Dini Sünnetsiz Yaşama Çabaları
Yazar: Ziya Ökçe
Sünnet denildiği zaman ilk aklımıza gelen Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemden nakledilen söz, fiil ve takrirleri (Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemin başkaları bir şey yapması karşısında ses çıkarmayıp onaylaması hali)dir.
Hadisçiler arasında kazanmış olduğu ıstılah manası ise, Hazreti Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme peygamberlik geldikten sonra O’nun, dînî veya gayri dînî söz, fiil ve takrirlerinin hepsini içine alır. Bu manalarıyla sünnet, hadisin de tarifini yapmış olmaktadır.1 Başka bir ifade ile Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin söz, fiil, takrir, yaratılış ve huy özelliği, hususi hayatı, sireti ile ilgili nakledilen şeylere hadis denir.
Sünnet, bazen de Sahabe-i kiramın ameline atfedilir. Hadis âlimlerinin çoğuna göre her iki kelimede eş anlamda kullanılmıştır. Bazı hadis âlimleri ise ikisini ayırmıştır. Buna göre: Hadis, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimizden nakledilen kavlî, fiilî ve takrirî şeylerdir. Sünnet ise: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin döneminden Sahabe-i kiramın son dönemine kadar dînî uygulamadaki keyfiyet olarak tarif edilmiştir.
Bu çerçevede sünnet, Ümmet-i Muhammed’in kimlik ve kişilik ölçüsü ve belirleyici özelliğidir. Allah Teâlâ’nın:
"Andolsun, Allah’ın Rasûlünde sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü arzu edenler ve Allah’ı zikredenler için (uyulacak) en güzel bir örnek vardır." (Ahzab 21) buyruğu bunu açıkça ifade etmektedir.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem inananlar için hayatı kapsayan tüm alanlarda en güzel ve en mükemmel örnektir. Hz. Peygamber'in sünnetine uymadan ve onu model almadan Müslüman’ca bir hayat yaşayabilmek, böyle bir iddiada bulunmak bir anlamda Allah ve Rasûlüne rağmen, müslüman olmak ya da olunabileceğini savunmak demektir.
SÜNNETİN VAHİYLİĞİ VE
DİNDEKİ YERİ
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin sözleri, fiilleri ve susması olan sünnet vahiydir. O kendi heva ve hevesinden hiçbir şey söylemez.
“O hevasından konuşmaz, onun konuşması kendisine vahyedilenden başkası değildir.” (Necm 3-4)
Ayette geçen "vahiy" kelimesi geneldir. Rasûlullah'ın konuştuğu Allah kelamı ve hadis-i şeriflerden ibarettir.
"De ki, ancak benim Rabbimden bana vahyedilene uymaktayım." (A'raf 203)
O zaman Rasûl'ün ameli vahiydir. Çünkü vahiy’den başka bir şeye uymaz. Allah Teâlâ, Rasûlünün getirdiğine uymamızı ve yasakladıklarından vazgeçmemizi istemiştir.
"Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının." (Haşr 7)
Buradaki ifade genel olduğundan yalnız Kur’an’la tahsis edilmeyip, Kur'an'la beraber sünneti de kapsamaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Kim Rasûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur." (Nisa 80)
Peygamber'e itaat, Allah'a itaat sayılırsa, Peygamberin sözü ve ameli Allah'tan bir vahiy olur. Yoksa Allah Rasûlü kendi heva ve hevesinden konuşur veya aklına göre amel ederse, ona itaat Allah'a itaat olarak sayılmayacaktır. Kur’an-ı Kerimde:
"De ki; Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." (Âl-i İmran 31) buyrulmaktadır.
Bu ayet; Allah Rasûlünün sözlü olsun fiilî olsun bütün emirlerine uyun demektedir. Allah'ı sevmek, O'nun sevgisini kazanmak ve O'nun affına mazhar olmak, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve selleme uymakla gerçekleşir. Zira Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Allah'ın vahyettiğine göre konuşur ve amel eder.
Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve
selleme verilen açıklama görevleri:
1-Kur'an'ın mücmel manasını açıklar. Allah Teâlâ:
"Sana bu Kur'an'ı indirdik ki insanlara kendilerine indirileni açıklayasın." (Nahl 44) buyurmuştur.
Kur'an'da namazla ilgili ahkâm mücmel olarak geçmiş, Sünnet ise namazın keyfiyetini, rekât sayılarını, vakitlerini, şartlarını ve onu bozan veya bozmayan hususlarını açıklamıştır. Onun için, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Beni namaz kılarken gördüğünüz gibi namaz kılınız."2 buyurmuştur. Hacc da3 başka ibadetler de aynı şekildedir.
2- Kur’an’ın genel lafızlarını tahsis eder (özelleştirir). "Allah size çocuklarınızın alacağı miras hakkında erkeğe kadının payının iki mislini tavsiye eder." (Nisa 11)
Burada, her babanın miras bıraktığı ve her çocuğun varis olduğu belirtiliyor. Fakat bu, genel lafızdır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: "Katil mirasçı olamaz."4 buyurarak babasını öldüren evladın ona vâris olamayacağını bildirmiş ayeti tahsis etmiştir.
3- Kur'an'ın bazı mutlak, kayıtsız ve şartsız hükümlerini takyit eder (sınırlandırır). Kur’an-ı Kerim’de; "Erkek ve kadın hırsızın ellerini kesin." (Maide 38) ifadesi mutlaktır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, el kesmek için sınırlandırmaları göstermiş; bunlardan, "Çeyrek dinardan fazla çalınırsa el kesilir." 5 buyurmuştur.
4- Kur'an'da aslı bulunan bazı müşkülleri açıklar ve hüküm belirtir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yeni bir şey söyler bunun aslı (temeli) Kur'an'da mevcuttur. Mesela; "Rasûlullah Hayber Günü'nde evcil eşeklerin etini, katırların etini, dişi kesici olan vahşi hayvanların etini ve tırnağı kesici olan kuşların etini haram kıldı." 6 buyuruyor. Bu haram kılınmış şeyler Kur'an'da geçmemiştir. Bunlar yeni teşri'lerdir. Ancak Kur'an'da bunların temeli bulunmaktadır. "O (Peygamber), onlara temiz olanı helal ve pis olanı haram kılar." (A'raf 157)
Bu ayet, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin, teşri edici yani Sünnet'in şeriatın bir kaynağı olduğuna dair bir delildir.
5- Kur'an'da geçmeyen başka konular hakkında hüküm verir.
Bunlardan, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, bir erkek, eşinin halasıyla veya eşinin teyzesiyle veya eşinin erkek kardeşinin veya kız kardeşinin kızlarıyla evlenemez diye bir yasaklık getirmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurdu: "...ve iki kız kardeşle birlikte nikâhlanmanız da size haram kılındı. Ancak daha önce yaptığınız evlilik müstesna." (Nisa 23)
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin getirdiği yasaklık Kur'an'da geçmiyordu. Vahyin emrine göre buna böyle hükmetti.
ÂHAD HABER DÜŞMANLIĞI
Haber, herhangi bir şey veya mesele ile ilgili olarak nakledilen bilgi anlamındadır; "hadîs" kelimesinin eş anlamı olarak kullanılır.
Râvî sayısı bakımından mütevâtir derecesine ulaşmamış hadîsler için kullanılan bir usûl-i hadîs ıstılahıdır. Bir haber, ilk kaynağından itibaren her nesilde yalan üzere birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir kalabalık tarafından rivayet edilmişse buna "mütevâtir haber" denir. Mütevâtir dışında kalan haber çeşitlerinin hepsine birden "âhâd haber" denir.
Âhâd haberler zan ve galip zan ifade ettikleri için küfür ve iman konusunda tek başına delil olmazlar. Ancak fıkhî ve ahlaki gibi konularda amel edilir.7
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemden nakledilen her rivayetin tevatür derecesine ulaşması mümkün değildir. Ona nisbet edilen her haberi tenkit süzgecinden geçirmeden kabul etmek ne kadar yanlış ise, râvîlerin hatası veya yanılma ihtimali var diye hadîsleri reddetmek de o derece yanlıştır. Bu gerekçe ile hadîsleri bütünüyle reddedenler sapıklığa hatta küfre düşerler. Bir çuvalda çürük bir patates var diye bütün çuval atılmaz, ayıklanır. Aynısını biz de yapmak zorundayız, çünkü aklen de bütün hadislerin uydurma olması mümkün değildir. Mütevatir hadislerin sayısı hakikaten azdır. İbn Salah mütevatire misal olarak yalnızca bir hadis gösterebileceğini, onun da "men kezebe aleyye..." “Kim benim söylemediğimi bana söyledi diye (nisbet ederse) söylerse cehennemde oturacağı yere hazırlansın”8 hadisi olduğunu söylemiştir. ‘Mütevatir sünnet’ kesinlikle bağlayıcıdır. Örneğin bizler ‘Kur’an’ın namazı bizlere emrettiğini bilmekteyiz ancak nasıl kılındığı ile ilgili ayrıntılı bir açıklamayı bulamamaktayız. Bize bu ayrıntılar konusunda örneklik edecek olan Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellemin ‘mütevatir sünnet’idir ki bu da bağlayıcıdır. Bunun bir örneği namazların rekâtları meselesidir. Kimse bu konuda kendi başına hareket edip ben sabah namazını üç rekât olarak kılacağım diyemeyecektir.
İmam-ı Beyhaki Delail kitabında şöyle rivayet eder:
"Eshab-ı kiramdan İmran bin Husayn radıyallahu anh, şefaatle ilgili bazı hadisler nakleder. Oradakilerden biri der ki:
- Siz hadisler bildiriyorsunuz, fakat biz bunlarla ilgili Kur’an’da bir şey bulamıyoruz.
İmran bin Husayn hazretleri buyurur ki:
- Sen Kur’an’ı okudun mu?
- Evet.
- Kur’an’da sabah namazının farzının iki, akşamınkinin üç, öğle, ikindi ve yatsının farzının ise dört rekat olduğuna rastladın mı?
- Hayır.
- Peki bunları kimden öğrendiniz? Bizden [Eshab-ı kiramdan] öğrenmediniz mi? Biz de Rasulullah’tan öğrenmedik mi? Peki Kur’an’da kırk koyunda bir koyun, şu kadar devede şu kadar, şu kadar paraya şu kadar dirhem zekât düştüğüne rastladın mı?
- Hayır.
- Öyleyse bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrenmediniz mi? Biz de Rasulullah’tan öğrenmedik mi? Hac suresinde “Eski evi [Kâbe’yi] tavaf etsinler” âyetini okumadınız mı? Peki orada Kabe’yi yedi defa tavaf edin diye bir ifadeye rastladınız mı?
- Hayır.
- Allah Teâlâ’nın Kur’an’da şöyle buyurduğunu duymadınız mı? “Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa da ondan kaçının.” [Haşr 7]
Hz. İmran daha sonra buyurur ki:
- Sizin bilmediğiniz bizim Rasulullah’tan öğrendiğimiz daha çok şey vardır."
Kur’an’ı Kerim’de: “Size, âyetlerimizi okuyacak, sizi her kötülükten arıtacak, size kitabı ve hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek, aranızdan bir rasul gönderdik.” (Bakara 151) buyrulması, dini sünnetsiz yaşamanın mümkün olmadığının bir ifadesidir.
İmam-ı Şarani diyor ki:
Üstadım Aliyyülhavas'dan duydum. Buyurdu:
“…Sünnet bize Kur'ân’daki icmalleri bildirmeseydi, âlimlerden hiçbiri, fıkıhtaki sular ve abdest bahislerindeki hükümleri çıkaramaz; sabah namazının farzının iki, öğle, ikindi ve yatsının farzlarının dört, akşam namazının farzının üç olduğunu, bilemezdi. Aynı şekilde hiçbir kimse kıbleye dönüldükte yapılan duada, iftitahta ne söyleneceğini bilemezdi. Tekbîrin nasıl olduğunu, rükû' ve sücut tesbihlerini, tadil-i erkânı, teşehhüde oturdukta ne okunacağını bilemezdi. Aynı şekilde bayram namazlarının nasıl kılınacağını, ay ve güneş tutulması namazlarını, cenaze, yağmur duası namazları gibi daha çok şeyleri kimse bilemezdi. Bunun gibi, zekâtın nisabını, orucun ve haccın şartlarını, alış veriş, nikâh, yaralama, kadılık ve fıkhın diğer bâblarının hüküm ve esaslarını bilen olmazdı.”
Beyhakî Sünen'inde Misafir namazı bölümünde, hazreti Ömer radıyallahu anhtan bildirir:
Hazret-i Ömer radıyallahu anha:
-Yolculukta namazın kasır edilmesi, yani dört rekâtlı farzları iki rekât olarak kılmaktan soruldu:
- Biz, aziz kitap da korku namazını buluyoruz, fakat seferî namazı bulamıyoruz, denildi. Sorana:
- Ey kardeşimin oğlu, Allah Teâlâ bize Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz bir şey bilmeyiz. Ancak biz, Rasûlullah’ın yaptığını gördüğümüz şeyi yaparız. O, seferde, 4 rekâtlı farzları iki kılardı. Onu teşri' eden Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemdir, buyurdu.
Ne kadar özlü ve güzel bir ikazdır ki dini sünnetsiz yaşama çabalarının beyhude olduğunu ve âhad habersiz dinin yaşanamayacağını ortaya koymuştur.
KUR’AN’LA YETİNME
ÇIĞIRTKANLIĞI
Sünnet, Kur’an’ın hayata dönüşmüş şeklidir, hayatî ve pratik olanla ilgilidir. Kur’an, kendisini değil Rasûlullah’ı örnek gösterir.
Sünnetin (hadisin) bu kadar öne çıkması Kur'an-ı Kerîm'in eksik ve yetersizliği anlamına gelmez. Vahyi alıp öğrenmede peygamberlerin aracılığına insanların nasıl ve ne ölçüde ihtiyacı varsa, Kur'an'ı anlamakta da Peygamber'in yorumuna yani sünnete öylece ihtiyaç vardır. Bunun dışındaki iddialar nasıl takdim edilirse edilsin, temelden yanlıştır. Bu tür iddia ve tavır Hz. Peygamber tarafından önceden teşhis ve teşhir edilmiştir:
"Bana Kur'ân ve Onunla beraber onun gibisi (Sünnet) verildi. Yakında karnı tok, koltuğuna yaslanmış birisi "Size bu Kur'ân yeter; onda neyi helal bulursanız, onu helal kabul ediniz, onda neyi haram bulursanız, onu da haram biliniz" diyecek. Şunu iyi biliniz ki, Allah Rasûlünün haram kıldığı da Allah'ın haram kıldığı gibidir." 9
"Size kendileri ne sarıldığınızda hiç sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum; Allah'ın Kitabı ve Nebî'sinin sünneti."10
"Benim emrettiğim veya nefyettiğim bir konu kendisine iletildiğinde, sakın sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış olarak, "biz onu bunu bilmeyiz, Allah'ın kitabında ne bulursak ona uyarız, işte o kadar" derken bulmayayım!". 11
Bu ikaz ışıkları ile Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem müslümanları uyarmaktadır. İslam ümmetinin kimlik ve kişiliğini dokuyan yorum, Kur’an’la birlikte Hz. Peygamber'in yorumu yani sünnetidir. Bu sebeple sünnet, İslam'ı anlama, kavrama ve yaşamada vazgeçilmez en doğru ölçü ve yorumdur. Hadislere yöneltilecek hiçbir tenkit, sünnetten uzak kalmayı haklı kılamaz.
Peygamberi veya sünnetini dışlamak ne İslam’a ne de müslümanlara fayda verir, aksine bunu yapanlar İslam’ı yıkmak isteyenlerin ekmeğine yağ sürmüş olurlar. Misyonerler müslümanları Kur’an’dan uzaklaştıramayacaklarını anlayınca İslam’ın ikinci kaynağı Sünnetin temiz ırmağını bulandırmak için, onun bir bölümünü oluşturan hadislerde tereddütler oluşturma ve tahrif etme yoluna girmişlerdir. Bunun böyle olduğunu kendileri şu şekilde ifade etmişlerdir.
İngiliz istihbarat ajanı Hempher, “İslam’ı Nasıl Yok Edelim” isimli kitapta bir bölümde bakınız neler demektedir: “…Fıkıh kitapları saf dışı edilerek, dinin doğrudan Kur’an’dan öğrenilmesi için yönlendirme yapılacak. Sonra, müslümanları Kur’ân hakkında şüpheye düşürecek ve içinde noksanlık ve fazlalık bulunan tahrif edilmiş her dilde Kur’ân tercümeleri hazırlayıp, diyeceksiniz ki: “Kur’ân bozulmuş. Birbirini tutmuyor.” Aynı şekilde, hadisler hakkında da şüphe uyandırılacak. Ayrıca, Arap memleketleri dışında, ezan, namaz gibi ibadetlerin Arapça yapılmasını önleyeceksiniz…”
Kur'an ve Sünnet, bizim için düşünce ve siyaset kaynağıdır. Bu kaynaklarımızla düşünür ve hareket ederiz. Fikirlerimizi hep buradan alıp hayat sahasına indiririz. Kâfirler, Kur'an'la ve Sünnet'le savaşırken İslâm ümmetini vahiy ve sünnet bilincinden uzaklaşmış bir ümmet haline getirmek istiyorlar ki böylece, ona Kıyamet Günü'ne kadar hâkim olmayı düşlüyorlar. Bu düşlerini ebedîleştirmeyi umuyorlar. Onun için, Kur'an'ı ve Sünnet'i ortadan kaldırmak istiyorlar. Fakat Kur'an'la fazla uğraşmalarına rağmen müslümanların Kur'an'a güvenlerini sarsamıyorlar. Bu nedenle Sünnetle uğraşıyorlar, müslümanların buna güvenini sarsmak istiyorlar. Buna çok dikkat etmeli ve sünnet konusu iyi bir şekilde müslümanlara izah edilmelidir.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin yaşantısını ve hadislerini anlamadan Allah Teala’nın kitabı Kur’an’ı anlamak ve yaşamak mümkün olmadığına göre; Kitap’la sünneti cıvata ile somun gibi düşünmek gerekir. Nasıl cıvata tek başına bir işe yaramazsa, Kur’an da sünnetsiz anlaşılamaz ve tatbik edilemez.
İmam Malik radıyallahu anhın sünneti izahı:
"Sünnet Nuh'un gemisidir. Ona binen kurtulur, ondan geri kalan suda boğulur.”12
Kur’an-ı Kerimi en iyi anlayan ve yaşantıda model olan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem olduğuna göre; O’ndan daha ileri dindar bir kimse var mıdır? O’ndan daha muttaki, daha çok Allah’tan korkan kim vardır? O’ndan daha ilerde, daha muttaki ve daha çok Allah’tan korktuğuna inanmak tam bir sapıklık ve küfürdür. Başka bir ifade ile Peygamberi dışlayarak mümin olunamayacağı gibi, O’nun sünneti (hadisi) alınmadan da müslüman olunmaz.
Müslüman’ı Peygambere şartsız teslim olmaya çağıran Allah Teala:
“Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümlerden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa 65) buyurmuştur.
Hz. Ömer'in dile getirdiği teslimiyetle noktalayalım:
"Biz Rab olarak Allah'tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak da Muhammed'den memnun ve razı olduk." 13
Kaynakça:
1. Koçyiğit, Talat, Hadis Usulü, İlmi Yayınlar, Ank. s. 86
2. Buhari, Ezan 18, Edep 27; Darimi, Salat 42
3. "Haccın vaciplerini (menasikini) benden alınız." (Nesai, Menasik 27, 220)
4. Ebû Dâvud, Diyât,18; Tirmizî, Ferâiz, 17; Ahmed b. Hanbel, I, 49
5. Müslim, Hudûd 1; Tirmizi, Hudûd 16; Nesai, katu's-sarık 9,10; Ahmed, b. Hanbel, VI, 36.
6. Müslim, Sayd: 12; İbn Mâce, Zebaih: 13
7. Koçyiğit, Talat, a.g.e.
8. İmam-ı Suyuti, Miftahu’l-Cenne Fi’l-ihticac bi’s Sünne, Rağbet Yayınları, İst.
9. el-Hatîb et-Tebrizî, Mişkat, II, 57; bk. Ebu Davud, Sünen 5
10. Muvatta, Kader, 3
11. Tirmizi, Kitab’ül-İlim, Ebu Davut, Sünnet 5, İbni Mace, Mukaddime 2
12. Suyutî, "Miftahu'l-Cenne Fi'l-İ'tisam bi's-Sünne" Daru'n-Neşr, Medine, 1409, s. 76,
13. Buhari, ilim 26, Deavat 64, Fiten 15, İtisam 3; Müslim, İman 56, Tirmizi, İlim 10.
Sünnetsiz Kur'an İslam Değildir
263
Yazar: Ahmet Ağmanvermez
Köşe: hadis iklimi
“ Size iki şey bırakıyorum. Onlara sıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmazsınız. Onlar: Allah’ın kitabı Kuran ve Rasulullah’ın Sünneti.” ( İmam-ı Malik, Muvatta Kader,3) buyuran Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem Veda Hutbesi’nde yüz bini aşkın müslümana Kuran ve Sünnet’in ayrı düşünülemeyeceği mesajını vermiştir.
“ Dinin elden çıkışı, sünnetin terkiyle başlar. Halat nasıl lif lif kopup parçalanırsa, din de sünnetin birer birer terkiyle ortadan kalkar. (Darimi, Mukaddime 16) Bu hadisten de anlıyoruz ki, Sünnet’in terki, bid’atların dine girmesine yol açar. Ümmet, sünnetle vardır. Ümmet bilinci sünnetlerle yaşatılır. Sapmalar, sünnetten ayrılmakla başlar.
O zaman, sünnet nedir? Sünnet: Söz, davranış ve takrirleri ile Hz. Peygamber Sallallahu aleyhi ve sellem’in, Allah’ın emir ve yasaklarını, kısaca bir bütün olarak İslam’ı yaşayarak yorumlaması demektir.
Kuran, okunan vahiy; sünnet ise rivayet olunan vahiydir. (İmam Şafii, Risale s. 91)
Haşr suresi 7. ayette: Peygamber size neyi verirse onu alın. Neyden yasaklarsa, ondan da sakının.” buyuran yüce Rabbimiz, Rasulünün verdiği emirlere de uyulmasını istiyor.
Konu ile ilgili diğer ayetler şunlardır:
Nisa suresi 80. ayet: “ Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.”
Nisa suresi 59. ayet: “ Allah’a itaat edin. Rasulüne ve sizden olan idarecilerine de itaat edin. Anlaşmazlığa düştüğünüz konuları,- şayet Allah’ a ve ahret gününe inanıyorsanız-; Allah’a ve peygamberine götürün.” buyuran yüce Rabbimiz hem peygamberine itaati hem de Kuran’la beraber Sünnet’in de çözüm kaynağı olduğunu bildiriyor.
KURAN - SÜNNET İLİŞKİSİ
Sünnet, Kuran ile ilgili üç önemli görevi üstlenmiştir:
Kuran’ın hükümlerini pekiştirir. Namaz, oruç, hac ve zekât hadislerle de desteklenir.
Her insanın aynı derecede anlayamayacağı konuları açıklar. Ayetteki “ Beyaz iplik, siyah iplik” meselesini “Gündüzün aydınlığı, gecenin karanlığı” şeklinde sünnet açıklamıştır.
Sünnet, teşri tabir olunan hüküm koyma yetkisine de sahiptir. Kendinden bir şey konuşmayan, her şeyi vahye dayanan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Kuran’da olmayan hükümleri de koymuştur. Mest üzerine mesh, yağmur duası ve namazı, içki içene uygulanan ceza, nesep yoluyla evlenilmesi haram olanın, süt yoluyla da haram olması, hanımı ile teyzesi aynı kişinin nikâhı altında olmasının haramlığı ve benzeri konuları sünnet hükme bağlamıştır.
Peygambere uymayı, verdiği hükme razı olmayı, verdiği hükümlerde seçim hakkının olmadığı ayetlerle beyan edilen Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, dört ayrı görevi bir arada yapmıştır:
Peygamberlik
Dini problemlere cevap veren müftilik
İki veya daha fazla insan arasındaki, sebep, delil ve şahitleri dinleyerek çözen hâkimlik (Kadılık)
Devlet başkanı olarak, insanları idare etmiş, savaş ve barış kararı almış, İslam’ın hayat sahibi, canlı bir din olduğunu her yönüyle yaşayarak göstermiştir.
Sünnet, tüm zamanı, tüm mekânı, hayatın tüm safhalarını kucaklayıcı olması sebebiyle evrenseldir. İslam cihanşumul bir din, Kuran ve Sünnet de İslam’ın cihanşumul (evrensel) kaynaklarıdır. Kuran ,Ahzab suresi 21. ayetiyle Hz. Peygamberi, Allah’a ve ahrete kavuşmaya inanan, Allah’ı hiç unutmayan müminler için kıyamete kadar en güzel örnek (numune-i imtisal, üsve-i hasene) olarak tanıtıyor. Örnek alınacak şahsın, sosyal hayatın her alanında pratik yaşantısı olması gerekir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve selem de ümmeti için her alanda yegâne örnektir.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem yaptığını ve yapabilecek şeyleri emrederdi. “ Ümmetimi meşakkate sokacağından endişe etmeseydim yatsı namazını geç saatlerde kılmalarını emrederdim.” (Buhari, Mevakit 24)
“Ümmetime zor gelmeyeceğini bilseydim, her abdestle beraber misvak kullanmalarını emrederdim.” (Müslim, Taharet 42)
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem emretme ve yasaklama yetkisini dahi, ümmeti için merhamet, kolaylık ve sevdirme çizgisinde kullanmıştır.
“ Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz.” (Buhari, İlim 11) buyuran Allah Rasulü, bizlerin de kolaylaştırma ve müjdeleme konusunda hassas olmamızı istemektedir.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve selem, iman, ibadet, ahlak, siyaset, ticaret, savaş, barış, hak ve adalet ve benzeri insanlar arası ilişkilerde örnek olduğu gibi; tuvalet adabı da dâhil hayatın her safhasını yaşayarak bize göstermiştir. En küçük ayrıntıyı dahi atlamamıştır.
KURAN GİBİ SÜNNET DE
KORUNMUŞ MUDUR?
Tevbe suresi 32. ayette Allah Teâlâ, nurunu tamamlayacağını söylüyor. Allah’ın nuru İslam dinidir. O da Kuran ve Sünnet’tir. Yani nur tamamlanmıştır.
Hicr suresi 9. ayette ise: “ Gerçekten zikri biz indirdik. Onu koruyacak olan da elbette biziz.” buyrulmaktadır. Ayette ifade edilen zikir, Kuran ve sünnettir. Aslında Kuran’ın korunması Sünnet’in korunmasını da içine alır. Çünkü Sünnet, Kuran’ın açıklayıcısı, destekleyicisi ve güvenilir bir muhafızıdır. Keyfi yorum ve tevillere yer bırakmayarak, Kuran’ı nazil olduğu saflıkta bize ulaştırmıştır. Bu sebeple Kuran’ın korunması aynı zamanda Sünnet’in korunması anlamına gelmektedir. Kuran, Allah tarafından korunurken Sünnet de tamamen ümmet tarafından korunmuştur. Kuran’ı koruma gayretinde olan müslümanlar, aynı zamanda Sünnet’in de saf ve katıksız bir şekilde korunmasını sağlamışlardır.
SÜNNETİN KURTARICILIĞI
Sünnet, kendine sarılanı kurtarır. Tefsir âlimi Dahhak: “ Cennet ile Sünnet aynı konumdadır. Zira dünyada Sünnet’e sarılan, ahirette de cennete giren kurtulmuştur.” diyor. (Kurtubi)
İmam Malik ise Sünnet’i Hz. Nuh aleyhisselam’ın gemisine benzetmiş ve : “Kim gemiye binerse kurtulur, kim binmezse boğulur.” (Suyuti) demiştir. Bu sebeple, sünnetsiz İslam, Kuran’la yetinme arayışları iyi niyetten yoksun, İslam düşmanlarının sinsi bir tuzağıdır. Bu tuzağı mucizevî bir şekilde bize haber veren Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: “ Benim emrettiğim veya yasakladığım bir konu kendisine iletildiğinde, sakın sizden birinizi koltuğuna yaslanmış olarak, “ Biz onu bilmeyi. Allah’ın kitabında ne bulursak ona uyarız.” derken bulmayayım!” (Tirmizi, İlim 10)
Son söz olarak şunu söyleyebiliriz:
İslam ümmetinin kimlik ve kişiliğini dokuyan Sünnet, İslam’ı anlama, kavrama ve yaşamada vazgeçilmez en doğru ölçü ve hayat tarzıdır. Ne Sünnetsiz Müslümanlık olur ve ne de sünnete rağmen Müslümanlık olur. Cenab-ı Hak bizleri Kuran ve Sünnet’in kopmaz ipine sarılarak cennete kavuşanlardan eylesin. Âmin
***
KUR’AN’DAKİ SÜNNET
İSLÂMÎ EDEBİYAT – Temmuz-Eylül 2001
Bismillâhirrahmânirrahîm
Evvelemirde burada “Sünnet” tabiriyle neyi kasdettiğimizi ortaya koyalım: Bizim burada “Sünnet” tabiriyle kasdettiğimiz, Hz. Peygamber (s.a.v)’in, Din’in tebliği ve hayata aktarılması bağlamındaki söz ve fiilleridir.
Konunun sağlıklı bir zeminde ele alınabilmesi için öncelikle Sünnet’in bağlayıcı olup olmadığının, doğrudan Kur’an’a dayanarak ortaya konması gerekmektedir. Ancak mesele bununla bitmemektedir. İkinci aşamada yapılması gereken, Sünnet’i bize nakleden unsurların tesbiti ve güvenilir olup olmadıklarının tayinidir. Üçüncü aşamada ise “Sünnet’i bağlayıcı bir din kaynağı olarak görmezsek bunun pratik sonuçları neler olur?” sorusunun cevabı gelmektedir.
I- Sünnet’in Bağlayıcılığı
Burada soru şudur: Sünnet, Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden başlayarak kıyamete kadar bütün tarihleri ve bütün coğrafyaları kuşatacak şekilde bağlayıcı mıdır?
Biz, Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat olarak bu soruya tereddütsüz “evet” diyoruz. Bir noktaya dikkat çekelim: Kur’an da aynı şekilde Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden başlayarak kıyamete kadar bütün tarihleri ve bütün coğrafyaları kuşatacak şekilde bağlayıcıdır. Yani yukarıdaki cümlede yer alan “Sünnet” kelimesini çıkarıp, yerine “Kur’an” kelimesini koymamız halinde değişen birşey olmayacaktır. Buradan şu sonuca varıyoruz: Üstünlük, fazilet, lafızlarının değişmezliği, namazda kıraat edilmesi gibi hususiyetlerde Kur’an’ın Sünnet’e göre tartışmasız bir otoritesi var ise de, bağlayıcılık bakımından Sünnet de tıpkı Kur’an gibidir; bu noktada aralarında herhangi bir fark yoktur.
Sünnet’in bağlayıcılığı konusundaki Kur’an ayetlerini şöyle sınıflandırabiliriz:
A- Resul’e İtaati emreden ayetler
1. “De ki: “Allah’a ve Resulü’ne itaat edin.” Eğer yüz çevirirlerse şüphesiz Allah kâfirleri sevmez.”[1]
Burada Allah Teala, kendisiyle birlikte Resulü’ne de itaat edilmesini emir buyurmakta ve bundan yüz çevirenlerin kâfir olduğunu beyan etmektedir. Buradan elde ettiğimiz sonuç, tıpkı Allah Teala’ya itaate yanaşmayan kimseler gibi, Resulullah’a (s.a.v) itaate yanaşmayan kimselerin de kâfir olacaklarıdır.
2. “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin; Resul’e ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Herhangi bir konuda ihtilafa düşerseniz, eğer Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız onu Allah’a ve Peygamber’e arz edin. Bu hem hayırlı, hem de sonuç itibariyle daha güzeldir.”[2]
Bu ayetteki “itaat” vurgusu, “itaat edin” ifadesine Allah Teala ve Hz. Peygamber (s.a.v) hakkında tekrarlı bir şekilde yer verilmesinde kendisini göstermektedir. Ayetteki vurgu sadece bundan ibaret değildir. Burada mü’minler için şiddetli bir uyarı da yer almaktadır: Ayet, eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, aranızda çıkan ihtilaflı işlerin çözümünü Allah Teala’ya ve O’nun Resulü’ne götürün” demektedir. Demek ki, böyle yapmayanların iman iddiası havada kalmaya mahkûmdur.
3. “Kim Resul’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse (aldırma), çünkü seni onlar üzerine muhafız göndermedik.”[3]
Bu ayetin, Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaat bağlamındaki diğer ayetlerden önemli bir farkı vardır. Burada Resul’e itaat edenin, bu hareketiyle Allah Teala’ya itaat etmiş olacağı belirtilmektedir. Hatta bir adım daha ileriye giderek şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Allah Teala’ya itaatin yolu, O’nun Resulü’ne itaatten geçmektedir ve Resul’e itaat olmadan Allah’a itaat olmaz.
Nitekim Resul’e itaat olmadan da Allah Teala’ya itaat edilebileceğini “işareten” dahi anlatan bir tek Kur’an ayeti bulmak mümkün değildir. Bu gerçek dolayısıyladır ki, kimi ayetlerde Allah’a itaat zikredilmeksizin, sadece Resul’e itaat olgusunun emredildiği görülmektedir. Örnek olarak,
4. “Namazı kılın, zekâtı verin ve Resul’e itaat edin. Umulur ki merhamet olunursunuz.”[4] ayetini zikredebiliriz.
Hatta bu ayette şöyle bir incelikten de bahsedilebilir: Burada “namaz” ve “zekât” gibi iki farzın yerine getirilmesi emredildikten sonra “Resul’e itaat” emri verilmektedir. Bu durum, Resul’e itaatin de tıpkı namaz ve zekât gibi bir farz olduğunu gösterir.
Ve nihayet bu ayet ile ilahî rahmete nailiyet, namaz ve oruç yanında Resul’e itaate de bağlanmış olmaktadır…
5. “Eğer mü’min kimselerseniz, Allah’a ve Resulü’ne itaat edin.”[5]
Ganimet taksimi konusunda Hz. Peygamber (s.a.v)’e soru soran mü’minler hakkında nazil olduğu, metninin bizzat kendi ifadesinden anlaşılan bu ayet, imanı, Allah’a ve Resulü’ne itaate bağlamasıyla dikkatimizi çekmekte ve hitap edilen kimselerin mü’minler olduğu açık bir şekilde görülmektedir.
6. “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resul’e itaat edin ve amellerinizi iptal etmeyin.”[6]
Buraya kadar örnek olarak zikrettiğimiz ayetlerde –ve diğer benzerlerinde– “Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaat” hususu, gerek mü’minlere, gerekse inanmayanlara yönelik kesin bir Kur’anî emir olarak karşımıza çıkmaktadır.
B- Resul’e tabi olmayı emreden ayetler
Sünnet’in bağlayıcılığı konusunda bir diğer kategori olarak “Resul’e ittiba”yı ihtiva ve emreden ayetlerin mevcudiyeti dikkatimizi çekmektedir. Bir-iki örnek zikredelim:
1. Yüce Allah şöyle buyurur: “De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana ittiba edin ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”[7]
Bu ayet, Allah Teala’nın sevgisine ve bağışlamasına nail olmanın tek yolunun Resul’e ittiba olduğunu, hiçbir tevile, yoruma ve zorlamaya mahal vermeksizin alabildiğine açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
2. “O kimseler ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları Resul’e, o Ümmî Peygamber’e tabi olurlar; O onlara ma’rufu emreder ve onları münkerden sakındırır ve onlara temiz olan şeyleri helal kılar, pis olan şeyleri haram kılar; sırtlarından ağırlıkları indirir, üzerlerindeki zincirleri, bağları söküp atar. O’na inanan, O’na ta’zimde ve yardımda bulunan, O’na yardım eden ve O’nunla beraber indirilmiş olan nura tabi olanlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”[8]
Her ne kadar bu ayette Ehl-i Kitab’ın bahse konu edildiğini görüyor isek de, ayet, aynı zamanda Efendimiz (s.a.v)’in konumunu ve fonksiyonunu anlatması bakımından konumuz noktasında önemlidir.
Zira burada O’nun, ma’rufu emrettiği, münkerden sakındırdığı, temiz olan şeyleri helal ve pis olan şeyleri haram kıldığı bildirilmektedir. Bu yetkinin genel olduğu ise izahtan varestedir.
C- Resul’e muhalefeti yasaklayan ayetler
1.”Her kim, kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygamber’e muhalefet eder ve mü’minlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu takip ettiği o yola sevkederiz ve onu cehenneme daldırırız.”[9]
Bu ayette Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.v)’e muhalefet ederek mü’minlerin yolundan ayrılıp, başka bir yola girenlerin sonunun cehennem ateşi olduğunu haber vermekle, adeta şöyle buyurmuş olmaktadır: Ey insanlar! Gidilecek yolun doğrusu eğrisi belli olduktan sonra artık Peygamber’e muhalefet etmeyin. Yani dosdoğru yol, Peygamber’e muhalefet etmemektir ve mü’minler de böyle yapmaktadırlar. Eğer bu yoldan saparsanız, sonunuz cehennemdir.
2. “Onun (Peygamber’in) emrine muhalefet edenler, kendilerine bir fitnenin ulaşmasından veya elim bir azabın çarpmasından sakınsınlar.”[10]
Hz. Peygamber (s.a.v)’in emrine muhalefet eden kimselerin, ya bir fitneye veya çetin bir azaba muhatap olacakları bu ayette net bir şekilde ifade buyurulmaktadır. Buradaki “fitne”yi müfessirler, kişinin, kalbine gelecek küfür, nifak veya bid’at sebebiyle fitneye düşmesi tarzında açıklamışlardır. Burada geçen “azap” ise dünyada başa gelecek çeşitli bela ve musibetler olarak açıklanmıştır.
3. “Allah ve Resulü bir işte hüküm verdikleri zaman mü’min bir erkekle mü’min bir kadının, işlerini kendi isteklerine göre belirleme hakları yoktur. Kim Allah’a ve Resulü’ne isyan ederse, apaçık bir sapıklık ile sapmış olur.”[11]
Bu ayette doğrudan mü’minlere yönelik bir ikaz görüyoruz. Buyuruyor ki Rabbimiz: Allah ve Resulullah bir konuda hüküm verdikleri zaman, mü’minlerin artık o konuda başka bir hükmü ve görüşü seçme hakları yoktur. Ben mü’minim diyen insanların bu noktada tam bir teslimiyet göstermeleri gerekir.
4. “Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem tayin etmedikçe, sonra da vereceğin hükümden dolayı nefislerinde bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”[12]
Muhtemel İtirazlar
Buraya kadar zikrettiğim ayetlerden başka Hz. Peygamber (s.a.v)’in mü’minler için “güzel örnek” olduğunu[13], O bize ne verirse onu almakla ve bizi neden sakındırmışsa ondan uzak durmakla yükümlü bulunduğumuzu[14] bildiren ayetler bulunduğunu da hatırlatarak, burada zikrettiğim ayetlere itiraz sadedinde ileri sürülebilecek bazı yaklaşımlara değinmek istiyorum.
1
Özellikle ilk iki kategoride zikrettiğim ayetlerin mutlak ifadeleri sebebiyle, bunların muhataplarının inanmayanlar olduğunu ileri sürenler çıkabilir. Ancak bu itiraz, cevabını kendi içinde barındırmaktadır. Zira ifadelerin mutlak olması, mü’min olsun kâfir olsun bütün insanlara hitap edildiğini gösterir.
Durum böyle olmakla birlikte, yukarıdaki itirazın yerinde olmadığını daha doğrudan gösteren ayetlerden bir-iki örnek verecek olursak:
“Eğer mü’min kimselerseniz, Allah’a ve Resulü’ne itaat edin.”[15]
Ganimet taksimi konusunda Hz. Peygamber (s.a.v)’e soru soran mü’minler hakkında nazil olduğu, metninin bizzat kendi ifadesinden anlaşılan bu ayet, imanı, Allah’a ve Resulü’ne itaate bağlamasıyla dikkatimizi çekmekte ve hitap edilen kimselerin mü’minler olduğu açık bir şekilde görülmektedir.
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resul’e itaat edin ve amellerinizi iptal etmeyin.”[16]
Bu ayet, bir taraftan “itaat” kelimesini (yukarıda 2. sırada zikrettiğim ayette olduğu gibi) hem Allah Teala’ya, hem de Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaati vurgulamak için ayrı ayrı zikretmesiyle dikkat çekerken, diğer taraftan da her iki merciye itaati mü’minlere yönelik bir emir olarak ifade etmesiyle öne çıkmaktadır.
Son iki sırada zikrettiğim ayetler dolayısıyla yukarıdaki türden bir itirazın Kur’an açısından makul ve yerinde olmadığını söylemek durumundayız.
2
Sünnet’in bağlayıcı olmadığını iddia edenler, bütün bu ayetlerde zikredilenin, Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaat ve ittibanın emredildiği ve O’na muhalefetin yasaklandığı hususlarından ibaret olduğunu ileri sürerek, şöyle derler: Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaat ve ittiba ile O’na muhalefet etmemekten maksat, onun Sünneti değil, Kur’an’dır. Bütün bu ayetlerde Kur’an’ın değil de Sünnet’in kastedildiğini gösteren açık ve kesin bir delil yoktur.
Buna cevap olarak şöyle deriz:
Bu yaklaşım, ilgili ayetlerin mana ve mefhumlarına ya tam vakıf olamamanın, ya da bilinçli bir saptırmanın ifadesidir. Bunun böyle olduğunu ortaya koymak için fazla uzağa gitmeye gerek yok.
Örnek olarak yukarıda zikredilen ayetlerden bazılarını ele almamız yeterlidir.
Mezkûr ayetlerden birisi, hatırlanacağı gibi, “Namazı kılın, zekâtı verin ve Resul’e itaat edin. Umulur ki merhamet olunursunuz.”[17] ayeti idi.
Burada önce namaz ve zekâtın emir buyurulduğunu görüyoruz. Bu durum, ayetin hitap ettiği kimselerin Kur’an’a itaat ve ittiba emri doğrultusunda bu iki ibadet ile mükellef tutulduğunu anlatmaktadır. Bu ibadetleri yerine getirenler zaten Kur’an’a itaat etmiş olacaklardır. Bu durumda Resul’e itaatin ayrıca vurgulanması ne anlama gelmektedir?
Dolayısıyla eğer Resul’e itaat, sadece Kur’an’da gördüğümüz emir ve yasaklara itaatten ibaret olsaydı, namaz ve zekât emirleri yanında Resul’e itaatin de ayrıca vurgulanmasında hiç bir mana olmazdı.
Bir diğer ayet: “Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem tayin etmedikçe, sonra da vereceğin hükümden dolayı nefislerinde bir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.”[18]
Burada mü’minlere, aralarında çıkan ihtilaflarda Kur’an’ın değil de Hz. Peygamber (s.a.v)’in hakem tayin edilmesinin emir buyurulduğu açıktır.
Oysa Hz. Peygamber (s.a.v) onlara Kur’an’ı eksiksiz olarak tebliğ etmektedir ve dolayısıyla Kur’an ayetleri onlar tarafından da bilinmektedir. Hal böyleyken Kur’an’ın değil de Hz. Peygamber (s.a.v)’in hakem tayin edilmesinin emir buyurulmasını Sünnet’e ittibanın emredilmesinden başka nasıl anlayabiliriz?
Burada ayetin mazmunundan şu iki noktayı rahatlıkla çıkarmamız mümkündür:
Hz. Peygamber (s.a.v) kendisine getirilen davaları ya Kur’an ayetlerine göre çözecek veya Kur’an’da yer almayan bir hükmü icra edecektir. Üçüncü bir ihtimal sözkonusu olamaz.
Eğer bu ihtimallerden ilkini benimseyecek olursak bunun bizi götüreceği nokta şurasıdır: Hz. Peygamber (s.a.v) Kur’an’ın hükümlerine diğer insanlardan daha fazla nüfuz etmekte ve ayetlerden, onların çıkaramayacağı hükümleri çıkarabilmektedir.
Bu ise Hz. Peygamber (s.a.v)’in, murad-ı ilahiye, yani Kur’an’ın mana ve maksatlarına diğer insanlardan daha fazla vakıf olduğunun kabulünden başka birşey değildir. Öyleyse Allah Teala’ya itaatin yanında Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaati de vurgulayan ayetlerden, sadece Kur’an’a ittiba hükmünü çıkarmak doğru değildir. Kur’an’ı bizden daha iyi ve doğru anlayan bir Peygamber’in varlığını kabul ettikten sonra böyle bir iddianın geçerliliği olabilir mi?
İkinci ihtimali kabul etmemiz halinde ise, Hz. Peygamber (s.a.v)’in, Kur’an’da yer almayan hükümler getirebileceğini söylemiş oluruz ki, bu durumda sözkonusu itiraz tamamen havada kalmaktadır.
3
Sünnet’in bağlayıcılığına itiraz eden çevrelerin ileri sürdüğü bir diğer iddia da, Kur’an’ın “herşeyi açıklayıcı” olduğunu[19], “hiçbir şeyi eksik bırakmadığı”[20], “ihtilafları açıklamak için” gönderildiği[21], Hz. Peygamber (s.a.v)’in bile Kur’an’dan başka hakem aramadığı[22] gibi hususları anlatan ayetlerin, Kur’an dururken Sünnet’e veya bir başka kaynağa müracaat edip onu bağlayıcı kabul etmenin yanlış olduğunu anlattığı şeklindedir.
Bu iddiaya karşı herşeyden önce şunu söyleyelim ki, itiraza delil olarak ileri sürülen ayetler, her halukârda bir önceki itirazı cevaplandırırken Resul’e itaatı, ittibayı emreden ve O’na muhalefeti yasaklayan ayetler ile birlikte düşünülmek zorundadır. Aksi halde Kur’an’ın bir kısmıyla amel edilmiş, diğer bir kısmı ise terkedilmiş olur.
İkinci olarak; eğer Kur’an’ın eksik hiçbir şey bırakmadığını ve herşeyi açıkladığını ifade eden yukarıdaki ayetler mutlak manada alınmaya müsait olsaydı, nazil olduğu günden bugüne insanoğlunun bilgi dağarcığına giren fizik, kimya, astronomi, biyoloji, tıp, felsefe, mantık, gramer, psikoloji, sosyoloji… vs. ile ilgili ne varsa, hepsinin Kur’an’da açık-seçik bir şekilde yer aldığını görebilmemiz gerekirdi.
Yine bu yaklaşımın doğruluğunun kabul edilebilmesi için, bizzat Kur’an’ın emrettiği namaz, oruç, zekât, hac gibi pekçok ibadetin, bütün detaylarıyla Kur’an’da yer almış olması icabederdi. Oysa vakıanın bunun tam tersi olduğu ortadadır.
Şu halde yukarıdaki itiraz sadedinde ileri sürülen bu türlü ayetleri şu şekilde anlamamızın daha doğru olacağını düşünüyorum: Allahu a’lem bu ayetler ve benzeri içerikteki diğerleri, gerek Din’in muhtevasının, gerekse varlık ve eşyaya ilişkin bilgilerin Kur’an’da öz ve nüve olarak yer aldığını anlatıyor olmalıdır. Yahut da Kur’an’da, sözkonusu muhteva ve bilgileri doğru bir biçimde elde etmenin yolları ve yöntemleri gösterilmiştir. Yani bu ayetler, temel dinî ve ontolojik gerçekleri işaret etmektedir. Dolayısıyla bunların, Kur’an’ın herşeyi açıkladığı ve bu sebeple Sünnet gibi bir kuruma ihtiyaç bırakmadığı şeklinde anlaşılması mümkün değildir.
4
Diyelim ki, buraya kadar zikredilen bütün ayetlerde bizzat Resul’e ittiba ve itaat emredilmekte, ve O’na muhalefet yasaklanmaktadır. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v) artık aramızda değildir ve O’nun dünya değiştirmesinin üzerinden 1400 küsür sene geçmiştir. Şu halde bu ayetlerde Hz. Peygamber (s.a.v) ile ilgili olarak yer alan vurguları, O’nun hayatta bulunduğu dönem ile sınırlandırmamız gerekir. Zira bu ayetler bize, O’nun Sünneti’ne değil, bizzat O’nun kendisine ittiba ve itaat etmemiz emredilmektedir.
Bu yaklaşımı doğru kabul edenlerin şu sorulara tatminkâr bir şekilde cevap vermeleri gerekir:
1- Kur’an’da, Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaat ve ittibanın, O’nun hayatta olduğu dönem ile sınırlı bir sorumluluk olduğunu gösteren bir ayet mevcut mudur?
2- Bu soruyla bağlantılı olarak, “Seni ancak bütün insanlık için bir müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik”[23], “Ve seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik”[24] gibi ayetler, Hz. Peygamber (s.a.v)’in misyonunun evrensel olduğunu göstermez mi?
3- Eğer Hz. Peygamber (s.a.v)’in insanlara rehberliği yeryüzünde vahyin maksatlarını gerçekleştirmek için vazgeçilmez bir şart ise, O’nun vefatından sonra dünyaya gelen insanlar böyle bir rehberlikten niçin mahrum bırakılmış olabilirler? Bu durum adl-i ilahîye ve murad-ı ilahînin dünya hayatında tecellisine aykırı değil midir?
4- Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünneti demek, O’nun söyledikleri ve yaptıkları demektir. Eğer O’na ittiba ve itaat, O’nun söylediklerine ve yaptıklarına uymakla oluyorsa, bu itiraz sahiplerinin tavrı yanlıştır. Zira Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünneti, bu Ümmet’in takva ve vera ahli, mütehassıs, Peygamber aşığı alimleri tarafından Sahabe döneminden itibaren muhafaza edilmiş ve bizlere kadar intikal ettirilmiştir.
Yok eğer Sünnet Hz. Peygamber (s.a.v)’in söyledikleri ve yaptıkları değildir denecekse, o zaman bu itiraz sahiplerninin, Hz. Peygamber (s.a.v)’e ittiba ve itaatten ne anladıklarını ilmî bir şekilde izah etmeleri gerekir.
II- Sünnet’i Bize Ulaştıran Unsurların Tesbiti Ve Güvenilirliği Meselesi
Şu ana kadar ortaya koymaya çalıştığım hususlar, meselenin bir veçhesini aydınlatmaya yönelikti. Ancak sözün başında da altını çizdiğim gibi, mesele bununla bitmemektedir. Maksadın hasıl olması için, bugün Sünnet’i bize ulaştıran unsurların güvenilir olup olmadığı hususunun aydınlığa kavuşturulması gerekmektedir:
Malum olduğu üzere, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünneti’ni bize nakleden iki önemli unsur vardır. Bunlardan birisi uygulama (tatbikat), diğeri de hadislerdir.
Şu halde meselenin birinci kısmı hallolduktan sonra, ikinci kısmı teşkil eden bu iki unsurun nasıl tesbit edildiği ve güvenilir olup olmadıkları hususuna gelelim.
Bilindiği gibi pek çok Kur’an ayetinde Hz. Peygamber (s.a.v)’e, Kur’an’ı insanlara beyan etme, yani açıklama görevi verildiği belirtilmektedir. Bir-iki örnek zikredecek olursak;
1. “Sana Zikr’i indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın; ta ki düşünüp anlasınlar.”[25]
Bu ayette Hz. Peygamber (s.a.v)’in, insanlara indirilen hükümleri açıklamak gibi bir görevinin bulunduğu açık bir şekilde ifade buyurulmuştur.
Bu ayet dolayısıyla iki husus gündeme getirilebilir:
1- Eğer Kur’an, Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından ayrıca açıklanmaya muhtaç bir alan bırakmış değilse, Hz. Peygamber (s.a.v) neyi niçin açıklayacaktır?
2- Hz. Peygamber (s.a.v) bu “açıklama” görevini nasıl yerine getirecektir?
Burada iki ihtimal sözkonusudur:
A- Hz. Peygamber (s.a.v), Kur’an’ı yine Kur’an ayetleriyle sınırlı kalarak açıklayacaktır.
B- Kur’an’ı, Kur’an’da açıkça yer almayan bir çerçeve getirerek açıklayacaktır.
Bu şıklardan hangisini kabul ederseniz edin –ki bir üçüncü şık sözkonusu olamaz–, Hz. Peygamber (s.a.v)’in, herhangi bir ayeti açıklarken Kur’an’da yer almayan kimi hususları gündeme getirmesinin, kendisine verilen bir görev ve yetki dahilinde vuku bulduğunu söylemek zorundasınız. Şöyle ki;
İlk ihtimal, Kur’an’ın yine Kur’an ile açıklanması idi. Burada Hz. Peygamber (s.a.v)’e beyan görevi verilmiş olması gösterir ki, Hz. Peygamber (s.a.v) Kur’an’ı, sıradan insanların ulaşamayacağı bir seviyede idrak ve ihata etmektedir. Bu ise Kur’an’ın anlaşılmasında O’nun açıklamalarına mutlak surette ihtiyacımız bulunduğunu gösterir.
İkinci ihtimal ise doğrudan “gayri metluvv vahiy” olgusunu gündeme getirir. Gayri metluvv vahiy olgusunun kabul edilmesi halinde ise Sünnet’in Kur’an’ı beyan fonksiyonu konusunda herhangi bir şüphe sözkonusu değildir.
2. “O Kur’an’ı hemen kapmak için dilini aceleyle kımıldatma. Şüphe yok ki onu (senin kalbinde) toplamak da, onu okutmak da bize aittir. Öyleyse biz onu okuyunca sen onun okunuşuna uy. Sonra şüphe yok ki, onun açıklaması da bize aittir.”[26]
Hz. Peygamber (s.a.v)’in Kur’an dışı bir vahiyle Kur’an’ı açıkladığının en kuvvetli delillerinden birisi olan bu ayette dikkatimizi şu noktaya yoğunlaştıralım: Allah Teala, Kur’an’ı açıklama işinin kendisine ait olduğunu, hem de tekitli bir ifade ile beyan buyurmaktadır.
Buradan ilk bakışta Kur’an’ın yine Kur’an’la açıklanacağı sonucu çıkar gibi görünse de, acele davranıp ayetin bu hususu anlattığı konusunda son kararı vermeden şöyle bir soru soralım: Eğer böyleyse Kur’an’ın bütün ayetlerinin yine Kur’an tarafından açıklanmış olması gerekmez mi?
Oysa görüyoruz ki, Kur’an’da, diğer ayetler tarafından açıklanmamış pek çok ayet mevcuttur. Yukarıda da değindiğim gibi namaz, oruç, zekât, hacc gibi ibadetlerin nasıl eda edileceği konusunda Kur’an’da detaylı bilgi bulmak mümkün değildir.
Öyleyse şunu söylemek zorundayız: Hz. Peygamber (s.a.v), Kur’an’ı açıklama görevini yerine getirirken, bir yandan murad-ı ilahînin ne olduğunu beyan etmiş, diğer yandan da tabii olarak Kur’an’da yer almayan ilave hususlar getirmiştir. Nitekim gerek Hadis müdevvenatı, gerek rivayet tefsirleri ve gerekse Fıkıh kitapları, Hz. Peygamber (s.a.v)’in bu türden beyanlarıyla doludur.
Muhtemel bir itiraz
Şimdi meselenin can alıcı noktasına gelmiş bulunuyoruz. Buraya kadar söylediklerimize itiraz etmeyen bir kısım çevreler, işin bundan sonrasında problem bulunduğunu söylemekte ve şöyle demektedirler:
Evet, Hz. Peygamber (s.a.v)’in böyle bir görevi vardır ve bu görev gayri metluvv, yani Kur’an dışı vahiyle yerine getirilmiştir. Ancak özellikle sözlü rivayetlere, yani hadislere dayanan Sünnet’in bize kadar güvenilir bir şekilde geldiğine dair elimizde bir güvence yoktur.
Zira hadis ravileri rivayetlerin Hz. Peygamber (s.a.v)’in mübarek ağzından çıktığı gibi, aynı kelimelerle naklinde gerekli titizliği göstermemişlerdir. Sahabe neslinden itibaren hadisleri orijinal lafızlarıyla aynen nakletmediğini, sadece manayı aktardığını söyleyen pek çok kimsenin mevcudiyetini kaynaklardan öğreniyoruz.
Üstelik mesele sadece mana ile rivayet de değildir. Hadis uyduruculuğu dediğimiz vakıa –ki İslam kaynakları da bu vakıanın varlığını kabul etmektedir–, hadisler konusunda daha dikkatli olmamız gerektiğini ikaz etmektedir.
Şu halde geçmiş ulema tarafından sahih kabul edilmiş olsa da, elimizdeki hadislerin tümüne güvenmemiz sözkonusu olamaz.
İşte bu, günümüzde hadisler hakkında müslümanların kafasında oluşturulmuş en ciddi ve tehlikeli itirazdır ve hak ettiği ciddiyetle üzerinde durmayı gerekli kılmaktadır.
Bu itiraza cevap sadedinde öncelikle şunu söyleyelim: Allah Teala Kur’an’da “Zikr”in kendisi tarafından indirildiğini ve yine kendisi tarafından korunacağını belirtmektedir:
“Muhakkak ki Zikr’i biz indirdik; onun koruyucusu da bizleriz.”[27]
Bu ayet üzerinde dururken şu hususların düşünülmesi gerekmektedir:
Buradaki “Zikir” kelimesinin, metluvv olsun, gayri metluvv olsun her türlü vahyi anlattığını söyleyen İbn Hazm[28] gibi alimlerin bu görüşünden sarf-ı nazar edelim ve bu kelime ile Kur’an’ın kastedildiğini kabul ederek soralım:
1- Bu ayetten yola çıkarak Kur’an dışında başka hiçbir şeyin ilahî koruma altında bulunmadığını söylemek doğru mudur? Eğer bu doğruysa şunu söylememiz mümkün hale gelecektir: Bugün Müslümanlar’ın kıldığı namazlar, Kur’an’ın emrettiği ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in mahiyetini Kur’an dışı vahiy kanalıyla öğrenerek kıldığı namazın aynısı olmayabilir. Aynı şeyi hacc, oruç, zekât vd. ibadetler için de söylemek pekala mümkün olmalıdır.
O zaman Allah Teala’nın Kur’an’da emrettiği bu ibadetler, murad-ı ilahî hilafına icra ediliyorsa Kur’an’ın bu konudaki ayetlerinin fiilen ilahî koruma kapsamının dışında kaldığını söylememizin engeli nedir?
2- Yine bu ayette geçen “Zikir” kelimesinin Kur’an’ı anlattığını varsayarak söyleyelim: Kur’an, ayetlerin açıklamasının Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından yerine getirileceğini bildirdiğine ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in bu açıklamaları da bize kadar hadisler kanalıyla geldiğine göre, eğer hadislere güvenemeyecek isek şu sorunun cevabını kim verebilir: Hz. Peygamber (s.a.v)’in, ilahi garanti altındaki beyan fonksiyonu hakkında böyle bir şüphe mevcut iken Kur’an’ın sadece ayetlerinin koruma altında olmasının ne manası vardır? Onu bize en güvenilir şekilde beyan eden Sünnet şüphe altında bulunuyorken ve Kur’an’ı Sünnet mevkiinde beyan edecek ikinci bir kuvvet de mevcut değilken, Kur’an ayetlerini dileyenin dilediği gibi yorumlamasının önüne nasıl geçebiliriz? Böyle bir durum tahrif kapsamına girmez mi?
3- Yine yukarıdaki ayette geçen “Zikir” kelimesinin Kur’an’a münhasır olduğunu varsayarak soralım: Kur’an’ın korunması ne suretle olmuştur?
Bu soruya, “onu ezberleyerek kitlesel rivayet şeklinde nesilden nesile aktaran hafızlar sayesinde olmuştur” şeklinde cevap verilirse buna şöyle mukabele ederiz:
Burada işin içine beşer unsurunun girmesi nasıl Kur’an’ın ilahî korunmuşluk niteliğine halel getirmiyor ve hatta bu korunmuşluğun yegâne vasıtası oluyorsa, hadisleri de bize kadar nakledenler aynı nesiller değil midir?
Hatta Ulûmu’l-Kur’an kitaplarından öğrendiğimize göre, Kur’an’ın mütevatir okunuş şekillleri olan 7 veya 10 mütevatir kıraat, istisnasız bütün unsurlarıyla her tabakada tevatür seviyesinde nakledilmiş değildir.
Hatta daha enteresan birşey söyleyeyim: Bilindiği gibi Kur’an, Hz. Ebu Bekir (r.a) döneminde cem edilmiş, Hz. Osman (r.a) döneminde de istinsah edilerek birkaç nüsha halinde çoğaltılmıştır.
Her iki aşamada da bu işi yapmakla görevlendirilen komisyonun başında bulunan Zeyd b. Sâbit (r.a) şöyle demiştir: “Ebu Bekir döneminde yapılan cem işleminde Tevbe suresinin iki ayetini sadece Ensar’dan Ebû Huzeyme’nin yanında bulabildim. Keza Osman dönemindeki teksir esnasında da Ahzab suresinin bir ayetini sadece yine Ensar’dan Huzeyme’nin yanında bulabildim.”
Müsteşrikler’in, Kur’an’ın her ayetinin her tabakada sayıları tevatür seviyesine ulaşan kitleler tarafından birbirlerine nakledildiği gerçeğine itirazları da bu noktada vuku bulmaktadır.
Bir şey daha söyleyeyim: Şia mezhebine mensup olan bir kısım kimseler, Kur’an’da Velayet suresi diye bir surenin var olduğunu ve Ehl-i Beyt’in faziletlerini anlatan bu uzun surenin Hz. Ebu Bekir (r.a) tarafından mushaftan çıkarıldığını iddia ederler.
Şia’nın elindeki bir kısım yazma Kur’an nüshalarında bu sure mevcuttur ve müsteşrik Nöldeke tarafından 1842 tarihinde neşredilen “Târîhu’l-Mesâhif” adlı çalışmaya (II, 102) dercedilmiştir.
Meşhur Şii alim et-Tabressî, “Faslu’l-Hitâb fî Tahrîfi Kitâbi Rabbi’l-Erbâb” adlı eserinde (s. 180) böyle bir surenin varlığını doğrular ve bu surenin aslının Farsça “Debistân-ı Mezâhib” adlı eserde mevcut olduğunu söyler.
Yine Şia’nın meşhur ve muteber kaynaklarından el-Kuleynî’nin “el-Kâfî” (II, 643.) isimli eserinde Cebrail (a.s)’ın Hz. Peygamber (s.a.v)’e getirdiği Kur’an ayetlerinin sayısının 17.000 (onyedibin) olduğu söylenmektedir. Bu durumda elimizdeki Mushaflar, Kur’an’ın 3′te 1′inden daha azını ihtiva etmiş olmaktadır.
Burada Şia’nın bu iddialarını cevaplandırarak sözü uzatmak istemiyorum. Söylemek istediğim şu: Kur’an’ın tahrif edildiği hususunda böyle iddialar sözkonusu iken bizler Ehl-i Sünnet Müslümanlar olarak Kur’an’ın korunmuşluğu noktasında kalbimizde en küçük bir tereddüte bile yer vermeyiz ve bu gibi durumların, Kur’an’ın korunmuşluğu gerçeğine en küçük bir halel getiremeyeceği inancını tam bir itmi’nan ile taşırız.
Peki buna benzer iddialar hadisler hakkında varit olduğu zaman niçin hemen şüpheye kapılalım ve hadislerin uydurulmuş olabileceği ihtimaline yer verelim?
Kaldı ki, geçmişten bu yana sahih kabul edilen hadislerin uydurulmuş olabileceği ihtimalini gündeme getirenler –en azından bunların bir kısmı–mütevatir hadisleri bu iddianın dışında tuttukları halde, ulema tarafından mütevatir olduğu tesbit edilmiş olan hadisler hakkında bile aynı iddianın devam ettiriliyor olmasını nasıl açıklayacağız?
Sonuç
Yukarıdan beri söylediklerimizin, Sünnet’in bağlayıcı bir din kaynağı olduğu konusundaki şüpheleri ortadan kaldırmaya yeteceğini umarak diyoruz ki:
Bütün bu tartışmaların ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünneti’nin bağlayıcı olup olmadığı münakaşalarının ötesinde biz, Sünnet-i Seniyye’yi kurtuluşumuz için bir sığınak, bir melce olarak görüyoruz. Çünkü eğer bu gelip geçici dünya hayatında bize düşen, Allah Teala’nın muradına uygun yaşamak ve O’nun rızasına ulaşmak ise, bunun yolunu iki cihanın Efendisi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) en güzel şekilde yaşayarak göstermiş ve öğretmiştir.
Her türlü akademik ve metodolojik tartışmanın ötesinde şu gerçeği inkâr edecek birisi bulunacağını düşünemiyorum: Kur’an’ı en doğru şekilde anlayan ve en ideal biçimde hayata aksettiren insan Hz. Peygamber (s.a.v)’dir. Şu halde O’nun Kur’an’ı anlama ve yaşama biçimi konusunda bize kadar intikal etmiş olan haberlere müstesna bir hassasiyet ve titizlik göstermemiz gerekir. Elimizdeki bu Hadis külliyatı, başka hiçbir sebep olmasa bile sırf bu sebeple böyle bir itina ve dikkati hak etmekkedir.
Bize kadar intikal etmiş olması bile başlı başına bir mucize olan Hadis külliyatının içinde yer alan ve ulema tarafından sahih addedilmiş olanları, “ya gerçekten sahih ise ve Efendimiz öyle buyurmuş, öyle davranmışsa?!” tarzındaki bir endişe ile, Nebevî emanete varis olmanın kıvanç ve sorumluluğu ile hareket etmeli değil miyiz?
Öyleyse hepimizin, Hadisler hakkında konuşurken Allah Teala’dan korkması ve Efendimiz (s.a.v)’den gelecek en küçük bir azarlamayı, sitemi ve daha da kötüsü O’nun şefaatinden mahrum bırakılmayı hesaba katması gerekir diye düşünüyorum.
——————————————————————————–
DİPNOTLAR
[1] 3/Âl-i İmrân, 32.
[2] 4/en-Nisâ, 59.
[3] 4/en-Nisâ, 80.
[4] 24/en-Nûr, 56.
[5] 7/el-Enfâl, 1.
[6] 47/Muhammed, 33.
[7] 3/Âl-i İmrân, 31.
[8] 7/el-A’râf, 157.
[9] 4/en-Nisâ, 115.
[10] 24/en-Nûr, 63.
[11] 33/el-Ahzâb, 36.
[12] 4/en-Nisâ, 65.
[13] 33/el-Ahzâb, 21.
[14] 59/el-Haşr, 7.
[15] 7/el-Enfâl, 1.
[16] 47/Muhammed, 33.
[17] 24/en-Nûr, 56.
[18] 4/en-Nisâ, 65.
[19] 16/en-Nahl, 89.
[20] 6/el-En’âm, 38.
[21] 16/en-Nahl, 64.
[22] 6/el-En’âm, 114.
[23] 34/Sebe’, 28.
[24] 21/el-Enbiyâ, 107.
[25] 16/en-Nahl, 44.
[26] 75/el-Kıyâme, 16-19.
[27] 15/el-Hicr, 9.
[28] Bkz. el-İhkâm, I, 121-2.
İSLAM DÜŞÜNCESİNDE SÜNNET” ÜZERİNE(dikkat)
BİLGİ ve HİKMET – Bahar-Yaz 1994
Bismillâhirrahmânirrahîm
Çalkantılı ve zor bir dönemden geçiyoruz. Bir yanda Batı’nın, Müsteşrikler tarafından sarf edilen sistemli çabaların da önemli katkısıyla iyice müseccel hale gelen bilimsel, sanatsal, ekonomik, teknik, askerî… dayatmaları, öbür yanda derlenip toparlanma çabasındaki İslam ümmeti… Gün geçmiyor ki kabuğumuzu kırıp kendi gerçeğimizi bulmak ve onu bütün insanlığa yegâne kurtuluş reçetesi olarak takdim edebilmek için ortaya atılan yeni yöntem ve önerilerle karşılaşmayalım. İşte İslam tarihi boyunca ortaya çıkmış olan reform hareketleri; İslam’ı ideolojik ve entelektüel planda sekülarize etme çabaları ve nihayet işte Modernizm! Ne eki sorunun içsel, yani kendimizle ilgili boyutu bir türlü aşılamadığından bütün söylenenler havada kalıyor ve dünyayı kurtarma iddiaları bir yana, kendi düşünce dünyamızın durulmasını bile sağlayamıyor.
Kesin çözümün kaynaklara dönüş olduğunu söyleyen Müslümanlar, hemfikir oldukları bu noktanın bir adım ötesine geçmeden ihtilaflara takılıp kalıyor. Kimine göre “kaynaklar” kelimesi tekil olmalıdır: Kur’an. İşe an başından başlayıp, 14 asırlık zaman diliminin üzerine kalın bir çizgi çekmek gerekiyor. Edile-i Şer’iyye içinden Kur’an’ı çıkararak diğerlerini tarihe gömmek ve sadece Kur’an üzerinde yoğunlaştıracağımız çalışmalarla onu çağın ihtiyaçlarına göre kendi edevatımızla yeniden yorumlamak tek ve zaruri çözüm. Yelpazenin bu kanadından merkeze ve nihayet diğer uca doğru adım adım gidildikçe kaynakların sayısı artıyor, ihtilafların boyutları büyüyor. Herkes kendi yaklaşımının en ideal çözüm şekli olduğunu söylüyor ve bu meyanda pek çok şey yazılıp söyleniyor.
Bütün bu yaklaşımların ortak bir paydası var: Öne sürdüklerini gerçekleştirmek için dört başı mamur herhangi bir sistem, usul ya da metot ortaya koyamamış olmaları…
Bu cümleden olarak Doç. Dr. Mehmed Hayri Kırbaşoğlu’nun geçenlerde yayımlanan bir kitabına şahit olduk: İslam Düşüncesinde Sünnet –Yeni Bir Yaklaşım–[1] Hemen burada yazarı bu çalışması dolayısıyla kutluyor, ve yorucu bir mesai ürünü olduğu anlaşılan bu eseri cesaretli bir yaklaşımla ortaya koyduğu için kendisini takdir ettiğimi belirtmek istiyorum.
Bu kitabı okuduktan sonra birkaç yıldır meşgul olduğum İ’lâu’s-Sünen tercümesi dolayısıyla hiç boş vaktim olmamasına rağmen bu yazıyı kaleme almadan edemedim. Çünkü söz konusu kitapta, ortaya konan kimi doğrular yanında ileri sürülen bir takım iddialar ve sergilenen enteresan çelişkiler var ki, sadece not edilip bırakılacak veya dudak büküp geçilecek gibi değil. Söz konusu iddiaların okuyucu önünde tartışılmasının bir zaruret olduğuna inanıyor ve sadece önemli gördüğüm noktalardan bazılarını mercek altına almak istiyorum.
İslam’ın Şansı
1. “Her iki düşünüre göre de (Roger Garaudy ve Aliya Ali İzzetbegoviç kastediliyor, E.S.) bizce çağın en önde gelen İslam mütefekkirleridirler.[2] Sadece İslam dünyasının değil, bütün insanlığın, hatta gezegenimizin kurtuluşu İslam’a bağlıdır; bu kurtuluşu sağlayabilecek yegâne din İslam’dır” ifadelerinden sonra (s. 14) aynı sayfadaki 6 nolu dipnotta “Elbette bu, diğer dinlerin ve düşünce sistemlerinin hakikat paylarını inkâr edip, onlarla ilişkiyi kesmek demek değildir deniyor ve Aliya Ali İzzetbegoviç’in Doğu ve Batı Arasında İslam adlı eserinden şöyle bir alıntı yapılıyor: “İslam, Sosyalizmle Hıristiyanlığın hakikat paylarını sadece tanımakla kalmıyor, bilakis üzerinde ısrarla duruyor. Çünkü, eğer Sosyalizm yalansa, o zaman İslam da tam hakikat değildir. İslam’ın doğruluğunu ispat etmek, Sosyalizm ve Hıristiyanlığın doğruluğunu ve aynı zamanda hakikatlerinin noksanlığını da ispat etmek demektir. Şu târihî anda İslam’ın özel durumu budur. Bu iki dünyadan birinin red ve imha edilmesinde İslam’ın mutlaka şansını görmek icabetmez. Onun üstünlüğü, onların hakikat paylarını tanımasındadır” deniyor.
Yazar bu alıntıyı yaptıktan sonra, İzzetbegoviç’in bu görüşü hakkında herhangi bir fikir beyan etmediğine göre, ona katılıyor demektir.
Dünya üzerinde insanlar tarafından kabul edilmiş bulunan bütün sistem ve düşüncelerin, kimi noktalarda insanlığın ortak cihanşümul kabulleriyle kesiştiğini kimsenin inkâr edeceğini sanmıyorum. Bir diğer deyişle, gerek ilk anda burada niçin zikredilmediği akla gelen Yahudilik, gerekse diğer inanç ve ideolojiler ile yaşam tarzları ortak insanî değerlerden tümüyle yoksun değildir. Dolayısıyla İslam’ın, bu değerleri de “sadece tanımakla kalmayıp, üzerinde ısrarla durmaması” için bir sebep yoktur. Zira burada “ortak insanî değerler” diye ifade ettiğimiz unsurların İslam tarafından da kabul edildiğini söylemek yanlış olmaz. Haksız yere adam öldürmek, hırsızlık yapmak, başkasının hakkına tecavüz etmek… gibi hususların yanlışlığı; insanları, diğer canlıları ve tabiatı sevmek, muhtaçlara yardım etmek ve haksızlığı ortadan kaldırıp adaleti tesis etmek için çalışmak… gibi hususların da doğruluğu ilk akla gelen cihanşümul değerlere örnektir. O halde burada sadece Sosyalizm ile Hristiyanlığın zikredilmesi anlamsızdır ve İslam’ın tam hakikat olduğu önermesini, bunların kısmen de olsa doğruları ihtiva etmesiyle temellendirmenin tutarlı bir yanı yoktur. Bunların doğruluğunun isbat ve ikrarı, İslam’ın hakikat olduğunu söyleyebilmenin lazım-ı gayrı mufarıkı değildir! Yazarın bu yaklaşımla nereye varmak istediğini anlamakta doğrusu güçlük çekiyorum.
Bir diğer nokta da şudur: Yazarın bu konuda sergilediği tutum, ilerde değineceğimiz ve kitabın üçüncü bölümünde müstakil olarak ele aldığı “kudsî hadisler” konusundaki yaklaşımıyla da çelişmektedir. Belirteceğimiz gibi orada yazar, bazı kudsî hadislerin, geçmiş kutsal kitaplardan alınmış olabileceği ihtimali üzerinde durmakta ve birkaç kudsî hadisi, Kitab-ı Mukaddes’ten alıntıladığı bazı pasajlarla karşılaştırıp, benzerliklerini ortaya koymaktadır. Yazarın yukarıdaki yaklaşımı açısından bakıldığında İslam’ın diğer bir kısım doğruları konusunda olduğu gibi, bu benzerliğin de kudsî hadisler açısından bir kusur veya butlan teşkil etmemesi gerekir. Bu doğruysa, yazarın buradaki sükûtu bir çelişkidir; yanlışsa, kudsî hadisler konusundaki o görüşü yeniden ele alınmaya muhtaçtır. (Bu noktaya ait olduğu yerde ayrıntılı olarak temas edilecektir.)
Yeni Metodoloji(ler)
2. “İşte bizim burada kasdettiğimiz, tarih boyunca Müslümanlar tarafından anlaşılmış ve uygulanmış şekliyle değil; Kur’an ve onun pratiğe geçirilmiş şekli olan Sünnet’te yer alan ilke ve değerler olarak İslam’dır. Bu İslam potansiyel olarak içinde yaşadığımız çağın problemlerinin üstesinden gelebilecek güçte olmakla beraber henüz hayatın her alanını kuşatan kapsamlı bir proje, bir dünya görüşü olarak geliştirilmiş değildir. (…)
“İşte hayatî önemi hâiz bu projenin gerçekleştirilmesi için başvurulacak temel kaynakların Kur’an ve Sünnet olduğu kuşkusuzdur. Ne var ki bu iki kaynak ile ilgili olarak bugüne kadar uygulanmış olan klasik yöntemler günümüzde tam anlamıyla yeterli ve etkili olamamakta, birçok noktada da tıkanmalarla karşılaşmaktadır. Bu bakımdan sözü edilen projenin gerçekleştirilmesi yolunda atılması gereken ilk adım, yöntem ile ilgili problemin çözümü olmalıdır. Bunu gerçekleştirmek ise, ancak klasik yöntemleri gözden geçirip, onlardan da yararlanarak yeni bir metodoloji tesisi ile mümkün olabilir. (…) Oluşturulacak bu yeni yöntem, çeşitli İslamî disiplinler Tefsir-Hadis-Fıkıh-Kelam vb. arasındaki yöntemle ilgili farklılıkları asgariye indirmeyi ve mümkünse kaldırmayı amaçlamalıdır. Diğer bir ifadeyle, bütün İslamî disiplinler için geçerli tek bir metodoloji geliştirmek hedef alınmalıdır…” (s. 15-16)
Yukarıya aldığımız bu ifadelerin, kitabın ana fikrini oluşturduğunu söylemek mümkündür. Bu sebeple tafsilatlı olarak ele alınmaları gerekir.
Yazara göre:
A. Kur’an ve Sünnet ile ilgili olarak bugüne kadar uygulanmış olan klasik yöntemler günümüzde tam anlamıyla yeterli ve etkili olamamakta, birçok noktada da tıkanmalarla karşılaşmaktadır.
B. Klasik yöntemler gözden geçirilmeli ve onlardan da yararlanarak yeni bir metodoloji tesis edilmelidir.
C. Oluşturulacak bu yeni yöntem, çeşitli İslamî disiplinler arasındaki yöntemle[3] ilgili farklılıkları asgariye indirmeyi ve mümkünse kaldırmayı amaçlamalıdır.
Şimdi bu noktaları teker teker ele alalım:
A. “Kur’an ve Sünnet’le ilgili olarak bugüne kadar uygulanmış olan klasik yöntemler” cümlesi, Tefsir, Hadis, Fıkıh gibi İslamî disiplinleri ve bunların usullerini içine almaktadır. Dolayısıyla bu disiplinlerin her birinin yönteminin eksiklik ve yetersizliklerini, hangi noktalarda ve niçin tıkandıklarını ayrıntılı olarak teker teker ortaya koyup doğrusunu göstermek iddia sahibine düşmektedir. Aksi halde iddiasının ciddiye alınma şansı olamaz.
Aslında burada daha önce sorulması gereken şudur: “Neden yeni bir yöntem?” Eğer İslamî disiplinlerin 13-14 asır içinde pratikle sürekli iç içe yaşanarak geliştirilmiş “klasik” yöntemleri, kimi noktalarda tıkanıyorsa, yapılması gereken şey, tümüyle yöntemlerin tartışma gündemine sokulması değil, bu noktaların doğru tesbit ve teşhisiyle, tıkanma sebeplerinin ciddi ve samimi gayretlerle tahlili yoluna gidilmesi ve görülen boşlukların doldurulması olmalıdır.
Hemen eklemeliyim ki, kafamızdaki şablona oturmayan münferit bazı örnekleri ele alıp, iddiayı bunlar üzerine bina etmenin, ilerleyen satırlarda sık sık zikredilecek olan “parçacılık”tan farklı bir yanı yoktur.Oysa yeni bir metodoloji oluşturma çabalarının gerekçesi bu olmamalıdır.
B. Bu maddede yazar, “klasik” dediği yöntemlerin gözden geçirilmesini ve onlardan yararlanarak yeni bir metodoloji tesis edilmesini öneriyor. Ne ki, kitabın birçok yerinde dile getirdiği bu ameliyeyi nasıl gerçekleştirmeyi düşündüğünü açıklamıyor. Ortaya farklı bir metodoloji koymadan “klasik” yöntemlerden nasıl ve hangi ölçü(ler) çerçevesinde yararlanılacaktır? Bunun sistem ve yöntemi nasıl olmalıdır? “Klasik” yöntemlerin hangisinin hangi kısmından ne ölçüde istifade edilecektir? Bu soruların da tatmin edici şekilde cevaplandırılması gerekmektedir.
C. Bu maddede geçen ifadelerden önce “… onlara ilaveten sosyal bilimler alanındaki çağdaş gelişmelerden de yararlanmak…” cümlesiyle yazar, her biri kendi yöntem ve çerçevesini belirlemiş sosyal bilimlere işaret etmektedir. Kabul edilmelidir ki, çağımızda bu bilim dalları, neredeyse hücrelerine kadar uzmanlaşma alanlarına ayrılmıştır ve bu alanların her birinde çalışanlar kendi geliştirdikleri yöntem ve tekniklerle hareket etmektedirler. Tarih, Coğrafya, Sosyoloji, Psikoloji, hatta Tıp, Fizik vs.de durum böyleyken çağdaş gelişmelere ayak uyduramadığı ve miadını doldurduğu gerekçesiyle İslamî disiplinlerin metodolojilerini çağdaş bir anlayışla yeniden gözden geçirme ve gerekirse bunları birleştirme iddiasında bulunan yazarın, bu noktada çağın 1400 yıl gerisine düşmesi garip değil midir? (Ben yazarın yerinde olsam, sadece metodolojilerin değil, bu işe girişmişken bütün İslamî disiplinlerin birleştirilmesini ve tek bir isim altında toplanmasını önerirdim.)
D. Yazarın “klasik” dediği bu yöntemlerde Şer’î deliller belli bakış açılarıyla sıralanmış, bunların kimisinde görüş birliği sağlanırken, kimisinde de ihtilaf edilmiştir. İhtilaf edilen deliller mezhep ve ekollerin, birtakım bölgesel, toplumsal vb. şartların şekillendirmesiyle ve ilmî temellere oturtarak oluşturduğu tali unsurlardır. Ortaya konacak yeni metodoloji, bütün bu delillerden farklı ve orijinal ne getirecektir? Nasslar üzerinde dururken hangi fenomenleri dikkate alıp belirleyici kılacaktır? Bu delillerin birbiriyle tearuzu karşısında nasıl bir yol izleyecektir?
E. “Klasik” metodolojilerin, Şer’î nassların yapısıyla ilgili oturmuş bir terminolojisi vardır. Mesela Fıkıh Usulü’nde lafızlar, vaz’ olunduğu anlam bakımından “hâss, âmm., müşterek”, kullanıldığı anlam bakımından “hakikat, mecaz, sarih, kinaye”, anlama delaletin açıklığı-kapalılığı bakımından “zahir, nass, muhkem, müfesser”, anlama delaletin şekli bakımından “ibarenin delaleti, nassın delaleti, işaretin delaleti, iktizanın delaleti”… gibi muhtelif yönlerden incelenmişlerdir. Keza hükümleri “teklifî” ve “vaz’î” şeklinde bir ayrıma tabi tutup, teklifî hükümleri “vacib (farz), mendub, haram, mekruh, mübah”, vaz’î hükümleri de “sebep, rükün, şart, mani, sıhhat-fesat-butlan” şeklinde ayırmışlardır. Bunlara, diğer disiplinlerin terminolojisini de ekleyecek olursak, sizin oluşturacağınız metodolojide bu ve zikretmediğimiz diğer ıstılahların yeri, fonksiyonu ve birbirleriyle ilişkileri ne olacaktır? Eğer bunları belli bir ekolün kabul ettiği gibi kullanacaksanız, oluşturacağınız metodoloji, “klasik” yöntemlerden farklı ne getirecek? Eğer bunları kullanmayacaksanız, nesh ettiğiniz metodolojilerden kalan boşluğu nasıl doldurmayı düşünüyorsunuz?
F. Yüzyıllar süren bir birikimin neticesi olarak İslam alimleri, “Kavaid-i Külliye” dediğimiz Şer’î Kaideler’i meydana getirmişlerdir. Bu kaidelerin hepsi, kendi alanındaki nasslardan yola çıkarak, hatta bazen bir kaide, birkaç nassı içine alacak şekilde oluşturulmuştur.
Kitabınızda hiç değinmediğiniz bu Kavaid hakkında ne düşünüyorsunuz?
