmam Subki bunu sarahaten beyan etmiştir. Subki'ye ulemadan bir cemaat tâbi olmuştur.
Misal şudur: Bir kimse Hanefî müftünün kavli-ne uyarak, abdest alırken başının dörtte birine meshetse ve o abdestle öğle namazına dursa; sonra Maliki mezhebine göre başın bütününü meshetmek lazım geldiğine inansa, namazını bozmaya hakkı yoktur.
Buraya Bezzaziye'nin şu sözünü de ilave edelim:
Rivâyete göre Ebu Yûsuf, hamamda yıkana-rak cuma namazını kılmış. Sonra hamamın ku-yusunda ölü bir fare bulunduğunu haber vermiş-ler. Ebu Yusuf, «Biz, Medineli kardeşleri-mizin kavliyle amel ediyoruz, onlara göre su, iki kulle miktarını buldu mu pislik taşımaz», demiştir. [1]
Musannıf'ın; «Hilâf, müçtehid olan kadıya mahsustur» sözünden murad, İmam A'zam'la İmameyn arasındaki hilâftır. Bunlar, bir müftü kasden kendi re'yine muhalif hüküm verirse geçerli midir, değil midir? meselesinde ihtilâf etmişlerdir.
İmam A'zam'dan iki rivâyet vardır: Bunların esah olanına göre evet, geçerlidir. İmameyn'e göre geçerli değildir. Nitekim «et-Tahrîr» nâm kitapta da böyle beyan edilmiştir.
Mezkûr kitabın şârihi şöyle diyor: «Hıdâye» de ve «el-Muhît» de, fetvânın imameyn kavline göre olduğu zikredilmektedir. Yani gerek kasten, gerekse unutarak verdiği fetvâ geçerli değildir. Gerçi, «Fetâvâ-yı Suğra» ile «Hâniyye» de fetva nın İmam-ı A'zam kavline göre olduğu kaydedil-mekte ise de, İmameyn'in kavli tercih edilir. Çünkü müctehid zannına göre amel etmekle memurdur, bunda bütün ulema müttefiktir. Bura-daki hükmü ise, zannının hilâfınadır.
Bazıları bu meseleyi, usul-i fıkıh ulemasının kavline göre müşkil bulmuşlardır. Çünkü onlara göre müctehid, bir hadisede içtihad ederek hüküm verirse, artık o hadise hakkında başka müçtehidi taklid etmesi bilittifak yasaktır. Hilaf, içtihat etmezden önce taklid edip edememesi hususundadır.
Ekseri ulemaya göre bu da yasaktır. İşte, bu mesele musannıfın ittifak davasını iptal eder. Ama, «et-Tahrir» sahibi buna cevap vermiş, İmam A'zam'ın ‘geçerlidir sözü’, bu hükmü ver-meye teşvîk icab etmez.
Evet, bazı yerlerde İmam A'zam ile İmameyn arasındaki hilâfın, helâl olup olmama mesele-sine dair olduğu kaydedilmiştir. Ve helal olmama sı rivâyetini tercih etmek icap eder, demiştir. Bu takdirde sıkıntı ortadan kalkar.
Mukallidin, mezhebi hilâfına verdiği hüküm asla geçerli değildir. Bunu «el-Kınye» sahibi, «el-Muhît» ve diğer kitaplardan nakletmiştir. Muhakkîk İbn-i Hümam, «Fethü'l-Kadîr»de buna katiyetle kâil olduğu gibi, talebesi allâme Kasım de aynı şekilde katiyetle hükmeder.
«en-Nehir» nâm kitapta şöyle deniliyor:
Mezheb hakkı-da «Fethü'l-Kadîr»de beyan edilenlere itimad etmek vaciptir.
Ferman, Sultanın mühürsüz yazısı demektir. Mukallid bir hakimin, kendi mezhebindeki zayıf kavillere dayanarak verdiği hüküm, sultanın emriyle geçersiz sayılırsa, mezhebi hilâfına ver-diği hüküm evleviyetle geçersizdir.
Ulemanın beyanına göre, bunun esası şuna dayanmaktadır: Hâkim tâyini, zamana, mekâna ve şahsa mahsus bir iştir. Eğer sultan, hâkimi hususi bir zaman, hususi bir mekân, yahut hususi bir cemaat için tayin etmişse bunlara aynen riâyeti gerekir. Çünkü hâkim, sultanın nâibidir. Hâkimi, bazı davaları dinlemekten menederse, o davalar hakkında vereceği hükmü geçersiz kalır. Meselâ hasım inkâr ettiği ve şer'i bir mâni de bulunmadığı halde, üzerinden on beş sene geçen bir davayı dinlemekten menet-mesi bu kabildendir.
HAKİMİN/KÂDININ VASIFLARI
Hak ile kaza/hüküm vermek, farzların en kuvvetlisidir, ibadetlerin en faziletlisidir. Kazaya ehil olan, şehadete ehil olandır. Ehliyet şartı, şehadetin ehliyet şartlarıdır.
Fasık, kaza’ya ehildir. Fasığı taklid (tayin) sahihtir. Fasığın şehadetini kabul etmek sahih olduğu gibi. Göreve tayin edilmemesi vacibtir.
Adil olan kadı fasık olsa, azledilmeyi hak eder. Zahir mezhebte azledilmiş olmaz. Ulema-mız bu görüş üzeredir. Şayet kadılığı rüşvetle elde etse, kadı olmaz. Fasık, müftü olmaya uygundur. Denildi ki, hayır.
Kâdı’nın öfkeli, katı, sert, inatçı olması uygun değildir. Kendisine dininde, iffetinde, aklında, salahında, anlayışında, sünneti bilmesinde, eser leri bilmesinde, fıkıh vecihlerini bilmesinde güve-nilir olması gerekir. Müftü de aynıdır. İçtihad, evla olması şartıdır.
Cahili[2] tayin sahihtir. Fakat daha kadir ve evla olan seçilir.
Zulmünden korkulan, hükmü yerine getirmek-le kaim olmaktan aciz olmasından korkanı tayin etmek mekruhtur. Nefsine, kadılığın farzını eda etmesine güveneni tayin etmekte beis yoktur. Kime kaza teayyün ederse, onun üzerine farz olur.
Kazayı talep etmez, istemez. Zalim sultanın kadıyı tayin etmesi caizdir. Bağilerden tayini caizdir. Ancak hak ile hükmü yerine getirmek mümkün olmazsa müstesnadır.
Zahiri bir oturuşla hüküm için mescidde oturur. Cami evladır. Kendi evinde otursa ve içeri girmeye izin verse bunda beis yoktur.
Hediye kabul etmez, ancak yakınından veya hediyeleşmek adeti olandan müstesnadır. Eğer ikisi arasında düşmanlık yoksa, ve normal adetini geçmezse.
Umumi davetlerde hazır olur, hususi davetler de bulunmaz. Bu, kendisi bulunmazsa hazırlan-mayacak olan ziyafettir. Cenazelerde hazır olur, hasta ziyaretinde bulunur. Mütercim edinir, adaletli katip tutar.
İki hasım arasında oturmakla, dönmekle, bakmakla eşitlik yapar. Tekine sevinç göster-mez, ona işaret etmez, ona ziyafet çekmez. Onun yüzüne gülmez. Onunla şakalaşmaz. Ona delilini telkin etmez.
Hüküm meclisinde alışveriş yapmaz. Mizah yapmaz. Ona bir keder veya uykusuzluk veya gazab veya açlık veya susuzluk veya bir ihtiyaç arız olursa, hüküm vermekten geri durur.
İki hasım huzuruna gelince dilerse her ikisine “Davanız nedir” der, dilerse susar. Hasımların biri konuşunca diğerini susturur.
[1] Ebu Yusuf r.a., kılınan Cuma namazının bir daha iadesinin mümkün olmadığı için bu fetvayı vermiştir.
[2] Kandisi müçtehid olmayıp başka müçtehidin fetvasıvla amel eden alimdir.
Bugün 1 ziyaretçi (2 klik) kişi burdaydı! |
Müslümanlar, İslam’ın başlangıcından günümü-ze kadar fakihlerin içtihatlarını taklit ederek, yükümlülüklerini yerine getirmektedirler.3 Fuka-hayı taklit etmek cemiyetin çoğunluğunu teşkil eden avam adına bir zorunluluktur. Çünkü fıkhın esası olan Kur’an ve Sünnet’in bir kısmı herkesin anlayabileceği bir tarzda açıkken, önemli bir bölümü ancak içtihatla anlaşılabilecek bir yapıdadır. İçtihatla anlaşılabilecek hükümlerse fıkhın geneline nisbetle çoğunluğu teşkil etmektedir. 4
Kur’an ve Sünnet’te yer alan içtihadî hükümleri bulup-çıkarmaları için, mükelleflerin tamamından içtihat yapmalarını talep etmek, onlara kapasitelerinin üzerinde bir sorumluluk yüklemek demektir ki, bu da “teklif-i mala yutak”olur.5 Mükelleflerin, farklı zeka derecelerine sahip oldukları hesaba katıldığında, böyle bir talebin mantıki açıdan da yersiz ve yetersiz olduğu görülecektir. Bu yüzdendir ki, içtihat yapabilmek, belli şartlara sahip insanlarla sınırlı tutulmuştur.
İçtihada açık nassların muradı ilahi çerçe-vesinde anlaşılabilmesi, müçtehitler için vasıtasız gerçekleşirken, avam için ancak müçtehitler vasıtasıyla gerçekleşmektedir.6 Dolayısıyla, avamın Kur’an ve Sünnet’le olan münasebetinin sorumluluk açısından fıkhi bir boyut kazanabilmesi ancak, müçtehidi taklit etmesiyle mümkün olmaktadır. Aksi takdirde o, Kur’an ve Sünnet’le sağlıklı bir iletişim içinde olamayacağından, fıkhi sorumluluğunu da yerine getiremez.
Taklit Saadet asrından günümüze kadar uzanan süreç içerisinde, mukallitlerin içtihadi hükümlere ulaşabilmelerinin yegane yolu olmuştur. Fakat, mukallit kavramı süreç içerisinde aynı kalmamış zamanla farklı içerikleri bünyesine alarak genişlemiştir. Buna göre, Saadet asrında mukallit, avamla sınırlı iken, mezheplerin teşekkülü ve hicri dördüncü asrın sosyo-kültürel şartlarının etkisiyle kapsam açısından genişleyerek fakihleri de içine almıştır. Hicri dördüncü asırdan itibaren, fakihlerin içtihat yerine taklîde yönelmeleri, içtihat faaliyetlerinin azalmasına ve taklidin kurumsallaşarak mezhepler düzeyinde yapılmasına zemin hazırlamıştır.
İslam milletinin fıkhi meseleleri anlayabilmesinin yegane usulünü veren taklidin ne olduğunu, nasıl bir tarihi arka plan içerdiğini, ona kimlerin niçin karşı geldiğini, o vardır diyenlerin ne derece bedihi hakikatlerle istidlal ettiklerini anlamak için işte buyrun taklit dosyasına:
Lügatte Taklit
“Taklit” kelimesi, “demiri bir şey üzerine eğmek, ipi eğirmek, suyu havuzda toplamak” 7 gibi anlamlara gelen k.l.d kökünden türetilmiştir. Taklit kelimesinin dört harfli formu olan kallede ise, “kolye takmak, sorumlu kılmak, makama atamak, kılıcın askısını boyna takmak, hibede bulunmak, hicvetmek” gibi anlamları içerir.
Taklit kavramının yukarıda verilen somut anlamları yanında bir de mecazi anlamı vardır ki, o da “insanların boyunlarına sorumluluk yüklemek” 8 tir.
Taklit kelimesinin fıkıhla ilişkisi de bu noktada başlar ve mecaz anlam örgüsünde kazandığı içeriğe dayanır. Buna göre müçtehit fakihlerin görüşlerini bağlayıcı kabul edip onlarla amel eden bir Müslüman, söz konusu amelinden doğacak manevi sorumluluğu, bir anlamda “taklit” ettiği müçtehidin adeta boynuna geçirir. 9
Istılahta Taklit
“Delillerini bilmeden bir müçtehidin görüşüyle amel etmek”10 diye tarif edilen taklidi bir örnek çerçevesinde izah edersek şunları söyleyebiliriz: Abdest alırken, Ebû Hanife’nin (ö. 150/767) görüşüne göre başının dörtte birini mesh eden ya da vitir namazında kunut duasını okuyan Hanefi mezhebine mensup bir mükellefin, söz konusu fiillerinde Ebû Hanife’nin içtihadını, içtihadının delillerini bilmeden kabul edip uygulaması, ameli anlamda bir taklittir.11 Öte yandan, abdest alırken, İmam Malik’in (ö. 179/795), başın tamamını meshetmeyi gerektiren içtihadıyla12 amel eden, Maliki mezhebine mensup bir mükellef de, İmam Malik’in bu konudaki içtihadını kabul edip onu taklit etmiş olur. Her iki imamın görüşlerine uyan kişiler, onların söz konusu hükme hangi deliller vasıtasıyla ulaştıklarını bilmedikleri için, bu ameliyeleri “taklit” başlığı altında değerlendirilir.
TARİHİ ARKA PLAN
Hz. Rasulullah (s.a.v.) Devri
Bu devirde fıkıh, “vahiy” merkezlidir. Çünkü fıkhi hükümler ya hem lafız ve anlam itibariyle (Kur’an) ya da sadece anlam itibariyle vahiy kaynaklıdır (Sünnet). Hz. Rasulullah (s.a.v.) ve sahabe içtihatlarının vahiy tarafından tasvib edilenleri de ‘vahiy fıkhı’ özelliğini taşımaktadır.13
Allah Rasulü (s.a.v.) bir taraftan ashabın fıkhi sorularını cevaplandırırken diğer taraftan da Mescid-i Nebevi’ye bitişik halde inşa ettiği ve İslam’ın ilk üniversitesi kabul edilen Suffe’de onların bir bölümünü fıkhi meseleleri cevaplandırabilecek derecede yetiştirdi,14 yüksek fıkhi melekeye sahip olanları fetva verebilecek seviyeye getirdi. Daha O (s.a.v.) hayatta iken müçtehit sahabe fetva vermekteydi. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali(bunlar Suffe’nin nehari müdavimleri), Muaz b. Cebel, Ubey b. Ka’b Hz. Peygamber’in sağlığında fetva veren sahabeden bazılarıdır.15
Efendimiz yetiştirdiği bu müçtehit sahabileri,-İslami bilgileri, temel inanç esaslarını bilmekten öteye geçmeyen- Müslümanların yaşadıkları diyarlara gönderirdi. Oralardaki halk müçtehit saha-benin; amel, ibadet, muamelat ve genel olarak da helal-haram konularında verdiği fetvayı taklit eder ve o istikamette hareket ederdi. Fıkıh Tarihi kitaplarında da anlatıldığı gibi müçtehit sahabe -delilini- Kuran ve Sünnet’te bulamadığı bir problemle karşılaştığında, Allah Resu-lü’nün (s.a.v.) tavsiyesini dikkate alarak içtihat eder ve içtihadı doğrultusunda fetva verirdi. İnsanlar da onların verdiği bu fetvaları taklit ederdi.16 Nitekim Allah Resulü (s.a.v.), Muaz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken O’na, vereceği fetvaların isnat merkezlerini sorar. Muaz da sırasıyla Kuran’ı, Sünnet’i ardından da içtihadı söyler.17 Muaz, söylediği gibi Yemende içtihatta bulunur, halk da onu taklit eder.