Hadisler ve Yaşayan Sünnetler
3. “… hadisler, Sünnet hakkında bilgi veren kaynaklar arasında Kur’an’dan sonra ikinci sırada yer alabilir. Hatta bize tevatüren ulaşan ve Yaşayan Sünnetler, Sünen-i Mütevârise veya Amelî Tevâtür adı verilen Sünnetleri nazar-ı itibara alarak bunları ikinci sırada değerlendirecek olursak; bugün elimizdeki hadislerin üçüncü sırada yer alması gerektiğini bile söylemek mümkündür.” (s. 19)
“Sünneti Ortaya Koymada Kullanılacak Malzeme” başlığı altında yazar, Kur’an’ı, Hz. Peygamber (s.a.v)’in düşüncesi, amaçları ve metodu konusunda bize bilgi verecek en güvenilir dinî-tarihî bir doküman (!) olarak niteledikten sonra böyle diyor.
Her şeyden önce burada yer verilen ve bize tevatüren geldiği söylenen bu “Yaşayan Sünnetler, Sünen-i Mütevârise veya Amelî Tevâtür”ün ne olduğu ortaya konmalıdır. Fazlur Rahman’ın kullandığı “Yaşayan Sünnet” kavramı, bizzat Hz. Peygamber (s.a.v)’in sünneti olan Nebevî Sünnet’ten farklı olarak, muhtevasında ilk dönem fukahasının içtihadları da bulunan gelenektir.[4] Hatta bunlar içinde, toplumun örf ve adetlerine dayanılarak ortaya konmuş bulunan içtihadların bulunduğu da hesaba katılırsa “Yaşayan Sünnet” kavramı içinde Müslüman toplumun örf ve adetler sistemi de bulunmaktadır.[5]
Dolayısıyla Yaşayan Sünnet ile gerek amel planında bize kadar tevatüren tevarüs edilmiş olan Amelî Tevatür’ü, gerekse lafzı ve manası tevatür bulmuş olan kavlî mütevatir hadisleri aynı kategoride görmek imkânsızdır. Çünkü Yaşayan Sünnet kavramının muhtevasında Sahabe ve Tabiun içtihadları ile İslam toplumunun örf ve adetleri de bulunmaktadır. Bu durumda da onları Kur’an ile aynı kefeye koyup “kesinlik ve doğruluğunda şüphe yoktur” demek tutarsızlıktır.
Öte yandan yazarın kaynak olarak gösterdiği Prof. Dr. Ali Osman Koçkuzu’nun Rivâyet İlimlerinde Haber-i Vahitlerin İtikât ve Teşri Yönlerinden Değeri adlı çalışmasında[6] mütevatir hadislerin hiç olmadığı veya yok denecek kadar az olduğu şeklindeki görüşün, bu konudaki üç görüşten birisi olduğu belirtilmektedir.[7] Burada yazarın yapması gereken şey, böylesi ihtilaflı bir konuda, sadece azınlık bir grup tarafından benimsenen görüşü öne çıkarmayıp, diğer görüşlere de temas etmek olmalıydı.[8] Yazarın bu meseledeki görüşlerden sadece birisini zikredip, sanki başka görüş yokmuş gibi diğerleri hakkında sükût etmesi ilmî anlayışla bağdaşmamaktadır.
4. “… Böyle olunca, Hadis ilminin konusu, mütevatir hadislerin dışında kalan âhâd hadislere münhasır kalmaktadır. Bugün elimizde bulunan hadisler işte bu âhâd kategorisine dahildir. Bu tür hadisler ise Sahih, Hasen, Zayıf ve Uydurma (Mevzû) olmak üzere dört kısımda ele alınmaktadır. Hadislerden hangisinin Sahih hangisinin Mevzû olduğu daima Hadis ilminin en önemli konusu olmuştur. Bu sebeple ondört asır boyunca sürekli olarak sahih hadislerin belirlenmesi ve mevzu olanların tespit edilmesi yolunda çaba harcanmıştır. Ancak sahih hadisi belirlemede esas alınacak şartlar ve bu şartların uygulanması, ekolden ekole ve hadisçiden hadisçiye farklılık gösterdiği, diğer bir ifade ile hadislerin sahihini uydurmasından ayırt etme içtihada dayalı olduğu, bunun da bu alanda bir izafiliği yol açtığı kuşkusuzdur.[9] Böyle olunca birine göre Sahih olan bir hadis, bir başkasına göre Hasen, Zayıf, hatta uydurma olabilmektedir. Hatta bazılarının mütevatir olduğunu iddia ettikleri bir hadis, bir başkasına göre Zayıf veya Uydurma dahi olabilmektedir.” (s. 19-20)
Şimdi bu pasajda gözümüze ilişen noktaları ele alalım:
A. Yukarıda yer alan “Hadislerden hangisinin Sahih hangisinin Mevzû olduğu daima Hadis ilminin en önemli konusu olmuştur. Bu sebeple ondört asır boyunca sürekli olarak sahih hadislerin belirlenmesi ve mevzu olanların tespit edilmesi yolunda çaba harcanmıştır” ifadesinde bazı tesbit hataları bulunmaktadır. Şöyle ki:
1. “Hadislerden hangisinin Sahih hangisinin Mevzû olduğu daima Hadis ilminin en önemli konusu olmuştur” sözü gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü bu konu, Hadis sahasındaki çalışmaların sadece belli bir bölümünü işgal etmiştir. Hadislerin sahih ve mevzu olanlarını belirlemek için yapılan çalışmalar kadar, hasen ve zayıf hadis çeşitlerinin ve bu alanda uyulacak ölçülerin belirlenmesi, nasih-mensuh, fıkhu’l-hadis, ilelu’l-hadis, muhtelifu’l-hadis… gibi, hadisleri hem rivayet hem de dirayet nokta-i nazarından ele alan daha pek çok faaliyet her zaman için Hadis sahasındaki çalışmalar kapsamındadır ve bunlardan sadece bir kısmının daima Hadis ilminin en önemli konusunu oluşturduğunu söylemenin bir dayanağı yoktur.
2. Yukarıdaki ifade, mevzu dediğimiz hadis türünün, sahih hadisin karşıtı olduğunu ihsas etmektedir. Oysa bunun alelıtlak alınması doğru değildir. Ulema, ahkâm hadisleri mevzubahis olduğunda bir hadis üzerinde dururken hakkında “Sahih değildir” ifadesini kullanmışsa bu, o hadisin mutlak olarak mevzu olduğunu göstermez. Aksine bu söz, bahse konu hadisin hasen, ya da mevzu olmayan zayıf bir hadis olduğu anlamına da gelebilir.[10] Yukarıdaki ifade, sadece mevzu hadisler üzerinde kaleme alınmış eserlerde veya zayıf ya da metruk ravilerin zikrine tahsis edilmiş kitaplarda kullanıldığı zaman hadisin batıl/mekzub olduğunu anlatır.[11]
3. Yazarın, “… sahih hadisi belirlemede esas alınacak şartlar ve bu şartların uygulanması, ekolden ekole ve hadisçiden hadisçiye farklılık gösterdiği, diğer bir ifade ile hadislerin sahihini uydurmasından ayırt etme içtihada dayalı olduğu, bunun da bu alanda bir izafiliği yol açtığı kuşkusuzdur. Böyle olunca birine göre Sahih olan bir hadis, bir başkasına göre Hasen, Zayıf, hatta uydurma olabilmektedir” şeklindeki sözleriyle ifade etmeye çalıştığı görüşe kısmen katılıyorum. Ancak sadece katılmakla kalmıyor, başka türlü olamayacağını da eklemek istiyorum. Çünkü birçok Hadis otoritesinin de dile getirdiği gibi[12] muhaddislerin hadis ravilerini cerh ve ta’dili, tıpkı fukahanın amelî mezheplerdeki ihtilafı gibidir ve içtihada dayanır. Dolayısıyla bütün imamları bir ravinin cerhinde veya ta’dilinde görüş birliğine zorlamak, müçtehidleri, fıkhî mezheplerini terk edip bir tek görüş etrafında toplanmaya icbar etmekle aynı anlama gelir ki, hiç kimse böyle bir yetkiyi elinde bulundurduğunu iddia edemez. Nitekim yazar da yeni bir metodoloji oluşturmayı başarabilirse, birtakım hadisleri kabul veya reddedecek, bunu yaparken de kendi içtihadına dayanacaktır. Kendisi birtakım hadislerin red veya kabulünde imamlara ters düşerken ne kadar haklıysa, imamların da kimi hadisleri tashih veya taz’if etmede birbirlerine muhalif olması o kadar normaldir.
Bununla birlikte yukarıdaki ifadelerden yola çıkarak hadislerin hepsinin sıhhat veya zaafında bu şekilde ihtilaf edildiğini düşünmek doğru değildir. Hadis kitaplarına ve muteber şerhlere şöyle bir göz atmakla, gerek muhaddislerin, gerekse diğer alimlerin, sıhhati üzerinde görüş birliği ettikleri hadislerin miktarı hakkında tatminkâr bir fikir edinilebilir.
B. Yazar devamla, ” Hatta bazılarının mütevatir olduğunu iddia ettikleri bir hadis, bir başkasına göre Zayıf veya Uydurma dahi olabilmektedir” diyor. Belirttiği bu ihtilaf da çok sık olmamakla birlikte görülebilmektedir. Ne ki, bu da normaldir.Çünkü yazar tarafından da çok iyi bilindiği gibi hadislerin hepsi alimlere aynı isnadlarla ulaşmamıştır. Diğer bir deyişle, bir hadis, alimlerden birine makbul bir isnadla gelmiş iken diğerine, çeşitli kusurlar taşıyan, hatta hadis uydurmuş veya uydurmakla itham edilmiş kimseler vasıtasıyla gelmiş olabilir. Ayrıca tevsik ve ta’dilinde ihtilaf bulunan raviler kanalıyla gelen hadisler üzerinde ihtilaf edilmesinin normal ve kaçınılmaz olduğu yukarıda da belirtilmişti. Dolayısıyla bu alimlerden her birinin, elindeki malzemeye bakarak hüküm vermesi kadar normal bir şey olamaz. Sonuçta da birinin sahih dediğine, tekrar söylemek gerekir ki nadir olarak bir diğeri mevzu hükmü verebilmiştir.
Mevzu mütevatir hadisler
5. Şimdi de yazarın, yukarıdaki iddialarını delillendirmek için 20. sayfanın dipnotunda zayıf veya uydurma olduğunu söylediği ve el-Kettânî tarafından Nazmu’l-Mütenâsir mine’l-Hadîsi’l-Mütevâtir’de zikredilen hadislerin durumuna kısaca bakalım:
A. “İmamlar Kureyş’tendir” hadisi. Bu hadis ne yazar tarafından gösterilen kaynaklarda, ne de başka herhangi bir kaynakta zayıf veya mevzu olarak nitelendirilmemiştir. Yazarın verdiği kaynaklar içinde sadece Prof. Dr. Mehmet S. Hatiboğlu’nun AÜİF dergisinde (c. XXIII, Ankara-1978) yayımlanan İslam’da İlk Siyasi Kavmiyetçilik-Hilafetin Kureyşliliği başlıklı makalesi bu hadisi konu edinmiştir. Orada da bu hadisin mevzu olduğu sarih olarak zikredilmemektedir. Hatiboğlu’nun mezkûr çalışmasının, söz konusu hadisin uydurma olduğu tezine temel teşkil edebilmesi için şu noktaları tam olarak açıklığa kavuşturması gerekir:
a. “İmamlar Kureyş’tendir” hadisi uydurma ise onu kimler, ne zaman ve ne maksatla uydurmuşlardır? Uydurma değil de sadece zayıf ise zaafı nerededir?
b. Ebu Hureyre, Enes b Mâlik gibi Kureyşli olmayan sahabîlerin bu hadisi rivayet etmeleri nasıl açıklanacaktır?
c. Hadis kritiğinde gerektiği zaman en yakınlarını bile cerh etmekten geri durmamış olan muhaddislerin[13] bu hadisin makbul tariklerinin ravileri hakkında herhangi bir şey söylememiş olması neyle izah edilecektir?
B. “Allah ilk önce arşı veya aklı veya kalemi veya levh-i mahfuzu yarattı” hadisleri. Öncelikle belirtmemiz gerekir ki, el-Kettânî, söz konusu eserinin “Kitâbu Bed’i'l-Halk” kısmına aynen şu ifadelerle başlamaktadır: “Allah’ın ilk yarattığı şeyin ne olduğu konusundaki hadisler (Ehâdîsu evveli mâ halakallâh): el-Emîr, “Cevheretu’l-Lakânî”ye yazdığı haşiyeleri meyanında Vücûd bahsinde bu hadislerin mütevatir olduğunu söylemiştir. Ben derim ki: Bazı hadislerde varit olduğuna göre…”[14] Bu ifadeler iyi okunursa el-Kettânî’nin, ilk yaratılan şeyler konusunda gelen hadislerin mütevatir olduğu iddiasında bulunmadığı görülür. Kaldı ki, el-Kettânî’nin de zayıf veya uydurma olduğunu belirttiği akıl hadisleri dışında Evvel umâ halakallâh…” ifadeleriyle başlayan hadisler, araştırabildiğimiz kadarıyla mevzu olmaları bir yana, heyet-i mecmuası dikkate alındığında zayıf bile denemeyecek hadislerdir. Farklı lafızlarla gelen varyantları da göz önünde bulundurulacak olursa bunlara uydurma veya zayıfı demek mümkün değildir.[15]
Şimdi söz konusu hadisleri teker teker kısaca ele alalım:
a. Allah (c.c.)’ın ilk önce aklı yarattığını haber veren hadisler: Nazmu’l-Mütenâsir sahibi, bu hadisler hakkında şöyle demektedir: “Bazı haberlerde ilk yaratılan şeyin ruh,bazılarında da akıl olduğu zikredilmiştir. Ancak ilk yaratılan şeyin akıl olduğunu bildiren hadis hakkında hadis imamları ihtilaf etmişlerdir. Kimileri onun mevzu olduğunu söylerken, kimileri de sadece zayıf olduğunu söylemiştir.”[16] Yazarın ilmî ölçülere riayet ederek bu ifadeyi de zikretmesi beklenirdi. Zira müellif burada akıl hadislerinin mütevatir olduğunu iddia etmemiş, bu noktaya “Bazı haberlerde…” kaydını koyarak temas etmiş, bununla da yetinmeyerek, hadis alimlerinin bu hadisler hakkındaki kanaatlerini de vermiştir.
b. Evvela arşın yaratıldığını bildiren hadisler: Bu hadislerin mevzu olduğunu söyleyen bir müellife rastlamadım.
c. Önce kalemin yaratıldığını bildiren hadisler: Bunlardan bir kısmı Ebu Davud, Tirmizî, İmam Ahmed, Ebu Davud et-Tayâlîsî, Beyhakî ve daha birçok kimse tarafından rivayet edilmiş sahih hadislerdir.[17] Nazmu’l-Mütenâsir sahibi de bunların sahih olduğunu belirtmiştir.[18] Bunların mevzu olduğu iddiasında bulunan kimse yoktur.
d. Önce Levh-i Mahfuz’un yaratıldığını bildiren rivayetler: Levh-i Mahfuz’dan bahseden sahih hadisler bulunmakla birlikte[19] onun, ilk yaratılan şeyler arasında sayıldığını anlatan bir hadise rastlamadım.
C. Ebdal hadisleri: Her ne kadar İbnu’l-Cevzî tarafından bu konudaki bir kısım hadisler kusurlu bulunmuşsa da, Sehâvî ve Suyûtî, müstakil olarak kaleme aldıkları cüzlerde Ebdal hadislerini enine boyuna tartışmışlardır. Ezcümle Ebdal hadislerinin mevzu olduğunu söyleyenlerin bu hükmü, söz konusu hadislerin bütün tarikleri için değil, belli bazı tarikleri hakkında söylenmiştir. Nitekim Suyûtî, İbnu’l-Cevzî’nin kusurlu bulduğu rivayetler dışında Enes’ten 3, İbn Mesûd’dan 3, Hz. Ali, Ubâde b. es-Sâmit, Avn b. Mâlik, Muâz b. Cebel, Ebu’d-Derdâ, Ebu Hureyre, Ebu Said el-Hudrî ve Ümmü Seleme’den (Allah hepsinden razı olsun) çeşitli tariklerle gelen birer rivayet tasbit etmiş, bunlardan başka mevkuf ve mürsel hadislere de yer vermiş[20] ve sonuçta haklı olarak şöyle demiştir: “Ebdal haber(ler)i sahihtir. Hatta dilersen bunlara manevi mütevatir de diyebilirsin.”[21]
Böylece İbn Teymiyye, “Bu hadisler arasında doğruya en yakın olan, İmam Ahmed’in rivayet ettiği hadistir. O da münkatı olduğu için sahih değildir” diyen İbnu’l-Kayyım ve İbnu’l-Cevzî’nin, bu hadislerin uydurma olduğu şeklindeki iddialarının açıklaması da ortaya çıkmış olmaktadır. Hafız İbn Hacer bu hususu, “Ebdal meselesi birçok hadiste varid olmuştur. Bunlar arasında sahih olanlar bulunduğu gibi, sahih olmayanlar da vardır…” demek suretiyle dile getirmiştir.[22]
D. Mehdi hadisleri: Yazar, Mehdi hadislerinin tenkidi konusunda İzmirli İsmail Hakkı merhumu referans gösteriyor. İzmirli’nin Sebîlurreşâd dergisinde[23] Mehdi hadisleriyle ilgili olarak yaptığı, objektiflik ölçülerinden uzak, taraflı ve üstünkörü rical tenkidinin yanı sıra, “Mehdi’nin hurucu ve zuhuru hem aklen, hem adeten, hem imkân-ı zatî ile, hem imkân-ı hissî ile mümkündür” demesinin çok fazla bir kıymet-i harbiyesi yoktur. İzmirli gibi muhakkik bir alimin yapması gereken şey, konuyu İbn Haldun’un Mukaddime’sinden eksik ve taraflı nakiller yaparak geçiştirmek değil, bu konuda gelen hadisleri, hadis otoritelerinin, mezkûr hadisler hakkındaki kanaatlerini gerek metin, gerekse senet yönünden ortaya koyarak tarafsız bir şekilde değerlendirmek olmalıydı.
Bu konudaki hadislerin sıhhat durumu, pek çok müellif tarafından ortaya konmuştur.[24]
E. Haricîler’i kötüleyen hadisler: Bu hadislere uydurma diyen kimseye de rastlamadım. İbn Ebî Âsım, bu konuda gelen hadisleri tek tek sıralamış, M. Nâsıruddîn el-Albânî de bunları tahriç ederek sıhhat durumlarını belirtmiştir.[25]
Yine Haricîler konusunda gelen rivayetleri Abdullah b. Ahmed’in Kitâbu’s-Sünne’sinde de toplu halde ve değişik senedlerle görmek mümkündür.[26] Konuyu daha fazla uzatmış olmamak için bunların senedleri üzerinde durmuyorum.
Yazarın, “aslında mütevatir olmayıp, zayıf veya uydurmadır” dediği bu hadislerin durumunu tek tek tartışmayı arzu ederdim. Ne var ki bu meselenin ayrıntısına girmek, bu yazının boyutları içinde yapılacak iş değildir.
Bu bahsi kapatırken şunu belirtmeliyim ki, yazarın, bir hadisçi olarak mütevatir hadisleri tartışırken İzmirli İsmail Hakkı’nın durumuna düşmemesini ve konuyu, birinci el kaynakları referans göstererek tartışmasını arzu ederdim.
Gerek ahad haberler, gerekse mütevatir hadisler konusunda yazarın sergilediği yaklaşım, insanların zihninde Sünnet konusunda şüphe ve tereddütler oluşmasına yol açacak özelliktedir. (Ahad hadisler üzerinde daha sonra durulacaktır.) Madem ki bir alime göre sahih olan bir hadis, bir başkasına göre uydurma olabilmektedir ve hatta madem ki bir alimin mütevatir dediğini bir diğeri mevzu addedebilmektedir, o halde elimizde Sünnet adına ne kadar rivayet varsa hepsine ihtiyatlı ve şüpheli yaklaşmamız gerekecektir.(!) Yazar bu konuda verdiği birkaç örnekle konuyu genelleştirmekte ve bütün hadislere teşmil etmektedir. bu ise açık bir mugalatadır.
Şu da var ki, Yusuf el-Kardâvî’nin de dediği gibi[27] sırf aklımıza ve algılarımıza uymuyor diye birtakım hadisleri reddetmek yerine, onları mecaz manalarına hamletmek vs. gibi uygun şekillerde tevil yoluna gitmek en uygun davranıştır. Hatta el-Kardâvî, anlaşılması, İslamî kaidelerle telif edilmesi ya da herhangi bir anlama tevili mümkün olmayan sahih rivayetleri reddedip, uydurma olduklarını söyleyivermek yerine, tevakkuf edilmesini önermektedir ki, doğru olan da budur.
Klasik yöntemleri günahı
6. Yazar, Sünnetin Anlaşılması” başlığı altında (s. 20/2) şöyle diyor: “… Ancak asırlar ilerledikçe klasik yöntemlerin artık giderek yetersiz bir hale gelmeye başladığı bugünkü boyutlarda olmasa bile bazı İslam alimleri tarafından yavaş yavaş fark ediliyordu. Bu durumu fark eden İslam alimlerinden eş-Şâtıbî (ö. 790/1388) klasik içtihad yöntemlerinin artık bütün imkânlarını kullandığını ve bu yüzden içtihad alanında görülen durgunluğun aşılmasının ancak Fıkıh Usûlü’nün yeni bir yaklaşımla yeniden tesisiyle mümkün olacağını düşünüyordu. Ona göre bu yeni usul anlayışı nasların lafızlarının analizi ve bu lafızlardan hüküm çıkarma veya nass olmayan konularda kıyas yapma yerine, şeriatın genel ilkelerine, maksat ve amaçlarına dayanmalıydı.”
Bu iddiayı tartışmaya geçmeden önce, son zamanlarda adından sıkça bahsedilen Şâtıbî (ö. 790/1388) ve onun el-Muvâfakât’ı üzerinde biraz durmanın uygun olacağı kanaatindeyim. Endülüs’ün Şâtıbe (Javita) kentinden olan Şâtıbî, Mâlikî mezhebine mensuptur ve bu mezhepte tahriç erbabı müçtehidlerdendir.[28] Mezhebin usulünde mezhep imamına muhalefet etmiş ya de yeni bir usul ortaya koymuş değildir. Onun Unvânu’t-Ta’rîf bi Esrâri’t-Teklîf (el-Muvâfakât)’inde de bu doğrultuda herhangi bir iddiası yoktur.Esasen bu eserin özelliği , Malikî mezhebinden İbnu’l-Kasım ile Hanefî mezhebinin imamı Ebu Hanîfe’nin usullerinin birbirine muvafık olan yönlerini ortaya koymaktır.[29]
Bu kitabın diğer usul kitaplarından önemli bir farkı da makasıdu’ş-şeria’ya özel bir önem atfedip, bu konu üzerinde genişçe durmasıdır. Kuşkusuz makasıdu’ş-şeria ve hikmetu’t-teşri konuları daha önceki alimler tarafından da ele alınmıştır. Şâtıbî’den çok daha önceleri yaşamış olan fukahanın eserlerinde sistematik olmasa da tatbikî olarak uygulama alanı bulan makasıd konusu, daha sonra usulcüler tarafından sistematik ve nazarî bir şekilde ele alınmıştır. Burada örnek olması kabilinden Ebu Bekir el-Kaffal eş-Şâşî, Ebu Bekir el-Ebherî, el-Bâkıllânî, İmâmu’l-Harameyn, el-Gazzâlî, Fahruddîn er-Râzî, el-Âmidî, İbnu’l-Hâcib, İzzuddîn b. Abdisselâm ve daha birçok ismi sayabiliriz. Şâtıbî’nin orijinalitesi ise bu konulara daha fazla yer vermesi ve meseleyi, birtakım sınıflandırmalar yaparak tafsilatlı bir şekilde işlemesidir. Ahmed er-Reysûnî’nin de isabetle belirttiği gibi Şâtıbî’nin, söz konusu eserini telif ederken, kendisinden önceki fakih ve usulcülerden büyük ölçüde istifade ettiği ve onların kurduğu binayı yükselttiği inkâr edilemez.[30]
Şâtıbî’nin yeni bir usul icadı iddiasında olmadığını belgelemek için, adı geçen eserinden aşağıya alınan ifadelerin yeterli olacağı umulur:
“İlmi, ehlinden almanın zarureti sabit olduğuna göre, bunun da iki yolu vardır: Birincisi ilmi, doğrudan ilim ehlinin ağzından almaktır. (…) İkincisi ise ulemanın tedvin ve tasnif ettiği kitapların mütalaa edilmesidir. (…) Bu sebepledir ki, önceki alimlerin kitapları, sözleri ve yaşantıları, ilmî konularda ihtiyatı gözeten kimseler için en faydalı yoldur. Bu, özellikle şeriat ilmi hakkında böyledir…[31]
“Onlar (şer’î deliller) Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas’tır.[32]
“Onlar (şer’î deliller) Kitap, Sünnet, İcma ve reydir.[33]
“… Bu noktadan şu sonuçlar çıkar:
A. Bir beyyineye dayanmaksızın Allah Teala’nın Kitabı hakkında görüş beyan etmekten sakınmak (gerektiği). Zira insanlar, tefsirde ihtiyaç duyulan ilimler bakımından üçe ayrılır:
1. Bu konuda râsihûnun derecesine ulaşanlar. Sahabe, Tabiun ve onlardan sonra gelenler böyledir. Onlar bu konuda mesnetsiz bir şey söylemekten korkup sakınarak görüş beyan etmişlerdir.Şayet biz de ilim ve anlayışta onlar gibi (onların seviyesinde) olduğumuzu sanıyorsak bizim öyle davranmamız daha evladır. Heyhat! (Biz nerede, onların ilmi nerede).
2. Onların derecesine ulaşamadığı gibi, onlara yakın bile gidemediğini bilen kimseler. Bunlar, bu alanda söz söylemelerinin haram olduğu konusunda herhangi bir tereddüt bulunmayan kimselerdir.
3. Ehl-i içtihadın derecesine ulaşıp ulaşmadığından şüphe eden veya bazı konularda ulaştığı halde bazılarında ulaşmadığını zanneden kimseler. Bunlar da Kur’an konusunda görüş belirtmesi men edilen ikinci gruba dahildirler. (…)
B. Kur’an’ı tefsir etmeyi terk ve bu konuda kendisinden önce yaşamış olanların söylediklerine itimad eden, bu konuda onların söyledikleriyle yetinen kimse kınanamaz…”[34]
“… Mütekaddimunun, din ve dünyalarını ıslah konusundaki amelleri, müteahhirunun amellerinden farklı, ilimleri de daha köklüdür. Sahabe’nin şer’î ilimlere vukufiyeti, Tabiun’unki gibi değildir. Bu noktada Tabiun’un durumu da kendilerinden sonra gelenler gibi değildir. Bu, zamanımıza gelene kadar böyledir. (…)
“Bunun içindir ki öncekilerin kitap, söz ve yaşantıları, ilimde ihtiyatlı davranmak isteyen kimseler için daha faydalıdır. Hangi ilim söz konusu olursa olsun bu böyledir. Özellikle de sağlam kulp ve en koruyucu sığınak olan şeriat ilminde bu nokta önemlidir.[35]
Şâtıbî’nin adı geçen eserinin gereği gibi incelenmesi neticesinde bu doğrultuda daha pek çok ifadesine rastlanacaktır. Dolayısıyla yukarıya alınan pasajda yazarın, Şâtıbî’nin o kanaatte olduğunu söyleyebilmek için neden doğrudan onun eserlerine değil de Dr. Muhammed Âbid el-Câbirî’nin Vichetu Nazar’ına istinat ettiği buradan anlaşılmaktadır.
7. Yazar yine kitabının birçok yerinde, klasik dediği anlayışın, “nassların lafızlarına takılıp kalan şekilci-lafızca bir yapı arzettiğini, oysa asıl yapılması gerekenin, lafızların ardındaki ilke, amaç ve değerleri, yani özü yakalamayı esas alan yeni bir yöntem geliştirmek olduğu” üzerinde durmaktadır (s. 21-2).
Bu noktayı da maddeler halinde tafsil etmek gerekecek:
1. Klasik yöntemlerin, nassların sadece lafızlarına takılıp kaldığını, lafızların altında yatan ilke, hikmet ve amaçları göz ardı ettiğini söyleyebilmek için o yöntemleri ya hiç bilmemek ya da bilmezlikten gelmek gerekir.Müçtehid imamların içtihad usullerine ve bu usulleri ihtiva eden kitaplara şöyle bir göz atan kimse onların nasslardan hüküm çıkarırken neleri esas aldığını, nelere dikkat ve hangi noktalarda nasıl hareket ettiğini görecektir.[36]
Mesela bilindiği gibi Kıyas, illetlerin isbatına dayanır. İlletlerin isbatı ise makasıdu’ş-şeria’yı bilmeye ihtiyaç gösterir. Bu sebepledir ki fakihler, illetin, hikmeti gerçekleştirecek nitelikle olmasını şart koşmuş[37] ve Sahabe döneminden itibaren müçtehid imamlar, hükümleri hikmet esasına göre ta’lil etmişlerdir. Fıkıh kitaplarını incelediğimizde birçok hükmün maslahat, ihtiyaç, güçlük, sıkıntı ve meşakkat bulunduğu şeklindeki gerekçelerle açıklandığını görmekteyiz. Bu gerekçelerin hepsi hikmet çerçevesine dahildir.
Esasen Malikî mezhebinde celb-i maslahat ve def-i mefsedet ile hemen hemen aynı anlama gelen ve İmam Mâlik’in “İlmin onda dokuzudur” dediği İstihsan, İmam Şâfi’î’nin istihsana karşı çıkarken birçok çeşidini kabul ettiği Istıslah ve Maslahat-ı Mürsele de makasıd-ı şeria’ya ulaşmak amacıyla tutulan yollardan başka bir şey değildir.
Yine klasik yöntemlerin nasslardan hüküm çıkarmada kullandıkları tahkîku’l-menât, tenkîhu’l-menât ve tahrîcu’l-menât gibi içtihad usulleri de burada hassaten zikredilmelidir.[38]
Bununla birlikte usulcüler, kıyasın ta’lili konusunda neden hikmet, maslahatın celbi-mefsedetin def’i gibi hususları değil de zahir ve munzabıt olan illeti esas almışlardır diye bir soru akla gelebilir. Buna şöyle cevap vermek mümkündür: İslam Hukuku, hükümlerin munzabıt esaslara bağalı olmaması gibi bir kusurdan uzaktır. Zira sadece makasıdu’ş-şeri’a ve hikmetu’t-teşri diyerek meselenin halledileceğini sanmak cehalet değilse bunda bir kasıt var demektir. Çünkü bunları belirlemek de anlayışa, delillere vukufiyete ve nassların delalet durumlarının açık-kapalı oluşuna bağlıdır. O halde öyle bir sistem olmalı ki, düzenlilik hakim olup karmaşaya, su-i kaste ve istismara meydan vermemelidir.
İşte bu sebeple hükümler şu noktalar dikkate alınarak düzenli ve belirli hale getirilmiştir:
A. İnzıbat (mahiyet ve kavramların kendine has özelliklerinin ve doğacak sonuçlarının, karışıklığa meyden vermeyecek şekilde belirlenmesi).
B. İsmin konulduğu şeyin (müsemmanın) yalnızca gerçekleşmiş olması. İçki haddinin, içkiden bir yudum içmiş olan kişiye dahi uygulanması böyledir. Eğer hüküm, sarhoşluğun meydana gelmesine bağlanmış olsaydı bu, kişiden kişiye fark edecekti.
C. Sayı belirlenmesi. Bazı mezheplere göre hırsızlık suçunun gerçekleşmiş olması için çalınan malın belli bir nisaba ulaşması ve mehrin en az miktarının belirlenmesi böyledir.
D. Süre belirlenmesi. Çeşitli malların zekâtında, üzerinden 1 yılın geçmiş olması ve nafakayı sağlamaya güç yetirememe durumunda iki aylık süre verilmesi böyledir.
E. Akdin konusu, mahiyetleri belirleyen niteliklerin gösterilmesi. İcarete akit konusu olan şeyin belirlenmesi gibi.
F. Çerçeve ve sınırın belirlenmesi. Ölü arazinin ihyasında, ihya edilecek toprağın meskûn bölgelere, dumanın ulaşamayacağı kadar uzak olması böyledir.
Şunu da belirtmek gerekir ki, usulcülerin göz önünde bulundurduğu illetin omurgasını da kulların maslahat ve yararı oluşturmaktadır.[39]
Buradan da anlaşılacağı gibi klasik yöntemler sadece nassların zahirine ve lafızlarına takılıp kalmamışlar, bilakis nasslarda belirtilen hükümlerin illetlerini ve amaçlarını da gözetmiş ve bunları belli kurallara bağlamışlardır.[40] Hatta ulema, bir kimsenin fakih olabilmesi için sadece nassların zahirine vukufiyetinin yeterli olmadığını Şari tarafından gözetilen hikmet ve maksatlara vukufun da gerekli olduğunu belirtmiş ve bunu elde edebilmek için bizzat olayların cereyan ettiği yerleri ve olayları hazırlayan çevreyi görmek için yolculuklar yapmışlardır.[41]
İşte özellikle Hanefî ve Malikî mezhebi mensuplarına Rey taraftarı denmesinin bir sebebi de budur. Kullanıldığı dönemlerde olumsuz bir çağrışım yapan bu tabir, hakkında kullanıldığı müçtehid alimlerin, nassların lafzına saplanıp kalmadıklarını, aksine insan aklını, şer’î kaideler çerçevesinde son noktasına kadar kullandıklarını anlatmaktadır ki, oldukça isabetli ve doğru bir kullanımdır.
3. Bu söylenenlerden, nassların zahirinin mutlak olarak terk edildiği anlamı da çıkarılmamalıdır. Zira yukarıda değinilen içtihad usullerinin kullanıldığı yerler olduğu gibi. nassın zahirinin alınmasını gerektiren çeşitli karinelerle daha başka sebepler bulunduğu zaman nassın zahiri ile amel etmek kaçınılmazdır.[42]
Gariptir ki, klasik yöntemleri şekilcilik/lafızcılıkla suçlayan yazar da yeri geldiğinde lafızlarla istidlal etmekten kendini alamamaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaat konusunu işlediği bölümde yazar şunları söyler: “Allah’a itaat ile Rasûl’e itaatin yanyana zikredildiği ayetlerde Rasûl kelimesi Allah kelimesine (vav) harfi ile atfedilmiştir. Nahiv kaidelerinden birisi de, atfın mugayereti (ayrılığı) gerektirdiği hususudur. Bu sebeple Allah’a itaat ile Rasûl’e itaatin konumlarının ayrı şeyler olması, nahiv kaidelerine uygun düşen bir yorumdur…” (s. 175)
8. Yazar, aynı başlık altında diyor ki: “Bu yöntemlerin şekilci-lafızcı karakteri, Sünneti âdeta aynen taklid edilmesi gereken bir davranışlar manzumesi haline sokmuş, sonuçta bugün İslam dünyasında hakim olan şekilci bir sünnet anlayışı ortaya çıkmıştır.” (s. 22)
Oysa bir Hadisçi olan yazarın, Sünnet’in belli bir kısmının, küllî kaideler vaz etmesi yanında, büyük bir kısmının cüz’î olaylara somut açıklama ve hükümler getirmek için varit olduğunu[43] çok iyi bilmesi gerekirdi. Böyle olduğu içindir ki, Sahabe çağından itibaren bütün müçtehidler meselelerin hükmünü önce Kur’an’da, sonra Sünnet’te aramışlardır. Burada sadece Kur’an ve Sünnet’te belirtilen genel ilkelere başvurulduğunu söylemek mümkün değildir. Hatta Mu’âz b. Cebel (r.a)’i Yemen’e gönderirken Hz. Peygamber (s.a.v), ne ile hükmedeceğini sormuş, o da önce Kur’an ile, aradığı meselenin hükmünü onda bulamazsa Sünnet ile, onda da bulamazsa kendi içtihadı ile hüküm vereceğini söylemiş, bu cevap karşısında Hz. Peygamber (s.a.v) memnuniyetini ifade etmiştir.[44]
Müslümanların, gerek itikad, ibadet ve muamelelerinde, gerekse günlük yaşantılarında ve davranışlarında Hz. Peygamber (s.a.v)’i örnek almaları, eğer yapabiliyorlarsa onlar için ancak bin meziyettir. Müslümanlar Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünnetini sureten ve sireten hayata geçiremedikleri için bugünkü karmaşa ve çöküntüyü yaşamaktadırlar.
Sünnet’i aynen taklid edilmesi gereken bir davranışlar manzumesi olarak görmek hataysa, bu hatanın(!) kaynağı klasik yöntemler değil, bizzat Sahabe’dir! Hz. Peygamber (s.a.v)’in yüzük taktığını görünce hemen birer yüzük edinip takan, sonra O’nun yüzüğü attığını görünce çıkarıp atan Sahabe; hacca gittiğinde Hacer-i Esved’i öptüğü zaman “Biliyorum ki sen, ne fayda ne de zarar verebilecek bir taşsın. Resulullah’ın seni öptüğünü görmeseydim ben de öpmezdim” diyen Hz. Ebu Bekir; aldığı yeni elbisenin uzun gelen kollarının muntazaman katlanıp kısaltılmasına razı olmayıp, bıçakla gelişigüzel kesen ve kumaşın iplikleri ellerinin üzerine sarktığı halde öylece gezen, bu durumun sebebi sorulduğunda da, Hz. Peygamber (s.a.v)’in böyle yaptığını gördüğünü söyleyen Hz. Ömer; ancak dizlerinden biraz aşağısını örtecek kadar kısa bir elbise giyen ve elbisesinin eteklerini neden uzatmadığı sorulunca “Resulullah da böyle giyiyor” diyen Hz. Osman ve sırf Hz. Peygamber (s.a.v)’in devesinin ayak bastığı yere ayak basması için Mekke sokaklarında devesini sağa-sola döndüren İbn Ömer[45] (Allah hepsinden razı olsun)… Hz. Peygamber (s.a.v)’in yaşantısını , hayatın her alanına bu ölçülerde olmasa bile hakim kılmaya çalışmak şekilcilik ise, başta Sahabe olmak üzere bütün Ümmet şekilcidir.
Muhammed Esed’in de veciz bir şekilde ifade ettiği gibi “Her yaptığı işte ve her emrinde Ona ittiba etmek, İslam’a ittiba etmenin kendisidir. Onun sünnetinden uzaklaşmak ise İslam’ın hakikatinden uzaklaşmaktır.”[46]
Dolayısıyla yazarın, bu geçersiz kaziye üzerine “… sonuçta bugün İslam dünyasında hakim olan şekilci bir sünnet anlayışı ortaya çıkmıştır” hükmünü bina etmesi de bir manevradan ibarettir. Çünkü kendisinin de çok iyi bildiği gibi günümüzde eksik ve sakat bir Sünnet anlayışının ortaya çıkmasının çeşitli sosyal, politik ve tarihî sebepleri vardır ki, bunları burada tadad etmek konu dışına çıkmak olacaktır. Yazar, kitabının ileriki sayfalarında da, bu sonucu, klasik sünnet tanımlarının yol açtığı bir vakıa olarak değerlendirecektir. Toplumda eksik bir Sünnet anlayışı bulunduğu kabul edilebilir olmakla birlikte bunun, klasik Sünnet tanım ve yaklaşımlarıyla doğrudan ilişkili olduğunu söylemek, insaf sınırlarını zorlamak olur.
9. Yazar devam ediyor: “Yöntemlerin parçacı karakteri ise İslam düşüncesindeki çeşitli ihtilafların, fırka ve mezheplerin ortaya çıkmasına, bu ise çoğunlukla İslam toplumunun bölünmüşlüğüne yol açmıştır. Bu durum günümüz İslam toplumlarında bile hâlâ sözkonusudur. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de her eğilim, her görüş, birbirine tamamen zıt bile olsa kendisini destekleyen bir hadis bulabilmektedir. Bunun da sebebi, hadislerin tek tek ele alınması; bir konudaki bütün hadislerin bir bütünlük içinde değerlendirilmemesidir. Parçacı yaklaşım bununla da kalmamış, Kur’an ile Hadis/Sünnet bütünlüğünü sağlamayı da genelde ihmal etmiştir. Bunlara ilaveten Sünnetin oluştuğu toplumsal şartların gözardı edilmesi, hadislerin sebeb-i vürûdu ile siyak-sibakının gözden uzak tutulması da, Sünnetin sağlıklı bir şekilde anlaşılmasını engelleyen kusurlar arasında yer almaktadır.” (s. 22)
Yazar, yukarıda zikrettiğimiz, “İslam düşüncesindeki fırka ve mezhepler” ifadesi ile siyasî ve itikadî fırkaları kastediyorsa, başta Haricîler ve bunlara bir nevi tepki olarak ortaya çıkmış olan Şia olmak üzere çeşitli fırkaların zuhuru, ilmî ve metodolojik saikler sonucu olmayıp, tamamen siyasîdir. Bunlar birtakım ayet ve hadisleri, sadece maksatlarına ulaşmak için vesile olarak kullanmışlardır.[47] Üstelik bu fırkaların zuhurunda iyi niyetli Müslümanlardan çok, maksatlı ve ard niyetli kimselerin rolü oldukça büyüktür.[48] Gerek bunlar, gerekse Mu’tezile, Mürcie ve diğer fırkalar, yaklaşımlarının bozukluğu sebebiyledir ki, Ehl-i bid’at olarak tavsif edilmişlerdir. Kaldı ki, bunların esas aldığı birbirine zıt sahih hadisler Hadis ilminin genel çerçevesi içinde yer alan Nasih-Mensuh ve Muhtelifu’l-Hadis gibi dallarda ele alınmış ve değerlendirilmiştir.
Eğer yazar yukarıdaki sözleriyle Fıkhî mezhepleri kastediyorsa, bunların ortaya çıkış sebebi, Fıkıh tarihinden haberi olan herkesin malumu olduğu üzere, nassların yapısı, anlayış farkları, haberleri kabul şartlarındaki ihtilaflar ve içtihad usullerindeki ayrılıklardır.Dahası, bu farklılıkların ortadan kaldırılması mümkün değildir. Çünkü 4 madde halinde özetlemeye çalıştığımız bu sebepleri teke indirgemenin imkânı yoktur.[49]
Günümüzde her eğilim ve görüşün birbirine zıt bile olsa kendisini destekleyecek hadis bulabilmesine gelince, bunun, İslamî disiplinlerin metodolojileriyle hiçbir ilgisi yoktur. Günümüzde hangi cemaat, grup veya siyasal parti kendi görüşlerini temellendirmek için bir İslamî disiplinin metodolojisine dayandığını iddia etmektedir? Yazarın bu konuda söyledikleri de ne yazık ki sadece manevradan ibarettir!
“Bunlara ilaveten Sünnetin oluştuğu toplumsal şartların gözardı edilmesi, hadislerin sebeb-i vürûdu ile siyak-sibakının gözden uzak tutulması da, Sünnetin sağlıklı bir şekilde anlaşılmasını engelleyen kusurlar arasında yer almaktadır” şeklindeki ifadelerde hedef alınanlar, yukarıda sözü edilen “günümüzdeki eğilim ve görüşler” ise, bir ilişkisi yoktur; dolayısıyla bu ifadeler konumuz dışındadır. Eğer bu ifadelerle klasik yöntemler kastediliyorsa, yazar bunu da isbat etmek durumundadır.
Esasen bu iddianın muhatabı, hadislerin oluştuğu toplumsal şartları, sebeb-i vürudu ve diğer etkenleri göz ardı ettiği için aklına uymayan birçok sahih rivayetin üstünü pervasızca bir kalemde çiziveren anlayıştır.
Kaldı ki yazar, klasik yöntemleri, hadislerin sebeb-i vürudunu ve siyak-sibakını gözden uzak tutmakla itham ederken, kimi ayetleri kendi görüşü doğrultusunda takdim edebilmek için sebeb-i nüzulü ve siyak-sibakı göz ardı ederek bu yanlışı kendisi işlemiştir.
Örnek olarak yazarın, Kur’an dışında vahiy bulunup bulunmadığı meselesini işlerken, Muhammed Takî Osmânî’nin delil olarak ileri sürdüğü el-Feth suresi 15. ayeti üzerinde dururken sarf ettiği şu sözleri görelim:
“Usmânî bu ayetten yola çıkarak, Allah’ın daha önce münafıkların Hayber savaşına katılmalarını yasakladığını ve savaşa sadece Hudeybiye’de bulunanların katılacağını söylediğini fakat Allah’ın bu sözlerinin Kur’an’da bulunmadığını ifade etmektedir. Ardından da Allah’ın bu sözlerinin Kur’an dışında başka bir şekilde, yani gayr-i metluvv vahiy şeklinde olması gerektiği sonucuna ulaşmaktadır.
“Ancak münafıkların Hz. Peygamber ile savaşa çıkmayacaklarına dair Allah’ın sözü gerçekten Kur’an’da yok mudur? Bu soruyu cevaplamak için (9, et-Tevbe, 83) ayetine bakalım…
“Bu ayetin sebeb-i nüzûlü ile ilgili rivayetler bir tarafa bırakılacak olursa…” (s. 270-1)
Gör8üldüğü gibi yazar kitabının bir yerinde, klasik yöntemlerin işlediğini iddia ettiği bir hatayı, bir başka yerde kendisi rahatça işleyebilmektedir.
10. “Sünnet’in Kur’an gibi günümüzde yeniden yorumlanması, bu amaçla yorum esaslarının belirlenmesi bir zorunluluktur. Çünkü geçmişte yapılmış olan yorumlar, döneminin düşünce ve toplum yapısını yansıttığından, bunların günümüzde de geçerli olması, bazı istisnalar hariç genelde mümkün değildir. Yani bu yorumlar kendi dönemlerinin şart ve ihtiyaçları göz önünde bulundurularak yapılmıştır. Günümüzde ise ihtiyaç ve şartlar hayatın her alanındaki değişikliklere paralel olarak değişmiştir. Değişen şart ve ihtiyaçlara uygun olarak nasıl her asırda Kur’an yeniden yorumlanmış, yeni yeni tefsirler yazılmışsa ki bu süreç bugünde devam etmektedir ve etmesi de zorunludur aynı şekilde Sünnetin de daimâ yeniden yorumlanması gerekir, bu da bir zorunluluktur.” (s. 23)[50]
1. Görüldüğü gibi burada Kur’an ve Sünnet mutlak olarak zikredilmektedir. Evvela şunu ortaya koymamız gerekir: Kur’an ve Sünnet nasslarının hangi kısmı yoruma (yani içtihada) açıktır? Hangi hükümler zamandan zamana ve zeminden zemine değişir; hangileri sabittir, değişiklik kabul etmez?
2. Yazarın kendisi de sık sık Sünnet’in Kur’an’ı tebliğ ve beyan edici olduğundan söz etmektedir. O halde soralım: Hz. Peygamber (s.a.v)’in kur’an’ı beyan ve tebliğ (tefsir) sadedinde varit olan sünnetlerinin durumu nedir? Bunları da yeniden yorumlamayı düşünüyor musunuz?
Şâtıbî der ki: “Hz. Peygamber (s.a.v)’in beyanı, sahih bir beyandır ve onun sıhhatinde herhangi bir problem yoktur. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Zikri sana, insanlara, kendilerine indirileni beyan etmen için indirdik.” Bu noktada herhangi bir görüş ayrılığı yoktur.
“Sahabe’nin beyanına gelince, şayet beyan ettikleri hususta icma etmişlerse bunun sıhhatinde de problem yoktur. (…) Eğer icma etmemişlerse bu durumda onların beyanı hüccet olur mu, olmaz mı? Bu noktada görüş ayrılığı vardır ve konuyu tafsil etmek gerekir.Bununla birlikte şu iki husustan ötürü beyan konusunda onlara itimat edilmesi gereği teraccuh etmiştir:
1. Onların lisan konusundaki bilgisi. Zira onlar fasih konuşan Araplardı. (…) Dolayısıyla onlar, Kitap ve Sünnet’i başkalarından daha iyi biliyorlardı. Şu halde onlardan, beyan sadedinde bir kavil veya fiil gelmişse bu sebeple ona itimat etmek sahihtir.
2. Yeni meydana gelen olaylara ve (bunların hükmüne ilişkin) vahyin inişine doğrudan şahit olmaları. Dolayısıyla onlar, hâlî karineleri başkalarından daha iyi anlayan ve nüzul sebeplerini daha iyi bilen kimselerdir. Bu sebeple onlar, başkalarının idrak edemediğini idrak ederler. Bir olaya şahit olan kimse, o olaya şahit olmayanın görmediğini görür.
“Bu itibarla onlardan, (nasslardaki) bazı mutlak ifadelerin takyidi ve bazı umum ifadelerin tahsisi nakledilmişse, onunla amel etmek doğrudur. Üzerinde durulan mesele hakkında onlardan herhangi bir ihtilaf nakledilmediği zaman durum böyledir. Şayet bazıları ihtilaf etmişse mesele içtihadîdir.”[51]
3. Sünnet’i yeniden yorumlarken tarz-ı hareketinizi belirleyecek yöntem ve ölçüleriniz nelerdir? Tuvalete gitme, uyuma, yemek yeme vs. adabını bile belirleyen, yani cüz’î olaylara hüküm getirmiş olan sünnetler –ki yukarıda bunların Sünnet’in büyük bir kısmını teşkil ettiğini görmüştük– karşısında tavrınız ne olacak? Bunlar içinde birbirine muarız olan sünnetler konusunda yeni ve farklı ne getireceksiniz?
11. “Klasik hadis şerhçiliği genelde bir hadisin isnadındaki raviler hakkında bilgi vermek; hadis metnindeki izaha muhtaç kelimeleri açıklamak, hadis metnini bir bütün olarak açıklamaktan ziyade parça parça ve gerekli görülen yerlerini açıklamak; hadisle ilgili kelamî veya fıkhî görüşlere temas etmek şeklinde özetlenebilir. Bu tür bir şerh anlayışının daha ziyade ilim adamlarına yönelik olduğu da burada ilave edilmelidir…” (s. 24)
Yazar, klasik tanımı içine soktuğu ne varsa hepsini karşısına almayı hedeflediği için hadis şerhlerinin de bundan nasibini almaması beklenemezdi elbette. Ama hadis şerhleri hakkında ancak makbul ve muteber şerhlerden hiç haberi olmayan birisinin söyleyebileceği yukarıdaki sözler beni doğrusu oldukça şaşırttı. Şerh edilen metinde yer alan hadislerin diğer kitaplarda yer alan varyantlarının toplanması, muarız hadislerin zikri ve bunlara cevaplar verilmesi, ele alınan bütün hadislerin senedleri yanında metinlerinin tenkit edilmesi bakımından mahfuz ve münker/şazz olanların belirlenmesi gibi daha birçok şey, Fethu’l-Bârî, Umdetu’l-Karî, el-Minhâc, Fethu’l-Mülhim, Bezlu’l-Mechûd, Tuhfetu’l-Ahvezî ve daha birçok matbu ve mütedavel şerhte gerçekleştirilen çalışmalardandır. Bunların eksik bıraktığı noktalar varsa elbette doldurulmasını isteriz. Ama yüzyılların ilmî birikimi ile oluşturulmuş bu dev eserlerin kadrini küçültmeye de kimsenin hakkı olmasa gerektir.
Bu yönleriyle bu hadis şerhlerinin ilim adamlarına hitap etmesi kadar normal bir şey olamaz. Çünkü hem yazarın saydıklarıyla benim burada eklediğim açıklamaları ve daha birçok hususu gerçekleştireceksiniz, hem de yazdığınız şerh, o devasa hacmiyle geniş halk kitlelerine hitap edecek; bu mümkün müdür? Bırakalım ciltler dolusu hadis şerhlerini, yazarın kaleme aldığı orta boy 335 sayfalık kitabın geniş halk kitlelerinin ilgi ve kabulüne mazhariyeti ne ölçüde olacaktır? Kaldı ki ulema, geniş halk yığınlarına hitap eden çalışmaları da ihmal etmemiştir. Muhtasar eserler, kısa şerhler, haşiyeler, ta’likler, belli konulara hasredilmiş hadisleri toplayan çalışmalar, hadis edebiyatı içinde Erba’în diye geçen eserler ve daha pek çok çalışma bu meyanda ilk akla gelenlerdir.
Eğer bu alanda bir boşluk varsa, doldurulması gerektiği konusunda kimsenin bir diyeceği olamaz elbette. Ne var ki yazarın gerek bu konuda, gerekse klasik çalışmalardan söz ettiği yerlerde sergilediği tavır, bir durum tesbitinden çok ötelere geçmekte ve zaman zaman müsteşrikvari bir saldırı görüntüsü vermektedir.
Yazarın önemle üzerinde durduğu bir diğer nokta da Sünnet’in yeniden tanımlanmasıdır. Kendisi bunun bir zorunluluk olduğunu söylerken de (s. 41) İslam toplumlarında hakim olan eksik Sünnet anlayışlarını ileri sürmekte ve kitabının 42-52. sayfaları arasında konuya ilişkin bol bol örnekler vererek meseleyi tafsil etmektedir.
Burada şu noktayı açıklığa kavuşturmamız gerekmektedir: Halk arasında yaygın olan eksik Sünnet anlayışları, klasik çalışmaların eksik ve yetersiz olduğunu söyleyerek Sünnet’i yeniden tanımlamak için yeterli bir gerekçe midir? Daha da önemlisi, halk arasındaki bu Sünnet anlayışı, klasik ulemanın Sünnet anlayış ve tanımlarının kusuru mudur? Şu kadar yüzyıllık İslam tarihi içinde hangi fert, Sünnet’e ittiba adına yaptığı eksik ve kusurlu amelleri klasik ulemanın Sünnet tanımına dayandırmaktadır?
Kabul edilmelidir ki yazarın, Sünnet’i yeniden tanımlamak için kurduğu bu sebep-sonuç ilişkisi mantıksız, dayanaksız ve yanlıştır. Kendisinde yeterli kudreti bulan herkes Kur’an’ı, Sünnet’i ve diğer delilleri tanımlayabilir ve bu tanımlar tartışılabilir; ama toplumda bozulan bir şeyler varsa bunu klasik ulemanın Sünnet tanımlarına ve ömürler sarf ederek ortaya konan dev eserlerle oluşturulmuş bütün bir kültüre fatura etmek doğru ve tutarlı değildir.
Yine uydurma rivayetler
12. Daha sonra yazar, halk arasında yaygın olarak sünnet diye bilinen birtakım rivayetlerin son derece zayıf veya uydurma olduğunu bir çırpıda söylemekte, tabii bu arada kurunun yanında yaşı da yakmaktadır.
Mesela orada (s. 49, dpnt, 23) sarığın ve sarıkla namaz kılmanın fazileti hakkındaki hadislerin de bu kapsama girdiğini söylemekte ve birtakım kaynaklar zikretmektedir. Oysa sarık sarmak ve sarıkla namaz konusunda gerek bize kadar ulaşan sahih rivayetler, gerekse Selef-i Salihin’in tavrı ortadadır. [52]
Yine aynı yerde Regaib,. Berat, Miraç, Mevlid gecelerinin faziletine dair sahih hadis bulunmadığını ve bu konudaki hadislerin büyük çoğunluğunun uydurma olduğunu söylemektedir.
Konuyu fazla uzatmamak için bunlardan mesela Berat gecesi hakkında gelen rivayetlere bir göz atalım: Her ne kadar bu geceye mahsus bir namaz bulunduğu hususu sabit değilse de, Tirmizî, İbn Mâce, İmam Ahmed ve daha başkaları, bu gece Hz. Peygamber (s.a.v)’in Baki’e çıkıp Yüce Allah (c.c)’a dua ettiğini ve Hz. Aişe (r.anha)’ye, tevbe eden günahkârların bu gece bağışlanacağını haber verdiğini rivayet etmişlerdir. Buhârî bu rivayetin senedinde inkıta bulunduğunu söylemiş ve onu kabulde tereddüt göstermiştir. Zira senedeki Haccâc b. Ertât, Yahya b. Ebî Kesîr’den, o da Urve’den hadis işitmemiştir. Ne ki bu inkıta, hadisin mutlar olarak terk edilmesini gerektirmez. Buradaki Haccâc b. Ertât aleyhine bazı şeyler söylenmişse de, söz konusu rivayetin İbn Mâce, Beyhakî, İbn Huzeyme ve daha başkaları tarafından rivayet edilmiş şevahidi bulunmaktadır. Tirmizî bu hadis hakkında, “Hz. Aişe (r.anha) hadisini sadece bu vecihle, yani Haccâc tarikiyle biliyoruz. Muhammed’in (:Buhârî) bu hadisi taz’if ettiğini ve “Yahya, Urve’den, Haccâc da Yahya’dan hadis işitmemiştir” dediğini işittim” demiştir.[53]
Tirmizî bunu söylemeden önce, bu babda Hz. Ebû Bekir (r.a)’den de rivayet bulunduğunu söyler ki, kasdettiği, İbn Huzeyme’nin Kitâbu’t-Tevhîd’de zikrettiği şu rivayettir: “Amr b. el-Haris’in rivayet ettiğine göre Abdülmelik kendisine Mus’ab b. Ebî Zi’b'den şöyle tahdis etmiş: Mus’ab, Kasım b. Muhammed’den, o babasından veya amcasından ve dedesinden (Hz. Ebû Bekir), o da Resulullah (s.a.v)’dan: “Allah azze ve celle, Şaban ayının ortası gecesi dünya semasına iner ve kalbinde husumet ve düşmanlık bulunan kimse veya Allah’a şirk koşan müşrik dışında her şeyi (bütün insanları) mağfiret eder.”[54] İbn Huzeyme bu rivayet hakkında herhangi bir şey söylememiştir. Ancak buradaki Mus’ab’ın Kasım’dan hadis işittiği şüphelidir.
Ayrıca bu konuda senedi zayıf olsa da İbn Mâce’nin Hz. Ali (r.a)’den rivayet ettiği bir hadis daha mevcuttur.[55]
Yine bu konuda Ebu Musa el-Eş’arî, Ebu Sa’lebe ve Muaz b. Cebel (r.anhum)’den gelen rivayetler de bulunmaktadır. İsnadlarında kimi kusurlar bulunsa da bu hadisler, el-Albânî’nin de belirttiği gibi birbirini destekleyen sahih hadislerdir. Konuyu daha fazla uzatmış olmamak için bu rivayetlerin senedlerine değinmeyeceğim.[56]
Bu itibarla söz konusu gecenin ve bu gece yapılan dua, istiğfar ve ibadetin fazileti inkâr edilemez.[57]
Burada üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da şudur: Yazar daha önce Sünnet hakkında bilgi veren kaynaklar olarak Yaşayan Sünnetler’in kesinlik ve doğruluğunda şüphe olmadığını söylediği halde, yukarıda değinilen (12 numaralı bu paragrafta yer alan) hususları her biri bir yaşayan sünnet olduğu halde uydurma veya son derece zayıf olarak nitelemektedir. Bu da ayrı bir çelişkidir.
Yazarın, bahsi geçen yerde Sünneti Anlamada Yöntem adlı eserine[58] atıf yaptığı Yusuf el-Kardâvî’nin, meseleyi sadece İbn Mâce’nin rivayetine hasrederek sonuca gitmesi de kabul edilemez. Muhakkik alime yaraşan, bir meselede hüküm vermeden önce gücü yettiğince araştırma yapmak ve meseleyi bütün boyutlarıyla ortaya koymaktır.
Netice olarak, yukarıda da söylediğimiz gibi yazarın, bu hadislerin ya çok zayıf veya uydurma olduğunu söylemekte acele etmemesi, İzmirli İsmail Hakkı, İbn Arrâk, Aliyyu’l-Karî, el-Aclûnî gibi müteahhirunun eserlerine müracaat etmekle yetinip, meseleleri onların eserlerine bakarak hükme bağlama alışkanlığından kurtulması gerekir.
13. “… Son birkaç asır öncesine kadar İslam dünyası, iyi veya kötü, İslam’a bir hayat nizamı olarak benimsemiş, dolayısıyla Sünneti sadece bir delil olarak algılamak yeterli görülmüş, ve hakikaten de yeterli olmuş olabilir.” (s. 53)
REHBER DERGİSİ
RESULULLAH’I VE SÜNNETİ ANLAMADA GÜNÜMÜZ PROBLEMLERİ
Günümüzde Resulullah (S.A.V) ve sünnet gerek bilerek ve art niyetli olarak veya sünnetin dinimizde ki yeri ve önemini bilmeden sünnet Kuran’dan ayrı bir unsurmuş gibi gösterilip, insanlar nazarından düşürülmeye çalışılıyor. Bu yazımızda sünnet ve Kuran’ın nasıl ayrılmaz bir bütün olduğunu sünnet olmadan Kuran’ın tam olarak anlaşılmayacağını ayet ve hadisler ışığında anlatacağız.
Bir hadisi şerifinde Peygamberimiz (S.A.V) şöyle buyuruyor:
“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah’ın kitabı ve Resulü’ nün sünneti.”
Başka bir rivayette efendimiz (S.A.V) şöyle der:
“Size, uyduğunuz takdirde benden sonra asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum. Bunlardan biri diğerinden daha büyüktür. Bu, Allah’ın kitabıdır. Semadan arza uzatılmış bir ip durumundadır. (diğeri de) kendi neslim, Ehli Beytim’ dir. Bu iki şey cennette Kevser havuzunun başında bana gelip hakkınızda bilgi verinceye kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır. Öyleyse bunlar hakkında ardımdan bana nasıl bir halef olacağınızı siz düşünün.”
İki hadiste Kuran’dan sonraki ikinci emanetin birinde sünnet, birinde Ehli-Beyt olduğu söyleniyor. Bu iki unsur sayısız hadisi şerifte bizlere övülmüş ve kıymetlerinin bilinmesi gerektiği vurgulanmıştır. Ehli-Beyte saygı duymamız gerektiğini, onlara değer vermemiz gerektiğini bu hadisten de apaçık anlıyoruz.
Peygamberimizin (S.A.V) bize Kuran’dan sonra bıraktığı ikinci emaneti olan sünnetin bu hadislerle Kuran’dan ayrılmaz bir bütün olduğunu Kuran ile bunların ikiz kardeş olduğunu anlatılmıştır. Bu hadislerde ve tekiyle değil, yani sadece kuran ile değil ikisiyle de amel edilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Bugün sadece kuran bize yeter diyenlere bu hadisler çok güzel bir cevaptır. bunu bir ayetle destekleyecek olursak; rabbimiz Al-i İmran 31. ayette;
“Eğer Allah’ı seviyorsanız, Resulullah’a uyun ki, Allah’ta sizi sevsin.” buyurmaktadır.
Ve Rabbimizin Resulullah efendimize (S.A.V) uyulmasını, ona itaat edilmesini emreden bir çok ayet vardır.
İşte Kuran ve sünneti ayırmanın hata olacağını ayet ve hadiseler böyle vurgulamıştır. Sünnet dinin kalkanı, örtüsüdür. Bunu İslam dinine karşı art niyetli ideolojik fikir ve amaçları olanlar, bu amaçlarına kuran ve sünneti ayırmakla başaracaklarına inanırlar. Biliyoruz ki Sünnet, Kuran’ın açıklayıcısıdır. Sünneti kabul etmemekle Kuran-ı istedikleri gibi yorumlayıp, menfaat ve nefislerine uygun hüküm çıkarıp daha doğrusu İslam’ı istedikleri gibi tahrif etmek (bozmak) amacındadırlar. Allah’a insanlar arasında en yakın olan Resulullah’tı ve Allah’ın o sözlerden neyi murat ettiğini en iyi o bilirdir.
Eğer kuran ile sünnet birbirinden ayırılır, insanlar kuran ayetlerine Resullulah’ın hadis ve sünnetlerinden ayrı yorumlarlarsa herkesin kendine göre farklı hükümleri olan bir İslam’ı olur. Oysa İslam ayet ve hadislerde belirtilen şekliyle hüküm ve kaideleri belli son dindir.
Resulullah’ın hayatı Kuran’ın açıklamasıdır. O gelen vahiyleri ezberlemiş sahabeye ezberletmiş ve yazdırmış, bilhassa kendisi yaşayarak insanlara tebliğ etmiştir. Sonuçta Kuran Allah’ın Cebrail (A.S) ile peygamberimize (S.A.V) vahy ettiği ve Resulullah’ın okuduklarından dökülerek bize gelen Allah’ın sözleridir.
Sünnet ve hadis; günümüze çok sıkı ve temiz bir çalışmayla gelmiştir. Sahabe; Resulullah’ın hadis ve sünnetini aktarırken o kadar dikkat etmiştir ki “sözlerini olduğu gibi nakletmekte ve hadis imamları bu hadisleri kaydederken adeta ince eleyip sık dokumuşlardır. Bu hadisler günümüze gelirken tahrif olmuştur diyenlere cevap içindir. Sahabe bildiği hadisleri bile söylerken korkmuşlardır, aman Resululluh’ın söylediğinden fazla bir kelime söyleriz diye.”
Yine bir hadiste Resulullah Efendimiz şöyle buyuruyor;“Ey insanlar bilesiniz ki: ben bir beşerim. Rabbimin elçisinin (Azrail A.S) gelmesine ve davetine icabet etmem yakındır. Ben size iki kıymetli şey bırakıyorum. Birincisi Kitabullah’tır. İçerisi nur ve hidayet doludur. Allah’ın kitabını alın ve ona dört elle sarılın.” Ve devamla “Ehli-Beytim hakkında size Allah’ı hatırlatıyorum.”
Burada şu noktaya da dikkat çekiliyor, dinimizde her konuda ifrat ve tefritten uzak durmalıyız. Yani uç noktalarda bulunmamalıyız. Hadisi şeriften de anlaşıldığı gibi Resulullah Efendimiz (S.A.V) Allah’ın elçisi, Resulüdür. Yani Allah’a açılan kapımızdır. Amaç Allah’ın rızası ve sevgisidir. Ama rabbimizin Resulullah’a verdiği değer, ona itaat etmemizi söyleyen ayetler gözden çıkarılmamalıdır. Allah’a giden yol Resulullah’tan geçer.Nitekim Peygamberimiz (S.A.V) bir hadiste;
“Öyle bir zaman gelecek ki rahat koltuğunda otururken kendisine benim bir hadisim ulaştığında kişinin; benimle sizin aranızda Allah’ın kitabı vardır. Onda neler helal denmişse onları helal biliriz. Nelere haram denmişse onları haram adlederiz.” Diyeceği zaman yakındır. Bilin ki Resulullah (S.A.V)’in haram kıldığı da tıpkı Allah’ın haram ettikleri gibidir.”
Bu hadisle Peygamberimiz yakın zamanda çıkacak olan bir fitneye dikkat çekmiş. Sanki kendi söyledikleriyle Kuran’ın söyledikleri farklıymış gibi algılayan insanların çıkacağını ta o zamandan haber vermiştir.
Hakikaten bugün bazı insanlar hadisleri kabul etmiyor, namazın sünnetlerini terk ediyor, bize kuran yeter anlamını taşıyor. Halbuki bu fikrin ne kadar yanlış, dine, imana zarar veren bir düşünce olduğunu Resulullah Efendimiz bize haber veriyor
Hz. Aişe (RA)’ye Resulullah’ın ahlakı sorulduğu zaman, onun ahlakı kuran ahlakıdır. demiştir.
Yine bir ayeti kerimede
“O hevadan söylemiyor” “söylediği şey bildirilen bir vahiyden başka bir şey değildir.”
Yani Resulullah Efendimiz yapıp ettikleri de Rabbimizin gözetimi altındaydı. Bir problemle karşılaşıldığı zaman sahabe devrinde ilk önce Resulullah Efendimiz bu konudaki ayeti bekliyor yoksa kendisi müdahale ediyordu. Ve bu müdahalesi Allah’ı (c.c) tarafından gözetiliyordu.
Ve günümüz problemi olarak söyleyebileceğimiz bir konuda şudur; nafile ibadetlerin ve duaların dine sonradan giren bidatler olduğu iddiasında olanlar bulunmaktadır.
Bu konuda bir hadisi Kutsi de Rabbimiz “kişi farzlarla bana yaklaştığı kadar hiçbir şeyle bana yaklaşmaz. Kişi nafile ibadet eder nihayet ben onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık o benimle görür, benimle yürür.”buyuruyor.
Açıkçası farzlar insanın mutlaka yapması gereken ödevi, mecburiyetidir. Kulluk vazifesidir. Ama hadisten anladığımız gibi Rabbimizin yakın merhametine affına, sevgisine, rızasına kavuşmak istiyorsak farz ibadetlerimizi nafilelerle süslemeli, farzlardan sonra nafilelere de önem vermeliyiz. Ve Resulullah Efendimizin yaptığı nafile ibadetlerle ilgili sayısız hadis vardır. Bu konuda Peygamberimizin şu hadisi dahi yeter.
Ab. İbn Sad’dan rivayet edilmiştir. Demiştir ki; Resulullah (S.A.V)’dan nafile namazları evimde mi, mescit de mi kılayım? Diye sordum.
Cevaben buyurdular ki; “görmüyor musun, evim mescide yakın,(nafile namazı) ben evimde kılıyorum. (Bu bana) mescide kılmaktan daha hoş gelir.Farzlar zaruri bir sebep olmadıkça, mescitte kılınması gereklidir.”
Bir Müslüman’ın farzlardan ayrı nafile ve duaları olmalıdır. Nitekim Resulullah Efendimiz hayatının her kademesinde işlerini dua ile yapmış, uykuya dua ile yatmış, dua ile kalkmıştır.Bu konuda yaptığı ve tavsiye ettiği duaları genişçe Nevevi’nin Ezkar adlı eserinde ve Nesei’nin Amelül Yevm Velleyle isimli eserinde bulabiliriz. Anlaşıldığı üzere sünnet olan dualar dine sonradan giren bidatler değildir. Ve Resulullah (S.A.V) nafilelerde ölçüsü, sebat ve devamlılıktı.
Allah Resulullah Efendimizin de bize daha önce haber verdiği imanını etkileyen, insanın akidesini zedeleyen her türlü aşırılık ve fitneden bizleri uzak tutsun. Kurana uymayı sünnet sarılmayı, Ehli Beyte sahip çıkmayı onları örnek edinmeyi bizlere nasip etsin.(amin)
[1] Kütübi Site (Muvatta Kades)
[2] Kütübi Site (Tirimizi, Menakıb)
[3] Kütübi Site (Müslim)
[4] Kütübi Site (İbni Mace, Mukaddime)
[5] Necm Suresi 3-4. Ayetler
[6] İmamı Tirmizi
Sünnet Anlayışımız Üzerine II
Bir evvelki sayımızda Sünnet-i Nebevinin hakkıyla anlaşılamama noktasında sadece ilmihallerle i?tigal eden okuyucuların fıkhî kavramları genellemesi sonucu olu?an hatalara değinmeye çalı?tık. Olu?an bo?lukların, yani farklı sünnetleri tanıyamayan ve haliyle tatbik edemeyen halkın bu durumda olma sebeplerinden biri de, ilmihallerde fıkhî hükümler a?ırlıklı oldu?u için yeterli derecede farklı sünnetler ve sahabelerin farklı konulardaki ya?antı tarzlarına dair ahlâkî bilgilerin olmamasıdır.
Okur düzeyi daha zayıf olan ki?ilerde ve genellikle e?itim seviyesi dü?ük olan camiî cemaatinde durum daha da büyük bir sorun olmaktadır. Şöyle ki; daha evvel kendilerine sünnet kültürü tanıtılmamı?sa ve sünnetlere a?inâ bir ki?i bazı sünnetleri toplum veya cami içerisinde i?lemeye kalkarsa hemen tepki göstermektedirler. O ki?inin ‘din’i bozdu?u varsayılmaktadır.
Hatta farklı dedi kodular dola?maya ba?lamaktadır. E?itim seviyesi dü?ük olan camiî cemaatlerinin bir ço?unda, Sünnet-i Nebeviyi ya?ama ve tebli? gayretleri hemence ‘eski köye yeni adet getirme’ olarak görülmekte ve bir çok yakı?tırmalar yapılmaktadır. Bu cemaatlerin ço?u henüz sünnet kavramını sadece sünnet dü?ünlerinde çocukların sünnet ettirilmeleri olarak duydukları için, i?lenen bu güzel ahlâklara bir anlam verememektedirler.
Camiî cemaatinin, görevliler üzerindeki olumsuz yaptırımları hasebi ile görevliler bilseler de bir çok sünneti i?leyememektedir. Sünnet kelimesini, bu ki?iler bir de namazın sünnetleri ve evlenmenin sünnet olu?u gibi bir kaç yerde daha duymaktadırlar; fakat bu duyu?ların içerisi bo? kalmı?tır. Bilmedikleri bir sünnetle kar?ıla?ılınca, ço?u zaman sormaya bile hacet duymadan, “Bizim eski hoca yapmıyordu, sen ondan daha mı iyi bileceksin?” gibi basit itirazlar do?maktadır. Camiler düzeyindeki bu problem vaazlar vasıtasıyla giderilmeye çalı?ılsa da en iyi tebli? ya?arak anlatma oldu?u ve birebir insanlara sünnetler görsel olarak ula?amadı?ı için bir türlü istenilen düzeye çıkmamaktadır.
Farklı sünnetler yetkililerce i?lenmeli ve önemi de ayrıca anlatılmalıdır. Bu husustaki en belirgin sorunlardan birisi de emekli olmu?, yıllarca sadece Hanefî bir toplum içerisinde ya?adı?ı için İslâmı kendi bildiklerinden ibaret sanan ve hacca gidip de; hak olan farkı mezheplerin amellerini görüp, oradaki farkı ırktaki hacıları dini bilmemekle suçlaması ve kendisinde bir cesaret bulması ile olmaktadır.
Yine cemaat düzeyindeki bir problem de e?er bir sünneti bir ?ekilde çok önceleri ö?renmi?se artık onu farz gibi telakki etmesi ve bazen onların aksaması durumunda din elden gidiyormu? gibi bir havaya girmeleridir. Bu tavırların hepsi sünnet telakkisine balta vurur durumdadır.
Efendimizin gerek ibadet gerekse muâ?erette bizler için bir çok sünnetleri mevcuttur. İmâm-ı Rabbanî Hazretlerinin ifade etti?i gibi: “E?er mevcut bir sünnet hayatın her hangi bir yerinden çıkarılırsa onun yeri mutlaka bir bid’atle dolacaktır.”
Ne yazık ki ?imdi camilerde ve sosyal hayatta bir çok bid’atle kar?ıla?mak mümkündür. Bazı illerimizde, camilerde mutat olarak her per?embe ‘nikah tazeleme’ adeti bu yanlı? hareketlere bir örnektir. Bu bid’ate ço?u kez din görevlilerinin de alet olduklarına ?ahit olmak mümkündür. Nikah tazelenmektedir sözde, sanki bayatlıyormu? gibi. Bu yanlı? anlayı?ın topluma yerle?me nedeni din e?itiminden hakkıyla nasiplenemeyen Müslümanların a?ızlarından çıkan ve nikahların sıhhatine halel getiren ifadelerdir. Onlar tarafından bu ifadelerin sakıncası bilindi?i için hemen böyle bir çare uydurmu?lardır. Halbuki nikahta ?akanın ve bu tür gafletlerin bile affının olmadı?ını evlenip de bilmemek ne kadar yazıktır. Ve ayette buyruldu?u gibi talâk yani bo?ama iki defadır, üçüncüsünde artık ipler kopar. Her per?embe yapılan bu mutat hareketi nikahın sıhhatleri açısından ele?tirmeden varın dindeki yerini siz de?erlendirin.
Sünnetin gere?i gibi anla?ılmamasına etken olan unsurlardan bir di?eri de, kasıtlı olarak radyo ve televizyon programlarında programa çıkartılan gayri samimi ve cahil insanların ilahiyat profesörü hocalarımızla tartı?tırılmasıdır. Tabi ki, duru?u net ve samimi olmayan bilim adamalarının da varlı?ı mümkündür. Yani bilim adamları her zaman İslâm âlimi olamayabilir. Vatanımızda Müslümanların fıkhî ihtiyaçlarına, müftülükler, sorunlar kendisine iletildi?i müddetçe yeterli derecede kar?ılık verdi?i ve verebilecek düzeyde kapasitesinin oldu?unu sanki bilmiyorlarmı? gibi bu programlarda ekseriyetle delilleri itibari ile farklı hükümler verilmi? meseleler gündeme getirilmektedir. Halk bu tartı?maları izlemektedir.
Sorun ilmî bir ortamda çözülüp cevabı halka tebli? edilece?ine, kasıtlı olarak halkın kafasını bulandırma hedef alınmaktadır. İ?te bu tartı?malarda klasik olarak bilgisiz, seviyesiz ki?iler demagoji yaparak genelde meseleyi - ki mesela kurbanın hükmü konusu (aslında tüm mezheplerce hükümleri açıktır) - “Söyle bakalım farz mı, sünnet mi?” diye sonuca varılmaya çalı?ılacaktır. Tabi bu ba?lamda izleyiciler; e?er tartı?madan farz çıkmazsa “kurban kesilmez” anlayacak veya sünnet denirse klasik mantık olarak yapmasan da olur, diye sonuç çıkaracaktır. Sünnetin, Efendimize ittibanın ne anlam ifade etti?ini bir evvelki sayımızda genel olarak anlatmaya çalı?mı?tık. Netice itibari ile bu tür programlar yer yer sünnet anlayı?ını zedeleyen unsurlardan biri olmaktadır.
Di?er ve en önemli sorunlardan biri de ekseriyetle ilim ehlince nelerin sünnet dahiline girece?i yönündeki, kendi gelene?i ile tutarsız ve ters dü?en anlayı?ları ve sünnete ittibada ehl-i ilmin zayıflı?ıdır.
Sahabe sonrası sünnet anlayı?ında sınırları git gide daralan bir yapı olu?mu?tur. Sahabelerin Rasûlullah Efendimize ittiba anlayı?ları ?eksiz ?üphesiz olup, onun güzel ahlâklarını ya?amada, bu ahlâkların illâki emredilmesini beklememi?lerdir. Şu hadis-i ?erif bunun en güzel ifadesidir. Ebû Mes'ûd demi?tir ki: “(Sadaka âyeti nâzil olup da) Rasûlullâh (s.a.v.) bize sadaka vermemizi emretti?i sıralarda sadaka verme?e kudreti olmayan her hangi birimiz (sırf Rasûlullah Efendimiz mübarek sözlerinden istifade etmek için ), çar?ıya gider ve arkasında (ücretle) yük çekerek iki avuç hurma kazanırdı. (Ve bu kazancından sadaka verirdi.) Bu gün ise bu insanlardan bazılarının yüz binlerle serveti vardır. (Fakat gerekti?i gibi infakta bulunmuyorlar.)” Bu hadis-i ?erifte açıkça görülmektedir ki Sahabe-i Güzin (R.Anhum) imkânları olmadı?ı ve kendilerine emir veya farz ile hüküm giymedikleri, kendileri bir avuç hurma sadaka almaya muhtaç oldukları halde, sırf Efendimiz (s.a.v.)’in mübarek a?ızlarından çıkan her emir, tavsiye ve sözleri “ Benim imkanım yok” gibi basit nefsî itirazlar ile görmezlikten gelmemi?ler bilakis onları harfiyen yerine getirmi?lerdir.
Netice itibari ile bizim için en güzel örnekler, Rasûl-i Zî?ânın kıymetli talebeleri ve â?ıkları olan Sahabe Efendilerimiz, sünnete uyma noktasında bizim için en güzel örneklerdir. Zaten: “Onlara uyanlar kurtulu?a erer.” buyurulmamı? mıdır.
Onlar Efendimizden sadır olup da kendileri için yasaklanmayan her hâlini taklit etmeye çalı?mı?lardır. Bu hâlleriyle Peygamberimizle aynile?mi?lerdir. Sahabenin bu hâlini Cenâb-ı Hakk Kur’an’da övmekte, onların bu tavırlarından memnûniyetini ve rızasını bildirmektedir. Müzzemmil sûresinde, kendilerine gece namazı emredilmedi?i halde sırf Efendimiz yaptı diye onu takip eden Sahabelerin bu ittibasını Allah (c.c.), bildi?ini ve bu namaz için, “ Kur’an’dan neresi kolayınıza gelirse okuyun.” diyerek onlardan bu namazı kılmalarını istemi? ve onları bu gayretleri hasebi ile övmü?tür. Aslında ilk olarak gece namazı yalnızca Efendimize emredilmi?tir. Bu emir neticesinde Efendimiz bazen yorgunluktan kalkamazsa, gece namazını ‘dûhâ’ vaktinde kaza etmi?tir.
Hz. Âi?e Annemizden bu hususta birçok rivayet mervîdir. Biz kılamadı?ımız teheccüdleri kaza etmeyiz, bununla yükümlü de?iliz; fakat Allah (c.c.)’nun, kendilerine emredilmedi?i halde gece namazını kılan Sahabenin hâlini övmesi sonrası Efendimiz gece namazını bizden de istemi? ve hakkında sayısız emr-i nasihat etmi?tir. Teheccüd namazının fazileti, bu namazı kılanların derece ve kıymetlerini ve teheccüd namazının kılını?ına dair bir çok sünneti ö?renmemiz için hadis eserlerinin teheccüd ve vitr bölümlerine bakmamız yeterli olacaktır. Bu namazın ikamesinde hem Müzzemmil suresindeki ayetten hem de hadislerden mülhem olarak en çok göze çarpan husus Hakk’ın ho?nutlu?u ve rızasıdır. Bize Allah’ın ho?nutlu?u de?il de ne lazım acaba? Kırık dökük amellerimizle Allah’ın rızasını mı bulaca?ız; fakat gece namazı sırf kendi gayretimize ve içimizdeki sevgiye baktı?ı için ve tüm insanlar gaflette iken gece kalkıp, yalnız ba?ına Rabbinin rızasına tâlip olan ile, “ Canım gece namazı emredilmedi, farz de?il ki.” diyerek, kılmayan âyette ifade edildi?i üzere Allah (c.c.)’nun ho?nutlu?unu kazanan ki?i ile Allah katında müsavi mi olacak?
Sünnetlerin farzlar gibi niçin emredilmedi?ine önceki sayımızda da biraz de?inmi?tik. Sahabeler, Efendimiz (s.a.v.) bizim gibi bir insandır, be?erdir, ?a?ar diye hiç dü?ünmezlerdi. Aksine Allah’ın terbiye etti?i bir Râsûl’ü olarak görürler ve onu bütün hayatlarına üst men olarak kabul etmi?lerdir. Yemesinden içmesine kadar bir insan olarak her hâlini taklit etmi?lerdir. Hatta en mahrem hallerini bile taklit etmek için gidip, utana sıkıla onun ev ve gece hallerini onun pâk zevcelerine sormu?lardır. Aslında Efendimizin kendine has olarak, be?er kisvetinin gere?i, bir çok ameli, hukûken sünnet diye alınmamı?tır. Zirâ hukuk direkt ibadetleri öncüller. Fakat daha önce de söylemi?tik ki hukukî terimler içerisinde sünnet kavramı hükmîdir. Bu kavram, Efendimizin hadislerinde bizi sık sık uyardı?ı, onlarla i?tigal edenleri müjdeledi?i, onun her hâlini içerisine alan bir kavramdır. Bu sünnet kavramı içerisinde farzlar da, vacipler de, menduplar da, müstehaplar da, mubahlar da var. O halde “Sünnetime tâbî olmayan benden de?ildir.” hadisi ile sadece namazın sünnetleri gibi bir kaç alanı kapsamamaktadır. Efendimiz (a.s.) bir insandı. Bizler de bir insanız. Allah onu bize örnek olsun diye gönderdi.
Aksi halde sadece belli ba?lı ibâdetlerin yapı tarzını göstermesi için onun insan olarak gönderilmesinde bir espri yatmamaktadır. Yani onları insan olmayan bir peygamberle de pekâlâ bizlere tarif edebilirdi. Fakat o bir insandı ve biz ondan kullukla beraber insanlıkta ö?rendik. Hatta mutat ibadetlerin dı?ında kulun her hâlini Allah için yapıp da onları nasıl ibadete tebdil etti?ini ö?rendik. Bizlere yemek yemesini bile o ö?retmi?tir. “Kibrinden dolayı yemek yemsini ö?renmeyenlerin de ellerinin kurudu?unu” hadis eserleri bizlere nakletmi?tir. Fıkhî olarak helâl olan yemeklerin yenmesinin hükmü mubahtır. Bazıları, “ Yemek yemekte sünnet mi olur.” derlerken ?u noktayı görememektedirler: Yemek yemek elbette mubahtır; fakat yeme?i Rasûlullah gibi yemek sünnettir. Bu yeme?i nasıl olsa yiyece?iz. Yemek yemeden ya?ayan yoktur. O halde Efendimiz gibi, yemek öncesi ve sonrası ellerini yıkayarak, misvak kullanarak, yeme?i önünden, sa? elinle, besmele çekerek, tuzla ba?layarak, dua ederek, yerde sa? baca?ını dikerek, elle yenmesi gereken ?eyleri üç parmakla yiyerek, temiz ve mutedil olarak, yava? ve hazmederek vb. bir çok sünnete uyarak yersek, Allah bu sünnetlere uymaksızın yemek yiyenlerle elbette bizleri bir tutmayacaktır.