Bütün bunlar göstermektedir ki; Allah Rasulü (s.a.v.) sadece müçtehitleri yetiştirmekle yetinmiyor bir taraftan da onları Medine’ye uzak bölgelere gönderip halkın taklit etmelerini temin ediyordu.
Raşid Halifeler Devri
Raşid Halifeler Devri, ‘vahiy fıkhı’ sona erdikten yani ‘vahiy fıkhı’nın esasını teşkil eden Kuran ve Sünnet tamamlandıktan sonra başlamıştır.18
Raşid Halifeler devrinde sahabe, fıkhi bir meselenin çözümünü araştırırken öncelikle Kuran ve Sünnet’e müracaat ederdi. Şayet onlarda meseleye dair açık bir hüküm bulamazsa içtihat yapardı.19
Mutlak manada içtihat edenler olduğu gibi hususi konularda da içtihat edenler vardı. Hz. Ömer Şam’ın Cabiye bölgesinde halka yaptığı bir konuşmada “Kim Kur’an hakkında soru sormak istiyorsa Ubeyy b. Ka’b’a sorsun. Feraiz/miras hakkında soru sormak isteyenler, Zeyd b. Sabit’e, fıkhi meseleleri öğrenmek isteyenler, Muaz b. Cebel’e, iktisadi konularda soru sormak isteyenler bana gelsin”20 diyerek içtihatta uzmanlaşmaya işaret etmiştir. Hz. Ömer’in avamı, müçtehit sahabilere sorunlarını iletmeye davet etmesi taklidin Raşid Halifeler döneminde de avam-müçtehit düzeyin-de yapılmaya devam ettiğini göstermektedir.
Tabiin Devri
Raşid Halifeler devrinin bitmesiyle başlayan Tabiin Devri Emevi Devletinin çökmeye başladığı yıllara kadar devam eder.21 Bu devrin fıkhi duruşu ashabın içtihat anlayışının özelliklerini taşır.22
Tabiin devrini önceki devirden ayıran özellikler bağla-mında; Müslümanlar arasında ihtilafların artması, tedvin hareketlerinin başlaması ve müçtehit imamlar devrindeki fıkıh anlayışına rengini verecek “Ehl-i Hadis” ve “Ehl-i Rey” oluşumlarının Medine’de Said b. Müseyyeb, Küfe’de İbrahim b. Yezid en-Neha’i gözetiminde kurulması zikre-dilebilir.23
Bu dönemde içtihat hareketlerinde coğrafi anlamda da bir açılım oldu. Medine, Mekke, Basra, Küfe, Şam, Mısır ve Yemen gibi şehirler/bölgeler birer fıkıh merkezlerine dönüştü.24 İçtihadın yaygınlaşması doğal olarak içtihatları taklit ederek fıkhi ve dini sorumluluklarını yerine getiren avam sınıfının genişleyip kökleşmesine neden oldu.
Müctehit İmamlar Devri
Müçtehit imamlar devri hicri ikinci asrın ilk yıllarında başlar ve dördüncü asrın ortalarına kadar devam eder.25 Fıkhın en hızlı gelişme gösterdiği bu dönemde Ebû Hanife, Malik b. Enes, Evzai, Süfyan-i Sevri, Şafii, Ahmed b. Hanbel gibi büyük müçtehitler yetişmiştir.
Müçtehit imamlar, gerek İslam toplumunun yaşadığı problemlere karşı, gerekse güncel hayatta Müslümanların karşılaştığı sorunlara yönelik kapsamlı içtihat faaliyetinde bulundular. Onların içtihatları, sonraki fakihler tarafından tedvin edilerek fıkhın temel ilkeleri belirlendi, dağınık konular toparlandı ve günümüze kadar ulaşan usul ve furu’ kitaplarının ilk örnekleri kaleme alındı.26 Bu çerçevede Ebû Hanife’nin talebesi Muhammed b. Hasan eş-Şeybani (ö.189/805) “Zâhiru’r-Rivâye” üst başlığı altında meşhur altı kitabını telif etti. İmam Muhammed’in kaleme aldığı bu eserlerde taklidin etkisi açıktır. Zira söz konusu eserler büyük oranda Ebu Hanife’nin içtihatlarını içermektedir.27
Mukallit fakihlerin müçtehit imamlara bağlılıkları, yeniden içtihat yapma yerine, müçtehit imamların görüşlerini furu’ kitaplarında toplayarak ihtiyaç halinde onlara müracaat etmeleri, içtihat faaliyetlerinin azalmasına, taklidin yaygınlaşmasına ve doğal olarak da fıkhın mezhepleşmesine ve oluşan mezheplerin kurumsallaşmasına neden olmuştur.28
Yeni içtihatların mukallit fakihler tarafından derlenmesi, içeriği oldukça zengin bir fıkıh literatürünün ortaya çıkmasına zemin hazırladı.29 Bütün bu gelişmelerden dolayı fıkıh tarihçileri, bu dönemi “fıkhın altın devri” 30 olarak tanımlamaktadırlar. Nitekim İslam Devletlerinin asırlarca yargı ve yürütmede kullandıkları esaslar bu süreçte gerçekleştirilen içtihatlara dayanmaktadır.31
MEZHEPLEŞME SÜRECİ
Mezhep düzeyinde taklit, hicri dördüncü asrın ortalarından başlayıp sonraki asırları da içine alarak günümüze kadar devam eder. Bu süreç içerisinde yetişen Kerhi (ö.340/952), Hülvani (ö.448/1050), Serahsi (ö.483/ 1090) gibi “Müntesip müçtehitler”, mutlak müçtehitlerin içtihat usullerine bağlı kalarak, onların görüş bildirmediği konularda içtihat yaptılar.32 Bu yaklaşımın benimsenmesiyle, taklidin fakihler düzeyinde yapılması da yaygınlık kazandı.
Arka Plan
Müçtehit imamlar, fıkhi bir problemi çözerken, mutlak olarak Kur’an ve Sünneti dikkate alırlardı. Taklidin mezhepler düzeyinde yapılmasının alt yapısını hazırlayan fakihler ise, Kur’an ve Sünneti müçtehit imamların içtihatları doğrultusunda anlamaya çalıştılar. Onların, bu bakış açısıyla yetiştirdiği talebeler de, içtihat yerine intisap duygusunu ön plana çıkarıp taklidin mezhepler düzeyinde revaç bulmasına zemin hazırladılar.
Nitekim, bu devirde yetişen büyük fakihler bile, bir mezhep sistemine göre hareket etme ihtiyacını hissetti.33 Taklidin mezhepler düzeyinde yapılmasına zemin hazırlayan nedenler bağlamında şunlar söylenebilir:
İçtimai ve Siyasi Bunalım
Taklidin mezhepler düzeyinde yapılmasının nedenlerinin başında, İslam dünyasının siyaseten dağılması gelmektedir. Abbasiler siyasi gücünü yitirince devletin merkeziyetçi yapısı parçalandı. Parçalanan devletin toprakları üzerinde kurulan devletçikler, basit siyasi kaygıların peşine düştük lerinden, ilmi hayat ciddi anlamda sarsıldı. Her devletin başına, kendilerine “müminlerin başkanı” denilen valiler geçti. Bu dağınıklık ve kaos ortamı, Müslümanlar arasında fitne tohumlarının ekilmesine zemin hazırladı, kardeşlik ve birliğin yerini düşmanlık ve bölünmüşlük aldı.
İslam coğrafyasının bu dönemdeki sosyolojik yapısını anlayabilmek için, Bâtini inanca sahip Fâtımilerle Sünni Müslümanlar arasında cereyan eden olaylara bakmak yeterlidir. Müslümanlar arasında kabul görebilmek için, soylarını Hz. Ali ve Hz. Fatıma’ya isnat eden Fâtimiler, siyasi nüfuzlarını kullanarak, Sünni Müslümanlar üzerinde bir baskı rejimi kurmaya çalıştılar. Öyle ki; teravih ya da kuşluk namazı kılan bir Sünni’yi büyük bir suç işleyen kişi gibi, önce sokakta teşhir edip ardından da idam edebiliyorlardı. Bâtini görüşlerini Müslümanlar arasında yaymak isteyen Fâtimiler, Mısır’da inşa ettikleri el-Ezher üniversitesiyle de güçlü bir propaganda faaliyeti yürüttüler. Fıkhı kendi sapık görüşlerine uydurabilmek için Sünni fakihleri devlet kadrolarından dışladılar, hem tedrisatta hem de mahkemelerde görev almalarına engel oldular.34
İçerden ve dışardan gelen tehdit ve yıkımlar ilim dünyasını yeni duruşlar almaya sevketti. Ulema kısmen bir içe kapanma sürecine girdi. Tabi olarak, müstakil içtihat anlayışına sıcak bakılmadı. Batini anlayışın, içtihat zarfı içerisinde yaymaya çalıştığı hezeyanlara karşı Müslümanları koruyabilmek için taklit bizzat teşvik edildi.35
Sünni fakihlerin teşvikiyle taklide yönelen halk, içtihat adı altında Fâtimiler/Bâtıniler tarafından kendilerine sunulan sapık görüşleri reddetti. Sünni alimlerin halkla oluşturduğu ittifak karşısında uzun süre dayanamayan Fâti-mi idaresi zamanla siyasi nüfuzunu yitirdi. Fâtimilerin ortaya çıkışıyla başlayan taklit, Fâtimilerin çöküşünün baş amili oldu.36
Talebelerin Hocalarına Bağlılıkları
Hicri dördüncü asır ve sonrasında yaşayan fukaha, mensup oldukları mezhebin usul ve hükümlerine bağlı kalarak içtihat yapmayı tercih etti. “Müntesip müçtehit” şeklinde tanımlanan bu grubun yanı sıra, bir de tahriç, tercih ve temyiz çalışmalarıyla müçtehit imamların içtihatlarını daha kullanılır hale getiren alimler topluluğu vardı.37
Çağımız alimlerinden Mustafa Ahmet Zerkâ taklit devrindeki fakihlerin müçtehit imamlara muazzam bir saygı çerçevesinde bağlanmalarının nedenini anlatırken şunları söyler: “Müçtehit imamların yüksek ilmi mevkileri, zamanın geçmesiyle vicdanlarda kazandıkları üstünlük duygusu ilmi kudrete ve fıkıh melekesine sahip alimleri müstakil müçtehit olmaktan alıkoydu. Müntesip müçtehit ya da mezhepte müçtehit olmayı kendileri adına yeterli gördüler.”38
Mukallit fakihlerin bu tarz bir bakış açısına sahip olmaları bağlı bulundukları mezheplerin hüküm ya da fetvâlarını öğrenmeyi ve kendilerinden sonraki kuşaklara öğrendikleri bu fetvâları nakletmeyi yani “Nakilu’l-Fetva/Fetvayı Nakleden” olmayı tercih etmelerine zemin hazırladı. 39
Fıkıh Kitaplarının Tedvin Edilmesi
Mezheplere ait görüşlerin neredeyse tamamı hicri dördüncü asra gelindiğinde tedvin edilmişti. Bu gelişme fukahanın hükümlere ulaşmasını kolaylaştırdı. Güncel hayatla ilgili problemlerin çözümlerinin kitaplarda mevcut olması tabi olarak fakihleri mevcut literatür üzerinde derinleşmeye, onları bütün yönleriyle tahlil, tahriç ve illetlerini tespit etmeye yöneltti.
Ta’lilü’l-ahkam ve tercih çalışmaları mevcut fıkhi mirası muhkem bir yapıya kavuşturdu. Usulü fıkhın eimme-i selasesi (üç imam) kabul edilen Ebu Zeyd Debusi, Serahsi ve Pezdevi gibi allameler Ebu Hanife Hazretlerinin içtihat anlayışı çerçeve-sinde fıkıh usulü ilmini geliştirip kemale taşıdılar.
Muazzam Derinlik
Müçtehit imamlar devrinin kapsamlı müktesebatı hicri dördüncü asrı müteakip yaşayan fakihleri mevcut üzerinde derinleşmeye bütün yönleriyle mevcudu tahlil, tahriç ve illetlerini tespit etmeye sevk etti. Bu büyük fıkhi servet takdire şayan çalışmalarla muazzam bir derinliğe kavuştu. Selefi anlayışa sahip münekkitlerin iddia ettiği gibi -hicri dördüncü asırdan Mecelle’ye kadar devam eden- taklit devrinde fukaha oturup hazırı tüketmedi. Binlere belki on binlere tekabül eden fıkhi meseleleri sistematize ettiler. Hükümlerin illetlerini ortaya çıkardılar. Usulle alakalı şaheserler vücuda getirdiler. İhtiyaç hisse-dildiğinde de bağlı bulundukları müçtehit imamın içtihat usulü çerçevesinde ictihatta bulundular. Kerhi (ö.340/952), Hassaf (ö.261/874) ve Tahavi (ö.321 /933)40 gibi allameler kitaplarda çözü-mü olmayan konularda görüşlerini ortaya koydular. Bu duruşlarıyla hem sahih geleneği korudular hem de hayata müdahil aktif bir fıkıh anlayışından yana olduklarını gösterdiler. Bu yüzden taklit devri, fıkhın durağanlaşmasına değil, kendi hususi bünyesinde sistemli ve dinamik bir yapıya kavuşmasına ev sahipliği yapmıştır.
Niçin Taklit Teşvik Edildi?
Fatimiler sapık anlayışlarını İslam coğrafyasında ikame edebilmek için yeni içtihatlarla İslam irfanını sarsmayı/yıkmayı denediler. Namaza, oru-ca, hacca… dair Kur’an ve Sünnet’e muhalif görüşler ileri sürdüler. Ma’şeri vicdanda meşruiyet kazanabilmek için de içtihat kavramının arkasına sığındılar. Karşı duranları siyasi nüfuzlarıyla susturma yoluna gittiler. İlmen ve siyaseten anarşist bir yapılanma içerisinde oldular. Onların bu saldırı-larına karşı Sünnet ve Cemaat alimleri bir taraftan İçtihadın Kur’an ve Sünnet’ten neşet etmesi gerektiğini, diğer taraftan ise sahih fıkhi birikimin İslam’ın temel esaslarına dair yeni şeyler ortaya koymayı zaid kıldığını söylediler. Değişen zamana göre fikhi hükümlerin değişmeyeceğini bilakis İslam’ın bütün zamanları kendi değerleri doğrultusunda değiştirmeyi talep ettiğini ilan ettiler ctihat Neyin Bahanesi
Fatimilerde olduğu gibi sahih İslami geleneği devre dışı bırakmak isteyenler hep içtihat bahanesiyle emellerine ulaşmak istemişlerdir. Çünkü sapık görüşlerin Müslümanlar tarafından benimsenmesinin yegane yolu onların içtihat olduğunun kabulüne bağlıdır.
Avamın yeni anlayışları neden, niçin gibi soru kipleriyle sorgulamaları “bu bir içtihattır” ifadesiyle geçiştirilmeye çalışılmıştır. Muhakkak ki içtihadın ihtiyaç halinde yapılması bir zarurettir. Bu yüzden taklit devri de dahil tarih boyu bütün fakihler kesintisiz içtihat etmişlerdir. Fakat müçtehit imamlar bunu “müstakil müçtehit” kimliğiyle sonrakiler ise “müntesip müçtehit” zarfı içerisinde yapmışlardır. Ayrıca ictihadın meşru ve muteber olabilmesi için “ehlinden sadır ve mahalline masruf olması” gerekir. İlmi ehliyetten yoksun olanların din adına ahkam kesmeleri muhkem ayetlerle tayin edilen hususlarda içtihada tevessül etmeleri imar adı altında işlenen yıkımdan başka bir şey değildir. Mezhepler tarihi bu hükmün en canlı şahididir. Kaderiye’den Cebriye’ye Mutezile’den Hariciler’e tarih mezhep mezarlığıyla doludur. Bütün bunların arka planında ise ehliyet ve liyakat fukarası insanların içtihat adı altında sarf ettikleri sapık görüşler yatmaktadır.
Yeni hezeyanların tedavüle çıkması ve İslam coğrafyasında makes bulmasının yegane yolunun içtihadı teşvik, taklidi ise men etmekten geçtiğini bilen dış güçler; istila ettikleri bölgelerdeki alimlere “İslam donuk bir dindir. Müslümanların perişan halleri taklidi meşru kabul etmelerinden kaynaklanmaktadır. Kurtuluş ise kapsamlı bir içtihat hareketiyle mümkündür.” şeklinde telkinlerde bulundular.
Batılı adam tahrif etmek istediği dinin bünyesine kendi ideolojisini yerleştirebilmek için İslam coğrafyasının her tarafında içtihat propagandası yaptı. Öyle etkili oldu ki kısa zamanda Ehl-i Hadis’ten Ehl-i Kur’an’a kadar sahih İslami geleneği reddeden bir sürü hareket zuhur etti. Mevcut/meşhur dört mezhebi tanımayan Ehl-i Hadis’in teşvikiyle alim-cahil herkes içtihat yapmaya yöneldi. Mısır’lı Şeyh Meraği öylesine ileri gitti ki içtihat için Arapça bilmenin dahi şart olmadığını ileri sürdü. Ondan cesaret alan devrin Mısır’daki İngiliz büyük elçisi banka ile ilgili meselelerde içtihat etti. Müslümanların Ebu Hanife’yi taklit etmesine tahammül edemeyenler Hıristiyan bir sefirin içtihatlarına sessiz kalarak cevaz verdiler.
DELİLLER
Taklide karşı tavır alanlar arasında özellikle Mutezi-le’nin Bağdat ekolü, İmamiye’nin bir grubu, Zahiriler ve bu mezhebi eserleriyle günümüze taşıyan İbn Hazm (ö.456/1064) önemli bir yer tutmaktadır.41 Çağımızda bu anlayışın en önemli temsilcileri “selefi” olduklarına vurgu yapan kişilerdir. “Ben Ezher’de bir çok müçtehit görüyorum ki; taklit kendilerine haramdır.” Diyen Mısır’ın “Muslih-i Kebir”i! Şeyh Meraği’den, “Hanefi ya da Şafi olmak Muhammedi olmaya engeldir.” Diyen Hocendi’ye, Şeyh Nasırüddin’den “Ehl-i Hadis” bağlılarına kadar yığınla insan taklidin haram olduğunu iddia etmektedir.
Bunların karşısında ise güneş gibi bedihi deliller ve taklidin caiz olduğunu bizzat taklit ederek gösteren meşhur dört mezhebin fakihleri vardır.
Taklidin caiz olduğunu gösteren deliller o kadar açık ki onları görmek değil görmemek özel bir gayret ister. Ne ki İslam’ın sağlam bünyesini sarsmayı amaç edinenler bunları perdelemenin peşindedirler. İşte buyurun naklin ve aklın cephesinden avamın müçtehidi taklit etmesinin gerekliliğine şahitlik eden deliller:
Ehline Sorun
Kur’an’ı Kerim, alimlerin Allah ve Rasülü’nden sonra başvurulması gereken yegane otorite olduğunu belirtir.42 Nitekim, konuyla alakalı bir ayette Cenab-ı Hak43 “Eğer bilmiyorsanız bilgi ehline sorun” 44 buyurmaktadır. Bu ayet, mükelleflerin bilmedikleri konuları ehline sormalarını amir mutlak bir emirdir.45 Ayete rağmen bütün insanları, dini meselelerin tamamını içtihat ederek öğrenmeye davet etmek Kur’an’ı anlamamada ısrar edişten neşet eder ki çaresi ıslahı hal ve etraflı bir tedrisattır.
Allah Rasulü (s.a.v.), avama marifete ulaşmanın usulünü anlatırken bilenlere sorup-öğrenmelerini tavsiye etmektedir. Nitekim, başından yaralanan bir sahabiye, guslün gerekli olduğunu söyleyerek ölümüne sebep olanlara şöyle buyurmuştur: “Madem ki bilmiyorlar bilenlere sorsalar ya! Meramını anlatamamanın ilacı, sormaktır.”46
Allah Teala Ashabı Taklit Edenlerden Razı Olmuştur
Kur’an’ı Kerim’de taklidin meşruluğuna işaret eden diğer bir delil ise, “(İslam Dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensar ile onlara güzellikle tâbi olanlar var ya işte Allah, onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır”47 ayetidir. Burada zikredilen ashaba tabi olma ifadesi taklitle aynı anlamdadır. Çünkü, ashabın bizzat kendisi delil olmadığından söz ve amelleri ya Hz. Rasulüllah’dan duyduklarına ya da içtihatlarına dayanmaktadır.48 Bu durumda onlara tabi olmak, taklit kapsamında değerlendirilir. Eğer bizzat kendileri delil kapsamında ele alınsaydı bu durumda onların yaptıklarını benimsemenin adı ittiba olurdu. Ayrıca, Allah Teala onlara tabi olanlardan razı olduğunu ilan etmektedir. Ashaba tabi olmanın Allah’ın rızasına vesile olması da taklidin bilen-bilmeyen ekseninde gerçekleşmesi durumunda Kur’an’ın ruhuyla bağdaşacağını gösterir.
Kur’an-ı Hakim’in ameli planda taklidin caiz olduğuna işaret eden bir başka ayeti şöyledir: “Müminlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onlardan, her topluluktan bir grup dinde (dini ilimlerde) geniş bilgi sahibi olmak ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde (onları Allah’ın azabı ile) korkutmak için geride kalmalıdır. Umulur ki dikkatli olurlar”49 Bu ayette Allah Tela, müminlerin toptan savaşa iştirak etmelerini yasaklamakta ve onlardan bir grubun Allah’ın dinini iyiden iyiye öğrenebilmek için geride kalmasını istemektedir. Buna gerekçe olarak da, kardeşleri savaştan dönünce, helal ve haramı fetvâ yoluyla onlara sunabilecek kişileri toplumda bulmaları hususu zikredilmektedir.50 Aynı şekilde savaştan dönen gruba, fakih sahabelerin fetvâlarını almaları tavsiye edilmektedir.51 Bu ayet ashabın avamının müçtehitleri taklit ettiğinin açık delillerindendir.
“uyulması ve taklit edilmesi vacip olan tek hak mezhep Hz. Muhammed’in mezhebidir.”78 türünden mantık oyunları ve kavram kargaşalarıyla müçtehitleri taklit etmeyi gayri meşru göstermeleri anlaşılır bir çıkış değildir. Muasır İslam alimlerinden Saîd Ramazan el-Bûtî’nin79 de tenkit ettiği bu düşünce tarzı kanaatimizce, İslam Kültür Atlasının oluşum aşamalarını tanımamaktan kaynaklanmaktadır. Çünkü, taklidin ortaya çıktığı zaman dilimini, tarihi süreç içinde değerlendirebilen herkes, müçtehitlerin içtihatlarını hangi şartlar altında yaptıklarını anlar ve gerek içtihadın gerek taklidin İslam’ın kendi iç dinamiklerinden kaynaklandığını kabul eder.
Yüce Allah, insanların beden güçlerini birbirinden farklı yarattığı gibi, zekalarını da farklı yaratmıştır. Bu gerçek ortada iken, Onun bütün mükelleflerden dini konularda derin bilgiye sahip olmalarını ve bu bilgi doğrultusunda içtihat etmelerini istemesi adalet ve hikmetiyle çelişir. Bundan dolayıdır ki; insanların kimini alim, kimini öğrenci, kimini müçtehit, kimini de mukallit olabilecek bir kabiliyette yaratmıştır. Ayrıca taklit, insanın fıtratında var olan bir duygudur. Nitekim, öğrencinin öğretmenini, sporcunun antrenörünü taklit ederek yetişmesi bunun sosyal bir realite olduğunu göstermektedir.
Bütün Müslümanların güncel sorunlarını çözebilmeleri için ferdi planda Kur’an ve Sünnet’e müracaat edip hüküm çıkarmaları mümkün değildir. Bu yüzden avamın müçtehit imamları hüküm ve ya delilde taklit etmeleri tabiî bir olgudur.
Şâtibi’nin Muvafakât’ını şerh eden Abdullah Dıraz bu bağlamda şunları söylemektedir:
“Makul olan delil odur ki, içtihat ehliyetine sahip olmayanlar fıkhi bir problemle karşılaştıklarında, ya hiçbir şekilde bununla amel etmezler -ki böyle bir durum icmaya aykırı-dır- şayet bununla amel ederlerse, bu durumda ya hükmü ispat eden delili araştırmak ya da taklit etmek suretiyle amel ederler. Birincisi mümkün değildir. Çünkü böyle bir problem hem kendilerini hem de halkı olayların delillerini araştırmaya yöneltir, onları, işlerinden alıkoyar, meslek ve sanatlarını olumsuz yönde etkiler ve neticede bu gidiş ekonomi ve sosyal hayatı sarsar. Bütün bunlar, taklidi kaldırmanın ne kadar zor olduğunu gösterir. Kapıların tamamı kapalı olduğuna göre, önümüzde tek seçenek olarak taklit kalıyor. Dolayısıyla farzlar eda edilirken taklîtle amel edilmelidir.”80
Taklit Niçin Önemli?
Dinin fıkhi boyutunun, avam tarafından anlaşılmasında taklidin önemli bir rolü vardır. Bu realite ihmal edildiğinde hayatla fıkhın bir bütünlük içerisinde olması imkansızlaşır. Nitekim, fukaha kişinin gıda maddesi ve benzeri şeyleri satın alırken, onları helal ya da haram yapan illetleri sormadan, sadece satıcının beyanını taklitle yetinebileceği konusunda fikir birliği içerisindedir.81 Cemaat, arkasında namaz kıldığı imamın temizlikle ilgili beyanını esas aldığı gibi, kıraatin gizli olduğu namazlarda da imamı taklit eder, okuyup-okumadığını araştırmaz. Müslüman bir eş hayızla ilgili konularda hanımını, veli, önceden evlenip boşanan ya da kocası ölen bir kadının iddetle alakalı beyanını, hakim şahidi, muhaddis raviyi taklit eder.82 Örneklerde de görüldüğü üzere, ibadetten aileye, adaletten ekonomiye, kısacası toplumsal hayatın her alanında taklidin işlevselliği vardır. Fıkıh, hayatı düzenleyip-şekillendirme ödevini yerine getirirken kolaylaştırıcı olma niteliğini sürekli korur.
Hüküm
İz b. Abdisselam (ö. 660/1226), İbnu’l-Humam (ö. 861/1457),83 Şah Veliyyullah Dehlevî84, İmam Nab-lûsi85 gibi muhakkik fakihler, mukallidin müçtehidi taklit etmesinin zorunluluğu üzerinde ısrarla durmuşlardır.
Fıkhın makasıd boyutuna dikkat çeken meşhur usul bilgini Şâtibî bu noktada şunları söyler:
“Avama göre müçtehitlerin fetvâsı, müçtehitlere göre dini deliller mesabesindedir. Avam, delillerden istifade edemediğinden, onun için delillerin varlığı ve yokluğu arasında fark yoktur. Zaten deliller üzerinde araştırma yapmak ve delillerden hareketle içtihatta bulunmak onlar için caiz değildir. Nitekim Yüce Allah ‘eğer bilmiyorsanız bilenlere sorun.’86 buyurarak onları taklîde yönlendirmektedir. Avam için dini hükümlerde müracaat edilmesi gereken otorite, alimlerdir. Buna göre alimler mukallitler için kanun koyucu makamındadır.”87
İçtihadın “zan” ifade edişini gerekçe göstererek, avamın müçtehidi taklit etmesine karşı çıkmak da doğru değildir. Zira, haberi ahad da “zan” ifade etmesine rağmen, alimler onunla amel etmenin vacip olduğunda icma etmişlerdir.88 Zan ifade Eden Haber-i Ahad müçtehit için nasıl bağlayıcı oluyorsa, içtihatta mukallit için aynı şekilde bağlayıcı olur. Ayrıca Haber-i Ahad niteliğindeki bir rivayetin ibadetle ilgili konularda bağlayıcı olduğu bizzat Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sünnetiyle sabittir. Çünkü, Allah Rasulü (s.a.v.) çeşitli bölgelere, ibadet vb. konulardaki hükümleri öğretmeleri için tek tek öğreticiler gönderirdi. Tek bir kişinin sözlerinin zan ifade ettiğini bilmesine rağmen, yine de bölge halkına gönderilen sahabiye uymalarını emrederdi.89
Mukallidin müçtehidi taklit etmesinin gerekli olduğunu ifade eden deliller, Kur’an, Sünnet, sahabe uygulaması, icma ve akla dayanmaktadır. İslam’ın başlangıcından günümüze kadarki tarihi süreç içerisinde taklidi hangi şartlar ve nedenler ortaya çıkardıysa, 90 bugün de aynı nedenler ve gerekçeler varlığını sürdürdüğüne göre avam için hala en makul yol mevcut/meşhur dört mezhepten birini taklit etmektir.