Sahabe Efendilerimizin hepsinde sünnet anlayı?ının bir oldu?unu ifade etmek zordur. Daha do?rusu onların Efendimizden istifadeleri farklı farklı olmu?tur. Öyle ki Efendimizden daha fazla ?eyler ö?renen, daha fazla hadis i?iten Sahabeler elbette farlılık arz edecektir. Bu ba?lamda bazı Sahabelerin amel edip de her birinde görülmeyen bu sünnetler, büyük bir dikkatsizlik sonucu râvilerinin azlı?ı bahane edilerek geri planda kalmı?tır. Bize dü?en, her biri yıldız gibi olan Ashabın hepsinden ayrı ayrı istifade etmeyi bilme olmalıdır.
Ehl-i ilmin sön dönem itibari ile sünnet anlayı?ındaki kırılmalar, modern dünya ve bilmi kar?ısında bir çok hadis ve sünneti kendi yetersizli?i sebebi ile uçuk yorumlara kalkmaları veya Efendimizin ifadelerindeki hikmetleri anlayamamaları sebebi ile sanki bilime tersmi? gibi görüp onları inkar faaliyetleri sünnet-i seniyyenin toplum nazarında yanlı? anla?ılmasına sebebiyet vermektedir. Bu tavırlarını zayıf hadislerde görmek bir parça mantıklı görünebilmektedir; fakat temel sahih eserlerimizde sıhhatinde hiçbir sorun olmayan hadisler kar?ısında da aynı inkâr tavırları sünnet-i nebevinin toplumda fonksiyon yitirme sebebi sayılabilmektedir.
Meselâ Sahih-i Buhâri’de Tıbb-ı Nebevî kabilinden olan mantarla ilgili rivayetler bu hususa örnek te?kil etmektedir. İlgili rivayetlerde Efendimiz (a.s.): "Kızılım tırak, beyaz mantar (dolaman mantarı), kudret helvası (gibi Allah’ın külfetsiz ni'metleri) nev'inden bir rızıktır. Suyu da göz a?rısına ?ifadır." buyurmu?tur. Bu hadis hakkında hemen ?u sorular sorularak basit bir ikna yöntemi ile hadis inkâr edilmi? olacaktır: “Siz gözünüz a?rısa doktora mı gidersiniz, gözünüze mantar suyu mu dökersiniz?”. Aslında itiraf etmeliyiz ki günümüzde hiçbir Müslüman gözü a?rıyınca doktora gitmekten geri kalmaz; fakat sorun bu de?ildir. Sorun bu hadisten gere?i gibi istifade edilemedi?idir. Efendimiz (a.s.) Veda Haccı’nda ?öyle buyurur: “Sizler benden i?ittiklerinizi sizden sonrakilere onlar da kendilerinden sonrakilere iletsinler.
Zira belki de sonradan benim ifadelerim daha iyi anla?ılabilir.” Efendimizin ‘mantar hakkındaki hadisini’ Veda Hutbesi’ndeki bu uyarıları cihetinde ele alırsak, günümüzün modern bilimi kar?ısında durarak de?il aksine bilimi kendimiz olu?turarak ancak bu hadisten müstefit olabiliriz. Biz Müslümanlar tıp konusunda henüz bilim yapamıyor aksine batıdan bilim ithal ediyoruz. Şu halde bilim ithal eden bir toplumun acizane doktora gitmekten ba?ka çaresi de olmayacaktır.
Fakat bilim yapan bir toplum olsak o zaman bizler bu hadise sahip çıkıp mantarın içerisinde, suyunda ondaki ?ifayı bulmaya çalı?ırız. Zaten ilaçlar kimyasal bile?keleri yanı sıra bitkilerden yapılıyor de?il midir.? Şu halde Veda Hutbesi’ndeki uyarı muvacehesinde bugün Efendimizin bu kabilden buyurdukları hadislerini anlamak ve onlardan istifade etmek mümkün olacaktır. Aksi halde biz hiçbir surette takvaya mütemayil bir çok hadisi Sahabeden daha iyi anlayan toplulukların daha sonra gelece?i zannında de?iliz. Asr-ı Saadete yakla?mak imkân dahilinde olsa da onun aynını yakalamak ihtimal dahilinde de?ildir. Nihayet Efendimiz (a.s.)’in mantar hakkındaki bu hadislerinin sünnete ittiba noktasındaki tezahürü bu gün itibari ile ondaki bu ?ifayı günümüz teknolojisinin imkânlarından istifade ederek ortaya çıkarmak, insanlı?ın faydasına sunmaktır. Zira Efendimiz ?ayet böyle buyurmu?sa, ki hadis gayet sarihtir; onda da mutlaka ?ifa vardır. Zira Efendimiz aslâ yalan konu?maz.
İ?te ehl-i ilim olan bir çoklarının üstte zikretti?imiz hususta çok ciddi yanlı?lara dü?tü?ü görülmektedir. Bu tür çıkı?lar samimi Müslümanlara zarar vermeyece?i ümit edilse de yine takvası zayıf bir çok din karde?imizin saf akıllarına, en temel dinî eserleri hakkında, ?üphe dü?ürece?i kesindir. Bu hususta toplumumuzun ve gelecek nesillerin hadis ve sünnetleri daha iyi anlaması için samimi ve ehl-i gayret ki?ilere ihtiyacımız vardır. Bu mümtaz ?ahsiyetler de umulur ki sünneti önce kendi nefsinde ya?ayan ve insanlara ya?ayarak ö?reten kimselerden olacaktır.
Asıl itibarla çok farklı örneklerle konumuzu daha anla?ılır kılmak mümkündür; fakat biz samimi olmayan ilim ehli kimselerin de hadis ve sünnetleri anlama noktasında dü?tükleri hatalara bu kadarı ile de?inmeye çalı?tık. Bu vesile ile Rasûlullah (a.s.)’ı anlama noktasında genel olarak farklı ‘menfî vesilelerin’ olu?turdukları zaafları ve bunların alternatifleri üzerinde durmaya çalı?tık. Rabbimiz bütün Müslüman karde?lerimizi, içerisinde bulundu?umuz “Kutlu Do?um Ayı’na” bu kıymeti veren Sevgili Peygamberimizin hürmetine Sünnet-i Rasûlullah’ı hakkıyla anlayan ve ya?ayan kullardan etsin.
VAHİY KÜLTÜRÜNDE SÜNNETİN MERKEZİYETÇİ YAPISI
Asr-ı Saadetten günümüze, Kur’an’ı anlamaya yönelik yorumlama faaliyetleri, Vahyi açıklayıcı fonksiyon icra eden Sünnet’in hakemliğine her zaman ihtiyaç duymuştur. Sünnetin beyan vasfına sahip olması, Allah’ın muradını anlama noktasında bir açılım getirece?i muhakkaktır. Bu anlamda Sahabe’nin Sünnet’e bakı? açıları ve onu meselelere takdim etme a?amasında hangi konumda de?erlendirdikleri, sa?lıklı bir Sünnet Anlayı?ı kazanmamızda bizler için çok önemlidir.
Anlama ve anlayı?, insan ile ilgili bir olgudur. Bu sebeple Sahabe’den bu yana Kur’an ve Sünnet, ümmetin mü?terek referansları olmasına ra?men, toplumun ve ona ait kültürün etkisiyle ifrat ve tefrite varan anlayı? farklılıkları, sünneti bir kez daha yorumlamaya ve onun anayasal niteli?inin sınırlarını belirleme konusunda bir kez daha dü?ünmeye sevk etmi?tir.
Vahyin dinamik yönünü temsil eden sünnetin; “O, konu?tu?u zaman vahiyle konu?ur.” ?eklindeki ilkesi etrafında, hadis usulüne dair, mücmelini tafsil müphemini tavzih ve mutlakını takyit gibi kavramlarıyla sünnetin merkeziyetçi yapısının, ahkamı beyan etme noktasında önemli bir düzlem üzerinde oldu?u, “Biz sana bu kur’an’ı insanlara açıklayasın diye indirdik.” hitabının ilahî bir tavır ile tescillendi?ine ?ahit oluyoruz.
Bu meyanda, sünnetle gelen her hüküm, ilahî vahyi anlama hususundaki mü?küllerimizi izale ederken, nasların ruhuna ba?lı kalınarak yapılan aklî çabalar için de bir ilham kayna?ı olma özelli?ini muhafaza etmi?tir. Kur’an, bir anlamda kendisine destekçi olarak gördü?ü sünnete önemle vurgu yaparken, ittiba konusunda herhangi bir tasnif yapmadan; “Rasûl size neyi getirdiyse onu alın, neyi yasaklamı?sa ondan sakının.” tarzındaki ifadesiyle bütün dikkatleri bu husus üzerinde toplamı?tır.
Konuyu daha da anla?ılır kılmak maksadıyla, vahyin ini?ine tanıklık eden sahabenin sünnet anlayı?ı, -birkaç anekdotu hatırlamak suretiyle- müminin nasıl, tevhidî bir zemin üzerinde olması gerekti?inin en güzel örneklerini bizlere sunacaktır. Sünneti bir hayat modeli veya vahyin ifade edili? biçimi olarak telakki eden sahabenin, peygamberî bir tavırla tezahür eden, sünneti algılayı?ları noktasında, Peygamber Efendimizle olan birlikteli?i, musâhabeti/sohbet etme, kültür seviyesi ve bunun gibi birtakım gerekçelerle farklı anlayı?lara açılan birer kapı olmaları, onların hayatlarının her zerresinde sünneti birer dayanak ve meselelerin rızay-ı ilahi’ye uygunluk ili?kisi açısından halledilmesi yolunda hüccet olarak kabul etmeleri için bir mânî te?kil etmemi?tir.
Sahabenin, sünnete yakla?ım konusunda iki ayrı fikri benimsedikleri, onlardan bize naklen gelen rivayetler do?rultusunda anla?ılması mümkündür.
Rivayetlerin ?ahitli?iyle, Allah Rasûlü ne söyledi, nasıl söyledi ve bunun gibi soru cümleleri kullanarak anlayı?larını temellendiren sahabe arasında, bunun en büyük mümessili olarak Abdullah ibn-i Ömer ve Ebu Hureyre (r.anhum)’un izlerine rastlamak mümkündür. Di?er bir yandan, Allah Rasûlü hangi illeti gözeterek bunu söyledi ve bunu söylerken neyi murad etti, tarzındaki yakla?ımının altına imza atan isimlerin ba?ında da Hz. Âi?e ve Abdullah ibn-i Abbas gibi sahabelerin geldi?i dikkatimizden kaçmıyor.
Hele Hz. Âi?e validemizin hadis rivayeti konusunda Peygamber Efendimizin e?i olması, di?er annelerimizden ve sahabeden daha fazla özel vakit geçirmelerinden aldı?ı kuvvetle sahabeye yöneltti?i ele?tirilerin ve bu anlamdaki tashihlerin hepsi, dini ya?ama hususunda Rasûlullah’tan bize miras olarak kalan sünnetin yanlı? ve eksik anla?ılmaması içindi.
Rasûlullah’ın mizacına a?ina olan sahabe, bazen bir rivayetin sünnet olarak te?ekkül etmesini, lafızcı bir yakla?ım sergileyerek ortaya koymaya çalı?mı?lardır. Mesela, Mikdad b. Esved’in Rasûlullah’ın: “(İnsanları yüzlerine kar?ı öven) meddahlarla kar?ıla?tı?ınız zaman yüzlerine toprak serpin!” buyru?undan hareketle Hz. Osman’ı yüzüne kar?ı öven bir adamın yüzüne toprak atmaya ba?ladı?ını görmekteyiz. Lafzı anlamaya ili?kin di?er bir misali de Hz. Ai?e (r.anha) anlatır: “Rasûlullah’ın hanımları bir gün ona, kendisine içlerinden hangisinin en önce kavu?aca?ını sorunca; O:
“Kolu en uzun olanınız.” cevabını verdi. Bunun üzerine onlar, bir kamı? parçasıyla kollarını ölçmeye ba?ladılar. Halbuki Rasûlullah’ın muradına göre bizim kolu en uzun olanımız Zeynep idi. Çünkü o çe?itli el i?leri yapar ve kazancını sadaka olarak da?ıtırdı.
İlk hadiste Hz. Osman’ın toprak atma ifadesini “Mahrum etme.” olarak anlaması mümkün iken hadisin zahiri ile hüküm vermesi, ashabın Rasûlullah Efendimize ittiba konusundaki anlayı?ının farklı bir örne?ini ortaya koymu?tur. İkinci hadiste ise Peygamberimize en yakın olan bazı annelerimizin dahi bu anlayı?ın temsilcisi oldu?unu görüyoruz.
Di?er bir yandan da illet ve maksatları gözeterek ?eriatın gayesini ve genel ilkelerini göz önünde bulunduruyorlardı. Nitekim Rasûlullah (s.a.v), Muaz b. Cebel’i Yemene vali olarak gönderdi?i zaman, ona zekat toplama görevini de yüklemi?, bu hususta gerekli talimatı da vermi?ti. Bunlar arasında, Rasûlullah’ın “Tahıldan tahıl, davardan koyun, develerden deve, sı?ırdan da inek al!” Emrini verdi?i de rivayet edilmektedir. Fakat helal ve haramı en iyi bilen Muaz (r.anh) hadisin zahir manasında kalmamı? ve zekat almadaki gaye ve maksatları gözeterek zekat mallarının kıymetini almakta bir beis görmemi?tir. İstifadenize sundu?umuz bu misaller sünnet sahası üzerinde akıl yürüten sahabenin anlayı?ı konusunda birer vesika olma özelli?ini ta?ıyor.
Bunun yanında alı?ılagelmi? günlük i?lerinde dahi, özellikle me?hur hurma a?ılama hadisesinde oldu?u gibi her zaman yapmı? olduklarının aksine Rasûlullah’ın tavsiyelerine göre hareket etmeleri, hayatlarını sünnet ile tayin etme konusunda çok titiz davrandıklarına ayrı bir örnek te?kil etmektedir.
Vahyin aynası olarak gördükleri sünnetle, hayat tarzlarını ?ekillendiren sahabe, Peygamber Efendimizin sözlerini ve fiillerini vahiyle tasdik edilmi? bir be?er olarak de?erlendirmesi, vahyin merkezine konan sünneti, ya?am alanına ta?ımaları için yeterli bir sebepti. Tıpkı bir babanın o?luna ö?retti?i gibi ö?reten Rasûlullah Efendimizin, gökyüzündeki yıldızlar mesabesinde tuttu?u Sahabe-i Güzin’in din hususundaki anlayı?ları yolumuzu aydınlatan kandillerdir.
Bu sebeple yaptı?ımız nakillerin konuya mutabık dü?mesi açısından ?unu söyleyebiliriz. İç ve dı? aleme Rasûlullah’ın baktı?ı açıdan bakan ve hayatlarının her zerresinde ondan bir parça bulunduran sahabenin, uhrevî konularda gösterdi?i dikkatin ve ihtimamın aynısını dünyevî ili?kilerine de yansıtması ve bu hususta nebevî ahlakın yorumuna dair gösterdikleri takdire ?ayan davranı?ları, onlar nezdinde sünnetin öneminin ne kadar da yüksek bir ?erefe sahip oldu?unu göstermektedir. Sahabenin, bir ahlak olarak ya?adı?ı, sünnet hakkındaki anlayı?ları ve onun yorumuna dair farklı kanaatlere sahip olmaları, ya?amlarınca kar?ıla?tıkları (ahiret’e müteallik veya sosyal hayatta insanî ili?kilere dair) meselelerde sünnetin otoritesinden istifade etme, bu yöndeki e?ilimlerini perçinlemi? ve bu anlayı?ın bereketi ile onlara güzellikle tabi olan nesillere bir numune-i imtisal olu?turmu?tur.
Hakkında ciltlerce kitap yazılmaya müsait olan bu konuyu bir iki sayfayla anlatmak elbette mümkün de?il; fakat bir fikir ve anlayı? vermesi açısından sahabenin bir iki misalle ifade etmeye çalı?tı?ımız sünnet anlayı?ı, tıpkı bir aya?ı merkeze konmu? ancak di?er aya?ıyla bütün açıları kapsayan bir pergele benzedi?ini görmekteyiz.
KURANIN HZ PEYGAMBERİN SÜNNETİNE VERDİĞİ DEĞER - 1
Doç. Dr. Mevlüt Güngör
Beşerin dünya ve âhiret rehberi olarak Kur'ân-ı Kerim, onun ihtiyacı olan herşeyi göstermiştir. Bunların bir kısmına kendi âyetleri arasında yer vermiş, bir kısmının da açıklamasını Resûl-ü Ekrem Efendimiz'e bırakmıştır. Dolayısıyla Efendimizin beyanları, ya bir Kur'ân âyetinin açıklaması veya Kendilinin koyduğu yeni bir hükmün ifadesidir.
Bu böyle iken "her mes'elede ille de Kur'an âyeti isterim' diye tutturmak ilmîlik değil, dinî bilimlerden behre sahibi olmamanın remzidir. Bu tavır, insanı hadîsleri hafife almaya; Hz. Peygamber (sav)'i tanımamaya götürür. Kur'an-ı Kerim ise, bizi, mutlak olarak 'en güzel örnek olan' Hz. Peygamber'e uymaya çağırmaktadır."
Dini mevzuların tamamı karşısında böyle bir hassasiyet, dünya ve âhiret rüsvaylığından kurtaracaktır. Bu duygu içersinde yazımızı takdim ediyoruz.
Özellikle son zamanlarda birtakım kimseler: "Bize Kur ân kâfidir. Allah bize onu göndermiş ve sadece ona dayanmamızı istemiş başka bir kaynakla bizi mesul tutmamıştır" deyip bilerek veya bilmeyerek, maksatlı veya maksatsız Allah'ın Resûlü'nün sünnetini devreden çıkarmaya çalışmakta; O'nun dinde hüccet oluşu, sıhhati ve râvîleri hususunda şüphe uyandırmaya gayret etmekte;1 birtakım kimseler de Hz. Peygamber'in sünneti karşısında gevşek davranmakta "sünnete uyulsa da olur uyulmasa da olur" gibi bir tavır sergilemekte ve herhangi bir konuda bir hadîs delil olarak zikredildiği zaman da dudak bükmektedirler. Halbuki, İslâm'ın temel kaynağı olan Kur'ân'da Yüce Allah, Hz. Peygamberi ve O'nun sünnetini çok müstesna bir yere oturtmakta ve O'na itaati kendisine olan itâatla bir tutmaktadır.
İşte bu sebeple biz, bu çalışmamızda, İslâm'ın birinci kaynağı olan Kur'ân-ı Kerîm'e göre, Hz. Peygamberin sünnetinin yerini ve değerini tekrar tespit etmeye ve bu konudaki bilgilerimizi tazelemeye çalışacağız.
Kur'ân'da, Hz. Peygamber'in, bilhassa inananlar için Allah'ın büyük bir lütfu olduğu belirtilmekte, O'na îman, O'na itâatla irtibatlandırılmakta; yine O, insanlar için en güzel bir örnek şahsiyet olarak gösterilmekte, O'na insanlara tebliğ edip öğretmesi için Kur'ân'ın yanında çoğu yerde sünnet anlamına gelen hikmetin de verildiği tesbiti yapılmakta, vahiy sadece Kur'ân ile sınırlandırılmamakta, pek Çok yerde Hz. Peygamber'e İtaat, Allah'a İtâatla birlikte zikredildiği gibi münferit olarak da O'na itâatin lüzûmu vurgulanmaktadır.
Bununla birlikte hiç şüphesiz sünnet, hiçbir zaman Kur'ân seviyesinde kabul edilmemiş, ilk sırada dâima Kur'ân yer almış, sünnete ondan sonra yer verilmiştir.
Nitekim bu durum, bizzat Hz. Peygamber tarafından Muaz b. Cebel Yemen'e vâli olarak gönderilirken verilen tâlimatta da açıkça tesbit edilmiştir.2 Ayrıca, ashâb-ı kirâmın uygulamaları da gerek Hz. Peygamberin sağlığında ve gerekse vefâtından sonra bu yönde olmuş problemlerinin çözümünde dâima, önce Kur'ân'a, ardından sünnete başvurma şeklinde olmuştur.3
Şimdi yapmış olduğumuz bu tesbitleri Kur'ân âyetlerinin nasıl ortaya koyduğunu görelim.
Hiç şüphesiz Yüce Allah'ın insan olarak bize, kendi içimizden bir kimseyi peygamber olarak seçip bizlere canlı bir hayat Örneği göstermiş olması büyük bir lütuftur.
1) Hz. Peygamber’in Yüce Allah'ın İnananlar İçin Büyük Bir Lütfü Olduğunu İfâde Eden Âyetler:
"Andolsun ki Allah, müminlere büyük bir lütufta bulundu; zira daha önce açık bir sapıklık içinde bulunuyorlarken onlara, kendi içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, kendilerini temizleyen ve kendilerine Kitap ve hikmeti Öğreten bir Peygamber gönderdi" (Âl-i İmrân, 3/164).
"Andolsun, içinizden size öyle bir Peygamber geldi ki sıkıntıya uğramanız O'na ağır gelir; size düşkün mü'minlere şefkatlidir, merhametlidir, eğer yüz çevirirlerse de ki: "Allah bana yeter! O'ndan başka Tanrı yoktur. O'na dayandım, O, büyük arşın sâhibidir." (Tevbe, 9/128-129) .4
Hiç şüphesiz, insan olarak bize düşen bu büyük lütfun kıymetini bilerek, âyet-i kerîmede 5 de işâret edildiği gibi, O'nu canımızdan da aziz bilip çok sevmek ve her işimizde bize en güzel bir örnek olarak gösterilen bu yüce şahsiyetin yolundan gitmek olacaktır.
Hz. Peygamber'e îman müslüman olmanın önde gelen şartlarındandır. O'nun adı kelime-i şehâdette Yüce Allah'ın adı ile birlikte yer almıştır. Ayrıca O'na inanmanın lüzumu hakkında Kur'ân'da pek çok âyet-i kerîme mevcuttur.6 Hiç şüphesiz, Hz, Peygambere îman, O'nun sadece bir peygamber olduğuna inanmanın da ötesinde bir anlam ifâde etmektedir. Bu da, O'nun Allah'tan alıp bize bildiklerinin bütününü, bununla ilgili olarak, her türlü emir, yasak, öğüt, uygulama, yorum ve açıklamalarının doğruluğunun kabulünü, kısacası O'nun her bakımdan örnek alınmasını gerektirir.
İşte, Hz. Peygamber'in dindeki bu müstesnâ yerini ortaya koyan başka bir husus da Kur'ân'da bizzat Yüce Allah tarafından O'nun bize, her yönüyle kendimize örnek olarak alacağımız bir şahsiyet olarak takdim edilmesidir.
2) Hz. Peygamberi Örnek Bir İnsan Olarak Gösteren Âyetler:
Kur'ân'da gayet açık ifâdelerle Hz. Peygamber'in Yüce Allah tarafından mü'minler için örnek alınması gereken model bir insan olarak takdim edildiğini görmekteyiz. Konu ile ilgili âyetlerde şu veya bu konuda diye bir kayıt koyulmamış olması O'nun insanlar için her yönüyle örnek olarak gösterildiği anlaşılmaktadır.
İşte bu konudaki bazı âyetler şunlardır:
"Andolsun Allah'ın Resûlünde sizin için -Allah'ı ve âhireti arzu eden ve Allah'ı çok anan kimseler için- (uyulacak) en güzel bir örnek vardır" (Ahzâb, 33/ 21).
Bu âyette, Resûlullah'ın, Allah'a ve âhiret gününe inananlar için örnek bir şahsiyet olarak ileri sürülmesi, böylece onu Örnek edinmenin Allah'a ve âhiret gününe îman hususuna bağlanması O'nun sünnetine dinde ne kadar değer verilmiş olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Kur'ân, Hz. Peygamberin mü'minler için örnek bir insan olduğunu belirtmekle kalmaz aynı zamanda onun büyük bir ahlâk üzere olduğunu da şöyle vurgular:
"Nün. Kaleme ve yazdıklarına andolsun, Sen Rabb'inin nimetiyle ünlenmiş (bir deli) değilsin. Senin için kesintisiz bir mükâfat vardır. Ve sen, büyük bir ahlâk üzeresin" (Kalem, 68/ 1-4).
Sünnetin dindeki değerini ortaya koyan unsurlardan birisi de genelde onun da bir vahiy mahsûlü oluşudur. Nitekim, Kur'ân'a baktığımız zaman vahyin sadece kendisi ile sınırlandırılmadığına, Hz. Peygamber'e Kur'ân'ın dışında da vahiy verildiğine dâir birçok işâretleri görürüz.
3) Hz. Peygamber'e Kur'ân'ın Dışında da Vahiy Geldiğini İfâde Eden Ayetler:
Kur'ân'da Yüce Allah'ın kullarına olan vahyinin genelde şu şekillerden birisi ile olduğu belirtilir:
"Allah bir insanla ancak vahiyle, yahut perde arkasından konuşur. Yahut da bir elçi gönderip izni ile dilediğini vahyeder. O çok yücedir, hâkimdir" (Şûrâ, 42/51).
Görüldüğü gibi bu âyette Yüce Allah, genel olarak dilediği kullarına bu yollardan herhangi birisi ile hitap ettiğini belirtmiş; kullarına olan hitâbını bir kitapla kayıtlamamıştır.
Bundan başka, Hz. Peygamber'e Kur'ân'ın dışında da vahiy verildiğine delâlet eden hususlardan birisi de Kur'ân'da, Hz. Peygamber'e ve diğer bazı peygamberlere7 kendilerine verilen kitapların yanında bir de "hikmet"in verildiğinin ifâde edilmiş olmasıdır. Meselâ Bakara sûresinde şöyle buyrulur:
"Nitekim, kendi içinizden size âyetlerimi okuyan, sizi (kötü inanç, fikir, söz ve fiillerden) arındıran, size Kitap ve hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir peygamber gönderdik1' (Bakara, 2/151). 8
Bu ve benzeri âyetlerde, Kitab'a ilâve olarak peygamberlere verildiği zikredilen bu "hikmet", âlimlerce genelde Allah'ın elçilerine verilen "sünnet" olarak tefsir edilmiştir. Meselâ, bunlardan İmâm-ı Şâfiî bu görüşünü şöyle dile getirir:
"Allah (burada) önce Kitab'ı -ki ondan maksat Kur'ân'dır- ardından da "hikmet"i zikretmiştir. Kur'ân ilimleri sahasında ehliyetlerinden emin olduğum kişilerden işittim ki, buradaki "hikmet"ten kasıt, Resûlullah'in sünnetidir... Çünkü önce Kur'ân zikredilmiş peşinden ayrı olarak "hikmet" eklenmiştir."9 el-Evzâî (Ö. 157/774) de, Hassan b. Atıyye'nin "Cibril, Kur'ân'ı indirdiği gibi, sünneti de Peygambere getiriyordu." dediğini nakleder.10
Kur'ân'da diğer peygamberlere de kendilerine gönderilen kitapların dışında vahy gönderildiğine dâir birtakım bilgilere rastlıyoruz. Lût kavmini helâk etmekle görevli olarak Hz. İbrahîm'e ve Hz. Lût (as)'a gönderilen meleklerin ifâdeleri" hiç şüphesiz bu türden vahiylerdir. Yine, Yüce Allah (cc) kendisine bir kitap gönderilmediğini bildiğimiz Hz. Zekeriya'ya (as) oğlu olacağına dâir müjdesi12 İle bir peygamber olmadığı halde Hz. Meryem'e hitâbı13 da bu nevidendir. Bu konuda, Hz. Peygamberin de Kur'ân vahyi dışında Yüce Allah ile irtibâtı olduğunu gösteren pek çok âyet vardır.14 Meselâ bunlardan birisi:
"Namazları ve orta namazını koruyun, gönülden bağlılık ve saygı ile Allah'ın huzuruna durun. Eğer (bir tehlikeden) korkarsanız, yaya yahut binmiş olarak kılın; güvene kavuştuğunuz zaman ise bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allah'ı (namazınızda) anın" (Bakara, 2/238-239).
Görüldüğü gibi burada, Yüce Allah, namazların ve özellikle orta namazının (yâni Hz. Peygamberin tefsîriyle ikindi namazının) her yönüyle en güzel bir şekilde kılınmasını emrettikten sonra, yolculuk sırasında herhangi bir tehlikeden korkulduğu takdirde yaya yahut binmiş olarak namaz kılınabileceğini, ama tehlike geçtikten sonra, kendisinin öğrettiği şekilde namazın normal bir şekilde kılınmasını emretmektedir. Buradaki "size öğrettiği şekilde" ifâdesi dikkat çekicidir. Bilindiği gibi namaz Kur'ân'da tafsilâtlı olarak öğretilmemiştir. O halde, Hz. Peygamber'in bu konuda, Yüce Allah'tan Kur'ân'ın dışında da Cebrâil vasıtası ile birtakım ilâve bilgiler almış olması muhakkaktır. Nitekim rivâyetlerde Cebrâil Aleyhisselâm'ın Hz. Peygamber'e gelip beş vakit namazı her şeyiyle bizzat tatbikî olarak öğrettiği rivâyetler de mevcuttur.15 Hz. Peygamber de aynı şekilde bunu ashâbına öğretmiş ve: "Beni namaz kılarken nasıl görüyorsanız öyle kılınız." 16 buyurmuştur.
Ayrıca, Hz. Peygamber Kur'ân'da sık sık kendisine vahyolunana uymakla emrolunmaktadır17. Eğer, vahiy sadece Kur'ân'dan ibâret olmuş olsaydı, İslâm bütünüyle sâdece Kur'ân'dan ibâret olmadığı aşikâr olduğuna göre, bu durumda Hz. Peygamberin vahiy dışı birçok iş yapmış olmasının kabul edilmesi gerekirdi. Böyle olunca da Hz. Peygamber'in Allah'ın emrini yerine getirmemiş olması gibi birtakım imkânsız şeylerin kabul edilmesi lâzım gelirdi ki bunların hepsinin de Hz. Peygamber hakkında düşünülmesi mümkün değildir.18 Ve faraza böyle bir şey olsa elbette Yüce Allah duruma müdâhale ederdi.
Nihâyet Yüce Allah, bu konuda Hz. Peygamberle ilgili olarak şöyle buyurur:
"O, havadan konuşmaz, O (na inen Kur'ân veya O'nun söyledikleri), kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir" (Necm, 53/ 3-4). 19
Bu âyette sözü edilen vahiyden maksat, bazı âlimlere göre sadece Kur'ân diğerlerine göre ise Kur'ân'la birlikte bir kısım sünnettir. Çünkü, hadisler bazen sırf vahiy, bazen de Resûlullah'ın içtihâdıdır. Ama o içtihâdında yanılsa bile, bu Yüce Allah tarafından düzeltilir.20 Bu bakımdan O'nun bütün sözleri ve fiilleri ve tasarrufları Yüce Allah'ın kontrolü altındadır.21 İşte bu sebeble kaynağı vahiy olmayan fakat ilâhî vahiy tarafından hilâfına bir vahiy gelmemiş olan dînî emirleri ve uygulamaları da vahiy kabul edilmiştir. Bu nevi vahiyler, Hanefîlerin cumhûrunca "batını vahiy" diye isimlendirilmiştir.22
Hz. Peygamberin Kur'ân dışında da Yüce Allah'tan vahiy aldığını gösteren delillerden birisi de hiç şüphesiz O'na Kur'ân'ı tebliğ görevi yanında bir de Kur'ân'ı açıklama görev ve yetkisinin verilmiş olmasıdır. O, bu görevi elbette sadece kendi şahsî bilgi ve içtihâdıyla değil Yüce Allah'tan aldığı ilhamla yapacaktır.
4) Hz. Peygamber'e Kur'ân'ı Açıklama Görev ve Yetkisinin Verildiğini Gösteren Âyetler:
"Biz, her peygamberi mutlaka kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara (emredildikleri şeyleri) açıklasınlar..." (İbrâhîm,14/4).
"Sana bu zikri (Kur'ân'ı) indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayâsın, tâ ki düşünüp öğüt alsınlar." (Nahl,16/ 44).
Bu âyetten anlaşıldığına göre demek ki bazı âyetlerin tefsirine Resûlü'nün izahı olmadan ulaşmak mümkün değildir.23
"Biz sana Kitâb'ı indirdik ki, hakkında ayrılığa düştükleri şeyi onlara açıklayasın ve inanan bir kavim için, (o kitap) yol gösterici ve rahmet olsun" (Nahl, 16/64).24
Hiç şüphesiz, Yüce Allah, bu âyetlerle kendisine Kur'ân'ı açıklama görev ve yetkisini verdiği peygamberini bu hususta yardımsız bırakmamış ve bu konuda Kur'ân dışı vahiylerle de O'nu beslemiştir. Nitekim şu âyet de bu hususa işâret etmektedir:
"(Ey Muhammed), onu tekrarlamak için (henüz Cebrâil, sana vahyi bitirmeden) dilini depretme, onu (senin kalbine) toplamak ve (sana) okutmak bize düşer. Sana Kur'ân'ı okuduğumuz zaman onun okunuşunu takip et. Sonra onu açıklamak da bize düşer." (Kıyâmet,75/16-19).25
Hiç şüphesiz Yüce Allah'ın vaad ettiği bu beyânını, hem bazı âyetlerin ileride inecek bazı âyetlerle daha da açılacağı, hem de izâha muhtaç bazı âyetlerin yine kendisinin vahyi ve öğretmesi ile Resûlü tarafından açıklanacağı şeklinde değerlendirmek gerekir.
Kur'ân, kendisine indirilen ve ilâhî vahyin kaynağı olan Yüce Allah ile irtibat hâlinde olan Hz. Peygamber'in, Kur'ân'ı anlama ve açıklama hususunda en yetkili kişi olduğunda ve dolayısıyla mü'minlerin O'nun sözlü ve fiili açıklamalarına sarılmaları gerektiği hususunda bir şüphe yoktur.
Hz. Peygamberin Kur'ân'ı açıklaması, mücmel olan bazı âyetleri tafsil, bazı umûmî hükümleri tahsis, anlaşılması güç bazı âyetleri açma, müphem olanı belirtme, bazı garip kelimeleri beyan etme, edebî inceliğe sâhip âyetlerin maksadını bildirme, varsa neshi işaret etme gibi şekillerde olmuştur.26 O, bu maksatla Medine Mescidi'ni bir okul hâline getirmiş, ashâbın her müşkülünü bıkmadan ve usanmadan çözmeye çalışmış ve söz ve hareketleri ile âdeta yaşayan bir Kur'ân olarak onlara örneklik etmiştir.27
Yüce Allah, Hz. Peygambere izâha muhtaç Kur'ân âyetlerini açıklama yetkisini verdiği gibi, aynı şekilde O'na, Kur'ân'da olmayan hususlarda hüküm koyma yetkisini de vermiştir.
DİPNOTLAR:
1) Gerçi bu tip gayretler yeni değildir. Temeli ilk devirlere kadar uzanmaktadır. Fakat biz bu ifâdemizle, okuyucunun dikkatini özellikle günümüze çekmek istedik. Bu konuda bkz. Ebû Zahv, el-Hadîs vel-Muhaddisûn, Mısır, 1378/1958, s.21; es-Sibâî, es-Sünnetü ve Mekânetühâ fî't- Teşrî'ıl-İslâmî, Kâhire, 1966, s.11-14; Abdulğaniy Abdulhâlık, Hucciyyetu's-Sünne, Beyrût, 1407/1986, s.278; KIRBAŞOĞLU, M.Hayri, Kur'ân'a Göre Sünnetin Konumu, (Basılmamış makale), s.1-3.
2) Tirmizî, Ahkâm, 3; Müsned, V, 230; Ebû Dâvûd, Akdiye, 11.
3) Bu konudaki geniş örnekler için bkz. Hucciyyetü's-Sünne, s.283-291.
4) Bu konuda bir başka âyet de bkz. Bakara, 151; Tevbc, 61; Enbiyâ, 107: Cuma, 2-4.
5) Ahzâb, 6.
6) Bkz. A'râf, 158; Nisâ, 136; Tevbe, 91: Nûr, 62; Fetih, 8-9, 13; Hucurât,15; Teğâbün, 8.
7) Bkz. Bakara, 251; Âl-i İmrân, 48; Nisâ, 54; Sâd, 20; Zuhruf, 63.
Benzeri âyetler için bkz. Bakara, 129,231; Âl-i İmrân, 164; Nisâ, 113; Ahzâb, 34; Cum'a, 2
9) eş-Şâfıî, er-Risâle, s.78.
10) Dârimî, I. cilt, 117; Te'vilü Muhtelifi'l-Hadîs, s.166; Kurtubî, I.33.
11) Bkz.Ankebût, 31-32; Hicr, 52-77.
12) Âl-i İmrân. 38-40.
13) Âl-i İmrân, 42-45.
14) Bunlardan iki örnek için bkz. Enfâl, 9-10; Tahrîm, 3; Bakara, 142-144.
15) Bkz. Buhâri Bed'ü'l-Halk, 6; Müslim, Mesâcid, 166; Ebû Dâvûd, Salât, 2; İbnu Mâce, Salât, 1; Müsned, I, 333, 111, 30.
16) Buhârî, Ezân, 18.
17) Bkz. Nisâ, 105; Mâide, 48-49,67; En'âm. 106; Ahzâb. 1-2;Câsiye, 18.
18) Çünkü Yüce Pcygamber'ini övmüş, O'ndan razı olduğunu belirtmiş ve O'nu ümmetine şâhit yapmıştır. Bkz. meselâ Enbiyâ, 107; Ahzâb, 45-46; Bakara. 143.
19) Benzeri âyetler için bkz. Yûnus, 15; Ahkâf, 9; Bakara, 142-144.
20) Bu konuda örnekler için bkz. Tevbe, 43, 84; Enfâl,67; İsrâ, 74; Ahzâb, 2,37; Abese, 1-10; Yûnus, 94; En'âm, 35,52; Tahrîm, 1; Nisâ, 105; Münâfıkun, 6. Bu konuda ayrıca bkz. el-Matrafî, Âyâtu'l tâbi'l-Mustafa (sav), Kâhire, 1977.
21) Bu konuda bkz. Şâtıbî, el-muvâfakât, IV.15; Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul, 1935-1939, VI.4571
22) Hucciyyetu's-Sünne. s.340.
23) Bkz. Taberî, 74.
24) Şu âyetlere de bkz. Bakara, 151: Nisâ, 105: Mâide, 67; Kıyâmet, 19.
25) Benzeri bir âyet. Nisâ,l 13.
26) Bu konuda geniş bilgi ve örnekler için bkz. Suat Yıldırım, Peygamberimizin Kur'ân Tefsiri, İstanbul, 1983.
27) Bu durumu en güzel bir şekilde Hz. Âişe'nin (r.anha) şu sözleri ifâde eder: "O'nun ahlâkı Kur'ân idi." Yani O, söz ve davranışları ile tamâmen Kur'ân'ı yaşayan bir insan örneği veriyordu. Bu rivâyet için bkz. Müslim, 6, Salâtu'l-müsâfırîn, 18, no:139.
KURANIN HZ PEYGAMBERİN SÜNNETİNE VERDİĞİ DEĞER
Doç. Dr. Mevlüt Güngör
Tarihî bir mezheb olarak okuduğumuz ve tesiri bitti sandığımız Mutezile mezhebi, yeniden canlandırılıyor ve "Çağdaş Mutezile" olarak günümüzü etkilemeye çalışıyor.
Mutezile'nin en bariz vasfı olan Yunan felsefesi uğruna Kur'ân'ı te'vil etme, Hadisleri inkâr etme hastalığı, çağdaş Mutezilîlerde aynen devam etmektedir.
Günümüz modern Mutezilî veya Haricîleri de aynen, ya hadisleri inkâr etmekte veya bütün ömrünü hadislerin ezberlenip korunması uğruna fedâ eden mübarek himmet sahibi muhaddislerimizin gayretlerini istihfaf etmektedirler. Belki kendilerine kıyaslayarak, o yüce himmetler görmezden gelinmektedir. Bunu yaparken de -maalesef- rehberleri, batı olmaktadır.
Yazımızın geçen bölümünde Efendimizin, Allah'ın bir lütfu olduğu ve O'na itâatin Allah'a itâat olduğuna dair âyetler nakledilmişti. Bu bölümde de, Efendimiz (sav)'e hüküm koyma yetkisi veren, haram-helâl kılma görevini yükleyen âyetier nakledilecek ve benzen hususlara dikkat çekilerek En Yüce Örnek olan Hz. Peygamberin nümûne-i imtisal şahsiyeti nazara verilecektir.
Yüce Allah, Hz. Peygamber'e izâha muhtaç Kur'ân âyetlerini açıklama yetkisini verdiği gibi, aynı şekilde O'na Kur'-ân'da olmayan hususlarda hüküm koyma yetkisini de vermiştir.
5) Peygambere Hüküm Koyma Yetkisi Tanıyan Âyetler:
Hz. Peygamber, sadece Kur'ân'da mevcut hükümlerle kayıtlı olmaksızın, genel olarak hüküm koyabilme yetkisine sahiptir. Nitekim, O, bazı konularda önce vahiy beklemiş, gelmeyince kendi içtihadına göre veya Kur'ân dışında aldığı bir vahiy ile hüküm vermiştir. O'nun bu hükümleri hiç şüphesiz vahyin kontrolü altında idi. Bu sebeble zaten büyük hatalar yapması düşünülmeyecek olan Hz. Peygamberin küçük bazı hataları bile vahiy tarafından düzeltiliyordu.
Bu bakımdan O'nun her türlü hükmü, bir nevi vahyin tasdikinden geçmiş hükümler oluyordu. Şimdi, Hz. Peygamberin genel olarak hüküm verme yetkisini ifâde eden bazı âyetleri kaydedelim:
"Hayır, Rabb'in hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan, tam anlamıyla Teslim olmadıkça inanmış olamazlar." (Nisâ, 65).
"Allah ve Resûlü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resûlü'ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur" (Ahzâb, 36).
"Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Resûlü'ne çağrıldıkları zaman inananların sözü ancak: "İşittik ve itâat ettik" demeleridir. İşte saadete eren onlardır" (Nûr, 51).
"Herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; -eğer gerçekten Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız- onu Allah'a ve Resûlü'ne götürün..." (Nisâ, 59).28
Hz. Peygamber'in Kur'ân'da olmayan hususlarda koymuş olduğu hükümlere örnek olarak, beş vakit namazın zamanı, rekatları, nasıl kılınacağı, vitir namazının vacip oluşu, namazlarda Kabe'den önce Beyt-i Makdis'e yönelme, orucu bozan ve bozmayan şeyler, kimlere zekâtın farz olduğu, şer'î boşanmanın şekli, diyetlerle ilgili birçok hükümler, içki içmenin cezası, hırsız, hangi miktarda hırsızlık yaparsa cezâlandırabileceği, hayızlı kadının namaz kılamaması, oruç tutamaması, büyükannenin mirâsı gibi hususlardır.
Bu konu ile ilgili olarak kaynaklarda şöyle bir habere rastlıyoruz:
İmrân b. el-Husayn'ın (Ö.52/672) bulunduğu bir mecliste, adamın biri: "Kur'ân'da olandan başkasından bahsetmeyin" deyince, İmrân: "Sen akılsız bir adamsın! Öğle namazının (farzının) dört rekat olduğunu, onda kırâatın açıktan olamayacağını, Allah'ın Kitabında gördün mü?" Sonra zekâtı ve benzeri hükümleri sıraladı ve şöyle ilâve etti: "Bütün bunları Allah'ın
Kitâbında açıklanmış olarak buluyor musun? Kitâbullah bunları müphem bırakmıştır. Sünnet de açıklamıştır." 29
Hz. Peygamber'e genel olarak tatbikatta ortaya çıkan bazı konularda hüküm ve karar yetkisi verildiği gibi, Kur'ân'da olmayan hususlarda O'na. haram ve helâl koyma yetkisi de verilmiştir. Nitekim aşağıdaki âyetlerde bu husus ifâde edilmektedir.
6) Hz. Peygamber'e Helâl ve Haram Kılma Yetkisini Veren Ayetler:
"Onlar ki, yanlarındaki Tevrât ve İncil'de yazılı buldukları O elçiye, O ümmî peygambere uyarlar. O Peygamber ki, kendilerine iyiliği emreder, kendilerini kötülükten meneder; onlara güzel şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. O'na inanan, destekleyerek O'na saygı gösteren, O'na yardım eden ve O'nunla beraber indirilen nura uyanlar, işte felâha erenler onlardır" (A'râf, 157).
"Kendilerine kitap verilenlerden Allah'a ve âhiret gününe inanmayan, Allah'ın ve Resûlü'nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın" (Tevbe, 29).
Bu konuya örnek verecek olursak, meselâ Hz. Peygamber ölü hayvan etinin haram olmasına rağmen30 deniz hayvanlarının bunun dışında olduğunu belirtmiş ve bunu "Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir";31 helâl olduğunu da şöyle belirtmiştir: "İki ölü ve iki kan bizlere helâl kılınmıştır. İki ölü, çekirge ve balık; iki kan da ciğer ve dalaktır." 32
Bundan başka Hz. Peygamber, âyette nikâhı haram kılınanlar arasında sayılmamasına rağmen33 bunlara bir kadının halası, teyzesi, kızkardeşi, kızı ve erkek kardeşinin kızı üzerine de nikahlanamayacağını ilâve etmiştir.34
Yine, Kur'ân'da geçmeyen, katır, merkep, aslan, kaplan, fil, kurt, kirpi,35 maymun ve köpek gibi hayvanlarla, kartal, atmaca, şâhin ve doğan gibi yırtıcı kuşların etlerinin haramlığı da hadîslerle sâbit olmuştur.36 Erkeklere altın takmanın ve ipek giymenin haramlığı da yine hadîslerle sâbittir. Nesep ile haram olanların süt yoluyla da haram olacağı prensibi de bu cümledendir.
Hiç şüphesiz, Hz. Peygamber'in bu yetkisini Yüce Allah'tan tamamen bağımsız olarak değerlendirmemek gerekir. Elbette O, bu nevi hükümleri Yüce Allah'ın kendisine verdiği yetki ve O'nun kontrolü altında vermektedir. Zâten genelde, Hz. Peygamber, bu hükümleri verirken dâimâ Kur'ân'daki umumî bir prensibe dayanmıştır. Meselâ, ehlî merkeplerin ve yırtıcı kuşların etinin haram olduğunu belirten Hz. Peygamber'in bu hükmü, "O, size temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar" 37 âyetine râcîdir. Bu bakımdan asıl Şâri' yani kanun koyucu Allah'tır, Resûlü'ne de O'ndan aldığı bu yetkiye dayanarak mecâzen "Şâri" sıfatı verilmiştir.
Bu konuda Hz. Peygamber de bir hadislerinde şöyle buyurmaktadır: "Şunu kesin olarak biliniz ki, bana Kur'ân ve onun bir misli daha verilmiştir. Karnı tok bir halde, rahat koltuğuna oturarak: 'Şu Kur'ân'a sarılınız; onda helâl olarak neyi görüyorsanız onu helâl kabul ediniz, neyi de haram olarak görüyorsanız onu haram biliniz.' diyecek bazı kimseler gelmek üzeredir. İyi bilin ki, Allah Resûlü'nün haram kıldığı şeyler de Allah'ın haram kıldıkları gibi-
Bundan başka, Kur'ân'da bize örnek olarak gösterilen büyük bir ahlâk üzere olduğu belirtilen bu yüksek şahsiyete itâat etmemiz emredilmiş ve itâat pek çok yerde Allah'a itâatla birlikte zikredilmiştir; böylece, Hz. Peygamber'e itâatin Allah'a itâat demek olduğu defâatle vurgulanmıştır. Hiç şüphesiz, Resûle itâat hayâtında olduğu gibi, Ölümünden sonra da farzdır. Bu itâat da elbette O'nun sünnetine uyularak gerçekleştirilecektir.19 Nitekim, Hz. Peygamber de bir hadîsinde şöyle buyurmaktadır: "Bana itâat eden Allah'a itâat etmiş, bana isyan eden de Allah'a isyan etmiş demektir. Bana itâat eden benim emrime uyan kimsedir." 40
7) Hz. Peygambere İtaati Emreden Ayetler:
"Kim, Peygamber' e itâat ederse Allah'a itâat etmiş olur..." (Nisâ, 80).
"... Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakla-dıysa ondan da sakının..." (Haşr, 7).
Şu âyette de Allah sevgisinin Hz. Peygamber'e itâata bağlanmış olması çok dikkat çekicidir:
"Deki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın Allah çok merhametli ve bağışlayıcıdır.' De ki: 'Allah'a ve Pey-gamber'e itâat edin!' Eğer dönerlerse muhakkak ki Allah, kâfirleri sevmez" (Âl-i İmrân, 31-32).
Âyetteki hitap, sebeb-i nüzulünden de anlaşıldığı gibi özellikle inanmayanlara olduğuna göre,41 Resûlüne îman ve itâat olmadan Allah'a îman, O'nu sevme ve O'na itâat iddiâsı geçerli bir iddiâ olarak kabul edilmemektedir.
"Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izniyle itâat edilmekten başka bir amaçla göndermedik..." (Nisâ, 64).42
Hiç şüphesiz bu âyetlerde sözü edilen itâat sâdece, Yüce Allah'ın O'na indirdiği Kur'ân emirlerine itâat değildir. Çünkü bu durumda Kur'ân'ın pek çok yerinde peygambere itâatin Allah'a itâatla birlikte zikredilmesinin bir anlamı kalmazdı. Bu sebeble, hadîsler de alelâde bir insan sözü değil, Yüce Allah'ın emri ile kendisine itâat etmekle yükümlü olduğumuz bir Zât'ın sözleridir. Nitekim, Kur'ân'ın ilk muhâtapları olan ashâb da bunu böyle anlamış ve Hz. Peygamberin bütün emirlerini titizlikle uygulamaya, bilmedikleri her hususu ondan sorup öğrenmeye çalışmışlardır. 43
Yüce Allah, Kur'ân'da Hz. Peygamber'e itâati emrettiği gibi, O'na yapılabilecek her türlü isyânı da yasaklamaktadır.
8) Hz. Peygamber'e İsyan Etmeyi Yasaklayan Ayetler:
"Kim, Allah'a ve O'nun elçisine karşı gelir ve O'nun sınırlarını aşarsa, Allah onu ebedî kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır" (Nisâ, 14).
"Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygamber'e karşı gelir ve müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir gidiş yeridir orası!" (Nisâ, 115).
"Bu böyledir. Çünkü onlar, Allah ve Resûlüne karşı çıktılar. Allah ve Resûlüne de kim karşı çıkarsa muhakkak ki, Allah'ın cezası çetin olur" (Enfal, 13).44
Hz. Peygambere itâati emreden ve O'na karşı gelmeyi yasaklayan bu âyetler, O'na itâatin isteğe bağlı değil, zorunlu olduğunu kesin olarak ortaya koymaktadır. Bu O'na inanmanın tabiî bir sonucudur.
Yüce Allah Kur'ân'da Hz. Peygamber'e kuru bir itâatin ve O'na karşı gelmemenin de ötesinde O'na karşı derin bir saygı ve sevgi duymamızı da istemektedir. Bu âyetler hiç şüphesiz Yüce Allah'ın Resûlullah'a verdiği şerefi ve değeri de açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
9) Hz. Peygamber'e Saygıyı ve Sevgiyi Emreden Ayetler:
"Peygamber müminler için kendi canlarından ileridir. O'nun eşleri de onların anneleridir..." (Ahzâb, 6).45
"Şüphesiz ki Allah ve melekleri, Peygamber'e salât etmekte (yani, O'nun şerefini gözetmekte ve şanını yüceltmekte) dirler; o halde siz de îman edenler O'na salât edin (yani, O'nun şanını yüceltmeye özen gösterin); O'na içtenlikle selâm edin (esenlik dileyin) (Ahzâb, 56).
"Ey îman edenler! Allah ve Resûlü'nün önüne geçmeyin, Allah'dan korkun. Şüphesiz ki Allah her şeyi işiten ve her şeyi bilendir. Ey iman edenler, seslerinizi, Peygamber'in sesinden fazla yükseltmeyin, birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi O'nunla da öyle yüksek sesle konuşmayın. Yoksa siz farkında olmadan amelleriniz boşa gider" (Hucurât, 1-2)46.
Son olarak, Hz.Peygamber'e itâat eden ve O'nun yolunda gidenleri O, doğru yola götürür. Bu hususu Yüce Allah pek çok âyette ifâde etmiştir:
10) Hz. Peygamber'in İnsanları Doğru Yola Götürdüğüne Dâir Âyetler:
"... Şâyet O'na itâat ederseniz doğru yolu bulursunuz..." (Nûr, 54).
"... Şüphesiz ki Sen (sana inananları) mutlaka doğru yola, göklerde ve yerde bulunan herşeyin sâhibi Allah'ın yoluna götürürsün" (Şûrâ, 52-53).
"Şüphesiz ki sen, onları doğru yola çağırıyorsun" (Mu'minûn, 73).47 Bu âyetlerden bizzat Yüce Allah'ın garantisi ve şahitliği ile anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber bütün sözleri, fiileri ve takrirleriyle doğru yoldadır ve insanları doğruya götürmektedir. Böyle bir şeyin mümkün olmaması ile birlikte şâyet O, kendisine uyanları doğru yoldan ayırmış veya Yüce Allah adına Kur'ân veya hadîs olarak (haşa, böyle bir ifadenin O'nun için zikri bile hoş değil!) bir söz uydurmuş olsaydı elbette Cenâb-ı Allah, bir âyet-i kerîmede48 işaret ettiği gibi buna en ağır bir şekilde müdâhale ederdi. Bu da Kur'ân'ın ve O'nunla birlikte sünnetin sağlamlığını bağlayıcılığını açıkça ortaya koymaktadır.
NETİCE
Netice olarak diyebiliriz ki: Yüce Allah'ın beşere kendi içinden birisini örnek seçerek bir peygamber göndermiş olması insanlık için en büyük bir lütuftur. O'na inanmak sadece O'nun peygamber olduğunu tasdik etmek demek olmayıp, O'na itâat etmeyi de gerektirir.
Yüce Allah O'nu bizzat kendisi terbiye etmiş, kitabında O'nun üstün bir ahlâk sahibi olduğunu ve örnek olarak alınması gerektiğini ifâde etmiştir.
Ayrıca O'na indirilen vahiy sâdece Kur'ân'dan ibâret olmayıp, âyetlerde Kitab'ın yanında kendisine verildiği bildirilen ve sünnet anlamına gelen "hikmet" de vahiy kaynaklıdır. Kaldı ki, O'nun kendi içtihâdıyla yapmış olduğu işler ve söylemiş olduğu sözler de yine vahyin kontrolü altında olduğundan "zelle" tabir edilen küçük hataları bile vahiyle düzeltilmiş ve böylece O'nun yapmış olduğu fiiller ve söylemiş olduğu sözler her türlü hatadan arındırılmıştır. Bu husus da O'nun sünnetinin sağlamlığını ve O'na uymanın gerekliliğini ortaya koymaktadır.
Hz. Peygamber'e bizzat Yüce Allah tarafından âyetleri açıklama yetkisi verildiğini görmemiz de O'nun sünnetinin, inananları bağladığını açıkça göstermektedir.
Yine âyetlerde, Hz. Peygamber'e itâatin Allah'a itâatle birlikte zikredilmesi de Hz. Peygamber'in sünnetine verilen değeri açıkça ifâde etmektedir. Bu itâat de elbette sağlığındayken bizzat şahsına, vefâtından sonra da sünnetine uymakla gerçekleşecektir.
Bundan başka, Kur'ân'da olmayan hususlarda, hüküm koyma, haram ve helâl tayin etme yetkisi bizzat Yüce Allah tarafından Hz. Peygamber'e verilmiştir. Bu itibarla Kur'ân'da bulunmayan hususlarda Hz. Peygamber'in sünneti şer'î bir kaynaktır. Son olarak diyebiliriz ki: İslâm dininin gerek ibâdet, ahlâk ve gerekse sosyal hayata geçirilmesi hususunda, Hz. Peygamber'in, O'nun sözlerinin ve uygulamalarının önemli bir yeri olduğunu gayet iyi bilen din düşmanları, doğrudan doğruya Kur'ân'a saldıramadıkları için Hz. Peygamber'in ve O'nun sünnetinin dindeki yerini sarsmaya, hadîsler üzerinde şüphe uyandırmaya çalışmaktadırlar. İnananların bu oyuna gelmemeleri, Hz. Peygamber'in önderliğine ve O'nun sünnetinin rehberliğine sımsıkı sarılmaları gerekir.
DİPNOTLAR
28) Benzeri âyetler için bkz. Nûr, 47-52.
29) Şâtıbî, el-Muvâtakât, IV.19; İbn Abdiberr, Câmiu Beyâni'l-İlm ve Fadlih, Medine, 1388/1968, II.234.
30) Mâide. 3; En'âm, 145.
31) Ebâ Dâvûd, c.I, s.54.
32) Bkz. İbn Mâce, Sayd, 9; Etımme, 31; Ebû Dâvûd, Etımme, 34; Muvatta, Sıfatu'n-Nebiy, 30. Müsned, II.97; es-San'ânî, Sübülüs-Selâm, IV.76.
33) Nisâ, 23.
34) Buhârî, Nikâh, 27.
35) Kirpi etinin haramlığı konusunda bkz. el-Muvâfakât, IV.23.
36) Bkz. Müslim. 34. es-Saydu ve'z-Zebâîh, 3, no:12.
37) Arâf, 157.
38) Hadisin muhtelit varyantları için bkz. Ebû Dâvûd. es-Sünne, 6.bab, no:4604, 4605; Tirmizi, 42, İlm, 10; İbn-i Mâce, Mukaddime, 2; Darimî, es-Sünnetü Kâdıyetun ale'l-Kitâb, 49; Müsned, IV.131: el-Müstedrek, I.109 Ayrıca bkz. Kenzu'l-Ummâl, I.173-174; Mukaddimetân. s.195; Hatib Bağdâdî. Kitâbu'l-Kifâye fi İlmi'r-Rivâye. s.8.10, 12: el-Muvâfakât, IV.10-11.
39) Bkz. Taberî, V.147; Râzî. III.357: Tûsî. Tibyân, III. 235-236; İbn-i Hazm, el-İhkâm, I.97-98.
40) Buhâri, Cihâd, IV.8; İ'tisâm, VIII. 139-140; Ahkâm, VIII, 104; Müslim, İmâre. III. 1466. 41)Taberî, III. 143; Râzî, II. 650.
42) Bu konudaki başka âyetler için bkz. Âl-i İmrân, 132,172: Nisâ. 13, 59, 61, 65, 69; Mâide, 92; Arâf, 157,158; Enfâl, 1, 20, 24, 46; Tevbe,. 62, 71, 91; Nûr, 51-54, 56; Ahzâb. 33, 36, 37, 64-66, 71: Muhammed, 33; Fetih, 17-18; Hucurât, 14; Mücâdele, 13; Teğâbün, 12.
43) Bir örnek olarak bkz. Hz.Ebû Bekr'in bir uygulaması, Zehebî, Tezkim, I, 2.
44) Bu konuda başka âyetler için bkz. Nisâ. 42,80-81: Enfâl, 13.27; Tevbe, 61, 63, 120; Nûr. 47-50, 63; Ahzâb, 36, 57; Muhammed, 32; Fetih, 10, 17; Hucurât, 1-3; Mücâdele,9; Cin, 23.
45) Bu âyeti şu hadîs-i şerif ne güzel açıklamaktadır: "Hiç biriniz ben, kendisine, babasından, evlâdından ve bütün insanlardan da daha sevgili olmadıkça îman etmiş olmaz." Bkz. Buhârî, Îmân, 8; Müslim, Îmân, 70; Nesâî, Îman, 29; İbn Mâce, Mukaddime, 9: Dârimî, Rikâk,29.
46) Benzeri âyetler için bkz. Nûr, 62-63: Hucurât, 3-5.
47) Benzeri âyetler için bkz. Nisâ, 83: A'râf, 158; Yûsuf, 108; Neml, 79; Ahzâb, 45-46; Yâsîn, 1-5.
48) Hakka, 44-47: "Şayet O, bazı sözler uydurup bize iftira etseydi, elbette onun sağ elinden yakalar, sonra da onun can damarını keserdik. Sizden hiç kimse de buna engel olamazdı."
UMUMİ BİBLİYOGRAFYA
- ABDULGANİ, Abdulhâlık, Hucciyyetu's-Sünne, Beyrut, 1407/1986.
-ABDULHALİM Mahmûd es-Sünnetu ve Mekânetuhâ fi't-Teşrîı'l-İslâmî, Beyrût, târihsiz.
- ALÂUDDİN Ali el-Muttekî b. Husâmiddîn el-Hindî. Kenzu'l-Ummâl fî Süneni'l- Ekvâli ve'l-Efâl, Haydarâbâd, 1950/1369.
- el-BAĞDADÎ. Ebû Bekr, Ahmed b. Alî b. Sâbit el-Hatîb, Kitâbu'l-Kifâye fî İ'lmi'r-Rivâye, Haydarâbâd ed-Dekken, 1357.
- BUHÂRÎ, Muhammed b. İsmâîl b. İbrâhim, el-Câmiu's-Sahîh, İstanbul. 1257.
- ÇAKIN- Kâmil, İlk Hicrî Asırlarda Hadîs Etrâfındaki Şüpheler ve Hadîs İnkarcılığı (Basılmamış Doktora Tezi) Ankara, 1990
- ed-DÂRİMÎ, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdirrahmân et-Temîmî. es-Sünen, Dımaşk, 1349.
- EBÛ DÂVÛD, Süleyman b. et-Eş'as. es-Sicistânî el-Ezdı, Sünenü Ebî Dâvûd, Mısır, 1369/1950.
- EBÛ ŞEHBE, Muhammed. Difâun ani's-Sünne. Sünnet Müdâfaası, Mütercimler: Mehrped Görmez, M.Emin Özafşar, Ankara, 1990.
- EBÛ ZAHV. Muhammed Muhammed, el-Hadîs ve'l-Muhaddisûn. Mısır. 1378/1958. Mekânetus-Sünneti fi'l-İslâm, Beyrut. 1404/1984.
- İBNU ABDİLBERR en-Nemerî. Ebû Amr Yûsuf. Câmiu Beyânil-İlm ve Fadlih, Medine, 1388/1968.
- İBNU ATİYYE, Ebû Muhammed Abdülhak İbn Ebî Bekr, Mukaddimetân fî Ulûmi'l-Kur'ân, (Mukaddimetu Kitâbi'l-Mebân 66 "uYÂevAÂemetu İbnu Atıyye) Mısır, 1954. (A. Jeffery neşri.)
- İBNU HANBEL, Ahmed, el-Musned, Mısır, 1313.
- İBNU HAZM, Ebû Muhammed, Alî el-Endelusî, el-İhkâm fî Usûlil-Ahkâm 1345.
- İBNU MÂCE, Ebû Abdillah Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî, Sünenü'l-Mustafâ Mısır. 1349.
- KIRBAŞOĞLU, M.Hayri, Kur'ân'a Göre Sünnetin Konumu, (Basılmamış makâle)
-KOÇKUZU, Ali Osman, Rivayet İlimlerinde Haber-i Vahitlerin İtikât ve Teşri Yönlerinden Değeri, Ankara. 1988. Peygamberimizin ve Sünnetinin Dinimizdeki Yeri ve Değeri, Makâleler serisi, (Yeni Nesil Dergisi, Yıl:3, Sayı:2,3,4, 1978-1979)
- KOÇYİĞİT, Talât.HadTsçilerle Kelâmcılar Arasındaki Münâkaşalar,
-el-KURTUBİ. Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Cami'li Ahkâmil-
Kur"an, Mısır, 1369/1950
-İBN KUTEYBE, ed-Dîneverî, Te'vîlü Muhtelifi'l-Hadîs, Mısır 1326
-Malik b.Enes, el-Muvatta, Mısır, 1370/1951.
- el-MATRAFİ, Uveyd b. Iyâd b. Âyid, Âyâtüa'tâbi'l-Mustafâ (sav) fi Dav'i'l-'Asmeti ve'l-İctihâd, Kahire 1977
-MÜSLİM, Ebü'l-Hüseyn Müslim b Haccac el-Kuşeyrî, el-Câmi'u's-Sahih, İstanbul 1329
-En-NESÂÎ, Ebu Abdirrahman, es-Sünenü'l-Müctebâ, Mısır, 1383/1964
-OKİÇ, M.Tayyib. Bazı Hadis Mes'eleleri Üzen'ne Tetkikler, İstanbul 1959
-er-RAZÎ. Fahruddin, Mefâtîhul-Gayb, İstanbul 1307
-es-SANÂNÎ. Muhammed B.İsmail, Sübülü's-Şelâm. Kahire, 1379/1960
- es-SIBÂÎ. Mustafa, es-Sünnetu ve Mekanetühâ fi't-Teşri'ı'l-İslamî, Kahire 1966
- eş-ŞAFİ'Î, Muhammed b. İdris, er-Risale, Mısır. 1357/1938
-eş-ŞATIBÎ, İbrahim b. Musa, el-Muvâfakât, Mısır, tarihsiz.
- ŞELEBÎ. Raûf,
- es-Sünnetü'l-İslâmiyyetü Beyne İsbâti'l-Fâhimîne ve Rafdı'l-Câhilîn, Kâhire, 1398/1987.
- et-TABERÎ. Ebû Ca'fer. Muhammed b. Cerir. Câmiu'l-Beyân an Te'vîli'l-Kur'an, Kâhire, 1373/1954.
- et-TÛSÎ, Ebû Ca'fer. Muhammed b. el-Hasen b. Ali, Tefsîru't-Tibyân. Necef, 1376/1957.
-TİRMİZÎ, Ebû Îsâ Muhammed b. Îsâ, es-Sünen, Kahire, (A.M.Şâkir neşri)
- ÜNAL. İ. Hakkı, Sadece Kur'ân'la Yetinilebilir mi? Hadîslerden Müstağni Kalmak Mümkün mü?, (İlim ve Sanat Dergisi, Sayı:7, s.36-42, 1986.)
- YAZIR, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul. 1935-1939.
- YILDIRIM. Suat, Peygamberimizin Kur'ân'ı Tefsîri, İstanbul, 1983.
-ez-ZEHEBÎ,Şemsuddîn. Tezkiratu'l-Huffâz, Haydarâbâd, 1375/1955.
KÜLTÜREL KİRLENME KARŞISINDA KİTAP ve SÜNNET’E SARILMA ve MUHADDİSLERİN KONUYA YAKLAŞIMI -1
Doç.Dr. İsmail L.Çakan
Pragmatik kilise dünyasının silahlarından biri olan tahrif edilmiş Hristiyanlık, İslâm'a doğuşundan beri karşıdır. Bu düşmanlığı da eline geçen her fırsatta göstermiştir. Kendini güçlü hissettiği zamanlarda haçlı seferleri düzenleyerek, değilse içimize -Cemil Meriç'in tabiriyle- kültür yeniçerileri yollayarak, ama her zaman; bizim, hem millet olarak, hem de din olarak yeryüzünden silinmemizi istemiştir. Böylece, hem ilâhî dinler arası diyaloğu önlemiş, hem de ardında binlerce masumun kanını bırakmak suretiyle irtibat zemini kurulmasına engel olmuştur. Bu düşmanlığın tezahürleri, bizim vaziyetimize ve kendi durumlarına göre her zaman değişiklik arzetmiştir. Silahla yapamadığı zamanlarda içimize tereddüt ve şüpheler atarak, bizi canevimizden vurmak istemişlerdir. Kendine "müslümanım" diyen neslimizin, sorduğu bazı sorular, tüyleri diken diken etmekte, vehametin korkunçluğu karşısında himmetleri gayrete getirmektedir. Hocamız da, elinizdeki iki bölüm halindeki yazısıyla, bütün bu kültürel kirlenmelere karşı, sığınak olarak Kur'an ve Sünnet'e sarılmanın zaruretini ortaya koymaktadır.
GEREKÇE
"Mükemmel" ve son din olarak gönderilmiş bulunan İslâm'ın iki kaynağı Kitap ve Hz. Peygamber'in yaşayışı ve yorumları demek olan Sünnet'tir. Bu iki asl'a ya doğrudan veya dolayısıyla dayanmayan, bunlardan kaynaklanmayan hiçbir görüş ve uygulama İslâmî bir nitelik taşımaz. Bu sebeple âlimler, sürekli olarak bütün güçleriyle ve ilmî metodlarla bu iki temel kaynağı değerlendirmeye, yaşadıkları devir ve bölge şartlarına göre en uygun uygulama şeklini tesbite çalışmışlardır. Görüş ve uygulamaların böylece "İslâmî bir nitelik" kazanmasını sağlamışlardır. Ayrıca İslâm'a yabancı ne kadar gelişme ve akım varsa, onlara Kitab ve Sünnet ölçüleriyle karşı çıkarak mücadele etmiş ve toplumların İslâmî kimliklerini korumalarına yardımcı olmuşlardır. Buna, bugün çok rahat bir şekilde kültürler arası mücâdele'de İslâm kültürünün ya da İslâm Ülkelerinin kültür politikalarının korunması ve üstün kılınması da diyebiliriz. Yani Kitab ve Sünnet'e Sarılmak (İ'tisam), müslüman ülkelerin kültür politikalarının hem adı hem de vaz geçilmez şartıdır.
Nitekim bir Hadis-i Şerifinde Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Size, sımsıkı sarıldığınız sürece sapıtmayacağınız iki şey bıraktım: Allah'ın kitabı ve Resulü'nün sünneti."(1) İslâm ümmeti için kimlik kaybına uğramamanın, sosyal gelişmelere mağlûb olmamanın yolu, "Kitab ve Sünnet'e Sarılmak"tır. Kabul etmek gerekir ki, daima başıbozuk ve serbest bir hayatı arzulayan his ve heveslerin, Hz. Peygamber'in tebliğ ettiği İslâmî esaslara tâbî kılınması, günümüzün çok karmaşık ve bunalımlı gidişi içinde, geçmiştekinden daha da önemli ve ciddî bir mâhiyet kesbetmiş bulunmaktadır. Bugün müslümanların önemli bir kesiminin, duygularının ve İslâm dışı unsurların, propagandaların yozlaştırdığı bir anlayış ve yaşayışa gönül verdikleri, inkâr kabul etmez acı bir gerçektir. Her hâl ü kârda Kitab ve Sünnet'e bağlı kalması gereken müslümanları his ve heveslerinin uydusu görmek, İslâmî kimlik ve kişilik noktasından, toplumda büyük ve ciddî bir gönül hastalığının varlığına işarettir. Hemen hemen herkes, kendi his ve heveslerine göre müslüman olmaya özeniyor. Konuları fertler "bana göre", topluluklar "bize göre" diye yorumluyor; "İslâm'a göre müslüman olma görevi"ni ihmal ettiklerinin farkına bile varmıyorlar. Bu tavırlarına bir de "çağdaşlık" kılıfını geçindiler mi, tehlikenin boyutları iyice büyüyüveriyor. Oysa his ve heveslere göre müslüman olmak değil, Kitab ve Sünnet'e göre müslüman olmakla görevli bulunuyoruz. "Heveslerine uyanlardan daha sapık kim vardır?" (Kasas: 28-50) "Kim Rabbinin azametinden korkup nefsini heveslerin sevkettiği kötülükten alıkoymuşsa varacağı yer hiç şüphesiz Cennettir." (en-Nâziât: 79/40-41)
Öte yandan "Kitab ve Sünnet'e Sarılmak" ve Hz. Peygamber'in getirdiklerine gönülden tâbî olmak için öncelikle bu temellerin tanınması ve bilinmesi gerekmektedir. İşin ilmî boyutu burada kendisini göstermektedir. Kitab ve Sünnet'in öğrenilmesi, onların mesele edinilmesine bağlıdır. Bu da âyet ve hadîsler üzerinde durup düşünmek ve geçmişteki âlimlerin yorumları ve anlayışlarını öğrenip değerlendirmekle mümkündür.
İslâmî kimlik ve kişiliğe sahip nesiller yetiştirme görev ve sorumluluğunda olan eğitim kurum ve kuruluşları, Kitap ve Sünnet temellerine son derece dikkat etmekle yükümlüdürler. İslâm'ı kendi anlayışlarına göre konuşturma yerine İslâm ne emretmişse onu asıl kabul etme zorundadırlar. Çünkü ne temellerinden saptırılmış bir İslâm anlayışı ne de İslâm'a temelden zıt doktrinler ve anlayışlar müslümanlar için kimlik unsuru olarak düşünülemez. Bu sebeple de özellikle son yıllarda -İslâm'a dost olmayan mihrakların telkin ve teşviki ile- yoğunlaşmış bulunan Sünnet'e karşı tutumlar. Sünnet'in güvenilirliğini sorgulayan anlayış ve beyanlar, İslâm kimliği ve kişiliğine hatta kültür politikalarına muhâlefet anlamı taşımakta ve müslümanlara zarar vermektedir. Kültürler arası mücadelede kendi öz değerlerine sahip çıkabilmenin temel şartı, o kültürün kaynaklarına sıkı sarılmaktır. Bu bakımdan "Kitab ve Sünnet'e Sarılmak" konusu ilmî, dînî ve sosyal açılardan sürekli ve güncel ehemmiyeti hâiz bulunmaktadır.
Burada, "Kitab'a sarılmakla Sünnet'ten müstağni kalınamaz mı?" diye bir soru akla takılabilir. Sünnet'in İslâm sistemi ve müslümanların hayatı açısından önem ve etkinliğini öğreten bizzat Kitab'tır. Sünnet'e sarılmayı emreden Kitab'tır. Bu sebeple de konu hemen bütün musannif muhaddislerce "Kitab ve Sünnet'e Sarılmak" şeklinde değerlendirilmiştir.
Diğer taraftan, Allah'a ya da Allah'ın ipine (Kitap) tutunmak, yani i'tisam, tam anlamıyla ittikâ ve müslüman olarak ölebilmek için de gereklidir. Fertler için bu kadar önemli olan konu, toplumlar için tevhid üzere ictima ve tefrikadan uzak kalmak anlamındadır. Zira konuya ışık tutan âyetler, Hac ibâdetinin icrâ edildiği Mekke'yi tanıtan ve ehl-i kitâb'ın, müslümanlar için arzettiği "gerisin geri küfre çevirme tehlikesine dikkat çeken âyetlerden hemen sonra gelmektedir. Bu gelişten anlaşılmaktadır ki hac, ümmet çapındaki tevhid üzere ictimâın hem bir vesilesi hem de maksatlarından birini oluşturmaktadır." Zira önce tevhid-i kulûb sonra da tevhid-i ef’âl, hak dinin en büyük rüknüdür. Peygamber Efendimizin beyânı ile "Allah'ın yardımı cemaat üzerinedir."(2) Dinin bütün varlığı da cemaatın tesisine bağlıdır. Bu yüzden pek tabiîdir ki, cemaatlerini za'y ve perişan edenler, mutlaka perişan olurlar. Şuna da işaret edelim ki, iman ehli, tevhid-i ef'al (davranış birliği ve bütünlüğü) etmedikçe gerçek ittikaya ulaşamaz ve mutlu sona eremezler. Mü'minleri önce tevhid-i kulûb sonra tevhid-i ef'âl'e iletecek olan esas ise, i'tisâmdır; "Kitab ve Sünnet'e sarılmak", yani müşterek aslî değerlere müştereken sahip çıkmaktır.
İ'tisam için sadece bir cemaat olmak da yetmemektedir. Zira konuyu açıklayan Âl-i İmrân Sûresi âyetleri şöyle devam etmektedir: "İçinizden önde gider, hayra davet eder, ma'ruf île emir ve münkerden nehyeder bir ümmet (grup) olsun, işte onlardır o felâhı bulacaklar." (Âl-i İmran, 3/104)
Ümmet, öne düşen, çeşitli grupları toplayan, kendilerine tâbi olunan cemaat (grup) demektir ki, bunların önünde de İmam bulunur. Cemaatla namaz, burada söylenmek istenen manzaranın gerçek bir görünümünü sergilemektedir. Bu demektir ki, i'tisam için hayr'a davet, emr-i bi'l-ma'ruf, nehiy ani'l-münker yapacak bir ümmet (grup) ve imâmet teşkili müslümanlar için imandan sonraki en önemli görevdir ve bunu yapabilenler ancak felâha erebileceklerdir.(3) Netice olarak, muvahhid, müttehid ve müstakim bir sosyal bünyenin gereği, milletler ve kültürler kargaşası içindeki günümüzde bu gereğin giderek genişleyen boyutlarda hissedilir hale gelmesi, i'tisam konusunun akademik bir programa konu edilmesi yanında ayrıca araştırmaya tabî tutulmasını da zorunlu kılmaktadır. Konuya belli bir yaklaşımın sağlanabilmesi de ancak bu yolla mümkün olabilecektir.
ÇERÇEVE
Bu araştırma, "el-İ'tisam" konusunun hadîs edebiyatı içindeki durumunu ve muhtevâsını tesbit çalışmasıdır. Bu sebeple kaynaklarda bilhassa i'tisam teriminin kullanılmış olmasına dikkat edilecektir. Ne var ki, bu terimi kullanmamakla birlikte lüzûmu's-sünne veya ittibâu's-sünne gibi ifadelerle, müslümanlar için Sünnet'in, dolayısıyla ve öncelikle Kitab'ın gerekliliğine dikkat çeken musanniflerin yaklaşımlarına da imkân ölçüsünde yer verilecek, değerlendirmeler bu çerçevede gerçekleştirilmeye çalışılacaktır.
İleride görüleceği gibi i'tisam teriminin gerek Kur'ân-ı Kerîm gerekse hadis-i şeriflerde geçmekte olmasına rağmen, hadis edebiyâtında müstakil bir bölüm veya bâb olarak ilk kez ne zaman ve hangi kapsamda yer aldığını tesbit edebilmek konuya ait gelişmelerin sıhhatli bir değerlendirmesi için oldukça büyük bir ehemmiyet taşımaktadır.
Konu, Kettânî'nin de isâbetle belirttiği gibi Kütübü's-Sünne diye bilinen ve sünnete ittibaı, onunla ameli teşvik eden, sadr-i evvelden sonra ortaya çıkan bid'aları terketmeyi öğütleyen kitaplarda(4) işlenmiştir. Kabul etmek gerekir ki, başlangıç olarak, sosyolojik ve siyâsî gelişmelerin de etkisiyle bu eserlerde konu daha geniş tutulmuş bulunmaktadır. Meselâ İbn Ebî Asım (287/898)'ın "Sünne"si 108 bâb ve toplam 1559 rivâyetten meydana gelmektedir. Oysa konu, tasnif devri hadis edebiyatında asla bu hacimde ele alınmış değildir.
Şuna da işâret edelim ki, Kettânî'nin "Sünne" sahipleri olarak verdiği listede yer alan bütün musannifler H. 253-290 tarihleri arasında vefat etmişlerdir. Buharî'den önce vefât etmiş tek musannif Ebû Âsım Hubeyş (253/867)'dir. Onun da eseri "Kitâbu'l-İstikâmeti fi'r-Reddi alâ Ehli'l-Bid'a" adını taşımaktadır. Ehl-i bid'ata reddiye olarak kaleme alınmıştır. Bugün elimizde neşredilmiş olarak bulunan Abdullah b. Ahmed b. Hanbel ile İbn Ebî Asım'ın "Kitabu's-Sünne"leri de Buhâri'den sonra olmanın yanında, ehl-i sünnet ve'l-cemaat görüşleri istikâmetinde bid'at ve ehl-i bid'atla mücâdeleye ağırlık veren muhtevalara sahiptirler. Sistematik olarak i'tisamdan bahsetmemektedirler. Bize öyle gelmektedir ki, i'tisam konusunu gerek bir bölüm bütünlüğü içinde sistematik olarak, gerekse müstakil bir eser olarak(5) ilk kez işleyen yine Buhârî olmaktadır.
KAVRAM
el-İ'tisam lügatte, men'etmek, mâni olmak ve korumak anlamlarına gelen el-Isme kökünden iftia1 vezninde türetilmiş bir kelimedir. Âsım, mâni ve hâmi demektir.
"O'nun merhamet ettikleri dışında, bugün Allah'ın emrinden koruyacak hiçbir şey yoktur." (Hûd, 11/43).
"Onları Allah’tan koruyacak hiç kimse yoktur." (Yûnus, 10/27).
"Sizi Allah'ın azabından koruyacak kimse yoktur." (Mü'min, 40/33) âyetleri bu mânâyı açıkça yansıtmaktadır. Yine şu âyet-i kerimede de kelimenin aslındaki "korumak ve başkalarının zararını defetmek" mânâlarını bulmaktayız:
"Allah seni insanlardan koruyacaktır." (Mâide, 5/67)
Hadîste de: "Bunları yapanlar, kanlarını ve mallarını benden korumuşlardır."(6) şeklinde aynı anlamda kullanılmıştır.
"el-İ'tisam" kelimesi âyetlerde temessük (tutunmak) anlamında geçmektedir. Kelime hemen daima bâ harf-i cerri ile ve çoğu kere doğrudan "Allah", bir âyette de "Hablullah" kelimesiyle birlikte kullanılmaktadır. Meselâ:
"Ancak tevbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah'a sarılanlar ve dinlerim sırf Allah'a has kılanlar, işte bunlar müminlerle beraberdirler." (Nisâ, 4/146)
"Allah'a inanıp O'na yapışanları Allah, kendinden bir rahmet ve lütfa sokacak ve onları doğru bir yola iletecektir." (Nisâ, 4/175)
"Kim Allah'a sarılırsa muhakkak ki o, doğru yola iletilmiştir." (Âl-i İmrân, 3/101)
"Haydi namazı kılın, zekâtı verin ve Allah'a sarılın, sahibiniz O'dur. Ne güzel sahib ve ne güzel yardımcıdır O." (Hacc, 22/78)
"Ve topluca Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın." (Âl-i İmran, 3/103)
Hadîslerde de el-İ'tisam kelimesi aynı mânâda değişik kipleriyle kullanılmıştır. Meselâ:
"Allah'ın ipine sımsıkı sarılınız. Zira Allah'ın ipi Kur ân dır."(7)
"Ben size sıkı sarıldığınız sürece asla yolunuzu şaşırmayacağınız Allah'ın kitabını bıraktım."(8) hadisleri bunlardandır.
Aliyyu'l-Kâri'nin de işaret ettiği gibi Kitab'a, Kur'ân'a sarılmak, sünnete sarılmayı gerektirecek, bir başka ifade ile kitaba sarılmak, sünneti yaşamakla gerçekleşecektir. Bu husus ayrıca Hz. Peygamber tarafından açıkça ifade buyurulmuştur:
"Sıkı sarıldığınız takdirde asla yolunuzu sapıtmayacağınız iki şey bıraktım size: Allah'ın kitabı ve Resulü'nün sünneti."(9)
Konunun hadîs edebiyatında aldığı yeri tespit eden sahifelerde de görüleceği gibi, musannifler el-İ'tisam tabirini kitab ve sünnetin her ikisi için birden kullanmışlar. İ'tisam'ın hem kitap hem de sünnete yönelik olduğunu böylece vurgulamışlardır. Bize göre bu, bir çerçeve genişletme değil, konunun gerçek boyutlarını tesbit etmektir.
TARİHÇE
Konunun tarihçesini ya da hadîs edebiyatı içindeki yerini, tasnif devri ve sonraki eserlerde olmak üzere iki ayrı başlık altında tetkik etmek mümkündür.
Tasnif devri eserlerinde el-İ'tisam
İ'tisam konusu tasnîf devri hadîs edebiyatında aşağıdaki şekilde yer almış bulunmaktadır.
Buhârî'de Kitâbu'l-İ'tisâm bi'l-Kitab ve's-Sünne adıyla 96 bölüm olarak 28 bâb ve 95 hadîs.
Müslim'de Kitâbu'l-Fedâil'de 36, 37 ve 38. bâblar. Ayrıca Kitâbu'l-Akdiye'de de Hz. Peygamber'in hükümlerine uymakla ilgili bâblarda konuya yer verilmiş.
Ebû Dâvûd'da; Kitâbu's-Sünne adıyla 39. bölüm hemen tamamıyla müstakil Kitâbu's-Sünne'ler muhtevasına sâhiptir. Özellikle 5. ve 6. bâblar sünnete sarılmakla ilgilidir.
Tirmizî'de; Kitâbu l-İlim'de 16. ve 17. bâblarda toplam 4 hadîs, el-Ahz bi's-Sünne ve İctinâbi'l-Bida ve el-İntiha ammâ nehâ anhu Resûlullah başlıklarıyla.
Nesâi'de; yok. İbn Mâce'de; Mukaddime 1. bâb İttibâ-ı Sünnet-i Resûlullah (sav) ismini taşımakta ve 11 hadîs ihtiva etmektedir. Ayrıca Mukaddime bölümü tamamıyla Kitâbu's-Sünne'lerin muhtevâsına sahiptir. Tamamı 24 bâbtır.
İbn Hıbbân'ın Sahih'inde; el-İ'tisam bi's-Sünneti vemâ Yeteallaku bihâ başlığıyla bir bâb olarak yer almaktadır.
Tasnif devrinden sonraki hadîs edebiyatında el-İ'tisam Tasnîf devri eserlerine dayalı olarak te'lif ve tasnif edilen hadîs külliyâtında i'tisam konusu ihmal edilmiş değildir. Zira aradan geçen zaman ve sosyal gelişmeler, sık sık ve daha işin başında imân ve İslâm ile ilgili bahisler arasında Kitab ve Sünnete sarılmaktan bahsetmeyi gerektirmiştir. Mühyi's-Sünne el-Hüseyin b. Mes'ûd el-Beğavî (516-1122) tarafından hadis edebiyâtı tarihi içinde ilk kez uygulanan bir seçim ve sistemle meydana getirilen Mesâbihu's-Sünne; yine, dikkat ve himmetleri sünnet üzerine çekmek maksadıyla telif etiği Şerhu's-Sünne gibi eserlerde İ'tisam bölümü hemen ilk konular olarak iman bahisleri içinde genişçe yer almaktadır. Aynı durum Câmiu'l-Usûl, Kenzu'l-Ummâl ve et-Terğib ve't-Terhib gibi eski ve et-Tâc gibi cem nitelikli yeni tasniflerde de görülmektedir.
Ayrıca bid'at ve hurâfelerle mücâdele lüzûmunu duyan İmam Şa'rani (790/1388) gibi âlimler de el-İ'tisam adlı eserler kaleme almak suretiyle konunun haiz olduğu fevkalâde önemi gözler önüne sermeye, dikkatleri bu noktadaki tehlikeye çekmeye ve unutulmuş sünnete ait prensip ve uygulamaları canlandırmaya gayret etmiştir.
Günümüzde yaşanmakta olan kültür anarşisi içinde başı dönmüş, kendini unutmuş müslümanlara, İslâm kimliğini hatırlatmak, onlara yakışan yegâne tutumu benimsetmek görev ve sorumluluğu, kim olursa olsun bu işin ehemmiyetini bilenlerindir.
(Gelecek sayıda muhaddislerin konuya yaklaşımı üzerinde durulacaktır)
DİPNOTLAR
1) Muvatta, Kader 3
2) Tirmizi, Filen, 7; Nesâî, Tahrim 6.
3) Bk. Elmalı. Hak Dini. II, 1155, (İst. 1960)
4) Bk. Kettânî, Risâle, s. 37-39.
5) Buhârî'nin, İ'tisam bölümünde yaptığı bir atıf, böyle bir eserinin olduğu izlenimini vermekledir. İleride konuya temas edilecektir.
6) Buhârî, İman, 17, İ'tisam 28; Müslim, İman 34-36.
7) Dârimî. Fedâilu'l-Kur'ân, 1
Ebû Davud, Menâsik, 56; İbn Mâce, Menâsik, 84.
9) Muvatta, Kader 3.
KÜLTÜREL KİRLENME KARŞISINDA KİTAP VE SÜNNET’E SARILMA VE MUHADDİSLERİN KONUYA YAKLAŞIMI -2
Doç.Dr. İsmail L.Çakan
Günümüz İslâm toplumunun önemli problemlerinin başında, nesillerimizin zihinlerinin batının bâtıl safsataları ile kirlenmesi gelmektedir. Bunun da çaresi, geçen sayımızda değindiğimiz gibi, değişmez prensipler mecmuası Kur'ân ve Sünnet'e sımsıkı sarılmaktır. Yazımızın geçen bölümünde, Kitap ve Sünnet’e sarılmanın gereği ve tarihçesine dikkat çekmiştik. Bu bölümde ise ana hadîs kaynaklarımızdaki yerlerini ve muhaddislerimizin ona verdiği önemi göstermeye çalıştık. Geleceği omuzlarında kurmayı ilâhî bir ihsan bilerek tâlip olan nesillerin rehberi olması ümidiyle yazımızı takdim ediyoruz...
YAKLAŞIMLAR
Konuya eserlerinde yer veren musanniflerin, i'tisamı nasıl anlayıp ele aldıklarını, bir başka ifade ile, nasıl yaklaştıklarını tespit etmek, müslümanın kimlik ve kişiliğinin tarih içinde nasıl yorumlandığını da anlamak olacaktır. Bu sebeple öncekilerin konuya yaklaşımlarını tespit etmekte büyük faydalar bulunmaktadır.
1. BUHÂRÎ'NİN YAKLAŞIMI
Concordance'ı hazırlayanlarca yapılan tasnife göre 97 bölümden oluşan Buhârî'nin Sahîh'inde "Kitâbu'l-İ'tisam bi'l-Kitab ve's-Sünne" 96. sırayı almaktadır. Bu bölüm -yukarıda işâret edildiği gibi- 28 bâb ve 95 hadîsten meydana gelmektedir.
Buhârî, öncelikle bölüm adını el-İ'tisam bi'l-Kitab ve's-Sünne diye tespit etmiştir. Bu tespit, Buhârî'ye göre bu iki kaynak arasında fevkalâde sıkı bir münâsebetin olduğu anlamına gelmektedir. Her ne kadar iki şey arasında kesin mübâyenet (zıtlık, farklılık) ifâde eden,"Vav" atıf harfi ile Sünnet, Kitab'a atfedilmişse de bu başlık, "bu ikisinden birine tutunmanın yekdiğerine sarılmak anlamına geldiğine delâlet etmektedir. En azından Buhârî'ye göre böyledir. Nitekim bölüm başlığından hemen sonra, İslâm'ın kemâlini belgeleyen âyetin nâzil olduğu gün konusunda yahûdî bir âlim ile Hz. Ömer arasında geçen konuşmayı vermekte, peşinden de yine Hz. Ömer'in, Hz. Peygamber Efendimiz'in vefâtını takib eden gün minberden müslümanlara hitâben: "Bu Kur'ân, Allah'ın, elçisini kendisiyle doğru yola ilettiği kitaptır. Binaenaleyh siz de ona sarılın ki hidâyete eresiniz" diye tavsiyede bulunduğunu nakletmektedir. Hz. Peygamber'in Abdullah İbn Abbas hakkında: "Rabbim, ona Kitab'ı öğret" duasında bulunduğuna işâret ettikten sonra, Ebu Berze Hazretlerinin: "Allah sizi İslâm ve Muhammed (sav) ile şereflendirdi (her şeyden müstağni ve yüce kıldı)" kanaatine yer vermektedir. Son olarak da Abdullah b. Ömer'in, Abdulmelik b. Mervan'a: "Gücüm ölçüsünde Allah'ın ve Resulü'nün sünneti üzerine seni dinleyip itaat edeceğimi bildiririm" diye mektup yazdığını kaydetmektedir. Buhârî böylece ashâb-ı kirâm'ın kitab ile sünnet'i nasıl bir arada mütâlâa ettiklerini, birini diğerinden ayrı düşünmediklerini belgelendirmiş olmakta ve âdeta bu bölümde konuya nasıl yaklaşacağını belirlemektedir.
Ayrıca burada hemen işâret etmeliyiz ki, Buhârî, i'tisam konusunu fevkalâde önemsediği için Kitâbu'l-İ'tisam adıyla müstakil bir çalışma daha yapmış veya en azından böyle bir çalışmayı plânlamıştır. Zira bu giriş bilgileri arasında "Kitâbu'l-İ'tisam'ın aslına bakılsın" diye bir atıfta bulunmaktadır.
Ne var ki onun böyle bir müstakil eserine ne varlık olarak ne de bilgi kaydı olarak bu atıftan başka hiçbir yerde rastlamak mümkün olmamıştır.
Buhârî, Kitabu'l-İ'tisam'a, Hz. Peygamber'in, cevâmiu'l-kelim niteliğindeki kitab yani Kur'ân ile gönderildiğini tespit ile başlamakta, hemen peşinden de Resûlullah'ın sünnetine uymak gereğini belgeleyen ve Hz. Peygamber'in Allah elçisi olarak kitab ve ümmet karşısındaki konumunu ve evsâfını belirleyen 12 hadîslik uzun bir bâb açmaktadır.
Bu iki bâbın birbirini tâkib etmesi, Buhârî'nin, ümmet için Sünnet'i, kitabın bağlayıcı, uyulduğu zaman kurtarıcı bir peygamberi açıklaması olarak değerlendirdiği anlamına gelmektedir. Çünkü Kitab'ın vahy ve cevâmiu'l-kelim niteliklerinden sonra Hz. Peygamber'in konumunu ve O'nun yolunu izleyenlerin kurtulacağını belgeleyen hadîsleri vermek, ancak böyle bir düşüncenin sonucu olabilir.
Sünnetin bağlayıcılığına inanmanın bir başka tabiî sonucu gereksiz sorularla yeni bazı sınırlamaların getirilmesine meydan verilmemesidir. Buhârî bir önceki bâb'ın son hadîsi olarak Hz. Peygamber'in: "Ben sizi kendi halinize bıraktığım sürece siz de beni kendi halime bırakınız. Zira sizden öncekiler, gerekli-gereksiz sual sormaları ve peygamberlerinin tebliği ve konumu) hakkında ihtilafa düşmeleri sebebiyle helâk olmuşlardır. Binaenaleyh ben sizi bir şeyden nehyettiğim zaman ondan derhal kaçının; bir şeyi de emrettiğimde gücünüz ölçüsünde onu yerine getirin" hadîsi ile bitirmişti. Peşinden hemen: "Çok sual sormanın ve kendisini ilgilendirmeyen konuları deşiştirmenin çirkinliği" başlığıyla bir bâb açmak suretiyle hem konunun genel akışını hem de bu iki bâb arasındaki sıkı münasebeti ve uyumu gözetmiş ve göstermiştir. Dokuz hadîslik bu başlık altında, Hz. Peygamber'i kendi haline bırakmanın, her şeyi sormamanın lâzım geldiği, hele hele "açıklanması halinde soran için utanç vesilesi olabilecek konuları " hiç sormamak gerektiği, zira Hz. Peygamber'in açıklamasına itiraz ya da onu temyiz imkânı bulunmadığı, gereksiz soruların "Allah'ı kimin yarattığı?" gibi tamamen teorik ve tehlikeli noktalara kadar uzanabileceği, oysa hakkında yeter bilgi verilmemiş (ruhun mâhiyeti gibi) konuların bulunduğu hatırlatılmıştır. Buhârî bu konulara işâret eden hadîsleri bu bâb'ta sıralamak suretiyle her akla gelen konunun sorulmasında ve her konuda nihâî bir açıklama getirilmesinde insanlar için fayda olmadığını, Kitab ve Sünnet'in bazı hususlarda bilerek sınırlama getirmediği ya da başka bir ifâde ile bilinçli boşluklar bıraktığını, onları böylece kabullenmenin de Kitab ve Sünnet'e sarılma gereği olduğuna dikkat çekmiştir. Konu üzerinde biraz düşünülecek olursa, Buhârî'nin bu yaklaşımının isâbetli, hikmet-i teşriiyye ve maslahat-ı nâs'a uygunluğu anlaşılacaktır.
Buhârî dördüncü bâb olarak Hz. Peygamber'i açıklama zorunda bırakmamak gerektiği fikrinin devamı ve tamamlanması için "Nebî (as)nin fiillerine uymak" konusuna yer vermiştir. Bu başlık altında, Hz. Peygamber'in altın yüzük taktığını, sonra bîr gün bunu çıkarıp bir daha asla takmayacağını belirttiğini, ashâb-ı kirâm'ın da sözlü bir talimat almadan her iki halde de Hz. Peygamber'i izlediğini, yani O'nun fiillerine aynen uyduklarını anlatan rivâyeti nakletmiş ve böylece fiilî sünnetler konusunda ne yapılması gerektiğine açıklık getirmiş, kendi kanaatini de böylece belirtmiştir.
Aynı konunun temellere inen uzantısı olarak Buhârî, "zorlamanın, ilimde münâzaanın, dinde ve bid'atta aşırılığın çirkinliği (kerâheti)" hakkında yedi hadîs zikretmekte, Hz. Peygamber'den ileri bir müslüman olunamayacağını, Hz. Peygamber gibi olmaya çalışmanın bir i'tisam anlamı taşıdığını, ümmetin görevinin kendilerinden istenenden ibâret olduğunu belirleyen ve Hz. Peygamber'in kendisine has bazı farklı ve ileri uygulamalarının olabileceğini, ümmetin konumunu ve dolayısıyle Kitab ve Sünnetle sarılma kavramını belli ölçüde açıklayan rivâyetlere dikkat çekmektedir. Bir başka ifade ile sünnete uymanın Hz. Peygamber'in her hareketini aynen uygulamak anlamına gelmediği gibi, dindarlık olsun diye Hz. Peygamber'in işleyegeldiği bazı uygulamalardan kaçınmanın da sünnete uyma göreviyle bağdaşmadığını anlatmaktadır. Buhârî, burada Sünnet'in i'tidal vasfının i'tisam konusunda hangi anlama geldiğini açıkça göstermiş olmaktadır.
Kitab ve Sünnet' e sarılma konusunda en olumsuz durum, sünnet dışı uygulamalar (bid'atlar) icad etmek, bid'atçılara şu veya bu şekilde destek olmaktır. Bu sebeple Buhârî, altıncı bâb olarak herhangi bir bid'atçıyı barındıran, ona yataklık edenin vebâli'ni işlemektedir. Bu başlık altında, Sünnetin beşiği Medine'de bir bid'at çıkaranın ya da öyle birini barındıranın; Allah'ın, meleklerin ve tüm inananların la'netine müstehak olacağını bildiren rivayete yer vermekte, durumun vehâmetini göstermektedir.
Kitab ve Sünnet'ten ayrılmanın bîr başka yolu mücerred re'ye tâbî olmaktır. Buhârî, yedinci bâb olarak hemen bu konuya girmekte ve "re'yi ve zorlama kıyası kötüleyen rivâyetlerdi sıralamaktadır. Re'ye ve kıyâs'a fazla güvenmemek gerektiğini, Sünnet'i ölçü almanın birçok dinî ve siyâsî sıkıntıdan uzak kalmanın yolu olduğunu belgeleyen iki rivâyetle bu konuya açıklık getirmektedir. Peşinden de, "hakkında vahy gelmemiş konularda Hz. Peygamber' in tavrının, 'bilmiyorum" demek ya da vahy gelinceye dek beklemek olduğu, ama asla re'y ve kıyas ile cevap vermediği gerçeğini bâb başlığı olarak tesbit etmektedir. Bu başlık altında da mirasla ilgili suallere Hz. Peygamber'in miras âyeti nâzil oluncaya kadar cevap vermediğine dair bir rivâyeti nakletmektedir.
Buhârî, Hz. Peygamber'in tutumunu anlatmaya yeni bir başlıkta devam etmekte ve O'nun, kadın-erkek tüm ümmetini, Allah'ın kendisine öğrettiği vahy (nass) ile eğittiğine re'y ve kıyas ile eğitmediğine dair bir rivayeti nakletmektedir. Müellif, Hz. Peygamber'in vahye yâni nassa bağlılığını hatırlatmak suretiyle O'nun ümmetinin de aynı şekilde davranması gerektiğine, eğitim, fetvâ, tebliğ gibi konularda sünnet'e sarılmanın böyle bir uygulama ile gerçekleşebileceğine dikkat çekmek istemektedir.
Buhârî, bütün saptırma gayretlerine ve sapıklık âmillerine rağmen Muhammed Ümmetinden bir grubun Kıyâmete dek hak üzere bulunacağı ve bu grubu "ilim ehli"nin oluşturacağına dair açtığı onuncu bâbta, konuyu belgeleyen iki hadîse yer vermektedir. Böylece, toplu bir sapıklık olmayacağını, önemli bir grubun, bilenler grubunun hak üzere yaşayacağını belirlemekte; ilmi, Kitab ve Sünnet dışı tavırlara kapılmama garantisi olarak değerlendirmektedir.
Daha sonra "gruplara ayrılmanın bir tür azab vesilesi olduğuna işâret eden âyeti" bâb başlığı yapan müellif, bu âyetle ilgili bir rivâyeti sevketmektedir.
Buhârî, bu noktada "Allah Teâlâ'nın hükmünü belirttiği bir hükme benzeterek hüküm vermek"le ilgili bir bâb açmakta ve Hz. Peygamber'in İki konuda böylesi bir kıyas ile verdiği İki hükmü zikretmektedir. Birinci hüküm, esmer bir çocuğu olan kişinin itirazını, develeri misal getirerek soya çekim olabileceği ile değerlendirmesidir. İkincisi ise, annesinin hac etme adağını onun yerine îfâ edip edemeyeceğini soran kadına, "annenin borcunu versen ödemiş olacağın gibi, adağını da yerine getirebilirsin" diye cevaplandırması hâdisesidir.
Buhârî böylece Allah teâlâ tarafından hükmü belirlenmiş meselelere kıyâsen verilecek hükümlerin, "kitaba sarılma" anlamına geldiğini ve geçerliliğini vurgulamaktadır.
"Kadıların, Allah'ın indirdiği ile hüküm vermeye çalışmaları, içtihadları, hikmetle hüküm verenleri, (şahsî olarak hükmü zorlamayanları) Hz. Peygamber'in övmesi ve halîfelerin eh'l-i ilm ile istişâre etmeleri, konuları ehl-i ilme sormaları" başlığı altında müellif, iki hadîs zikretmekte, ümmete yakışan uygulamanın böyle yapılması olduğuna işâret etmektedir.
Kitab ve Sünnet'e bağlılık konusunda en büyük sapmanın geçmiş ümmetleri izlemek olduğuna da Hz. Peygamber'in, "sizden öncekilerin yoluna uyacaksınız" hadîsini başlık yaparak işâret eden Buhârî, yahûdî ve hristiyanların, müslümanlar için olumsuz etkisinin kaçınılmazlığına delâlet eden iki hadîs nakletmekte ve i'tisam'ın ne kadar zorlu bir iş olduğunu göstermeye çalışmaktadır.
Buhârî, "sapıklığa çağıranların ya da kötü bir çığır açanların vebâli" ile ilgili olarak açtığı bâbta, "katl" olayını ilk başlatan Hz. Âdem'in oğluna, her haksız adam öldürme olayından bir sorumluluk payı ayırıldığını bildiren hadîsi vermekte, bu durumun, hristiyanlıktaki ilk günah telakkisi ile hiçbir ilgisinin olmadığını da "...bilgisizce saptırdıkları kimselerin günahlarını kısmen yüklenirler..." (Nahl, 16/25) âyetini zikrederek göstermektedir.
"Hz. Peygamber'in beyânları, âlimlerin ittifakına ve Mekke-Medine ehlinin üzerinde birleştiği konulara dikkat edilmesinin teşviki, Hz. Peygamber'in, muhâcirlerin ve ensârın Medine'deki yerleri, Hz. Peygamber'in musallâsı, minberi ve kabri (gibi) makamlar" başlığını taşıyan ve 22 hadîs ihtivâ eden 16. bâb'in ilk bakışta i'tisam ile alâkasını tesbit etmek mümkün gözükmemektedir. Hele de "Medine'nin faziletleri" bölümünde, buradaki birçok hadîsin yer aldığını hatırlayınca, bu daha da güçleşmektedir. Ancak biraz üzerinde durulunca, Hz. Peygamber'e ait sözlü ve fizikî hatıraların bulunduğu sünnetin beşiği, İslâm'ın ilk başkenti Medine'nin i'tisam açısından öneminin fevkalâde olduğu anlaşılacaktır. Çünkü orada yapılacak bir yanlışın bid'at olarak ümmete etkisinin derin olacağı kesindir. Bu sebeple Medine ve Medinelilerin amellerinin Kitab ve sünnete sarılma bakımından ölçü olma niteliği yönüyle, bu bölümde tetkik edilmesi, oldukça köklü bir alâkanın tabiî sonucudur. (İmam Mâlik'in Ehl-i Medine'nin ameline ciddi değer atfetmesi de burada hatırlanmalıdır.) Yoksa sırf bir "üstünlük ispatı için" (1) ele alınmış değildir. Bazı merkezlerin İ'tisam açısından büyük önem taşıyacağı gerçeğini gözler Önüne sermesi bakımından da bu bâb oldukça dikkat çekicidir.
Buhârî, "Leyse leke mine’l-emri şey’ün" (Âl-i İmran, 3/128) âyeti ile ilgili olarak açtığı bâbta Hz. Peygamber'in sabah namazının son rekatında rükudan sonra bazı kişilere lânet okuması karşısında bu âyetin nâzil olduğunu, binaenaleyh Allah'a ait tasarruflarda, Peygamber (sav)'i ilgilendiren herhangi bir hususun bulunmadığını kaydetmektedir. "Kitaba uymak Peygamber dahil herkes için baş görevdir" mesajına dikkat çekmektedir.
"İnsanın çokça cedel yanlısı olduğu" ve "ehl-i kitab ile en güzel şekilde mücâdele ediniz''' âyetleriyle ilgili olarak açtığı 18. bâbta Buhârî, Hz. Ali'nin insanların tartışma meraklarını temsil eden bir davranışı ile Hz. Peygamber'in ehl-i kitaba hitabını içeren iki hadîsi nakletmektedir. İşi cidal ve münakaşaya döktüğünüz i'tisam konusunda belli zaafların belireceğine böylece dikkat çekmiş olmaktadır.
"Müslümanların orta ümmet olduğunu belirleyen âyeti" ve "Hz. Peygamber'in, ilim ehlinden oluşan cemaatın iltizam edilmesi ile ilgili emri"ni esas alan bâbta Buhârî, sadece Ümmet-i Muhammed'in âhirette öteki ümmetlere şâhidlik edeceğine dair bir hadîs nakletmektedir. Bâb başlığının ikinci kısmı bîr anlamda delilsiz kalmış gözükmektedir.
Buhârî, "hâkimin bilgisizliği sebebiyle verdiği hükümde Hz, Peygamber in hükmüne ters düşmesi halinde bu hükmün" dinimizde olmayan bir amel işleyenin bu ameli merduddur "hadîsinin hükmü gereğince geçersizdir" başlığı altında Hayber hurmalarını toplamakla görevlendirdiği sahâbinin uygulamasını tasvip etmediğini gösteren bir rivâyeti vermektedir. Böylece geçerlilik için Kitab yahut Sünnet'e uygunluğun vazgeçilmez unsur olduğu anlatılmak istenmiştir.
"Hâkimin içtihad edip hüküm verdiği zaman isâbet etse de etmese de alacağı ecir" başlığı ile Buhârî, sorumluluğunu tam anlamıyla yerine getiren, gerçeği bulmak için son gayretle elinden geldiğince çalışan ve bir hükme varan hâkimin isâbet halinde iki; hata halinde bir sevab kazanacağını bildiren hadîsi zikretmektedir. İçtihadın, yani Kitab ve Sünnet'e uygun hüküm verebilmek için gayret etmenin bizzat sevablı bir iş olduğunu, isâbetli bir sonuca ulaşma halinde bunun ikiye katlanacağını belirlemekte; bütün meselenin, kitab ve sünnet çerçevesinde kalmayı temel almak olduğuna dikkat çekmektedir.
"Nebi(as)'nin hükümleri ortadaydı diyenlerin aleyhine delil ve ashab-ı kirâmın bir kısmının Hz. Peygamber in savaşlarından ve bazı İslâmî meselelerden haberdâr olmadığı" başlığı altında Buhârî, Hz. Ömer'in, isti'zan'ın üç kez olup üçüncü izin istemeden sonra, kapıda beklenmeyip gidileceğini bilmediğini, peşinden de Hz. Ebû Hureyre'nin, "müslümanların kimilerinin ticaret, kimilerinin de bağ ve bahçeleriyle meşgul olduklarını ve fakat kendisinin karın tokluğuna sürekli Hz. Peygamber'i izlediğini ortaya koyan sözleriyle ilgili" iki rivâyeti nakletmektedir. Böylece ashabın, her olay ve bilgiye doğrudan değil, bilvasıta muttalî olduklarının da bilindiğini, Kitab ve Sünnet'e bağlılığın, amelin, haber-i vahid'e itimat ile de oluşabileceğini anlatmaktadır.
"Başkalarının değil, sadece Hz. Peygamber'in herhangi bir şeyi reddetmemesi delildir, diyenler" başlığı altında Câbir b. Abdillah'ın, İbnu's-Sayyâd'ın deccal olduğuna yemin ettiği, bunu nasıl yapabildiği sorulunca da: "Hz. Peygamber'in huzurunda aynı konuda Hz. Ömer'in yemin ettiğini ve Hz. Peygamber' in de bunu reddetmediğini, buna mânî olmadığını" söylediği ile ilgili rivâyeti nakletmektedir. Böylece Buhârî de, Hz. Peygamber'in reddi terketmesinin delîl sayılacağı kanaatine iştirak etmiş olmaktadır.
"Deliller yardımıyla anlaşılabilen hükümler, delâletin mânâ ve yorumu" başlığıyla açtığı bâbta Buhârî, Hz. Peygamber'in değişik konularda farklı tavır ve yorumlarıyla bazı hükümlerin delillerine işârette bulunduğuna dair altı rivâyet zikretmektedir. Bu bâbta yer alan rivayetlerden anlaşılmaktadır ki, Hz. Peygamber (sav)'in tavırları bazı hükümlere ulaşabilmekte delil niteliği taşımaktadır.
Ayrı bir bölüme başlıyormuş gibi besmele yazıldıktan sonra açılan 25. bâb; "Hz. Peygamber'in, ehl-i kitaba bir şey sormayın talimâtı" başlığını taşımakta ve iki hâdîs ihtivâ etmektedir. Bu kısmın i'tisam açısından özel bir önemi olduğu açıktır. Zira kitab ve sünnete sarılmak konusunda müslümanları olumsuz yönde ciddî şekilde etkileme şansına ancak ehl-i kitab sahip bulunmaktadır. Ayrıca ne de olsa, vahy mahsûlü birer kitaba sahiptirler. Onları taktik de tekzip de bazı sakıncalar taşımaktadır. Bu sebeple ve gerçek öğrenilinceye kadar: "Biz Allah'a, bize indirdiğine ve size indirdiğine de inanıyoruz" deyip müslümanca tavır koymak, tartışmaya ve bilgi alışverişine girmemek en doğru harekettir.
Buradan, müsteşriklerce gerçekleştirilen araştırmalar konusunda da, müslüman bilginlerce aynı konuların araştırılmasına kadar "çekimser" bir tavır içinde olmanın, hemen mutlak doğru imiş gibi müsteşrik iddialarını kabullenmemenin bir sünnet olduğu sonucu çıkarılabilir. Kabul için de redd için de bilgiye, müslümanca bir yaklaşımla ortaya konmuş bir bilgiye ihtiyaç bulunmaktadır.
"(Kitab ve Sünnet'e) hilaf ve münâkaşanın kerâheti" başlığı altında Buhârî, Kur'ân'ı gönül huzur duyduğu sürece okumak gerektiğini, başka şeyler düşünmeye başlayınca okumayı kesmeyi, Hz. Peygamber'in huzurunda tartışmanın yersizliğini ve bazı mahrûmiyetlere sebep olduğunu üç rivâyetle anlatmaya çalışmaktadır.
"Mübah olduğu bilinmesi hali müstesnâ, Hz. Peygamber'in nehyi, tahrim ifâde eder, emri de böyledir (helallik ifade eder)" başlığı altında da Buhârî, iki ayrı olay ve rivâyetle konuya açıklık getirmektedir.
"Şûra" ile ilgili âyeti konu aldığı bâbta Buhârî, Kitab ve Sünnet'e bağlılık konusunda meşveret ve danışmanın önemine Hz. Peygamber'in mübârek hayatlarından, hulefâ-i râşidinden örnekler vermek suretiyle işâret etmektedir. Şûra ya da meşveretin karardan önce olması gereğine ayrıca parmak basmaktadır. Meşveretin gâyesi de Kitab ve Sünnet'e uygun, anlara bağlılığı perçinleyici çözüm yolları bulmaktır. Yani i'tisam için şûra mesajı verilmektedir. Başka bir ifade ile meşveret, Kitab ve Sünnet'e sarılmayı sağlarsa, sistemdeki fonksiyonunu icrâ etmiş, yani bir anlam kazanmış olacaktır. Yoksa Kitab ve Sünnet'i dışlamak ya da onlardan yan çizmek için meclisler kurmak bir hüner değildir.
Bize öyle geliyor ki Buhârî, "şûra, i'tisamın denetim ve yenilenmesi müessesesidir" demek istemektedir.
Bu özet değerlendirmeler ışığında Buhârî'nin İ'tisam konusuna yaklaşımını şöylece maddeleştirmek mümkündür:
Kitab ve Sünnet'e bağlılık,
Sünnet'te Kitab'ın yönlendirici etkisi,
Hz. Peygamber'in Kitab'a bağlılığı,
Ümmet içinde Hakka (Kitab ve Sünnet'e) bağlı bir grubun sürekli bulunacağı (i'tisamın sürekli gündem maddesi olacağı, çünkü temel vasıf olduğu),
Tefrikanın azap sebebi olduğu,
Sünnetten ayrılıp bid'at ihdas etmenin, mücerred re'y ve kıyasla sonuçlara gitmeye çalışmanın sapıklık ve ayrılık sebebi olacağı,
Geçmiş ümmetleri taklid etmenin ümmet bütünlüğüne ve değerlerine zarar vereceği,
İçtihadın i'tisam fikri ve çizgisinde olması lâzım geldiği,
Şûra, istişâre geleneği (i'tisam noktasındaki sıkıntıların çözüm yolu)
2. İBN HIBBÂN'IN YAKLAŞIMI
En son "Sahih" musannifi kabul edilen İbn Hıbbân el-Bustî (354/965) konuya değişik sayılabilecek bir yaklaşıma sahiptir. Bilindiği gibi İbn Hıbbân'ın eseri, İbn Belbân (739/1339) tarafından "el-İhsân bi Tertibi Sahîhi İbn Hıbbân" adıyla yeni bir şekle konulmuş bulunmaktadır.(*) Bu yeni şeklinde Sahîh'in ikinci bâbı i'tisam ile ilgilidir. Müellif konuyu bir bâb ve iki fasıl içinde ele almaktadır:
Bâb başlığını "Sünnete sarılmak ve nafile emir-nehiy olarak sünnete taalluk eden hususlar" teşkil etmektedir. Hz. Peygamberin ümmet açısından konumunu belirleyen iki temsilî beyânı muhtevî hadîslerden sonra şu yan başlıklar dikkati çekmektedir: "Fırka-ı nâciye'nin niteliği, mü'mine Hz. Peygamber'in sünnetlerini iltizam etmesi ve sünnetten uzak duran bid'at ehlinden kendisini kollaması gerektiği, strât-ı müstakim dışındaki yollan izlemeyi terketmek, emirlerini her şeye tercih ederek Allah ve Resûlü'nü seven ve rızalarını kazanmayı isteyenlerin Cennette Hz. Peygamber (sav)'le beraber olacağı, Hz. Peygamber'in gidişâtına (hedy) uymanın gereği, kişinin tüm fiillerinde sünnet uygulamasını araması ve bu uygulamaya ters düşen her bid'attan uzak durmanın lüzûmu, hırs, neşe ve gayreti, sünnetten yana olanların kurtulduğu, Peygamber' in tüm sünnetlerinin Allah'tan olduğu, kendi heva ve hevesinden kaynaklanmadığı, söz ve fiillerinin tamamında Hz. Peygamber'in sünnetinden yüz çevirmemek lâzım geldiği..."
İbn Hıbbân bu bâb için açtığı ilk fasılda, Hz. Peygamber'in durum ve konumunu tespite çalışmaktadır. İlk olarak Hz. Peygamber'in söz, fiil ve her ikisiyle birlikte ümmetine muhtaç oldukları şeyleri emrettiğini ele almakta, sonra da dış görünüşüyle anlaşılacak şekilde açıklanmış olmadıkça Hz. Peygamber'İn emrinin geçerli olmayacağı iddiasını çürüten bir hadîse yer vermekte ve bu noktada kendisi de bir sayfayı aşkın bir açıklamada bulunmaktadır. "Emrettiği ve nehyettiği konularda Allah ve Resûlü'ne itaat edenin Cennete gireceği başlığıyla sünnete uymanın mutlu sonuna işâret etmektedir." "Hz. Peygamber'den sâdır olan evâmir ve nevâhi'nin güçleri nispetinde ümmet fertlerine farz olduğunu, bundan ayrı kalmanın câiz olmadığı"nı belirlemekte, mübahlık ifâde ettiğine delil olmadığı sürece nevâhi'nin kesinlik ve gereklilik ifâde ettiği, Hz. Peygamber'in "size birşey emrettiğimde...'" ifâdesinden maksadın, "din işlerine dâir" demek olduğu; "dünya işleriyle ilgili" demek olmadığı, Resûlullah'ın sünnetlerine boyun eğmeyenlerde veya bazı ters kıyaslamalara giderek sünnetten yüz çevirenlerde iman bulunmadığı, birtakım asılsız te'villerle sünnetten yüz çeviren ve kabul ettiği için o tür te'villere karşı çıkmayanların ehl-i bid'at'tan oldukları, Allah ve Resûlü izin vermediği sürece müslümanların işlerinde bazı yeni değişiklikler yapmanın yasak olduğu, Kitab ve Sünnette aslı bulunmayan ihdas edilmiş olan her şeyin merdûd yani gayr-ı meşru ve gayr-ı makbûl olduğu gibi hususlara dâir rivâyetleri zikretmektedir.
İbn Hıbbân ikinci fasılda da, sahih olduğunu bilmediği halde Hz. Peygamber'e bir söz isnadına kalkışanın cehenneme gireceğim, bu kanaatin doğruluğuna işaret eden iki haberi şâhid olarak zikrettikten sonra, kasden Hz. Peygamber'e yalan İsnâd edenin cehenneme kesin olarak gireceği ve son olarak da Hz. Peygamber'e yalan isnat etmenin en büyük iftira ve bühtân olduğunu belirleyen bir rivayete yer vermektedir.
Böylece İbn Hıbbân, sünnet ve Hz. Peygamber'in konumu ve O'nun İslâm açısından ifâde ettiği anlam üzerinde durmuş, sistemin bu noktadaki hassasiyetini belirlemeye çalışmış olmaktadır.
3. EL-BEĞAVÎ'NİN YAKLAŞIMI
El-Beğavî (516/1122)’nin i'tisam konusuna yaklaşımını tesbit için onun elimizde bulunan iki eserini incelemek ve karşılaştırmak gerekmektedir. Aslında eserlerin karakter farklılığı karşılaştırmaya pek de imkân bırakmamaktadır. Biz önce her iki eserdeki durumu ayrı ayrı tespit etmek istiyoruz.
a.Mesâbîhu's-Sünne'de İ'tisam
Kitâbu'l-İmân'ın beşinci bâbı olarak "el-İ'tisam bi'l-Kitab ve's-Sünne'ye yer veren el-Beğavî, bu eserdeki usûlü gereğince, Sıhah grubuna dâhil 14; Hısan grubuna dâhil 21 hadîs sevk-etmektedir. Mesâbih'te i'tisam, Kitâbu'l-İmari'ın en son bâbı olmaktadır.
Yaklaşım, seçilen hadîslerin sıralanışında yatmaktadır.
b. Şerhu's-Sünne'de İ'tisam
El-Beğavî (516/1122), hadîs kaynaklarından seçtiği sünnet malzemesini, hiçbir mezhebin 'görüşüne bağlı kalmaksızın şerhetmek ve böylece Sünnet'in fıkhının hayata İntikalini bir ölçüde de olsa, canlandırmak maksadıyla kaleme aldığı Serhu's-Sünne'de i'tisam konusunu bâb olarak şöyle ele almaktadır:
El-İ'tisam bi'l-kitab ve's-Sünne,
Kitab ve Kurtarıcılığı,
Sünnet ve Kurtarıcılığı,
Bid'at ve hevâ'nın reddi (Reddü'l-Bid'a ve'l-Ehvâ)
Hevâ ve Heves Düşkünlerinden uzak durmak (Mucânebetu ehli'l-Ehvâ),
Sünneti ihya edenin ecri, bid'atçının vebali.
4. İBNU'L-ESÎR'İN YAKLAŞIMI
İbnu'l-Esîr (606/1209), altıncı kitab olarak Muvatta'ı kabul ettiği cem çalışması Câmiu'l-Usûl'ünde İ'tisam konusunu, ikinci kitab olarak ve el-İ'tisam bi'l-Kitab ve's-Sünne başlığıyla ele almaktadır. Sonra da,
El-İstimsak bihimâ (Kitab ve sünnete tutunmak)
El-İktisâd ve'l-İhtisâr fi'l-Amel (Amelde orta yolu tutmak) şeklinde konuya yaklaşmaktadır.
Burada hemen işâret edelim ki İbnu'd-Deyba'da Câmiu'l-Usûl'ün muhtasan Teysîru'l-Vusûl'de aynı çizgiyi -tâbiî olarak- takip etmiş, sadece son başlıktaki "ihtisar" kelimesini kaldırmıştır.
5. ALİ EL-MUTTEKÎ'NİN YAKLAŞIMI
Bölüm adları alfabetik olarak tasnif ettiği Kenzu'l-Ummâl'inde Ali el-Muttakî (975/1567) el-İ'tisam bi'l-Kitab ve's-Sünne'yi genişçe bir bâb olarak ele almıştır. Bâbın son kısmında bid'adle ilgili bir fasıl açmakta böylece sünnet-bid'at zıddiyeti içinde konuya ait iki yüze yakın (196) rivâyet zikretmektedir. Ayrıca konuya Kitâbu'l-İmân içinde yer vermekle i'tisam'ı asıl ait olduğu yerde değerlendirmiş olmaktadır.
6. MANSUR ALİ NÂSIF'IN YAKLAŞIMI
Müellif, et-Tâcu'l-Câmi' li'l-Usûl fî Ehâdisi'r-Resûl (sav) adlı derleme eserinde el-İ'tisam bi'l-Kitab ve's-Sünne'ye Kitâbu'l-İslâm ve'l-İmân bölümünün 6. bâbı olarak yer vermiştir. Bu bâb'ta 16 hadîs zikretmiş, hemen peşinden de amelde iktisad ve devamlılık konusuna dair hadîsleri sevketmiştir.
Et-Tâc müellifi İbnu'l-Esîr'le büyük bir paralellik içinde konuya yaklaşmıştır.
Sadece amelde iktisad bâbına devamlılık unsurunu ilâve etmiş gözükmektedir.
DEĞERLENDİRME
"Târihçe" ve "Yaklaşımlar" başlıkları alında dercettiğimiz tesbitlerde açıkça görüldüğü gibi el-İ’tisâm konusu;
1. Ya müstakil bir bölüm olarak (Buhârî'de olduğu gibi),
2. Ya bir ( veya birkaç) bâb olarak,
3. Veya Kitâbu's-Sünne adıyla Sünen'ler içinde yahut da müstakil eser olarak,
4. Ya da İman bölümünün bir bâb'ı olarak değerlendirilmiştir.
Bu gelişme çizgisi, i'tisâm konusunun temelde İslâmî kimlik ile alâkasının ortaya konması anlamındadır. Bu arada Dârimî ve İbn Mâce'nin sünnete sarılma konusunu i'tisam terimini kullanmadan da olsa, Sünen'lerine mukaddime yapmaları, konunun H. III. asırda kazandığı güncelliği ve ümmet için arzettiği önemi gözler önüne sermek bakımından ayrıca ehemmiyet arzetmektedir. İmam Müslim'in İ'tisâm'a, Fedâil bölümünde Hz. Peygamber'i tanıttığı kısımda, O'nun sîret ve sünnetine karşı takınılması gerekli tavırları işlerken değinmesi de ayrı bir bakış açısını yansıtması bakımından târihî değere sahiptir.
Sonraki dönemlerde müellifler kendi zamanlarının dinî ve sosyal şartlarına göre i'tisam konusunu işleyegelmiştir. Bugün de yapılacak iş, mevcut duruma göre müslümanlara, İslâmî kimlik ve kişiliklerini koruyabilmeleri için, onları Kitab ve Sünnet çizgisinde tutmak için yeni tertip ve düzenlemelerle eserler ortaya koymaktır.
DİPNOTLAR
1) Böyle bir gerekçe için bk., İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, XIII, 312
(*) Bu baskı, Şuayb el-Arnaût tahkikiyle, fihristiyle beraber 18 cilt olarak tamamlanmıştır (Beyrut, 1991).
SÜNNETİN TESBİTİ VE TEŞRİDEKİ YERİ
Fethullah Gülen
Burada şu noktayı ifade etmek gerekiyor ki, hadîsçiler, İbnü'l-Cevzî için, fazla dikkatli olmadığından pek çok sahih hadîse 'mevzû" veya 'metrûk' damgası vurması sebebiyle "mütesahil" derler. Onun mevzu olduğuna hükmettiği hadîsleri İbn Hacer gibi hâtimü'l-huffaz, ve Resûlullah'la yirmisekiz defa vicahi görüşen Celâleddin es-Süyûtî de yeniden tetkikten geçirmiş ve: "Ben bunların içinde mevzu' hadîs görmedim; belki zayıf olabilir" demişlerdir. Süyûtî, ayrıca İbnü'l-Cevzî'nin "Mevzûâtü'l-Kübra"sını da tetkik ederek, 'yapma inciler' mânâsına gelen meşhur "el-Leâli'l-Masnûa"sını yazmış ve İbnü'l-Cevzî'nin mevzu" dediği hadîslerden hangisinin gerçekten mevzû', hangisinin metrûk ve hangilerinin sahih olduğunu göstermiştir.
Şimdi, bu kadar tahkik, bu kadar ince eleyip sık dokuma ve rivayet hususunda gösterilen bu kadar titizlikten sonra, sahih hadîs külliyatı ve sahih hadîs mecmuaları hakkında hâlâ şüpheler irâd etmek İslâm'ın ikinci büyük ve mühim kaynağına leke sürmeye çalışmak, acaba neyle izah olunabilir?"
Halk arasında hadîs diye meşhur olmuş pek çok mevzûât vardır.
Bu türden yüzlerce "mevzû" hadîse dokunulmaz, hattâ konuşmalara, sohbet ve yazılara konu edilirken, bugün Buhârî, Müslim ve Kütüb-i Sitte'den diğer dört kitapta geçen ve muhaddisîn-i kirâmca sahih kabul edilen pek çok sahih hadîse dil uzatılmaktadır. Meselâ, bunlardan biri, Buhârî'nin rivayet ettiği şu hadîstir: "Tevrat'ta (Rasûlullah (sav) hakkında) şu âyet vardır: "Ey Nebî, seni şâhid, (ümmet-i Muhammed'in imanlarına, İslâmlarına şehâdet ve nezâret edici), (doğru yolu, doğru yolun encâmı cenneti) müjdeleyen (eğri yolun encâmından) sakındıran, şu ümmî cemaate bir zırh, bir kale olarak gönderdik. Sen, Benim kulum ve rasûlümsün. Ben, seni "Mütevekkil" (her nebî tevekkül etmişse de, husûsiyle seni hakkıyla tevekkül eden) olarak isimlendirdim. O, haşin, kaba, öfkeli, hiddetli, şiddetli ve sokaklarda gezerken bağıran bir insan değildir. Kötülüğü kötülükle savmaz. Fakat affeder, bağışlar. Şu binbir puta tapan, eğri (büğrü yollara sapmış) kavmi "lâ ilâhe illallah" diyerek doğrultuncaya ve bununla görmeyen gözlen, duymayan kulakları ve kapalı kalbleri açıncaya kadar Allah onun ruhunu kabzetmeyecektir."
Müsteşrikler ve İslâm dünyasında, onların çizgisini takip edenler, bu hadîsi tenkid, hattâ onun mevzû' olduğu iddiasında bulunmaktadırlar. Sebep ise basit, gayr-i ilmî ve gayr-i mantıkî; hadîsin ravîsinin Abdullah İbn Amr İbn el-As olması ve İbn Abbas, Enes, Ebû Hureyre (r.anhüm) gibi onun da rivayetlerinde
Ka'bü' l-Ahbâr kaynaklı hadîslerin bulunması...
Evvelâ, bu hadîsin Efendimiz'in sıfatlarına, tarihî vakıalara ve Kur'ân-ı Kerîm'in Efendimiz'le (sav) alâkalı ifadelerine zıt hiçbir yönü, hiçbir harfi yoktur. İkinci olarak, Tevrat ve İncil'de hem de bunca tahrifden, sonra, hâlâ Efendimiz hakkında dünya kadar işaret ve beşaretin var olduğunu söyleyebiliriz. (Bk. Yeni ümit, s. 21-22, Sonsuz Nur yazı dizisi)
Üçüncü olarak, İslâm'a giren çoğunluk ya müşrik ya Hıristiyan veya Yahudi idi. Ka'bü'l Ahbâr da Yahudilikten gelme bir müslümandı. Asrımızın dev mütefekkiri Bediüzzaman'ın ifadesiyle: "Malûmatı da kendisiyle beraber Müslüman olmuştu." Kur'ân ve sünnete ters düşmeyen ve hakkında Kur'ân ve sünnetin sükût ettiği mevzularda İsrâiliyata ait bazı şeyler naklediyordu. İddia edildiği gibi, katı, mutaassıb, İslâm düşmanı ve sert biri de değildi. Onu Hz. Ömer'in halliyle alâkalı göstermek ise, daha sonraki asırlarda uydurulmuş bir hezeyandır. İbn Abbas, Ebû Hureyre, Enes b. Malik ve Abdullah İbn Amr (r.anhüm) gibi büyük sahâbîler, onun Tevrat'tan yaptığı nakilleri dinlerlerdi; ama ne Ka'bü'l-Ahbar yalan söylerdi ne de bu büyük sahâbîler. Abdullah İbn Amr ki, kılı kırk yaran, âbid, zâhid bir sahabîydi. Evlendiğinde: 'Bu kadın benim ibadetime manî olacak diye beş-on gün hanımının yanına varmamış ve ancak Efendimiz in (sav): "Hanımının da senin üzerinde hakkı vardır" diye zorlamasıyla gitmişti. Yalan, onun rüyalarına bile girmemişti. Tarihî vak'alar böylesine berrak ve açıkken, son derece indî mütâlaalarla sahih hadîslere ve bu hadîslerin ravîsi sahabîlere dil uzatmak, İslâm'ın ikinci büyük rüknü olan sünneti yıkma gayesinden başka bir şey değildir."
Müsteşriklerin ve onların içimizdeki bazı uzantılarının mevzû' deyip reddetmeye çalıştıkları daha onlarca hadîs vardır. İleriki sayfalarda bunlardan bazılar üzerinde durulacaktır.
Bir mukaddime husûsiyetindeki bu kısımda hadîslerin sayı bakımından çok olmasının sebeplerini başlıklar halinde vermek yerinde olacaktır:
1- Hadîsin yeri ve İslâm Dinindeki önemi.
2- Efendimiz'e karşı duyulan sonsuz sevgi ve hürmet sebebiyle O'na ait en küçük hâtıraların dahi dikkatle saklanıp muhafaza edilmesine gösterilen itina.
3- İlmi ve hadîsleri muhafaza etmeyi teşvik eden âyet ve hadîslerin sahabe ve sonradan gelenler üzerindeki müsbet tesirleri.
4- Sahabe ve tâbiînde mevcut ilim aşkı.
5- O dönemde sosyal zeminin, böyle bir ilmin tekevvününe, gelişip boy atmasına müsait oluşu.
6- Hemen her bir sahâbînin bir hâfıza dâhisi oluşu.
7- Şartlarına uygun olmak kaydıyla hadîsleri mânâ ile rivayetin cevazı.
Çalışmamızın ikinci bölümünde "Sünnetin Tesbit ve Tedvini" üzerinde durulacaktır.
Hadîslerin tesbiti ile tedvinini birbirine karıştırmamak gerekir. Tesbit; yazma veya ezberleme yoluyla hadîsleri zabtetme, bir yere bağlama demektir. Ve bu ameliye, müsteşriklerin iddia ettikleri gibi bir-iki asır sonra değil, bizzat Efendimiz döneminde başlamıştır. İşin başında, Allah Rasûlü, hadîslerle Kur'ân, metinlerinin birbirine karıştırılması endişesiyle hadîs yazılmasını yasaklamıştır. Ancak bu endişe ortadan kalkınca hadîslerin yazılmasına hem müsaade etmiş hem de teşvikte bulunmuştur. Bu sebepledir ki, bu mevzuda birbirine zıt gibi görünen hadîsleri zamanlama açısından iyi tesbit etmek gerekir. Bu durumu hadîsin hadîsle neshi şeklinde yorumlamak da mümkündür. Mesela, Müslim'in rivayet ettiği bir hadîste Efendimiz: "Benden birşey yazmayınız. Kim benden Kur'ân'dan başka birşey yazmışsa onu imha etsin" buyurmuşlardır. Halbuki daha sonraları, bazı sahâbilerin ikazıyla hadîs yazmayı bırakan Abdullah b. Amr'a bizzat Efendimiz şöyle diyeceklerdir: "Yaz, hayatım elinde olan Allah'a yemin ederim ki bu ağızdan haktan başkası çıkmaz."
Tarihî realiteler açıkça gösteriyor ki, sünnet bizzat Efendimiz döneminde tesbit edilmiştir. Ancak bu tesbit bazen yazma bazen de hafızaya kaydetme şeklinde olmuştur. Birbirinden dağınık şekilde duran bu hadîslerin resmen tedvinine ise Ömer b. Abdülaziz döneminde başlanmıştır. Burada "resmen" ifadesi önemlidir. Yani hadîslerin devlet eliyle derlenip toparlanması demektir. Yoksa ondan önce de tedvîn adına münferid pek çok çalışma yapılmıştır. Nitekim Hemmam b. Münebbih'in "es-Sahifetü's-Sahiha" sı bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Yapılan karbon tahlilleri Sahife'nin onüç asır önceye dayandığını ortaya koymuştur. Ayrıca İbn-i Abbas ve Cabir b. Abdullah gibi güzide sahâbe ve ilim adamlarının geriye bıraktıkları hadîs muhtevalı eserlerin mevcudiyeti de hepimizin malûmudur.
Ömer b. Abdülaziz, hadîslerin tedvîn edilmesi gerektiğine öteden beri gönülden inanan bir insandı. Ancak resmen bunu yürürlüğe sokabilmesi için halife olacağı günü beklemesi gerekiyordu. Zira kendisinden önceki Emevi halifelerinin hiçbirinde böyle bir dert ve düşünce olmamıştı. Hilafete geçtikten bir müddet sonra Medine valisi Ebu Bekir b. Muhammed'e haber gönderdi. O da Medine'nin en seçkin âlimlerinden olan İbn-i Şihab ez-Zührî'yi bu işle görevlendirdi. Gerçi halife hadîslerin tedvîn edildiğini göremeden vefat etti; fakat geriye çok güzel bir çığır miras bıraktı. Nitekim İbn-i Cüreyc, Said b. Ebî Arube, İmam Evzaî, Muhammed b. Abdurrahman, Zaide b. Kudame, Süfyan es-Sevrî, Hammad b. Seleme ve Abdullah b. Mübarek gibi dev muhaddisler hep bu çığırı takip ettiler.
Ve nihayet tedvîn döneminden sonra hadîsleri mevzulanna göre sınıflandırma manasına telif ve tasnif dönemi başlamıştır ki, bu dönem hadîs tarihinin altın çağıdır.
"Bir yandan, Ebû Dâvûd et-Tayâlîsî, Müsedded b. Müserhed, el-Humeydî ve Ahmed İbn Hanbel gibi mümtaz simalar Müsned'lerini meydana getirirken; diğer yandan da Abdürrezzak b. Hemmâm gibi kimseler "Musannef'ler te'lif ediyorlardı. İbn Ebî Zi'b ve İmam Mâlik Muvatta'ını ve Yahyâ İbn Said el-Kattân ve Yahya İbn Saîd el-Ensârî'nin te'lifat-ı güzideleri de yine bu altın döneme rastlar. Bu zâtlar, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî ve Yahyâ İbn Maîn gibi büyük muhaddislerin şeyhleridirler. Nihayet, Kütüb-ü Sitte'nin te'lif vakti gelmiş ve İslâm hadîs külliyâtının en mevsûk altı kitabı kabul edilen bu eserlerin müellifleri, bir zeberced çağın kapısını aralamışlardır. Hemen hemen aynı zamanlarda yaşayan bu devâsâ kâmetler, aynı zamanda modern te'lifin de üstadlarıdırlar. Zaten, Buhârî ile Müslim arkadaştı.. Tirmizî, Buhârî'den ders almış bir muasırdı.. Nesâî ve Ebû Dâvûd da aynı dönemin hadîs pirleriydi. Bunlarla Efendimiz (sav) arasında ancak üç-dört nesil vardı.. ve bu nesillerin altın silsilelerini teşkil eden halkalar, yalanın rüyalarına dahi girmediği büyük zâtlardan meydana geliyordu. Evet, dinin yarısını teşkil eden sünnet, bu şekilde, şek ve şüpheye mahâl bırakmayacak ölçüde, en mevsuk kanallardan, alabildiğine hassas ve kılı kırk yaran muhakkik zâtlar tarafından, hem de ta sahâbe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn döneminden başlayarak kaydedilmiş, kitaplara geçmiş ve bu günlere gelip ulaşmıştır. Sünnet, sahâbi tarafından, bir dinî kaynak, önemli bir rehber, bereketli bir Kur'ân tefsiri olarak değerlendirildiği, sahip çıkıldığı gibi, tabiîn, tebe-i tabiîn döneminde de, daha da artan bir iştiyakla sahip çıkıldı ve daha sonraki çağlara taşındı."
İleriki sayfalarda Ebu Hureyre, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mesud, Ebu Said el-Hudrî, Enes b. Malik ve nihayet Hz. Âişe Validemiz (Allah hepsinden razı olsun) gibi, bilhassa Sünneti sorgulamaya kalkan zavallılar tarafından ithama maruz bırakılmış müttehem sahâbîler hakkında bilgiler verecek ve onların şahsında sahabenin fazilet ve büyüklüğünü anlatmaya çalışacağız.
Sahabe'den sonra, Tabiîn diye anılan ikinci altın nesil gelir. Dini bize nakleden altın zincirin ikinci halkası tâbiîn hazeratıdır. Dolayısıyla onların kimliği de konuya tamamlayıcılık getirmek açısından mühimdir. Bu sebeple; Said b. Müseyyeb, Alkame b. Kays en-Nehaî, Urve b. Zübeyr, İbn-i Şihab ez-Zührî gibi şahsiyetleri yakından tanımadan hadîs ilmi hakkında yeterli bilgiye sahip olmak mümkün değildir.
Mukaddimenin neticesi olarak:
Sünnet, Allah'ın nazarında ve Allah Rasûlü'nün (sav) nazarında Kuran'la birlikte dînin ana kaynağıdır. Hakikat bu iken, müsteşriklerin peşinde gidenlere, ondört asır Müslümanlara yol göstermiş, ma'den-i hakikat olmuş, Efendimiz'e (sav) ve Allah'a ulaştıran bir köprü vazifesi görmüş ve Kur'ân-ı Kerîm gibi nesilden nesile, sözle ve yazıyla intikal ede ede bugünlere gelmiş bulunan Rasûlullah'ın Sünnet-i Seniyyesi' ne leke bulaştırmaya çalışanlara, Arapça bile bilmeden sadece Kur'ân mealleriyle her mes'eleyi halledeceklerini zannedenlere, Allah'ın Kitabı'nda sorulduğu gibi sormak istiyoruz: "Nereye gidiyorsunuz?"
Cehaletin, bilmediğini de bilmeme kertesine varıp dayandığı günümüzde, bütün cesaretleri cehaletlerinden kaynaklanan insanların bu seslenişten alacakları pek çok ders olmalı... Keşke anlasalardı! İnatlarının onları nereye sürüklediğini keşke bilselerdi!
SÜNNETİN TESBİTİ ve TEŞRÎ’DEKİ YERİ
Fethullah Gülen
MUKADDİME
Hadîs, Resûl-ü Ekrem Efendimiz Hazretleri'nin (sav) akvâl, efâl ve ahvâlini (söz, fiil ve davranışlarım) bildiren ilimdir. Çokları, sünnetin takrîrî kısmını da ef'ali içinde zikretmişlerdir. Öyle veya bu şekliyle bizim arz etmeyi düşündüğümüz hususu çok alâkadar etmediğinden üzerinde durmayacağız.
Efendimiz'in akvâlinden murad; Kur'ân'ın (vahy-i metlûv) dışında olan mübarek sözleridir. Fiillerinden murad ise, Zât-ı Risâlet Penâhi'lerinden sâdır olan ef'âldir ki, büyük bir kısmı itibariyle bunlara uymakla mükellef sayılırız. Bu arada, Sultânü's-Sekaleyn Efendimiz'in âdet kabilinden olan işleriyle, şahsı ile alâkalı sünnetlere uymak mecburiyeti olmasa bile, bunlara dahi halis bir niyetle ittiba', âdetleri ibadet haline getirmesi ve O'nun mübarek davranışlarıyla hedeflenen noktalara yönelmeyi netice vermesi bakımından sevap ve bereket kaynağı olacağından şüphe yoktur.
Fıkıh ilminde bu ikinci nev'î fiiller bahis mevzu değil ise de, hadîs ilminde her zaman üzerinde durulagelmiştir. Efendimiz'in ahvâli, hadîsçilerce hadîs muhtevasına dahil, ama, fıkıhçılarca hariçtir. Fakihler derler ki: "Efendimiz'in ahvâli, ihtiyârî fiiller nevinden ise o, ef'âl-i nebevîyyeye zâten dahildir. Yok, Şeref-i Nev'-i İnsan'ın, şemâil-i şerifleri, mîlâd-ı nebevileri, O'nun zaman ve mekânı gibi siyer kitaplarında zikredilen ve şer'î hükümlere esas teşkil etmeyen hususlardan ise, o, fukahânın maksadının dışında kalır ve teşrîde de esas değildir." Oysa ki, hadîsçilere göre, Efendimiz Aleyhi Ekmelü't-Tehâyâ'ya izâfe ve isnâd edilen herşey hadîstir ve hadîsçinin iştigâl sahası içine girer.
Sünnete gelince, Hazret-i Ferîd-i Kevn-ü Zaman Efendimiz'e izâfe olunan söz, fiil ve takrirlerin umumuna denir ki, usûl-ü fıkıh ulemâsına göre hadîsin mürâdifi sayılır. 1
Biz, burada şimdi, bu çok geniş ve şümullü mevzû üzerindeki söylenmesi gerekli olan hususları, işin mütehassıslarına bırakarak sünnetin tesbitiyle alâkalı bir-iki önemli mes'eleyi kuş bakışı arzetmeyi düşünüyoruz.
Sünnet: Allah Rasûlü ve O'nun nurlu ashabının yaşadığı çağdan günümüze kadar, kitabın yanında korunup kollanan ve her asırda yüzlerce devâsâ insanın, kabullenip hemen her mes'elede müracaat ettiği tertemiz İlâhî bir kaynak ve teşrîde de ikinci esastır.
Kur'ân-ı Kerîm, pek çok âyetiyle Hazret-i Seyyidü'l-Beşer ve O'nun sünnetine uymayı emrettiği gibi, pek çok sıhhatli ehâdîs-i şerîfe de, yine sünnete ittibâın önemi ve onun teşrîdeki yeri üzerinde durmaktadır. Denebilir ki, hemen her devirde aklının altında kalıp ezilmiş bir-iki nasipsiz istisna edilecek olursa, sünnet, din ve dinî hayata esas teşkil etmesi bakımından bugüne kadar hep Kur'ân'la beraber mütalâa edilmiştir. O, Kur'ân'la o kadar içli-dışlı ve o kadar berâberdir ki, ne onu Kur'ân'dan, ne de Kur'ân'ı ondan tecrîd etmek mümkün değildir.
Sünnet, Kur'ân'ın mübhem kısımlarını tefsir, mücmel yerlerini tafsil, mutlak olan hükümlerini takyîd, âmm olan kısımlarını da tahsîs etme gibi Kur'ân'a ait hizmetleriyle âdetâ onunla bütünleşmiş gibidir.
Namazlar, rükünleri, şartları, sıhhat ve fesadı sünnet ve âdâbıyla; hac, ifrâdı, kıranı, temettuu ve bütün teferruatıyla; zekât, nisâbı, nev'îleri ve edâ keyfiyetiyle, Kur'ân'da mücmel olarak zikredilip de, sünnetle ayrıntılı bilgi verilen mes'elelerin sadece birkaçıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de miras âyetlerinin âmm olarak zikredilmesine rağmen, peygamberlerin mallarının miras olmayacağı, birbirine mirası olanlar arasında katilin mirasdan mahrumiyete sebebiyet vereceği sünnetle tahsîs edilen ahkâmdandır. Bundan başka, Kur'ân-ı Kerîm'de mutlak olarak zikredilen pek çok hükümler vardır ki, onlar da yine sünnetle takyîd edilmiştir. Bu arada, Kur'ân-ı Kerîm'in bir tek kelime ile dahi temas etmediği ve müstakillen sünnetle ele alınan meseleler de az değildir. Ehlî eşeklerin ve yırtıcı hayvanların etlerinin haram edilmesini, hala ve teyze üzerine yeğenlerin izdivacının yasaklanmasını bu cümleden sayabiliriz.
Bu itibarladır ki, ilk asırdan bugüne kadar, Kur'ân'ın yanında sünnet de aynı ihtimâma mazhar oldu; "kitap" gibi kaydedildi; üzerinde müzâkereler yapıldı ve eslâfdan ahlâfa kitaplar ve kitapçıklar halinde intikal etti.
Allah Rasûlü, hayât-ı seniyyelerinde, kendine itaat etmeyi ve sünnetine uymayı dinin bir parçası sayıyor; söylediği her sözün arkadan gelecek nesillere ulaştırılmasına teşvikde bulunuyor... Hattâ ashâbına uzak yerlerden hadîs dinlemeye gelenlere mülâyim ve yumuşak davranmayı emrediyor ve söylediği sözlerin mutlaka dinlenip-bellenmesi için tahşîdât yapıyor... Muhataplarının anlayıp ezberlemelerine yardımcı olmak için yerinde, konuştuğu şeyleri birkaç defa tekrar ediyor ve yerinde de mübarek sözlerinin kaydedilmesini tavsiye buyuruyorlardı.
Beri taraftan ashâb-ı kirâm efendilerimiz de, bütün bir hayatı talim etme vazifesiyle gönderilmiş olduğuna inandıkları bu Şeref-i Nev'-i İnsan ve Ferîd-i Kevn-ü Zaman'ın, değil dinin esaslarına taalluk eden söz ve davranışları, O'nun tabiî hâl ve hareketlerini dahi, hassasiyetle takip ve tesbit ediyor; sonra da duyup-işittiklerini tekrâr ber tekrar aralarında gözden geçirip (müzâkere) ya hâfızalarına alıyor veya defterlerine işliyorlardı. O'ndan intikâl eden her şeyi en mübarek bir hatıra, en muhterem bir emanet sayarak tek kelimesinin dahi zâyi' olmasına gönülleri razı olmayan bu müstesna cemaat, hayatlarını bu mukaddes emanete karşı hep emniyet duygusu içinde sürdürdüler.
Ayrıca, O'ndan gelen her beyan ve mesajı, sabah akşam gökten gelmiş semâvî sofralar kabûl eden ve İlâhî emirlere karşı arzuyla dolu, alabildiğine kadirşinas bu topluluk, duyup işittiği bu ışıktan fermanları âdetâ, âb-ı hayat gibi içiyor ve tek damlasını da zâyi' etmiyordu. Aslında düşünceler, olabildiğince saf, gelen mesajlar çok yeni ve taze, sineler iştiyakla buhur buhur, anlatılan şeyler de ebedî mutlulukla alâkalı, hatta onun altın anahtarı mesâbesinde olunca, ne sünnete karşı lâkayd kalınabilir, ne yıllanan şeyler hâfızalardan silinir, ne de onun içine başka şeyler karıştırılabilirdi. Ve öyle de oldu. Zaten, hayatını doğruluğu ikameye vakfetmiş ve yalanın her çeşidine kapalı bu ruh insanları, doğrunun tek zerresinin dahi zâyi' olmasına gönülleri râzı olmadığı gibi, yalan ve hilâf-ı vâkiye karşı da tavırları tamdı. Muhalfarz, içlerinden biri yalana tenezzül edecek olsaydı, yüzlerce ağızdan yükselen protesto sesi, bu yalancı soluklan boğacak ve teşebbüs edecek başka kimselerin içine de korkular salacaktı. Böyle bir tavır ve tutum az da olsa, bir kısım cüretkârlara karşı yapılmadı da değil...
Evet, ashâb-ı kirâm, hem sünnetin tesbiti vazifesini, hem de muhafazasını tekeffül etmiş bulunuyorlardı. Bu hususta muhkemâta tevfikan geliştirdikleri bir kısım tahkik metodlarıyla, duydukları herşeyi kritiğe tâbi tutabiliyor, râvîyi istintâk edebiliyor, rivayet edilen her şeye şâhid istiyor ve çeşit çeşit mihenklerden geçirerek hadîsi öyle kayd ve tesbit ediyorlardı.
Bu arada, Efendimiz (sav)'den duyduğu şeyleri yazan sahâbenin sayısı da az değildi. Aslında hadîsler de tıpkı Kur'ân-ı Kerîm gibi şeref-vürûduyla beraber kaydediliyordu; ama, gayr-ı resmî ve hususî defterlere.2 Hadîsin kayd ve tesbitinin Ömer b. Abdülaziz'le başladığını söylemek, doğru olsa bile eksiktir. Zirâ Ömer b. Abdülaziz döneminde yapılan şey devlet emirnâmeleriyle resmî tedvîndir. Bu da tıpkı, Hz. Ebû Bekir döneminde, hâfızların hâfızasında, değişik cisimler üzerinde yazılı bulunan Kur'ân âyet ve sûrelerini bir araya getirme gibi, bir resmî cem' ve tedvîndi.
Yoksa, Hazret-i Sahib-i Risâlet Penâhi'leri zamanında, O'ndan sâdır olan herşey yazılıyordu ki, bunlar arasında, daha sonra çok iştihar eden Abdullah b. Amr b. As'ın (v. 65 h.), "es-Sahîfetü's-Sâdıka"sı,3 Hemmâm b. Münebbih'in (V. 101 h.) "es-Sahîfetü's-Sahîha"sı,4 Zeyd b. Ali b. Hüseyin'in "Mecmû"u çok meşhur olmuş ve tedvînin resmîleşip yaygınlaştığı dönemde de sonraki müdevvenâta birer kaynak teşkil etmişlerdi.
Ashâbı kirâm, hadîslerin kayd ve tesbitine hassasiyet gösterdikleri ölçüde orijinalini muhafaza mevzûunda da fevkalâde titiz davranıyorlardı. Âişe Validemiz, hadîsleri kelimesi kelimesine nakle alabildiğine hassasiyet gösteriyor, İbn Ömer bir harf bile değiştirmeden rivayet etmeğe çalışıyor, İbn Mesûd ve Ebû'd-Derdâ gibi kibâr-ı ashâb, hadîs rivâyeti denince sıtmaya tutulmuş gibi tir tir titriyor ve neden sonra ağzından birkaç kelime çıkıyor ve "kendimden kelime karıştırırım" endişesiyle bazıları da hiç mi hiç rivayete yanaşmıyordu.
Tâbiîn-i kiramın da bu mes'eleye aynı titizlikle yaklaştıklarını söylemek mübâlâğa olmasa gerek.5 Saîd b. Müseyyib, Şâ'bî, Alkame, Sevrî bu hassasiyetin büyük temsilcilerinden sayılıyorlar. Zâten daha sonraki dönemlerde, hem senet ve metnin tahkiki, hem de ricâl kitaplarının tedvîni, silik sözlerin hadîs cevherleri arasına girmesini bütün bütün zorlaştırıyor idi ki, zannediyorum dinî metinleri bu ölçüde hassasiyetle kritiğe tâbi tutan, İslâm ümmetinden başka bir ümmet de yoktur.
DİPNOTLAR
1 Sibaî, es-Sünne, s. 59; Cezairî, Tevcih, 3; Keşşaf u Istılâhât, 703'den naklen, M. M. A'zâmî, Dirâsât fi'l-Hadîsi'n-Nebevî, I, 1-2, (Beyrut, 1992/1413). Müellif burada, Sünnet'in muhaddis, usulcü ve fakîhlere göre ayrı ayrı tarifini vermektedir.
2 Burada ismi geçen Sahife sahihlerinin dışında daha pek çok sahabinin kendi tertibleri birer Sahifesi vardır. Mustafa A'zamî, bu zatların elli kadar olduğunu kaydeder ve aralarında Hz. Ebu Bekir, Ebu Eyyûb el-Ensarî, Ebu Umame, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Mes'ud, Ali b. Ebî Talib, Hz. Aişe, Abdullah b. Zübeyr'i (r.anhüm) zikreder. I, 93-142.
3 Abdullah b. Amr b. el-As ve es-Sahîfetü's-Sâdıka'sı: Hz. Abdullah, bu Sahife'de bizzat Resul-i Ekrem'den duyduğu bin kadar hadîsi bir araya getirmiştir. Bu Sahife'deki hadîsler, Ahmed b. Hanbel’in ilgili bölümünde (Müsned, II, 549-659) arasında yer almaktadır (Müsned, Sıdkı M. Halil el-Attâr'ın tahkikiyle 12 cilt (son 2 cilt fihrist) halinde basılmıştır. 2. Bsk. Darü'l-Fikr, Beyrut 1414/1994.)
4 Hemmam b. Münebbih'in Sahîfe'si, ilim âlemine ilk olarak M. Hamidullah tarafından takdim edilmiştir. Bu Sahife, Hz. Ebu Hüreyre'nin, öğrencisi Hemmam'a yazdırdığı hadîsler'den oluşmaktadır. Tedvin öncesi dönemde de hadîslerin sadece şifahî olarak değil, yazılı belgeler halinde de muhafaza edildiğini göstermesi açısından önemlidir. Sahife'de yer alan toplam 138 adet hadîs, aynı kelimelerle Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde ve Kütüb-ü Sitte'de yer almaktadır. Bu Sahife'nin son olarak ilmî bir neşrini Dr. Rıfat Fevzî Abdülmuttalib gerçekleştirmiştir. Müellif, bu baskıda, Sahife'de yer alan hadîslerin tahrîcini yapmış, senedlerini ve senedde yer alan ravîleri tek tek münakaşa etmiştir. Ayrıca, hadîsteki garib kelimelerin manâlarını tesbit etmiş, hadîsle ilgili kısa malumat da vermiştir. (Kahire 1985 M. el-Hancî). Adı geçen Sahife, Türkçeye üç ayrı mütercim tarafından tercüme edilmiştir.
5 A'zamî, a.g.e., I, 143-221 (Müellif burada büyük veya küçük tabiin-i kiramın hadîs yazarlarından, hadîsleri yazılı metinlerden rivayet edenlerden 143 tanesinin ismini kaydeder).
SÜNNETİN TESBİTİ ve TEŞRİ’DEKİ YERİ
Fethullah Gülen
GİRİŞ
On dört asırdır, O'nun arkasında bulunabilmemiz, frekanslarımızın O'na ayarlı, alıcı cihazlarımızın açık ve O'na dönük olması ölçüsünde her lâhza O Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'ı, vicdanlarımızda duyuyor ve ruhlarımızda hissediyoruz. Bu öyle bir duyuş ve hissediştir ki, bir adım daha atsak, sanki O'nunla yüz yüze geliverecek de o diriltici soluklarını ciğerlerimize kadar çekecekmişiz gibi oluruz.
Dünyanın süratli bir değişimin içine girdiği, beşer fıtratına ters sistemlerin işe yaramaz çer-çöp halinde tarihin çöplüğüne atıldığı ve insanlığın yeniden dine yöneldiği günümüzde, Ortodokslar kendi kiliselerine, Budistler kendi ma'bedlerine, Brahmanlar kendi inançlarına yönelirken; yönelmekten de öte koşarken, uzun zaman sağda solda ve yâd ellerde gezen Hz. Muhammed (s.a.s.) cemaatinin de yeniden O'na dönmeye niyetlendiği apaçık müşâhede edilmektedir.
Evet, yirminci asrın ikinci yarısına kadar hep aleyhimize işleyen hâdiseler zembereğini, Allah (c.c.) sanki yeniden kurdu ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'e teveccühle birleştirdi. Artık, dünyanın dört bir bucağında, düşünce dünyamızın yamaçları, rahmet ilinden gelen yağmurlarla bahar esintilerine açık ve üfül üfül.. karın, buzun yerinde de goncalar kemer kuşanmış salınıyor. Evet, bugün artık ak karadan, ışık da zulmetten ayrı; herkes yollu yolunca.. ve karanlıklar köşeye kıstırılmış olmanın paniği içinde.
Bir yanda, bir zamanlar dünyanın dört bir yanına ışık götüren, gittiği her yerde Muhammedi ocaklar tüttüren ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'e nisbetin şerefiyle şahlanmış ışık ordusu, bir-iki asırdır neredeyse terkettiği kendi ma'bedine hem de mehter tarrakalarıyla dönerken; öte yanda, buna manî olmak ve karşı koymak isteyenlerin cılız, çelimsiz ve fakat hoyratça çığlıkları.
Evet, bugün artık beşerî sistemlerin ve hususiyle de bir zamanlar büyük bir debdebeyle gelen ve şimdilerde lânetlenerek terkedilen komünizmin yerine alternatif sistemler hazırlanmaktadır. Bir zaman, maneviyât adına, peygamberlik âleminin sultanları Hz. İsâ, Hz. Mûsâ ve Hz. Muhammed'in (aleyhimü's-selâm) yerine Paskal'ı, Bergson'u çıkarıp kullanmak isteyenler, bugün de dine güyâ alternatif olarak ispritizmayı, ruh çağırmayı, reenkarnasyonu ve tenasüh düşüncelerini çıkarmaya çalışmaktalar...
İnsanlık tarihinde şâir-i şehîrimizin ifadesiyle -oluklar hep çift yönlü akmıştır zaten; bir yanda nur, diğer yanda kir... Evet durum, bugün hiç de dünkünden farklı değil. Dinin yerine uydurma ve sahte inanç sistemlerini ikâme etmeye çalışanlar, kendilerince bir şeyler yapmaktadırlar.. ve onların böyle yapmaları da tabiatlarının gereğidir. Ancak, bizim içimizden bazılarının bunlara, hususiyle de müsteşriklere âlet olmalarını, âlet olup sünneti sorgulamalarını anlamak zor. Evet bir hayli zamandan beri sahâbe-i kirâmı, bilhassa Hz. Ebû Hureyre, Hz. Enes, Hz. Abdullah İbn Ömer (r. anhüm) gibi sünneti bize nakleden tertemiz kaynakları sorgulamakla başlayan ve Hz. Muhammed (s.a.s.)'e dayanan bu hareketin yarın nerelere varacağını kestirmek kehânet olmasa gerek... Vahyin hameleleri, aksettirici mir'ât-ı mücellâsı da sorgulanınca, bir bâtıl mezhebin nokta-i nazarı olarak Cibril (a.s.) niye sorgulanmasın ki?!
Halbuki, hayatımızın nûru, ziyası, cilâsı.. şaşırmayalım diye yolumuzun iki yanına konan reflektörler ve işaret taşları mesâbesindeki sünnet-i seniyye öyle mühimdir ki, onsuz en büyük velilerin rehberliği bile, gidip cennet yamaçlarına, Cemâlullâhı müşâhede rasathânelerine dayanan bu upuzun yolda yetmez ve çok fazla bir şey va'detmez. İmâm-ı Rabbânî gibi pek çok büyük zevat şu kanaati izhar ederler: "Seyr-i sülûk-i rûhânîde görüyoruz ki, sünnet-i seniyyeye ait nurlarda bir farklılık, bir başkalık var. Evet semâlarda pervaz eden en büyük velilerin rehberlik ve kuvve-i kudsiyeleri dahi, sünnet-i seniyyenin en küçük mes'elesi kadar parlak ve emniyet va'dedici değildir." Zirâ, semâyı velâyette ne kadar büyük insan varsa, hepsi Hz. Muhammed Güneşi (s.a.s.)'in etrafında birer peykten ibarettir. Güneşin etrafındaki peyklerin ışığının güneşe nisbeti ne ise, velîlerin nûrunun da, "feyz-i akdes" ve "feyz-i mukaddes"in ilk aksettiricisinin nûruna nisbetleri odur.
"Fazilet güneşidir sanki O, ötekiler yıldızları; Karanlıklarda insanlar için ışık saçarlar." Zeminde yaşarken zeminin hakkını bile vermekten uzak zavallıların, güneşe balçık atıyor gibi semâya ait hakâiki ve ötelere ait cevherleri kritiğe tabî tutmaları, sadece kendi densizliklerini gösterecektir.. gösterecektir de, sünnet hep gürül gürül sözünü söyleyecek, soluklarını vicdanlarımıza duyuracak ve gelecek yıllar, "sünnet yılları" , "Hz. Muhammed yılları" ve "Kur'ân yılları" olacaktır.
SÜNNET ve SÜNNETİN FONKSİYONU
A. SÜNNET NEDİR?
Sünnet, lûgat mânâsı itibariyle, "gidişat, -iyi ya da kötü- takip edilen yol" demektir. Bu manâyı ifade eden bir hadîs-i şerifte:
"Kim, İslâm'da güzel bir yol, bir çığır açarsa, onun ecri ve daha sonra o yolda gidenlerin ecri, yapanlardan eksiltilmemek üzere onundur. Kim de İslâm'da kötü bir yol, bir çığır açarsa, onun ve o yolda gidenlerin vebâli, yapanlardan eksiltilmemek üzere onun sırtına yüklenecektir" 1 buyrulmaktadır.
Muhaddisler, usûlcüler ve fukahâ ıstılâhî mânâsı itibariyle sünneti, aşağıdaki ifadelerle tarif etmeye çalışmışlardır:
Muhaddislere göre sünnet: "Ahkâma ve amele esas teşkil etsin etmesin, yaptıkları ve ictinâb ettikleriyle Allah Rasûlü {s.a.s.)'den -Hanefîlef in nokta-i nazarınca farz, vâcib, sünnet, müstehab ve âdâp- bize intikâl eden her şeydir," 1-a Yani, Allah Rasûlü (s.a.s.)'in şemâilidir, hayat tarzıdır, sîretidir.
Usûlcülerin sünnet anlayışı biraz daha farklıdır. Onlara göre sünnet: "Rasûlullah (s.a.s.)'den söz, fiil ve takrir olarak sâdır olan her şeydir." Yani, Rasûlullah Efendimiz (s.a.s.)'in sözleri, davranışları ve ashâbında görüp de men'etmediği, veya sükûtla tasvib buyurduğu hareketlerdir.
Fukahâ ise, sünnete bid'at mukâbilinde ve teşrie, yani farza, vacibe, harama esas teşkil etmesi açısından bakarlar. Bu mânâda sünnet, hadîsin mürâdifi, ya da müterâdifi sayılır. 1-b Hadîs; tahdis masdarlarından haber vermek ma'nâsma bir isimdir. Daha sonraları, Efendimiz (s.a.s.)'e nisbet edilen her söz, fiil ve takrire hadîs denmiştir. İbn Hacer: "Şeriat örfünde hadîsden maksat, Efendimiz (s.a.s.)'e isnat edilen her şeydir" der. 1-c
Bazı fuhûl-u ulemâ, "hadîs" sözünden, kadim, özlü ve ilahî olanı sezmişlerdir ki, Kur'ân-ı Kerim'le sünnetin ilk ayrılma noktalarına işaret etmesi bakımından oldukça önemli bir tevcihtir. Sünen-i İbn Mâce'deki bir hadîs de bunu te'yid eder mahiyettedir.
İbn Mes'ud, Efendimiz (s.a.s.)'in bir keresinde şöyle buyurduklarını nakleder: "Onlar başka değil ikidir: Biri kelâm, diğeri de hidâyet buudlu yoldur. Kelâmın güzeli Allah (c.c.) kelâmı, hidâyetin güzeli de Muhammed (s.a.s.)'in hidâyetidir." 2
Evet Efendimiz (s.a.s), kendi sözleri hakkında hadîs demeyi tercih etmiştir. Böyle demekle, kendine ait sözlerle, kendine ait olmayan sözleri birbirinden ayırdığı gibi, hadîs ıstılahı olarak da, bu kelimenin nerede kullanılacağı hususunu hatırlatmada bulunmuştur.