Taklidin, Ümmeti ilmi faaliyetlerden kopardığını bu yüz den son üç asırdır yaşanılan hezimetten de sorumlu olduğunu iddia etmek hilafı hakikattir. Çünkü taklidin bütün halka teşmil ediliş süreci İslam dünyasının siyaseten en güçlü olduğu yıllara tekabül eder.
Taklidi benimseyen fakihler zannedildiği gibi hayatın ürettiği yeni sorunlara ilgisiz kalmadılar bilakis “müntesip müçtehit” kimlikleriyle müçtehit imamların usullerini kullanarak içtihat ettiler. Halk mezhepleri “hükümde” taklit ederken onlar “delilde” taklit ettiler ki bu bir anlamda içtihattır. Her konuda yeniden içtihat yapmanın hasılı tahsil olacağını bildiklerinden mevcut içtihatlar üzerinde yoğunlaştılar. Ta’lil, tahriç ve tercih çalışmalarıyla fıkhi mirası daha kullanılır bir yapıya kavuşturdular. Asırlardır kullanılan “fetva” kitapları mukallit diye küçümsenen o allamelerin eseridir.
Bugün Bin Baz ve Üseymin gibi fanatik İbn Teymiye bağlısı Selefiler dışındaki neredeyse bütün muasır fakihler fetvalarında Serahsi, İbn Humam, Karafi ve Suyuti gibi büyük ruhlu fakihlerin fıkhi tasavvurlarını kullanıyorlar. Muasır meselelere dair müstakil eser yazan muhakkik fakihler Merğinani’nin “Hidaye’sini okutabilmeyi iftihar vesilesi kabul ediyorlar. Büyük bir fakih bir gün şöyle bir itirafta bulunmuştu: “Bu benim Hidaye’yi size yirmi birinci okutuşum. Ne var ki her okutuşumda yeni manalar keşfediyor, eksikliğimi anlıyorum. Bu yüzden piyasa fakihlerinin Merğinani ile boy ölçüşmesini küçük bebeklerin Ben Koca Yusuf’la güreşirim demesine benzetiyorum.”
İmam Yafi diyor ki rüzgar bazen sivrisinekleri önüne katar, alır dağların zirvelerine taşır. Bir an sinekler dağların sultanları olduklarını düşünürler. Fakat farklı yönden esen yeni bir rüzgar onları alır uzak iklimlere ya da yok oluşa sürekler. Sinekler geldiği gibi giderler fakat geride dağlar dimdik kalır.
Selefilerin delilde ya da hükümde mukallit oluşlarından dolayı tenkit ettikleri büyük ruhlu fakihler “müntesip müçtehit” kimlikleriyle öylesine muazzam eserler telif ettiler ki dün olduğu gibi bu günde en muteber fakihler onları referans göstererek itibar kazanmaktadır. Fakihler fıkıhla hezeyan arasındaki sınır taşlarıdır. Onların çepeçevre kuşattıkları alan (mezhepler), alim-cahil bütün ümmet için en güvenilir bölgedir. O bölge (mezhepler) tahrif edilmek istenen İslam’a karşı, indirilen İslam’ın muhkem kalesidir.
dipnotlar:
1-Ebû Zeyd Veliyyüddîn Abdurrahman b. Muhammed İbn Haldûn, Mukaddime, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993, s.33.
2 – Ahmet Vehbi Ecer, “İctimai Hayat ve Kültür Tarihi Bakımından Fetva Kitablarının Önemi”, (Prof. M. Tayyib Okiç Armağanı), AUİİFD, Ankara, 1978, s. 252.
3- Bkz. Muhammed Saîd Ramazan el-Bûtî, el-Lâmezhebiyye Ahtâru Bida’tin Tuheddidu’ş-Şeriate’l-İslamiyye, Mektebetu’l-Farabi, Dımeşk, ty., s.71 vd.
4- Ayrıntılı bilgi bilgi için bkz. Abdulvahhâb Hallâf, İlmu Usûli’l-Fıkh, Lübnan, 1942, s. 25,26; Vehbe Zuhaylî, Usûli’l-Fıkhi’l-İslamî, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1998, I, 441,442.
5- Kur’an, Bakara (2): 286; Ayrıca bkz. Ebû İshâk İbrâhim b. Mûsâ Şâtibî, el-Muvafakât fî Usûli’ş-Şerî’a, Daru’l-Ma’rife, Beyrut, 1996, IV, 22.
6- Şâtibî, Muvafakât, IV, 22; Şah Veliyyullah Ahmed b. Abdurrahîm ed-Dehlevî, İkdu’l-Cîd fî Ahkami’l-İctihad ve’t-Taklîd, Kahire, 1398, s.42.
7- Mecdu’d-Dîn Muhammed b. Yakup b. Muhammed b. İbrahim Firûzâbâdi, el-Kâmus, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, I, 456.
8- Muhammed Düsûkî, el-İctihad ve’t-Taklîd fî’ş-Şeri’ati’l-İslamiyye, Darüs-Sekafe, Katar, 1987, s.202.
9- Seyyid Bey, Muhammed, Medhal, Asitane Kitabevi, İstanbul, ty, s.274.
10-Bkz. Seyfuddîn Ebü’l-Hasan b. Ebî Ali b. Muhammed Amidi, el-İhkâm fî Usüli’l-Ahkam, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, t.y., IV, 445; Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed Gazzâlî, el-Mustasfa Min İlmi’l-Usûl, Kahire, 1356, II, 123; Muhammed Dusûki, el-İctihad ve’t-Taklîd fî’ş-Şeri’ati’l-İslamiyye, Darü’s-Sekafe, Katar, 1987, s.202; Muhammed b. Ali Şevkanî, İrşâdü’l-Fuhûl, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, ty., s.391; Muhammed Hudarî, Usûlu’l-Fıkh, Daru’l-Ma’rife, Beyrut, 1998, s.369.
11- Nureddin Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed el-Kâri, Feth-u Babi’l-İnâye bi Şerhi’n-Nukâye, Daru’l-Erkam, Beyrut, 1997, II, 42.
12- Ebû’l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed İbn Rüşd, Bidâyetu’l-Müctehid ve Nihâyetu’l-Muktesid, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2000, I, 13.
13- Mustafa Ahmed Zerkâ, el-Medhalu’l-Fıkhıyyu’l-Amm, Daru’l-Kalem, Dımeşk, 1998, I, 165,172; Abdulkerim Zeydan, el-Medhal li Diraseti’ş-Şeri’ati’l-İslamiyye, Muessesetu’r-Risale, Beyrut, 1999, S.91.
14- Talat Koçyiğit, Hadis Tarihi, Ankara 1977, s.18.
15- Celalüddin Abdurrahman Suyuti, Adabu’l-Müfti, Süleynaniye Küt., Şehit Ali Paşa, no: 2714, vr. 148; Fahrettin, Atar, “İfta Teşkilatının Ortaya Çıkışı”, MÜİFD, yıl 1985, sayı 3, İstanbul, 24.
16- Buti, a.g.e., s.71.
17- Ebu İsa Muhammed b. İsa, Tirmizi, Sünenü’t-Tirmizi, Daru’l-Fikr, Beyrut 1994, 13/Ahkam, 3, (III,62, H. no:1332).
18- Bkz. Zerka, Medhal, I, 173-178; Zeydan, Medhal, s.99-109; Ali Sayis, a. g.e., s.43; İbn Kayyım, a.g.e., I, 45.
19- Zerka, Medhal, I, 173-178; Zeydan, Medhal, s.99-109; Ali Sayis, a.g.e., s.43; İbn Kayyım, a.g.e., I, 45.
20- Atar, a.g.m., s.26.
21- Zeydan, Medhal, s.111; Ali Sayis, a.g.e., s.69.
22- Zeydan, Medhal, s.117; Zerka, Medhal, I, 185; Atar, a.g.m., s.26.
23- Zeydan, Medhal, s.117; Zerka, Medhal, I, 185.
24- Hayreddin Karaman, İslam Hukuk Tarihi, Nesil Yayınları, İstanbul 1989. s.169-180; Atar, a.g.m., s.28,29.
25- Zeydan, Medhal, 118; Ali Sayis, a.g.e.,s.92.
26- Ali Sayis, a.g.e., s.92-124; Zeydan, Medhal, s.118-121; Atar, a.g.m., s.29.
27- Muhammed İbrahim Ahmed Ali, el-Mezheb inde’l-Hanefiyye, Mekke, ty, s. 68-69.
28-Karaman, Hukuk Tarihi, s.174.
29-Zerkâ, Medhal, I, 202.
30-Örneğin bkz. Zeydan, Medhal, s.118.
31-Zeydan, Medhal, s.118.
32-Ahmed Ali, a.g.e., s.61,66; Hafnâvî, a.g.e., s.219.
33-Hafnâvî, a.g.e., s.221.
34-İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Daru’l-Hadis, Kahire, 1992, XI, 371; Komisyon, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Çağ Yayınları, İstanbul, 1998, V, 204-.205.
35-Ali Sayis, a.g.e., s.127; Zeydan, Medhal, s.123; İbn Haldûn, a.g.e., s.152; Hafnâvî, a.g.e., s. 222.
36 – Bkz İbn Kesir, el-Bidâye, XI, 371; Komisyon, Büyük İslam Tarhi, V, 204-205; Ali Sayis, a.g.e., s.127; Zeydan, Medhal, s.123; İbn Haldûn, a.g.e., s.152; Hafnâvî, a.g.e., s.222.
37-Ali Sayis, a.g.e., s.127.
38- Zerkâ, Medhal, I, 205.
39- Zerkâ, Medhal, I, 204; Hafnâvî, a.g.e., s.222.
40- Ali Muhammed, a.g.e., s. 58-59.
41- Amidi, a.g.e., III, 170.
42- Kurtubi, a.g.e., XI, 181.
43- Amidi, a.g.e., III, 170; Hudari, a.g.e., s.371; Zuhaylî, a.g.e., II, 1155.
44-Kur’an, Enbiya(21): 7.
45-İnsanlara sorumluluk yüklenirken onların kapasitelerinin dikkate alınmasını gerektiren ayetlerle içtihadın avam-müçtehit herkese vacib olduğunu söylemek çelişir. İslam toplumundan meşakkatin kaldırıldığını bildiren ayetler genel bir hüküm ifade ettiklerinden dolayı, içtihadın vucubiyetine işaret eden nasslar da müçtehitlerle sınırlı olur. Bkz. Seyyid Bey, a.g.e., s.282.
46-Süleyman b. el-Eş’as el-Ecdi, Ebû Davud, Sünenü Ebi Davud, (Avnu’l-Ma’bud Şerhiyle Birlikte), Daru’l-Fikr, Beyrut, 1995, 1/Kitabu’t-Tahare, 126, (I, 407,408, H. no: 334,335)
47- Kur’an, Tevbe(9): 100; Hafnâvî, a.g.e., s.211.
48- Kurtubi, a.g.e., XII, 151.
49- Kur’an, Tevbe (9): 22.
50- Bûtî, a.g.e., s.71.
51- İbn Kayyım, a.g.e., II, 182.
52- Tirmizî, 42/İlim, 16, (IV, 308, H. no: 2685); Abdullah b. Abdirrahman, Darimi, Sünenü’d-Darimi, Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, 1997, Mukaddime, 16, (I, 57, H. no: 95).
53- İbn Kayyım, a.g.e., II.182.
54- Bûtî, a.g.e., s.71.
55- Bûtî, a.g.e., s.71.
56- Tirmizî, 13/Ahkam, 3, (III,62, H. no:1332).
57- Bûtî, a.g.e., s.71.
58- Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi sayıları yüzbinli rakamlarla ifade edilen ashabın yekunu içinde fetvâ vermekle meşhur olanların adedi oldukça azdı. İbn Kayyım, kadın-erkek yüz otuz küsür müçtehidin olduğunu nakletmektedir. Bkz. İbn Kayyım, a.g.e., I, 12.
59- İbn Kayyım, a.g.e., I, 12; Dusûki, a.g.e., s.212; Zuhaylî, a.g.e., II, 1155.
60- Bûtî, a.g.e., s.71.
61- İbn Kayyım, a.g.e., II, 180.
62-İsmail b. Muhammed b. Abdilhadi Acluni, Keşfu’l-Hafâ ve Müzilu’l-İlbas amma İştehere mine’l-Ehâdisi ala Elsineti’n-Nas, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997, I, 118.
63- İbn Kayyım, a.g.e., II, 182.
64- İbn Kayyım, a.g.e., I, 189.
65- Bkz. Ahmed Ali, a.g.e., s.67.
66- Bkz. Seyyid Bey, a.g.e., s.275.
67-Aksi bir hükme varmak doğru değildir. Zira bu, iki müçtehit sahabeden birinin diğerini hükümde taklit etmesi demek olur ki, bilindiği gibi böyle bir taklit caiz değildir. Hafnâvî, a.g.e., s.311.
68- Amidi, a.g.e., III, 171.
69- Cemaluddin Abdurrahim İsnevi, Nihâyetu’s-Sûl Şerh-u Minhaci’l-Vusûl ile’l-Usûl,(el-Bedahşi şerhi ile birlikte), Mısır, ty, III, 214; Âmidi, a.g.e., IV, 198; Hafnâvî, a.g.e., s.212.
70-İbn Haldûn, a.g.e., s.33.
71-Nedim el-Cisr, İlim Felsefe Kur’an Işığında İman, (ter: Remzi Barışık), Kitabevi, İstanbul, 1995, s.87-98.