1. Sünnetin Çeşitleri
Bütün bu tariflerden anladığımız hususları şu üç kısma irca'edebiliriz:
a. Kavlî Sünnet
Sünnet, Allah Rasûlü (s.a.s.)'in mübârek sözleridir; yani sünnetin bir bölümünü O'nun nurlu sözleri teşkil eder ki, bunlar, Kur'ân'da yer almayan, fakat bütün fukahâca fıkıh kitaplarına alınıp, pek çok hükme esas kabul edilen O'na ait nurefşan beyânlardır ki, misal olarak şunları zikredebiliriz:
a. Efendimiz (s.a.s.): "Varise vasiyet yoktur"3 buyururlar. Yani, miras bırakan kimse, kendisine vâris olacak biri için mirâsından vasiyette bulunamaz; şu vakfa veya bu hayır müessesesine vasiyette bulunabilir ama ayrıca kendi mirasçısına mirasından vasiyette bulunup da, "mirâsımın şu kadarı ona verilsin" diyemez.
b. Yine, usûl-i fıkıhta, fıkhın prensipleri arasında yer alan bir başka mübârek sözlerinde
Efendimiz (s.a.s.): "Zarar verme ve zarara zararla mukâbele etme yoktur"4 buyurmuşlardır. Yani, kimseye zarar verilemeyeceği gibi, birine zarar veren kişiye de zararla mukâbele edilemez.
c. Allah Rasûlü'nün bir diğer mübârek sözlerinde ise şöyle buyurulmaktadır: "Yağmurların ve akarsuların suladığı arazîde öşür (onda bir), hayyanlar ile sulanan arazide öşrün yarısı (yirmide bir) zekât vardır." 5
d. "Deniz suyuyla abdest alabilir miyim?" diye soran bir sahâbisine Allah Rasûlü, dünya kadar fetvalara esas teşkîl edecek şu mübarek sözüyle karşılık verir: "Onun suyu temiz, ölüsü de helâldir." 6
b. Fiilî Sünnet
Rasûl-ü Ekrem (s.a.s.)'in davranışları ve hareketleriyle ortaya koyduğu sünnettir ki, Kur'ân'da sarihen zikredilmemiştir. Meselâ; Kur'ân-ı Kerim'de namaz emredilmiş olduğu ve bazı yerlerinde "rükû edin, secde edin" gibi emirler bulunduğu; hattâ umûmî bazı vakitler zikredildiği halde, kesin olarak hangi vakitlerde ve kaç defa namaz kılınacağı.. namazın nasıl eda edileceği.. onun farzları, vacibleri.. ve nelerin namazı bozduğu açıklanmamıştır. Bütün bu hususlarda, sünneti nazara veren Efendimiz (s.a.s.): "Beni, nasıl namaz kılıyor görüyorsanız, siz de öyle kılın" 7 buyurarak, sünnetin husûsî teşrî'ine işaret etmişlerdir. Yine, menâsik-i hac mevzuundaki; pek çok âlimler bile bu hususda yanılırlar. Ve yanılmışlardır da. Hattâ, hac menasikine dair risaleler yazan âlimler dahi onu delilsiz, rehbersiz yerine getirememişlerdir. Hatta Hz. İmâmü'l-Hümam'ın bile bu hususla alâkalı bir menkıbesini naklederler.. işte, oldukça karışık haccın menâsiki de, tıpkı namaz gibi, yine Efendimiz'in uygulamalarıyla belirlenmiştir.
c. Takriri Sünnet
Rasûlullah (s.a.s.), ashabında gördüğü bazı hoşuna gitmeyen davranışları usûlünce tenkid buyururlardı. Meselâ minbere çıkar ve isim tasrih etmeden, perdeyi yırtmadan: "Cemaate ne oluyor ki, falan şöyle yapıyor?!" 8 diye ikaz ve tembihde bulunurlardı. Şahsına karşı yapılan kötü muamelelerde son derece müsamahakâr olmasına rağmen, hakkın çiğnendiği yerde: -Âişe Validemiz'in ifadeleriyle- "Kükremiş aslan gibi, ihkâk-ı hak edinceye kadar kendisini durdurmak mümkün olmazdı." 9 Bu arada, Efendimiz (s.a.v), bazen de gördüğü davranışları menetmez ve sükûtuyla onları tasvib buyururlardı ki, bu da sünnetin takriri kısmını teşkil etmektedir. (Burada bir-iki örnek zikredelim.)
a. Meselâ; bir defasında iki sahâbi sahrada su bulamadılar ve teyemmümle namaz kıldılar. Bunlardan biri, daha sonra aynı namaz vakti içinde su buldu ve abdest alıp, yeniden namaz kıldı.. diğeri namazını iade etmedi. Sonra ikisi de gelip, durumu Rasûlullah (s.a.s.)'e anlattılar. Allah Rasûlü: "Suyu bulduğum halde, ben namazı iade etmedim" diyene: "Tam sünnete göre hareket ettin"; "suyu bulunca, abdest alıp, namazı iade ettim" diyene de: "Sana da iki mükâfat var" 10 buyurdular. İşte bu, takriri sünnete girmektedir.
b. Yine, Allah Rasûlü (s.a.s.) Benû Kureyza'yı te'dibe giderken: "Acele edin, namazı orada kılacağız" buyurdular. "Acele" sözünden bazı sahabe: "Allah Rasûlü (s.a.s.), acele edip Kureyzaoğulları yurduna varmamızı ve namazı orada kılmamızı istiyor" mânâsını çıkarıp, hemen yola çıktılar ve namazı orada kıldılar. Diğer bir kısım sahabe ise, "Hayır, Allah Rasûlü (s.a.s.), acele etmemizi istiyor; yoksa namazı burada da kılabiliriz" ma'nâsını çıkararak, namazlarını kılıp da gittiler. 11 Mes'ele Allah Rasûlü (s.a.s.)'e götürüldüğünde, her iki grubun yaptığını da tasvib buyurdular. İşte, bu ve benzeri hâdiseler de takriri sünnete misâl olarak zikredilirler.
(Devam edecek)
DİPNOTLAR
1 Müslim, Zekât, 69; İbn Mâce, Mukaddime, 203.
1a M. M. A'zamî, Dirâsât, I, 1
1b A'zamî, a.g.e.. I, 2.
1c İbn Hacer, Nüzhetu'n-Nazar, s. 23, Tahkiki Salah Muh. Uveyda, 1. Bsk. Beyrut, 1989.
2 İbn Mâce, Mukaddime, 7. . .
3 İbn Mâce, Vesâyâ, 6; Tirmizi, Vesâyâ, 5
4 Müsned, 1/313.
5 Tirmizi, Zekât, 14; Buhârî, Zekât, 55.
6 Ebû Dâvûd, Tahâre, 41; Tirmizi, Tahâre, 52; İbn Mâce, Tahâre, 38; Nesâî, Tahâre, 47.
7 Buhârî Ezân, 18; Müsned, 5/53.
8 Buhârî, Salât, 70; Müslim, Nikah, 5.
9 Buhârî, Hudûd, 10.
10 Dârimî, Tahâre, 65; Ebû Dâvûd, Tahâre, 126.
11 Buhârî, Meğâzî, 30, Havf, 5.
SÜNNETİN TESBİTİ VE TEŞRİ'DEKİ YERİ
Fethullah Gülen
2. Kur'an'da Sünnet
Sünnet, hayatımızın hayatı ve ruhûmuz içre de bir ruhtur. Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân da sünneti desteklemekte, desteklemekten de öte, onun İslâm'daki esaslı ve vazgeçilmez yerini tesbit ve tasrih buyurmaktadır. İşte, bu tesbit ve tasrihle alâkalı âyetler:
1. Kur'ân-ı Kerim'de birkaç yerde, birbirinin aynı veya çok az değişiği lâfızlarla şöyle buyurulur:
"O (Allah) ki, ümmîler içinde kendilerinden bir rasûl ba's buyurdu. (O Rasûl). onlara Allah'ın âyetlerini okuyor, onları temizliyor ve onlara kitabı ve hikmeti öğretiyor..." (Cum'a, 62/2).
Hemen hemen büyük çoğunluğu itibariyle muhaddisîn ve müfessirîn-i kiram, ayette geçen 'hikmet' kelimesinden 'sünnet'i anlamışlardır. Çünkü, mu'cize olan Kur'ân-ı Kerim'in içinde gelişigüzel sıkıştırılmış kelimeler, maksada kapalı ifadeler ve gereksiz itnâb, yani yok yere kelime dökme ve sözü uzatma olamayacağından, söz konusu âyet-i kerimede, hikmetten kasıt, kitab veya kitabın bir kısmı olamaz; zira o zaman, hikmet, kitab üzerine atıf yapılmazdı. Evet burada kitabdan maksat, çok âyetlerde de geçtiği üzere Kur'ân-ı Kerim'dir. Hikmet ise, kitabın icmalini tafsîl, mübhemini tefsir, umûmî olanını tahsis ve mutlakını takyîd bâbında, Allah Rasûlü'nden şeref-südûr olan sünnet-i seniyyedir.
2. Bir başka âyet-i kerimede, Allah (cc), peygamberlerini onlara itaat edilsin diye gönderdiğini ifade buyurur:
"Biz gönderdiğimiz her peygamberi, başka değil, ancak -Allah'ın izniyle- kendisine itaat edilmesi için gönderdik." (Nisâ, 4/64).
Allah, kendisine itaat edilsin diye peygamber gönderir. Peygambere itaat ise, onun zatından dolayı değil, ferdî-içtimaî, maddî-manevî aydınlığa vasıta ve vesîle olması hasebiyle, Allah'ın memuru bulunması itibariyledir.
Evet: "Ey iman edenleri Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin ve O'ndan yüz çevirmeyin " (Enfal, 8/20).
"Allah'a itaat edin; Rasûl'e itaat edin." (Nisâ, 4/59; Nûr. 24/54...)
Âyetlerde ifade olunan Allah'a itaatle, Rasûlullah'a itaat aynı şeyler değildir. Allah'ın emir ve nehiylerinde Allah'a, Rasûlullah'ın emir ve nehiylerinde, yâni O'nun sözlerinde, fiillerinde ve takrirlerinde de O'na itaat açıkça Kur'ân-ı Kerim'in emridir. Çünkü, Allah'a itaat adına Kur'ân-ı Kerim'in ortaya koyup ve Rasûlullah'ın (sav) tebliğ buyurdukları emir ve nehiylerin dışında, bir de, müstakillen sünnet eksenli emirler-yasaklar, terğibler-terhibler, teşvîkler-tavsiyeler var ki, bütün bunları ifade sadedinde Allah Rasûlü (sav):
"Şüphesiz, bana kitab ve onunla birlikte bir benzeri, bir misli verildi"12 buyurmaktadır.
Ayrıca, yukarıda misal olarak getirdiğimiz âyet-i kerimelerde, Allah'a ve Rasûlü'ne ayrı ayrı itaat emredildikten sonra: "Rasûlullah'tan yüz çevirmeyin" deniliyor ki, bu da, sünnete ittiba etmemenin, hatta onu hafife almanın ve sorgulamanın bir nev'î irtidad olduğunu ifham etmektedir.
3. Bu mevzuyla alâkalı olarak, Kur'ân-ı Kerîm'de geçen âyetlerden bazıları da şunlardır:
a. "Ey iman edenler; Allah'a itaat edin, Rasûl'e itaat edin ve sizden olan ulü'l-emre de (içinizden çıkan, inanç, duygu ve düşüncelerinizi paylaşan, acıda, sevinçte, kederde sizinle beraber olan büyüklerinize de) itaat edin." (Nisâ, 4/59).
Ayet, Rasûlullah'tan sonra gelen emir sahiplerine ve büyüklere itaati bile emrederken, insanlık adına büyükler büyüğü, kendilerine itaat edilmesi emrolunan büyüklerin de büyüğü, melcei, mencei, Rasûlullah'a itaat etmemek, Kur'ân dışında O'nun sünnetini, yani mübarek sözlerini, fiillerini kâle almamak ve O'na ayrı bir emretme, yasaklama hakkı ve salâhiyetini vermemek, acaba hangi insafla te'lif edilir?
b. "Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin ve nizâa düşmeyin. Aksi halde gevşer, za'fa dûçâr olursunuz; kuvvetiniz, nusretiniz, devletiniz gider; sabredin ha!" (Enfal, 8/46).
Bu İlâhî beyan, Allah'a ve Rasûlullah'a itaati, nusretin, kuvvetin, birliğin ve devletin kaynağı saymaktadır. Rasûlullah'a itaattan uzaklaşıldığı zaman, yani imam bilinmediği veya kâle alınmadığı zaman, tıpkı namaz imamında olduğu gibi, kimin hangi kıbleye döneceği belli olmaz; o halde, nizâa düşmemenin yolu, Rasûlullah'a itaat ve iktidâdır; nitekim, bir başka âyette: "Kendi aranızda nizâa düştüğünüz zaman, Allah'a ve Rasûlüne götürün!" (Nisâ, 4/59) buyrulmaktadır. Hakikat bu iken ve bizi birleştirecek, içtimaî vahdetimizi sağlayacak mercî O ve O'nun sünneti iken, O'nun kudsî âsârını sorgulamanın neye müncer olacağı acaba hiç düşünülmüş müdür?
c. "De ki: 'Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin." (Al-i İmrân.3/31)
Allah'ı sevmek, Rasûlullah'ı sevmek; Rasûlullah'ı sevmek de Allah'ı sevmek demektir. Rasûlullah sevilmeden Allah sevilemez ve O'nun sünnetine ittibâ etmeden, Allah'ı sevme davasında bulunmak, boş bir iddiâdır.
ç. "Allah'ı ve ahiret gününü uman ve Allah'ı çok zikredip, Allah'la irtibatını kavî tutan ehl-i imân için, doğrusu Rasûlullah misal alınacak insandır, O'nda, misâl edinme adına çok güzel şeyler vardır " (Ahzâb, 33/21).
Değişik yönlere giden yollarda istikameti bulabilmek ve sırat-ı müstakimde istikamet üzere yürüyebilmek için, istikameti temsil eden İnsan'a ittiba etmek, O'nun sünnetine uymak, yapılması gerekli olan biricik iştir.
d. "Hayır, asla! Rabbine andolsun ki, aralarında nizâa bâdî her mes'elede seni hakem olarak kabûl etmedikten sonra, onlar iman etmiş olamazlar." (Nisa, 4/65)
İşte, Peygamber'i en yakından tanıyan bir sahâbinin bu mevzudaki anlayışı! Bir gün bir kadın İbn Mes'ûd'a gelerek: "Sen, dövme yapıp yaptıran, yüz tüylerini yolan ve yolduran, dişlerini seyrekleştiren ve güzel görünmek için dişlerinin arasını yontan ve Allah'ın yarattığını değiştiren kadınlara lânet etmişsin" der. İbn Mes'ûd Hazretleri de: "Bu Allah'ın kitabında var" buyurur. Kadın: "Yemin olsun ki, ben Mushaf'ın iki kabının arasında ne varsa okudum, böyle bir şey görmedim" deyince, İbn Mes'ûd (ra), Allah'ın:
"Rasûl size ne getirdiyse, onu alın ve sizi neden nehyettiyse, ondan kaçının" (Haşr. 59/7) buyurduğunu okumadın mı?" cevabını verir. Evet, Efendimiz: Takma saç kullanan, saçına başkasının saçını ekleyen, vücuduna dövme yapan ve yaptıran kadınlara lânet etmiştir.13
3. Hadîs-i Şeriflerde Sünnet
Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şeriflerinde de sünnetin yerine ve ehemmiyetine işaret olunmuş ve bu mevzû üzerinde hassasiyetle durulmuştur. Meselâ, Buhari'nin Sahih'inde Hz. Ebû Hureyre'den (ra) rivayet olunan bir hadîs-i şerifte:
"Bana itaat eden, şüphesiz Allah'a itaat etmiştir; bana isyan eden de, hiç şüphesiz Allah'a isyan etmiştir"14 buyrulmaktadır.
Peygamber'in yolu, Allah'ın yoludur; Peygamber'in izinde bulunmak demek, İlâhî mesajların aydınlık ikliminde yürümek demektir. Dolayısıyla sünneti kabûl etmemek, onu hayattan dışlamak veya ona başkaldırmak, Allah'a isyanla aynı mânâya gelir. Allah, insanlar içinden bir insanı seçiyor; ve her şeyi reşha gibi kusursuz ve arızasız aksettirecek nezih bir Ruh'u intihap edip, insanlara mesajını O'nunla gönderiyor; O da, getirdiği bu mesajı yorumlarıyla açıklıyor, önümüze seriyor. Buna karşılık bazı densizler kalkıp, o musaffâ Elçi'ye karşı tavır alıyorsa, o zaman bunun adı, ancak ve ancak Allah'a isyan, O'na başkaldırma ve cehenneme istihkak kesbetme olur. Çünkü, yine Buhari'nin rivayet ettiği bir başka hadîs-i şerifte Efendimiz bizzat:
"Başkaldıran, serkeşlik eden müstesnâ, ümmetimden herkes cennete girer" buyurmuşlar. Ashâb-ı Kirâm'ın: "Başkaldıran, serkeşlik eden kimdir, ya Rasûlallah?" diye sorması üzerine de: "Bana itaat eden cennete girer, bana isyan edense muhakkak başkaldırmış ve serkeşlik etmiş olur"15 cevabını vermişlerdir.
Ebû Davud ve Tirmizî'nin, Irbad İbn Sâriye'den rivayet ettiği bir başka hadîs-i şeriflerinde ise Efendimiz (sav):
"İçinizden benden sonra yaşayanlar pek çok ihtilâf ve herc ü merc göreceklerdir. Siz sünnetime ve doğruya götüren râşid halîfelerin (yani, Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali'nin) sünnetine sarılın, yapışın. Bunlara dişlerinizle sımsıkı tutunun" buyurmuşlardır. Hadîsin devamında, yine sünnetin her şey olduğuna ve her şeyi aşan ehemmiyetine işareten:
"Zinhar, sonradan ortaya çıkma işlerden (bid'at) sakının; çünkü, her bid'at dalâlettir"16 buyrulmaktadır.
Yine, Taberânî'nin rivayet ettiği meşhur bir hadîste:
"Ümmetimin fesadı zamanında (dinin esaslarının sarsıldığı, ümmetin dağılıp parçalandığı ve İslamî düşüncenin hedmine çalışıldığı bir dönemde) sünnetime, (yol adına getirip ortaya koyduğum disipline) sımsıkı sarılan, hattâ onun esaslarından bir tanesini bile ihyâ eden şehit sevabı kazanır." 17 Hadîsin tenkide maruz rivayetinde ise "yüz şehid sevabı kazanır" buyrulmaktadır.
Kur'ân'ın ve Rasûlullah'ın apaçık ifadeleri karşısında hâlâ kendilerine başka yollar arayanlara, Kur'ân'ın dediği gibi desek, zannediyorum fazla bir şey söylemiş olmayız:
"Öyle ise nereye gidiyorsunuz?" (Tekvir, 81/26)
DİPNOTLAR:
12) Ebû Dâvûd, Sünne, 5
13) Müslim, Libâs, 120.
14) Buhârî, Ahkâm, 1; İbn Mâce. Mukaddime, 1
15) Buhârî, İ'tisâm. 2; Müsned, 2/361.
16) Ebû Dâvûd, Sünne, 5; İbn Mâce, Mukaddime, 6; Tirmizî, İlm, 16.
17) Ebû Nuaym, Hilye. 8/200; Deylemî, Müsnedü'l-Firdevs, 4/198; Mecmau'z-Zevâid, 1/172.
Sünnetin Tesbiti Ve Teşrî'deki Yeri
Fethullah Gülen
B. SÜNNETİN FONKSİYONU
Sünnetin Kur’ân-ı Kerim’den ayrı bir teşrî kaynağı olmasının ve Kur’ân gibi bazı şeyleri helâl, bazı şeyleri de haram kılarak, farz, vacip, sünnet, müstehap, mübah, âdâp, mekruh, müfsid adına ölçüler koymasının yanı sıra, Kur’ân-ı Kerim’in mücmelini tafsîl, mübhemini tefsîr, umûmunu tahsîs ve mutlakını takyîd fonksiyonu da vardır. Şimdi, bazı misallerle bu hususu da kısaca açıklamaya çalışalım:
1. Sünnetin Kur’ân’ı Tefsîri
Fatiha sûre-i celîlesinde: "Üzerlerine gazab hak olanlardan ve dalâlete düşenlerden" bahsedilir; her gün namazlarımızda: "Bizi sırât-ı müstakîme hidayet et; yani kendilerine nimet verdiklerinin yoluna; üzerlerine gazab hak olanların ve dalâlete düşenlerin yoluna değiJ!" diye dua ederiz. "Üzerlerine gazab hak olanlar ve dalâlete düşenler'" umumi bir mana ifade ediyorsa da, bir hadis-i şerifte: "Üzerlerine gazab hak olanlar Yahudiler, dalâlete düşenlerse Hristiyanlardır" buyrularak, ayet tefsir edilmektedir. Kendi karanlık geçmişlerinde ve devr-i risaletpenâhîde, gazaba uğramış bir cemaat arandığında, "mutlak zikir, kemâline masruftur" kaidesince akla ilk gelen kavim Yahudilerdir. Çünkü, gazaba uğramada onların eşimenendi yoktur. Yerinde peygamberlerini katledenler, yerinde kendileri için merdiven merdiven semalara yol vuran insanları öldürenler Yahudiler olduğu gibi, kötü huyları, hasis cibilliyetleri, maddeye inhimakları ve maddecilikte başta gelmeleriyle asırları kirletenler, hatta şu yirminci asırda da maddeciliği temsil edenler, dolayısıyla da gazaba en çok istihkak kazananlar Yahudiler olduğundan, Efendimiz’in tefsirine "bin bârekallah" dememek mümkün değil. Tabii bu tefsirin, Yahudi ahlakıyla ahlâklananları içine alması da her zaman söz konusu. Öte yandan, başlangıçta yolları doğru olduğu ve civanmertlikle dini kucaklayıp İslam hakikatine sahip çıktıkları halde, daha sonra değişik mülahazalarla yoldan çıkan ve dalalete düşen Hristiyanlar da, aynı ayet içinde "dalâlete düşenler" ifadesinin şümûlüne girer ki, sözleri lal ü güher, bu hususu da: "Dalâlete düşen de Nasârâdır" sözüyle tefsir eder. Evet, tevhidi teslise çeviren, ibadeti ve kitabı tağyir eden ve değişik sapıklıklarla tarih sahnesinde arz-ı endam eden Hristiyanların tam boylarına uygun ısmarlama elbise 'dâllîn' (dalalete düşenler, düşüp de sapıp gidenler) ifadesi olsa gerek. .. Allah Rasûlü (sav), bu tefsiriyle, ister belli bir karaktere, isterse gerçekten bir ırka ve bir kavme dikkat çekmiş olsun, eğer bu açıklamada bulunmasaydı, biz ayette ifade olunan mübhem hakikati anlayamayacaktık. Allah Rasûlü, bu tefsirleriyle hem ayette kendilerine dikkat çekilen kavimleri nazara vermekte hem de gazaba uğramış ve sapıp gitmiş insanların ruh portresini çizerek, kimlerin hangi amellerle gazaba uğrayacağını, kimlerin de dalalete düştüğünü ve düşeceğini beyan buyurmakta ve mes'eleye her yönüyle tam bir açıklık getirmektedirler.
اَلَّذِينَ آمَنُوا وَلَمْ يَلْبِسُوا إِيمَانَهُمْ بِظُلْمٍ أُولَـئِكَ لَهُمُ اْلأَمْنُ وَهُمْ مُهْتَدُونَ
“İman ettiler ve imanlarına zulüm karıştırmadılar: İşte, emniyet onlar içindir ve onlar, hidayete ermişlerdir.” âyeti nazil olunca, ashab, had bilmemezlik ve insanın, hak ve hakikatin dışına taşması demek olan zulmün mânâsını çok iyi bildiklerinden endişeye düştüler ve Resûlullah’a gelerek:“Hangimiz var ki, zulmetmemiş olsun?” dediler. Bunun üzerine de Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), şu açıklamada bulundular: “O sizin zannettiğiniz gibi değil; O, Hz. Lokman’ın oğluna dediği gibidir.”: لاَ تُشْرِكْ بِاللّٰهِ إِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ: “(Oğulcuğum) Allah’a şirk koşma; muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür.”
Allah Resûlü’nün bu yorumundan anlıyoruz ki, buradaki zulüm, mücerret bir haddini bilmemezlik, bir tecavüz değil, o şirk buudlu bir haksızlık. Eğer Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), âyete böyle bir yorum getirmemiş olsalardı, biz buradaki bu mübhemin altından ebediyen kalkamayacaktık.
Âişe Validemiz ve İbn Mesud Hazretleri: حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ والصَّلاَةِ الْوُسْطَى “Namazlara devam edin (namazları hassasiyetle takip edin ve kusursuz kılın); salât-ı vustâyı da.” âyetindeki “salât-ı vustâ” (orta namaz)’dan maksadın ‘ikindi namazı’ olduğuna kâildirler. O kadar ki, Âişe Validemiz, âyeti âdeta: حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ والصَّلاَةِ الْوُسْطَى وصَلاَةِ العَصْرِ وَقُومُوا ِللّٰهِ قَانِتِينَ şeklinde kabul etmektedir. Hizmetçisine, kendisi için bir mushaf yazmasını emretmiş ve “Bu âyete geldiğinde beni haberdar et!” diye de tembihde bulunmuştu. Sıra o âyete gelince: حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ والصَّلاَةِ الْوُسْطَى وَصَلاَةِ الْعَصْرِ şeklinde yazdırmış ve: “Resûlullah’tan böyle işittim.” buyurmuştu. “Salât-ı vustâ” konusunda değişik tefsirler varsa da, Hz. Âişe ve İbn Mesud, bunun kesinlikle ikindi namazı olduğu kanaatindedirler.
2. Sünnetin Mücmeli Tafsîl Etmesi
Sünnet-i seniyye, pek çok mübhemi tefsîr etmesinin yanı sıra, pek çok mücmel meseleleri de tafsîl etmiştir.
1. Meselâ Kur’ân-ı Kerim’de: اَقِيمُوا الصَّلاَةَ “Namazı ikâme edin!” diye emredilir; fakat, namazın nasıl kılınacağı açıklanmadığı gibi, ne zaman kılınacağı da açıklanmaz. Vâkıa, bazı müfessirîn-i kiram, (Allah’ın rıdvânı üzerlerine olsun):
وَأَقِمِ الصَّلاَةَ طَرَفَيِ النَّهَارِ وَزُلَفاً مِنَ اللَّيْلِ إِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّـيِّئَاتِ
“Gündüzün iki tarafında ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namaz kıl. Çünkü güzel işler, kötülükleri giderir.” âyetinden beş vakti istinbat etmekteyseler de: إِنَّ الصَّلاَةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَاباً مَوْقُوتاً “Namaz, mü’minler üzerine muayyen vakitlerde yazılı bir farzdır.”âyetinde ifade olunduğu üzere, mü’minler üzerine belli vakitlerde farz kılınan namazın hususî vakitlerini sünnet-i seniyye tayin etmiştir. Bununla alâkalı bir hadis-i şerifte, vakitlerin belirtilmesinin semavî ve Cibril (aleyhisselâm) vasıtasıyla olduğunu öğreniyoruz:
“Cibril (aleyhisselâm) bana Kâbe’nin yanında iki defa imam oldu. Birincide, zeval vaktinde gölge, na’linin tasması kadar olduğu zaman öğleyi, her şeyin gölgesi kendi boyu kadar olunca ikindiyi, oruçlu orucunu bozduğu vakitte akşamı, şafak kaybolduğunda yatsıyı ve oruçluya yemek içmek haram olduğu vakitte ise sabah namazını kıldı. İkincide ise, öğle namazını her şeyin gölgesi kendisinin bir misli olduğunda, ikindi namazını iki misli olduğunda; akşamı evvelki vaktinde (yani daha önce kıldığı vakitte), yatsıyı gecenin sülüsüne (üçte biri) doğru ve ortalık iyice aydınlandığı vakit de sabah namazını kıldı. Sonra da bana dönüp, ‘Yâ Muhammed, senden önceki enbiyânın vakti budur ve namaz vakti, işte bu iki vakit arasıdır.’ dedi.”
Allah Resûlü, namaz vakitlerini bu şekilde ümmetine talim buyurduğu gibi, namazın farzları, vacibleri, müstehabları, mekruhları, müfsidleri, rükûu, sücûdu, kıraati, tahiyyâtı ve selâmla namazdan çıkılmasında biricik kaynaktır. Evet, mücmel olarak gelen, “Namazı ikâme edin!” emrinin mufassılı ve müfessiri O’dur. O bu büyük ve bu arîz tafsilâtı yaptıktan sonra, Buhârî’nin rivayet ettiği hadiste şöyle buyurur: صَلُّوا كَمَا رَأَيْتُمُونِي أُصَلِّي “Beni nasıl namaz kılıyor görüyorsanız, işte öyle kılın.” Eğer Kur’ân-ı Kerim, sünnetteki şekliyle namazın tafsîline girişseydi, sadece namaza ait meseleler şimdikinin birkaç katı şişerdi. Kur’ân, bunları ilâhî maksatları gerektiği gibi anlayacak o büyük fetanete bırakmış ve O da, vahy-i gayr-i metlüvle bize gereken tafsîlde bulunmuştur; aklın aklı aşmışlığı, akla kapalı olan yerleri ilhamla aydınlatmışlığı demek olan fetanetiyle yapmıştır bunları.
Namaz gibi, hac menâsikini tafsîl eden de yine sünnettir. Vâkıa Kur’ân-ı Kerim, bir iki yerde meseleyi ele almış ve bir hayli izah etmiştir ama, bu yerlerde anlatılan menâsik-i haccın sadece bir kısmıdır. Hac menâsiki büyük çoğunluğu itibarıyla, sünnetle tafsîl edilmiştir ve bu menâsikin hadis yörüngeli olanı, Kur’ân’la anlatılanın kat katıdır. O, hayatında bir defa hac yaptı. “Veda veya Vida Haccı” denilen ve ashabıyla müvâdeayı (vedalaşmayı) ifade eden bu haccında O, bizzat bindiği merkûbun üzerinde ve herkesin görebileceği şekilde menâsiki îfâ buyurdu. Rehber-i Küll ve Mukteda-yı Ekmel olarak, her şeyi hem söyledi hem de fiilen gösterdi. O kadar ki, oruçlu olup olmadığını iş’âra varıncaya kadar, haccın bütün menâsikini gözler önüne serdi. Sonra da: خُذُوا مَنَاسِكَكُمْ “Menâsikinizi alın.” diyerek söz ve davranışlarının teşrîdeki yerine dikkati çekti. Şüphesiz, Kur’ân-ı Kerim, eksik gelmemişti ama, Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile, yani tebliğcisi ve müfessiri ile kendisini insanlara takdim edecek, anlatacak, haşiyelere açık bir derinlikle gelmişti.
3. Sünnetin Bazı Hükümleri Tahsîsi
Kur’ân-ı Kerim’de mirastan umûmi olarak bahsedilir ve: يُوصِيكُمُ اللّٰهُ فِي أَوْلاَدِكُمْ لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ اْلأُنْثَيَيْنِ “Allah size çocuklarınız hususunda vasiyette bulunuyor.” (Hakikî mânâsı itibarıyla, farz kılıyor): Erkeğe, iki kadının payı kadar vardır (yani, erkeğe iki, kadına bir hisse verilir).” buyrulur.Umûmî mânâda, nebi olsun veli olsun, safiy olsun mukarreb olsun, herkes bu âyetin şümûlüne dahildir. Ancak, Efendimiz’in rihletlerinde, kızı Hz. Fatıma, Hz. Ebû Bekir’den babasının mirasını almaya geldiğinde, Resûlullah’ın Halifesi (radıyallâhu anh) kendisine, Resûlullah’tan duyduğu şu hadis-i şerifi okudu: إِنَّا مَعْشَرَ اْلأَنْبِيَاءِ لاَ نُوَرِّثُ، مَا تَرَكْنَاهُ صَدَقَةٌ “Biz peygamberler topluluğu geriye miras bırakmayız. Bizim bıraktığımız, ancak sadakadır.” Bu hadis-i şerifiyle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kur’ân’ın umûmî bir hükmünü tahsîs etmiş olmaktadırlar.
Aynı şekilde: اَلْقَاتِلُ لاَ يَرِثُ “Kâtil mirasçı olamaz.” hadisi de, kâtilin mirasçı olamayacağını, meselâ, babasını öldürenin babasından, amcasını öldürenin amcasından, dayısını öldürenin dayısından, kardeşini öldürenin de kardeşinden miras alamayacağını hükme bağlayarak, Kur’ân-ı Kerim’in mirasla alâkalı umumî hükmünü bu noktadan tahsîs etmiştir.
4. Sünnetin Bazı Ahkâmı Takyîdi
Sünnet, Kur’ân-ı Kerim’in mutlakını takyîd eder. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim’de: وَالسَّارِقُ وَالسَّارِقَةُ فَاقْطَعُوا أَيْدِيَهُمَا جَزَاءً بِمَا كَسَبَا نَكَالاً مِنَ اللّٰهِ “Erkek ve kadın hırsızın, yaptıklarının karşılığında bir ceza ve Allah’tan ibret verici bir ukûbet olmak üzere ellerini kesin!” buyrulur.Bu mutlak bir emirdir. Ancak, hangi şartlarda ve ne miktarda hırsızlığın böyle bir ceza ile tecziye edileceği açık olmadığı gibi, elin neresinden kesileceği de açıkça belirtilmemektedir. Kur’ân-ı Kerim’in abdest âyetinde: “Ellerinizi dirseklerinize kadar yıkayın.” buyrularak, kolun en azından dirseklere kadar olan kısmı “el” kelimesinin şümûlüne dahil edilmektedir.
İşte, hırsızlık suçu karşısında elin neresinden kesileceğini bize anlatan ve bu şekilde Kur’ân-ı Kerim’in mutlak bir hükmünü takyîd eden de yine sünnet-i mütahharadır: Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), tecziye için kendisine bir hırsız getirildiğinde, elini mafsaldan keserek, “el kesme” şeklinde gelen mutlak emri takyîd etmiştir.
Keza: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لاَ تَأْكُلُوا أَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ إِلاَّ أَنْ تَكُونَ تِجَارَةً عَنْ تَرَاضٍ مِنْكُمْ “Mallarınızı aranızda (çalıp çırparak, ihtikârla, irtişâyla, riba ile) bâtıl bir surette yemeyin; ancak anlaşma ve karşılıklı rızaya dayalı ticarî mübadeleyle yiyin.” âyetini de, yine sünnet-i mütahhara bir hususta takyîd etmiş; “Meyveleri, tam belirli hâle gelinceye kadar satmayın.” diyen Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), âyette anlatılan hususa ayrı bir kayıt daha getirmiştir.
Başta da ifade ettiğimiz gibi, sünnet-i seniyye Kur’ân’da bulunmayan hükümler koyma noktasında müstakil teşrî’e esas olduğu gibi ki; ehlî merkeplerin etinin haramlığı, yırtıcı hayvanların etlerinin yenemeyeceği ve bir kadının halası veya teyzesi üzerine nikâh edilemeyeceği gibi şer’î hükümler, bu cümledendir.
Kitabın yanında, başlı başına müstakil bir teşrî kaynağı olarak sünnet, Kur’ân-ı Kerim’in inmeye başladığı andan itibaren fonksiyonunu icraya başlamış ve hep Kur’ân’la içli dışlı olmuştur. Ne var ki, dünden bugüne cumhur-u ümmet ve ulemâ tarafından böyle kabul edilegelmiş olan sünnet, Yunan felsefesinin tesiriyle Nazzam gibi birtakım Mutezile imamları ve daha sonra da garazkâr ve İslâm’ı temelinden dinamitlemeye çalışan bir kısım batılı müsteşrikler, bu dupduru kaynağı kendilerince hep bulandırmaya çalışmışlardır. Ne yazık ki, bir iki asırdır batı ve müsteşrikler karşısında aşağılık duygusuna kapılan birtakım Müslüman ilim adamları da, meseleye böyle bir kompleks içinde yaklaşarak, kısmen müsteşriklerin oyununa gelmiş ve hatta sünneti sorgulamaya kalkışmışlardır. Ancak, din-i mübin-i İslâm adına, Kitab ve Sünnet adına selef-i salihînin çalışmaları ve çalışmalarının semeresi sayılan bıraktıkları eserler, o kadar muhteşem ve parlaktır ki, sünnete bulaştırılmaya çalışılan lekelerin, bu dupduru kaynak üzerinde hiçbir tesiri olmayacaktır.
DİPNOTLAR
1.Tirmizî, tefsiru’l-Kur’ân 2;Taberî, Tefsîr, 1/61,64.
2. Buhârî, Tefsîr, 8319,1.
3. Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’ân, 3.
4. Ebû Dâvûd, salât 2; Tirmizî, Mevâkît, 1.
5. Buhârî, Ezân 18; Müsned, 5/53.
6. Nesâî, Menâsik 220; Müsned, 3/366.
7. Buhârî, İ’tisâm 5, humus 1; Müslim, Cihâd,51; Müsned, 2/463
8. Tirmizî, Ferâiz, 17.
9. Buhârî, Buyû 82; Müslim, Buyû’, 51.
Sünnetin Tesbiti Ve Teşri’deki Yeri
Fethullah Gülen
4. İz Bırakan Sözler ve Unutulmayan Hâdiseler
Resûl-i Ekrem, çok defa öylesi hâdiseler münasebetiyle ve öyle şartlar altında irad-ı kelâmda bulunuyorlardı ki, o şartlarla koordinatlanan sözlerin bellenmemesi ve bellendikten sonra da unutulması mümkün değildi. Hâdiseler, her zaman hatırlanacak ve kendilerini hissettirecek ağırlıkta idi.. ve her hatıra gelişlerinde de onlar vasıtasıyla irad edilen sözlerin tahatturuna vesile oluyorlardı.
Şimdi, bu hususla alâkalı birkaç misal arzedelim:
1. Allah Resûlü’nün mânevî kardeşi Osman İbn Maz’un vefat etmişti. Allah Resûlü, herhangi bir cenaze için fazla ağlamazdı ama, Hz. Hamza (radıyallâhu anh) gibi, Osman İbn Maz’un için de çok ağlamıştı. Hatta denebilir ki; onu su ile yıkamadan önce, Cennet kevserlerinden daha değerli olan kendi gözyaşlarıyla yıkamış ve aynı zamanda eğilip, mübarek dudaklarını onun alnında gezdirmişti. Bütün bunları gören bir kadın: “Ne mutlu sana Osman, Cennet’te bir kuş oldun!” deyince de, hemen tavrını değiştirmiş ve o kadına dönerek: “Ben peygamberim, kendime ne olacağını bilmiyorum; sen ne biliyorsun?” demişti ki, insan üzerinde şok tesiri yapan böyle bir hâdisenin ve hele bu hâdise münasebetiyle Allah’a karşı birini temize çıkarmanın kimseye düşmeyeceği: “Vallahi, bundan böyle kimseyi tezkiye etmem!”76 diyen o kadın ve orada bulunan diğer sahabilerin unutmasına imkân var mıdır.
2. Hem meselâ; Uhud Savaşı’nda Kuzman, çok iyi savaşmış ve kendini bomba gibi müşrik topluluklara çarpmış ve çarptığı her topluluğu da darmadağın etmişti. Onun böyle civanmertçe savaştıktan sonra öldüğünü görenler, şehit olduğuna hükmetmişlerdi. Buna karşılık Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise: “Hayır, o Cehennem’dedir!” buyurmuşlardı. Neden sonra yanına gelen biri, yaralarının acısına dayanamayarak intihar ettiğini; veya ondan: “Ben, dinim için değil, sadece soy gayretiyle savaştım.” sözlerini işitecek ve işin perde arkasını anlayacaktı. Şimdi, Uhud Savaşı anıldıkça bu hâdiseyi ve Resûlullah’ın bu münasebetle irad buyurdukları: “Allah, bu dini bir fâcirle de teyit eder.”77 sözünü hatırlamamak mümkün mü?
3. Emîrü’l-mü’minîn, halife-i rûy-i zemin Hz. Ömer İbnü’l-Hattab naklediyor:
لَمَّا كَانَ يَوْمُ خَيْبَرَ أَقْبَلَ نَفَرٌ مِنْ صَحَابَةِ النَّبِيِّ فَقَالُوا: فُلاَنٌ شَهِيدٌ، فُلاَنٌ شَهِيدٌ. حَتَّى مَرُّوا عَلَى رَجُلٍ فَقَالُوا: فُلاَنٌ شَهِيدٌ، فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ: كَلاَّ، إِنِّي رَأَيْتُهُ فِي النَّارِ، فِي بُرْدَةٍ غَلَّهَا أَوْ عَبَاءَةٍ. ثُمَّ قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ: يَا ابْنَ الْخَطَّابِ! اِذْهَبْ فَنَادِ فِي النَّاسِ أَنَّهُ لاَ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ إِلاَّ الْمُؤْمِنُونَ
“Hayber günü, Resûlullah’ın ashabından birkaç kişi gelerek: ‘Falan şehit, falan şehit.’ dediler. Sonra, (vurulup yere düşmüş) birine rastlayıp, ‘Falan da şehit olmuş.’ diye söylendiler. İşte o zaman Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) müdahele etti ve: ‘Hayır, ben onu ateşte gördüm; çünkü o, daha taksim edilmeden ganimet malından bir bürde almış.’ açıklamasında bulundu ve sonra da bana: ‘Ey Hattaboğlu, halkın arasına gir ve: ‘Cennet’e mü’minlerden başkası; yani inanan, iman ve emniyetin temsilcisi olanlardan başkası giremez.’ diye seslen.’ buyurdu.”
Evet, şehit dendikçe, Hayber’den söz açıldıkça, ganimetlerden bahsedildikçe ve Cennet’e gireceklerin vasıfları söz konusu edildikçe, sahabe, hep bu vak’ayı ve bu vak’a münasebetiyle irad buyurulan hadis-i şerifi nasıl hatırlamamazlık eder ki?
Evet, hadis-i şerifler ve sünnete ait kudsî hakikatler, hâdiselerle öylesine, zihinlere, ruhlara perçinleniyordu ki, aradan yıllar ve yıllar geçse de onların hafızalarından silinmesi mümkün değildi. Evet onlar, duyduklarını unutmadılar. Aksine ruhlarının derinliklerine işlediler, dimağlarına nakşettiler ve hiçbir şey eksiltmeden gelecek nesillere aktardılar.
4. Sahabe-i kiram, Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı fevkalâde edepliydi.. ve bu edepleri de mârifetleriyle mebsûten mütenasipti. Bazen O’na birşey sormaya bile hayâ ederlerdi de O huzurun edebini bilmeyen birisi gelsin, bir şey sorsun diye beklerlerdi.
Derken bir gün, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzurunda otururlarken bir bedevî, (Dımam b. Sa’lebe) içeri girdi ve bir hayli kabaca: “Hanginiz Muhammedsiniz?” dedi. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), ashabı arasında sırtını bir yere dayamış oturuyordu ve sahabe: “İşte, şu sırtını duvara dayamış olan beyaz tenli insan!” diye karşılık verdi. Adamcağız, bu defa: “Ey Abdülmuttalib’in oğlu!” diye hitab etti. Efendimiz: “Seni dinliyorum.” buyurdular. Adam: “Sana bazı şeyler soracağım; ama, soracaklarım pek ağırdır, sakın gönlün benden incinmesin!” dedi. Efendimiz de: “Aklına geleni sor!” buyurunca, Dımam: “Senin ve senden evvelkilerin Rabbi aşkına söyle: Allah mı seni bütün bu halka peygamber olarak gönderdi?” Efendimiz: “Evet!” buyurdu. “Allah aşkına söyle, bir gün bir gece içinde beş vakit namaz kılmayı sana Allah mı emretti?” Efendimiz: “Evet!” cevabını verdi. Adam, orucu, zekâtı da aynı şekilde sorup, hep “Evet!” cevabını aldıktan sonra: “Sen Allah’tan ne mesaj getirdinse, ben ona iman ettim. Kavmimin geride kalanlarına da elçiyim. Ben, Sa’d b. Bekr kabilesinden Dımam b. Sa’lebe’yim.” açıklamasında bulundu.
Şimdi, bu vak’ayı ne Dımam b. Sa’lebe’nin, ne kavminin, ne de o gün mecliste bulunup da, önce onun saygısızlığını, sonra da gözleri yaşartacak imanını gören sahabe-i kiramın unutması mümkün mü? Hayır; asla ve kata. Bunca şok hâdise ile zihinle bütünleşen bir şeyin unutulması mümkün değildir.
5. Bir gün Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Übey b. Ka’b’ı çağırdılar ve: “Sana Beyyine sûresini okumamı, Allah bana emretti.” buyurdular. Übey b. Ka’b Hazretleri: “Allah sana benim ismimi de andı mı?” diye sordu. Efendimiz’de: “Evet, andı.” cevabını vermesi üzerine gözleri yaşla doldu ve: “Demek, Rabbülâlemîn katında anıldım!”80 dedi.
Bu hâdise, Übey ve ailesi için öyle bir şerefti ki, aradan bir asır geçtikten sonra torunu: “Ben, Allah’ın, kendisine Beyyine sûresini okumasını Resûlü’ne emrettiği zatın torunuyum!” diyecekti.. Bunu unutmak, ne Übey için, ne ailesi, ne de çocukları ve torunları için mümkün değildi.
5. Sahabenin Dikkat ve Ciddiyeti
Bunlardan başka sahabe-i kiram, o işe programlanmışcasına, Kur’ân’ın ve sünnetin bir harfinin bile zayi olup gitmesine tahammülleri yoktu. Aslında, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bu mevzuda aynı tehâlükü gösteriyordu. Vahyi yakalamak, bir tek harfini olsun zayi etmemek için dilini dudağını oynatıyor ve değişik tavırlara giriyordu. Bu O’nun, henüz tam teminat almadığı günlere ait, vahiy emanetine karşı gösterdiği beşer üstü gayretti. Bu sebeple, “Onu hemen yakalayayım diye acele edip, dilini oynatmana ve bu şekilde kendine eziyet etmene gerek yok; onu senin sinende toplamak da, okutmak da Bize aittir.”81 mealindeki âyet inmiş ve O’nun temiz tabiatının derinliklerinde yatan, O’na mahsus itminan üstü itminanı ortaya çıkarmıştı.
Evet, nasıl ki Efendimiz, vahiy mevzuunda bu denli tehâlük gösteriyordu; öyle de sahabe-i kiram hazerâtı da, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ağzından çıkacak tek bir harfin bile zayi olup gitmemesi için ölesiye bir tehâlük gösteriyorlardı. Onlar bütünüyle: “Bu, bir daha ele geçmez bir fırsattır; insan hayatta bazı şeyleri değerlendirme turnikesine bir sefer girer; girer ve onun karşısında bir hedef konur ve bu hedefe bir defa ok atma fırsatı verilir. Aman, okumuzu iyi atalım, isabet ettirelim ve bu büyük fırsatı zayi etmeyelim.” düşüncesindeydiler. Çünkü, Allah Resûlü kendilerine dinlerini açıklıyor ve öğretiyordu. Onlara Kur’ân’ın tefsirini sunuyor ve ebedî hayatı kazandıracak düsturları talim ediyordu. Dolayısıyla onlarda, kapalı hiçbir şey kalmasın istiyorlardı.
Emevi hilâfetinin daha ilk yıllarında, İslâm askerleri İstanbul surları önünde savaşıyorlardı. Bu arada, bir yiğit, yalın kılıç ortaya atılmış, sağa sola koşuyor ve düşman saflarına saldırıyordu. Onu böyle gören askerler bağırıyor ve: “Sübhanallah, kendi eliyle kendini tehlikeye atıyor!” diyorlardı. Bunun üzerine, o güne kadar Allah Resûlü’ne karşı hep vefalı davranmış.. Medine’yi ilk teşriflerinde mübarek evini O’na açmış.. gül devrinde hep O’nunla olmuş.. O’ndan sonra da yolundan milim ayrılmadan hep aynı çizgide yürümüş.. ve en yaşlı döneminde de kendini atın sırtına bağlattırarak, Konstantiniyye’nin fethine, Anadolu misafirliğine ve ötelere yürümüş, peygambere birkaç ay mihmandarlık yapmasına bedel gibi, birkaç asırdan beri, mihmandarlığını yaptığımız Ebû Eyyub el-Ensarî Hazretleri (radıyallâhu anh) hemen öne atıldı ve: “Ey insanlar, siz, bu ‘Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın!’ âyetini yanlış tevil ediyorsunuz. Bu âyet, biz ensar topluluğu hakkında nazil olmuştur. Allah, İslâm’ı kuvvetlendirip de, onun yardımcıları çoğalınca, biz de kendi aramızda, ‘Allah, İslâm’ı güçlendirdi ve İslâm’ın yardımcıları çoğaldı. Artık, biraz da ziyan olan mallarımızın telafisine çalışsak; kaybettiğimiz dünyalığımızı yeniden kazanmaya baksak iyi olacak.’ dedik. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, işte bu âyeti inzal buyurdu ve bize şunları hatırlattı: ‘Varınızı, yoğunuzu Allah yolunda harcamamak, infak etmemek suretiyle kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. Asıl tehlike, malların üzerine oturmak, gazayı terk etmek ve dünyalığa dalmaktır.’ ”
İşte, sahabi, Resûl-i Ekrem’den dinini doğru olarak böyle öğreniyor, tahkik ediyor ve en ufak bir yanlış anlamaya meydan vermiyordu.
6. Kur’ân ve Sünnetin Oluşturduğu Orijinal Ortam
Sonra, ilk halleri itibarıyla o ibtidaî topluluk içinde İslâm adına, Kur’ân adına gelen her şey çok orijinaldi. Kitab ve Sünnete ait her şey onlara çok orijinal geliyordu. O günün insanı her şeyi o kadar yeni, o kadar cazip buluyordu ki, inançlarını, zihniyetlerini, tavır ve davranışlarını değiştiriyor ve akıl almaz bir farklılık gösteriyorlardı. Daha doğrusu çölde çadırda yaşayan bu bedevi kavim, çok kısa bir zamanda hem de kıyamete kadar gelecek insanlığın mürebbileri olmaya hazırlanıyordu.
Evet, her gün semadan yeni yeni sofralar iniyordu onların önlerine. O saf, o duru, o hiçbir şeyden haberdar olmayan cemaat, her gün yeni bir şeylerle karşılaşıyor yeni yeni şeylere muhatap oluyordu. Onlar, fıtraten son derece zeki ve hafızaları alabildiğine kuvvetliydi ki; bir defa söylenileni bile beller ve bir daha da unutmazlardı. Hafıza fonksiyonunun bilgisayara devredildiği ve nesillerin hafıza mâlulü olduğu şu zamanda bile öyle hafıza dâhileri çıkmaktadır ki, Kur’ân-ı Kerim’i iki ayda, üç ayda hıfzedebilmektedir. Hâlbuki, o bâdiyenin sade ve safdil insanlarının her biri birer hafıza dâhisiydi. Duydukları şeyi hemen ezberliyorlar ve bir daha da unutmuyorlardı.
Hudeybiye Musalahası’ndan sonra, Allah Resûlü, hem Arap kabilelerine, hem de dünya devletlerinin liderlerine nâmeler gönderdi. Dört bir yana dağılan bu elçiler, elçilerle beraber muallimler, gittikleri her yerde Kur’ân ve Sünnetten bilip öğrendikleri şeyleri başkalarına da anlattılar. Müsâlaha sonrası barış ortamını çok iyi değerlendirip kabileler arasına girdiler ve her ocağı, her bucağı bir medrese hâline getirerek herkese Kitab’ı ve Sünneti anlattılar. Öyle ki daha Mekke’nin fethinde Resûlullah’ı dinleyenlerin sayısı on bini aşıyordu.
Bu ilim-irfan seferberliğinde, erkeklerin yanında kadınlar, onların arasında da Efendimiz’in pâk zevcelerinin hizmeti başlı başına bir destandı. Böyle hızlı bir tempo ile sürdürülen irşat ve tebliğ, talim ve terbiye sayesinde bir iki sene sonra Veda Haccı’na gidilirken Efendimiz’in etrafında yüz bini aşkın insan vardı. Bu hac esnasında, değişik yerlerdeki hutbeleri ve fetvaları büyük ölçüde sünnet yörüngeliydi ki, başlı başına bir telife esas teşkil edebilirdi.
Evet O, bu hac esnasında etrafındaki halka halka insanlara mirastan bahsetti.. kan davalarının kaldırıldığını anlattı.. kadın haklarından söz etti.. faizin haram olduğunu duyurdu.. ümmetin gelecek hayatıyla alâkalı nasihatlarda bulundu.. ve bütün bunları orada bulunanların bulunmayanlara tebliğ etmesini istedi. Artık, din kemale ermiş, nimetler tamamlanmış ve Allah, mü’minler için İslâm’dan hoşnut olduğunu beyan buyurmuştu. Bütün bunlar hoş şeylerdi; ama biraz poyraz gibi esiyordu. Zira sahabe bunlardan, biraz da, Efendimiz’in nübüvvet vazifesinin hitama erdiğini ve maddeten aralarından ayrılacağını anlıyordu. Bu itibarla da, bir yandan hıçkırıklara boğulurken, bir yandan da can kulağıyla O’nu dinliyordu.83 Zaten, belli bir süre sonra, Kur’ân’dan en son inen: وَاتَّقُوا يَوْمًا تُرْجَعُونَ فِيهِ إِلَى اللّٰهِ ثُمَّ تُوَفَّى كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ “Allah’a döneceğiniz bir günden sakının ki, o gün herkes kazandığının karşılığını görür ve kimseye zulmedilmez.”84 âyeti de dine sahip çıkma meselesinin ehemmiyetini bir kere daha anlatıyor ve sahabe-i kirama vazifelerinin ağırlığını.. Resûlullah’a ve O’nun 23 yıl boyunca tebliğ ettiği dine vefanın ne derece mühim olduğunu âdeta son bir defa daha ihtar ediyordu.. ediyordu ve sahabe, bunun farkındaydı.
Dinlediler, bellediler, tahkik ettiler, yaşadılar ve naklettiler... Böylece sünnet de, Kitab gibi o pâk kanallardan başlayarak, yine pâk kanallardan geçe geçe bugünlere geldi ulaştı.. ve tabiî kıyamete kadar devam edecek “ani’l-merkez” gücüyle...
DİPNOTLAR
76 Buhârî, cenâiz 3; menâkıbu’l-ensâr 46; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/237; İbn Esîr, Üsdü’l-gâbe, 3/600.
77 Buhârî, cihad 182; Müslim, iman 178.
78 Müslim, iman 182; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/30, 47.
79 Buhârî, ilim 6; Nesâî, sıyâm 1.
80 Buhârî, tefsir (98) 1-3; Müslim, fedâilü’s-sahabe 121-122.
81 Kıyâmet sûresi, 75/16-17.
82 Tirmizî, tefsiru’l-Kur’ân (2) 19; Hâkim, el-Müstedrek, 2/302.
83 Müslim, hac 147.
84 Bakara sûresi, 2/281.
Sünnet'in Korunmuşluğu
Hasan Yenibaş
Dinin yarısını teşkil eden Sünnet, şek ve şüpheye mahal bırakmayacak ölçüde, en mevsûk kanallardan, olabildiğine hassas ve kılı kırk yaran muhakkik zatlar tarafından, hem de ta sahabe, tâbiûn ve tebe-i tâbiîn döneminden başlayarak kaydedilmiş, ezberlenmiş, muhafazaya alınmış ve sonra da harfi harfine nakledilmiş, kitaplara geçmiş ve bu günlere gelip ulaşmıştır.
Sünnet; Kur’ân’dan sonra İslâm’ın ikinci kaynağı olması itibariyle Müslümanlar nezdinde çok önemli bir konuma sahiptir. İlk dönemlerden itibaren Sünnet’e "din" nazarıyla bakılmış, Sünnet’in muhafazası ve yaşanması için her türlü takdiri aşan gayret ve çalışmalar ortaya konmuştur. Kur’ân’ın kaynağı vahiy olduğu gibi, Sünnet’in kaynağı da vahiydir. Ancak aralarında şöyle bir fark vardır: Kur’ân vahy-i metluv,1 Sünnet ise vahy-i gayri metluvdur.2 Doğduğu andan itibaren ilahî gözetim ve muhafaza altında yaşayan Peygamberimiz'in, bizzat Kur’ân tarafından "O’nun konuşması vahiydir. O, asla kendi hevasından konuşmaz." (Necm sûresi, 3) denilerek sözlerinin ilâhî te’yide mazhar olduğu belirtilmiştir.
Sünnet’in Korunmuşluğunun Zaruri Oluşu
Dini hükümlerin oluşmasında Kur’ân–Sünnet bütünlüğü bilinen bir gerçektir. Fıkıh kitapları sathî bir bakışla bile gözden geçirilse, dini ahkâmın Kur’ân ve Sünnet’in birlikte değerlendirilmesiyle şekillendiği anlaşılacaktır. Sünnet olmadan Kur’ân’ın pratiğe aktarılması mümkün değildir. Bu yönüyle Sünnet, Kur’ân’ın pratize edilmiş şeklidir.
Kur’ân’ın yanında müstakil bir teşrî kaynağı olan Sünnet, Kur’ân’ın mücmelini tafsil, müphemini tefsir, umumunu tahsis ve mutlağını takyid fonksiyonuna sahiptir. Bu çerçevede Sünnet, Kur’ân tefsirinin birinci kaynağı olmuştur. Kur’ân’da emredilen namaz ve hac gibi ibadetlerin keyfiyeti ve yapılış şekilleriyle ilgili tafsilatta bulunmuştur.3 Miras hukukuyla ilgili umumî hüküm ifade eden âyeti4, Peygamberlerin miras bırakmayacağını söyleyerek5 tahsis etmenin yanında, "Mallarınızı aranızda batıl bir surette yemeyin; ancak anlaşma ve karşılıklı rızaya dayalı ticârî mübadeleyle yiyin." (Nisâ sûresi, 29) âyetini de, "Meyveler, tam belirli hale gelinceye kadar satmayın."6 buyurarak Hz. Peygamber (s.a.s.) takyîd etmiştir. Bu misalleri çoğaltmak elbette mümkündür. Ancak biz sadece işaret sadedinde bu meseleye temas ettik.
Kur’ân’ inmeye başladığı andan itibaren Sünnet, Kur’ân’la içli dışlı olarak fonksiyonunu icraya başlamış ve dinin ikinci kaynağı olmuştur. Bu durum bizi, İslâm’ın hakkıyla muhafazasının Sünnet’in de muhafaza edilmiş olduğu sonucuna götürmektedir. Eğer Sünnet korunmamışsa din eksik demektir. Oysa Kur’ân’da Allah (c.c.), "Bugün dininizi kemâle erdirdim, size olan nimetimi tamamladım ve din olarak sizin için İslâm’a razı oldum" (Mâide sûresi, 3) buyurarak İslâm’ın tamama erdirildiği söylemektedir.
Korunmuşluğun İlâhî Unsurları
a. Hz. Peygamber’in Masum Oluşu
Peygamberlerin sıfatlarından biri de ismettir. İsmet, peygamberlerin küçük-büyük bütün günahlardan, Allah’ın inayetiyle, korunmuş olmaları demektir. Yani Allah (c.c.), peygamber göndereceği kuluna günaha giden yolları kapamıştır. Çünkü onlar özel donanımlı insanlardır.
Peygamberler, dinin muhafazası için günahsız olmalıdırlar. Mantıken de böyle olması gerekir. Çünkü peygamberler, aramızda tebliğ vazifesiyle bulunurlar. Onların varlık gayesi sadece tebliğdir. Cenab-ı Hakk’ın emir ve buyruklarına ilk muhatap onlardır. Aldıkları emirleri de insanlara olduğu gibi aktarırlar. Eğer peygamberler, böyle dupduru bir ruh yapısına sahip olmasalardı, gelen ilâhî mesajları, geldiği gibi intikâle muvaffak olamazlardı. Hem de ilâhî vahiy onların saydam olmayan mahiyetlerine, duru olmayan gönüllerine, saf olmayan vicdanlarına çarpar, adeta ışık gibi kırılır ve ışığın kırılıp başkalaşması gibi, bu mat satıh ve bünyeler her şeyi kendi his, duygu ve düşüncelerinin alaca karanlığında değerlendirir, isteyerek veya istemeyerek çarpıtırlardı. Bundan dolayı bu aynanın temiz olması gerekir ki, vicdanlara aksettirdiği hakikatler yanıltıcı olmasın.
İnsan; iman, itikat ve amele ait bütün dini hükümleri peygamberler vasıtasıyla öğrenir. İnsan, onlardan dini en kâmil ve mükemmel halde görmelidir ki, onlara ittiba ile dünya ve ahiret saadetini elde edebilsin.7
Bizler, herhangi bir vazifeye birisini tayin edeceğimiz insanlar için güvenlik araştırması yaptırırız. Bir de o şahsa tevdi edilecek vazife peygamberlik gibi önemli bir vazifeyse, herhalde güvenlik araştırması yedi göbek ötesine kadar uzatılmalıdır. Tamamen dünya ile ilgili ve basit meselelerle alakalı insan seçiminde hassas davranılır da, en önemli vazife olan ve aynı zamanda dünya ve ahireti kuşatan bir vazife için liyakat aranmaması düşünülemez. Cenab-ı Hakk’ın, böyle kudsî bir vazifeyi sıradan ve kusurlu insanlara temsil ettirmeyeceği açıktır.
Bütün peygamberler gibi Efendimiz (s.a.s.)'de masumdur. Allah O’nu hata yapmaktan korumuştur. Hz. Peygamber’in unutması (unutturulması) veya Kur’ân’da yer alan ikazlar, değişik hikmetlere bağlı olup kendisinden sâdır olan bir hatadan dolayı olmamıştır.9 Unutma meselesini de bizzat kendisi, "Ben unutur veya unutturulurum, ta ki Sünnet koyayım."10 buyurarak, İslâmî teşriata vesile olması için böyle bir durumun vâkî olduğunu beyan buyurmuşlardır. Kaldı ki, unutmak dinde bir hata olarak değerlendirilmemiştir.
Allah Resûlü’nün masum oluşu, Sünnet’in kaynak itibariyle, Allah tarafından hata ve yanlışlardan muhafaza edildiğini göstermektedir.
b. Kur’ân Ayetlerinin Delaletleri
Kur’ân’daki bazı ayetler, dolaylı olarak Sünnet’in korunmuşluğuna delalet etmektedir. Yukarıda temas ettiğimiz, "Bugün dininizi kemâle erdirdim, size olan nimetimi tamamladım ve din olarak sizin için İslâm’a razı oldum." (Mâide sûresi, 3) âyeti bu çerçevede değerlendirilebilir. Yine "Şüphesiz Zikri biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz." (Hicr sûresi, 9) ayetinde geçen "Zikr" kelimesi Sünnet’i de ihtiva etmektedir. Her ne kadar ilk bakışta, "zikr"den maksat Kur’ân gibi anlaşılıyorsa da, Kur’ân’ın yerine "zikr" denilmesi, daha geniş anlamda bir kavramla karşı karşıya bulunduğumuzu göstermektedir. Allah’ın, "zikr"in korunmasıyla ilgili teminatı, sadece Kur’ân’la sınırlı olmayıp Peygamberimiz vasıtasıyla gönderilen dinin tamamını, dolayısıyla Sünnet’i de kapsamaktadır. Cenab-ı Hak, Kur’ân’ı koruduğu gibi Sünnet’i de korumuştur. Bunun için de ümmetin âlimlerini Sünnet’i ezberlemek, öğrenmek, öğretmek gibi hususlara yönlendirmiştir. Efendimiz’den itibaren, binlerce âlim, hayatını bu yola vakfetmiştir.11 Nitekim başta İmam Şafiî olmak üzere İslâm âlimleri, Sünnet’in tamamının âlimler tarafından bilindiğini belirtmişlerdir. Yani, âlimlerin tamamı bir araya getirilse, Sünnet’in tamamı ortaya çıkmış olacaktır.12 İmam Şafiî’nin yaklaşımından da, namaz, zekat, hac, oruç, muamelat ve feraizden hiçbir şeyin kaybolmadığı sonucunu çıkarabiliriz. Peygamberimiz’in söz, fiil ve takrirleri, geliş yolları ve seviyeleri farklı bile olsa, derlenip toplanmıştır. Ayrıca, Kur’ân’da, Peygamberimiz'e hitaben: "Sana da ey Resulüm bu zikri indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın." (Nahl sûresi, 44) denilmektedir ki, eğer Sünnet bizim için güvenilir bir kaynak değilse, Kur’ân’da yer alan namaz, oruç, zekat gibi emirlerin yapılış keyfiyetlerini bilmemiz, dolayısıyla da buna benzer nasslardan istifade etmemiz mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla bize farz kılınan hükümler bâtıl olacaktı. Oysaki Kur’ân, "Bir anlaşmazlığa düştüğünüz zaman onu Allah ve Resulüne götürün..." (Nisa sûresi, 59) ayetiyle, bütün meselelerin Efendimiz’in söz, fiil ve takrirleri ışığında çözülmesi gerektiğine işaret ederken, Peygamberimiz de, "Dikkat ediniz, bana Kur'ân ve onun bir benzeri verildi."13 buyurarak, Sünnet’e müracaat etmeden dini yaşamanınmümkün olmadığını ihtar etmişlerdir. Kur’ân’ın korunması nasıl ilahi teminat altındaysa, Sünnet’in korunması da böyledir ve bir zorunluluktur. Zira, bir usul prensibinde de ifade edildiği gibi, "Vacibin kendisiyle tamamlandığı şey de vaciptir."
c. Sahabenin Allah Tarafından Seçilmiş Bir Topluluk Olması
Sahabenin pek çok faziletinden biri de, İbn Mes’ud’dan nakledilen bir hadiste şöyle belirtilmektedir: "Allah kulların kalbine baktı ve Hz. Muhammed’i seçti ve mahlukatına nebi olarak gönderdi. Sonra insanların kalblerine baktı ve O’nun ashabını seçti. Onları dinin yardımcıları ve peygamberinin vezirleri yaptı."14 Sünnet’in ilk muhatapları olan sahabe, seçilmiş bir topluluktur. Sahabenin Sünnet’in anlaşılması ve muhafazası hususundaki gayretleri takdire şayandır. Onların bu konudaki muvaffakiyetlerinin, ilâhî bir tercih ve takdirin neticesi olduğu görülmektedir.
Korunmuşluğun Beşerî Unsurları
a. Hz. Peygamberin Teşvik ve Tedbirleri
Hz. Peygamber (s.a.s.), Sünnet’in muhafazasına teşvikte bulunduğu gibi, bazı tedbirler de almıştır. Mübelliği olduğu dinin sürekliliğinin Sünnet’in korunması, anlaşılması ve yaşanmasıyla mümkün olacağını çok iyi bilen Peygamberimiz, Sünnet’in öğrenilmesini ve öğretilmesini teşvik etmiş ve bunu yapanlara duacı olmuştur: "Allah bizden bir söz işitip onu muhafaza edenin ve sonra da bir başkasına tebliğ edenin yüzünü ak etsin ve güldürsün."15 "Allah, benim sözümü işitip, belledikten sonra, onu tebliğ edenin yüzünü ak etsin ve güldürsün."
Mekke’nin fethinden az bir zaman önce, Rabîa Kabilesi’nden Abdü’l-kays heyeti Resûlullah’a gelerek: "Ey Allah’ın Resûlü, biz Sana çok uzak mesafelerden geliyoruz. Aramızda Mudar kâfirlerinden falan kabile var. Bu yüzden de haram ayların dışında Sana gelmemiz mümkün değil. Bize kısaca bir şeyler emret de, arkada bıraktıklarımıza haber verelim, verelim de o sebeple biz de cennete girelim." dediler. Hz. Peygamber (s.a.s.) onlara bazı şeyler emretti, bazı şeyleri de yasakladı ve sözlerini şöyle bağladı: "Bunları hıfzedin ve arkanızdakilere de haber verin."
Yine Veda Hutbesi’nin sonunda: "(Sözlerimi) burada bulunanlar, bulunmayana tebliğ etsin."18 buyurduğu gibi, hafızasından şikayet eden bir sahabîye "Sağ elinden yardım iste."19 diyerek yazmasını tavsiye etmiş ve "İlmi yazarak kaydedin."20 diyerek hadislerin tespit metotlarından biri olan yazıyı teşvik etmiştir.
Sünnet’in muhafazasını teşvik eden Peygamberimiz, kasıtlı yalan ve uydurmaların önüne geçmek için de, "Kim benim adıma yalan uydurursa, cehennemdeki yerine hazırlansın."21 gibi sözleriyle kendisinden nakledilen her şeyin olduğu gibi aktarılması için gerekli uyarıları yapmıştır. Efendimiz (s.a.s.)’in bu gibi uyarıları, sahâbeyi temkinli olmaya sevketmiş ve hadis rivayetinde kılı kırk yaran bir hassasiyet oluşmasını sağlamıştır.
b. Sahabenin Sünnet’i Öğrenme ve Yaşama Konusundaki Gayretleri
Peygamberimiz’in, hadislerin muhafazası hususundaki teşviklerini çok iyi değerlendiren sahâbîler, hadis öğrenmek için ciddi bir gayret ortaya koymuşlardır. Sahâbe, Kur’ân ve hadisi sadece bilgilenmek için değil, öncelikle yaşamak ve hayata hayat kılmak için öğrenmişlerdir. Bu açıdan Sünnet’in, ilk muhatapları tarafından hayata aktarılması ve bütün yönleriyle yaşanması sonraki nesillere de misal teşkil etmiş, yazılı ve sözlü muhafaza ve naklin yanında, yaşanarak da nakledilmiştir. Şimdi, bir-iki misal vermek suretiyle konumuzu aydınlatmaya çalışalım.
Enes b. Mâlik şöyle demektedir: "Biz, Resûlullah’ın (s.a.s) yanında otururken, O’ndan bir söz işitir, yanından ayrılınca da, onu aramızda anar ve müzâkere ederdik."22 İbn Abbas ve Ebû Saîd el-Hudrî de talebelerine şu tavsiyede bulunmuşlardır: "Bu hadisleri belleyin ve aranızda müzakere edin. Onların bazısı bazısını hatırlatacaktır."23 Sahâbe, Peygamberimiz’den hadis dinlemekle kalmamış, öğrendikleri hadisleri iyice bellemek için aralarında müzakereler yapmışlardır.
Ebû Hüreyre’nin, kendisini çok rivayette bulunmakla tenkit edenlere verdiği cevap da konumuzu aydınlatıcı mahiyettedir: "Muhâcir kardeşlerimiz çarşı pazarda ticaretle, Ensar kardeşlerimiz de işleriyle meşgulken, şu Ebû Hüreyre karın tokluğuna Resûlullah’la beraber olmuş ve onların görmediğini görmüş ve hıfzetmediklerini hıfzetmiştir."24 Bu hadisten, diğer sahâbîlerin hadis öğrenmeye vakit ayırmadıkları sonucu çıkmamalıdır. İdareci olmadan önce ilim öğrenmeyi tavsiye eden Hz. Ömer’in, ashabın yaşları ilerlemiş olmasına rağmen ilim öğrendiklerini söylemesi25 ilim öğrenme cehd ve gayretinin hemen hemen ashabın tamamında olduğunu göstermektedir. Ama Ebû Hüreyre, hadis öğrenme hususunda bir adım önde yer almıştır.
Sahâbe, Sünnet’e uyma mevzuunda da çok hassas davranmış ve Sünnet’in her meselesine sahip çıkmıştır. Meselâ, Hz. Ali mestlerin üstüne meshedilmesi mevzuunda şöyle demiştir: "Resûlullah’ı mestlerin üstünü meshederken görmemiş olsaydım, bana göre onların altını meshetmek daha uygun olurdu."26 Onun bu sözleri Sünnet’e teslim olmanın ve Sünnet’in olduğu yerde şahsî ictihada girilemeyeceğinin ifadesidir. Yine Hz. Ali, Kûfe’de bulunurken ayakta su içmişti. Kendisini bu şekilde gören Meysere b. Yakub: "Ayakta su mu içiyorsun?" diye sorunca da şu cevabı verdi: "Ayakta su içmişsem Rasûlullah’ı (s.a.s) ayakta içerken gördüğüm içindir; eğer otururken içiyorsam, Rasûlullah’ın oturarak içtiğini gördüğümden dolayıdır."27 Demek ki, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, suyu oturarak içmeyi tavsiye ettiği gibi, ayakta içtiği de olmuştur. Burada bizim dikkat çekmek istediğimiz husus, sahâbîlerin Sünnet’e uyma meselesindeki hassasiyetidir. Sahâbenin Sünnet’i yaşama konusundaki gayret ve ciddiyetleri, Sünnet’in muhafazası adına önemli bir vesile olmuştur. Şu hususu da belirtmek gerekir ki, sahabe İslâm’ın ilk muhatapları olması itibariyle, her şeyi orijinal olarak bulmuşlardı. Gerek ayet ve hadisleri ilk defa duymaları, gerekse onlarda şok tesiri yapan pek çok hadisenin olması Sünnet’in öğrenilmesine ve bu öğrenmenin kalıcı olmasına vesile olmuştur.
c. Sahabenin Hadis Rivayetindeki Hassasiyetleri
Hz. Peygamber’in kendi adına kasten yalan uyduranların cehennemlik olduklarını beyan etmesi, sahâbeyi hadis rivayetinde temkinli olmaya sevketmiştir. Mesela, Efendimiz’e yakınlığı herkesin malumu olan Zübeyr b. Avvam pek az hadis rivayet etmiştir. Bir gün oğlu kendisine: "Baba, sen neden hadis rivayet etmiyorsun?" diye sorduğunda: "Bir kelimede bile Resûlullah’a muhalefet ederim diye ödüm kopuyor. Çünkü O, ‘Benim adıma yalan söyleyen, cehennemdeki yerine hazırlansın.’ buyurmuştur"28 şeklinde cevap vermiştir.
On yıl Peygamberimize hizmet eden Enes b. Mâlik (r.a.) de hadis rivayeti konusundaki endişesini şöyle ifade etmiştir: "Eğer hata ederim endişesi ve korkusu olmasaydı, Resûl-i Ekrem’den (s.a.s) daha çok şeyler anlatırdım."
Hadis rivayetinde hassas davranan sahâbe, hadislerin lafzen rivayetine de çok dikkat etmiştir. Hadîslerin mana ile rivayeti belli şartlarla caiz olmakla birlikte, sahâbe lafzen rivayet konusunda titiz davranmıştır.
d. Tedvin ve Tasnif Dönemi Çalışmaları
Tedvin, değişik yazı malzemelerinde veya hafızalarda bulunan hadislerin, herhangi bir usul gözetilmeksizin bir kitap içinde toplanmasıdır. Tedvin dönemi, hicri birinci asrın sonları ile II. asrın ortalarına kadar olan zaman dilimini içine alır. Tasnif ise, tedvin edilen hadisleri belli bir usule göre sınıflandırarak eser meydana getirmektir.
Tedvin ve tasnif, bir ihtiyaç neticesi ortaya çıkmıştır. Nitekim, Ömer b. Abdülaziz’in Medine Valisi Ebû Bekir b. Hazm’a ve ülkenin her tarafına gönderdiği resmî yazı şudur: "Hz. Peygamber’in hadislerini ve Sünnet’lerini araştır ve yaz; zira ben ilmin kaybolmasından ve âlimlerin yok olup gitmelerinden endişe ediyorum."30 İslâm tarihindeki, ilk sistemli ve resmî tedvin faaliyetleri, Ömer b. Abdülaziz’in gayretleriyle başlamış olup bu manada ilk resmî tedvin çalışması yapan da İbn Şihâb ez-Zührî (v. 124/742) olmuştur. Sadece, Zührî’nin yazdığı hadislerin kitaplar halinde hayvanlarla taşındığı düşünülecek olursa, tedvin faaliyetlerinin hayranlık uyandıracak seviyede olduğu görülecektir.31
Hadislerin tedvini için pek çok seyahatler (rihle) yapılmış, çok sayıda kişi hayatını bu işe vakfederek, ulaşabildikleri bütün sahabîlere veya onlardan hadis işiten tâbiîlere ulaşmaya çalışmışlardır.
Hicri II. asrın ilk çeyreğiyle birlikte tedvin dönemi sona ermiş ve tasnif dönemi başlamıştır. Tasnif döneminde, Musannef, Sünen, Müsned ve Sahih gibi adlarla pek çok eser ortaya koyulmuştur. Hadis tarihi açısından, hicri ilk üç asır altın çağ olarak kabul edilmektedir.
Bizim burada sadece bir işaret kabilinden yer verdiğimiz örnekler, Hadis tarihiyle ilgili kitaplarda çok daha geniş olarak yer almaktadır. Çok erken bir dönemde ortaya konan, sistemli ve günümüzün akademik zihniyetinin çok ötesinde ve günümüz ilmî araştırma usullerine de örnek olacak şekilde yapılan çalışmaların boyutuna ve derinliğine bakınca hayranlık duymamak mümkün değildir. Bu ümmet, dininin temel kaynaklarına hakkıyla sahip çıkmış ve hiç zayiat vermeden onları günümüze kadar ulaştırmıştır. Bilindiği gibi, hadislerin nakledilmesinde isnad sistemi kullanılmıştır. Yani, bir hadis, Peygamberimiz’e kadar kimler vasıtasıyla nakledilmişse tespit edilmiştir. İsnad sistemi bu ümmete has bir ilim harikasıdır. Tarihte başka bir örneğini göstermek de mümkün değildir.
Sünnet’in muhafazası adına yapılan çalışmalar, sadece tedvin ve tasnif dönemiyle sınırlı değildir. Hadis tarihi açısından, bu oluşum dönemlerine bağlı olarak pek çok çalışma yapılmıştır. Bunlar içerisinde mevzuat edebiyatı diye isimlendirebileceğimiz hadis diye uydurulmuş sözleri inceleyen ve hadislere karıştırılmak istenen uydurma sözleri tespit eden ve ayıklayan çalışmalar yer almaktadır. Yine çok erken dönemde oluşmaya başlayan cerh ve tadil edebiyatı da hadis râvilerini tanıtmayı konu edinen ve ravilerin güvenilirlik durumlarıyla ilgili bilgi veren eserlerden oluşmaktadır. Ayrıca, genel olarak hadis usulü olarak bilinen, genel ve teorik kaideler vaz’ ederek râvî, rivâyet ve mervî konularının tetkik ve tenkidine imkan veren Dirâyetü’l-hadis ilmi de Sünnet’in muhafazasına hizmeteden temel ilmî disiplinler arasında yer almıştır. Bu sahada yazılan eserlerin listesi bile insanın hafızasında tutmakta zorlanacağı miktardadır. Kaldı ki biz konuyla ilgili bazı ilmî disiplinlere sadece anahatlarıyla işaret edebildik. İlimler tarihinin yüz akı sayılan ve insaf ehlinde hayranlık uyandıran bunca çalışmayı görmezden gelerek, hadislere şüpheyle bakmak, ilmî bir bakış açısı olmayıp maksatlı ve art niyetli veya ilmî zihniyetten uzak bir anlayıştır.
Sonuç
Sünnet’in korunmuşluğu, nitelik olarak Kur’ân’dan farklıdır. Kur’ân lafız ve mana olarak korunmuştur. Sünnet’in korunmuşluğu ise, belli ölçüde lafız olarak olsa da, azımsanamayacak miktarda mana ile olmuştur. Yani, hadislerin bir kısmı Hz. Peygamber’in söylediği şekliyle muhafaza edilmiş; bir kısmı da, mana ile rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber’in söylediği ama daha sonraki nesillere intikal etmemiş hadisler de olabilir. Ancak, Sünnet uygulama olarak yaşanmış, korunmuş ve sonraki nesillere intikal ettirilmiştir. Mesela, namazla ilgili bütün hadislerin sahabe sonrasına intikal etmediğini düşünelim. Ancak, namazla ilgili bütün meseleler için, yeterli miktarda hadis/bilgi/uygulama intikal ettirilmiş olup bu anlamda Sünnet uygulama noktasında bir eksikliğe sahip değildir. Bir konudaki, aynı anlama gelen hadislerin çoğunluğunun nakledilmiş olması, dinin yaşanması için yeterli olur. Bazılarının nakledilmemiş olması ise bir eksiklik ortaya çıkarmaz.
Kur’ân'ın korunması, Sünnet’in korunmasını da içine alır. Çünkü Sünnet, Kur’ân’ın açıklayıcısı, güvenilir bekçisidir; keyfi yorumlara tâbi tutulmasını önler. O halde Sünnet’in korunması, Kur’ân’ın korunması için gerekli önlemlerden biridir. Bu sebeple de Kur’ân’ın korunması, Sünnet’in de korunması demektir.
Sünnet’in korunması ümmete, ümmetin âlimlerine havale edilmiştir. Yani sadece Kur’ân ile Sünnet’in korunma şekillerinde farklılık vardır. Bu da İslâm âlimlerinin hadis ilimlerinin bütün branşlarında gerçekleştirdikleri her türlü takdirin üstünde değer arzeden ilmî mesailer ile gözler önüne serilmiş bir gerçektir.
Sünnet’in tamamı ümmet tarafından korunmuştur. Tek tek fertler ele alındığı zaman, elbette onların bütün Sünnet’i ihata edemedikleri görülürse de, ümmetin bütünü ele alındığı zaman Sünnet’ten hiçbir şeyin kayıp olmadığı anlaşılacaktır. Tıpkı herhangi bir dili, bir dil âliminin bütünüyle bilmesi mümkün olmasa bile, o dili konuşan milletin o dilin bütün kelimelerini bilmesinin pek normal olduğu gibi. Hatta İmam Malik'e, devrin halifesi, Muvatta’ı yegane hadis kitabı olarak ilan etme teklifini iletince, büyük imam "Bizim muttali olmadığımıza başkaları muttali olmuş olabilir." diyerek karşı çıkmış, Sünnet’i, ümmetin bütünü çerçevesinde düşünmek gerektiğini hatırlatmıştır. Yani fert olarak bilgileri sınırlı da olsa âlimlerin tümü, Sünnet’in tümünü ihata etmişlerdir. Bu da Sünnet’in korunmuşluğunu gösterir.
Dipnotlar
1.Vahy-i metluv: Allah Teala’nın doğrudan doğruya vahyetmesi. Kur’ân-ı Kerim, böyle bir vahiydir.
2.Vahy-i gayri metluv: Allah Teala tarafından peygamberlerin kalblerine bildirilen vahyi, peygamberlerin kendilerine âit kelimelerle yanındakilere bildirmesi.
3.Bkz.: Buhârî, Ezân 18.
4.Nisâ sûresi, 11.
5.Buhârî, İ’tisâm 5; Müslim, Cihâd 51.
6.Buhârî, Buyû’ 82; Müslim, Buyû’ 51.
7.Gülen, M. Fethullah, Sonsuz Nur, 2/142, İst. 1994.
8.Gülen, Fethullah, Sonsuz Nur, 2/145-146.
9.Kur’ân’da Efendimiz’le ilgili ikaz görünümlü iltifatların izahı için bkz.: Gülen, Fethullah, Sonsuz Nur, 2/198-228.
10.Muvatta, Sehiv 2
11.Mustafa Sibai, İslam Hukukunda Sünnet 146.
12.Şafiî, Risale, 20-22.
13.Ebû Dâvûd, Sünnet 5.
14.Ebû Nuaym, Hilye, 1/375.
15.Tirmizî, İlim 7.
16.İbn Mâce, Mukaddime 18.
17.Buhârî, İman 40.
18.Tirmizî, İlim 9.
19.Tirmizî, İlim 12.
20.Dârimî, Mukaddime 43.
21.Buhârî, İlim 38.
22.Hatîb el-Bağdâdî, el-Câmî li ahlâki’r-râvî ve âdâbi’s-sâmî, 46, Mısır, ts.
23.Dârimî, Mukaddime 51.
24.Buhârî, İlim 42.
25.Buhârî, İlim 15.
26.Ebû Dâvûd, Tahâre 63.
27.Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/134.
28.Buhârî, İlim 38.
29.Dârimî, Mukaddime 25.
30.Buhârî, İlim 34.
31.Bkz.: Çakan, Lüfti, Hadis Edebiyatı, 18-19.
32.Kandemir, Yaşar; Çakan, İsmail; Küçük, Raşit, Riyazü’s-sâlihîn Terceme ve Şerhi, 1/33, İstanbul, 2004.
Dinin Gurbet Yıllarında Sünnet'e Sarılmanın Mükâfatı
Doç. Dr. Yener Öztürk
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), bir hadîslerinde şöyle buyurmuştur:
اَلْمُتَمَسِّكُ بِسُنَّتِى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّتِى لَهُ اَجْرُ شَهِيدٍ
"Ümmetimin fesada düştüğü bir zamanda, sünnetime sımsıkı sarılan şehit sevabı kazanır."1
Hadîs-i şerîfte sünnete temessük edenler; "şehid sevabı", bazı rivayetlerde ise, "yüz şehid sevabı" gibi bir ecirle müjdelenmektedirler. İlk bakışta böyle bir müjdenin büyüklüğünün hikmeti kavranamayabilir. Ancak şu iki durumun dikkate alınması, bu hususun izahı noktasında yeterli olacaktır:
1. Sünnetin genel anlamı/kapsamı,
2. Temessükün zamanı.
Birinci husus: Sünnet denilince umumiyetle ibadetlere tâbi nafileler ve Peygamberimiz'in yeme-içme, uyuma şekli, giyinme ve temizlenme tarzı gibi hususlardaki nebevî âdetleri akla gelmektedir. Sünnet sadece bu kısımlarından ibaret görülünce de verilen mesajın anlaşılması biraz güçleşmektedir. Bunun için biz hadîsle vurgulanmak istenen hususun daha iyi anlaşılması için sünnetin kelime ve genel anlamı üzerinde durulmasında fayda görmekteyiz.