72-Hudari, a.g.e., s.360.
73- Kur’an, Bakara(2): 286.
74- Ebû İshak İbrahim b. Musa Şâtıbî, el-İ’tisâm, Daru’l-Ma’rife, Beyrut, 1997, II, 580.
75- Şâtibî, İ’tisam, II, 580.
76- Dehlevî, İkdu’l-Cîd, s.42.
77- Bûtî, a.g.e., s.82-83.
78- Bûtî, a.g.e., s.84.
79- Bûtî, a.g.e., s.84.
80- Şâtibî, el-Muvafakât fî Usuli’ş-Şeri’a, Daru’l-Ma’rife, Beyrut, 1996, IV,638, (Dipnot: 2).
81- İbn Kayyım, a.g.e., II, 182.
82- İbn Kayyım, a.g.e., II, 182-183.
83-Ebû Muhammed İzzuddin Abdulaziz b. Abdisselam es-Sülemi, Kavâidu’l-Ahkâm fî Mesâlihi’l-Enâm, Beyrut, 1999, II, 350.
84- Bkz. Dehlevî, Kitabu’l-İnsaf, Hakikat Kitabevi, İstanbul, 1998.
85- Bkz. Nablûsi, Hulâsatu’t-Tahkik fî Beyani Hükmi’t-Taklîd ve’t-Telfik, İstanbul, 2000.
86- Kur’an, Nahl(16 ): 43.
87-Şâtibi, Muvafakât, IV, 638.
88-Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed b. Ebi Sehl es-Serahsi, Usûl, (tah. Ebû’l-Vefa el-Afgâni), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993, I, 329; Şevkâni, İrşâd, s.49; Zeydan, el-Vecîz, s.171.
89- Bûtî, a.g.e., s.72.
90-İhsan Şenocak, İslam Hukukunda Taklit, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Samsun, 2003, s.99.
.
.
Nihai sınırını aşan her şey zıddına inkılap eder. Hayatın bütün şubelerinde bu böyledir. Bir hastayı tedavi etmek için belirlenen ilaç eğer hastaya aşırı dozda verilirse niyette tedavi, hakikatte ise hastalık üretilir.
Taklit de fert adına bir kolaylıktır. Aksi takdirde avamın mükellef olduğu hükümleri öğrenmesi aşırı derecede zorlaşırdı. Büyük çoğunluğu da bunu başaramazdı. Mukallidin mevcut kolaylıktan istifade edebilmesi için taklidin sınır ve şartlarını bilmesi gerekir; Kimi, niçin, nasıl ve hangi şartlar altında taklit edecektir. Hadisenin bu boyutunu fıkhın temel dinamiklerini dikkate alarak değerlendiremeyenler için taklit -bir kolaylıktan öte- ciddi manada bir problem olacaktır.
Hayatın, Allah ve Rasülü’nün (s.a.v) vaz’ ettiği mutlak hakikat çevresinde cereyanı ve ferde ait teklif-i İlahinin anlaşılıp uygulanması taklidin meşru sınırlar dahilinde kalmasıyla mümkündür. Aksi bir anlayış ameliyesi hayatın “sapık” bir zemine oturmasına ve yapılan ibadetlerin geçersiz olmasına yol açar. Kur’an-ı Hakim serabı hakikat niyetine algılayıp, ibadet yapıyorum zannıyla avunanları ifade ederken şunları söyler: “De ki; size (yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğrayanları bildirelim mi? (Bunlar) İyi işler yaptıklarını sandıkları halde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir.”1
Kırmızı Çizgiler
İnsanların taklitle alakalı hakikati saf haliyle görebilmeleri için fakihler muazzam birikimlerini devreye sokarak bir takım kırmızı çizgiler belirlediler. Bunlara taklidin meşruiyetini koruyan önlemler de diyebiliriz. Bu çizgilerin aşılmasıyla dini hayatta kaoslar zuhur etmiştir. Batı emperyalizminin yoğun baskısı altında şekillenen İslami anlayış biçimleri maalesef ki bu kaosun oluşması ve devamında önemli rol oynamıştır.
Müçtehit imamlar devrini takiben başlayan uzun zaman diliminde ( Hicri dördüncü asır sonrası) ulemanın içtihat kapısını kapatıp! taklidi teşvik ettiğini ve bu teşvikle terakkinin de önünü kestiğini iddia eden modernistler, Müslümanlara kolaylık sağlama adına her hangi bir konuda mezheplerin farklı hükümlerinin bir araya getirebileceğini ve oluşturulacak yeni hükümle amel edebileceğini (telfik) söylemektedirler. Yani taklitle alakalı hakikatin saf haline (ki o saf hal Allah Resulünden günümüze kadar devam eden şekildir.) müdahele edilmiştir.
Nedir Ne Değildir?
Bu makalenin mevzuu taklidin meşruiyeti değildir. Çünkü telfikin haram olduğunu kabul eden her makale aynı zamanda taklidin gerekli olduğunu benimser.
Makalenin ne ile alakalı olmadığını söyledik, neden bahsettiğine gelince; Telfikin menşei, ilk defa ne zaman telaffuz edilmeye başladığı, modernitenin önemli temsilcilerinden Reşid Rıza’nın “Muhâverâtu’l-Muslih ve’l-Mukallid” isimli eserinde telfike dair neler söylediği ve son olarak Sünnet ve Cemaat alimlerinin telfik bağlamında nasıl bir mütalaa içerisinde oldukları, incelenecektir. Bütün bunlardan gaye ise, müçtehit imamların içtihatlarını arzu ve isteklerine göre yeniden terkip edip hevai bir din/yaşayış icat etmenin peşinde olanların gayri meşru bir ameliye içerisinde yer aldıklarını ispat etmektir.
TELFİK
L.f.k. kökünden türeyen ve tef’il babından mastar olan “telfik” kelimesi, sözlük anlamı itibarı ile; “bir kumaş parçasının bir ucunu diğer ucuna birleştirerek dikmek, uydurmak, süslemek, ulaşmak, iltihak etmek, anlamamak, elde edememek” gibi anlamlara gelmektedir.2 Tef’il kalıbındaki bu kelime, daha çok; “eşya veya işleri bir araya getirmek, birbirine eklemek, tek bir tarzda yürümesi için aralarında uygunluk sağlamak” gibi anlamlarda kullanılır. Fakihler, usulcüler ve muhaddisler de telfik kelimesinin bu son anlamını dikkate almışlardır.3
Istılah anlamı itibariyle telfik; “müçtehitlerin herhangi bir konudaki ifadelerinden, onların söyleyemediği bir tarz ya da içerikte hükümler çıkarmak” şeklinde tanımlanmaktadır.4 Bu tanımı biraz daha açarsak şunları söyleyebiliriz: Telfik; iki ya da daha fazla mezhebin birbirine zıt hükümlerini, bir meselede ya da fıkhi bir konuda bir araya getirerek iki ya da daha fazla müçtehidin görüşünden yeni bir hüküm icat etmektir. Böyle bir ameliye içerisinde olan bir mukallit hiçbir müçtehidin istinbat etmediği bir hükmü söylemiş olduğundan bir anlamda içtihat etmiş olur. İçtihada ehil olmayanın içtihat etmesi ise haramdır.
Muazzam Fıkıh Külliyatı
Hicri ikinci asrın başlarından dördün-cü asrın ortalarına kadar devam eden Müctehit İmamlar devrinde muazzam bir fıkıh külliyatı oluştu. Özellikle Hanefilerin henüz olmayan fakat olması imkan dahilinde kabul edilen hadiseler hakkında da içtihat etmeleri bu oluşumu müsbet anlamda destekledi. Fıkhi anlamda doyuma ulaşıldı. Fatimi fitnesinin İslam dünyasını kuşatması ve neticede Batini kimliğe sahip insanların içtihat adı altında hezeyanlar serdetmeleri, Sünnet ve Cemaat alimlerini yeni içtihatlar yapma yerine mevcut birikimi tedvin-tasnif etmeye yöneltti. Bu bağlamda ta’lilü’l-ahkam (hükümlerin illetlerini belirleme) ve tercih çalışmaları kaleme alındı. Tabakat, münazara, hilaf ve fetva kitapları telif edildi. Mevcut fıkhi birikim bir yönüyle sistematize edildi, bir yönüyle de derinlik kazandı.
Taklit devrinde yaşayan fakihlerin müçtehit imamlar döneminden devraldıkları muazzam miras yeni içtihatlar yapmayı gereksiz kıldı. Taklidin hicri dördüncü asırdan sonra mezhepler düzeyine kayması avamı, müçtehitleri hükümde (delili araştırmadan) fakihleri ise delilde (hükmün delilini araştırarak) taklit etmeye sevk etti.
Ümmet arasında taklidin yaygınlaşması ve İslami hükümlerin anlaşılmasının en güvenilir yolu olarak kabul edilmesi fıkhi mirasın sistematize edilme sürecini hızlandırdı. Bu süreç içerisinde hicri yedinci asrın başlarına gelindiğinde fakihler tarafından ilk defa telfikin adı telaffuz edilmeye başlandı.5 Taklidin kırmızı çizgileri belirlendi. Sünnet ve Cemaat an-layışının yaşayan dört mezhebinden herhangi birine aidiyeti olan bir mukallidin mezhep değiştirmesinin cevazı telfikte bulunmamak ifadesi ile kayıt altına aldı. Hanefiler bu konuda icmanın var oldu-ğunu söyledi. Şafilerse bunu kesin bir hüküm olarak kabul etti. Nitekim İbn Hacer telfikin caiz olduğunu söylemenin icmaya muhalefet olacağından söz etmektedir.
Telfik Haramdır
Kasım b. Kutlubuğa (ö. 839/1474), İbn Hacer Heytemi (ö. 974/1576), Remli (ö. 957/1550), Ömer b. Nüceym (ö. 1005/1596) ve İbn Abidin’in (ö. 1252/1836) de aralarında bulunduğu çok sayıda muhakkik fakih telfikin mutlak olarak haram addedildiğini, bu noktada icmanın var olduğunu söylemektedir.6 Onlara göre, telfikin önünün açılmasıyla büyük günahlara meşruiyet kazandırılır. Böyle bir ameliye fıkhın kısmen ya da tamamen bozulmasına sebebiyet verir, haramların mübaha dönüşmesine yol açar.7
Örneğin, bekâr bir kadınla, gayri meşru bir şekilde birleşmek isteyen kişi teflik yaparak Ebû Hanife’nin nikahta veliyi zorunlu görmemesinden hareketle velisiz, İmam Malik’in şahitleri şart koşmamasını taklit ederek şahitsiz bir nikah akdetse, akdi batıl olur. Çünkü yeni icat edilen bu hüküm, yapılmak istenen zina için takdir edilen bir meşruiyet kılıfıdır. Ve şeri’ hiç bir dayanağı yoktur. Bu yüzden haramdır. “Harama götüren her şey haramdır” ilkesinden hareketle de haram fiillere yol açan telfikin haram olduğuna hükmedilir.8
Telfikin yol açacağı fıkhi kaosa şöyle bir örnek daha verebiliriz: Ebû Hanife Hazretleri, şıranın sarhoş etmemek şartıyla helal, içkinin ise mutlak olarak haram olduğunu söylerken; İmam Şafii ayrım yapmadan şıranın da içki gibi haram olduğu görüşündedir. Şair Ebû Nûvas, şıranın helal oluşu noktasında Ebû Hanife’nin, içki hükmünde olduğu hususunda ise İmam Şafi’nin görüşünü alarak şöyle bir kıyas yapar: “İçki şıra gibidir (Şafi’ye göre aynıdırlar), şıra helaldir (Ebû Hanife’ye göre) o halde içki de helaldir.”9 Görüldüğü gibi Ebû Nûvas, telfik yaparken şırayla içkinin haram oluşları açısından aynı olduklarını söyleyen İmam Şafi’yi, şıranın mubah oluşunda ise (içki ile hükmünün farklı oluşunda değil) Ebû Hanife’yi taklit etmektedir.
Hadisenin arka planında haramları mübahlaştırma gayretinin olduğunu keşfeden muhakkik alimler, İslam’ın helal ve haram sistemini koruyabilmek için tavırlarını telfikin haram oluşundan yana koymuşlardır.
Hayali Şahısların Konuştuğu Hayali Eser
Batının buyurgan aklının yönlendirdiği ya da etkilediği İslami anlayış usullerinin önemli bir kısmı ısrarla telfikin meşruiyetinden bahsetmektedirler. Bunlar içerisinde en dikkat çekeni ise Afgani-Abduh-Muhammed Reşid Rıza üçlüsünün temsil ettiği Mısır ekolüdür. “Menar” adıyla şöhret bulan “Tefsiru’l-Kur’an-i’l-Hakîm” adlı natamam tefsirin sahibi Muhammed Reşid Rıza “mukallit” kimliğiyle yargıladığı, şahsında da Sünnet ve Cemaat anlayışına sahip bütün alimleri bidat, israiliyat, hurafe ve vehmi, ilmi bir hakikat olarak kabul etmekle itham ettiği, kendini ise “muslih” etiketiyle dini ve dünyevi ilimleri bütün şubeleriyle bilen genç bir alim olarak takdim ettiği, hayali şahısların yer aldığı hayali eserinin dokuzuncu bölümünde “telfik”in meşruiyetini müdafaa eder.
Yazar “mukallit” kimliğiyle konuşturduğu hayali şahsa önceden tasarladığı düşüncelerini söyletir. Sonra da kendince izahlar getirir. Konuşmalarının son oturumunda ise “mukallit” ıslah-ı hal eyleyerek Hazret-i Muhteremin safına katılır. Muhakkik alimler nezdinde itibar göremeyen, onları hakikaten safına çekemeyen Reşid Rıza, hayalen ürettiği mukallidi safına çekerek teselli bulmaya çalışır.
Yazar, açıklama yapmak istediği hususlarda konuşturduğu hayali “mukallid”e telfikle alakalı şunları söyletir: “ed-Durru’l-Muhtar isimli eserdeki bir söz zihnime takılıyor, burada ‘telfik yapılan hüküm, icma ile batıldır’10 deniliyor, durum böyle olunca üzerinde icma edilen bir konuyu tartışmanın ne manası vardır?”