Sünnet lügatte 'gidişat –iyi ya da kötü olarak– takip edilen yol' demektir. Nitekim bu mânâyı ifade eden bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur: "Kim, İslâm'da güzel bir yol/çığır açarsa (men senne fi'l-İslâmi sünneten haseneten..), bu işin ecri ve daha sonra o yolda yürüyenlerin ecirleri -yapanlardan bir şey eksiltilmemek üzere- onundur. Kim de İslâm'da kötü bir yol/çığır açarsa (men senne fi'l-İslâmi sünneten seyyieten), onun ve o yolda gidenlerin vebali, yapanlardan eksiltilmemek üzere onun sırtına yüklenecektir." (Müslim, Zekât 69; İbn Mace, Mukaddime 203) Çoğulu sünen olan sünnetin, bu mânâsıyla Kur'ân'da da yer aldığını görmekteyiz. Bu çerçevede bir âyette ise şöyle buyrulur: "Allah size helâl ve haramı açıkça bildirmek, sizden öncekilerin yollarını (sünenellezîne min kablikum..) size göstermek ve tövbelerinizi kabul etmek istiyor. O, alîm ve hakîm'dir (her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir)." (Nisa sûresi, 4/26)
Sünnet terimi, İslâmî literatürde özel anlamı itibariyle Hz. Peygamber'in (aleyhisselam) sözleri, fiilleri ve takrirleri olarak tanımlanır. Ancak sünnet kavramı geniş bir açıdan da ele alınmıştır. Buna göre sünnet, hükme ve amele esas teşkil etsin etmesin, -yaptıkları veya kaçındıklarıyla, Allah Resûlü'nün hayat tarzı ve yaşantısının bütünü olur. Meselâ büyük usûlcü Şatıbî, Hz. Peygamber'in (s.a.s.) uygulamalarına da -bunlar Kur'ân'da emredilmiş olmuş olsa bile- sünnet denildiğini belirtir.2
Bu konuyu daha açık ifadelerle ele alan diğer bir mühim şahsiyet ise Bediüzzaman'dır. O, Lem'alar adlı eserinde 'Sünnetin mertebeleri vardır.' diyerek, bunları ferâiz (vacibat), nevafil ve adâb olarak üçe ayırıyor.3 Bu tarife göre, sünnet, Resûl-i Ekrem'in (s.a.s.), yaptığı veya yapılmasını emir buyurduğu veya izin verdiği hususların tamamını ifade ediyor. Dolayısıyla burada farz da, vacib de, müstehab da sünnetin kapsamına girmiş oluyor.
Şu hâlde sünnet, genel anlamı itibariyle Peygamber Efendimiz'in takip ettiği yoldur. Daha açık bir ifadeyle sünnet, Allah Resûlü'nün (aleyhi ekmelüttehâyâ) dini -farzları, nafileleri ve adabıyla- yaşayış biçimi ve onu uygulayış tarzıdır. Dolayısıyla bu hadîste temas edilen "sünnete temessük" hususunu, 'Peygamberimiz'in farzlardan âdâplara kadar yaşayıp yaşatmaya çalıştığı dine sahip çıkmak' anlamında ele almak daha muvafık olacaktır.
Şüphe yok ki, doğrudan Allah tarafından terbiye edilip hayra yönlendirilen Resûlullah (s.a.s.), farzı, vacibi, müstehabı ve âdâbı da dâhil hayatı bütün üniteleriyle insanlığa talim etmek üzere bir rahmet olarak gönderilmiştir. Mesele bu açıdan düşünüldüğü zaman görülecektir ki, onun yolu öyle bir yoldur ki, binlerce dimağın bir araya gelmesiyle bulunacak bütün yollar ve o yolların düstur ve prensipleri, onun en küçük meselesi yanında sönük kalacaktır.
Tabiatıyla, böyle bir yolun işler hâlde tutulması için gösterilecek olan gayretler de o nispette kutsi ve mübarek olacaktır. Ve yine o nispette de ecri farklı olacaktır.
Sünnet'e Sahip Çıkmanın Zamanı
Bu nokta, Hz. Peygamber'in (s.a.s.) sünnetine/yoluna sahip çıkmanın zaman dilimiyle ilgilidir. Hadîste dünyanın fesada yenik düştüğü bir döneme dikkat çekilmektedir. Dinin esaslarına ilişilip dindarın istihzaya alındığı, dinî hayat adına pek çok şeyin aslî çizgisinden çıktığı, salahın kaybolduğu bir zamandan haber verilmektedir. İşte bu süreçte ortaya konacak gayretlerin apayrı bir kıymeti olacaktır. Biz Hak katında bu işin ne kadar mühim bir anlam ifade ettiğini ve nasıl eşsiz bir hizmet olduğunu Peygamberimiz'in bu mübarek sözünden anlamış olmaktayız.
Şehitlik, Allah yolunda yapılan cihad için verilen özel bir mükâfattır. Bu hadîste, sünnete sımsıkı sarılanların da şehit sevabına mazhar olacaklarının bildirilmesi, bize bu dönemde cihadın temsil şeklinin nasıl olması gerektiğini öğretmiş olmaktadır ki bu da, Resûlullah'ın sünnetine (dini yaşama ve yaşatma usûlüne) sarılmaktır.
İnanan insanların şehit sevabına nâil olacaklarını haber veren bu hadîs-i şerîfte 'ümmetimin fesadı zamanında…' ifadesiyle, içtimaî boyutta bir bozulmanın vukû bulacağına dikkat çekilmiştir. Asrımızdaki gerek itikadî, gerekse amelî ve ahlâkî yozlaşma bunun açık bir delilidir. Bu fesadın etkisiyle nice dimağlar yaralı ve nice vicdanlar karanlık hâle gelmiştir.
Bu rivayeti destekleyen diğer haberlerde ise, bu bozguna karşı direnip sebat etmenin zorluğuna vurguda bulunulmuştur. Meselâ şu hadîs-i şerîfte onların durumu şöyle ifade olunmuştur: "O gün dinine temessük edenin (ona sarılıp yaşamaya çalışanın) durumu, elinde ateş parçası tutan kişinin hâli gibidir."4 Evet, bu dönemde din bütünüyle hafife alınır olmuş ve dinin mukaddes saydığı mefhumlar hakarete maruz bırakılmıştır. İslâm çarkının tümüyle bozulmaya çalışıldığı böyle bir süreçte dine ait herhangi bir meseleyi ihya etmek için gayret edenler şehit sevabı kazanacaklardır. Çünkü onlar herkesin dinden elini çektiği veya çektirildiği bir zaman diliminde zor bir işe talip olmuşlardır.
Bu hadîste bir şeye 'sıkı sıkıya bağlanmak' mânâsına gelen 'temessük' kelimesinin kullanılması da dikkat çekicidir. Nitekim Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir başka hadîslerinde bu kelimenin anlamını açıklayıcı mahiyette "..Ona (sünnetime) azı dişlerinizle tutunup sarıldığınız gibi sımsıkı sarılınız."5 buyurmuştur.
Onların bulundukları toplum içindeki durumlarına ve kendilerini bekleyen göreve ise bir başka hadîs-i şerîfte dikkat çekilerek hem İbn Hanbel'in Müsned'inde, hem de Tirmizî'nin Sünen'inde bu hususa yer verilir. Müsned'deki rivayet şöyledir:
"Nebi (s.a.s.) şöyle buyurdu: 'İslâm garîb olarak (dilinden ve hâlinden anlamayanların içinde gurbetteki bir garip gibi) başladı. Sonra yine bir gurbet yaşayacaktır. O gariplere (gurbeti yaşayanlara) selâm olsun.' Ona, 'Garip olanlar kimlerdir ya Resûlallah?' denildiğinde, şöyle buyurdu: Onlar, insanların ifsad ettiklerini ıslaha çalışanlardır."6
Tirmizî'nin rivayetinde 'İslâm..' yerine 'din (garip olarak başladı)..' ifadesi vardır. Sonu ise şöyledir: "Benden sonra sünnetimi (yolumu) ifsad eden insanların ifsatlarını ıslaha çalışırlar.."7 Bu cümlede öncelikli olarak, zamanın âhir diliminde Hz. Peygamber'in hayata anlam ve değer veren hayatının gerek ferdî gerekse içtimaî alandan çekilmesiyle, insanlığın bir çürümeye ve bozulmaya maruz kalacağı bildirilmektedir. Cümlenin devamında ise, bulundukları toplum içerisinde gurbet yaşayan, ama taşıdıkları kulluk felsefesi ve sorumluluk şuuruyla bu yıkılışları yeniden imar için çaba sarf edecek olan insanlardan bahsedilmektedir. Bir diğer ifadeyle, yıkılan bir toplum dünyasını, yitirilen nesilleri yeniden aslına ve özüne döndürmeyi gaye-i hayal edinmiş kudsî gariplerden söz edilmektedir.
Netice olarak denilebilir ki, bu hadîs-i şerîf bize bid'atlerin ve dalaletlerin dinin yerini alarak insan hayatını istilâ ettiği bir zaman diliminde, Hz. Peygamber'in (aleyhissalatü vesselam) yolunu yol bilip onu yaşamaya ve yaşatmaya çalışan hizmet erlerinin şehit sevabı alabileceklerinin müjdesini vermektedir. Öyleyse bize düşen bu kutlu beyanın vaadine bilfiil mazhar olmaya çalışmaktır.
* Dicle Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
yozturk@yeniumit.com.tr
Dipnotlar
1. Taberanî, el-Mucemu'l-Evsat, 5/315; Münavî, Feyzu'l-Kadir, 6/261. Bu zaman diliminde sünnete sarılanlara yüz şehid sevabının verileceğini bildiren bir rivayet de söz konusudur. Bkz. Ebu Bekr el-Beyhakî, Kitabu'z-Zuhdi'l-Kebîr, Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut 1995, 2/118.
2. Bkz. Şatıbî, el-Muvafakat, (çev.: M. Erdoğan), İz yay., İst. 1993, 4/1-2.
3. Bkz. 11. Lem'a, 6. Nükte.
4. İbn Hanbel, Müsned, 2/390. Az bir farkla hadis külliyatında yer alan diğer rivayetler için bkz. Tirmizî, Fiten 73; Ebu Davud, Melahim 17.
5. Ebu Davud, Sünnet 5; Tirmizî, İlim 16; İbn Mace, Mukaddime 6; İbn Hanbel, Müsned, 4/126.
6. İbn Hanbel, 473.
7. Tirmizî, İman 13.
Sünnetin Kıymetini İdrak
Prof. Dr. Osman Güner
Sünnet, Allah Resûlü ve O’nun nurlu ashabının yaşadığı çağdan günümüze kadar, Kitab’ın yanında korunup kollanan ve her asırda
yüzlerce devâsâ insanın, kabullenip hemen her meselede müracaat ettiği tertemiz ilâhî bir kaynak ve teşrîde de ikinci esastır.
Mahlûkatın en şereflisi olan insanoğluna (Tîn, 95/4), Cenâb-ı Hak (celle celâlühü) tarafından hususî lütuflar bahşedilmiş; yeryüzünde ve gökyüzündeki bütün varlıklar onun emrine âmâde kılınmıştır (İbrahim, 14/33). Kendisine yeryüzünün halifesi olma şerefi bahşedilmiş olan insanoğluna (Bakara, 2/30), akıl, kalb, ruh, idrak ve vicdan gibi latifelerini kullanabilme hususiyetiyle de diğer canlılardan daha üstün bir mertebe kazandırılmıştır (Mü’minûn, 23/78). Bu vasıflar insanın, Allah (celle celâlühü) katında üstün bir varlık olarak değer kazandığını gösterir. Lakin bu gibi üstün vasıflarla donatılmış insanoğlu, elbette başı-boş bırakılmamış (Kıyâme, 75/36) ve ondan bu vasıflarına yaraşır bir vazife ve aksiyon sahibi (kul) olması istenmiştir: “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56) Allah Teâlâ, insanoğluna hayatın mânâsını, yaratılışın gayesini, var olmanın hikmetlerini duyuracak, insanları yalnızlıktan, gayesizlikten, hedefsizlikten kurtaracak özel donanımlı, müstesna bazı karakterleri seçerek onları peygamber olarak göndermiştir. Bu üstün fıtratlar, kendi devirlerinde, kendi sorumluluk sahaları içerisinde hakka hakikate tercüman olmuşlar, mesuliyet alanlarındaki insanlara rehberlik etmişlerdir.1
Risaleti bütün insanlığı ve cinler taifesini kuşatan, nübüvvet zincirinin son halkası Efendiler Efendisi (sallallahü aleyhi ve sellem) de, tertemiz fıtratı, kusursuz görüntü ve sûreti, yüksek ahlâkı, emniyeti, sadakati, âbidevî iffet ve namusu, üstün istidadı, şaşmayan istikrarı, harika beyan kabiliyeti, derinlerden derin kulluk şuuru ve fevkalâde donanımıyla gönderiliş gayesine tamı tamına mutabık bir ömür sürmüştür. O (sallallahü aleyhi ve sellem) bu müstesna donanımıyla insanlığın önünde, emin bir rehber, kusursuz bir mürşit, mükemmel bir terbiyeci ve fetanetle hareket eden ciddi bir halaskâr olarak temayüz etmiştir. Allah Resûlü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) bu muhteşem örnekliği Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifade edilmiştir: “Hakikaten, Allah’ın Resulünde sizler için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çokça zikredenler için en güzel bir örnek vardır.”(Ahzâb, 33/21)
Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) eşsiz, benzersiz bir modeldir; O (sallallahü aleyhi ve sellem), kulluğun Allah’ın muradına uygun bir şekilde nasıl ifa edilebileceği hususunda emsalsiz bir kılavuzdur. O’nun kılavuzluğuna dikkat kesilmek, hayatının her kesitine hikmet penceresinden bakabilmek, O’na saygı, sevgi ve hürmette asla kusur etmemek, sözde ve fiilde hiçbir şekilde O’nun önüne geçmemek (Hucurât, 49/1), müminler için Allah’a (celle celâlühü) itaat ve muhabbetin olmazsa olmaz temel şartıdır (Âl-i İmrân, 3/31). ‘Efendimiz’in hayatı boyunca izlediği yolu, hayat tarzı, dünya görüşü, beşerî ve içtimaî hayatı yönetip yönlendirmede esas aldığı prensipler bütünü’ diye tarif edebileceğimiz Sünnet-i Seniyye ise, O’nun bize mukaddes bir emanetidir. O’na (sallallahü aleyhi ve sellem) iman ve itaat yükümlülüğümüzü (Nisâ, 4/59), ancak O’nun bir hayat tarzı olarak ortaya koyduğu Sünnet’ine karşı göstereceğimiz saygı, hürmet ve itaatle îfa edebiliriz.
Sünnet’in kıymetini ve fonksiyonunu idrak ufku ile kastımız, hayatın bütün yönlerini kuşatan bir esas olarak Allah Resûlü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) Sünnet’ine gönülden bağlanma ve teslim olma şuurudur. Allah’ın Elçisi’ne karşı göstermemiz gereken saygı ve hürmet de, Sünnet’inin hayatımızı bütün yönleriyle kuşatan ve fonksiyonerliğini yaşantımızın bütün kılcallarında hissettiğimiz bir idrak ufkunu edinmiş olmamıza bağlıdır.
Sünnet’e Gönülden Bağlanmak
‘Sünnet’in kıymetini ve fonksiyonunu idrak’, her şeyden önce Sünnet’in varlığını kabul ve tasdik ile başlar. İslâm’a boyun eğmiş her ferdin, murad-ı ilâhîye uygun bir şekilde yaşayabilmek için Sünnet-i Seniyye’ye muhtaç olduğunu gönülden kabullenmesi gerekir. Kur’ân-ı Hakîm, Allah’a (celle celâlühü) iman ve itaate giden yolun, Elçisi’nin gösterdiği yola uymaktan geçtiğini açıkça ifade buyurmaktadır: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i İmrân, 3/31). Bu âyetin nüzûl sebebiyle ilgili olarak şöyle bir hâdise nakledilir: “Bu âyet nazil olduğu zaman münafıkların reisi Abdullah b. Übey, ‘Bakın, Muhammed kendisine itaat ve ibadeti Allah’a taat gibi tutuyor ve bize, Hıristiyanların İsa’yı sevdikleri gibi kendisini sevmemizi emrediyor.’ demişti de, bunun üzerine şu âyet nazil olmuştu: “De ki: “Allah’a ve Resulullah’a itaat ediniz. Şayet yüz çevirirlerse, bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmrân, 3/32). Ve böyle bir şüphenin yerinde olmadığını gösterdi. Yani Resûlüllah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) uymak, Hıristiyanlar’ın Hz. İsa hakkında iddia ettikleri gibi, tanrılığa ortak olmak demek değildir. Allah sevgisini bölüp üç ayrı ortağa paylaştırmak değil, yalnız “Ben özümü Allah’a teslim ettim.” diyerek bütün sevgiyi sırf Allah’ta toplayıp, O’na teslim olmak ve itaati yalnızca O’na yapmaktır. Hz. Muhammed’e (sallallahü aleyhi ve sellem) de sırf Allah’ın Resûlü, görevlendirdiği peygamberi, dinin tebliğcisi, hidayetinin ve emirlerinin dellâlı ve habercisi olduğundan dolayı, yine sırf Allah için uymak ve izinden gitmektir. Bir elçiyi tanımak demek, sadece onun kendisini değil, onu görevlendirip gönderen makamı da tanımak demektir. Nasıl bir devletin elçisini ve memurunu reddetmek, o devleti ve onun kanunlarını reddetmek anlamına geliyorsa, Allah’ın Elçisi demek olan Peygamberini kabul etmeyip reddetmek de Allah’ı inkâr ve saygısızlık demektir.” 2
Sünnet’in Mahiyetini Kavramak
Sünnet’in fonksiyonunu idrak etmek, Sünnet’in mahiyetinin ne olduğunu ve hayatı yönetip yönlendirmede Sünnet’e dair hangi esasların bulunduğunu bilmeyi ve kavramayı da gerektirir. Bu husus, Sünnet’in kıymetini ve değerini kavramış mü’min bir kimse için önemli bir vecibedir. Malum olduğu üzere, bir kimse kendi yaşantısı için ihtiyaç hissettiği veya değer verdiği hususları bilmek ve öğrenmek için hususî bir gayret gösterir. Bu, hayatın anlamını ortaya koyan “ne, niçin ve nasıl” sorularını soran şuurlu kimseler için atılması gereken önemli bir adımdır. Bu adım, kıymet verdiğimiz, inandığımız ve ehemmiyet atfettiğimiz Sünnet’in de bu şuurla bilinmesi ve kavranması, fonksiyonunun idrak açısından fevkalâde ehemmiyet arz etmektedir. Bu, Sünnet’in değerinin farkına varıldığını, hayatı tanzim için Sünnet’in ne derece lüzumlu olduğunu gösteren sözden öte fiilî bir davranıştır.
İlmî temeli bulunmayan kabullerin diri ve sağlam kalması çok zor, hatta imkânsızdır. İnançlarımızı ve kabullerimizi mutlaka ilmî bir temele dayandırmamız gerekir. Zîrâ insan ancak ilim ve tefekkür gücü nispetinde ayakta kalabilir. Aksi hâlde inançlarına ve hayat tarzına yönelik şüpheler ve saldırılar karşısında mukavemet gücünün zaafiyete uğraması mukadderdir. Geçmişten günümüze Müslümanca yaşamanın esasını teşkil eden Sünnet’in varlığına karşı içerden ve dışarıdan çeşitli tehditler yöneltildiği bilinen bir husustur. Dünyevîleşme ve seküler hayat anlayışının bizi biz yapan değerlerimizi kuşattığı günümüz şartlarında, muhtelif fikrî akımlar, Sünnet’e uygun İslâmî anlayışı çeşitli açılardan tenkit konusu yapmakta, buna dair deliller geliştirmektedir. Sünnet’e uygun yaşamanın modern hayata uygun düşmeyeceği tezi masum zihinlere zerkedilmeye çalışılmaktadır. Oysa çağımız insanının karşı karşıya kaldığı yıkıcı problemleri üreten anlayışın, esasen temelde Batı kaynaklı modern veya post modern hayat anlayışı olduğu bilindiği hâlde, bu anlayışın alternatifsiz olduğu âdeta dayatılmaktadır.
İnsanın tabiatına uygun, onu bütün değerleriyle kabul eden, sun’î birtakım yargılara mahkûm etmeyen Sünnet eksenli hayat anlayışı, haddizatında bu problemlerin oluşumunda asla pay sahibi olmamıştır. Asrımız insanının en temel problemleri olarak belirginleşen ekonomik adaletsizliğin doğurduğu ‘fakirlik’, eğitim eşitsizliğinin sebep olduğu ‘cehalet’, kitlesel ve beynelmilel terör ve ırk ayrımcılığından neşet eden ‘ırkçılık (tefrika)’ gibi kronikleşmiş problemlerin çözümü, Sünnet’in cihanşümul prensiplerine dayalı bir hayat anlayışını özümsemekten geçmektedir. Bu da ancak hakiki mânâda Sünnet’in ne olduğunun, ne gibi prensipleri öngördüğünün bilinmesi ve şuurlu bir Sünnet anlayışının yerleştirilmesiyle mümkündür. Batı kaynaklı çeşitli fikrî cereyanların tesiri altında kalmış günümüz modern insanı, kendi hayat tarzına uymadığı gerekçesiyle Sünnet’in kimi unsurlarını tahrif etmek ve onun kutlu mesajını zan altında bırakmak gibi bir yol izleyebiliyor. Oysa doğru bir bakış açısıyla hareket ederek, suçu Sünnet’in çağları aşan rehberliğinde aramak yerine, tabiatı tahrip eden, yerküremizin geleceğini tehdit eden, doymak bilmeyen egoist ve pragmatist (materyalist) anlayışta aramak, yegâne suçlu olarak onu mahkûm etmek en isabetli yol olmalıdır.
Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde yaşanan Sünnet’in ne olduğunun tespitinde, aradan asırlar geçmiş olduğu bahane edilerek ve hadîslerin tespiti konusundaki bazı gelişmeleri öne sürerek birtakım belirsizliklerin bulunduğuna dair şüpheler üretmek, kendi kültürümüze ve aslımıza karşı yapılabilecek en büyük haksızlıktır. Batılı misyoner ve oryantalistlerin bazı emellerini gerçekleştirmek maksadıyla ürettikleri bazı şüpheler, bizim Sünnet eksenli düşünce ve hayat anlayışımıza sadakatimiz konusunda asla zaafiyet oluşturmamalıdır. Sünnet, asla hayalî bir medeniyet nazariyesi değildir; O, yaşanmış, esasları belirlenmiş, onun rehberliğinde yol alan birçok milletin kendini keşfetmesinin âmili olmuş, İlâhî lütfun bir eseridir. Allah Resûlü tarafından çeyrek asırlık bir zaman diliminde, O’nun rehberliğine sarılan Arap toplumunu şaha kaldırmış, Selçukluyu ilim ve medeniyette zirveye taşımış, Osmanlı toplumunu asırlarca milletler ve kültürler arası muvazenede başarıdan başarıya koşturmuş; İmam Ebû Hanife (v.150/767), İmam Buhârî (v.256/869), İmam Tahâvî (v.321/933), İmam Mâturidî (v.333/944), İmam Gazzâlî (v.505/1111), Abdulkadir Geylânî (v.561/1166), Mevlâna Celâleddin Rûmî (v.672/1273), Şâh-ı Nakşibend (v.791/1389), İmam Rabbânî (v.1034/1624) ve Bediüzzaman Said Nursî (1878–1960) gibi dünyayı aydınlatan fikir ve gönül erlerini insanlığın yüz akı olarak sunmuş, büyük ve yüce bir medeniyet iksiridir.
Günümüz Müslüman toplumlarına düşen, geçmişin bu parlak ve güven veren şahitliği karşısında sadece övünmek ve geçmişle avunmak değil, Sünnet’in asrı okumamızı sağlayacak cihanşümul mesajlarına kulak vermek, hayatımızı yeniden şekillendirmesine imkân tanımak ve ona olan bağlılığımızı bir kez daha göstermektir. Bu konuda en çok muzdarip olduğumuz husus, saygı ve hürmet konusuna sözde büyük önem atfettiğimiz hâlde, özde ve temsil itibariyle yaya kalmamız, özümüzle sözümüzü uyuşturamamamız ve hayatımızı ona bağlı sürdürme konusunda büyük uçurumlar yaşamış olmamızdır. Esasen Sünnet’e saygı ve hürmetin tek bir ifade ediliş tarzı vardır ki, o da, hayatımızı ilmek ilmek onun mesaj ve buyrukları doğrultusunda dokumak, sözün değil fiilin fonksiyonel kılınmasına fırsat vermektir. Geçmişte yaşananlardan alacağımız en temel ders bu olsa gerektir.
Sünnet’i Doğru Okumak ve Yaşamak
Mevlâ-i Müteâl’in evrensel mesajını ve Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sini, Asr-ı Saadet ikliminde doğru okuyan ve çeyrek asırlık bir zaman dilimindeki mucizevî bir inkılâbı gerçekleştiren kutlu bir nazarla yeniden okumak gibi bir mükellefiyet altındayız. ‘Yeniden okumak’ deyimiyle kastımız, günümüz Müslüman toplumlarının içine düştüğü problemler yumağından, çaresizlik sarmalından kurtuluşa vesile olabilecek bir bakış ve idrak ufkudur. Çağımızın en derin fikir mimarlarından Bediüzzaman Said Nursî’nin tecdit ettiği bir bakış açısıyla okumayı, yani bir taraftan ilâhî/teşriî mesajları muhtevası, mânâsı ve bütün derinlikleriyle büyük bir itina ile okurken, diğer taraftan da tekvînî emirler diyebileceğimiz kâinat kitabının da aynı titizlikle okunmasına odaklanmayı kastediyoruz. Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’si dikkatle tahlil edilecek olursa, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) da o kutlu çağda bu metodun izlenmesi ve her iki kitabın da aynı ciddiyetle ve aynı derinlikle okunması gerektiği mesajını verdiğini görürüz. Nitekim Mekke’nin o zorlu ve işkenceli siyasî iklimini üstün bir liderlik ferasetiyle çözmeyi bilmiş ve “kötülüğü iyilikle savmak” (Ra’d, 13/22) gibi evrensel bir prensiple aleyhine gibi görünen şartları –Allah’ın lütfu ve inayetiyle– lehine çevirmeye muvaffak olmuştur. Meselâ Bedir Savaşı’nda ashaptan Hubâb b. Münzir’in önerisi üzerine ordusunu Kureyş’e en yakın su kuyularının başına konuşlandırmak suretiyle üstün bir savaş stratejisi izlemiş (İbn Sa’d, Tabakât, II/15), Hendek Muharebesi’nde de “Savaş, (bir tür taktik ve) aldatmadır” (Buhârî, Cihâd 156) buyurarak düşmana karşı şaşırtıcı ve farklı bir manevra yapmanın önemine dikkat çekmiştir. Bunun gibi daha birçok uygulama, O’nun, Allah’ın yardım ve inayetini bütün gönlüyle dilemesinin yanında iradenin hakkını verdiğini ve dolayısıyla sebeplere de kusursuz bir şekilde riayet ettiğini göstermektedir.
Sünnet-i Seniyye’yi günümüz İslâm âleminin kronikleşmiş problemlerini çözmede temel bir referans kaynağı olarak takdim ederken, söz konusu iki temel bakış açısını birlikte ele almak, yani hem teşriî, hem de tekvînî kanunları birlikte mütalâa etmek gerekecektir. Doğru okuma, anlama ve uygulama, muvaffakiyetin ve maddî-mânevî terakkinin en önemli tarafını ve en temel sebeplerini teşkil etmektedir. Efendiler Efendisi’nin bize telkin ettiği söz konusu bu bakış açısı, son birkaç yüzyıldır Müslümanlarca ihmal edildiğinden, maalesef yaşanan sıkıntıların ve maddî plandaki çöküşün faturası maalesef dine, diyanete çıkartılmıştır. Oysa bu hususta kusur, İlâhî Kelâmı bildiği hâlde tekvînî kurallara gerekli itinayı göstermeyen, sebepler plânını ihmal eden biz insanlara aittir. İtikadı ne olursa olsun, bu kurallara riayet etmeyen insan mutlaka cezalandırılır. Meselâ, hilkatinin özünde su olan canlı bir varlık, suya bağımlı olduğunu bildiği hâlde susuz kalmakta inat ederse, bu kanun onun bu hatasını cezalandırır ve hayatiyetine son verir. Dolayısıyla Sünnetullah diye bilinen bu kanunlara riayet ederek Allah’a sığınma, O’nun inayetini talep etme anlayışı, hayatı ve de Sünnet-i Seniyye’yi doğru okumak demektir.
Asrın Problemlerine Sünnet’ten Çözümler
Meseleyi günümüz Müslümanlarının öteden beri muzdarip olduğu temel bazı problemlerin halli konusuyla irtibatlandırarak açacak olursak, şunu ifade edebiliriz ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde Sünnet-i Seniyye’nin rehberliği sayesinde çözüme kavuşturulmuş ‘cehalet, fakr u zaruret ve iftirak’ günümüz için de en çetin problemler arasındadır. Bugün Müslümanlar bu problemleri çözememenin sancısını yaşayıp durmaktadırlar. Bediüzzaman Hazretleri de haklı olarak bu hususa dikkat çekerek, “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı; sanat, mârifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevk eden hakikî kardeşlerimizle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zîrâ husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur.”3 demektedir. Son birkaç asırdır İslâm âlemini derinden sarsan, dün verici iken bu gün dilenci durumuna düşüren, borçlarının faizini dahi veremeyecek kadar zavallılaştıran en temel sebep, yıllar yılı kâinat kitabını okumayı ihmal eden bir bakış açısının ezici baskısı altında kıvranıp durmaktır. O hâlde Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu problemlere nasıl çözüm bulduğuna yakından bakalım:
Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’si de başlangıçta bu gibi problemlerden muzdaripti; hicretin ilk yıllarında açlık sınırının altında yaşamak durumunda kalan Ashab-ı Suffa’nın hâli Efendimiz’i derinden sarsıyordu. Çalışmaktan elleri nasır bağlamış kızı Hz. Fatıma, bazı esirlerin getirildiği haberini duyunca, Kendisinden bir hizmetçi istemişti de, O buna, “Ashab-ı Suffa açlıktan kıvranıp dururken size hizmetçi veremem. Henüz onların maişetlerini temin edemedim. Esirleri satıp onunla ancak Ashab-ı Suffa’nın ihtiyaçlarını karşılarım” diye cevap vermişti. (İbn Hanbel, Müsned, I/106) Resulüllah’ın hane-i saadetlerinde de haftalar ve hatta aylarca ateş yanmadığı olurdu. Ashab-ı Suffa’dan Ebû Hüreyre (ra) ve Ebû Zer (ra), akşam olunca Allah Resulü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) kapısında toplandıklarını, O’nun da onları birer ikişer sahabeye taksim ettiğini, kalanları da Kendisi götürerek yedirdiğini anlatırlar.4 O günlerde Medine sokakları, bu güzide insanların fakr u zaruretle imtihanlarına şahitlik ediyordu. Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “fitnesinden Allah’a sığındığı” (Buhârî, Daavât 39), “neredeyse küfürle aynı olacağını” beyan ettiği (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, VI/210) bu fakr u zaruretin halli için öncelikle müminler arasındaki birliği tesis etmeye matuf olarak mal-mülk sahibi Ensar ile canlarından başka her şeylerini geride bırakarak hicret etmiş bulunan Muhacirler arasında kardeşlik akdi (muâhât) tesis etti. Bu muâhât çerçevesinde Ensar’ın Muhacirlere karşı gösterdikleri âlicenaplıkları, yardım ve feragatleri, muvakkaten onların yaralarına merhem olmuş; akabinde Müslümanların Medine’nin iktisadî hayatında söz sahibi olmalarına vesile olmuştu. Muhacirler vasıtasıyla kurulan Müslüman çarşı-pazarında İslâm iktisadının ticarî hayata getirdiği prensipler uygulanmış ve Yahudilerin ticarî hayattaki hâkimiyeti zamanla sona erdirilmişti.5 Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hareket tarzı, sebeplere riayet ederek fakr u zaruretin halline dâir verdiği önemli bir mesajdır.
Hicretin ilk yıllarında ashap arasında okuma-yazma bilenlerin sayısı son derece sınırlı idi. Kur’ân’ın Arapları ümmî bir toplum olarak tanıtmasının (Cuma, 62/2) bir sebebi de bu olsa gerektir. Efendimiz de bu hususu, “Bizler ümmî bir toplumuz; ne yazmasını ne de hesap etmesini biliriz.” diye ifade etmişti. (Buhârî, Savm 13) Bu münasebetle toplumdaki okur-yazar seviyesinin yükseltilmesi için daha ilk günden itibaren büyük bir gayret sarfedildiği görülür. Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine’ye varınca önce mescit inşa ettirmiş, burada tesis edilen ilim meclislerinde sahabenin eğitim-öğretimini sağlayacak muallimler tayin etmişti. Mescidin müştemilatı içerisinde bulunan Suffa’nın müdavimlerine Kur’ân talimi ve okuma-yazma öğretmesi için Ubâde b. Sâmit (ra) görevlendirilmiş; Abdullah b. Sa’d el-Âs’a (ra) da hikmetle meşguliyeti dolayısıyla ‘hikmet muallimi’ namı verilmişti.6 Bedir Savaşı’nda esir alınan Mekkelilerin, on Müslüman çocuğa okuma-yazma öğretmeleri karşılığında serbest bırakılmasına dair yapılan anlaşma da, ashabın eğitim-öğretimi için her türlü fırsatın değerlendirildiğini göstermektedir. Resülullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), yoğun bir eğitim-öğretim seferberliği yaparak cehaleti yenmenin lüzumunu açıkça ortaya koymakta ve günümüz eğitim gönüllülerinin adanmışlık ruhuyla dünyanın dört bir tarafında icra ettikleri dillere destan barış fedailiğine de çağlar ötesinden ilham kaynağı olmaktadır.
Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) risaleti öncesinde Arap âleminde yaşanan kavmiyetçilik ve kabilecilik asabiyeti, toplumların en temel iftirak (ayrılık) sebepleri arasında yer alıyordu. Resûlüllah’ın hicretiyle birlikte Medine’de yaşayan Evs ve Hazrec kabileleri de aynı dertten muzdarip durumdaydılar. İslâm’la müşerref olmadan önce kin, öfke, haset ve düşmanlık duyguları içinde yüzen; yüz yıllık kan davasından dolayı birbirlerinin canına kıyan, mallarını yağma eden; asla bir araya gelemeyen, anlaşamayan, uzlaşamayan ve Resûlü Ekrem’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) biat edişlerinden birkaç sene önce tutuştukları Buâs Harbi’nde acımasızca birbirlerini boğazlayan bu iki kabile, Allah’ın lütfu ve inayeti sayesinde sevgiyle birbirlerine kenetlenmiş (Enfâl, 8/63) ve hepsi tek yürek hâline gelip huzura ermişlerdi. Bu tali’li insanlar, Allah Resulü’nün onlara ilâhî bir mesaj olarak sunduğu, “Mü’minler ancak kardeştirler. O hâlde ihtilaf eden kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki O’nun merhametine nâil olasınız.” (Hucurât, 49/10) buyruğuna sımsıkı sarılarak kurtuluşa ermişlerdi. Onlar o Kutlu Elçi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Şunu iyi bilin ki, takva dışında hiçbir Arab’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arab’a, hiçbir siyahın beyaza, beyazın da siyaha karşı üstünlüğü yoktur. İlâhî huzurda sizin en değerli olanınız en müttakî olanınızdır.” (İbn Hanbel, Müsned, VI/411) beyanına tam bir sadakat göstermişler ve yaşadıkları bu muvaffakiyetin ancak İlâhî bir lütuf sayesinde olduğunu unutmamışlardı. Medine’de yaşanan bu uhuvvet ve ittifak, hissî olmanın ötesinde, aklî, mantıkî ve iradî bir gayretin neticesiydi.
Sünnet-i Seniyye’nin günümüz Müslümanları için bu hususta verdiği en önemli mesaj şudur ki, ‘muhabbet ve birlikte esas olan, sadece hissîlik değil, onunla birlikte duygu, düşünce, inanç ve itikat birliğinin içtimaî mutabakatı iktiza etmesine bağlı mantıkî bir kardeşliktir. Bundan dolayıdır ki, Nur Müellifi, meselenin dâima mantıkî yönlerini ve dinamiklerini nazara vermiştir. Meselâ; “Hâlikınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir, bir, bir... Bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir... Bir, bir, yüze kadar bir, bir!..” demiştir. Öyleyse, insan, bütün bu ortak noktaları nazar-ı itibara almalı, ittifak ve uhuvvetin lüzumunu kavramalı ve sonra da onun tesisi için iradesini ortaya koymalıdır.’7
Netice itibariyle, Sünnet’in hayatımızdaki fonksiyonunu idrak edebilmek fevkalâde ehemmiyet arz etmektedir. Bunun farkına varabilmek ise, Sünnet-i Seniyye’ye olan ihtiyacı kalbinin derinliklerinde hissederek ona gönülden bağlanmak, mahiyetini kavramak, bize bahşedilen hayatı yönetip yönlendirmede hangi esaslarının bulunduğunu öğrenip anlamak ve anlamakla kalmayıp onun âb-ı hayat çeşmesinden doyasıya yudumlamak, onu hayatımıza hayat kılmakla mümkündür. Hususen Efendiler Efendisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) o ‘menhelü’l-azbi’l-mevrûd’unu (tatlı su kaynağını) günümüz Müslümanlarının nazarlarına sunarken, onu ‘teşriî ve tekvînî’ emirler kuşağında anlamak ve her iki zaviyeden de bakarak idrak etmek fevkalâde önemi haizdir. Böyle bir idrak ufkuyla dün nasıl Sünnet-i Seniyye’nin aydınlığında medeniyetler kurmuş ve insanlığın hayrına gelişmeler kaydetmişsek, bu, Allah’ın inayetiyle bu gün de, yarın da olabileceğini göstermektedir. Allah’ın nurunu söndürmeye çalışanların beyhude çabalarına kulak asmadan, gönülden hürmet ve saygıyla baş tacı ettiğimiz, bizi biz yaptığına ve yapacağına inandığımız, hikmeti, ilmi ve irfanıyla donandığımız, sözde değil özde bağlandığımız Sünnet-i Seniyye’yi, düşünce dünyamızın ve beşerî hayatımızın en temel mimarı hâline getirmek bizlere düşen en büyük vazifedir.
* Ondokuz Mayıs Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi
oguner@yeniumit.com.tr
Dipnotlar
1. Bkz. Fethullah Gülen, Kendi Dünyamıza Doğru, s.132.
2. M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, II/343.
3. Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s.57.
4. Ebû Nuaym, Hılyetü’l-evliyâ, I/352.
5. Hüseyin Algül, “Muâhât”, DİA, XXX/308.
6. İbn Abdilberr, el-İstîâb, I/293.
7. Fethullah Gülen, Kırık Testi 9 (Kalp İbresi), s. 88.
Miraç Işığında İdeal Toplumun Nitelikleri
Doç. Dr. Muhittin Akgül
Ahlâk ve fazilete dayanmayan, akıl ve vicdan havuzlarından beslenmeyen medeniyet, insanlığın mutluluğuna değil, sadece birkaç zengin, birkaç da hevâperestin heveslerine hizmet eden gelip geçici bir şehrâyindir.
Karanlıkların en koyusunun yaşandığı bir zaman diliminde insanlara rehber olarak gönderilen Yüce Resûl (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke döneminin ilk yıllarında öncelikle inanç esaslarına ağırlık vermiştir. Mekke döneminin sonlarına tekabül eden yıllarda, Kâinatın Yaratıcısı, yeryüzünün Efendisini (sallallahü aleyhi ve sellem) Mi’rac yolculuğuna çıkarmış, bu yolculukta bütün insanlar adına O’na kendi âyetlerinden göstermiş, yepyeni ilke ve düsturlarla yeniden insanların arasına göndermiştir. O güne kadar belki de henüz bir toplum diyebilecek sayıda insan olmadığından, belli temel meselelere değinilirken, hiçbir varlığa nasip olmayan bu kudsî seyahatten sonra, temel toplumsal kurallara vurgu yapılmaya başlanmıştır. Zîrâ artık belli bir sayıya ulaşan ve toplum hâline gelen ashabın, İslâm’ın diğer ilkelerine de ihtiyaçları ortaya çıkmaya başlamıştır. İşte bu temel ihtiyaç ve ilkeler, içinde İsrâ-Mi’rac hâdisesinin de anlatıldığı İsrâ Sûresi’nde topluca zikredilmektedir.
Mi’rac seyahatinden dönerken Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetine, hediye olarak beş vakit namazı, Bakara Sûresi’nin son iki âyeti olan Âmene’r-Rasûlü’yü ve ümmetinden Allah’a şirk koşmayanların Cennet’e gidecekleri müjdesini getirmiştir.
Yüce Mevlâ bu seyahatte aynı zamanda Eşsiz Resûlü’ne (sallallahü aleyhi ve sellem), önemli toplumsal kurallara uymayan insanlara vereceği cezaları da göstermiştir. İşte uyulması gereken bu önemli kurallar da aynı zamanda İsrâ Sûresi’nde zikredilmiştir.
Merhale merhale inen Kur’ân âyetleri, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) bu seyahatinden sonra ideal bir toplumun temel ilkelerini ikame etmeye başlamıştır. Bu ilkeler öyle ilkelerdir ki, incelendiğinde de görüleceği üzere, kıyamete kadar gelecek ideal toplumların da vazgeçilmez kurallarıdır. Hattâ bu kurallar, sadece Ümmet-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için değil, Hz. Musa’nın İsrailoğullarına getirdiği “on emir”le de benzerlik göstermektedir. Benzerdir, zîrâ temelde bütün peygamberlerin davası aynıdır. İşte bu makalede, bir anlamda İsrâ-Mi’rac yolculuğunun da bir hediyesi olarak kabul edeceğimiz ideal toplumun temel ilkeleri, (İsrâ 22-39. âyetleri çerçevesinde) kısaca ele alınacaktır. Bu ilkelerden birincisi:
1. Allah’a Şirk Koşmama
“Sakın Allah ile beraber başka tanrı edinme, yoksa yerilmiş, bir kenara itilmiş vaziyette kalırsın.” (İsrâ 17/22) buyrulmuştur. Bu âyette Cenâb-ı Hakk’a şirk koşmak yasaklanmaktadır. “Müşrik” Arapçada “eşreke” kelimesinin ism-i fâili olup, bir şeye ortak koşmak, Allah’a eş koşmak, Allah'la beraber birtakım putlara tapmak gibi anlamlara gelmekte (İsfahanî, Müfredat, s.259-260) olup, ıstılahta ise; açıktan açığa Allah’a ortak koşan, birden fazla ilâh olduğu kanaatini taşıyan kimselere denir. (Elmalılı, Hak Dini, 2/94)
Burada İslâmî bir topluma sunulan ilk kural, Allah’ı birleme ve O’na şirk koşmamaktır. Kur’ân-ı Kerim’de Allah’a şirk koşmak yasaklanmış, sapıklık olarak kabul edilmiş, büyük bir zulüm ve günah olduğu, şirk koşana Cennet’in haram kılındığı, şirkin, bütün amelleri boşa çıkaracağı, şirk koşanların asla affedilmeyecekleri ve ortak koşulanların hiçbir şeye güçlerinin yetmediği belirtilmiştir.
2. Allah’tan Başkasına Kulluk Etmeme
İkinci kural ise insanların yalnızca Allah’a kulluk yapmalarıdır. “Rabb’in şöyle buyurdu: Allah’tan başkasına ibadet etmeyin..” (İsrâ 17/23) âyetiyle, Cenâb-ı Hakk’a inancın en önemli bir rüknü olan tevhid anlatıldıktan sonra, imanın akabinde dinin en önemli esası olan kulluğa vurgu yapılmıştır. Zîrâ kulluk ulaşılması gereken en yüce zirvedir.
“Allah’tan başkasına ibadet etmeyin” beyanı, Allah’a ibadetle meşguliyeti ve O’nun dışındakilerden sakınmayı ihtiva eder. Zîrâ ibadet, saygının zirvesidir. Buna da Allah’tan başkası layık değildir. Çünkü bütün nimetlerin, hayatın, varlığın, hâsılı her şeyin kaynağı ve sahibi O’dur. Âyette ilk önce Allah’a ibadet tavsiye edilmekte, ibadet gönüllerde tam olarak yerleşince, ferdî ve içtimaî prensiplere geçilmektedir. Zaten Allah inancı ve O’na kulluk görevi yapmayan insanlardan, diğer hususların beklenmesi oldukça zordur.
Bütün nimetlerin sahibi Yüce Allah olduğundan, kulluk da ancak O’na olmalıdır. Zîrâ Allah Teâlâ katında imandan sonra en yüce mertebe kulluktur. Ondandır ki, Kâinatın Efendisi’nin (sallallahü aleyhi ve sellem) Mi’rac gibi mucizevî bir yolculuğu anlatılırken başka vasfı değil de özellikle kulluğuna vurgu yapılmıştır. Nitekim Mevlâna Hazretleri de kulluğun en büyük bir pâye olduğunu: “Kul oldum, kul oldum, kul oldum. Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzâd olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.” sözleriyle ifade etmektedir.
Son nefese kadar kulluk, insanın yapması gereken en önemli görevidir. Allah’a kulluktan kaçanlar, başka şeylerin kulu kölesi hâline gelirler. Aynı zamanda Allah’a kulluktan kaçmak veya kullukta kusurlu olmak, toplumların başına nice felaketler de getirmektedir.
3. Ana-Babaya İyilik
Üçüncü ilke ana-babaya güzel muamele etmektir. Kur’ân-ı Kerîm’de çoğu yerde Cenâb-ı Hakk’a kulluktan sonra ana-babaya iyilik emredilir ki, bu oldukça önemlidir. Aslında insanın varolmasında gerçek sebep Allah Teâlâ’dır. Fakat zâhirî esbap açısından ana-babadır. Bunun yanında insanın terbiyesi, güzel bir ortamda büyümesi, engin şefkat ve merhamet atmosferinde neş’et etmesi ana-baba sayesindedir.
Kur’ân-ı Kerîm değişik âyetlerinde, insanların anne-babalarına karşı takınmaları gerekli olan davranışlar üzerinde durur ve onları bu hususta teşvik eder. Kur’ân’ın, insanları çocuk ve torunlara karşı değil de, özellikle anne-babaya karşı saygıya, sevgiye ve onlarla ilgilenmeye teşvik etmesi, insanın fıtratında olan bir eksiklikten dolayıdır.
İnsanlar, ellerinde olmayarak, sevgi ve muhabbetlerini, kendi çocuklarına, yeni ve gelecek nesle bağlarlar. İhtimamlarını geriye doğru yönlendirdikleri pek azdır. Yolcu durumunda olan ve kendilerine hayatı kazandırmış bulunan ana-babaları seyrek hatırlarlar. Bunun içindir ki, evlâtların geriye doğru dönüp, ana ve babalarına yakın alâka göstermelerini temin için, vicdanlarını coşturmaya ihtiyaç görülmüştür.
Baba ve annenin, evlâtların üstüne titremesi, insanın fıtratında vardır. Onlar için her türlü fedakârlığı esirgemez. Hattâ yeri geldiği zaman, canını bile feda etmekten çekinmez. Evlâda gelince, onlar kendilerine yapılanları kısa bir zamanda unutuverirler. Yönleri istikbale dönüktür. Hanımlarını, çocuklarını ve gelecek nesillerini düşünürler... Ve hayat böylece akıp gider...
İşte bunun içindir ki, anne ve babaların evlâtlarına ihtimam göstermeleri için tavsiyeye ihtiyaç hissedilmez. Böyle bir tavsiye ve emre ihtiyacı olan evlâttır. Bunun için de anne ve babalarına karşı vazifelerini hatırlamaları için vicdanlarının kuvvetle coşturulmasına ihtiyaç vardır. (Kutup, Fî Zilal, 4/2221)
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), müşrik dahi olsalar anne-babaya iyi davranılmasını öğütlemiş (Buhari, Hibe 28), anne-babaya yapılan iyiliklerin günahlara karşı kefaret olduğunu müjdelemiş (Tirmizi, Birr 6), vatanı korumak için savaşa giden bir sahabiye izin vermeyerek anne-babasının ihtiyaçlarını görmesini tavsiye etmiştir. (Nesai, Cihad 6).
İnsan küçükken âciz, zayıf ve muhtaç olduğu gibi, ana-baba da aynı duruma düştüklerinde, öf bile dememeli, asla azarlamamalı, tatlı söz söylemeli, onlara karşı oldukça mütevazı olmalı ve Cenâb-ı Hakk’a, onlara merhamet etmesi için dua etmelidir.
4. Akrabaya-Yoksula ve Yolda Kalmışa İyilik Etme
“Yakınlarına, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver” (İsrâ 17/26) Kur’ân, ana-babaya iyilikten sonra, çemberi genişleterek işin içine akrabayı, yoksulu ve yolda kalan kimseleri de katmakta, böylece âdeta bütün insanlar arasında bir bağ kurmaktadır.
Yakınlardan maksat, anne-baba, kardeş gibi yakın ve diğer uzak bütün akrabalardır. “Miskin”den maksat; ihtiyaç içerisinde olan herkes bu kelimenin içine girer. Yolda kalmış ise, memleketinde zengin olsa bile, başka bir yerde muhtaç konumuna düşen kimsedir.
İslâm, toplumda sıkı birlik ruhu ortaya koyarak, dertleri paylaştırmak ve toplumsal dayanışmayı uygulatmak suretiyle mutlu bir ortam hazırlamıştır. Birbirinin yardımına koşan, derdiyle ilgilenen bir toplumda da zaten saadetten başkası beklenmez. Böyle bir toplumda zengin-fakir kardeş olur, fakirin gözü zenginin malında olmaz ve zengin de verdiğinden dolayı bir üstünlük taslamaz. Zîrâ o bilir ki, vermiş olduğu şeyler, aslında kendisine emanet olarak verilen fakirlerin hakkıdır.
5. Saçıp Savurmama
“Sakın saçıp savurma. Çünkü savurganlar şeytanların kardeşleri olmuşlardır.”(İsrâ 17/26). İnsanın sahip olduğu her şey Allah’ındır ve insan için bir emanettir. Bu emaneti kullanan mü’min, gerek kendisi, gerek ailesi ve gerekse başkaları için harcamada bulunurken vasat olmayı unutmaz.
İsraf ve saçıp savurma, kanaatsizliği netice verir. Kanaatsizlik ise, çalışmanın zevkini kırar, insanı tembelliğe atar, mütemadiyen şikâyet ettirir. İnsanın izzetini zedeler, dilencilik yolunu gösterir. Kur'ân, her konuda orta yolu tavsiye ettiği gibi, harcama ve infak konusunda da orta yolu tavsiye eder.
Savurganlar, şeytanların kardeşleridir. Zîrâ şeytan nasıl Yaratan’ına karşı nankörlük ettiyse, insan da Allah'ın kendisine verdiği malı yerinde kullanmamakla nankör olmuş ve böylece nankörlük noktasında ve verilen nimetleri yerinde harcamama hususunda şeytanın dostu, kardeşi ve takipçisi olmuş olur.
İnsanlar ellerindekini, israfla sağa-sola harcamayı âdet hâline getirdiklerinden, zaruri olmayan pek çok ihtiyaçları zaruriymiş gibi görmeye başlar. Komşu, akraba, eş-dosta ikramda ölçüyü kaçırıp saçıp savurabilir. Böylesi bir rızık da Cenâb-ı Hakk’ın taahhüdünde olmadığından, özellikle günümüzde bunu elde etmek çok zordur. İnsan böyle bir serveti bulmak için bazen izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazen ahlâksız insanların ayaklarını öpmek kadar mânen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazen mukaddes dinî değerlerinden vazgeçmek veya bazılarını çiğnemek gibi çok kötü durumlara düşebilir.
6. Cimrilikten Sakınmak
Bütün işlerin hayırlısı ve faydalısı orta yoldur ve o takip edilmelidir. Cimrilik, İslâm’ın hoş görmediği davranışlardandır. Cimrilik, maldaki bereketi yok eder. İnsan, vermemek suretiyle malının azalmayacağını zannetse de, aslında haberi olmadan eksildiği, malının bereketsizleştiği, infak edenin de malında artma ve bereketlenme olduğu haber verilmiştir. Hz. Peygamber’den (sallallahü aleyhi ve sellem) konuyla ilgili bir rivayet şöyledir: “Kulların sabaha erdiği her günde iki melek semadan iner ve bunlardan biri şöyle dua eder: ‘Allahım! İnfak edene ver.’ Diğeri de şöyle dua eder: ‘Allahım! Cimriye de telef ver.’”(Buhari, Zekât 28)
“Cömert kişi, Allah’a yakın, Cennet’e yakın, insanlara yakın, Cehennem’den uzaktır. Cimri ise, Allah’tan uzak, Cennet’ten uzak, insanlardan uzak, Cehennem’e yakındır.” (Tirmizi, Birr 40)
7. Fakirlik Endişesiyle Çocukları Öldürmemek
“Fakirliğe düşme endişesi ile evlâtlarınızı öldürmeyiniz. Onların da sizin de rızkınızı veren Biziz. Şüphesiz ki onları öldürmek büyük bir suçtur.” (İsrâ 17/31). Câhiliye döneminde bazı kimseler fakirlik ve açlık endişesiyle kız çocuklarını öldürürlerdi. Burada da tam yerinde bir beyanla fakirlikten korkarak çocukların öldürülmesi yasaklanıyor. Madem rızık Allah Teâlâ’nın elindedir; o zaman çok çocuk sahibi olmanın veya çocukların kız ya da erkek olmasının fakirlikle herhangi bir ilgisi yoktur demektir. Zîrâ her şey Allah’a aittir. Böylelikle çok çocuk sahibi olmakla fakirlik arasında hiçbir ilginin bulunmadığı anlaşılıp da zihinlerdeki istifhamlar silindikten sonra, insanların inançları düzelmiş ve doğru bir hayat prensibine zıt olan bu vahşice hareketten vazgeçmişlerdir. (Kutup, a.g.e; 4/2223)
8. Zinadan Kaçınmak
“Sakın zinaya yaklaşmayın. Çünkü o çirkinliği meydanda olan bir hayâsızlıktır, çok kötü bir yoldur.”(İsrâ 17/32). Kur’ân, zinaya yaklaşmaya dahî izin vermemektedir. Bu, zinadan sakındırmak için mübalağalı bir yasaktır. Zîrâ insanı, zinaya sevk eden şehvet duygusu şiddetli bir duygudur. Bundan dolayıdır ki, zinaya yaklaşmamak suretiyle onun tehlikesinden emin olunabilir. Hâlbuki yaklaşıldığı takdirde bu emniyeti sağlamak güçleşir.
“Bunun içindir ki İslâm, zinayı yasaklarken, ona götüren vesileleri de dikkate almıştır. Zaruret olmadıkça kadınla erkeğin ihtilatına müsaade etmemiştir. Bir kadınla bir erkeğin tek başlarına kalmalarına, kadının yabancı erkeklere karşı süslenip püslenmesine izin vermemiştir. Durumu müsait olanların derhal evlenmesini, müsait olmayanların oruç tutmak suretiyle kendini frenlemesini emreder, evliliklerin zorlaştırılmasını istemez. Evlenmek isteyenlere yardımı teşvik eder. Çoluk çocuk sahibi olmanın fakirliğe yol açacağı şeklindeki bâtıl inançları reddeder. Evlenip kendini haramdan korumak isteyenlere yardımcı olunmasını emreder. (Kutup, age, 4/2223-24)
Zina, nesebin karışmasına, ailenin dağılmasına, hısımlık, komşuluk, arkadaşlık gibi bağların çözülüp toplumun mânevî ve ahlâkî değerlerinin temelden sarsılmasına yol açan ve insanı bedenî zevklerinin esiri yapıp aşağılayan çirkin bir davranıştır.
Nitekim Mi’rac’da Allah Resûlü zinakârlara verilen cezayı şöyle anlatmaktadır: “Sonra baktım bir toplum var ki, önlerine bir sofra kurulmuş, üzerinde benim gördüğüm etlerin en güzellerinden kebaplar var, etraflarında da leşler var. Onlar, o güzel etleri bırakıp bu leşlerden yemeğe başladılar. ‘Bunlar kim? Ey Cebrail!’ dedim. O: ‘Bunlar zinakârlar.’ dedi. “Allah’ın helâl kıldığını bırakırlar da haram kıldığını yerler.” (Taberî, 15/10-13)
9. Can Dokunulmazlığı
“Haklı bir gerekçe olmaksızın Allah’ın muhterem kıldığı cana kıymayın. Bir kimse zulmen öldürülürse onun velisine (mirasçısına) bir yetki vermişizdir; artık o da kısas hususunda aşırı davranmasın, meşrû hakla yetinsin. Zaten kendisine yetki verilmekle gerekli destek sağlanmıştır.” (İsrâ 17/33).
İslâm, sulh ve barış dinidir. Bunun içindir ki, masum bir kimsenin öldürülmesi, büyük günahlardan sayılmıştır. Hayat veren Allah olduğu gibi, bu hayatın alınması da ancak Cenâb-ı Hak tarafındandır. Her şahsın dokunulmazlığı ve hayat hakkı vardır. Hiç kimsenin bu hakkı alması söz konusu değildir.
İnsanın canı o kadar kıymetlidir ki, kendi hayatını müdâfaa ederken öldüğü zaman en yüksek bir derece olan şehitlik mertebesiyle müjdelenmiştir. (Tirmizi, Diyat 21) Aynı zamanda insanın hayatının önemindendir ki, açlıktan ve susuzluktan dolayı ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalınca, ölmeyecek kadar haram olan şeylerle hayatını kurtarması izni dahî verilmiştir ki, bu da İslâm’ın insan hayatına verdiği önemi göstermesi açısından son derece önemli bir husustur.
“Hiçbir cana kıymayın!” yasağı, sadece başkalarını değil, kişinin kendi canını da kapsamı içine almaktadır. Allah Resûlü de, intiharın büyük bir günah olduğunu, ahirette insanın başına büyük felâketler getireceğini haber vermiştir. (Buhari, Tıb 56)
Kur’ân’a göre kasden bir müminin öldürülmesi, cehennemi, Allah’ın gazabını, lanetini ve büyük azabını gerektiren bir suç olarak kabul edilmiştir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) de adam öldürmeyi yedi helâk edici büyük günah arasında saymıştır.
10. Yetim Malı Yemekten Sakınma
“Büluğ çağına ermeyen yetimin malına, en güzel tarzdan başka bir şekilde yaklaşmayın. Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluk gerektirir.” Babasını kaybetmiş ve henüz büluğ çağına ulaşmamış çocuğa yetim denir. Yetim, henüz küçük olduğundan, malına sahip çıkamaz, onu koruyup kollayamaz. Böyle bir durumda İslâm toplumunu teşkil eden fertler, ister yetimin akrabası olsunlar, isterse olmasınlar, onun malına sahip çıkmalı, kendi mallarıymış gibi kazanç getirecek ticarette kullanmalı ve aklı ermiyor diye asla ona el uzatmamalıdırlar.
Bu âyette, toplumu meydana getiren fertlerin her birine bu mesuliyet yüklenmiş olup, bu konuda son derece dikkatli davranmaları emredilmektedir. Mal da, şehvet duygusu gibi kendisine yaklaşıldığında insanın kendisini koruması oldukça zor olduğundan, hatta mümkün olmadığından, “Yetimin malını yemeyin!” değil de, “Yetimin malına yaklaşmayın!” şeklinde bir ifade kullanılmıştır.
Yetimin vasisi konumunda olan kimseler, bu malı kendilerinde bir emanet olarak görmeli, yetim çocuk kendi malının idaresini doğru yapacak bir akıl olgunluğuna ulaşınca da teslim etmelidirler. Âyetin bu cümlesi önemli bir toplumsal kuralı emretmekte ve neticesinin de mutlaka Cenâb-ı Hak tarafından sorulacağı vurgulanmaktadır. Evet, yapılan her türlü antlaşmaya vefa gösterilmelidir. Zîrâ bu antlaşmalara riayet edilip edilmediği konusunda kıyamet gününde ahid sahipleri sorguya çekileceklerdir.
Allah Resûlü’ne (sallallahü aleyhi ve sellem) Mi’rac yolculuğunda gösterilen ibretlik manzaralardan biri de yetim malından haksızca yiyenlerdir. Onlara verilecek cezayı Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şu sözleriyle beyan etmektedir: “Sonra baktım bir toplum gördüm ki, dudakları deve dudağı gibiydi. Onlara bir takım memurlar görevlendirilmişti, dudaklarını kesiyorlar ve ağızlarına ateşten bir taş koyuyorlar, bu taşlar mak’adlarından çıkıyordu. ‘Ey Cibril! Bunlar kimler?’ dedim. O: ‘Bunlar yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenlerdir.’ buyurdular.” (Taberi, Tefsir, 15/10-13).
11. Ahde Vefalı Olma
“Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluk gerektirir.” (İsrâ 17/34). Vefa, bir şeyi tastamam yapmak, eksik bırakmamak demektir. Ahde vefa ise, verdiği söz veya yaptığı anlaşmaya sâdık kalma ve onu tamamlama anlamına gelmektedir. (Fîrûzâbâdî, Besair, 5/244-245).
İslâm, antlaşmaların yerine getirilmesine son derece büyük önem vermiştir. Çünkü ahde vefa, güvenin, dürüstlüğün, fertlerin ve toplumun mânevî yapısının göstergesidir. Gerek fertlerin birbirleri arasında, gerek insanlarla Yüce Yaratıcı arasında ve gerekse devletlerin aralarında yaptıkları sözleşmelerde sâdık kalmaları ve sonuna kadar ona riayet etmeleri, vaz geçilmez bir erdemlik göstergesidir.
Âyetin bu cümlesi önemli bir toplumsal kuralı emretmekte ve neticesinin de mutlaka Cenâb-ı Hak tarafından sorulacağını vurgulamaktadır. Evet, yapılan her türlü antlaşmaya vefa gösterilmelidir. Zîrâ bu antlaşmalara riayet edilip edilmediği konusunda kıyamet gününde ahid sahipleri sorguya çekileceklerdir.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), vefayı imandan saymış ve vefası olmayanın, dininin de olmayacağını vurgulamış, yine vefasızlığı münafıklığın alâmetlerinden biri olarak görmüş, Cenâb-ı Hakk’ın, vefasızlık ederek ahdini bozan kimselerin kıyamet gününde hasmı olacağını bildirmiştir.
Vefa, başta bizleri Yaratan’a karşı olmalıdır. O’na ezelde verdiğimiz ahde vefalı olmalı, emir ve yasaklarına karşı sadakat göstermeli, kulluk noktasında vefa sergilemeliyiz. İman, bir akittir, ona karşı vefalı olmalıyız. Kur’ân’a ve onun mübelliğ ve müfessiri olan Resûlullah’a karşı vefalı olmalıyız. Kendimize, ailemize, neslimize, akrabalarımıza ve en geniş anlamıyla bütün insanlara karşı vefalı olmalı ve vefa duygusundan ayrılmamalıyız.
12. Ölçü ve Tartıda Doğru Olma
“Ölçtüğünüz zaman dürüst olun, tam ölçün. Doğru terazi ile tartın. Bu hem ticaretiniz için daha hayırlı, hem de âkıbet yönünden de daha güzeldir.”(İsrâ 17/35).
Bu âyette, bütün bir toplumu ilgilendiren ve insanların sürekli ilgili oldukları bir konu olan, ölçü-tartıda dikkat edilmesi gerekli olan bir kural hatırlatılıyor. Bu kural, dürüst tartma, eksik, yanlış tartmama ve doğru bir terazi ile tartma kuralıdır. Ölçü ve tartıdaki hile, sahtekârlıktan ibarettir. Böyle bir sahtekârlık, toplumdaki güveni sarsar, kazançtaki bereketi yok eder. Zâhiren böyle sahtekâr bir şekilde elde edilen kazanç, ummadık bir ânda elden gidiverir. Burada olmasa bile, ahirette insanın başına bela olur.
Ölçü tartı işi çok önemlidir. Çünkü o, toplumdaki her ferdin günlük yaşantısında vazgeçemeyeceği ihtiyaçlardan biridir. Bunun içindir ki Kur’ân’ın değişik yerlerinde Cenâb-ı Hak, ölçü tartı yapılırken dikkat edilmesini ve insanlara haksızlık yapılmamasını emretmektedir. Geçmiş kavimler içerisinde de bu kötü davranışı, Hz. Şuayb zamanındaki insanlar işlemiş, Hz. Şuayb da onları bu kötü davranıştan vazgeçirmeğe çalışmış, vazgeçmediklerinden dolayı da helâk edilmişlerdir.
Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ölçü tartıda haksızlık yapıldığında insanların başlarına büyük belâların geleceğini haber vermiş, böylelikle ümmetini bu kötü davranıştan sakındırmıştır.(Bkz: İbn Mâce, Fiten 22)
13. Sû-i zandan Sakınma
“Bilmediğin şeyin peşine düşme! Çünkü kulak, göz, kalp gibi azaların hepsi de sorguya çekilecektir.” (İsrâ 17/36). Kur’ân’ın bu âyeti, insanların herhangi bir haber, davranış veya olay hakkında kesin bir karar vermeden önce, çok iyi araştırma yapmalarını, faraziye ve ihtimallerle karar vermemelerini emretmektedir. Çünkü gerek fertler, gerek aileler ve gerekse devletlerarasındaki anlaşmazlık ve kavgaların en büyük sebeplerinden biri, tahkikat yapmadan, zanna dayalı olarak verilen kararlardan kaynaklanmaktadır. Yüce Yaratıcı, toplumu koruyacak olan bu önemli prensibin yerleşmesi için de, meseleyi inaçla tekit ederek ahiret boyutuna da dikkatleri çekmiş, karar verme vasıtaları olan kulağın, gözün ve kalbin sorumlu olduğunu bildirmiştir.
Bilmediğin şeyin peşine düşme! Yani kesin olarak bilmediğin inançların, fikirlerin ve akımların arkasına düşme, hurafelere kapılma veya yalan yere şahitlik etme. Ancak gözünün gördüğü, kulağının duyduğu ve kalbinin iyice anladığı hususlarda şahitlik et; zina iftirası, başkalarının töhmet altında bırakılması gibi yanlış yollara gitme veyahut da görmediğin halde gördüm, duymadığın halde duydum deme! Nitekim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) de bununla ilgili bir beyanında şöyle buyurmuşlardır: “Zan ile hüküm vermekten sakının! Zîrâ sözlerin en yalanı zandır.”(Buhari, Vesâyâ
Başkalarını ayıplamamak, onların aleyhinde konuşmamak ve böylece insanların kendisinden emin olduğu bir konumda bulunmak, o kadar değerli bir makam sayılmıştır ki, Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), insanların Müslüman’ca en faziletli olanının, insanların elinden ve dilinden emniyette bulunduğu kimse olduğunu (Buhari, İman 4), iki çene ve iki apış arası konusunda söz verip sözünü yerine getirene Cennet’te kefil olacağını (Buhari, Rikak 23) bildirmiştir. Evet, Müslüman’ın nazarında elle yapılan tecavüz ile gıybet, bühtan, tahkir, tezyif gibi dil ile yapılan tecavüz ve çekiştirme arasında fark yoktur. Zîrâ birisi onun maddî yönünü zedelemekte ise, diğeri de mânevî yönünü yıpratmaktadır. Hz. Peygamber Mi’rac’a çıktığında orada bir kavmin yanından geçerken, onların demirden tırnaklarla yüzlerini ve göğüslerini yırtıp kanattıklarını görünce, Cibril’e bunun sebebini sormuş, o da bunların, insanları çekiştiren ve onların gizliliklerini ortaya çıkaran kimseler olduğunu söylemiştir. (Ebu Davud, Edeb 35)
14. Kibir ve Gururdan Sakınma
“Hem kibirli kibirli yürüme! Zîrâ ne kadar kibirlenirsen kibirlen, ne yeri yarabilirsin, ne de dağların boyuna erişebilirsin. Böylesi davranışların hepsi kötü olup, Rabbi'nin nazarında hoş görülmeyen şeylerdir.” (İsrâ 17/37-38).
Yaratıcı’sını unutan ve O’ndan uzak olan kimseler, ellerinde bulunan mal, evlât, makam gibi varlıklarından dolayı şımarır, gururlanır ve böbürlenmeğe başlarlar. Ancak her şeyin Allah’a ait olduğunu, her şeyin insana geri alınmak ve imtihan edilmek için verildiğini bilen ve buna inanan kimseler ise, bu kötü davranıştan uzak olur, tevazuu elden bırakmaz ve gerçek olgunluğa ulaşmış olur.
Kur’ân, bu yüce beyanıyla insanların kibir ve gururdan kaçınmalarını, zîrâ onun hiç de gururlanmaya hakkının olmadığını vurgulamaktadır.
Gururlanma o kadar çirkin bir davranıştır ki, Cenâb-ı Hak, gururlananların yerlerinin Cehennem olduğunu ve orada onların yüzlerinin simsiyah kesileceğini bildirmektedir. Zîrâ gurur, insanın Allah’a inanmasına engel olan bir perdedir.
Gurur ve kibir, Allah’ın sevmediği bir davranış olduğu belirtilerek özellikle mü’minlerin bu kötü davranıştan kaçınmaları istenmiştir. Gurur ve kibirlenenleri can yakıcı bir azabın beklediği, onların kıyamet günü hiçbir dostlarının olmayacağı, gurur ve kibir sahibi olanların asla cennete giremeyecekleri, böbürlenenlere imanın nasip olmayacağı ve Allah’a ait bütün delilleri görmelerine rağmen iman etmeyecekleri bildirilmiştir.
Hâsılı, insanı yoktan var eden ve onu peygambersiz bırakmayan Yüce Mevlâ, her dönemde insanların uymaları gereken temel ilkeleri de göstermiştir. Yukarıda tahlil ettiğimiz bu ilkeler, her dönem ve her coğrafyadaki toplumlar için ideal prensiplerdir. Mükemmel bir toplum, ancak bu ilkelere sarıldığında teşekkül etmiş olacaktır. Bunlardan bir veya birkaçının olmadığı veya onların hiçe sayıldığı toplumların, gerçek anlamda huzuru bulmaları da mümkün olmayacaktır.
*Sakarya Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi
Tabiat Kanunlarını Nasıl Anlamalıyız
Doç. Dr. Yener Öztürk
Tabiatın mahiyeti apaçık bilindiği hâlde, onu, olduğundan farklı göstererek, nesillere yaratıcı bir güç gibi takdim etmek, ilimlere karşın bir muaraza ve her biri başlı başına harika birer sanat eseri olan şu dünya sergilerindeki bütün antika eserleri de tahkir sayılır.
Tabiat Kanunu Nedir?
Tabiat kanunu nedir? Materyalist bir bakış açısıyla bu sorunun cevabı Foulguié’nin Felsefe Sözlüğü’nde ‘tabiatta ve nesnelerde mevcut olan emredici kural’ şeklinde verilir. Yine aynı sözlükte kozalite açısından tabiat kanunu, ‘sebep ile sonuç arasındaki nedensellik ilişkisi’ olarak görülür.1
Materyalist filozof ve bilim adamları, belli olaylar ve özellikler arasındaki münasebetleri zorunlu olarak görmüşler ve kullandıkları önermelerde bu zorunlu gördükleri ilişkileri ‘tabiat kanunu’ olarak ifade etmişlerdir. Sonra da önermelerindeki bu ifadeye dayanarak olaylar arasındaki ilişkilerin illiyete dayalı tabiat kanunu olarak nitelendirilmesini tartışmasız olarak kabul etmişlerdir. Bunu, tümdengelime dayalı bir argümanın öncüllerinden çıkarılan bir hükmün zorunluluğuyla özdeş veya ona benzer zorunlu bir bağ olarak yorumlamışlardır.
Ne var ki illiyete dayalı ‘tabiat kanunları’, olanın neden öyle olduğunu asla açıklayıcı değildir. Zîrâ, ‘tabiat kanunları’ dediğimiz bu tekdüzelikler ancak olanı tasvir edebilirler, gözlemlenen olayın varoluş sebebiyle ilgili bir bilgi vermezler.
Bu noktada materyalist bilim adamlarının yanılgısı, ‘ne’ sorusunun cevabı olabilecek gözlemlerini, ‘neden böyle’ sorusunun cevabı imiş gibi kabullenip bir hüküm çıkartmalarıdır. Bu ise varlık hakkında bir enformasyon değil, bir ‘yorum’dur. Şu hâlde, ispatlanamayan böyle bir bilimsel açıklama bir ön yargıdan başka bir şey değildir. Kur’ân’ın terminolojisini kullanırsak bu sadece bir ‘zan’dır.
Bilimler, varlıklarını eşyadaki düzenli akışa (kanunlara) borçludurlar.2 Eşyanın yaratılışındaki düzen, Yaratıcı’nın eşyayı yaratış biçimidir. İnsanlar bu düzeni kavrayarak Yaratıcı’nın yaratış biçimine yaklaşırlar. Bu yaratış biçimi bütün varlığın düzenini belirler. Kâinatın düzeni veya tabiat kanunları dediğimiz şey, bu yaratış biçiminin görüntüsüdür, yoksa belirleyicisi değil. Yani, eşya belli bir biçimde var edildiği için tabiat kanunları vardır; tabiat kanunları var olduğu için eşya belli bir biçimde var oluyor, değildir.
Yaratılışta carî bir nizam (tekdüzelik) vardır; fakat bu, tam anlamıyla öngörülemez, çünkü bunun –Allah’ın emri ve iradesi hâriç- bundan sonra da aynı şekilde olmasını gerektiren hiçbir şey yoktur. Yaratılış, Allah öyle irade ettiği için tekdüzedir; daha da ötesi, yaratılışta, Allah’ın başka bir şekilde değil de, bu şekilde yaratmasını zaruri kılacak hiçbir şey yoktur. Varlığın düzenlilik içinde devam eden işleyişi, ancak ve ancak mutlak irade, ilim, kudret, hikmet ve rahmet gibi sıfatlara sahip bir Yaratıcı’nın doğrudan idare ve tasarrufuyla izah edilebilir, zîrâ mevcudatta tezahür eden bütün küllî fiiller, her şeyi ihata eden bir kudretin tecellileri olduğunu göstermektedir.
Bugün her şeyi maddede arayan materyalist araştırmacıların elinde bilim, yalnızca doğrudan doğruya gözlemlenen şeyin tasvirini yapmakla yetinmez; gözlemlenen olgularla ilgili ispatı yapılamayan tahminî açıklamalara da gider. Esasında bilimin görevi, olaylar arasındaki illet ve sonuç ilişkisini keşfetmeye çalışmaktır. Diğer bir ifadeyle, ilmî verileri toplamak sonra da bu verilerden hareketle varlıkta Allah’ın koymuş olduğu kuralları tespit etmektir. Ne var ki, söz konusu materyalist araştırmacıların bilimsel gayretlerinin odağında, ‘gördükleri düzenli akışı olaylardan sorumlu ‘zorunlu illetler’ olduğunu ileri sürmek’ gibi bir mârifeti(!) vardır. Yaratıcı’yı tanımak ve kabul etmek istemedikleri için, O’ndan bu şekilde kurtulmuş olabileceklerini düşünürler. Ancak tek bir Allah’ı kabul etmekten kaçındıkça, sonsuz ilâhları kabul etmek zorunda olduklarını görmezler.3
Sebeplerle sonuçlar arasındaki ilişkiyi sebeplere vererek (yatay olarak) değerlendiren materyalist filozof ve bilim adamlarına mukabil İslâm kelâmında bu ilişki Tevhid inancının gereği olarak doğrudan Müsebbibü’l-esbaba verilmiştir. Meselâ İmam Maturidî (ö.333/944) şöyle der: Eşyanın düzene kavuşması her şeyi yerli yerine koyan hakîm ve alîm bir varlık sayesinde olmaktadır. Eşyaya/nesnelere ait tabiatlar (özellikler) için de bu durum aynen geçerlidir. Hattâ bu tabiatlar hakkında evleviyetle geçerlidir, çünkü onlar zıt özellikler taşırlar, bu da aralarında uyumsuzluğun doğmasına sebep bir durumdur. Ancak varlıkta dâimî bir uyum görülmektedir. İşte mevcutlar arasında gözlemlenen bu uyum/âhenk ve onun devamlılığı, hiç şüphesiz ki, her şeyi hakkıyla bilen (Alîm) ve hükmü her şeye geçen (Kâhır) bir idare edicinin (Müdebbir) varlığına delâlet etmektedir.4
Yeniden vurgulamak gerekirse tabiat kanunları, insanların okuyup anlamlandırabileceği şekilde eşyanın düzenli bir tarzda Allah tarafından yaratılıp devam ettirilmesidir. Keza, tabiat kanunları, eşyanın varoluşunun sebebi değil, sonucudur. Yani, maddeyi ve hareketleri doğuran, kanunlar değildir, aksine, kanunlar var olan maddeden ve onun hareketinden doğarlar. Bilim dalları da bu kanunların sonucudur; onlar var olduğu için bilimler vardır. H. Pagels’in ifadesiyle, ‘..evren kodlanmış, kozmik kodla yazılmış bir mesajdır ve bilim adamlarının görevi bu mesajın şifresini çözmektir.’5
Gerek geçmişte gerekse bugün ‘sebep ve sonuç arasında zaruri bir bağın bulunmadığını’ anlamalarına rağmen bir kısım filozof ve bilim adamı yaratıcı gücün varlığının zorunlu oluşunu bir türlü kabullenememişlerdir. Meselâ determinizmin artık bir anlam ifade etmediğini kabullenen Nobel fizik mükâfatı sahibi Richard Feynman bunlardan birisidir. O şöyle der: “Size tabiatın ne şekilde davranacağını anlatacağım. Onun bu şekilde davranabileceğini kabul ederseniz, onu çok sevimli ve büyüleyici bulacaksınız. Eğer yapabilirseniz, kendinize sürekli olarak ‘ama bu nasıl olabilir’ diye sormayın; çünkü çabanız boşunadır; şimdiye kadar hiç kimsenin kurtulamadığı bir çıkmaz sokağa girersiniz. (Doğanın) neden böyle olabildiğini hiç kimse bilmiyor…”6
Öyle görünüyor ki R. Feynman gibi filozof ve bilim adamlarının bir noktadan sonra ötesine adım atamamış olmalarının temelinde, ön yargılarının şekillendirdiği şartlanmalar ve de nefsanî duyguların baskısı gibi saikler yatmaktadır:
Birinci olarak, varlığın meydana gelişini ele alırken, ‘müteal/aşkın bir boyut, rasyonel değildir’ diyerek teorilerini kuranların, böyle bir boyuta ulaşan muhtemel bütün yolları ‘rasyonel değildir’ diyerek baştan kapatmaya kendilerini mahkûm bırakmaları kaçınılmaz olmaktadır. Bu itibarladır ki Kur’ân-ı Kerîm, kâinatın yaratılışını anlamlandırabilecek olanların ancak, şartlanmışlık ve nefsanîliklerle fıtrî ayarı/dengesi bozulmamış temiz kalb/akıl sahipleri (ulü’l-elbâb) olabileceğini bildirir: “Semavatın ve arzın yaratılışında (varediliş biçiminde), gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip-gidişinde ulü’l-elbâb için gerçekten âyetler (açık işaret ve anlamlar) vardır.” (Âl-i İmrân, 3/190)
İkinci olarak, inkârcı bilim adamlarının, varlığın işleyişini tesadüfe dayalı zorunlu illetlerle yorumlamalarının temelinde hesaba çekilme kaydından kurtulma ve yükümlülüklerden kaçma gayreti söz konusudur; eğer kanunlar tesadüfen ortaya çıkıp sebep-sonuç münasebetiyle zaruret hâlini alarak devam ediyorsa, o zaman insan, davranışlarından niçin ve kime karşı sorumlu olsun? Açıktır ki nefsanî sâiklerden kaynaklanan böyle bir düşünce başlangıcı tesadüfe dayalı bir determinizm fikrini zihinlere rahatlıkla yerleştirebilmektedir. Şu hâlde bu düşüncenin mantığını aramak gerekmez, çünkü bu bir istektir. Kur’ân, inkârcıların düşünce dünyalarını şöyle dile getirir:
“Onlar yalnızca zanna ve nefislerinin hevâlarına/arzularına uymaktadırlar.” (Necm, 53/23)
“Eğer onlar senin bu çağrını kabul etmezlerse bil ki onlar sadece hevâlarına uymaktadırlar.” (Kasas, 28/50)
Bu âyetlerin ışığında inkârcıların arzuları şöylece özetlenebilir: İnsan serbest olsun, istediğini yapsın, iyi-kötü, sevap-günah gibi şeyler olmasın, tesadüfen gelinen dünyada rastgele yaşanıp rastgele çekilip gidilsin.
Kanun-Mucize Münasebeti
Kelime olarak, ‘acz’ kökünden7 gelen mucize, genel anlamda, benzerini getirmekten insanların âciz kaldığı olay8 olarak tarif edilir. Buna göre, kâinatta gözlemlediğimiz her bir varlık, her şeyi bir düzen içinde yapan ve yürüten Allah’ın bir mucizesidir. İnsan dâhil hiçbir sebep yüce Yaratıcı’nın kurduğu düzenden bağımsız olarak bir şeyi meydana getiremez.
Aslında, insanın çevresinde meydana gelen olaylar, yani hayatın kendisi mucizeler kümesidir. Fakat her şey âdet hâline geldiğinden, insan, bütün bu olayların insanı âciz bırakan birer mucize olduğunun farkına varamaz. Sözgelimi insanın kendisi, bizatihi bir mucize olduğu gibi, ondaki akıl, bir mucize, kan dolaşımı, sinir sistemi vs. hepsi ayrı bir mucizedir. Ne var ki zihnimiz, düzen içerisinde gözlemlediği olayları ‘sıradan olaylar’, bildiği düzenin dışında gördüğü olayları ise, ‘mucize’ olarak düşünür. Oysa her zaman gördüğümüz için ‘sıradan’ diye adlandırdığımız olaylar da birer mucizedir.
Kur’ân-ı Kerim’de ‘âyet’ lafzı, gerek olağan, gerekse olağan dışı her bir kevnî olayı içine alabilecek bir anlama sahiptir; kâinatta -alışılmış olsun veya olmasın- görünen her tür olay haddizatında O’nun ilim, irade, kudret vb. sıfatlarını gösteren birer âyettir. Nitekim Mekkelilerin, peygamberden -önceki peygamberler gibi-, kendi iddiasını desteklemek için, mucize anlamında âyetler getirmesini istediklerinde, Kur’ân çok kere buna cevap olarak kâinatta birbiri ardınca düzenli olarak vukû bulan olayları hatırlatır.
Eşya ve hâdiseleri vahyin ışığında seyredemeyen bir insan ülfet ve alışkanlıklarının etkisi altında bu âyetlerin mucizelik yönünü unutur ve mucizenin sadece alıştığı ve gördüğü şeylerin tersine meydana gelen veyahut bunların değişmesi şeklinde ortaya çıkan şeyler olduğunu zanneder. Öyle ki, insanlar yanlışlıkla tabiat olaylarının ortaya çıkışını sadece tabiî sebeplere dayandırmaları sebebiyle orada Allah’ın irade ve kudretini göremez olurlar, ancak harikulâde (tabiatüstü/olağan dışı) bir mucize vuku bulduğu zaman, bunun hakiki Fâil’inin Allah olduğu konusunda en ufak bir şüpheye düşmeden kabul ederler. İşte Yüce Yaratıcı, gerek hiçbir şeye mecbur olmadığını göstermek, gerekse zihinlerin sebepler ve kanunlar ağına takılıp kalmasını önlemek için zaman zaman farklı (istisnaî) icraatlarda bulunur ki, biz bunları mucize olarak adlandırırız. Allah, bu harikulâde âyetleriyle, bize irade ve kudretinin sebep ve kanunları aşan sınırsız ve sonsuz bir keyfiyette olduğunu hatırlatır.
Evet, insan zihni alışık olduğu, kendisine tanıdık gelen bir şey gördüğünde onu sebeplerle açıklar ve sebeplerle açıklayabildiği için de söz konusu hâdiselerin vukuunu kolaylıkla onlara (sebeplere) verir. Orada âdeta Allah’a ihtiyaç duymaz ve olayın mucizevî boyutunu görmez. Yani zihne, sadece olağandışı/garip şeyler mucizevî gelir; böylesi bir olayı bildiği, alışık olmadığı sebeplerle açıklayamadığı için de onu tereddütsüz Allah’a verir. Oysaki temelde her şey bir mucizedir, ancak, her şeyin bir mucize oluşunu, yani bütün sebeplerin o şeyi vücuda getirmede âciz kalışını, zihnin, o şeylere âşina oluşu ve alışkanlıkları perdeler.
Esasında mucize kavramı/deyimi Kur’ân’da ve hadîslerde geçmemektedir. Bu mânâyı ifade için Kur’ân ve hadîs rivayetlerinde ‘âyet’ ve ‘burhan’ kelimeleri kullanılmıştır. Bunun gibi erken dönem hadîsçileri de ‘delîl’ ve ‘alâmet’ tabirlerini tercih etmişlerdir. Fakat zamanla kelâm kitaplarında mucize kelimesinin yaygın bir isim hâline geldiği görülmektedir.
Kelâm âlimlerinin sadece Allah’ın olağandışı icraatları için ‘mucize’ kavramını kullanmaları, teknik bir zaruretten olsa gerektir. Nitekim onlar ‘âyet’ kelimesinin yerine koydukları mucize için ‘âdet dışı/üstü bir iş’ anlamında ‘emrun hârikun li’l-âdet’ ifadesini kullanmakla9 her iki olayın da Allah’a ait bir iş olduğuna işaret etmiş olmaktadırlar.
Şimdi -sırf bu noktadan hareketle- mucizeyi şöyle tarif edebiliriz: Mucize, peygamberlerin sıdkını ve vahyin sıhhatini desteklemek için, Allah’ın tabiatta yürüttüğü akışı, mutad olandan farklı bir şekle intikal ettirmesidir.
Kanunların Varlık Hikmeti
Kevnî kuralların varlık hikmetini maddeler hâlinde ele almadan önce, ‘kanun’ kavramından ne anlamamız gerektiğine değinmemiz yararlı olacaktır. İlgili başlık altında da önemle ve ısrarla vurguladığımız üzere, kanun, eşya ve olayların Yaratıcı tarafından sebep-sonuç çizgisinde düzenli bir silsile halinde varlık sahasına çıkarılıp devam ettirilmesinin bize akseden görüntüsüdür. Kısa bir hatırlatmadan sonra şimdi varlığın kanunlarla idare edilmesinin hikmetine geçebiliriz.
Allah’ın, insanların istediği sonuçları doğrudan değil de, sebep-sonuç ilişkisine dayalı belli kanunlara/kurallara bağlı olarak yaratmasının elbette ki hikmetleri vardır. Biz bilebildiğimiz kadarıyla birkaç tanesini zikretmek istiyoruz:
a. Yüce Yaratıcı biz kâinatı anlayabilelim, isimleri/unvanları itibariyle Kendisini daha yakından tanıyabilelim diye koymuş olduğu kuralları, sebep-sonuç düzeninde yürütmeyi dilemiştir. Unutulmamalıdır ki, Yaratan’ın sonuçları yaratmak için sebeplere ihtiyacı yoktur, çünkü O, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır (İnnellahe ğaniyyun ani’l-âlemîn). (Bkz., Al-i İmran 3/197; Ankebut 296; Lukman 31/26; Hacc 22/64) Ancak, O’nun nasıl yarattığını anlamak için bizim sebeplere bağlı olarak gerçekleştirilen bir yaratılış şekline ihtiyacımız söz konusudur. Nitekim bu maksada yönelik olsa gerektir ki, Kur’ân, dikkatlerimizi daima yüce Yaratıcı’nın hayat verme ve yaratma gibi fiillerine çevirir: “Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Ölümünden sonra, arza nasıl hayat verdiğine (bir bak)” (Rûm 30/50); “Allah’ın, yaratma işini nasıl başlattığına ve sonra onu nasıl tekrarladığına bir bakmazlar mı?” (Ankebût 29/19)
b. Kanunlarda tedrîcilik söz konusudur. Bu ise insana İlâhî san’atın azamet ve inceliklerinin safha safha görülüp seyredilmesi imkânını sunar.
c. Kanunlar, düzenlilik ve süreklilik arz eden kevnî icraatlar olması cihetiyle, insana yaşadığı âlemde nasıl adım atması gerektiği hususunda sağlıklı bir fikir verir. Aynı zamanda bu kanunlar, istediği bir sonuca nerede ve nasıl ulaşacağı konusunda ona güven ve huzur verir. Bu da insanlar için şükrü gerektiren bir durumdur. Nitekim Rahmân Sûresi’nde, Ay ve Güneş’in belli bir hesapla/düzenle hareket ettirildiğine, semanın belli bir mizanla/ölçüyle yükseltilip konumlandırıldığına ve arzın bitki ve canlı varlıkların istifadesine uygun biçimde dizayn edildiğine dikkat çekildikten sonra şu cümleye yer verilir: “Şu hâlde, Rabbinizin nimetlerinin hangisini yalanlayabilirsiniz.” (Rahmân, 55/5-13)
d. Kanunlarla ilgili olarak vurgulanması gereken bir nokta da şudur: Fikirlerin gelişmesi, ilim ve medeniyetlerin teşekkülü için de kanunların varlığı gereklidir. Şöyle ki insanoğlu var olduğu günden beri, merak ve ilgisini belli bir ölçü ve düzen içerisinde yaratılan madde/eşya üzerinde yoğunlaşmaya vermiştir; bunun neticesi olarak da şifrelerle yaratılan varlığın sırlarını deşifre ederek açığa çıkmasına vesile olmaktadır. Neticede medeniyet ve teknoloji denilen şeyler, onun bu gayretleriyle günümüzdeki seviyesine ulaşmıştır. Hâlbuki işin başından her şey kuralsız/şifresiz olarak yaratılmış olsaydı, merak ve tecessüs kalmayacağından araştırma ve incelemeler de olmayacak ve insanlar dünyadan gelip-geçme sıralarını savmaya çalışacaklardı. Bir diğer ifadeyle insan, doğduğu gün, öleceği günü beklemekten başka bir işi olmayan bir varlık olacaktı. Bundan anlıyoruz ki varlığın sebepler ve kanunlarla idare edilmesi, insan istidadının inkişaf ettirilmesi ve onun imtihanıyla yakından ilgilidir. Yüce Yaratıcı dileseydi, varlığı kanunlara bağlı olarak idare etmeyebilirdi. Sözgelimi, O bize, ‘yer çekimi’ olarak isimlendirdiğimiz ‘yere indirim kanunundan’ hiç söz ettirmeyebilirdi; isteyene istediği zaman, boşlukta istediği sürat ve şekilde dolaşma imkânı verebilirdi. Veya dünyaya gelmesi istenilen bir çocuğun teşekkülü için, mücerred bir istemeyi/duayı şart koşardı da insan çocuğu kapısının önünde hazır bulabilirdi. Ancak bu durumda, beşerin zihnî ve iradî gayretleri, bilgi ve ilgi kaynakları kurumuş olurdu.10
Ayrıca Yaratıcı’nın düzenli icraatlarının adı olan tabiat kanunları taklit edilmeye açık durumdadırlar. Sözgelimi, belli bir süre ve tavuğa ait belli bir sıcaklık altında yumurtadan civcivin var oluşunu gören insanoğlu bunu aynen taklit etmiştir; bilinen bu belli süre ve belli sıcaklığı yumurtaya uygulayan ziraatçılar tavuk olmaksızın civcivin elde edilmesine –bi iznillah- muvaffak olmuşlardır. Yani ilimlerin gelişmesi de varlıktaki Allah’ın koyduğu kanunları keşfedip teknolojiye dönüştürmekten ibarettir.
Sonuç
Allah’ın eşyanın akışından sorumlu kılmak üzere ‘kanun’ isimli yaratmış olduğu bir varlık yoktur. Kanunlar, sadece olayların cereyan ediş şeklinin tasviridir. Yani bizim ‘kanun’ dediğimiz şey, yüce Allah’ın eşyayı düzenli bir devamlılık içinde yaratma ve yarattığını devam ettirme usulünden başka bir şey değildir. Diğer bir ifadeyle, kanun, her an hükmünü icra eden sübhanî âdetin sebep-sonuç çizgisi içinde bize yansıyan görüntüsünden ibarettir. Kelâmcıların ifadesiyle bu âdetullahtır. Allah bu kanunlarla insanlara yol gösterir ve onların bu kurallara uygun hareket etmesini ister.
*Dicle Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi
yozturk@yeniumit.com.tr
Kaynakça
Y. Bauguenaya, Bilimin Marifetullah Boyutları, İstanbul 1998.
S. Hayri Bolay, E. Boutroux’ta Zorunsuzluk Fikri, MEB., İst. 1999.
H. Ziya Ülken, Bilim Felsefesi, Ülken yay. 1983.
Ebu Mansur el-Maturîdi, Kitabu’t-Tevhîd, İstanbul 1979.
Heınz R. Pagel, Kozmik Kod II, (çev. N. Bahar), İst. 1993.
Richard Feynman, Fizik Yasaları Üzerine, Tübitak yay. Ankara 2000.
M. F. Gülen, İnancın Gölgesinde, Nil yay. İstanbul 1996.
İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Beyrut 1996.
N. es-Sabunî, Maturîdiye Akaidi, (çev. B. Topaloğlu), Ankara 1991.
S. Taftazanî, Sa’düddin, Şerhu’l-Makasıd, Beyrut 1989.
Seyyid Ş. el-Cürcanî, Şerhu’l-Mevakıf, (nşr.: eş-Şerif er-Radî), Matbaatu’s-Seâde, ts.
Dipnotlar
1. Bolay, Boutroux’ta Zorunsuzluk Doktrini, s.143 (P. Foulguié-R. SaintJean, Dictionnaire de la Langue Philisophique, s.423-414’den naklen) Ayrıca bkz., Ülken, Bilim Felsefesi, s. 4-7.
2. Kanun belirli ve devamlı bir münasebeti ifade eder; onda bir plan, program ve nizam vardır. Bu itibarla ilimler, daima kanunlarla meşgul olur; tesadüfleri meşguliyet sahasına almaz ve onlarla uzaktan yakından ilgilenmezler. Zira, tesadüf kanunla zıtlaşmanın adıdır, bir diğer ifadeyle, tesadüf gelişigüzelliğin ve başıboşluğun adıdır.
3. Geniş bilgi için bkz. Y. Bauguenaya, Bilimin Marifetullah Boyutları, s. 67-73.
4. Bkz., el-Maturîdî, Kitabu’t-Tevhid, s.117.
5. H. Pagels, Kozmik Kod II, s. 159.
6. R. Feynman, Fizik Yasaları Üzerine, ,s.151.
7. İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, V, 369.
8. Bkz., es-Sabunî, Maturidiye Akaidi, s.105.
9. Bkz., et-Taftazanî, Şerhu’l-Makasıd, V, 11; el-Cürcanî, , Şerhu’l-Mevakıf, VIII, 223.
10. Geniş bilgi için bkz. M.F. Gülen, İnancın Gölgesinde, I, 26-33.
Peygamber Yolu Sempozyumundan Notlar
Prof. Dr. Suat Yıldırım
Kitabın yanında, başlı başına müstakil bir teşrî kaynağı olarak Sünnet, Kur'ân-ı Kerim'in inmeye başladığı andan itibaren
fonksiyonunu icraya başlamış ve hep Kur’ân’la içli dışlı olmuştur.
İstanbul’da 9-10 Ekim 2010 tarihlerinde verimli ve feyizli bir toplantı gerçekleştirildi. “Peygamber Yolu” başlıklı milletler arası bu ilmî toplantının gayesi şu idi: Hz. Muhammed(sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz tarafından tebliğ edilen İlâhî mesajı Kur’ân ve Sünnet bütünlüğü içinde anlamak, onun insanlığa çizdiği geniş caddeyi göstermek, Peygamberimiz’in yüce nübüvvet makamının hukukunu anmak ve anlamak ve saf İslâm anlayışı adı altında dinin özüne dokunan ve medyada yer bulan bazı örselemeleri gidermek. Toplantıyı tertipleyen Yeni Ümit ile Hira dergilerinin sorumluları Dr. Ergün Çapan ile Nevzat Savaş’ı tebrik ediyoruz. Kur’ân’ın indirilişinin 1400. yılı bereketli geçiyor. 26-27 Haziran 2010’da düzenlediği “Kur’ân ve İlmî Hakikatler” uluslararası sempozyumundan sonra bu toplantı, Yeni Ümit dergisinin aynı yıl içinde gerçekleştirdiği ikinci sempozyum oldu. İSAV bu günlerde (15-17 Ekim 2010) milletlerarası “Vahyin nüzulünün 1400. yılında Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem)” ilmî toplantısını icra edecek. Ayrıca 3-4 Aralık 2010’da “Kur’ân Tefsiri ve Toplum” konulu bir sempozyum hazırlıyor. Ayrıca İstanbul Üniv. İlahiyat Fakültesi, Marmara Üniv. İlahiyat Fak., İRCİCA, İSAM gibi kurumlar da programlar düzenlemiş durumdalar. Bunlardan başka çeşitli vakıf ve derneklerin de yoğun faaliyetleri inşallah bu seneyi dolduracak.
Yapılan sempozyumların bazıları ihtisas toplantısı olup uzmanların tartışmalarına, farklı görüşlere daha fazla yer veriyor. Bazıları ise dinen ve ilmen kabul edilen bir kısım esasları ilmî ölçülerle inceleme, temellendirme ve ihtisasın sonuçlarını ilgi duyan geniş kitleye ulaştırma gayesine yöneliyorlar. Böylece değişmeyen gerçekler güncelleştiriliyor, yaşadığımız çağda onları nasıl anlayıp uygulayacağımız ele alınıyor. Makalemizin konusunu teşkil eden toplantı, ikinci nevi ilmî toplantılardan oldu. Ama unutmadan belirtelim ki, tebliğlerden sonra, gerek katılımcılara, gerek dinleyicilere soru sorma imkânı tanındı ve cevaplar verildi.
Kur’ân ile Sünnet’in ayrılmaz bir bütün teşkil etmesi, hadîslerin İslâm’ın ikinci kaynağı olması, Peygamber yolunun evrenselliği ve aklî temeli, Peygamber yolunun tevhid inancı ve Allah Tealâ’nın sıfatları, Kader inancının Sünni şekli ve bu konunun hassas noktaları, Peygamber yolunun ahlâkî temelleri, Ashabı Kiram’ın dindeki yeri, Peygamberlerin başlıca sıfatları, özellikle ismet (günahtan korunmuş olmaları), Ehl-i Beyt’in İslâm’a hizmetteki mevkileri ve Ümmetin onlara sevgileri, Aile hukuku , özellikle nikah konusundaki hassasiyetler, Müslümanların davranışlarını değerlendirme konusundaki ölçüler, tekfir (kafir sayma) konusunda gösterilmesi gereken titizlik, Peygamber yolunun öğrettiği kalb ve ruh hayatı, kazandırdığı mânevî zenginlik gibi konularda ülkemizin çeşitli İlahiyat Fakültelerinden öğretim üyeleri, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde çalışan uzmanlar doyurucu, ciddi tebliğler sundular. Sunumlar –ister istemez- özet hâlinde oldu, fakat geniş tebliğlerin kitap hâlinde yayınlanacağı bildirildi. Böylece kalıcı, mufassal kaynaklara da ulaşabileceğimizi öğrendik. Özellikle Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, Mısır Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Cum’a, Fas Kırallığı Âlimler Akademisi genel direktörü Prof. Dr. Ahmed Abbadi, Suriye’den dünya çapında tanınmış âlimler Prof. Dr. Muhammed Said Ramazan el-Buti ile Prof. Dr. Vehbe Zuhayli gibi zevatın katılmaları, toplantıya ciddi bir ağırlık kazandırdı. Bundan başka Nijerya, Kenya, Hollanda, Almanya gibi ülkelerden de ilim adamları dinleyiciler arasında yer aldılar. Açılış konuşmasında Sayın Bardakoğlu Hz. Peygamber’in Sünnet’inin fert ve toplum hayatındaki önemini vurguladı. İki açılış tebliğinden birincisinde Ali Cum’a Hoca Efendi “Peygamber Yolunun Öteki ile Birlikte Yaşama Esasları”nı anlattı. İkincisinde ise Hayrettin Karaman Hocaefendi, Müslümanların ana gövdesini teşkil eden Ehl-i Sünnet ve’l-cemaatın tutumunu, Müslümanların 7/8 i olan Ehl-i Sünnet’in gerçek İslâm’ı temsil edip diğer İslâmî gruplar ve gayrimüslimlerle matlup olan diyaloga müsait olduğunu ifade etti. Her gün ailece az da olsa Siyer dersi yapmanın önemini belirtti.
Memleketimizin yetiştirdiği seçkin ilim kadrosundan eski Milli Eğitim Bakanı -ve Hükümeti temsilen katılan- Doç. Dr. Hüseyin Çelik, DİB Din İşleri Yüksek Kurulu Bşk. Prof. Dr. Hamza Aktan, Prof. Dr. Raşit Küçük, 29 Mayıs Üniv. Rektörü Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. İsmail L. Çakan, Prof. Dr. Hamdi Döndüren, Prof. Dr. Faruk Beşer ve isimlerini maalesef saymamız mümkün olmayan İlahiyat Fak. dekanları, öğretim üyeleri, müftüler, vaizler, imamlar, din kültürü ve ahlak dersi öğretmenleri, İlahiyat öğrencileri ve diğer seçkin bir dinleyici kadrosu toplantıya önem kattılar. Konu ile doğrudan doğruya ilgili bu muhatap kitlesinin katılmaları, genellikle dikkat çekip isabetli bulundu. İslâm’ı anlatırken bir bilinç kontrolü yapıp “Anlattıklarımız nasıl algılanıyor, ne gibi eksik veya hatalar yapabiliyoruz, bazen üslubumuzda değişiklik yapmamızda yarar olabilir mi?” hususlarında bir durum değerlendirmesi ve tecrübe alış–verişi imkânı buldular. Toplantıdaki konuşmalar Türkçe ve Arapça simültane tercüme edildi. Yaklaşık bin kişilik salon tamamen dolu olduğu gibi bitişik alanlarda da ayrıca bin kadar kişi kurulan ekranlardan konuşmaları izlediler. Muhatapların ekserisinin konuşmaları iyi takip edip anladıkları, daha tercüme tamamlanmadan verdikleri tepkilerden anlaşılıyordu. A. Bardakoğlu, yurt dışından gelen misafirler ve H. Karaman gibi hocalar, toplumun bu konuda dikkatlerinin çekilmesini ve zamanlamayı da isabetli bulduklarını ifade ettiler. Fethullah Gülen Hocaefendi gönderdiği mesajda: “Hayatlarını dini yüceltmeye adamış ilim ve fikir adamlarının, dinimizin özündeki güzellikleri, keza bu günümüz ve yarınımız adına vaad ettiklerini, dinî hayatın bağrında gelişen ruhî tekâmülü, bir seferberlik ruhuyla çevrelerine anlatmaları gerekmektedir. Zîrâ bir mümin, ancak kendince yaşama ve yaşatma azmi içinde bulunduğu sürece ayakta kalabilir ve devrilmekten kurtulur (…) Keza bir Müslüman asla kendi değerlerini ihmal etmemeli, yabancı kaynaklardan istifadeyi de kendi temel disiplinlerinin vizesine bağlamalı ve dışarıdan alacağı her şeyi süzerek almalıdır.” diyerek, adeta toplantının esas maksadına vurgu yaptı.
Kısa bir makalede bu geniş ilmî toplantıda ifade edilen konuları özetlemek imkânsız. Genel bir fikir vermek üzere, M. Said Ramazan el-Buti’nin konuşmasını, nümune olarak arz edebileceğimi düşündüm. O hülasa olarak şöyle dedi: Müslümanlar, Kur’ân’ın, Allah’ın kelâmı olduğunda müttefiktirler. Keza ondan kastedilen manaların geçerli olduğunu kabul etmekte de ittifak ederler. Öyleyse ihtilaf nereden çıkıyor? Caiz olan içtihad farklılığından. Fakat şuna dikkat etmeliyiz ki ihtilaf, daha çok, şartlarını haiz olmayan noksan ve kifayetsiz içtihatlardan ileri gelmektedir. Meselâ bir şahıs çıkıp İslâm’da kişilerin kutsallaştırılmasının, hattâ Hz. Peygamber’in kutsallaştırılmasının söz konusu olmadığını ileri sürüyor. Buna dair ayetlerden delil getiriyor. Huneyn Gazvesi akabinde ganimet taksimi hâdisesini misal veriyor. Ensar’dan bir kısım zatların “Adil bir taksim yapılmadı.” diyerek Hz. Peygamber’i tenkid etmelerini delil olarak zikrediyor. Bunlar doğru. Fakat burada kalıyor. Oysa hâdisenin devamı vardır. Hz. Peygamber bunu duyunca Ensar’ı toplamış, esas maksadını anlatmış, yeni Müslümanları destekleme ihtiyacı olduğunu, kendisinin Mekke’de kalmayıp kendileriyle beraber Medine’ye döneceğini ve daha birtakım irşadları etkili bir şekilde ifade ettikten sonra “İstemez misiniz ki bazıları koyun ve deve sürüleri ile giderken siz Resulullah’ı alarak dönesiniz?” dedi. Onları ikna etti. Olar pişman olup “Allah’a ve Resulüne inanıp teslim olduk!” dediler. İşte hâdisenin devamı anlatılmazsa, buradan yanlış hüküm çıkaranlar boy gösteriyor. Kur’ân’ın maksatlarını anlamak için ihlâslı âlimlere müracaat edelim. Bazen ortalıkta slogan savaşı görülüyor. Bundan kaçınalım. Meselâ “İslâm düşüncesi” “İslâm düşünürü” gibi tabirlerden uzak durulmasını tavsiye ederim. Bunlar vahiy tarafını gölgede bırakabiliyor. Böyle bir yaklaşım Kur’ân’ı, hevâsına göre anlama kapısı açıyor. Gerek fert, gerek cemaat enaniyetinden kaçınmalıyız. Cenab-ı Allah’ı çok zikredip marifetullah, muhabbetullah tarafında ilerlemeye çalışmalıyız. Nefsimizin kötü istekleri ile mücahede ederek, onu arındırarak, din düşmanlarına karşı tek yürek, tek yumruk hâlinde birleşmeliyiz. Nimetleri, gerçek sahibi olan Allah’tan bilmeliyiz. Allah’ın üzerimizdeki nimetlerini düşününce O’na âşık olmamak mümkün değil. Gelin, bu toplantının bir semeresi olarak birlik sözü verelim, kin ve tefrikadan uzak duralım. Hak yoldan sapanlar için sadece hidayet dileyelim.” İlmî delile dayanmak, Kur’ân’ın geniş caddesinde yürümek, bütün Müslümanları kucaklamaya çalışmak, fakat hata ve noksanları varsa onları teşhir etmeksizin, yumuşak üslûpla işin doğrusunu göstermek, şeklinde özetleyebileceğimiz M. Said Ramazan Hoca’nın bu yapıcı üslubu, bütün konuşmacıların uyguladığı tarz oldu.
Vehbe Zuhayli şunları vurguladı: Pegamberimiz’in Sünnet’i Kur’ân’dan ayrılamaz. Zîrâ Sünnet’in hüccet olduğuna dair yüzlerce âyet var. Sünnet’te tafsilâtlı olarak bulunup Kur’ân’da sarih şekilde göremediğimiz şüf’a, muhayyerlik gibi çok ahkâm var. Sünnet olmazsa, Kur’ân’ın ahkamı tatbik edilemez. Kur'ân gibi Sünnet de Allah’ın koruması altındadır. Onun içindir ki İslâm tarihinin başlangıcından beri günümüze kadar, Sünnet’i red gayretleri akîm kalmıştır. İslâm ümmetinin kimliğini inşa etmede Sünnet’in büyük rolü vardır. Sünnet’in, İslâm medeniyetinin bünyesini kuran bir özelliği bulunmaktadır. İslâm’ı bu kimliğinden mahrum bırakmak isteyenler, bazı bahanelerle Sünnet’ten kurtulmak istiyorlar. Ahmed Abbadi: “Sünnet sağlam bir kaledir. Bu muhkem kaleye başını vuran, sadece kendi boynuzlarını kırar, başka bir zarar veremez.” dedi.
Ali Bulaç, Hz. Peygamber’in vahyin postacısı olmayıp aklı, kalbi ve bedeni ile vahyi özümseyip öz benliğinde yaşadığını söyledi. Onun ayrıca vahyi ulaştırma (tebliğ), müminleri manen arındırma (tezkiye) ve neticeye şahitlik etme görevleri vardı. Vahyin model seçtiği ilk cemaati böylece yetiştirdi. Kur’ân’da, Kitap’tan ayrı olarak zikredilen Hikmet, İmam Şafii’nin dediği gibi Sünnet’tir. Ferdî akıl hakikati bulabilir ve İlâhî iradeye muvafık bir hayat sürdürebilir mi? Avrupa’nın Aydınlanma Felsefesi “Evet!” diyor. Oysa bu modern akıl problemlidir. Zîrâ Allah’ın insana üflediği ruh nefhasını bilmez ve kabul etmez. Diğer taraftan akıl bizi yanıltabilir. Onun içindir ki modern insan; kendisiyle, çevresiyle ve Rabbi ile çatışma hâlindedir. Bir kurtarıcıya ihtiyacı vardır. O da Peygamber yolunun vahiy ışığı ile eğitimidir. Nebevî eğitimin mânevî ve kalbî boyutunu güzelce açıklayan Prof. Dr. Abdülhakim Yüce, Peygamberimiz’in Sahabeye en yüksek hedef olarak “Allah rızası”nı gösterdiğini ifade etti. Bu eğitim, insanı ruh ve beden bütünlüğü içinde gören, her iki tarafın ihtiyaçlarını dengeli biçimde sağlayan, geniş cadde ve selametli yol olan Sahabe mesleğidir. Bu yolun alametleri: 1-Allah’ın rızasını arama 2-Engin ibadet hayatı 3-Güzel ahlâktır.
Hamza Aktan’ın vurguladığı bazı hususlarla yazımızı bitirelim: “Kerim Rabb’imiz biz insanları yarattıktan sonra kendi hâlimize terk etmedi. Efendimiz’i göndermek suretiyle doğru yolu göstererek en büyük lütufta bulundu. Hak yol, sadece onun yoludur. Yetiştirdiği Sahabe nesli bize güzel bir model oldu. Onlar, Peygamber yolunu dünyanın büyük bir kısmına ulaştırdılar. Çok şükür, günümüzde de bu yolda hizmet için seferber olanlar var. Sahabe gibi, mezarları çeşitli ülkelerde kalanlar var. Bunların da heyecanları bitmiyor, yapılan iltifatlar onları gevşetmiyor. Bu nesil de Rabb’imizin bize bir lütfudur. Biz Diyanet İşleri Başkanlığı olarak cami dersleri programlama, tefsir, hadîs ve siyer dersleri verme hazırlığı içindeyiz.”
Peygamber yolu, asırlardan beri elbette çok iyi bilinmektedir. Fakat her nesil, bulunduğu zaman ve mekândan ona bakarak, yaşayışında onu nasıl güncelleştireceğini düşünme durumundadır. Yaşadığımız hayat realitesi içinde çok sorunlarla karşılaşıyoruz. Bu durumlarda kendi kendimize: “Peygamber Efendimiz olsaydı ne yapardı?” diye sormamız gerekir. Bu suale güzel cevap vermek için onu iyi tanımak, öğretimini özümsemek, Sünnet’ini tatbik ede ede onunla hemhal olmak lazım gelir. Onun kutlu siretini o kadar iyi öğrenmeliyiz ki, faraza, geniş bir cadde içinde yüzlerce insan arasında zuhur etse derhal O’nu seçebilmeliyiz. Diğer taraftan, O’nun öğrettiklerini öylesine özümseyip yaşamalıyız ki, O da yüzlerce kişi arasında bizi gördüğünde “Bu, benim ümmetimden.” deyip sahip çıkabilmelidir.
*Marmara Üniv. İlâhiyat Fak. Em. Öğretim Üyesi syildirim@yeniumit.com.tr
Araştırma – Kur’anın Hz. Peygamber ve Sünnetine Verdiği Değer II / Abdulhamid RAMAZANOĞLU
5.Hz. Peygamber’in görev ve yetkilelerini ifade eden ayetler:
a.Kur’an-ı Açıklama Görevi:
Islam, insan hayatını bütünüyle tanzim etmeyi kendisine hedef seçmiştir. Bunun için de Kur’an-ı Kerimi göndermiştir. Fakat bilindiği üzere bu Kitap hem hacimli değil, hem de içeriği sadece emir ve nehiylerden oluşmamaktadır. Ayrıca emir ve nehiylerin tümünün maksadı da, vahyin yönlendirmesi olmadan anlaşılabilecek nitelikte değildir., Kur’an’ın büyük bölümünde karşılaşıldığı gibi Teklife konu olan ayetlerin lafızları, ilk bakışta manaları anlaşılacak derecede açık değildir. Bazen manası anlaşılan bir kısm ifadelerin içeriğinin ne olduğu, sözgelimi emrin neyi kastettiği ve kastedilenin nasıl yerine getirileceği hususu da ifade edilmemiştir. Bu nedenle vahyin kontrolünde olmayan bir aklın Kur’an’ın bütününe nüfuz etmesi, hayatın bütünü için koyduğu çoğunlukla genel hükümleri hayatın sınırsız ihtiyaçlarına uyabilmesi mümkün değildir.
Bir örnekle ifade edecek olursak “eqîmu’s - salah- namazı kılın” lafzı mücmel bir lafızdır, kendisinden neyin kastedildiğini Kur’an-ı Kerim’de açıkça ifade edilmemiştir. “Salâh” ifadesi, asıl olarak dua manasına gelmektedir. Tekbîr ile başlayıp selâm ile son bulan amele isim olarak verilmesi kelimenin zamanla kazandığı bir anlamdır. Dolayısıyla bu ifadenin gereği üzere anlaşılması, vahye mazhar olmuş bir kimsenin yol göstermesiyle olacaktır. Bu nedenledir ki Hz.Peygamber (s.a.v): “Beni namaz kılarken nasıl görüyorsanız, siz de öyle namz kılın.” Buyurmuşlardır. Görüldüğü üzere bu ayetteki kapalılığı, emirden muradın ne olduğunu, namazın şeklini, kaç vakit olduğunu, hangi vakitte kaç rekât kılınacağını, şartlarını vb. hususları açıklayan Allah Rasûlü’dür.
Buna benzer örnekler pekçoktur. Meselâ namaz gibi Islam’ın diğer şartlarıyla alakalı emirlerin (zekat, hac, oruç) nasıl uygulanacağını da yine Hz. Peygamber (s.a.v) ortaya koymuşlardır. Buraya kadar ifade ettiklerimiz, bu hususla ilgili ayeti kerimeleri anlamada bir ön hazırlık mahiyetindedir.
Kur’an-ı Kerim’in kendisine indirldiği Peygamber tarafından açıklanmaya ihtiyacı olduğunu bizzat Cenabu Hakk ifade etmektedir:
“...Insanlara kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’an-ı indirdik.”(1)
“Biz bu Kitab’ı sana sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidayet ve rahmet olsun diye indirdik.”(2)
Yüce Allah, bu ayetlerin ifade ettiği üzere kendisine Kur’an-ı açıklama görev yetkisini verdiği Peygamberini bu hususta yalnız bırakmamış ve bu konuda Kur’an harici vahiyle de onu desteklemiştir. Bu durum şu ayeti kerimeyle ortaya konmaktadır:
“(Ey Muhammed!) Onu (vahyi) çarçabuk alınak için dilini kımıldatma. Şüphesiz onu toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir. O halde, biz onu okuduğumz zaman, sen onun okunuşunu takip et. Sonra şüphen olmasın ki onu açıklamak da bize aittir.” (3)
“Onu açıklamak bize aittir” ifadesi, hem bazı ayetelrin ileride inecek bazı ayetlerce, hem de -her zaman Alah’ın kontrolünde olan ve ismet sıfatına haiz bulunan - Hz. Muhammet (s.a.v) tarafından açıklanacağına işarettir.
Hz. Peygamber’in, Kur’an’ın ifadesiyle “Kur’anı beyan” görevi - O’nun bize kadar ulaşan uygulamalarından anlaşıldığı üzere- muradı anlaşılmayan ayetleri açıklama (namazla ilgili hususlarda olduğu gibi), ilk bakışta herkese şamil olduğu sanılan ifadelerin kapsamını sınırlandırma, anlaşılması güç bazı ayetleri izah etme vb. pek çok şekillerde olmuştur. Yani kısaca ifade edecek olursak Kur’an sünnete muhtaçtır. Peygamberin açıklamaları olmadan o’nun emirlerini uygulamak ve onu anlayabilmek mümkün değildir.
Bu hususun anlaşılması için yukarıda verdiğimiz namaz örneğine bir de hırsıza verilen ceza ile ilgili uygulamayı ilave edebiliriz: Hırsız kadın ve erkeğe verilen el kesme cezası “yedd” kelimesiyle ifade edilmekte, bu kelimeden parmak uçlarından başlayıp omuza kadar uzanan organ da anlaşılabilmektedir. Halbuki Allah Resûlü bunun nasıl uygulanacağını, sınırının ne olduğunu bize bizzat kendi uygulamasıyla göstermiştir. Ki bu da elin bilekten kesilmesidir.
b.Hakemlik ve Kadılık görevi:
Allah’ın özel eğitiminden geçmiş bir insan olan Hz. Muhammed (s.av), bu özel eğitim sonucu pek çok özelliği şahsında mezcetmiş bir beşerdi. O, hem bir peygamber, bir eğitimci, bir tebliğci, bir idareci-devlet başkanı, hem otoriteye dayanarak davaları çözen bir kadı, hem de sulh prensibine dayalı olarak tarafları uzlaştıran bir hakemdi. Cenabu Hakk Kur’anda onun hakemlik ve kadılığına da işaret etmiş, onu Kur’an-ı açıklama göreviyle vazifelen-dirdiği gibi, çıkan hadiseleri çözüme kavuşturma yetkisiyle de donatmış ve ümmetin O’nun bu yetkisini kabul ederek verdiği hükme boyun eğmesinin îmanî bir zorunluluk olduğunu ifade etmiştir.
O, bu görevi yerine getirirken öncelikle Kur’an’a, orada bulunmayan hususlarda kendisine Kur’an dışında gelen vahye (ki buna vahy-i gayri metlüv lafzı Allah tarafından nazil olmamaş olan vahiy, denir.) ve orada da bulunmazsa kendi ictihadına dayanıyordu. Ancak öncelikle vurgulamalıyız ki O’nun içtihadı normal bir müctehidin ictihadı gibi değildir. Zira O’nun dışında ictihat edenlerin elde ettiği sonuçların hatalı olması da muhtemeldir. Her an vahyin kontrolünde olan Hz. Peygamber’in görüş ve uygulamalarının hata üzere bırakılması ise mümkün değildir ve bırakılmamıştır da. Binaenaleyh bazı uygulamalarıyla ilgili vahiyle dikkatinin çekildiği bilinen bir husustur.(4) Sonuç olarak onun verdiği her türlü hükmün vahyin tasdikinden geçmiş olarak uygulama alanı bulduğu söylenebilir.
Bu noktada Hz. Peygamberin genel olarak hüküm verme yetkisini ve mü’minlerin verilen bu hükme uyma zorunluluklarını ifade eden bir kaç ayeti zikredebiliriz:
“Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiği hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olamazlar.(5)
Iman sözden öteye geçmeyen kuru bir iddia değildir. Mümin Allah ve Resûlünün verdiği emirlere hem dış dünyasıyla hem de iç alemiyle cân-ı gönülden razı olan kimsedir. Nitekim gönülden kopup gelmeyen rıza ifadesi münafıklık olarak kabul edilmiştir. Insanlar, aralarındaki ihtilafların çözümü için Allah Resûlü’ne başvurmalı ve onun verdiği hükmü de gönül rızasıyla kabul etmelidirler. O hayatta iken müminler problemlerini ona götürmüşler, vefatından sonra onun hakemliğine razı olmak ise sünnetini benimsemektir.
“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.(6)
Allah Resûlü (s.a.v), azadlı kölesive evlatlığı olan Hz.Zeyd b. Harise ile halasının kızı Zeynep binti Çahş’ı evlendirmek istemiş ve bu isteğine Hz. Zeynep kendisinin soylu bir aileden geldiği, azatlı bir köle ile aralarında denklik olmadığı düşüncesiyle olumsuz cevap vermişti. Yani Hz. Peygamberin bu isteğini kabul etmeye yanaşmamıştı. Bu ayeti kerime bunun üzerine nazil oldu. Bu ilahi ihtarı alan Hz. Zeynep, emre ittiba etti.(7) Dikkat edilmesi gereken husus;evlilik gibi bizzat tarafların özel hayatlarıyla yakın alakalı olan bir durumda bile müminlerin nebevi emre uymamalarının söz konusu olamayacağıdır.
“Aralarında hüküm vermesi için Allah ve Resûlüne davet edildiklerinde, müminlerin sözü ancak “işittik ve itaat ettik” demeleridir. Işte asıl bunlardan kurtuluşa erenlerdir.”(8)
Ayet-i kerimelerde hükmün Allah’la birlikte Resûlüne izafe edilmesi, Allah Resûlünün vereceği hükümlerin sadece Kur’an’da bulunan hükümler olmadığını ortaya koymak-tadır. Nitekim kendilerine zekat farz olan kimseleri, hayızlı kadının namaz kılamayacağını, içki içene verilecek cezayı bizzat Hz. Muhammed (s.a.v) ifade etmişlerdir.
c.Helal ve Haram koyma yetkisi:
Hz.Peygamber (s.a.v) pratik hayatla ilgili hükümler verdiği gibi Kur’an’da olmayan hususlarla ilgili helal ve haram koyma yetkisine sahiptir. Aşağıda yer verilecek ayeti kerimeler bu duruma işaret etmektedir:
“Yanlarındaki Tevrat ve incil’de yazılı buldukları o elçiye o ümmi Peygamber’e uyanlar (var ya) işte o peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten men eder, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O Peygambere inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûra (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.” (9)
“Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve Ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Resûlü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dinini din edinmeyen kimselerle, küçülerek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın.”(10)
Görüldüğü üzere bu ayetlerde helal haram koyma yetkisi Hz. Peygamber (s.a.v)’le de alakalandırılmıştır. Bu durumun yaşanmış pek çok örneği mevcuttur. Mesela, Kur’an-ı Kerim ölü hayvan etinin yenmesinin haram olduğunu ifade etmişken, Allah resûlü deniz hayvanlarının ölüsünün helal olduğunu söylemiştir. Yine evlenilmesi haram olan kadınlar ayette açık olarak ifade edilmiş. Hz. Peygamber erkeğin eşinin halası, teyzesi ile evlenmesinin de bu haramlık sınırına dahil olduğunu söylemiştir.
Dikkat edilmesi gerekir ki, Hz. Peygamber’in bu yetkisi Allah’tan tamamen bağımsız, kendi başına buyruk değildir. Elbette O, görev ve yetkilerini Allah’ın kontrolü altında kullanmaktır.
d.Tebliğ Görevi:
Kur’anı Kerim’de pek çok yerde Peygamber’in tebliğ görevine işaret edilmektedir.
Ey Peygamber! Rabbin’den sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kafirlere yol göstermez.” (11)
“Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin, karşı gelmekten çekinin, eğer yüz çevirirseniz bilin ki, Peygamberimize düşen sadece açıkça tebliğ etmektir.”(12)
“Allah katından, geri çevrikemeyecek günün gelmesinden önce Rabbimizin çağrısına cevap verin. O gün hiç birinize sığınacak yer bulunmaz. Inkar da edemezsiniz. Ey Muhammed! Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki biz seni onlara bekçi göndermedik: sana düşen sadece tebliğdir.”(13)
“Allah’a itaat edin; Peygamber’e itaat edin; Eğer bundan yüz çevirirseniz bilinki Peygamberimiz’e düşen apaçık tebliğdir.”(14)
Bu ayetlere muhatab olan Hz. Muhammed (s.a.v), yirmi üç yıllık risalet döneminde hemen her türlü sıkıntıya göğüs gererek bu görevini hakkıyla yerine getirmiş ve ilahi daveti şirk ve küfür bataklığında debeleyen insanlığa ulaştırmayı kendisine temel hedef seçmiştir.
Dipnotlar__________________________________________________
1.en-Nahl, 16/ 44
2.en-Nahl,16/64
3.el-Kıyame, 75/1619
4.Kur’an’ın Hz. Peygamber (s.av)’in dikkatini çektiği hususlarla ilgili şu ayetlere bakılabilir: Abese, 80/1-15; Tevbe, 9/80, 85 vd.
5.en-Nisa, 4/65.
6.el Ahzab, 33/36.
7.Ibn-i Kesir, 6, 417, Kahraman Yay. Istanbul.
8.en-Nur, 24/51.
9.el-A’raf, 7/157.
10.et-Tevbe, 9/29.
11.el-Maide, 67.
12.el-maide, 5/92.
13. eş-Şura, 42/47-48
14.et- Teğabun, 64/12.
Düşünce – İslamda Düşünce ve İrade Hürriyeti / Dr.Nedim BAHÇEKAPILI
Düşünce hürriyetine büyük önem veren İslam dini, vicdanlara baskı yapmayı ve insanları istemedikleri fiilleri işlemeye zorlamayı yasaklamış, gerek inançlarını seçerken, gerekse hukuki tasarruflarda bulunurken insanların hür ve serbest iradeleriyle hareket etmeleri esasını getirmiştir.
Kur’an-ı Kerim’deki “Dinde zorlama yoktur” (1) ayetiyle, bir tarftan insanların dinlerini hür iradeleriyle seçeceği belirtilirken, diğer taraftan “Kalbi iman ile yatışmış halde iken baskıyla zorlanan hariç olmak üzere, her kim imanından sonra Allah’a küfreder inkara göğüs açarsa, böylelerinin üzerine Allah’tan bir gazap iner. Bunlar için büyük bir azap vardır ” (2) ayetiyle, zorlama (ikrah) ile insanların dinlerinden ve inaçlarından çıkarılama-yacağı ve bu durumdaki kimselerin davranışlarından sorumlu tutulamayacağı ifade edilmektedir.
Insanlık ailesinin önemli bir kısmının köle olarak yaşadığı ve güçlülerin zayıfların vicdanlarına her türlü baskıyı yaptığı bir dönemde, Kur’an’ın bu ilkeleri ortaya koyması oldukça dikkat çekiçidir. Kur’an’ın bu ilkeleri getirdiği dönemin sosyal tablosuna ışık tutması açısından somut bir hadiseye işaret etmek istiyoruz: Büyük müfessirlerden Kurtubi’nin naklettiğine göre;Mekke müşrikleri emirleri altındaki genç cariyelere zorla fuhuş yaptırıyor ve bu yolla para kazanıyorlardı. Ayrıca doğan çocukları da köle olarak para karşılığında satıyorlardı. Abdullah b. Übey isimli şahıs bu yolla para kazananların önde gelenlerindendi. Bir gün anılan şahsa ait iki cariye Peygamberimize gelerek bu durumdan şikayetçi olmuş ve yardım istemişlerdi. Bu çirkin ve utanç verici olay karşısında Cenabı Hakk, Nur suresinin 33. Ayetini indirerek bütün insanlığı uyardı.(3)
Islam dininin kişi hürriyetine verdiği önem, sadece düşünce alanıyla sınırlı kalmayıp aynı zamanda hukuki muameleler ve akitler için de geçerlidir. İslam hukukçuları, hukuki bir muamelenin geçerli sayılabilmesi için “rıza”yı en önemli şart saymışlardır. Ferdlerin rızası olmadan iradelerine baskı yapılarak bir takım hukuki muamelelere zorlanamıyacakları esası hem Kur’an-ı Kerîm de hem de peygamberimizin hadislerinde vurgulanmıştır. “Ey iman edenler birbirinizin mallarını haram sebeplerle yemeyin. Karşılıklı rıza ile gerçekleşmiş bir ticaret olursa müstesna” (4) ayeti ticari akitlerin geçerli olması için rızanın şart olduğunu ortaya koymaktadır. Ayrıca Peygamberimiz’in (s.a.v) “Allah benim ümmetimin hatasını, unutmasını ve zorlama altında yaptıklarını bağışlamıştır” (5) hadisi bu konuda temel bir ölçü getirmiştir. Peygamberimiz sağlığındaki bazı uygulamalarıyla da insanların fikir ve vicdanlarına baskı yapılmasına karşı çıkmıştır. Babası tarafından istamediği bir şahısla zorla evlendirilen dul bir hanımın Peygamberimize gelip şikayetçi olamsı üzerine, Peygamberimiz bu hanımın nikah akdini geçersiz saymıştır.(6) Bu hadisleri esas alan müctehidler, ticari akitler gibi medeni muamelelerde de rızanın önemli bir unsur olduğunu ve dolayısıyla rızaya dayanmayan, baskı altında gerçekleşen evlenme ve boşanmaların geçersiz olduğuna hükmetmiştir. Osmanlı Aile Hukuku Kararnamesi’nde de bu görüş benimsenmiştir.(7)
Kişilerin bir inancı kabul ya da reddetmekte en küçük bir baskıyla karşılaşmaması gerektiği fikrini, çok erken dönemlerde insanlığa sunan K.K. ‘in bu tavrı, günümüz insanlığının büyük bir kısmı için hala bir özlem olarak kalmaya devam etmektedir.
Dipnotlar___________________________________
1-Kur’an’ı Kerim, el Bakara (2), 256
2-Kur’an’ı Kerim, en Nahl (16),106
3-Kur’an’ı Kerim, en Nur(24),33;Kurtubi, II, s.255
4-Kur’an’ı Kerim, en-Nisa (4),29
5-Ibn Mace ,Talak 16
6-Ibn Mace, Nikah 12
7-Aile Hukuku Kararnamesi, Mad.57
Sünnet'in Korunmuşluğu
Hasan YENİBAŞ
Dinin yarısını teşkil eden Sünnet, şek ve şüpheye mahal bırakmayacak ölçüde, en mevsûk kanallardan, olabildiğine hassas ve kılı kırk yaran muhakkik zatlar tarafından, hem de ta sahabe, tâbiûn ve tebe-i tâbiîn döneminden başlayarak kaydedilmiş, ezberlenmiş, muhafazaya alınmış ve sonra da harfi harfine nakledilmiş, kitaplara geçmiş ve bu günlere gelip ulaşmıştır.
Sünnet; Kur’ân’dan sonra İslâm’ın ikinci kaynağı olması itibariyle Müslümanlar nezdinde çok önemli bir konuma sahiptir. İlk dönemlerden itibaren Sünnet’e "din" nazarıyla bakılmış, Sünnet’in muhafazası ve yaşanması için her türlü takdiri aşan gayret ve çalışmalar ortaya konmuştur. Kur’ân’ın kaynağı vahiy olduğu gibi, Sünnet’in kaynağı da vahiydir. Ancak aralarında şöyle bir fark vardır: Kur’ân vahy-i metluv,1 Sünnet ise vahy-i gayri metluvdur.2 Doğduğu andan itibaren ilahî gözetim ve muhafaza altında yaşayan Peygamberimiz'in, bizzat Kur’ân tarafından "O’nun konuşması vahiydir. O, asla kendi hevasından konuşmaz." (Necm sûresi, 3) denilerek sözlerinin ilâhî te’yide mazhar olduğu belirtilmiştir.
Sünnet’in Korunmuşluğunun Zaruri Oluşu
Dini hükümlerin oluşmasında Kur’ân–Sünnet bütünlüğü bilinen bir gerçektir. Fıkıh kitapları sathî bir bakışla bile gözden geçirilse, dini ahkâmın Kur’ân ve Sünnet’in birlikte değerlendirilmesiyle şekillendiği anlaşılacaktır. Sünnet olmadan Kur’ân’ın pratiğe aktarılması mümkün değildir. Bu yönüyle Sünnet, Kur’ân’ın pratize edilmiş şeklidir.
Kur’ân’ın yanında müstakil bir teşrî kaynağı olan Sünnet, Kur’ân’ın mücmelini tafsil, müphemini tefsir, umumunu tahsis ve mutlağını takyid fonksiyonuna sahiptir. Bu çerçevede Sünnet, Kur’ân tefsirinin birinci kaynağı olmuştur. Kur’ân’da emredilen namaz ve hac gibi ibadetlerin keyfiyeti ve yapılış şekilleriyle ilgili tafsilatta bulunmuştur.3 Miras hukukuyla ilgili umumî hüküm ifade eden âyeti4, Peygamberlerin miras bırakmayacağını söyleyerek5 tahsis etmenin yanında, "Mallarınızı aranızda batıl bir surette yemeyin; ancak anlaşma ve karşılıklı rızaya dayalı ticârî mübadeleyle yiyin." (Nisâ sûresi, 29) âyetini de, "Meyveler, tam belirli hale gelinceye kadar satmayın."6 buyurarak Hz. Peygamber (s.a.s.) takyîd etmiştir. Bu misalleri çoğaltmak elbette mümkündür. Ancak biz sadece işaret sadedinde bu meseleye temas ettik.
Kur’ân’ inmeye başladığı andan itibaren Sünnet, Kur’ân’la içli dışlı olarak fonksiyonunu icraya başlamış ve dinin ikinci kaynağı olmuştur. Bu durum bizi, İslâm’ın hakkıyla muhafazasının Sünnet’in de muhafaza edilmiş olduğu sonucuna götürmektedir. Eğer Sünnet korunmamışsa din eksik demektir. Oysa Kur’ân’da Allah (c.c.), "Bugün dininizi kemâle erdirdim, size olan nimetimi tamamladım ve din olarak sizin için İslâm’a razı oldum" (Mâide sûresi, 3) buyurarak İslâm’ın tamama erdirildiği söylemektedir.
Korunmuşluğun İlâhî Unsurları
a. Hz. Peygamber’in Masum Oluşu
Peygamberlerin sıfatlarından biri de ismettir. İsmet, peygamberlerin küçük-büyük bütün günahlardan, Allah’ın inayetiyle, korunmuş olmaları demektir. Yani Allah (c.c.), peygamber göndereceği kuluna günaha giden yolları kapamıştır. Çünkü onlar özel donanımlı insanlardır.
Peygamberler, dinin muhafazası için günahsız olmalıdırlar. Mantıken de böyle olması gerekir. Çünkü peygamberler, aramızda tebliğ vazifesiyle bulunurlar. Onların varlık gayesi sadece tebliğdir. Cenab-ı Hakk’ın emir ve buyruklarına ilk muhatap onlardır. Aldıkları emirleri de insanlara olduğu gibi aktarırlar. Eğer peygamberler, böyle dupduru bir ruh yapısına sahip olmasalardı, gelen ilâhî mesajları, geldiği gibi intikâle muvaffak olamazlardı. Hem de ilâhî vahiy onların saydam olmayan mahiyetlerine, duru olmayan gönüllerine, saf olmayan vicdanlarına çarpar, adeta ışık gibi kırılır ve ışığın kırılıp başkalaşması gibi, bu mat satıh ve bünyeler her şeyi kendi his, duygu ve düşüncelerinin alaca karanlığında değerlendirir, isteyerek veya istemeyerek çarpıtırlardı. Bundan dolayı bu aynanın temiz olması gerekir ki, vicdanlara aksettirdiği hakikatler yanıltıcı olmasın.
İnsan; iman, itikat ve amele ait bütün dini hükümleri peygamberler vasıtasıyla öğrenir. İnsan, onlardan dini en kâmil ve mükemmel halde görmelidir ki, onlara ittiba ile dünya ve ahiret saadetini elde edebilsin.7
Bizler, herhangi bir vazifeye birisini tayin edeceğimiz insanlar için güvenlik araştırması yaptırırız. Bir de o şahsa tevdi edilecek vazife peygamberlik gibi önemli bir vazifeyse, herhalde güvenlik araştırması yedi göbek ötesine kadar uzatılmalıdır. Tamamen dünya ile ilgili ve basit meselelerle alakalı insan seçiminde hassas davranılır da, en önemli vazife olan ve aynı zamanda dünya ve ahireti kuşatan bir vazife için liyakat aranmaması düşünülemez. Cenab-ı Hakk’ın, böyle kudsî bir vazifeyi sıradan ve kusurlu insanlara temsil ettirmeyeceği açıktır.
Bütün peygamberler gibi Efendimiz (s.a.s.)'de masumdur. Allah O’nu hata yapmaktan korumuştur. Hz. Peygamber’in unutması (unutturulması) veya Kur’ân’da yer alan ikazlar, değişik hikmetlere bağlı olup kendisinden sâdır olan bir hatadan dolayı olmamıştır.9 Unutma meselesini de bizzat kendisi, "Ben unutur veya unutturulurum, ta ki Sünnet koyayım."10 buyurarak, İslâmî teşriata vesile olması için böyle bir durumun vâkî olduğunu beyan buyurmuşlardır. Kaldı ki, unutmak dinde bir hata olarak değerlendirilmemiştir.
Allah Resûlü’nün masum oluşu, Sünnet’in kaynak itibariyle, Allah tarafından hata ve yanlışlardan muhafaza edildiğini göstermektedir.
b. Kur’ân Ayetlerinin Delaletleri
Kur’ân’daki bazı ayetler, dolaylı olarak Sünnet’in korunmuşluğuna delalet etmektedir. Yukarıda temas ettiğimiz, "Bugün dininizi kemâle erdirdim, size olan nimetimi tamamladım ve din olarak sizin için İslâm’a razı oldum." (Mâide sûresi, 3) âyeti bu çerçevede değerlendirilebilir. Yine "Şüphesiz Zikri biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz." (Hicr sûresi, 9) ayetinde geçen "Zikr" kelimesi Sünnet’i de ihtiva etmektedir. Her ne kadar ilk bakışta, "zikr"den maksat Kur’ân gibi anlaşılıyorsa da, Kur’ân’ın yerine "zikr" denilmesi, daha geniş anlamda bir kavramla karşı karşıya bulunduğumuzu göstermektedir. Allah’ın, "zikr"in korunmasıyla ilgili teminatı, sadece Kur’ân’la sınırlı olmayıp Peygamberimiz vasıtasıyla gönderilen dinin tamamını, dolayısıyla Sünnet’i de kapsamaktadır. Cenab-ı Hak, Kur’ân’ı koruduğu gibi Sünnet’i de korumuştur. Bunun için de ümmetin âlimlerini Sünnet’i ezberlemek, öğrenmek, öğretmek gibi hususlara yönlendirmiştir. Efendimiz’den itibaren, binlerce âlim, hayatını bu yola vakfetmiştir.11 Nitekim başta İmam Şafiî olmak üzere İslâm âlimleri, Sünnet’in tamamının âlimler tarafından bilindiğini belirtmişlerdir. Yani, âlimlerin tamamı bir araya getirilse, Sünnet’in tamamı ortaya çıkmış olacaktır.12 İmam Şafiî’nin yaklaşımından da, namaz, zekat, hac, oruç, muamelat ve feraizden hiçbir şeyin kaybolmadığı sonucunu çıkarabiliriz. Peygamberimiz’in söz, fiil ve takrirleri, geliş yolları ve seviyeleri farklı bile olsa, derlenip toplanmıştır. Ayrıca, Kur’ân’da, Peygamberimiz'e hitaben: "Sana da ey Resulüm bu zikri indirdik ki kendilerine indirileni insanlara açıklayasın." (Nahl sûresi, 44) denilmektedir ki, eğer Sünnet bizim için güvenilir bir kaynak değilse, Kur’ân’da yer alan namaz, oruç, zekat gibi emirlerin yapılış keyfiyetlerini bilmemiz, dolayısıyla da buna benzer nasslardan istifade etmemiz mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla bize farz kılınan hükümler bâtıl olacaktı. Oysaki Kur’ân, "Bir anlaşmazlığa düştüğünüz zaman onu Allah ve Resulüne götürün..." (Nisa sûresi, 59) ayetiyle, bütün meselelerin Efendimiz’in söz, fiil ve takrirleri ışığında çözülmesi gerektiğine işaret ederken, Peygamberimiz de, "Dikkat ediniz, bana Kur'ân ve onun bir benzeri verildi."13 buyurarak, Sünnet’e müracaat etmeden dini yaşamanın mümkün olmadığını ihtar etmişlerdir. Kur’ân’ın korunması nasıl ilahi teminat altındaysa, Sünnet’in korunması da böyledir ve bir zorunluluktur. Zira, bir usul prensibinde de ifade edildiği gibi, "Vacibin kendisiyle tamamlandığı şey de vaciptir."
c. Sahabenin Allah Tarafından Seçilmiş Bir Topluluk Olması
Sahabenin pek çok faziletinden biri de, İbn Mes’ud’dan nakledilen bir hadiste şöyle belirtilmektedir: "Allah kulların kalbine baktı ve Hz. Muhammed’i seçti ve mahlukatına nebi olarak gönderdi. Sonra insanların kalblerine baktı ve O’nun ashabını seçti. Onları dinin yardımcıları ve peygamberinin vezirleri yaptı."14 Sünnet’in ilk muhatapları olan sahabe, seçilmiş bir topluluktur. Sahabenin Sünnet’in anlaşılması ve muhafazası hususundaki gayretleri takdire şayandır. Onların bu konudaki muvaffakiyetlerinin, ilâhî bir tercih ve takdirin neticesi olduğu görülmektedir.
Korunmuşluğun Beşerî Unsurları
a. Hz. Peygamberin Teşvik ve Tedbirleri
Hz. Peygamber (s.a.s.), Sünnet’in muhafazasına teşvikte bulunduğu gibi, bazı tedbirler de almıştır. Mübelliği olduğu dinin sürekliliğinin Sünnet’in korunması, anlaşılması ve yaşanmasıyla mümkün olacağını çok iyi bilen Peygamberimiz, Sünnet’in öğrenilmesini ve öğretilmesini teşvik etmiş ve bunu yapanlara duacı olmuştur: "Allah bizden bir söz işitip onu muhafaza edenin ve sonra da bir başkasına tebliğ edenin yüzünü ak etsin ve güldürsün."15 "Allah, benim sözümü işitip, belledikten sonra, onu tebliğ edenin yüzünü ak etsin ve güldürsün."
Mekke’nin fethinden az bir zaman önce, Rabîa Kabilesi’nden Abdü’l-kays heyeti Resûlullah’a gelerek: "Ey Allah’ın Resûlü, biz Sana çok uzak mesafelerden geliyoruz. Aramızda Mudar kâfirlerinden falan kabile var. Bu yüzden de haram ayların dışında Sana gelmemiz mümkün değil. Bize kısaca bir şeyler emret de, arkada bıraktıklarımıza haber verelim, verelim de o sebeple biz de cennete girelim." dediler. Hz. Peygamber (s.a.s.) onlara bazı şeyler emretti, bazı şeyleri de yasakladı ve sözlerini şöyle bağladı: "Bunları hıfzedin ve arkanızdakilere de haber verin."
Yine Veda Hutbesi’nin sonunda: "(Sözlerimi) burada bulunanlar, bulunmayana tebliğ etsin."18 buyurduğu gibi, hafızasından şikayet eden bir sahabîye "Sağ elinden yardım iste."19 diyerek yazmasını tavsiye etmiş ve "İlmi yazarak kaydedin."20 diyerek hadislerin tespit metotlarından biri olan yazıyı teşvik etmiştir.
Sünnet’in muhafazasını teşvik eden Peygamberimiz, kasıtlı yalan ve uydurmaların önüne geçmek için de, "Kim benim adıma yalan uydurursa, cehennemdeki yerine hazırlansın."21 gibi sözleriyle kendisinden nakledilen her şeyin olduğu gibi aktarılması için gerekli uyarıları yapmıştır. Efendimiz (s.a.s.)’in bu gibi uyarıları, sahâbeyi temkinli olmaya sevketmiş ve hadis rivayetinde kılı kırk yaran bir hassasiyet oluşmasını sağlamıştır.
b. Sahabenin Sünnet’i Öğrenme ve Yaşama Konusundaki Gayretleri
Peygamberimiz’in, hadislerin muhafazası hususundaki teşviklerini çok iyi değerlendiren sahâbîler, hadis öğrenmek için ciddi bir gayret ortaya koymuşlardır. Sahâbe, Kur’ân ve hadisi sadece bilgilenmek için değil, öncelikle yaşamak ve hayata hayat kılmak için öğrenmişlerdir. Bu açıdan Sünnet’in, ilk muhatapları tarafından hayata aktarılması ve bütün yönleriyle yaşanması sonraki nesillere de misal teşkil etmiş, yazılı ve sözlü muhafaza ve naklin yanında, yaşanarak da nakledilmiştir. Şimdi, bir-iki misal vermek suretiyle konumuzu aydınlatmaya çalışalım.
Enes b. Mâlik şöyle demektedir: "Biz, Resûlullah’ın (s.a.s) yanında otururken, O’ndan bir söz işitir, yanından ayrılınca da, onu aramızda anar ve müzâkere ederdik."22 İbn Abbas ve Ebû Saîd el-Hudrî de talebelerine şu tavsiyede bulunmuşlardır: "Bu hadisleri belleyin ve aranızda müzakere edin. Onların bazısı bazısını hatırlatacaktır."23 Sahâbe, Peygamberimiz’den hadis dinlemekle kalmamış, öğrendikleri hadisleri iyice bellemek için aralarında müzakereler yapmışlardır.
Ebû Hüreyre’nin, kendisini çok rivayette bulunmakla tenkit edenlere verdiği cevap da konumuzu aydınlatıcı mahiyettedir: "Muhâcir kardeşlerimiz çarşı pazarda ticaretle, Ensar kardeşlerimiz de işleriyle meşgulken, şu Ebû Hüreyre karın tokluğuna Resûlullah’la beraber olmuş ve onların görmediğini görmüş ve hıfzetmediklerini hıfzetmiştir."24 Bu hadisten, diğer sahâbîlerin hadis öğrenmeye vakit ayırmadıkları sonucu çıkmamalıdır. İdareci olmadan önce ilim öğrenmeyi tavsiye eden Hz. Ömer’in, ashabın yaşları ilerlemiş olmasına rağmen ilim öğrendiklerini söylemesi25 ilim öğrenme cehd ve gayretinin hemen hemen ashabın tamamında olduğunu göstermektedir. Ama Ebû Hüreyre, hadis öğrenme hususunda bir adım önde yer almıştır.
Sahâbe, Sünnet’e uyma mevzuunda da çok hassas davranmış ve Sünnet’in her meselesine sahip çıkmıştır. Meselâ, Hz. Ali mestlerin üstüne meshedilmesi mevzuunda şöyle demiştir: "Resûlullah’ı mestlerin üstünü meshederken görmemiş olsaydım, bana göre onların altını meshetmek daha uygun olurdu."26 Onun bu sözleri Sünnet’e teslim olmanın ve Sünnet’in olduğu yerde şahsî ictihada girilemeyeceğinin ifadesidir. Yine Hz. Ali, Kûfe’de bulunurken ayakta su içmişti. Kendisini bu şekilde gören Meysere b. Yakub: "Ayakta su mu içiyorsun?" diye sorunca da şu cevabı verdi: "Ayakta su içmişsem Rasûlullah’ı (s.a.s) ayakta içerken gördüğüm içindir; eğer otururken içiyorsam, Rasûlullah’ın oturarak içtiğini gördüğümden dolayıdır."27 Demek ki, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in, suyu oturarak içmeyi tavsiye ettiği gibi, ayakta içtiği de olmuştur. Burada bizim dikkat çekmek istediğimiz husus, sahâbîlerin Sünnet’e uyma meselesindeki hassasiyetidir. Sahâbenin Sünnet’i yaşama konusundaki gayret ve ciddiyetleri, Sünnet’in muhafazası adına önemli bir vesile olmuştur. Şu hususu da belirtmek gerekir ki, sahabe İslâm’ın ilk muhatapları olması itibariyle, her şeyi orijinal olarak bulmuşlardı. Gerek ayet ve hadisleri ilk defa duymaları, gerekse onlarda şok tesiri yapan pek çok hadisenin olması Sünnet’in öğrenilmesine ve bu öğrenmenin kalıcı olmasına vesile olmuştur.
c. Sahabenin Hadis Rivayetindeki Hassasiyetleri
Hz. Peygamber’in kendi adına kasten yalan uyduranların cehennemlik olduklarını beyan etmesi, sahâbeyi hadis rivayetinde temkinli olmaya sevketmiştir. Mesela, Efendimiz’e yakınlığı herkesin malumu olan Zübeyr b. Avvam pek az hadis rivayet etmiştir. Bir gün oğlu kendisine: "Baba, sen neden hadis rivayet etmiyorsun?" diye sorduğunda: "Bir kelimede bile Resûlullah’a muhalefet ederim diye ödüm kopuyor. Çünkü O, ‘Benim adıma yalan söyleyen, cehennemdeki yerine hazırlansın.’ buyurmuştur"28 şeklinde cevap vermiştir.
On yıl Peygamberimize hizmet eden Enes b. Mâlik (r.a.) de hadis rivayeti konusundaki endişesini şöyle ifade etmiştir: "Eğer hata ederim endişesi ve korkusu olmasaydı, Resûl-i Ekrem’den (s.a.s) daha çok şeyler anlatırdım."
Hadis rivayetinde hassas davranan sahâbe, hadislerin lafzen rivayetine de çok dikkat etmiştir. Hadîslerin mana ile rivayeti belli şartlarla caiz olmakla birlikte, sahâbe lafzen rivayet konusunda titiz davranmıştır.
d. Tedvin ve Tasnif Dönemi Çalışmaları
Tedvin, değişik yazı malzemelerinde veya hafızalarda bulunan hadislerin, herhangi bir usul gözetilmeksizin bir kitap içinde toplanmasıdır. Tedvin dönemi, hicri birinci asrın sonları ile II. asrın ortalarına kadar olan zaman dilimini içine alır. Tasnif ise, tedvin edilen hadisleri belli bir usule göre sınıflandırarak eser meydana getirmektir.
Tedvin ve tasnif, bir ihtiyaç neticesi ortaya çıkmıştır. Nitekim, Ömer b. Abdülaziz’in Medine Valisi Ebû Bekir b. Hazm’a ve ülkenin her tarafına gönderdiği resmî yazı şudur: "Hz. Peygamber’in hadislerini ve Sünnet’lerini araştır ve yaz; zira ben ilmin kaybolmasından ve âlimlerin yok olup gitmelerinden endişe ediyorum."30 İslâm tarihindeki, ilk sistemli ve resmî tedvin faaliyetleri, Ömer b. Abdülaziz’in gayretleriyle başlamış olup bu manada ilk resmî tedvin çalışması yapan da İbn Şihâb ez-Zührî (v. 124/742) olmuştur. Sadece, Zührî’nin yazdığı hadislerin kitaplar halinde hayvanlarla taşındığı düşünülecek olursa, tedvin faaliyetlerinin hayranlık uyandıracak seviyede olduğu görülecektir.31
Hadislerin tedvini için pek çok seyahatler (rihle) yapılmış, çok sayıda kişi hayatını bu işe vakfederek, ulaşabildikleri bütün sahabîlere veya onlardan hadis işiten tâbiîlere ulaşmaya çalışmışlardır.
Hicri II. asrın ilk çeyreğiyle birlikte tedvin dönemi sona ermiş ve tasnif dönemi başlamıştır. Tasnif döneminde, Musannef, Sünen, Müsned ve Sahih gibi adlarla pek çok eser ortaya koyulmuştur. Hadis tarihi açısından, hicri ilk üç asır altın çağ olarak kabul edilmektedir.
Bizim burada sadece bir işaret kabilinden yer verdiğimiz örnekler, Hadis tarihiyle ilgili kitaplarda çok daha geniş olarak yer almaktadır. Çok erken bir dönemde ortaya konan, sistemli ve günümüzün akademik zihniyetinin çok ötesinde ve günümüz ilmî araştırma usullerine de örnek olacak şekilde yapılan çalışmaların boyutuna ve derinliğine bakınca hayranlık duymamak mümkün değildir. Bu ümmet, dininin temel kaynaklarına hakkıyla sahip çıkmış ve hiç zayiat vermeden onları günümüze kadar ulaştırmıştır. Bilindiği gibi, hadislerin nakledilmesinde isnad sistemi kullanılmıştır. Yani, bir hadis, Peygamberimiz’e kadar kimler vasıtasıyla nakledilmişse tespit edilmiştir. İsnad sistemi bu ümmete has bir ilim harikasıdır. Tarihte başka bir örneğini göstermek de mümkün değildir.
Sünnet’in muhafazası adına yapılan çalışmalar, sadece tedvin ve tasnif dönemiyle sınırlı değildir. Hadis tarihi açısından, bu oluşum dönemlerine bağlı olarak pek çok çalışma yapılmıştır. Bunlar içerisinde mevzuat edebiyatı diye isimlendirebileceğimiz hadis diye uydurulmuş sözleri inceleyen ve hadislere karıştırılmak istenen uydurma sözleri tespit eden ve ayıklayan çalışmalar yer almaktadır. Yine çok erken dönemde oluşmaya başlayan cerh ve tadil edebiyatı da hadis râvilerini tanıtmayı konu edinen ve ravilerin güvenilirlik durumlarıyla ilgili bilgi veren eserlerden oluşmaktadır. Ayrıca, genel olarak hadis usulü olarak bilinen, genel ve teorik kaideler vaz’ ederek râvî, rivâyet ve mervî konularının tetkik ve tenkidine imkan veren Dirâyetü’l-hadis ilmi de Sünnet’in muhafazasına hizmeteden temel ilmî disiplinler arasında yer almıştır. Bu sahada yazılan eserlerin listesi bile insanın hafızasında tutmakta zorlanacağı miktardadır. Kaldı ki biz konuyla ilgili bazı ilmî disiplinlere sadece anahatlarıyla işaret edebildik. İlimler tarihinin yüz akı sayılan ve insaf ehlinde hayranlık uyandıran bunca çalışmayı görmezden gelerek, hadislere şüpheyle bakmak, ilmî bir bakış açısı olmayıp maksatlı ve art niyetli veya ilmî zihniyetten uzak bir anlayıştır.
Sonuç
Sünnet’in korunmuşluğu, nitelik olarak Kur’ân’dan farklıdır. Kur’ân lafız ve mana olarak korunmuştur. Sünnet’in korunmuşluğu ise, belli ölçüde lafız olarak olsa da, azımsanamayacak miktarda mana ile olmuştur. Yani, hadislerin bir kısmı Hz. Peygamber’in söylediği şekliyle muhafaza edilmiş; bir kısmı da, mana ile rivayet edilmiştir. Hz. Peygamber’in söylediği ama daha sonraki nesillere intikal etmemiş hadisler de olabilir. Ancak, Sünnet uygulama olarak yaşanmış, korunmuş ve sonraki nesillere intikal ettirilmiştir. Mesela, namazla ilgili bütün hadislerin sahabe sonrasına intikal etmediğini düşünelim. Ancak, namazla ilgili bütün meseleler için, yeterli miktarda hadis/bilgi/uygulama intikal ettirilmiş olup bu anlamda Sünnet uygulama noktasında bir eksikliğe sahip değildir. Bir konudaki, aynı anlama gelen hadislerin çoğunluğunun nakledilmiş olması, dinin yaşanması için yeterli olur. Bazılarının nakledilmemiş olması ise bir eksiklik ortaya çıkarmaz.
Kur’ân'ın korunması, Sünnet’in korunmasını da içine alır. Çünkü Sünnet, Kur’ân’ın açıklayıcısı, güvenilir bekçisidir; keyfi yorumlara tâbi tutulmasını önler. O halde Sünnet’in korunması, Kur’ân’ın korunması için gerekli önlemlerden biridir. Bu sebeple de Kur’ân’ın korunması, Sünnet’in de korunması demektir.
Sünnet’in korunması ümmete, ümmetin âlimlerine havale edilmiştir. Yani sadece Kur’ân ile Sünnet’in korunma şekillerinde farklılık vardır. Bu da İslâm âlimlerinin hadis ilimlerinin bütün branşlarında gerçekleştirdikleri her türlü takdirin üstünde değer arzeden ilmî mesailer ile gözler önüne serilmiş bir gerçektir.
Sünnet’in tamamı ümmet tarafından korunmuştur. Tek tek fertler ele alındığı zaman, elbette onların bütün Sünnet’i ihata edemedikleri görülürse de, ümmetin bütünü ele alındığı zaman Sünnet’ten hiçbir şeyin kayıp olmadığı anlaşılacaktır. Tıpkı herhangi bir dili, bir dil âliminin bütünüyle bilmesi mümkün olmasa bile, o dili konuşan milletin o dilin bütün kelimelerini bilmesinin pek normal olduğu gibi. Hatta İmam Malik'e, devrin halifesi, Muvatta’ı yegane hadis kitabı olarak ilan etme teklifini iletince, büyük imam "Bizim muttali olmadığımıza başkaları muttali olmuş olabilir." diyerek karşı çıkmış, Sünnet’i, ümmetin bütünü çerçevesinde düşünmek gerektiğini hatırlatmıştır. Yani fert olarak bilgileri sınırlı da olsa âlimlerin tümü, Sünnet’in tümünü ihata etmişlerdir. Bu da Sünnet’in korunmuşluğunu gösterir.
Dipnotlar
1.Vahy-i metluv: Allah Teala’nın doğrudan doğruya vahyetmesi. Kur’ân-ı Kerim, böyle bir vahiydir.
2.Vahy-i gayri metluv: Allah Teala tarafından peygamberlerin kalblerine bildirilen vahyi, peygamberlerin kendilerine âit kelimelerle yanındakilere bildirmesi.
3.Bkz.: Buhârî, Ezân 18.
4.Nisâ sûresi, 11.
5.Buhârî, İ’tisâm 5; Müslim, Cihâd 51.
6.Buhârî, Buyû’ 82; Müslim, Buyû’ 51.
7.Gülen, M. Fethullah, Sonsuz Nur, 2/142, İst. 1994.
8.Gülen, Fethullah, Sonsuz Nur, 2/145-146.
9.Kur’ân’da Efendimiz’le ilgili ikaz görünümlü iltifatların izahı için bkz.: Gülen, Fethullah, Sonsuz Nur, 2/198-228.
10.Muvatta, Sehiv 2
11.Mustafa Sibai, İslam Hukukunda Sünnet 146.
12.Şafiî, Risale, 20-22.
13.Ebû Dâvûd, Sünnet 5.
14.Ebû Nuaym, Hilye, 1/375.
15.Tirmizî, İlim 7.
16.İbn Mâce, Mukaddime 18.
17.Buhârî, İman 40.
18.Tirmizî, İlim 9.
19.Tirmizî, İlim 12.
20.Dârimî, Mukaddime 43.
21.Buhârî, İlim 38.
22.Hatîb el-Bağdâdî, el-Câmî li ahlâki’r-râvî ve âdâbi’s-sâmî, 46, Mısır, ts.
23.Dârimî, Mukaddime 51.
24.Buhârî, İlim 42.
25.Buhârî, İlim 15.
26.Ebû Dâvûd, Tahâre 63.
27.Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/134.
28.Buhârî, İlim 38.
29.Dârimî, Mukaddime 25.
30.Buhârî, İlim 34.
31.Bkz.: Çakan, Lüfti, Hadis Edebiyatı, 18-19.
32.Kandemir, Yaşar; Çakan, İsmail; Küçük, Raşit, Riyazü’s-sâlihîn Terceme ve Şerhi, 1/33, İstanbul, 2004.
Kaynak: http://www.yeniumit.com.tr.
Sünnetsiz İslâm Arayışları
İsmail Lütfi Çakan
Ebu Râfî (r.a) 'den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
"Benim emrettiğim veya nehyettiğim bir konu kendisine iletildiğinde sakın sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış olarak, "biz onu bunu bilmeyiz. Allah'ın kitabında ne görürsek ona uyarız, o kadar" derken bulmayayım."1
Batı'nın İslâm ülkelerini istilâ ettiği ve askerî işgali kültürel işgale dönüştürüp sürekli kılmaya karar verdiği yıllardan itibaren planlı ve örgütlü olarak başlatılmış olan sünnet düşmanlığı, ilerliyen yıllar içinde "Kur'an'la yetinme" çağrısına dönüştü. Oryantalistlerin sünnet verilerine yönelttikleri uydurulmuş ithamlarına körü körüne kapılmaktan kaynaklanan bahis konusu düşmanlık ve çağrı, ilginç bir şekilde İran-Irak savaşının sona ermesinden sonra memleketimizde değişik seviyede ulu orta yazılır-çizilir ve konuşulur oldu. Batıya yenik düşmüş İslâm ülkeleri aydınlarından bazıları bu yenikliğin ve ezikliğin etkisiyle İslâm'a müsteşrikler gibi yaklaşıp onların bedava avukatlığını üstlenerek ülkelerin gündemine sünnet karşıtı fikirleri taşımışlar ve kitaplık hacımda yoğun tartışmalara, sürtüşmelere vesile olmuşlardır.
Bizde sadece sünnet'in değil, bizzat İslâm'ın kendisinin reddedilmesine çalışılmış, ancak müslüman halkın, necip milletimizin yoğun baskı ve bilinçli direnişi sonucunda dinî eğitim-öğretim resmen başlatılmıştı. 1950'li yıllardan bu yana çok daha yaygın şekilde bir İslâm kimlik ve kişiliğinin inşası çalışmaları sürdürülmektedir. Ne kadar acıdır ki, bu İslâmî kimlik ve kişilik mücadelesinde henüz yeterli birikim ve kıvam elde edilememişken, gelişmekte olan bu İslâmî potansiyel, batının sunduğu bilimsel görünümdeki düşman şablonuna uygun olarak sünnetsiz, yoz bir istikamete sürüklenmek istenmektedir. İslâmî hareket ve araştırmalar, "Kur'an'la yetinme" çağrıları etrafında sünnetsiz bir çerçeveye oturtulmaya çalışılmaktadır.
Kültürler Savaşı
Olaya, kültürler arası savaş noktasından bakıldığı zaman, bu girişimlerin, siyasal istiklâl mücadelesindeki vatan ihanetinden çok daha büyük bir ihanet olduğu anlaşılacaktır. Zira bu, ümmet çapında yürütülen kültürel istiklâl mücadelesinde, kimlik ve kişilik savaşında irtikab edilen bir ihanettir. Parolanın, "Kur'an'la yetinme" olması, temeldeki sünnet ve İslâm düşmanlığı cinayetini hafifletmez, aksine daha da ağırlaştırır. Çünkü İslâm düşmanlığına, "Kur'an taraftarlığı" gerekçe ve vesile kılınmaktadır. Asıl düşman çirkin yüzünü saklamayı başarmış, ortada oltaya takılmış, beyin ve yüreklerinden avlanmış bir takım aldatılmış yerli aydınlar kalmıştır. Bunlar, iddia ve çağrıları ne olursa olsun aldatılmışlığın acısını temsil etmektedirler.
Suçüstü
Hadisimiz, işte bu noktada taşıdığı Nebevî tespit ve ikaz ışığıyla imdada yetişmekte, sergilenmekte olan oyunu gerçek yüzüyle inananlara tanıtmaktadır. Sevgili peygamberimiz, günün birinde kendisinin teşri yetkisini tanımayacak, sünnet'in getirdigi evrensel yorumu önemsemeyecek Kur'an'la yetindiğini söyleyecek münasebetsizlerin çıkacağını, ashabından (ve tabii ümmetinden) hiç kimseyi böylesi bir tavır ve iddia içinde görmek istemediğini pek beliğ ve etkili bir şekilde belirtmiş, sünnetsiz İslâm iddialarını, suç üstü yakalayıp teşhir etmiştir.
Hadisimizde öncelikle, sünnete karşı çıkışın temelinde bir kabalık, kayıtsızlık, nefsîlik, kendisini bir şey sanmak, müstagnîlik duygusunun yattığı, ortaya konan tavrın da yakışıksız ve müslüman edebinden uzak bir tavır olduğu,"koltuğuna yaslanmış (ya da kaykılmış)" ifadesiyle tesbit edilmektedir. Bir başka rivayette durum ; "koltuğuna yaslanmış karnı tok bir adam..." şeklinde belirtilmiştir. Dünyevî değerlere sırtını dayamış şımarığın, kendisine ulaşan Peygamber emir veya yasağı karşısında "benanlamam, onu-bunu bilmem, sünnet-münnet tanımam" demesi, sınır tanımazlığını, "Allah'ın kitabında ne bulursak ona uyarız, o kadar" sözü de anlayış eksikliğini, kasıtlı bir cehaleti ortaya koymasının ötesinde tavır bozukluğunun nasıl bir fikri bozukluğa dayandığını da göstermektedir. İç dayanakları ve dış görünüşüyle bu bozuk ve hatalı tutum, "sakın hiç birinizi bu halde görmeyeyim!"tenbih ve tehdidine muhataptır.
Resûl-i ekrem sallallahu aleyhi ve sellem, bu sorumsuz, bölücü, ayırımcı ve yanlış ve müstehzi üslûp ve tavrı görüldüğü gibi hem teşhis hem de mahkum etmiştir. Hadisimizin ifadesi fevkalâde güçlü bir yasak tonu ve vurgusuna sahiptir: "sakın hiç birinizi bu halde bulmayayım!" Bizim ifademizle bunun anlamı "sakın böyle bir edepsizlik yapmaya kalkışmayın" demektir.
Sünnete karşı çıkanlarda ortak özellik olarak dün olduğu gibi bugün de müşahede edilen üslûp ve tavır bozukluğu, hadisimizdeki tespitlerin somut delilini oluşturmaktadır.
Aynen vâki
Tirmizi şârihi Mübârekfûri, hadisimizin şerhinde bir başka gerçeğe dikkat çekmekte şöyle demektedir:
"Bu hadis, peygamberlik delillerinden bir delil ve bir âlâmettir. Zira, hadiste haber verilen durum aynen gerçekleşmiştir. Hindistan'ın Pencap eyaletinde bir adam çıktı ve kendi kendisini "ehl-i kur'an" diye isimlendirip tanıttı. Halbuki onunla ehl-i kur'an arasında dağlar kadar fark vardı. Aslında o "ehl-i Kur'an" değil, ehl-i ilhad idi. (Ne acıdır ki) bu zat önceleri sâlihlerdendi, şeytan onu saptırdı, azdırdı ve sırat-ı müstakimden uzaklaştırdı da ehl-i İslâm'ın söylemediği bir takım sözler söylemeye başladı. Peygamberin hadislerini bütünüyle kesin şekilde reddetmeye kadar işi götürdü ve "bütün bunlar Allah adına uydurulmuş yalan ve iftiradan ibarettir, gerekli olan sadece Kur'an-ı azîm ile ameldir, hadislerle değil; isterse bu hadisler sahih-mütevâtir olsunlar. Kim Kur'an'dan başka bir şeyle amel ederse, o, "Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler, kâfirlerin tâ kendileridir" âyetinin hükmü altına girer" dedi. Daha buna benzer küfrü gerektiren bir sürü sözler söyledi ve bir sürü cahil de ona tâbi oldu, onu "imam" edindi...
Devrin âlimleri bu adamın küfrüne, ilhadına ve İslâm çerçevesinden çıktığına dair fetvâ verdiler. Bize göre de durum, âlimlerin dediği gibidir."2
Mübârekfûrî merhumun isim zikretmeden verdiği bu çarpıcı örnek, "Kur'an'la yetinme" ya da "sünnetsiz İslâm arayışı" yanlılarının sonuçta ulaşacakları noktayı göstermesi bakımından fevkalâde dikkat çekicidir.
Sömürgeci Etkisi
Sünnet karşıtı görüşlerin, "Kur'an'la yetinme" çağrılarının temelinde yatan aldatılmışığı da Mustafa A'zami şöyle tespit etmektedir:
"İngilizler, Hindistan'ı geçen asırda bütünüyle sömürgeleştirmişti. Müslümanlar ülkeyi onların elinden kurtarmak için cihat ilân ettiler. Sömürgeciler silâhlı cihadın tehlikesini farkettiler. Bunun için müslüman âlimler arasında kılıçla cihadı reddeden bir grup peyda ettiler. Onlar da bu işe kılıçla cihadı emreden hadisleri reddetmekle başladılar. Çerağ Ali ve Mirza Gulam Ahmed el-Kadyânî bu ekolün önderlerindendir.
... Nihayet elle tutulur etkili bir faaliyet gösteren Gulam Ahmed Perviz geldi, Aylık bir dergi yayınladığı gibi "Ehl-i Kur'an" adıyla bir cemiyet de kurdu ve bir çok kitap neşretti.
Aslında Perviz, ictihad ve bağımsızlık iddiasına rağmen, Tevfik Sıdkı'yı takib ve taklid etti. Hadislerin herhangi bir teşriî değeri olmadığını iddia ile, âhad haberleri ve hatta onların ötesinde beş vakit namaz, namazın rek'atları, şekli ve buna benzer tevâtür yoluyla nakledilegelmiş bilgileri de reddetmiş ve; "Kur'an bize sadece namazı ikame etmeyi emrediyor. Namazın nasıl kılınacağı ise, devlet başkanına bırakılmış bir iştir. O, bunu danışmanlarıyla görüşerek zaman ve mekana göre tesbit eder" demiştir. Bu, Tevfik Sıdkı'nın "İslâm sadece Kur'an'dan ibarettir" başlıklı makalesinde ileri sürdüğü görüşün tâ kendisidir. Fakat Sıdkı, sonraları bu görüşünden vaz geçmişti.