“Muslih” etiketli Reşid Rıza “mukallid”in itirazına cevap sadedinde şunları söyler; “Hanefi imamlardan hiç birinin söylemediği böyle bir sözü; ed-Dürrü’l-Muhtar yazarının nakletmesi şaşırtıcıdır. Onlar böyle bir sözü nasıl söylesinler ki, mezhepleri bütünüyle telfikten oluşmuştur; çünkü üç imamın (Ebu Hanife, Ebu Yusuf, İmam Muhammed) içtihatlarının birleştirilmesi suretiyle meydana getirilmiştir. Hanefilerin telfiki reddetmediklerinin bir delil ve işareti de, orta zaman Hanefi müçtehitlerinden İbnu’l-Humam’ın bu görüşü (telfikin caiz olmadığı görüşünü) sonradan gelmiş bir fıkıhçıya ait olarak göstermesi, kitabını açıklayan zatın da bu fıkıhçının, Maliki mezhebinden Karafi olduğunu zikretmesidir. Eğer Hanefi müçtehitleri telfiki reddetselerdi, onların görüşlerini başkalarından daha iyi bilen İbnu’l-Humam bu görüşü sonraki müçtehitlerden birine nisbet etmez, ’sonraki fıkıhçılardan birisi telfiki reddetmiştir…’ demezdi.”11
Ebu Hanife Niçin Telfikten Bahsetmedi?
Telfikin haram olduğundan Ebu Hanife Hazretleri ve talebelerinin bahsetmemesi buna mukabil asırlar sonra gelen ed-Dürrü’l-Muhtar müellifi Alauddin Haskefi’nin söz etmesi eğer Reşid Rıza’yı şaşırtıyorsa O, bunun nedenini kendi tetebbuatının eksikliğinde aramalıydı. Çünkü telfik ilk olarak hicri yedinci asırda telaffuz edilmeye başladı. Hicri 150′de vefat eden Ebu Hanife’nin ondan bahsetmesi nasıl mümkün olabilirdi. Hicri 1088 yılında Şam’da vefat eden Haskefi’12 ise yaşadığı dönem itibariyle telfike ve onun fezahetine tanık olduğundan bir fakih olarak hadiseyi tahlil etti, tavrını koydu ve kendinden önceki alimlerin bu noktada icma ettiğini görünce de olanı olduğu gibi nakletti.
Yazarın Hanefi mezhebinin Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in içtihatlarından oluştuğunu, bunun da telfik anlamına geldiğini iddia etmesi de doğru bir beyan değildir. Çünkü telfik; “Vücudundan kan akan, sonra da kadına dokunan abdestli birisinin bu halde namaz kılması” örneğinde olduğu gibi, bir meselede iki mezhebin (burada Şafii ve Hanefi) abdesti bozmayan hallerinin birleştirilmesiyle gerçekleştirilir.13 Hanefi mezhebinin üç imamın görüşlerinden müteşekkil olması ise telfikten farklı bir durumdur. Fıkhın mündericatında yer alan binlerce meselenin her birinde farklı bir imamın ictihadı tercihe şayan görülmüş ve mezhebin temel eserleri bu çerçevede telif edilmiştir. Bu eserlerin telifinde üç imamın görüşleri telfik edilmiyor, ya ayrı ayrı naklediliyor yahut ta bir tanesi alınıyor.
Muhal farz, böyle bir oluşum telfik kabul edilmiş olsa dahi iddia yine de Hanefi mezhebi için geçerli olmaz. Çünkü mezhebin bütün görüşleri bir noktada toplanır ki orada Ebu Hanife vardır. O, ders takrir ederken önce meseleyi anlatır, delilleri sıralar, hükmü belirtir, huzurda ki talebeler de bu görüşü kabul ederlerdi. Sonra aynı konudaki birinci görüşünden döner, yeniden içtihat yapar, ardından bu ikinci ictihadından da farklı deliller kullanarak döner üçüncü bir görüş izhar ederdi. Bütün ameliyelerin neticesinde O ve talebeleri görüşlerinden yalnızca birini tercih ederlerdi.14 Yani talebelerinin Ebu Hanife’nin hilafına serdettikleri görüşler gerçekte O’nun önceden söyleyip daha sonra terk ettiği görüşlerdir.15
Telfikin İsnadı
İbnu’l-Humam’ın, telfikin haram oluşu ile alakalı görüşü Ebu Hanife ve talebelerine değil de sonraki fakihlere isnat etmesi telfikin caiz olduğuna işaret etmez. Çünkü Ebu Hanife’nin teflik hakkında konuşmaması onun cevazına hükmetmesinden değil, zamanında telfik kapsamında değerlendirilecek bir mesele olmamasındandır. O bir fakihti, sihirbaz değildi ki! Kendi zamanında olmayan, ondan asırlarca sonra ortaya çıkan bir hadise hakkında hüküm beyan etsin!
İbnu’l-Humam, telfikin haram oluşu ile alakalı görüşün kime ait olduğunu bilmesine biliyordu da, Reşid Rıza, Fethu’l-Kadir müellifinin telfikin ilk olarak hicri yedinci asırda telaffuz edilmeye başlandığını bildiğini bilmiyordu. Bu yüzden onun isnadından telfikin caiz olduğu hükmünü çıkarıyor.
İbnu’l-Humam’ın telfikin haram oluşunu Karafi’ye isnat etmesine gelince; bu isnat O’nun telfikin helal olduğunu kabul ettiği anlamına gelmez. Çünkü İbnu’l-Humam başta olmak üzere İz b. Abdisselam, İbn Dakiki’l-İyd (ö. 701/1302) gibi muhakkik fakihler telfikin haram olduğunu açıkça belirtmektedirler.
SURETTE ve HAKİKATTE TELFİK
Telfik üzerine etraflı araştırma yapan bazı Sünnet ve Cemaat alimleri hadiseyi iki farklı başlık altında tahlil etmişlerdir. Buna göre telfik ya mezhepler icmaına aykırı ya da değildir. Aykırı olmaması durumunda caizdir. Hadisenin bu boyutunun mütedavel telfikle münasebeti ise sadece lafız cihetiyledir. Yani mezhepler icmaına aykırı olmayan telfik hakikatte değil, surette telfiktir. Bu durumda, Reşid Rıza’nın telfikin cevazına taraftar gösterdiği İbnu’l-Humam gerçekte yazarın tenkit ettiği Haskefi ve İbn Abidin’le aynı şeyleri söylemektedir.
Telfiki, icmaya aykırı olan ve olmayan diye ikiye ayırıp caiz olabilmesi için icmaya aykırı olmamasını şart koşan16 fakihlerin görüşlerini şöyle izah etmek mümkündür:
İcmaya Aykırı Olan Telfik
Ibnu’l-Humam’ın da aralarında yer aldığı fakihlere göre telfik, icmaya aykırı olursa bâtıl olur ve fıkhi hiçbir hüküm ifade etmez. Buradaki icmadan maksat, mezheplerin bir hükümde ittifak ettikleri noktalar ya da çoğunluğun tercih ettiği görüşlerdir.17 Buna göre, sonraki müctehitler tarafından bir asırda yaşayan müçtehitlerin bir meselede yaptıkları iki farklı içtihadın ortak noktalarına aykırı üçüncü bir görüşün telfik yoluyla ortaya konması caiz değildir.
Mezhepler arasında gerçekleşen icmaya aykırı telfike örnek olarak şunları verebiliriz: Kocasının ölümünden dolayı iddet bekleyen hamile kadınların iddet süresi hakkında iki görüş vardır: Birincisine göre kadının iddet süresi çocuğunu doğurunca, diğer görüşe göre ise doğumla vefat iddetlerinin daha uzun olanıyla biter. İddetin doğumla bitmesi iki içtihadın ittifak noktasıdır. Telfik yoluyla iddetin yalnız ayla hesaplanacağını söylemek,18 bu konudaki icmaya aykırı üçüncü bir görüş olarak değerlendirilir ki; mezhepler icmaına aykırı olduğundan haramdır.
Hanefi, Maliki ve Şafii mezheplerinin nikah hakkındaki görüşleri birleştirilerek velisiz, şahitsiz ve mehirsiz bir nikah akdedilse, böyle bir akit hiçbir müçtehidin önceden söylemediği mezhepler icmaına aykırı telfik kabu edilir. Çünkü velisiz kıyılan bir nikah Hanefilere göre sahih olsa da, Maliki ve Şafii mezheplerine göre sahih değildir. Yine şahitsiz bir nikah Maliki’ye göre sahih iken Hanefi ve Şafii mezheplerine göre batıldır. Aynı şekilde mehirsiz bir nikah Şafii ve Hanefi mezheplerine göre sahihken, Maliki mezhebine göre sahih değildir.19 Bu şartlar dahilinde gerçekleşen bir nikah, farklı açılardan üç mezhebin hiç birine göre sahih olmaz. Ayrıca böyle bir nikahın caiz olacağını söyleyen tek bir müçtehit de yoktur. Söz konusu telfikin caiz olmamasının nedeni icmaya aykırı olmasıdır.
İcmaya Aykırı Olmayan Telfik
Mezhepler icmaına aykırı olmayan telfikin gerçek anlamda telfikle sadece lafız cihetiyle birlikteliği vardır. Bu yüzden caiz olduğunu söylemede bir beis yoktur. 20 Çünkü haram olan teflikten muhteva itibariyle farklıdır. Daha iyi anlaşılabilmesi için şöyle bir örnek verebiliriz: Maliki mezhebine göre, bir abdestin sahih olabilmesi için, yıkanan uzuvları ovalamak şartken, Şafiye göre değildir. Buna karşılık Şafi’ye göre, cinsel istek olmasa bile, bir kadına dokunmak abdesti bozarken Malik’e göre bozmamaktadır. Şu halde bir kişi, bu iki mezhebin birbirine zıt hükümlerini telfik ederek aynı meselede her iki müçtehidi taklit etse, böyle bir abdestle namaz kılsa, her iki mezhebe göre de abdesti geçerli olmadığından, namazı bâtıl olur. Fakat bu namaz, Hanefi mezhebine göre caizdir. Çünkü; Ebû Hanife’ye göre abdest alırken yıkanması gereken uzuvları ovalamak şart olmadığı gibi, kadına dokunmak da abdesti bozmaz. 21 O halde, yapılan telfik mezhepler icmaına aykırı değildir. Çünkü; iki mezhebe göre sahih olmayan abdest, üçüncü bir mezhebe göre sahihtir.
Konuya ilişkin olarak İbnu’l-Humam şunları söylemektedir:
“Mukallit, dilediği bir müçtehidi taklit edebilir. Kendisi için en kolay hükümleri seçmesinde onun adına hiçbir sakınca yoktur. Bu davranışını İslam da yermez. Hz.Peygamber (s.a.v.) de ümmeti için hükümleri kolaylaştıranları sevdiğini bildirmektedir. O’nun (s.a.v.) bu ifadesinden, icmaya aykırı olmayan telfikin caiz olduğu hükmü çıkar.” 22
Doğru Anlayış
İbnu’l-Humam’ın da aralarında yer aldığı fakihlerin “İcmaya aykırı olmayan telfik” başlığı altında verdikleri örnekler gerçekte üçüncü bir müçtehidin görüşü olduğundan mukallidin müçtehidi taklidi şeklinde değerlendirilmektedirler. Yani burada gerçek anlamda bir telfik yoktur. Fakat Allame İbn Abidin’in haram olan telfike verdiği abdest (vücudundan kan akan sonra da kadına dokunan abdestli birisinin bu halde söz konusu abdestle namaz kılması gibi, bir hadisede Şafii ve Hanefi mezheplerinin abdesti bozmayan hallerinin birleştirilmesi yolu ile yapılan telfik… ) örneğindeki hükmü23, bir bütün halinde söyleyen üçüncü bir müçtehit olmadığından bu noktada telfik yapan mukallit bir anlamda içtihat yapmış olur. Liyakati olmadığından da içtihadı muteber olmaz. Telfiki mutlak anlamda haram kabul eden fakihlerin misalleriyle İbnu’l-Humam’la aynı yerde duran alimlerin “İcmaya aykırı olan telfik” başlığı altında serdettikleri örnekler aynıdır. Bu da göstermektedir ki; telfikin haram oluşunda icma vardır. Hadiseyi farklı mütalalarla nakletmek Reşid Rıza’yı haklı çıkarmaya yetmemektedir.
Reşid Rıza ve Haskefi
“ed-Dürrü’l-Muhtar” müellifi Haskefi’yi fikhi hiçbir malumata sahip olmamakla itham eden Reşid Rıza Onun telfikin haram olduğuna dair yaptığı naklin de yanlış olduğunu iddia eder. İddiasına delil olarak da İbnu’l-Humam’ın telfike cevaz verdiğini söyler.24 Hakikatte ise yanlış olan Reşid Rıza’nın malumatıdır. Çünkü bir önceki fasılda İbnu’l-Humam’ın da diğer fakihler gibi telfiki haram kabul ettiğini ona ait ifadelerle vermiştik.
Reşid Rıza eserinin dokuzuncu oturumunun sonlarında hayalinde ürettiği mukallite mezhep imamlarını taklit etmenin zararlarını anlatır.25
Reşid Rıza’nın iddialarının aksine müçtehit imamları taklit etmek Müslümanlara zarar değil önemli faydalar sağlamıştır. Fukaha, siyasi ve sosyo-kültürel anlamda İslam toplumu için koruyucu önlem olarak gördüğü taklidi, ön plana çıkarıp, içtihadı ikinci plana çekerek, fıkhın derinlik kazanmasına ve daha sistematik bir yapıya kavuşmasına katkıda bulunmuştur. Dört asırlık fıkıh külliyatı dışa karşı etkin bir hale gelmiştir. Taklidin kurumsallaşmasıyla içe kapanan ve doğal olarak mevcut içtihat Fukaha, siyasi ve sosyo-kültürel anlamda İslam toplumu için koruyucu önlem olarak gördüğü taklidi, ön plana çıkarıp, içtihadı ikinci plana çekerek, fıkhın derinlik kazanmasına ve daha sistematik bir yapıya kavuşmasına katkıda bulunmuştur. Dört asırlık fıkıh külliyatı dışa karşı etkin bir hale gelmiştir. Taklidin kurumsallaşmasıyla içe kapanan ve doğal olarak mevcut içtihatlarla yetinme stratejisi izleyen İslam toplumu bu tutumuyla, sapık bir din anlayışına sahip olan Fatimi ideolojisine karşı da tavır almıştır. larla yetinme stratejisi izleyen İslam toplumu bu tutumuyla, sapık bir din anlayışına sahip olan Fatimi ideolojisine karşı da tavır almıştır.26 Sünnet ve Cemaat alimlerinin teşvikiyle müçtehit imamları taklîde yönelen halk, içtihat adı altında Fatimiler/Batıniler tarafından kendilerine sunulan teklifleri reddetti. Sünni alimlerin halkla oluşturduğu uzlaşı karşısında uzun süre dayanamayan Fatimi idaresi, zamanla siyasi nüfuzunu yitirdi ve Fatimilerin ortaya çıkışıyla yaygınlık kazanan taklit, zamanla hem Fatimilerin çöküşüne hem de İslam mede-niyetinin tabii kodlarının korunmasına yardımcı oldu.27
Müçtehit imamlar devrini müteakip gelen Sünnet ve Cemaat alimleri dört asırlık fıkhi birikimi tedvin/tasnif ettiler. Usta bir nakkaş gibi fıkhı yeniden işlediler. Eğer önceki devirlerden aktarılan fıkhi birikim üzerine; ta’lil, tercih ve tahriç nevinden çalışmalar yapmamış olsalardı, günümüzde fıkıh büyük olasılıkla usul ve kaideleri tesbit edilmeyen bir hükümler koleksiyonu olarak var olacaktı.
Müçtehit imamları taklit etmek siyasi ve ilmi alanda olduğu gibi adli sahada da önemli faydalar sağladı. İçtihadi hükümlerin illetlerinin tesbit edilmesiyle hüküm-illet bütünlüğü oluştu. Böylelikle, farklı görüşler arasından en doğru olanı tercih etmek kolaylaştı. Dört mezhepten her hangi birine aidiyeti olan fakihlerin kadı olarak tayin edilmesi hem yargıyı izafilikten tecrit etti hem de her bölge halkının hak ve ödevlerini önceden öğrenmesine imkan sağladı. Bu da, toplumun daha bilinçli hareket etmesine neden oldu.28
Bütün bunlar göstermektedir ki, yazarın iddialarının hakikat payı yoktur. Mezhepleri taklit etmek İslam medeniyetinin terakkisine, ümmetin bilinçlenmesine katkıda bulunmuştur.
Müslümanlar için telfikin faydalı, taklidin ise zararlı olduğunu iddia eden Reşid Rıza: “Bir milletin ahirinde gelenlerinin öncekilerden daha ileri olması ilahi kanunun gereğidir.” diyerek sonrakilerin önce yaşayan alimleri taklit etmemesine kendince akli gerekçe getirir. Hz Rasulullah (s.a.v.) ise nesiller arasındaki üstünlük derecesini tayin ederken -yazarın iddiasının aksine- üstünlüğün maziye doğru gidildikçe irtifa kazandığını, kendi devrinin ise ulaşılması mümkün en üst sınır olduğunu bildirir: “Bütün zamanların en hayırlı nesli Ashabımdır. Sonra onları takip edenler…”29
Ezcümle, meşhur ve muteber müçtehit imamların içtihatlarını telfik zarfı içerisinde yeniden terkip edip, hevalarına göre bir yaşayış icat etmek isteyenlerin anlayış ve usulleri gayri meşrudur. Son sözleri madem sultanlar söyler. Son iki asrın fakihlerinin sultanı (İbn Abidin) diyor ki; Telfik haramdır.
Dipnotlar:
* Muhammed Emin İbn Abidin
1- Kur’an, Kehf((18): 103-104.
2- Ebu’l-Fadl Cemaleddin Muhammed b. Mükerrem İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1990, X, 330-331.
3- Muhammed İbrahim Hafnâvî, Tabsirü’n-Nüceba bi Hakikati’l-İctihad ve’t-Taklîd ve’t-Telfik ve’l-İftâ, Darü’l-Hadis, Kahire, 1995, s.261; Muhammed Ahmed Ferec Senhuri, et-Telfik beyne Ahkâmi’l-Mezâhib, Mısır, ty, s.68.
4- Cemaluddin Abdurrahim İsnevi, Nihâyetu’s-Sûl Şerh-u Minhaci’l-Vusûl ile’l-Usûl, (el-Bedahşi şerhi ile birlikte), Mısır, ty, III, 266; Muhammed Saîd el-Bâni, Umdetu’t-Tahkîk fî’t-Taklîd, Dimeşk, 1341, s.91; Muhammed Seyyid Bey, Medhal, Asitane Kitabevi, İstanbul, ty, s.312.
5- Vehbe Zuhaylî, Usûli’l-Fıkhi’l-İslami, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1998, II, 1170.
6- Hafnâvî, a.g.e., s.270 vd..
7- el-Bâni, a.g.e., s.101; Hafnâvî, a.g.e., s.281.
8- el-Bâni, a.g.e., s.101; Hafnâvî, a.g.e., s.282.
9- el-Bâni, a.g.e., s.101; Hafnâvî, a.g.e., s.283.
10- Muhammed Emin İbn Abidin, Haşiyetu Reddi’l-Muhtar ala’d-Dürri’l-Muhtar, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1979, I, 75.
11- Muhammed Reşid Riza, Gerçek İslam’da Birlik, (ter. Hayreddin Karaman), İz Yayıncılık, İstanbul, 2003, s. 335.
12 Bkz. Muhammed Abdulhayy el-Leknevi, Terabu’l-Emasil bi Teracimi’l-Efadil, Beyrut, 1998, s. 565.
13- İbn Abidin, a.g.e., I, 75.
14- Muhammed İbrahim Ahmed Ali, el-Mezheb inde’l-Hanefiyye, Mekke, ty, s. 78.
15- Ebu Hanife, talebelerinin fıkhi melekelerini canlı tutabilmek için böyle bir usul benimsemiştir.
16- Seyyid Bey, a.g.e., s.314.
17- İbni Abidin, a.g.e., I, 69; el-Bâni, a.g.e., s.106.
18- Zuhaylî, a.g.e., II, 1172.
19- Seyyid Bey, a.g.e., s.313.
20- Seyyid Bey, a.g.e., s.313.
21- Seyyid Bey, a.g.e., s.313.
22- İbn Emiri’l-Hac, et-Takrir ve’t-Tahbir ala Tahrir-i İbni’l-Humam ,Bulak, 1317, III, 350 vd; Zuhaylî, a.g.e., II, 1175.
23- İbn Abidin, a.g.e., I, 75.
24- Reşid Riza, a.g.e., s. 338.
25- Reşid Riza, a.g.e., s. 344.
26- İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Daru’l-Hadis, Kahire, 1992, XI, 371; Komisyon, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarhi, Çağ Yayınları, İstanbul, 1998, V, 204-.205.
27- Bkz İbn Kesir, a.g.e., XI, 371; Komisyon, Büyük İslam Tarhi, V, 204-205; Muhammed Ali Sayis, Tarihu’l-Fıkhi’l-İslami, Daru’l-Kutübi’l-İlmiyye, Beyrut, ty, s.127; Zeydan, Medhal, s.123; İbn Haldûn, Mukaddime, s.152; Hafnâvî, a.g.e., s.222.
28- Hafnâvî, a.g.e., s.223. Ayrıntılı bilgi için bkz. Subhi Mahmesani, İslam Hukukunun Tedvini, (ter. İbrahim Kafi Dönmez), MÜİFD, sayı 3, yıl 1, 1985, s.313-328.
29- Ebû’l-Hüseyn b. el-Haccac el-Kuşeyri Müslim, Sahih-u Müslim, (tah. M. Fuad Abdulbâki), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, ty., 44/Fedâilu’s-Sahabe, 52 (IV, 1962-1965, H. no: 2532,33,34,35,36); Ebû Abdillah Muhammed b. Yezid el-Kazvîni İbn Mace, Sünen, 13/Ahkâm, 26 ( II, 791, H. no: 2362,2363); Tirmizî, 34/Fiten, 45 ( IV, 94, H. No: 2228,2229).
.
Kur’an-ı Kerim iyiyi, doğruyu, güzeli vaz’ eder. İnsanın insanla, insanın cemiyetle, insanın Allah Teala ile münasebetinin nasıl olması gerektiğini, fıtratın bozulmadan korunmasının esaslarının neler olduğunu anlatır.
Kur’an-ı Kerim eşyanın doğru bir şekilde okunmasını temin eder. O, okunup yaşandıkça ferdî ve ictimaî muvazene devam eder, problemler çözülür.
Müminler onu okur, anlar, yaşar, muhtevasını insanlarla paylaşır, emirlerini “maruf”, yasaklarını “münker” addeder, hükümlerini tebliğ etme noktasında da kendilerini sorumlu kabul ederler.İslam ümmeti, “İlmi ulemanın ağzından alın.” düsturu gereği İslamî ilimlerin kaynağı olan Kur’an-ı Kerîm’i doğru bir şekilde okuyabilmek için onu “fem-i muhsinler”den öğrenmeye itina gösterdi. İslam’ın ilk asırlarında bu ‘fem-i muhsinler’ cami, medrese ve evlerde meccanen Kur’an-ı Kerim okuttular.
İlerleyen asırlarda Kur’an-ı Kerim öğretecek kişilerin azalması, mevcutların da nafaka sıkıntısı çekmesi konu ile ilgili yeni bir düzenlemeyi gerekli kılmıştır. Bu çerçevede bazı alimler ilk dönem Hanefî fakihlerin aksine tedrisatın devam edebilmesi için muallimlerin Kur’an- Kerim okutmaları karşılığında yeteri kadar ücret alabilecekleri yönünde fetva vermişlerdir.
Bu makalede Kur’an-ı Kerim okuma ve öğretme karşılığında kâri ve muallimlerin ücret almalarının caiz olup olmadığı ile alakalı görüşleri günümüz şartlarını da dikkate alarak tahlil edeceğiz.
Caiz Olduğunu Söyleyenler
İmam Malik, Şafii, Ahmed b. Hanbel, Ebû Sevr, Ebû Nasr, Ebû’l-Leys gibi alimler Kur’an-ı Kerim’i okuma ve okutma karşılığında ücret almanın caiz olduğunu söylemişlerdir.
Deliller
Kur’an-ı Kerim öğretme karşılığında ücret almanın caiz olduğunu söyleyenlerin istidlal ettiği hadislerin birincisi şu şekildedir: “Allah Resulü’ne bir gün bir kadın gelip, evlilik teklifinde bulundu. Efendimiz sukût ederek kadına cevap vermedi. Kadın, -tekrar- evlilik teklifinde bulunduğunu ve Allah Resulü’nden görüş sorduğunu yineledi. Orada bulunan bir sahabi ayağa kalkıp şöyle dedi:
– Ey Allah’ın Resulü! Bu kadını benimle evlendir.
Efendimiz:
– (Mehir olarak verecek) dünyalık bir şeyin var mı?
Sahabi:
– Hayır. Yanımda hiçbir şey yok.
Allah Resulü:
– Kalk git, araştır velev ki demir yüzük olsun (getir ona tak).
Sahabi gitti, araştırdı sonra geri döndü. Allah Resulü’ne şöyle dedi:
– Mehir olarak verecek dünyalık bir şey, demir yüzük bile bulamadım.
Allah Resulü:
– Kur’an’dan ezberinde bir şey var mı?
Sahabi:
– Şu sure var, şu sure var diye saymaya başladı.
Allah Resulü:
– Kur’an’dan ezberinde olan surelerle seni bu kadınla nikahladım.(1)”
İkinci hadis ise şu şekildedir: “Ebû Saîd el-Hudrî (radiyallahu anh)’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: ‘Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ashabından oluşan bir askeri birlik, görevli oldukları bir sefere gitmişti. Bunlar bir Arab kabilesinin yanında mola verip, onlardan kendileri¬ni ağırlamalarını istediler. Fakat kabîle bunları konuk etmekten imtina etti. Bu sırada kabilenin liderini (bir akreb) so¬ktu. Bütün bir kabîle harekete geçip onun için her çâreye başvurdu. Fakat liderlerine hiçbir şey şifâ olmadı. Kabîle halkından bâzısı:
– Yakınımıza gelen şu kafileye gitseniz, belki bunların arasında (hastalığın) çâresini bilen vardır, dedi.
Bunun üzerine kabîle halkından bir grup Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ashabına geldi ve:
– Ey cemâat! Reisimizi akreb soktu. Onun için başvurmadığımız çâre kalmadı. Hiçbir şey fayda vermedi. Sizden birinizin yanında herhangi bir¬ çâre/tedavi var mı? dedi.
Kafileden birisi (Ebû Saîd el-Hudrî):
– Evet (ben varım), Allah’a yemîn ederim ki, ben dua ederim. Fakat yine yemîn ederim ki, sizden bizleri misafir etmenizi istemiştik de bu talebimizi kabul etmemiştiniz. Artık ben de size, bir ücret belirlemedikçe dua etmem, dedi. Kabile sahabe ile bir sürü koyun karşılığında anlaştı. Bunun üzerine (Ebû Saîd el-Hudrî) kabile liderinin yanına gidip, ‘Elhamdulillâhi Rabbi’l-âlemîn’i (Fatiha Suresi) sonuna kadar okudu, hastaya üfledi. Hasta sanki bukağıdan çözülmüşçesine süratle yürüyerek gitti ve kendisinde hiçbir illet kalmadı. (Ebû Saîd el-Hudrî) devamla dedi ki: Kabîle halkı kendilerine üzerinde anlaştıkları ücreti ödeyince seriyyede yer alan ashabdan bir kısmı:
– Bu koyunları taksim ediniz, dedi. Fakat duâ eden sahâbî (Ebû Saîd el-Hudrî):
– Hayır, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne gidip, bu olup biteni kendisine arz edip, emirlerini alıncaya kadar bunları taksim etmeyiniz.
Bunun üzerine Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün huzuruna çıkıp, durumu arz ettiler.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ashabına (özelde Ebû Saîd el-Hudrî’ye) hitaben: “Fâtiha’nın bu derece etkili bir dua olduğunu sana kim öğretti?” diye sorduktan sonra, “Doğru yaptınız. Şimdi taksim ediniz ve bana da bir hisse ayırınız.” buyurdu ve tebessüm etti.(2)
Caiz Olmadığını Söyleyenler
Selef ulemasının önemli bir bölümü Kur’an-ı Kerim öğretme karşılında ücret almanın caiz olmadığı görüşündedir. Zührî’ye göre öğretme karşılığında alınan bedel mekruhtur. Ebû Hanife ve talebelerine göre ise caiz değildir(3). Nitekim Hanefî fakihlerden el-Hakimu’ş-Şehid (v. 334/945) “el-Kâfî” adlı müdevven eserinde: “Kişinin çocuğuna Kur’an-ı Kerim fıkıh, feraiz öğretmesi ya da ramazanda onlara imamlık veya müezzinlik yapması için ilim sahibi birisini parayla tutması caiz değildir.” demektedir(4). İftihâruddin el-Buhârî’de (v. 542/1147) “Hulâsâtu’l-Fetâvâ”da “el-Asl”dan naklen şöyle demektedir: “Kur’an-ı Kerim, fıkıh, öğretmek gibi taât esaslı ameliyeler için adam kiralamak caiz değildir.(5)”
Merğinanî ve İbn Hümam’a göre insanların, Kur’an öğretmek gibi dini vazifeler karşılığında ücret almaları caiz değildir(6).
Kur’an-ı Kerim öğretme karşılığında ücret almanın haram olduğunu söyleyen fakihler bu görüşlerini: “Edası müslümana mahsus olan bir ibadetin îfası için adam tutmak caiz değildir. Çünkü taât ve kurbet olan bu fiiller bizzat mükellefler tarafından yapılmalıdır.(7)” hükmü üzerine bina ederler. Nitekim Cenab-ı Hak: “İnsan için ancak çalıştığı vardır.(8)” buyurmaktadır.
Deliller:
Abdurrahman b. Şibl’den rivayet edilen hadiste Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Kur’an okuyunuz! Onu yeme ve menfaat teminine vesilesi edinmeyiniz.(9)”
Ebû Davud’un Ubade b. Samit (radiyallahu anh)’ten rivayetine göre, Ubade şöyle demiştir: “Ehl-i Suffe’den çok sayıda kişiye Kur’an öğrettim. Bu öğrencilerimden birisi bana bir yay hediye etti. Kendi kendime; ‘Bu yay mal değildir. Onunla Allah yolunda ok atarım.’ dedim. Fakat yine de Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne bu meseleyi sordum. Efendimiz:
“Allah Teala’nın kıyamet günü boynuna ateşten bir halka takacağını arzu edersen (onu) kabul et!” buyurdu(10).
Yine Ubade b. Samit şöyle demektedir: “Medine’ye bir muhacir geldiğinde Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) onu, Kur’an-ı Kerim öğretmemiz için bizden birine gönderirdi. Bunlar içinden bana yönlendirdiği bir kişiye Kur’an-ı Kerim öğretmekteydim. Bir gün evime gittim. Ders okuttuğum o kişi, üzerinde hakkım olduğunu düşündü de bana -ondan daha güzelini görmediğim- bir yay hediye etti. Ben de Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne gidip o hediyeyle ilgili görüşünü sordum. Efendimiz:
‘O, omuzların arasına astığın kor parçasıdır.’ buyurdu.(11)”
Übeyy b. Ka’b bir adama Kur’an-ı Kerim okumayı öğretti. Daha sonra bu kişi kendisine bir yay hediye etti. Übeyy durumu Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne anlatınca Efendimiz şöyle buyurdu: ‘Eğer onu kabul edersen ateşten bir yay almış olursun.(12)’
Ebu’d-Derdâ’nın rivayetine göre Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Her kim Kur’an öğretme karşılığında bir yay alırsa Allah Teala ona ateşten bir yay takacaktır.(13)”
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Kim Kur’an okur da onun vesilesiyle insanların mallarını yerse, kıyamet günü yüzü etten soyulmuş bir kemik halinde gelir.(14)”
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Kur’an okuyunuz! Allah’tan taleplerinizi onun bereketiyle isteyiniz. Zira sizden sonra öyle bir toplum gelecek ki, bunlar Kur’an okuyacaklar, onun vasıtasıyla insanlardan dileneceklerdir.(15)”
Osman b. Ebi’l-As da şöyle demektedir: “Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) bana ezan okuması karşılığında ücret taleb etmeyen bir müezzin tutmayı tavsiye etti.(16)”
Kur’an-ı Kerim öğretme karşılığında ücret almanın caiz olmadığını söyleyen ilk dönem Hanefi fakihlerinin istidlal ettiği bu hadisler bazı noktalardan zaaf içerseler de toplu olarak bakıldığında birbirlerini destekledikleri görülmektedir. Özellikle ulema “yay hadisi”nin sahih olduğunu(17) tasrih etmiştir.
Delillerin Tahlili
Ücret almanın caiz olduğunu söyleyen fakihlerin birinci hadisle istidlal etmeleri mümkün gözükmemektedir. Çünkü hadiste Kur’an-ı Kerim öğretmenin kadının mehri olduğu ile alakalı ne sarih ne de dolaylı bir ifade vardır. Hadiste geçen “bima meake” ifadesinde yer alan; “bâ” harf-i cerri zannedildiği gibi “bir şeyin bedeli” anlamında değil, “sebebiyet” manasında kullanılmıştır. Buna göre anlam; “Seni o kadınla, bildiğin Kur’an sebebiyle nikahladım.” şeklindedir(18). Allah Resulü sahabiyi kadınla ona ve Kur’an’a hürmeten mehirsiz nikahlamıştır(19). Ya da Efendimiz her ikisine de iltifat olarak mehri kendi imkanlarıyla vermiştir. Bir başka ihtimal ise mehir takdir etmeyerek eş üzerinde mehr-i mislin tahakkuk etmesini istemiştir. Fakat hiçbir durumda hadis-i şeriften Kur’an-ı Kerîm öğretmenin mehr olarak takdir edildiği anlamı çıkmaz.
Ebû Said-i Hudrî’nin rivayeti de Hanefi fakihlerin hükümlerini üzerine bina ettikleri hadislerle tearuz etmektedir. Biri haram diğeri ise helal kılan iki nass tearuz ettiğinde nesh devreye girer. Bu yüzden bazı Hanefî fakihler Ebû Said-i Hudrî hadisinin, “vaîd/tehdit” içeren hadislerle nesh edildiğini söylemektedirler(20). Bu durumda Ebû Said hadisi ya mensuh kabul edilir ya da şu şekilde tevil edilir:
1. Ebû Said-i Hudrî’nin Kur’an-ı Kerim okuduğu kavim Müslüman olmadığından sahabe onlardan ücret talep etmiştir.
2. Misafiri ağırlamak vacip olmasına rağmen onlar ashabı konuk etmeyi reddetmişlerdir.
3. Rukye halis bir ibadet olmadığından, ondan dolayı ücret almak caizdir. Kurtubî’de, “rukyeden dolayı ücret almak Kur’an-ı Kerim’in ücret karşılığında okunmasına delil olmaz”(21) demektedir. Çünkü “rukye”nin tedavi boyutu “kurbet” boyutundan daha kuvvetlidir. Ebû Said-i Hudrî’nin aldığı ücret de kıraat karşılığı değil, tedavi bedelidir. Ücreti tedaviye tahsis etmek gerekir. Bu yüzden mutlak anlamda Kur’an-ı Kerîm öğretmek ona kıyas edilemez. Tedavi dışı okumalar haram olarak devam eder.
Tahavî, ‘insanların birbirlerine rukye yapmalarının borç olmadığı yönündeki hükmünden hareketle içerisinde ayet de olsa rukyeden dolayı ücret almak caizdir’ demektedir. Okumayı bilenlerin cahillere Kur’an-ı Kerim öğretmeleri ise vaciptir(22).
Sonuç
İslam bilge bir toplum inşa etmeyi öngörür. Kişiyi bildiği ölçüde mükellef addeder. Buyüzden Allah Resulü namaz, zekat gibi Kur’an’da “mücmel” olarak yer alan kavramları insanların anlayacağı şekilde beyan etmiştir.
İlahi bilginin kaynağı olan Kur’an da okunmak, anlaşılmak ve yaşanmak için inmiştir. Her mükellef bu üçlü merhalenin birinci ve üçüncü aşamasından sorumludur. Anlaşılma safhası ise avam için ancak müçtehitler vesilesiyle mümkün olur.
İnsanlar Kur’an’ı muallimler vasıtasıyla okuyabilirler. Muallimlerin azalması ise öğrenme sürecini olumsuz yönde etkiler.
Taklit döneminden sonra meccanen Kur’an öğreten muallimlerin azalması ücret almanın caiz olduğunu söyleyen fakihlerin çoğalmasına neden olmuştur.
Ücret karşılığı Kur’an öğretmenin caiz olmadığını söyleyen Merğinanî müteahhir bazı alimlerin istihsan cihetiyle buna cevaz verdiklerini belirtmektedir(23). Serahsî, Belh Meşayıhı’nın Kur’an-ı Kerim öğretmek için muallim tutmanın caiz olduğu noktasında Medine ulemasının görüşünü benimsediğini nakletmektedir. İbn Kemâl’de caiz olduğu yönünde fetva vermiştir(24). Aynî de bu görüşü tercih ettiğini belirtmektedir(25).
Ücret karşılığı Kur’an-ı Kerim okutmanın caiz olduğunu söyleyen fakihler gerekçe olarak, hocalara devlet tarafından verilen hediyelerin kesilmesi, insanların ahiret işlerine gerektiği şekilde ilgi göstermemesi, tedrisatla dünya işinin birlikte yürütülmesi durumunda her iki cihetin de aksayacak olması, dini meselelerde baş gösteren durağanlık ve tembelliğin Kur’an-ı Kerim hıfzının kaybolmasına yol açması gibi nedenleri göstermektedirler(26).
Farklı yollardan geçimini temin edenler ya da imamlık gibi bedel karşılığı irşad hizmetinde bulunanlar istihsan kapsamına girmediklerinden onların Kur’an-ı Kerim okutmaktan dolayı ücret almaları caiz değildir.
Kâsanî, Osman b. Ebi’l-As’a Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ezan okuması karşılığında ücret talep etmeyen bir müezzin bulmasını tavsiye ettiği hadisle alakalı şöyle demektedir: Çünkü ezan, kamet, namaz ve Kur’an-ı Kerim okutmak karşılığında ücret almak insanları cemaatle namaz kılmaktan, Kur’an-ı Kerim ve ilim öğrenmekten uzaklaştıran başlıca nedendir(27). Zira ücretin ağırlığı insanları ibadet yapmaktan alıkor. Allah Teala şöyle buyurarak bu meseleye işaret etmektedir: “Yoksa sen onlardan (tebliğ görevine karşılık) bir ücret istiyorsun da, onlar borçtan bir yük altında mı kalmışlardır?”
İslam’ın emirlerini tebliğ eden Allah Resulü ile alakalı Kur’an-ı Kerim: “Halbuki sen buna karşılık onlardan bir ücret de istemiyorsun.(28)” buyurmaktadır. Nasıl Allah Resulü tebliğ vazifesini meccanen yaptıysa Onun; “burada olanlar olmayanlara tebliğ etsin” emrine muhatap olan ümmeti de dini mesaili hasbi olarak yürütmekle mükelleftir(29).
Ez cümle, mutlak olarak ücret karşılığı Kur’an-ı Kerîm okutmak, bu hususta mukavele yapmak caiz değildir. Resmi ya da gayr-i resmi oluşumlar altında çeşitli toplantılarda Kur’an-ı Kerîm okuyup karşılığında ücret talep etmek de haramdır. Kur’an tilaveti ibadet olduğundan alınan para namaz kılmak karşılığında talep edilen ücretten farksızdır. Ayrıca bu tür oluşum ve ameliyeler belli çevrelerin eğitim, medya ve sinema yoluyla İslam’a karşı yürüttüğü toplumsal nefret ve tahkir kampanyasının en önemli malzemesidir. İnsanların dinden nefret etmelerinde rol almanın vebali ise elbette büyüktür.
Tabii ihtiyaçlar dışındaki bütün vaktini tedrisata ayıran Kur’an muallimlerinin ailelerinin nafakasını karşılayacak ölçüde “hibe” kapsamında ücret almalarında bir beis yoktur. Bu durumun ictimai bir nefrete dönüşmesinin önüne geçebilmek için de “vakıf” gibi hayır kuruluşlarının ücret meselesini ayarlayıp muallimlere takdim etmeleri maslahata daha uygun olacaktır. En doğrusunu Allah Teala bilir.
Dipnotlar:
(1): Buharî, Nikah 51.
(2): Buharî, İcâre, 16.
(3): Aynî, Umdetu’l-Kârî Şerhu Sâhihi’l-Buhârî, Beyrut, 2001, XII, 135.
(4): Aynî, el-Binaye, Beyrut, 2000, XII, 135.
(5): Aynî, a.g.e., XII, 135; Bunun anlamı bu işler karşılığında ücret ödemek vacip değildir demektir.
(6): Merğinanî, el-Hidaye Şerh-u Bidayeti’l-Mübtedî, Beyrut, ty., III, 235.
(7): Aynî, a.g.e., XII, 135.
(8): Necm(53): 39.
(9): İbn Ebî Şeybe, Musannef, II, 292.
(10): Ebû Davud, İcare, 1; İbn Mace, Ticârât, 8.
(11): Ebû Davud, İcare, 1.
(12): Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 125-126.
(13): Aynî, a.g.e., XII, 136.
(14): İbn Ebî Şeybe, Musannef, II, 292; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, II, 532; Ebû Nuaym, Hilyetu’l-Evliya, IV, 199.
(15): Taberâni, el-Mu’cemu’l-Kebîr, XVIII, 167; İbn Ebî Şeybe, Musannef, II, 124.
(16): Bu hadis dört Sünen’de benzer lafızlarla rivayet edilmektedir: Ebû Davud, Salât, 39; Nesaî, Ezan, 32; Tirmizî, Salât, 41; İbn Mâce, Ezan, 3.
(17): Aynî, a.g.e., XII, 136.
(18): Kâsânî, Bedaiu’s-Senaî, Beyrut, 1997, VI, Dip not: 1, s. 12.
(19): Nitekim Ümmü Süleym Ebû Talha ile müslüman olması karşılığında evlenmiştir.
(20) Aynî, a.g.e., XII, 137.
(21): Aynî, a.g.e., XII, 137.
(22): Aynî, a.g.e., XII, 137.
(23): Merğinanî, a.g.e., III, 235.
(24): İbn Kemâlpaşa, Fî İstihsani’l-İsti’câr ala Ta’lîli’l-Kur’an, (Resail-u İbn Kemâl içerisinde), İstanbul, 1316, II, 227-228.
(25): Aynî, a.g.e., X, 282.
(26): Merğinanî, a.g.e., III, 235.
(27): Kâsânî, a.g.e., VI, 14.
(28): Yusuf(12): 104.
(29): Bkz. Kâsânî, a.g.e., VI, 14
|
|
|
Bugün 584 ziyaretçi (794 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|