Hülasa, ikinci hicrî asırda çok az kişi, sünnetin delil oluşunu ve teşriî (yasal) değerini inkâr etmişti. Bunun kaynağı cahillikti. Aynı şekilde sünnetin mütevâtir olmayanını inkâr eden bir başka grup da görülmüştü.
İkinci asırdan sonra bu fitneye son verilmişti. Şimdilerde aynı fitne, batı sömürgeciliğinin etkisiyle yeniden diriltildi. Bazı insanlar sadece cihad hadislerini, diğer bazıları da mütevâtiri, meşhuru ve âhâdıyla Hz. Peygamber'in sünnetinin bütününü, tamamıyla inkâr etmektedirler.3
Sünnet düşmanlığında batının etkisini ve yaşanan aldatılmışlığı anlamak için aslında bu iki tesbit, yeterli ip uçlarını vermektedir. Biz de bu kadarıyla şimdilik yetiniyoruz. Ancak hadisimizin yorumu sadedinde bir iki noktaya daha dikkat çekmek istiyoruz.
Evrensel Yorum İhtiyacı
Nasıl, içimizden seçtiği peygamberler aracılığı ile iradesini kullarına duyurmak, Allah Teâlâ için bir acz ve eksiklik değilse; sünnet de Kur'an-ı Kerim için asla bir yetersizlik belgesi değildir. Vahyi telakkîde Peygamberin aracılığına insanların nasıl ve ne ölçüde ihtiyacı varsa, Kur'an'ı anlamakta da Peygamberin yorumuna yani sünnete öylece ihtiyaç vardır. Tabiî ve doğru olan budur. Bunun dışındaki iddialar ne adına yapılırsa yapılsın, nasıl takdim edilirse edilsin, temelden yanlıştır. Hz. Peygamber tarafından önceden teşhis ve nehyedilmiştir. Hadisimiz bu teşhis, teşhir ve tehdidin belgesidir.
Muhatapların anlayışlarını belli ölçüde olgunlaştıracak ve belli çerçevede birbirine yaklaştıracak, doğruya yönlendirecek yetkili ve evrensel bir yoruma olan ihtiyaç ortadadır. Ümmetin bu ihtiyacını karşılayan, kimlik ve kişiliğini dokuyan yorum, Hz. Peygamberin yorumu, yani sünnetidir. Bu sebeple sünnet, İslâm'ı anlama, kavrama ve yaşamada vazgeçilmez en doğru ölçü ve yorumdur. O'nun verilerine yöneltilecek hiç bir tenkit, ondan müstağni kalmayı haklı kılamaz. Yani ne sünnetsiz müslümanlık olur ne de sünnet'e rağmen müslümanlık olur.
Yaklaşım Bozukluğu
İslâm âlimlerinin tarih boyu verdikleri ilmi mesâileri, yabancı ve düşman kültür mesuplarının telkinleri doğrultusunda, düşmanca bir yaklaşımla değerlendirmek ve eleştirmek, iddia edildiğinin aksine, kimseye iyi bir ün kazandırmaz. Müslüman ilim adamları -şartlar ne olursa olsun- bu oyuna, batının bu sömürgecilik oyununa gelmemeli, yapacaklarsa, kendi öz değerlerinin avukatlığını yapmalıdırlar.
Kur'an'la sünnet'in arasını ayırma esasına dayalı iddia sahipleri, "keyfi İslâm" arayıcıları, önü alınamayacak hurafe ve bid'atlara kapı açacaklarını unutmamalıdırlar. Bu tür anlayış ve arayış sahiplerini uyarmak, uyanmazlarsa kendilerini yalnızlığa ve ilgisizliğe terketmek, herhalde günün en uygun metodu olacaktır. Zira Hattabî'nin de isabetle belirttiği gibi, "bid'at ve heva ehlinin selamını almamakla kişi, günahkâr olmaz"4
Sözü Hz. Ömer'in dile getirdiği teslimiyetle noktalayalım:
"Biz rab olarak Allah'tan, din olarak İslâmdan, peygamber olarak da Muhammed'den memnun ve razıyız."5
Kaynaklar: 1. Ebu Davud, Sünnet 5; Tirmizi, İlim 10; İbn Mace, Mukaddime 2 (Tirmizi "bu hadis hasen bir hadistir" demektedir.). 2. Tuhfetü'l-ahvezi, VII, 425. 3. Dirâsât fi'l-hadisî'n-nebevî, s. 28-29. Konuya ait deliller ve tartışmaları, Azami'nin bu kitabından Doç. Dr. Abdullah Aydınlı tarafından tercüme edilmiş ve bu makale Erzurum A. Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi'nin 8. sayısında yayınlanmıştır, (s. 281-302) Aynı kısmın bir başka tercümesi de Dr. N. Topaloğlu imzasıyla Dokuzeylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi'nin 4. sayısında neşredilmiştir, (s. 433-455) 4. Meâlimu's-sünen, IV, 296. 5. bk. Buhari, ilim 26; deavat 64; fiten 15; itisam 3; Müslim, iman 56, Tirmizi, ilim 10.
Kaynak: Altınoluk Dergisi
PROF. DR. LÜTFULLAH CEBECİ İLE MÜLAKAT
KUR'AN VE SÜNNET İLİŞKİSİ
"Peygamber Postacı Değildir"
Kur’an’da Şer Problemi, Kur’an’a Göre Takva, Kur’an-ı Kerim’e Göre Cin, Melek ve Şeytan gibi eserlerin sahibi olan Prof. Dr. Lütfullah Cebeci, 1954 yılında Kayseri’nin Develi ilçesinde doğdu. Mekke’deki Ummu’l Kura Üniversitesi’nde araştırma ve incelemelerde yaptı. “An Essay on Sociology of the Holy Qur’an” (Kur’an-ı Kerim’in Sosyolojisi Üzerine Bir Deneme) adlı tebliği ile Sudan’da yapılan “Bilginin İslâmîleştirilmesi” konulu bir kongreye katıldı ve 1992 yılında “Dinler Arası Diyalog” çerçevesinde Newyork’ta bulundu. Evli ve dört çocuk babası olan Lütfullah Cebeci, halen Erzurum Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesinde tefsir profesörü.
Aydınlarının büyük bir ekseriyeti tarafından içinde yaşadığımız bu çağın adeta kutsandığı bu ülkede, dinî ilimlerde çalışma yapan akademisyenlerin de bu istikamette tavır aldığını görmekteyiz. Onların dini çağdaşlaştırma yolunda ileri sürdükleri fikirler, İslâm hakkında yeterli bilgiye sahip olmayanlara, sanki İslâm çağlara yön verecek bir değerler ve uygulamalar bütünü değil de, zamane insanının gidişatını onaylamaya mecbur bir “vicdanî müessese” izlenimi vermekte... Bu tarz düşünenlerin ifadelerinde, şekil veren, ıslah eden, ebediyete doğru ufuklar açan bir din yerine, batılı değerler ve sözde erdemler kalıbında şekillenen, yani reforme edilebilen, ıslaha muhtaç bir din buluyoruz.
İşte böyle bir akademi dünyasında, çağdaşlık ve modernlik modası karşısında İslâm’ı çağlara hakim bir din olarak algılamış kıymetli bir ilim adamıyla siz okuyucularımızı tanıştırmak istedik.
Bu vesileyle, bir nebze de olsa, Sünnet’e muhabbetle bakmayan ve hatta ona dinî hudutlar içerisinde küçücük bir yer bile vermek istemeyen akademisyenlerin çıkardığı kavram anarşisini sorgulamak istedik. Sayın Cebeci’ye Sünnet’i sorduk..
Sayın Cebeci, bugün bazı akademik çevrelerde Kur’an’dan farklı, hatta onunla çelişiyormuş gibi gösterilmek istenen “Sünnet” sizce nedir?
Sünnet, yol; yani takip edilen usül, hayat ve düşünce tarzı-şekli anlamına gelir. İslâmî bir tabir olarak “Hz. Peygamber A.S.’ın yolu, hayatı, yaşama tarzı, kendinden sonra takip edilmek üzere bıraktığı örnek yaşayış ve davranış şekli” manasında anlaşılır.
Evet, son günlerde İslâmî kavramlarımızda mana yitimi, anlam daralması ve kötüleşmesi gözlemliyoruz. Mesela tasavvuf, tarikat, şeriat gibi kavramlar, kötü anlamlar çağrıştıran kavramlar haline getirildi. Bu yöndeki gelişmelerden Sünnet kavramı da yara aldı mı?
Sünnet kavramı son zamanlarda anlam daralmasından çok, yeni bir şekilde sorgulanmaktan yara almakta. Sünnet’i hemen hemen yukarıdaki manası ile kabul eden bazı kişiler, Hz. Peygamber’in dindeki yerini kendilerince yeniden belirleyerek, Kur’an-ı Kerim yanında ona fazlaca yetki verilmemesi görüşünü dile getiriyorlar. Bu kişiler, peygamberliği sadece postacılıktan ibaret bir görev sayıp, Hz. Peygamberimiz A.S.’ın peygamberliğini de bu çerçevede değerlendirerek Kur’an’ı bize ulaştırmasına ilave bir görev tanımıyorlar. Bu düşünce tarzında Hz. Peygamber’in Kur’an dışında söyleyip yaptıklarının çok önemi kalmamaktadır.
Bir de Sünnet kavramını Hz. Peygamber’in davranış, fiil ve sözlerinin çok azı için kullanıp, insanî yönünü ileri çıkararak O’nun birçok söz ve davranışlarını dinî saha ile ilgisiz sayma eğilimi var.
Elbette Hz. Peygamberimiz A.S.’ın her yaptığı ve söylediği din değildir. Mesela: “Ey Peygamber! Hanımlarının rızasını kazanmak için, niçin Allah’ın helal kıldığı şeyleri kendine haram kılıyorsun?” (Tahrim/1) ayetinde, hanımlarının hatırı için de olsa helallerden vazgeçerek inananların onları haram saymasına imkan vermemesi, yani dikkatli olması istenir. Ama bir peygamber olarak O’nun görevinin sadece vahyi insanlara ulaştırmaktan ibaret olduğunu söylemek yanlıştır. Yani sadece indirilen ayetleri insanlara bildirip, aradan çekilen bir peygamber tanımlaması yapılamaz. Böyle bir tanımlamanın hakikatle hiçbir ilgisi olamaz.
Evet, O bir insandı ama özel bir insandı. O bir peygamberdi, rehberdi ve peygamberlerin sonuncusu idi. O’nun büyük büyük dedeleri, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail, “Ey Rabbimiz! O insanlara içlerinden senin ayetlerini onlara okuyacak, onlara kitap ve hikmet öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder...” Bakara/129) diye dua ederek kavimlerinin geleceğini aydınlatmak için bir peygamber istemişlerdi. İşte Cenab-ı Allah, onlara nesiller sonra bu duanın bir cevabı olarak O’nu göndermişti. Ayette de görüldüğü gibi O insanlardan biri idi, ama vazifesi insanlığa örnek olmak idi.
Biz anlam daralması derken, “Sünnet” denince sadece namazın sünnetleri, abdestin sünnetleri gibi dar bir mana anlaşılıyor; bunu kastetmiştik. Fakat Sayın Cebeci siz, anlam daralmasından daha çok Sünnet’in yeni biçimde sorgulanışından yara aldığını dile getirerek dikkatlerimizi daha farklı bir boyuta çektiniz. Sanırım Peygamber’i saf dışı edici, O’nu insanlığa rehber olmaktan uzak tutmaya çalışan, sıradan bir beşer konumuna indirgeyen bu yeni sorgulanış biçiminden Sünnet’in yara aldığını söylediniz. Gerçekten bu konu bir an dikkatlerimizden kaçmıştı. Teşekkür ederiz.
Peki Sayın Cebeci, yaptığınız mütalaalardan sonra Sünnet kavramının mana hudutlarını nasıl çizersiniz? Yani Sünnet’in alanı ne kadar geniştir?
Burada sünnetin alanını ve genişliğini belirtme problemi var. İfrat ve tefrit burada da söz konusudur. Makul bir sınır çizmek gerek.
Kur’an’ın insana yönelik isteklerinin sınırları, daha doğrusu genişliği, Sünnet için de sahayı geniş tutmayı gerektirmiştir. Söz konusu olan şey bir din olunca ve o din insan hayatının her sahasına müdahale edip, emirler ve yasaklar, helaller ve haramlar koyunca, elbette o dini bir örnek olarak tebliğ eden, yaşayan, hayata uygulayan peygamberlerin de hayatın bütün o sahaları hakkında yaptıkları ve söyledikleri önem kazanır. O zaman Sünnetin sahasının buna göre geniş tutulması gerekiyor.
Gerçekten de Sünnet-Kur’an ilişkisine baktığımız zaman, birçok klasik ve güvenilir kaynaklarda, Sünnet’in Kur’an’ı açıklamak, Kur’an’ın herkesçe anlaşılamayan ayetlerini çözmek, Kur’an’da yer almayan bazı konularda hüküm koyuculuk gibi işlevlerini görüyoruz.
Peki, Sayın Cebeci, “Kur’an’daki İslâm” ifadesiyle, İslâm kavramı sizce daraltılmış oluyor mu? Yoksa Kur’an’daki İslâm, bu teorinin sahiplerince mi dar gibi gösterilmekte?
Kur’an’daki İslâm tabiri, kullananların zannettiği anlamdan daha geniştir ve kasten yanlış anlamda kullanılmaktadır. Bu kişilerin kasdı, sadece Kur’an’ı esas alıp, din adına başka hiçbir şeye değer vermemek ise, yine peygambere ve Sahih Sünnet’e başvurmak zorunluluğu vardır. Çünkü Kur’an’ın kendisi, inananları bir örnek, bir açıklayıcı ve belirleyici olarak Hz. Peygamber’e yönlendimekte; O’na Kur’an dışında bilgilerin verildiğini bildirmekte ve Peygamber’e itaati emretmektedir.
Kur’an’ın bu direktiflerini nazar-ı dikkate almadan, bir kişinin Kur’an’daki İslâm’a uyduğunu söylemesi bir demegoji olmaz mı?
Demek ki Kur’an Sünnet’e yönlendirirken, Sünnet de Kur’an’a yönlendiriyor. Allah ile Rasulü’nün arasını açmak imkansız. Buyurun hocam, devam ediniz.
Dolayısıyla Sünnet denince, Kur’an’ın, bir diğer ifadeyle Kur’an’daki İslâm’ın Hz. Peygamber’in hayatı çerçevesinde hayata yansıması anlaşılmalıdır. Bu noktada Kur’an, din, İslâm, Sünnet birbiriyle iç içedir; Kur’an dindir, fıtrattır, ahlâktır. Sünnet de dindir, fıtrattır, ahlâktır. Bu yüzden Kur’an’da Allah’a itaat ile Peygamber’e itaat hep yan yana ve tekrar tekrar zikredilmiştir.
Son cümleleriniz hakikaten, Kur’an ve Sünnet bütünlüğünü veciz bir biçimde vurgulamış oldu. Artık bu izahlardan sonra Sünnet’i kavradığımızı sanıyorum. O halde bu açıklamalardan hareketle bir de Ehl-i Sünnet ne demektir, bunu izah eder misiniz?
Ehl-i Sünnet tabiri, Hz. Peygamber’in sünnetini bağlayıcı kabul eden ve Kur’an’daki İslâm’ın hayata aktarılmış şekli sayan anlayışın genel adıdır. Ehl-i Sünnet içinde normal karşılanabilecek yorum farklılıklarından kaynaklanan nüanslar bulunmaktadır. Bir de kendini Ehl-i Sünnet sayan gerçekte bid’at ve hurafelerle dolu, temelsiz bir anlayışa sahip çeşitli mezhep ve inanışların varlığını göz ardı etmemeli; ayrıca cahilce bir tarzla Sünnîlik adına bir çok yanlışın müdafaa edildiği de unutulmamalıdır.
Sünnet konusunda bugün için önemli olan, doğru ve sağlıklı sünnet (hadis) ile, yalan, uydurma, zayıf sünnet ve İsrailî haberlerin birbirinden ayrıldığını dikkate almalı ve elimize ulaşan sünnet, hadis koleksiyonları üzerinde yapılan samimi, ciddi çalışmalar doğrultusunda insanlara Hz. Peygamber A.S.’ın gerçek sünnetini ve hayatını sunmalı, böylece Kur’an’ın gerçek tefsirini ortaya koymalıdır. Bunu yaparken sun’î gündemlerin ve gayri samimi yönlendirme ve niyetlerin etkisinde kalmadan gerçekten mümine yakışır bir titizlikle hareket etmeli; sadece ve sadece gerçeğin peşinde olmalıdır.
Sayın Cebeci’ye teşekkürlerimizi sunuyor ve sözü, onun “Kur’an’da Hz. Muhammed A.S.” adlı tebliğinden bir mütalaa ile bitirmek istiyoruz.
“Allahu Tealâ buyuruyor ki: ‘Allah’a ve ahiret gününe inanmayan; Allah ve Rasulü’nün haram kıldığını haram saymayanlarla mücadele edin.’ (Tevbe/291) Allahu Tealâ’nın Kur’an’da haram kıldığı şeyler için, ayrıca Peygamber’in de haram kıldığı şeyler demek abes olmaz mı? Bu sözden hiçbir yoruma gerek kalmaksızın anlaşılan, Rasulullah’ın Kur’an’daki haramların dışında haram olduğunu haber verebileceği şeyler olabileceği değil midir? Yine Cenab-ı Allah’ın ganimetlerin paylaşımı vesilesi ile Rasulullah için söylediği şu genel hüküm yeterince açık değil mi: ‘Peygamber size ne verirse onu alın, sizi de neden nehyederse ona son verin.’ (Haşr/17) Bu gibi ifadeler, Peygamber’in yetkisinin bazılarının ifade ettiği gibi sadece nakletmekten ibaret olmadığını; hiç kimsenin ‘Ey Peygamber! Bu söylediğin Kur’an’da yok. Dolayısıyla beni bağlamaz!’ deme hakkının olmadığını göstermektedir.”
Demek ki Kur’an’ı doğru anlayıp doğru yaşayınca Rasulullah’ın Sünneti’ni; Sünnet’i doğru anlayıp doğru yaşadıkça da Kur’an’ı bulacağız. Sayın Cebeci’nin mütalaalarından sonra İslâm, Sünnet ve Ehl-i Sünnet kavramları zihnimizde böylece mana kazanmış oldu. Ehl-i Sünnet’in dışında kalanlar ise ehl-i bid’at şeklinde ifadesini buldu. Bid’at ehli, Sünnet’i bozanlar, yani fıtratı bozanlar topluluğu...
Son söz de Abdulhakim Hüseynî K.S. Hazretleri’nin olsun:
“İşin esası, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat itikadını öğrenip, ona göre imanı düzeltmek ve Ehl-i Sünnet alimlerinin bildirdikleriyle amel etmektir. İmanı Ehl-i Sünnet itikadına göre düzeltmeden tasavvuf yolunda ilerlemek mümkün değildir.”
Kaynak: Semerkand Dergisi
DİNDE DELİL OLARAK SÜNNET VE İNKAR EDENİN HÜKMÜ
Muhammed Salih Ekinci
Son yıllarda, çeşitli bahanelerle Sevgili Peygamberimizin sünnet ve hadis-i şeriflerini, dini meselelerde delil olarak kabul etmek istemeyen veya bu konuda çekimser fikirler ileri sürerek, Müslümanların sağlam inançlarının sarsılmasına sebep olan kimseler gündemi işgal etmektedir.
Gülistan Dergisi olarak, bu çok önemli konuda, zamanımızın dünyaca kabul görmüş alimlerinden biri olan M. Salih Ekinci Hocaefendi’den bu konuyu delilleriyle birlikte aydınlığa kavuşturmalarını istirham ettik. Yoğun ilmi çalışmalarına rağmen, bu önemli hizmeti yerine getiren üstada, sizler adına şükran ve minnetlerimizi sunuyoruz.
Önce röportaj biçiminde düşündüğümüz çalışmayı, ilmi bir makale olarak sizlere sunmanın daha çok fayda sağlayacağını gördüğümüzden, bu şekliyle istifadenize sunuyoruz.
1- ‘Sünnet’ Kelimesinin Lügat ve Istılah Anlamı
‘Sünnet’ kelimesi, lügat ve ıstılah bakımından farklı anlamlara geldiği gibi, değişik ilim dallarında, alimler tarafından ona yüklenilen terimsel anlama ve kullanıldığı makama göre de mana farklılığı arz eder.
Sünnet kelimesi lügatte "yol", “öncekilerin belirleyip de sonrakiler için yaşam tarzı haline gelmiş yol” ve “övülen olsun, yerilen olsun yaşam tarzı” anlamına gelir. (Bkz. Lisanu’l-Arap, Muhataru’s-Sihah, “senne” maddesi.)
Kur’an ve Nebevî Sünnette, “sünnet” kelimesi bu anlamıyla, yani lügat anlamıyla kullanılmıştır. Çünkü Kur’an ve sünnette kullanılan kelimeler, anlamını tayin eden şer’i (dini) bir örf olmadığında, lügatteki anlamını ifade eder. Bu kelimeye ilişkin de şer’î bir örf bulunmamaktadır.
Nitekim Yüce Allah: “Bu, senden önce gönderdiğimiz resullerin sünnetidir (yoludur).” diye buyururken, Nebisi (s.a.v): “Kim İslam’da iyi bir sünnet (yol) açarsa, kendisine bu yolu açma sevabı olduğu gibi, onun ardından o yola uyanların sevabı da, hiç eksilmeksizin vardır. Ve kim kötü bir sünnet (yol) açarsa, ona bu yolu açma günahı olduğu gibi, onun ardından bu yola uyanların günahı da hiç eksilmeksizin vardır.” diye buyurmaktadır.
Ne var ki, “sünnet” kelimesi izafe (tamlama) şeklinde ve ‘elif lâm’ takısıyla belirtili olarak değil de, tek başına kullanıldığında bu anlamı ifade eder.
‘Sünnetî’ (benim sünnettim) şeklinde “ya-i mütekellime” izafe edildiğinde veya ‘es-Sünnetu’ biçiminde “elif lam-ı ta’rif ” ile belirlendiğinde -ki hadislerde umumiyetle böyle kullanılır- “Nebi ve Resul olma vasfıyla Peygamber Efendimizin getirdiği ve dinde tâbi olunması gerekli olan şeriat ve yol” anlamını taşır.
Sünnet nedir?
Bu anlama göre “sünnet” ; Kur’an’ın ve Nebi’nin (s.a.v) ‘ahad’ veya ‘mütevâtir’ senetlerle aktarılmış sözleri, fiilleri ve takrirlerinin delalet ettiği; itikadî ve amelî vacipleri, nafileleri, şer’î adapları, hülasa bütün dini hükümleri kapsar. Bu anlamıyla “sünnet”, “bid’at” kavramının zıddı olarak kullanılır.
Nitekim, delil getirme ve sünnete tutunmanın önemini vurgulama makamlarında sahabe, tabiin ve diğer selef alimleri tarafından “sünnet” kelimesi, bu anlamıyla kullanılmış ve bu kullanım onların arasında yaygınlık kazanmıştır.
Bu nedenledir ki alimler, sahabî veya tabiinin “mine’s-sünneti kezâ” (şu husus sünnettendir) sözünden kastedilen mananın “bu husus, Nebi’nin (s.a.v) sözlerini, fiillerini ve takrirlerini (kabullenme) kapsayan sünnetindendir” şeklinde olduğunu beyan etmiş ve bu sözü içeren rivayetleri “hükmen merfu ” kabul etmiştir.
‘Sünnet’ kelimesini içeren rivayetlere şu örnekleri verebiliriz: Enes b. Malik (r.a.), Peygamber Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir.”
Ebu Said el-Hudrî (r.a.), şöyle rivayet etmiştir: “İki adam beraber bir seyahate çıkmıştı. Yolda namaz vakti girmiş ve yanlarında su bulunmadığı için temiz bir toprakla teyemmüm alıp namaz kılmışlardı. Daha sonra henüz vakit çıkmadan su bulmuşlar ve biri abdest alıp namazını iade ederken, diğeri ne abdest almış ne de namazını iade etmişti. Döndüklerinde Resulullah’a (s.a.v) gelip durumu anlattılar. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) namazı iade etmeyene “esabte’s-sünnete” (sünnete isabet ettin); diğerine de “sana da iki defa ecir var” dedi.”
Peygamber Efendimizin “sünnete isabet ettin” sözünün anlamı, “benim getirdiğim şer’î yola (hükme) isabet ettin (uydun)” şeklindedir.
Evet, sahabî, tabiîn ve onlardan sonraki selef alimleri, şer’î hükümlere kaynak teşkil etme makamında, umumiyetle “sünnet” kelimesini Kur’an’a mukabil kullanmış ve bu kullanımla şer’î delillerin bu iki kısmı arasında ayırım yapmayı kastetmiştir. Öyle ki bu kullanım onların arasında yayılmış ve “şer’î kaynakları belirtme” makamında bu ayırımı ifade etmek üzere kavramlaşmıştır. Ama elbette ki bu kullanımla, Peygamber Efendimizin hadislerinde geçen “sünnet” kelimesinin, Kur’an’ın delalet ettiği hükümlerin dışındaki hükümlere mahsus olmasını ve mutlak olarak sünnet’in yalnızca bu anlama gelmesini kastetmemiştir.
Bütün mesele şundan ibarettir; Onların şer’i delillerin bu iki kaynağı arasında ayırım yapma isteği, onları “kaynakları belirtme” makamında “sünneti” bu delillerin bir bölümüne tahsis edip onu Ku’ran’a mukabil kullanmaya sevk etmiştir. Sünnete verdikleri bu anlamın alameti de sünnetin bu makamda Kur’an’a mukabil kullanılmasıdır.
Ama sünnete tâbi olmaya, ona tutunmaya teşvik ve bid’atten sakındırma makamlarında, hem selef ve hem de halef alimleri sünnet kelimesini, ‘âmm’ (genel) olan anlamında; yani yukarda zikrettiğimiz “Nebi ve Resul olma vasfıyla Peygamber Efendimizin getirdiği, gerek Kur’an ve gerekse Nebi’nin (s.a.v) fiil, kavil ve takrirleriyle ispatlanan ve tâbi olunması gerekli olan şeriat ve yol” anlamında kullanmıştır. Bu makamda hiç kimse onu, Kur’an’a mukabil olma anlamına tahsis etmemiştir.
Usulcülere Göre Sünnet
Usulcülerin (din usulü alimleri) yanında sünnet, “Bi’setten (gönderildikten) sonra Nebi’den (s.a.v) sadır olan fiil, söz ve takrirler” anlamındadır. Onlar sünneti, Kur’an dışında Nebi’nin söz, fiil ve takrirlerine özgü kılıp Resulullah’ın ahlakî hasletlerini, fiziki özelliklerini ve bi’setten önceki söz ve fiillerini bu kavramın dışında tutarlar. Bunun nedeni, usul ilminin konusunu “delil getirme ve şer’î delillerin (kaynakların) kısımlarını belirleme”nin oluşturmasıdır.
Nitekim onların, şer’i delillerin kısımlarını ayırma gayeleri, onları Kur’an ve sünnet arasında ayırım yapmaya ve sünneti, Kur’an’ın dışındaki delillere tahsis etmeye götürdüğü gibi onların araştırma konularının “istidlal” oluşu da onları; sünneti, şer’î hükümlere delil olan Resulullah’ın söz, fiil ve takrirlerine özgü kılıp, O’nun ahlakî hasletlerini, fiziki özelliklerini ve nübüvvetten önce O’ndan sadır olan söz ve fiilleri, sünnetin anlam alanının dışında bırakmaya sevk etmiştir.
Muhaddislere Göre Sünnet
Hadisçilerin (hadis uzmanı alimlerin) ıstılahında sünnet, “Nebi’nin (s.a.v) gerek gönderildikten sonra ve gerekse gönderilmeden önce aktarılan hem söz, fiil, takrirleri; hem ahlakî hasletleri ve fizikî özellikleri ve hem de sireti (hayatı) hakkındaki rivayetlerin bütünüdür.” Muhaddislerin ekserine göre “sünnet”, “hadis” kelimesinin eşanlamlısıdır.
Muhaddislerin bu kavramı böylesine ta’mim etmesinin (genellemesinin) nedeni, teşri (hüküm koyma) ile alakası olsun olmasın, Resulullah’la ilgili her rivayeti nakletmenin, onlar tarafından birinci dereceden önem atfedilen konu telakki edilmesi ve uğraş alanı olarak belirlenmesidir.
Fakihlere Göre Sünnet
Fakihlere (fıkıh alimlerine) göre sünnet, “Resulullah’ın yaptığı sabit olup farz ve vacip olmayan şer’î hükümler” demektir. Onlar sünneti, farzın ve vacibin muadili (dengi) olarak kullanmıştır. Bu ıstılah, hicri ikinci asır ve sonrasında, tabiin döneminden sonra çıkmış ve yaygınlık kazanmıştır.
Karışıklığa Sebep Olan Nokta
Burada dikkatleri önemli bir hususa çekmek istiyorum, bazı mezhep fakihleri, Peygamber Efendimizin, sahabi ve tabiinin kelamında varit olan ve yukarda da değindiğimiz gibi “dinde tâbi olunması gereken şer’î yol ve Nebî’nin hanif menheci” anlamında olan ‘sünnet’ kelimesini, fıkıh ıstılahındaki anlamıyla anlayıp bu iki manayı birbirine karıştırmış ve onların sözünde geçen “sünnet” kelimesini bir amelin -fıkhî anlamda- sünnet olmasına delil kılmışlardır.
Bu, dikkat edilmesi gereken bir hatadır. Çünkü defaatle belirttiğimiz gibi, Nebevî hadislerde ve sahabe ve tabiinin sözlerinde varit olan “sünnet” kelimesi, yukarıda zikrettiğimiz anlama geldiği için hem itikat, hem ibadet, hem muamelat ve hem de ahlak, âdâp ve bunların dışındaki hususları kapsar. Dolaysıyla bu anlamıyla “sünnet”; farzları, vacipleri ve teşvik edilip müstehap olan söz ve amellerin tamamını içerir.
Fakihlerin kelamında ve fıkıh kitaplarında geçen “sünnet” ise farz, vacip ve mubahın muadili olmakla hudutlandırılan, fıkha özgü bir terimdir. Bu her iki anlam ve kullanım arasındaki fark açıktır. Bir amelin sünnet oluşunu, yani vacip olmayışını, Peygamber Efendimizin, sahabe ve tabiinin kelamında varit olan “sünnet” kelimesi ile ispata kalkmak, apaçık bir hatadır.
2- Sünnetin Hüccet Olmasını İnkâr Edenlerin Hükmü Nedir?
Bu soruya cevap vermeden önce, sünnetin, Kur`an-ı Kerim gibi şer’i hükümlerde delil kaynağı olabileceğini, öyle ki şer`i hükümlere delil getirme konusunda, aralarında herhangi bir farkın olmadığını ispatlamamız gerekir.
Sünnetin hüccet (delil) olabileceğini inkâr edenler şu dört grupta yer alır:
Birinci grup: ‘Mütevâtir’ ve ‘haber-ul ahad’ olmak üzere, sünnetin tamamının hüccet olmasını inkâr ederler.
İkinci grup: Sünnetin ‘haber-ul ahad’ kısmını inkâr ederler.
Üçüncü grup: ‘Haber-ul ahad’da yer tutmuş büyük bir bölümü inkar ederler. Bu inkar; “(Yapılan ilmi çalışmalarda) ‘haber’ul ahad’ yeterince tenkit edilmedi, şayet gereğince tenkit edilseydi, muhaddislerin ‘sahih’ diye hükmettikleri bir çok hadisin ‘zayıf’ olduğundan, şer`i hükümlere delil getirilemez olduğu ortaya çıkardı” iddialarıyla oluşan şüphenin neticesidir.
Dördüncü grup: Sünnetin başlı başına ahkâm koyabilirliğini inkar etmekle; sünnetin, Kur`an’ı yalnızca destekleyici ve açıklayıcı olmak üzere geldiğini iddia eder.
Biz de bunlara karşılık olarak, sünnet ve sünnetin delil oluşu konusundaki yazımıza dört bölümde yer veriyoruz:
• Birinci bölüm: Gerek ‘mütevatir’, gerekse ‘haber`ul âhad’ olsun; sünnetin genel bir kavramla hüccet olduğu konusunda.
• İkinci bölüm: ‘haber`ul ahad’ın hüccet olduğuna dair ispatlar hakkında.
• Üçüncü bölüm: Sünnetin ‘haber`ul âhad’ kısmının gereğince tenkit edilmiş olduğunun izahı hakkında.
• Dördüncü bölüm: Sünnetin başlı başına şer`i hükümler koyabilirliğinin îzahı hakkında.
I- ‘MÜTEVATİR’ OLSUN ‘AHAD’ OLSUN, SÜNNETİN TAMAMI HÜCCETTİR
‘Mütevatir’ olsun ‘ahad’ olsun, sünnetin bir bütün olarak hüccet olması, Allah’ın (c.c) kitabı ve Resulü’nün (s.a.v) sünneti, sahebe ve tabiinin söz ve amelleri ile sabit olduğu gibi dinin kesin delillerinden olan icmâ ile de sabittir.
Sünnetin hüccet olduğuna dair:
1. Kur’an-ı Kerim’den Deliller:
Allah (c.c), Kur`an-ı Kerim’in bir çok ayetinde, resulü Muhammed (s.a.v)’in sünnetinin hüccet olup her müslümanın uyması gerektiğini açıklamıştır. Kur`an-ı Kerim’in Allah’ın (c.c) kelamı olduğuna iman edeni; sünnetin de şer`i hükümlerde hüccet olduğuna iman etmesi gerekir ki bunu inkar eden Allah’ın (c.c) kelamını inkar etmiş olur.
Kur`an-ı Kerim’i incelediğimizde Allah’ın (c.c) Muhammed (s.a.v)’i elçilik misyonuyla bağdaşan bir takım özellik ve meziyetlerle donattığı kanısına varırız.
a)Bu özelliklerden biri Allah(c.c)’ın indirmiş olduğu kitap için resulünü bir açıklayıcı kılmasıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Biz zikri (Kur`an’ı) sana indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni beyan edesin (açıklayasın)”(Nahl, 44).
Beyan, Kur`an’da mücmel bir ifadeyi (genel kavram), ilgili hükümlerle açmakla düşünülebilir. Namaz, oruç, zekat, Hac gibi hükümlerin; şekil, vakit, sayı, miktar, şart, âdab ve diğer olması gereken maddelerin beyanı gibi. Bu ayet, mücmeli tafsil eden ve müşkilleri (anlaşılması zor) izah eden sünnetlerin hüccet oluşunu -ki bunlar sünnettin büyük çoğunluğunu oluşturur- ispatlar.
b)Peygambere bahşedilen bir diğer özellik; Allah’ın (c.c) kendisine yapılan itaat gibi peygamberine de itaat edilmesini vacip kılmasıdır. Allah (c.c) kendisine yapılan itaat ile Peygambere yapılan itaati ayırıp bunları başlı başına iki faklı itaat kılmıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Hiçbir Peygamberi Allah’ın izniyle itaat edilmesi dışında bir sebeple göndermedik.” (Nisa, 164).
“Ey iman edenler! Allah’a ve resulüne itaat ediniz!” (Enfal, 20).
“Kim Peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa, 80).
“Ey İman edenler! Allah’a itaat edin, Resul’üne itaat edin ve sizden olan emir (yetki) sahiplerine de… Şayet herhangi bir şeyde tartışmaya (nizaya) düşerseniz; Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, onu Allah'a ve Resul’üne havale ediniz. Bu daha hayırlı ve akıbet itibariyle daha güzeldir.” (Nisa, 59).
“Hayır! Rabbine ant olsun ki onlar, aralarında vuku bulan anlaşmazlıklarda seni hakem kılmadıkça, sonra da vereceğin hükmü gönül huzuruyla kabul edip teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 65)
Bu ayetler, Hz. Peygamber’e (sav) beraberinde getirip emrettiği bütün şeylerde itaat edilmesinin vacip olduğunu kanıtlar. Ve yine kanıtlar ki, birbirinden ayrı iki itaat vardır; Allah’ın kitabında emrettiklerine itaat ve Allah’ın emretmeyip, Resulünün emrettiklerine itaat. Aynı zamanda, son iki ayet, insanların Allah’ı ve Resulünü, çekiştikleri ve aralarında karışıklığa uğramış her şeyde hakem kılıp verilen hükme rıza göstermedikleri sürece, iman etmiş olmayacaklarını kanıtlar. İki önemli vurgu; Allah ve Resulünü çekişme konusunda hakem tayin etme ve Hz. Peygamberin verdiği hükme rıza gösterme.
Malumdur ki insanlar arasında vuku bulan anlaşmazlıkların büyük kısmı için Kura'nı Kerim'de uzlaştırma hükmü belirtilmemiştir. Ve Kur'an, yukarıda zikrettiğimiz her iki ayetle insanlara, düştükleri bütün anlaşmazlıklarda Allah ve Resulünün hükmüne müracaat etmeyi emretmektedir. Demek ki hükmü Kur'an’da zikredilmeyen diğer anlaşmazlıklar için Kur'an, bizi Resulullah'ın sünnetine yönlendirmektedir.
Şayet sünnet, Kur'an-ı Kerim gibi hakem kılınıp itaat edilmesi vacip olmamış olsaydı, Allah (c.c) bütün Müslümanlara tüm anlaşmazlık ve davalaşmalarında kendisini ve Resulünü hakem tayin etmelerini emretmezdi.
c) Peygambere bahşedilen bir diğer özellik, onun bütün Müslümanlar için uyulması zorunlu olan örnek insan olmasıdır. “Sizler için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman kimseler için Allah resulünde güzel örnek vardır.” (Ahzap, 21)
Yüce Allah, peygamberin kayıtsız şartsız bir şekilde güzel örnek olduğunu belirtmiştir. Bu, Müslümanların söz, fiil ve davranışlardan oluşan bütün işlerde peygamberi örnek edinmek ve ona uymakla emredildiklerini gösterir. Aynı zamanda bu, sünnetin bütün kısımlarıyla hüccet olduğunun bir delilidir. Sünnetin hüccet olduğuna dair Kur`an-ı Kerim’deki delillerden bu kadarıyla yetiniyoruz. Çünkü bir makale bunlardan fazlasına yer vermez.
2-Sünnetin Hüccet Olduğuna Dair Sünnetten Deliller:
Bu makalemiz uzamasın diye, bu konuya yalnız iki hadisi delil getirmekle yetineceğiz.
Ebu Hureyre (r.a) Allah resulünün şöyle buyurduğunu nakleder: “Sizi kendi halinizle baş başa bıraktığım sürece beni bırakın. Zira sizden öncekileri çokça soru sormaları ve Peygamberlerine muhalefet etmeleri helaka uğrattı. Sizi bir şeyden sakındırdığımda ise ondan kaçının. Size bir şeyi emrettiğimde, gücünüz oranında onu yerine getirin.” (Buharî, Müslim, Tirmizi ).
Ebu Hureyre (r.a) Allah resulünün şöyle buyurduğunu nakleder: “Cennete girmemekte direnen hariç, ümmetimin tümü cennete girecektir. ‘Cennete girmemekte kim direnir?’ Diye sorulduğunda: Bana itaat eden cennete girer, bana itaat etmeden cennete girmek isteyendir’ şeklinde cevap verir.” (Buharî)
Sünnetin hüccet oluşu, sünnet ile şu şekilde ispatlanır: Resulullah'ın nübüvvetini ispatlayan deliller, aynı zamanda O'nun tebliğ makamında Allah'tan aktardığı haberlerde de masum (yalan ve hatadan beri) olduğunu ispatlar. Allah Resulü, Kur`an-ı Kerim’in Allah’ın kelamı olduğunu haber verdiği gibi emirlerine riayet ve nehiylerinden sakınma suretiyle O'na uymanın ve itaat etmenin vacipliğini de ifade etmiştir. Yani, Kur'an-ı Kerim'in Allah'ın kelamı olduğunu ispatlayan Peygamberimizin sünneti, aynı zamanda Resululluh'a itaat etmeyi de yani sünnetleri de ispatlamıştır.
3-Sünnetin Hüccet Olduğuna Dair Aklî Deliller:
a) Şayet sünnet kabul görüp amel edilmesi gerekli bir hüccet olmasaydı, İslam dinine ait hiçbir şey ispatlanmış olmazdı. İslam’ın Allah (c.c) katından indirilmiş bir din olması Muhammed (s.a.v)’in peygamberliğinin ispatlanmasına bağlıdır. Çünkü Muhammed (s.a.v)’in peygamberliği, mucizeyle teyit edilen iddiasıyla sabittir.
Peygamberlik sadece olağanüstü bir hal sergilemekle yetinmez; zira bu olağanüstü hal, peygamber olmayanda da görülebilir. O halde Muhammed (s.a.v)'in Peygamberliğini iddia etmesi, sözlerinden bir söz, İslam varlığının dayandığı sünnetlerinden bir sünnettir.
b) Kur’an-ı Kerim’in hak ve Allah’ın (c.c) kelamı olması, Hz. Peygamberin: “Kur`an-ı Kerim Allah’ın kelamıdır” sözüne tevakkuf eder. Bu söz ise onun sözlerinden bir söz, sünnetlerden bir sünnettir. Dolayısıyla Kur`an-ı Kerim’in hüccetliği, sünnetin hüccet olmasına dayanır.
c) Sünneti devre dışı bırakarak Kur`an-ı Kerim ile amel etmek mümkün olamaz. Zira Kur`an-ı Kerim hükümlerinin birçoğu mücmel (genel/kapalı kavram) içerikli hükümlerdir. Onda ayrıntılı olarak zikredilen hükümler çok azdır. Bu mücmel yüklü hükümlerin tafsilat ve açılımlarında, Allah (c.c) şu ayetiyle peygamberini merci göstermektedir: “Biz zikri (Kur`an-ı Kerim’i) sana indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni beyan edesin (açıklayasın).” (Nahl, 44).
Şayet peygamberin bu hükümleri açıkladığı doğrultuda amel etmek vacip olmasaydı, mücmel olarak ifade edilmiş hükümlerle amel etmek mümkün olmazdı. Buna örnek vermek gerekirse, Allah’ın namazı ikame (dosdoğru) kılın emrini düşünebiliriz. Namazı ikame (dosdoğru) kılmak namazın şekil, sayı, miktar ve vakitlerini bilmeye dayanır (ki bunlar Kur`an-ı Kerim’de yer almamaktadır).
Hakeza bunları zekât, oruç, haç ibadetleri için de söyleriz. Durum böyleyken, Allah Müslümanlara alışveriş, miras, nikâh ve cinayet gibi konularla ilgili aralarındaki bütün çekişme ve karışıklıktan ötürü Allah’ı ve resulünü hakem seçmeyi emreder. Hiç şüphe yoktur ki Kur`an-ı Kerim bu karışıklıkların bir hayli az kısmına cevap sağlamıştır. Hatta bu az kısmı bile nispeten mücmel olduğundan, tafsile ihtiyaç duyar.
Eğer ki şer’i hükümlerin ispatı, Kur`an-ı Kerim’deki hükümler veya ispatı ve delalet etmesi kat’i (kesin) hükümlerle sınırlı kalsaydı, sadece Kur`an-ı Kerim’le amel edilmez ve amel edilmediği için de Kur`an-ı Kerim’in hükümleri fayda sağlamayıp terk edilirdi. Allah kelamı bu olumsuz vasıflarla vasıflanmaktan ve akl-ı selim sahibi insanların aklına muhalif bir durum ihtiva etmekten münezzeh ve yücedir.
Bu delil, sünnetin genel bir açıyla hüccet olduğuna delalet ettiği gibi sünnetin haber’ül vahid kısmında da hüccet olduğuna delalet etmektedir. Zira, Kur’an-ı Kerim’i açıklayan sünnetin büyük bir kısmı haber’ül ahaddan oluşmaktadır. Zaten haber’ül ahad’ın amel edilmesi gerekli bir hüccet olmaması durumunda, Allah (c.c)’ın kitabıyla amel edilemeyeceğini söylemiştik.
II. HEBER’ÜL AHAD’IN HÜCCET OLDUĞUNA DAİR İSPAT:
Genel bir bakışla, sünnetin hüccet olduğunu inkâr etmeyip mütevatir dışında kalan haber-ul ahadı inkâr eden bir kesim mevcut. Gösterdikleri sebep; Haber-ul ahadin kesin bilgi kaynağı olmadığını düşünmeleri. Ve iddia ediyorlar ki Allah’ın dininde amel edilmesi gereken ‘zan’ değil, yakin (kesin bilgidir). Çünkü zan, hakikate ters düştüğünden, hakikatin hiçbir şekilde yerini almaz. Bu kesime cevaben diyorum: Birçok delil vardır ki, Allah’ın dininde zanla veya zanna dayalı haber-ul ahâd ile amel edilmesinin vacip olduğunu gösterir.
Birinci delil: Zan ile amel etmek, dünyevi bir zorunluluk olduğu gibi dini bir zorunluluk olduğu da kesindir. Gerçek olan şu ki, dünyevi işlerimizin neredeyse tamamı zan üzerine kaimdir, bir insan sadece ilerde oturacağım ümidiyle bir ev inşa eder, bir öğrenci yalnızca bitirip mesleğimi alırım umuduyla okula başlar ve hâlbuki bunlar sadece zandır.
Hatta iyi düşünüldüğünde, zanla amel etmenin rahmet olduğu anlaşılır. Çünkü eğer insanlar her şeyin akıbetini bilselerdi; yani yakini bilgiye sahip olsalardı, ileriye yönelik hiçbir ümitleri olmayacağından, yaşam bir azaba dönüşürdü onlar için. Kur’an ve mütevâtir sünnetle amel etmenin, ancak ahad haberlerle (hadis) amel etmekle mümkün olabileceğini daha önce belirttik. Kur’an-ı Kerim amel edilsin diye indirildiğine göre, bunun yolu sünnetin haber-ul ahâd kısmıyla amel etmekten geçer.
İkinci delil: Yüce Allah der ki: “Şayet bir fasık size bir haber ulaştırdığında (o haberi) araştırın.” (Hucurat, 6) Bu ayetten anlaşılan, adil kişinin verdiği haberin araştırılmasının vacip olmaması ve zan ifade eden haber-i vahid ile amel etmenin caiz olduğunu gösterir.
Üçüncü delil: Allah Resulü’nün (s.a.v) dini hükümleri tebliğ ve helal-haramı bildirmek için bir takım elçiler görevlendirdiği mütevâtir rivayetlerle sabittir. Kimi zaman bu elçiler, beraberlerinde yazılı belgeler taşıdılar. Bu duruma, krallara gönderilen elçileri örnek verebiliriz. Allah Resulü'nün (s.a.v) emirlerini taşımaları ahâd yolu üzereydi. Bununla beraber, elçiler masum olmayıp taşıdıkları haber zan çemberine dahildi. Şayet haber-ul ahâd hüccet olmamış olsaydı, tebliğ görevi ifâ edilmiş olmazdı.
Dördüncü delil: Sahabiler (r.a) sınırlanmayacak kadar çok vakıalarda adil kişinin bildirdiği haber ile amel edilmesinin vacib olduğuna icmâ ettiler. Bu vakıalar tek tek mütevâtir derecesine ulaşmasalar da bir bütün olarak mütevatirdir. Sabit vakıaların tümünü ele almaya kalkarsak buna nefesler yetmez; kâğıtlar ise yazmakla tükenir.
III. AHAD HABERLERİN YETERİNCE TENKİT EDİLDİĞİNE DAİR AÇIKLAMA
Muhaddislerin Peygamber sünnetine yönelik çalışmalarındaki gayretkeşliğe aşina olan bir kimse, uzman muhaddislerin sünnete yapılması gereken en büyük hizmeti yaptıkları kanaatine varır. Tarih boyunca da sünnete en büyük ve emsalsiz hizmeti muhaddisler yapmıştır.
Nebevî hadise hizmet etmek için ömürlerini harcayan onlardır. Onlar ki, bu yol uğruna, can ve cananlarını ortaya koymuşlardı. İnsan aklının daha doğrusunu kavrayamayacağı, doğru ile yanlışı birbirinden ayırmak ve tenkit edilmesi gereken haberleri tenkit etmek için öyle ölçüler belirlediler ki, onlarla usul ve kaideler oluşturdular.
Daha sonra da hadisleri, oluşturdukları bu doğru kaidelere sunmakla, sened ve metin tenkidi yaptılar. Böylesi çalışmalarla, akıllara dehşet saçan mükemmel neticeler sergilediler.
Muhaddislerin yeteri kadar metin ve sened tenkidi yapmak için ilme dayalı, esas ve formül saptadıklarını birçok insan itiraf etmekte, ancak bu ilme dayalı esas ve formüllerin sened tenkidinde gereği veya gereğine yakın uygulandığını; metin tenkidinde ise gereğince uygulanmadığından, ‘sahih’ diye bilinen birçok hadis metninin, tenkit edilmesi gerektiğini iddia ederler.
Bu düşüncedeki kesim, genel bir bakışla ‘haber-ul ahad’ olan hadislere, sahih olacağı yönünde kuşkuya kapılıp ‘haber-ul ahad’ın tümünün güvenirliğini düşürmeye kalkıştılar.
Bu Kuşkuya Ben Cevap Olarak Derim ki:
Metin tenkidine gelince, aslında bu, muhaddislerin ifâ edecekleri bir vazife değildir. Aksine bu, ‘muhaddis-fakih’lerin yani müctehidlerin üstlendiği bir görevdir.
Binaen aleyh -senet bakımından hadisin sıhhatini tespitten sonra- müçtehidin görevi, hadis metinlerini inceleyip karşılaştırmak, hadisler arasında tercihte bulunmak ve kendi içtihadına uygun olarak bir hükme varabilmek için hadislerin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddetmektir. İşte, asıl metin tenkidi de budur.
Asıl görevleri bu olmamakla beraber muhaddisler, büyük bir ölçüde metin tenkidi faaliyetinde bulunmuşlardır. Bunun en açık şahidi, muhaddislerin; meşhur, zayıf ve mevzu hadisler konusunda yazdıkları çok sayıdaki muazzam eserlerdir. Zira bu kitaplarda, hadislerin zayıf veya mevzu oluşuyla ilgili verilen hükümlerin çoğu metin tenkiti esasına dayanır.
Özellikle burada, büyük muhaddislerin ‘ilelu’l-hadis’ (hadislerin sebepleri) konusunda yazdıkları eserleri anmakta fayda vardır.
Bunun diğer bir tanığı da müçtehitlerin kendi mezhep ve görüşlerini beyan etmek için kaleme aldıkları devasa eserlerle, daha sonra gelenlerin telif ettiği‘ilmi hilaf’ (ilmu’l-hilâfil-alî)’a (günümüzdeki adıyla Mukayeseli Fıkıh’a) dair yazdıkları kitaplardır. Muhakkik hadisçilerin ‘muhtelifu’l-hadis’ (farklı rivayetleri gösteren eserler) ve ‘müşkilu’l hadis’ (zor anlaşılır hadisler) alanında yazdıkları eserler de bu gerçeğin bir başka şahididir. Zira bu ilimler, metinlerin incelenmesi ve değerlendirmesine dayanır.
Muhaddislerin geniş anlamda metin tenkiti yapmamış görünmelerinin bir sebebi daha vardır, o da konunun mahiyeti gereği, metin tenkidinin senet tenkidine göre daha dar bir alana sahip olmasıdır. Yani, tenkide konu edilebilecek hadislerin çoğu, birinci kısma (senet bakımından tenkit edilen hadisler) dahil olan hadislerdir.
Müçtehit ve Fakihlere gelince, bunlar metin tenkidini geniş ve kapsamlı bir biçimde uygulamışlardır. Aksi takdirde içtihatları makbul olmazdı. Çünkü içtihat; ‘hükme varmak için olanca çabayı göstermek’ anlamına gelir. Bu çaba da ancak hadis metinlerini inceleyip karşılaştırmak, hadisler arasında tercihte bulunmak ve hadislerin bir kısmını kabul edip tenkidi gerektiren durumlardan dolayı, diğer bir kısmını da reddetmekle gerçekleşebilir.
Evet, ister muhaddis olsun ister fakih olsun, bu âlimler, yaptıkları çalışmalarla ilahi ecir kazanmış müçtehitlerdir. Ama hatadan masum değillerdir. Bu nedenle, aralarında bazı hadislerin tenkidi, kabulü, ya da reddi konusunda bir takım görüş ayrılıkları olmuştur.
Onlardan bir kısmı, bazı hadisleri tenkit veya kabulünde hata etmiş olabilirler. Keza, uzak bir ihtimal de olsa bir kısmı tenkite muhtaç bazı hadisleri tenkit etmemiş olabilir.
Binaen aleyh, içtihat için gerekli donanıma sahip muhaddis alimlerden biri çıkar da temelsiz arzu ve eğilimlerden uzak olarak, bozuk ortamların etkisinde kalmadan, ilmi bir yöntemle ehli tarafından tenkit edilmeyen ‘falanca hadisin’ tenkit edilmesi gerektiğini ispat ederse, kendisini şükran ve takdirle karşılar, Cenabı Hakkın kendisini bu tür salih amellerden daha fazlasına muvaffak etmesi için duada bulunuruz.
İkinci Bir Cevap Olarak Derim ki:
‘Haber’ul ahad’ olan hadislerde kuşkuya kapılan bu fırka, sünnetin büyük bir kısmının yeterince tenkit edilmediğini, eğer ki bu kısım yeterince tenkit edilmiş olsaydı ‘sahih’ derecesinden ‘zayıf’ veya ‘mevzu’ (uydurma) derecesine düşeceğini iddia ederler.
Bu iddia, İslam dinini yıkmayı ve sünneti güvensiz kılmayı gerektirecek kadar kritik ve tehlike arz eder. Allah’ın (cc) göndermiş olduğu dini (İslam’ı), geçmiş dinler gibi bozguncuların tahrifatına uğramış, hakla batıl arasında karma karışıklığa terk etmiş olduğunu da gerektirecek kadar tehlikelidir.
Allah (cc) geçmiş din sahiplerinin yaptıkları bu hataları şöyle bildirir: “Ey Ehl-i Kitap! Neden hakla batılı birbirine karıştırıyorsunuz?” (Âl-i Îmran, 71)
İslam dinini ise bu karışıklıktan tenzih ettiğini şöyle bildirir: “Şüphesiz ki, zikri (Kur’an’ı) biz indirdik ve onu koruyacak olan da biziz.” (Hicr, 9)
Burada, Kur’an-ı Kerim’i korumaktan maksadın kitap ve sünnet olmakla, İslam’ın tümünü korumak olduğu açıktır. Yok eğer değilse, Kur’an-ı Kerim’deki bir takım mutlak ifadeyi bir kayda bağlayan, müphemi (belirsizliği) açıklayan ve mücmeli (genel kavramı) birbirinden ayıran sünneti korumaksızın sade, Kur`an-ı Kerim’i korumanın ne tür bir faydası olabilir ki?
Büyük İmam Abdullah b. El-Mubarek’e, “Bu mevzu (uydurma) hadisler hakkında ne demeli ?” diye sorulduğunda, “Onlar için uzmanlar yaşar” diyerek, yukarıdaki “Şüphesiz ki zikri biz indirdik ve onu koruyacak olan da biziz.” Ayetini, sünnetin korunuyor olduğuna delil gösterir.
Tüm noksanlıklardan münezzeh ve yüce olan Allah (cc), en iyi bilendir.
IV. SÜNNETİN BAĞIMSIZ OLARAK HÜKÜM KOYABİLECEĞİNE DAİR AÇIKLAMA
Muhalefetine itibar edilmeyenler hariç, ümmet alimlerinin tümü, sünnetin Kur’an-ı Kerim’i te’kit (vurgulayıcı) ve açıklayıcı olduğunda ittifak etmişlerdir. Sünnetin, bağımsız olarak hüküm koymakla, (sünnetin) üçüncü bir kısmının varlığı ve bu kısmın hüccet olduğundan, sımsıkı sarılmak ve gereğini yerine getirmekle, yüce Allah’a hakkıyla ibadet edebileceğimiz konusunda da müttefiktirler. Bunu ispatlayacak bir çok susturucu ve karşı konulmaz delil vardır. Bu delillerin bir kısmını zikretmekle yetiniyor, kalanını “Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet” adlı kitabımıza havale ediyoruz.
Birinci delil: Resulullah'ın (sav) "Ben Allah'ın elçisiyim" deyip bunu mucize ile teyit etmesi, daha önce de zikrettiğimiz gibi İslam'ın bütün hükümlerini ispat eden, nebevi sünnet ile nübüvvetini ispat etmesi anlamına gelir.
İkinci delil: Peygamber (sav)’in, Kur`an-ı Kerim için; “O, yüce Allah’ın kelamıdır” demesidir ki bu söz, Kur`an-ı Kerim’in Allah’ın (cc) kelamı olup, sorumluluk gerektiren bir hüküm olduğundan, iman edilmesinin vacip olduğunu ispatlar. Peygamberin bu iki sözü, başlı başına hüküm bildirmiş ve Kur'an-ı Kerim dahil bütün İslami hükümleri ispatlamıştır.
Üçüncü delil: İslam ümmetinin, sünnetin hükmetmekle müstakil olan kısmının, hüccet olup amel edilmesinin vacip olduğuna icmâ etmeleri, fikir birliğine varmaları. Çünkü Müslümanlar, sünnetin bu üçüncü kısmı dışında bir dayanağı olmayan bazı fer’i hükümlerin varlığına icmâ ettiler.
Bu icmâları, sünnetin üçüncü kısmının bu hükümlere hüccet olduğuna dair icmâ etmelerini gerektirmiştir. Bu hükümlerden bazıları şunlardır:
1.Anneannesi veya babaannesi olan nenenin südüs (altıda bir) payı olmakla varis olabileceği.
2.Şufa hakkı (eski ortağın yeni ortağa karşın öncelik hakkı)
3.Musakat (ekin sulama işi karşılığında ekinden verilecek pay üzerine yapılan anlaşma).
4.Kırad (mal sahibiyle, malı işleten işçi arasındaki kâr anlaşması).
5.Bir kadınla halasını beraber nikah altına almanın haram oluşu.
6.Ayakları yıkama yerine mesh yapılabileceği.
7.Güneş ve ay tutulmasında kılınacak namaz.
8.Yağmur duasında kılınacak namaz.
Bu hükümlerin Kur’an-ı Kerim’de yer almadığı, ancak dayanağının sünnet olduğu ümmet icmâ’ının düğüm noktasıdır.
Bu kadarıyla, sünnet kısımlarının hüccet olduğunu açıkladık ve kuşkuya kapılanların kuşkusunu giderdik.
Sünnetin hüccet olduğunu inkar edenlerin hükmü nedir?
Ve şimdi “Sünnetin hüccet olduğunu inkar edenlerin hükmü nedir?” sorusuna dönüp, cevap olarak derim ki; genel bir kavram kullanacak olursak, sünnetin veya sadece sünnetin ‘haber’ül âhad’ kısmının hüccet olduğunu inkar edene ‘kafir’dir hükmü verilir.
Ancak, ‘haber’ül âhad’ yeterince tenkit edilmemiş kuşkusunda bulunana veya sünnetin başlı başına hüküm koyduğunu inkar edene ‘kafir’ hükmü verilmeyip hata ve bid’ate sapmış hükmü verilir.
Bir makale ile böylesine çok yönlü ve derin bir konuya hakkettiği beyan, tahlil ve tahkikin verilemeyeceği, eminim ki sizlerin de malumudur. Bu yüzden, bu meseleleri her yönüyle ve derinlemesine ele alan, “Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet” (Rağbet Yayınları) adlı kitabımıza müracaat edilmesinde fayda mülahaza ediyorum.
Allah en iyi bilendir.
Kaynak: www.gulistandergisi.com.
LAMELİF.COM...DARÜL HİKME.ORG
Ebubekir SİFİL
Modern zamanlar, pek çok İslamî hüküm, değer ve inancın bizzat Müslümanlara tartıştırıldığı zaman dilimleri olarak kayda geçiyor. Her ne kadar biz benzer bir durumun Sahabe kuşağı henüz hayattayken yaşandığını görüyor isek de, arada önemli bir fark var: O dönemlerde bu meseleleri tartışanlar, Müslüman toplum tarafından hiçbir zaman benimsenmemiş, hep eğreti durmuş, hep “heretik/sapkın” olarak değerlendirilmiştir. Bugünse bilhassa Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte, bir devlet gücünü, bir sermaye birikimini arkasına alan bu tür yapılanmalar, elde ettikleri imkânlarla bid’atlarının propagandasını yapıyor; bu suretle her geçen gün daha fazla sayıda insana ulaşıyor. Şu hakikatin altını kalın çizgilerle çizelim: Bu akım ve kişiler ilim bakımından Ehl-i Sünnet’ten ileride olduklarından değil, bid’atlarının propagandasını etkin olarak yapma imkânına sahip bulunduklarından toplumun bir kesimi nezdinde itibar sahibi oluyor.
Usta bir propaganda dili kullanılarak insanımıza, asırlardır din adına yanlış bilgilendirildikleri telkin ediliyor ve bu telkini yapanlar, bu “tarihî arıza”yı (!) “Kur’an adına” düzeltmek için canla başla çalışıyor!!
Abdullah b. Abbâs (r.a)’ın naklettiğine göre Hz. Ömer (r.a) bir konuşmasında “recm”den bahsetmiş ve şunları söylemiştir: “Bu konuda sakın aldanmayın! Zira recm, Allah Teala’nın haddlerinden bir haddir. Dikkat edin! Resulullah (s.a.v) da recmetti; O’ndan sonra bizler de bu cezayı uyguladık. Eğer insanların, “Ömer, Allah’ın Kitabı’na, onda olmayanı ilave etti” deme ihtimali olmasaydı, recm hükmünü mushafın (bir sayfasının) kenarına yazardım. (…) Dikkat edin! Sizden sonra birtakım insanlar gelecek; recmi, şefaati, Deccal’ı, kabir azabını ve (günahkâr) bazı (mümin) kimselerin cehennemde (bir süre azap görüp) karardıktan sonra oradan çıkacağını yalanlayacaklar.”
Bu, son derece ilgi çekici bir rivayettir. Hz. Ömer (r.a)’ın, burada söylediklerini “kendi tahmini” olarak söylediğini düşünmek mümkün değildir. Burada ileride cereyan edecek bir durumdan haber verilmektedir ve Efendimiz (s.a.v)’den işitilmiş bir bilgiye dayandığında şüphe yoktur.
Hz. Ömer (r.a)’ın haber verdiği bu hususlar, ulema tarafından, Hz. Ali (r.a) döneminde ortaya çıkan Hariciler tarafından dile getirilen bid’at görüşlerle tefsir edilmiştir. Rivayetin böyle tefsir edilmesi elbette yanlış değildir. İslam tarihinde Sünnet konusunda arızalı ilk algı tarzı Hariciler’de görüldüğü için bu açıklama tarzı isabetlidir. Hadis şerhlerinde bu gibi durumlar zikredildikten sonra “Hamdolsun bugün artık bu türlü şeylere rastlanmamaktadır” tarzında cümleler okuduğumuz zaman hayıflanıyoruz. “Bir de bugünleri görseydiniz” diyoruz…
Bu bid’at tavrın, geçmişteki Sünnet inkârcılarının günümüzdeki uzantılarından da sadır olmasına şaşırmamalıdır. Asıl şaşırmamız gereken, bize 1400 sene önce haber verilmiş bulunan bu ve benzeri sapmaların teşhisi konusunda görülen tereddütlerdir.
Benzeri bir durumu “kader” meselesinde de görüyoruz. Bu meselede de ilgili Kur’an sıra hadislere geliyor ve kader konusundaki rivayetlerin “Emevi uydurması” olduğu büyük bir rehavet içinde söyleniyor…
Bu türlü meseleler söz konusun olduğunda evvel emirde yapılanın bir “zihin oyunu” olduğunu unutmamakta fayda var. Önce Kur’an’ın bu meselelere delalet etmediğine inandırılırsınız. İş hadis rivayetlerine kaldığında yapılacak şey bellidir: “Uydurma” der, meseleyi bitirirsiniz.
O halde öncelikle Kur’an’ın ilgili hususlara delaleti konusundaki illüzyonu fark etmeli, arkasından hadis rivayetlerine geçilmelidir…
Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I, 23.
.
Prof.Dr. Mevlüt GÜNGÖR (Ank.Ü. İlahiyat Fakültesi)
Beşerin dünya ve âhiret rehberi olarak Kur’ân-ı Kerim, onun ihtiyacı olan herşeyi göstermiştir. Bunların bir kısmına kendi âyetleri arasında yer vermiş, bir kısmının da açıklamasını Resûl-ü Ekrem Efendimiz’e bırakmıştır. Dolayısıyla Efendimizin beyanları, ya bir Kur’ân âyetinin açıklaması veya Kendisinin koyduğu yeni bir hükmün ifadesidir.
Bu böyle iken “her mes’elede ille de Kur’an âyeti isterim’ diye tutturmak ilmîlik değil, dinî bilimlerden behre sahibi olmamanın remzidir. Bu tavır, insanı hadîsleri hafife almaya; Hz. Peygamber (sav)’i tanımamaya götürür. Kur’an-ı Kerim ise, bizi, mutlak olarak ‘en güzel örnek olan’ Hz. Peygamber’e uymaya çağırmaktadır.”
Dini mevzuların tamamı karşısında böyle bir hassasiyet, dünya ve âhiret rüsvaylığından kurtaracaktır. Bu duygu içersinde yazımızı takdim ediyoruz.
Özellikle son zamanlarda birtakım kimseler: “Bize Kur ân kâfidir. Allah bize onu göndermiş ve sadece ona dayanmamızı istemiş başka bir kaynakla bizi mesul tutmamıştır” deyip bilerek veya bilmeyerek, maksatlı veya maksatsız Allah’ın Resûlü’nün sünnetini devreden çıkarmaya çalışmakta; O’nun dinde hüccet oluşu, sıhhati ve râvîleri hususunda şüphe uyandırmaya gayret etmekte;1 birtakım kimseler de Hz. Peygamber’in sünneti karşısında gevşek davranmakta “sünnete uyulsa da olur uyulmasa da olur” gibi bir tavır sergilemekte ve herhangi bir konuda bir hadîs delil olarak zikredildiği zaman da dudak bükmektedirler. Halbuki, İslâm’ın temel kaynağı olan Kur’ân’da Yüce Allah, Hz. Peygamberi ve O’nun sünnetini çok müstesna bir yere oturtmakta ve O’na itaati kendisine olan itâatla bir tutmaktadır.
İşte bu sebeple biz, bu çalışmamızda, İslâm’ın birinci kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm’e göre, Hz. Peygamberin sünnetinin yerini ve değerini tekrar tespit etmeye ve bu konudaki bilgilerimizi tazelemeye çalışacağız.
Kur’ân’da, Hz. Peygamber’in, bilhassa inananlar için Allah’ın büyük bir lütfu olduğu belirtilmekte, O’na îman, O’na itâatla irtibatlandırılmakta; yine O, insanlar için en güzel bir örnek şahsiyet olarak gösterilmekte, O’na insanlara tebliğ edip öğretmesi için Kur’ân’ın yanında çoğu yerde sünnet anlamına gelen hikmetin de verildiği tesbiti yapılmakta, vahiy sadece Kur’ân ile sınırlandırılmamakta, pek Çok yerde Hz. Peygamber’e İtaat, Allah’a İtâatla birlikte zikredildiği gibi münferit olarak da O’na itâatin lüzûmu vurgulanmaktadır.
Bununla birlikte hiç şüphesiz sünnet, hiçbir zaman Kur’ân seviyesinde kabul edilmemiş, ilk sırada dâima Kur’ân yer almış, sünnete ondan sonra yer verilmiştir.
Nitekim bu durum, bizzat Hz. Peygamber tarafından Muaz b. Cebel Yemen’e vâli olarak gönderilirken verilen tâlimatta da açıkça tesbit edilmiştir.2 Ayrıca, ashâb-ı kirâmın uygulamaları da gerek Hz. Peygamberin sağlığında ve gerekse vefâtından sonra bu yönde olmuş problemlerinin çözümünde dâima, önce Kur’ân’a, ardından sünnete başvurma şeklinde olmuştur.3
Şimdi yapmış olduğumuz bu tesbitleri Kur’ân âyetlerinin nasıl ortaya koyduğunu görelim.
Hiç şüphesiz Yüce Allah’ın insan olarak bize, kendi içimizden bir kimseyi peygamber olarak seçip bizlere canlı bir hayat Örneği göstermiş olması büyük bir lütuftur.
1) Hz. Peygamber’in Yüce Allah’ın İnananlar İçin Büyük Bir Lütfü Olduğunu İfâde Eden Âyetler:
“Andolsun ki Allah, müminlere büyük bir lütufta bulundu; zira daha önce açık bir sapıklık içinde bulunuyorlarken onlara, kendi içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, kendilerini temizleyen ve kendilerine Kitap ve hikmeti Öğreten bir Peygamber gönderdi” (Âl-i İmrân, 3/164).
“Andolsun, içinizden size öyle bir Peygamber geldi ki sıkıntıya uğramanız O’na ağır gelir; size düşkün mü’minlere şefkatlidir, merhametlidir, eğer yüz çevirirlerse de ki: “Allah bana yeter! O’ndan başka Tanrı yoktur. O’na dayandım, O, büyük arşın sâhibidir.” (Tevbe, 9/128-129) .4
Hiç şüphesiz, insan olarak bize düşen bu büyük lütfun kıymetini bilerek, âyet-i kerîmede 5 de işâret edildiği gibi, O’nu canımızdan da aziz bilip çok sevmek ve her işimizde bize en güzel bir örnek olarak gösterilen bu yüce şahsiyetin yolundan gitmek olacaktır.
Hz. Peygamber’e îman müslüman olmanın önde gelen şartlarındandır. O’nun adı kelime-i şehâdette Yüce Allah’ın adı ile birlikte yer almıştır. Ayrıca O’na inanmanın lüzumu hakkında Kur’ân’da pek çok âyet-i kerîme mevcuttur.6 Hiç şüphesiz, Hz, Peygambere îman, O’nun sadece bir peygamber olduğuna inanmanın da ötesinde bir anlam ifâde etmektedir. Bu da, O’nun Allah’tan alıp bize bildiklerinin bütününü, bununla ilgili olarak, her türlü emir, yasak, öğüt, uygulama, yorum ve açıklamalarının doğruluğunun kabulünü, kısacası O’nun her bakımdan örnek alınmasını gerektirir.
İşte, Hz. Peygamber’in dindeki bu müstesnâ yerini ortaya koyan başka bir husus da Kur’ân’da bizzat Yüce Allah tarafından O’nun bize, her yönüyle kendimize örnek olarak alacağımız bir şahsiyet olarak takdim edilmesidir.
2) Hz. Peygamberi Örnek Bir İnsan Olarak Gösteren Âyetler:
Kur’ân’da gayet açık ifâdelerle Hz. Peygamber’in Yüce Allah tarafından mü’minler için örnek alınması gereken model bir insan olarak takdim edildiğini görmekteyiz. Konu ile ilgili âyetlerde şu veya bu konuda diye bir kayıt koyulmamış olması O’nun insanlar için her yönüyle örnek olarak gösterildiği anlaşılmaktadır.
İşte bu konudaki bazı âyetler şunlardır:
“Andolsun Allah’ın Resûlünde sizin için -Allah’ı ve âhireti arzu eden ve Allah’ı çok anan kimseler için- (uyulacak) en güzel bir örnek vardır” (Ahzâb, 33/ 21).
Bu âyette, Resûlullah’ın, Allah’a ve âhiret gününe inananlar için örnek bir şahsiyet olarak ileri sürülmesi, böylece onu Örnek edinmenin Allah’a ve âhiret gününe îman hususuna bağlanması O’nun sünnetine dinde ne kadar değer verilmiş olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Kur’ân, Hz. Peygamberin mü’minler için örnek bir insan olduğunu belirtmekle kalmaz aynı zamanda onun büyük bir ahlâk üzere olduğunu da şöyle vurgular:
“Nün. Kaleme ve yazdıklarına andolsun, Sen Rabb’inin nimetiyle ünlenmiş (bir deli) değilsin. Senin için kesintisiz bir mükâfat vardır. Ve sen, büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem, 68/ 1-4).
Sünnetin dindeki değerini ortaya koyan unsurlardan birisi de genelde onun da bir vahiy mahsûlü oluşudur. Nitekim, Kur’ân’a baktığımız zaman vahyin sadece kendisi ile sınırlandırılmadığına, Hz. Peygamber’e Kur’ân’ın dışında da vahiy verildiğine dâir birçok işâretleri görürüz.
3) Hz. Peygamber’e Kur’ân’ın Dışında da Vahiy Geldiğini İfâde Eden Ayetler:
Kur’ân’da Yüce Allah’ın kullarına olan vahyinin genelde şu şekillerden birisi ile olduğu belirtilir:
“Allah bir insanla ancak vahiyle, yahut perde arkasından konuşur. Yahut da bir elçi gönderip izni ile dilediğini vahyeder. O çok yücedir, hâkimdir” (Şûrâ, 42/51).
Görüldüğü gibi bu âyette Yüce Allah, genel olarak dilediği kullarına bu yollardan herhangi birisi ile hitap ettiğini belirtmiş; kullarına olan hitâbını bir kitapla kayıtlamamıştır.
Bundan başka, Hz. Peygamber’e Kur’ân’ın dışında da vahiy verildiğine delâlet eden hususlardan birisi de Kur’ân’da, Hz. Peygamber’e ve diğer bazı peygamberlere7 kendilerine verilen kitapların yanında bir de “hikmet”in verildiğinin ifâde edilmiş olmasıdır. Meselâ Bakara sûresinde şöyle buyrulur:
“Nitekim, kendi içinizden size âyetlerimi okuyan, sizi (kötü inanç, fikir, söz ve fiillerden) arındıran, size Kitap ve hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir peygamber gönderdik1′ (Bakara, 2/151). 8
Bu ve benzeri âyetlerde, Kitab’a ilâve olarak peygamberlere verildiği zikredilen bu “hikmet”, âlimlerce genelde Allah’ın elçilerine verilen “sünnet” olarak tefsir edilmiştir. Meselâ, bunlardan İmâm-ı Şâfiî bu görüşünü şöyle dile getirir:
“Allah (burada) önce Kitab’ı -ki ondan maksat Kur’ân’dır- ardından da “hikmet”i zikretmiştir. Kur’ân ilimleri sahasında ehliyetlerinden emin olduğum kişilerden işittim ki, buradaki “hikmet”ten kasıt, Resûlullah’in sünnetidir… Çünkü önce Kur’ân zikredilmiş peşinden ayrı olarak “hikmet” eklenmiştir.”9 el-Evzâî (Ö. 157/774) de, Hassan b. Atıyye’nin “Cibril, Kur’ân’ı indirdiği gibi, sünneti de Peygambere getiriyordu.” dediğini nakleder.10
Kur’ân’da diğer peygamberlere de kendilerine gönderilen kitapların dışında vahy gönderildiğine dâir birtakım bilgilere rastlıyoruz. Lût kavmini helâk etmekle görevli olarak Hz. İbrahîm’e ve Hz. Lût (as)’a gönderilen meleklerin ifâdeleri” hiç şüphesiz bu türden vahiylerdir. Yine, Yüce Allah (cc) kendisine bir kitap gönderilmediğini bildiğimiz Hz. Zekeriya’ya (as) oğlu olacağına dâir müjdesi12 İle bir peygamber olmadığı halde Hz. Meryem’e hitâbı13 da bu nevidendir. Bu konuda, Hz. Peygamberin de Kur’ân vahyi dışında Yüce Allah ile irtibâtı olduğunu gösteren pek çok âyet vardır.14 Meselâ bunlardan birisi:
“Namazları ve orta namazını koruyun, gönülden bağlılık ve saygı ile Allah’ın huzuruna durun. Eğer (bir tehlikeden) korkarsanız, yaya yahut binmiş olarak kılın; güvene kavuştuğunuz zaman ise bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allah’ı (namazınızda) anın” (Bakara, 2/238-239).
Görüldüğü gibi burada, Yüce Allah, namazların ve özellikle orta namazının (yâni Hz. Peygamberin tefsîriyle ikindi namazının) her yönüyle en güzel bir şekilde kılınmasını emrettikten sonra, yolculuk sırasında herhangi bir tehlikeden korkulduğu takdirde yaya yahut binmiş olarak namaz kılınabileceğini, ama tehlike geçtikten sonra, kendisinin öğrettiği şekilde namazın normal bir şekilde kılınmasını emretmektedir. Buradaki “size öğrettiği şekilde” ifâdesi dikkat çekicidir. Bilindiği gibi namaz Kur’ân’da tafsilâtlı olarak öğretilmemiştir. O halde, Hz. Peygamber’in bu konuda, Yüce Allah’tan Kur’ân’ın dışında da Cebrâil vasıtası ile birtakım ilâve bilgiler almış olması muhakkaktır. Nitekim rivâyetlerde Cebrâil Aleyhisselâm’ın Hz. Peygamber’e gelip beş vakit namazı her şeyiyle bizzat tatbikî olarak öğrettiği rivâyetler de mevcuttur.15 Hz. Peygamber de aynı şekilde bunu ashâbına öğretmiş ve: “Beni namaz kılarken nasıl görüyorsanız öyle kılınız.” 16 buyurmuştur.
Ayrıca, Hz. Peygamber Kur’ân’da sık sık kendisine vahyolunana uymakla emrolunmaktadır17. Eğer, vahiy sadece Kur’ân’dan ibâret olmuş olsaydı, İslâm bütünüyle sâdece Kur’ân’dan ibâret olmadığı aşikâr olduğuna göre, bu durumda Hz. Peygamberin vahiy dışı birçok iş yapmış olmasının kabul edilmesi gerekirdi. Böyle olunca da Hz. Peygamber’in Allah’ın emrini yerine getirmemiş olması gibi birtakım imkânsız şeylerin kabul edilmesi lâzım gelirdi ki bunların hepsinin de Hz. Peygamber hakkında düşünülmesi mümkün değildir.18 Ve faraza böyle bir şey olsa elbette Yüce Allah duruma müdâhale ederdi.
Nihâyet Yüce Allah, bu konuda Hz. Peygamberle ilgili olarak şöyle buyurur:
“O, havadan konuşmaz, O (na inen Kur’ân veya O’nun söyledikleri), kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir” (Necm, 53/ 3-4). 19
Bu âyette sözü edilen vahiyden maksat, bazı âlimlere göre sadece Kur’ân diğerlerine göre ise Kur’ân’la birlikte bir kısım sünnettir. Çünkü, hadisler bazen sırf vahiy, bazen de Resûlullah’ın içtihâdıdır. Ama o içtihâdında yanılsa bile, bu Yüce Allah tarafından düzeltilir.20 Bu bakımdan O’nun bütün sözleri ve fiilleri ve tasarrufları Yüce Allah’ın kontrolü altındadır.21 İşte bu sebeble kaynağı vahiy olmayan fakat ilâhî vahiy tarafından hilâfına bir vahiy gelmemiş olan dînî emirleri ve uygulamaları da vahiy kabul edilmiştir. Bu nevi vahiyler, Hanefîlerin cumhûrunca “batını vahiy” diye isimlendirilmiştir.22
Hz. Peygamberin Kur’ân dışında da Yüce Allah’tan vahiy aldığını gösteren delillerden birisi de hiç şüphesiz O’na Kur’ân’ı tebliğ görevi yanında bir de Kur’ân’ı açıklama görev ve yetkisinin verilmiş olmasıdır. O, bu görevi elbette sadece kendi şahsî bilgi ve içtihâdıyla değil Yüce Allah’tan aldığı ilhamla yapacaktır.
4) Hz. Peygamber’e Kur’ân’ı Açıklama Görev ve Yetkisinin Verildiğini Gösteren Âyetler:
“Biz, her peygamberi mutlaka kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara (emredildikleri şeyleri) açıklasınlar…” (İbrâhîm,14/4).
“Sana bu zikri (Kur’ân’ı) indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayâsın, tâ ki düşünüp öğüt alsınlar.” (Nahl,16/ 44).
Bu âyetten anlaşıldığına göre demek ki bazı âyetlerin tefsirine Resûlü’nün izahı olmadan ulaşmak mümkün değildir.23
“Biz sana Kitâb’ı indirdik ki, hakkında ayrılığa düştükleri şeyi onlara açıklayasın ve inanan bir kavim için, (o kitap) yol gösterici ve rahmet olsun” (Nahl, 16/64).24
Hiç şüphesiz, Yüce Allah, bu âyetlerle kendisine Kur’ân’ı açıklama görev ve yetkisini verdiği peygamberini bu hususta yardımsız bırakmamış ve bu konuda Kur’ân dışı vahiylerle de O’nu beslemiştir. Nitekim şu âyet de bu hususa işâret etmektedir:
“(Ey Muhammed), onu tekrarlamak için (henüz Cebrâil, sana vahyi bitirmeden) dilini depretme, onu (senin kalbine) toplamak ve (sana) okutmak bize düşer. Sana Kur’ân’ı okuduğumuz zaman onun okunuşunu takip et. Sonra onu açıklamak da bize düşer.” (Kıyâmet,75/16-19).25
Hiç şüphesiz Yüce Allah’ın vaad ettiği bu beyânını, hem bazı âyetlerin ileride inecek bazı âyetlerle daha da açılacağı, hem de izâha muhtaç bazı âyetlerin yine kendisinin vahyi ve öğretmesi ile Resûlü tarafından açıklanacağı şeklinde değerlendirmek gerekir.
Kur’ân, kendisine indirilen ve ilâhî vahyin kaynağı olan Yüce Allah ile irtibat hâlinde olan Hz. Peygamber’in, Kur’ân’ı anlama ve açıklama hususunda en yetkili kişi olduğunda ve dolayısıyla mü’minlerin O’nun sözlü ve fiili açıklamalarına sarılmaları gerektiği hususunda bir şüphe yoktur.
Hz. Peygamberin Kur’ân’ı açıklaması, mücmel olan bazı âyetleri tafsil, bazı umûmî hükümleri tahsis, anlaşılması güç bazı âyetleri açma, müphem olanı belirtme, bazı garip kelimeleri beyan etme, edebî inceliğe sâhip âyetlerin maksadını bildirme, varsa neshi işaret etme gibi şekillerde olmuştur.26 O, bu maksatla Medine Mescidi’ni bir okul hâline getirmiş, ashâbın her müşkülünü bıkmadan ve usanmadan çözmeye çalışmış ve söz ve hareketleri ile âdeta yaşayan bir Kur’ân olarak onlara örneklik etmiştir.27
Yüce Allah, Hz. Peygambere izâha muhtaç Kur’ân âyetlerini açıklama yetkisini verdiği gibi, aynı şekilde O’na, Kur’ân’da olmayan hususlarda hüküm koyma yetkisini de vermiştir.
DİPNOTLAR:
1) Gerçi bu tip gayretler yeni değildir. Temeli ilk devirlere kadar uzanmaktadır. Fakat biz bu ifâdemizle, okuyucunun dikkatini özellikle günümüze çekmek istedik. Bu konuda bkz. Ebû Zahv, el-Hadîs vel-Muhaddisûn, Mısır, 1378/1958, s.21; es-Sibâî, es-Sünnetü ve Mekânetühâ fî’t- Teşrî’ıl-İslâmî, Kâhire, 1966, s.11-14; Abdulğaniy Abdulhâlık, Hucciyyetu’s-Sünne, Beyrût, 1407/1986, s.278; KIRBAŞOĞLU, M.Hayri, Kur’ân’a Göre Sünnetin Konumu, (Basılmamış makale), s.1-3.
2) Tirmizî, Ahkâm, 3; Müsned, V, 230; Ebû Dâvûd, Akdiye, 11.
3) Bu konudaki geniş örnekler için bkz. Hucciyyetü’s-Sünne, s.283-291.
4) Bu konuda bir başka âyet de bkz. Bakara, 151; Tevbc, 61; Enbiyâ, 107: Cuma, 2-4.
5) Ahzâb, 6.
6) Bkz. A’râf, 158; Nisâ, 136; Tevbe, 91: Nûr, 62; Fetih, 8-9, 13; Hucurât,15; Teğâbün, 8.
7) Bkz. Bakara, 251; Âl-i İmrân, 48; Nisâ, 54; Sâd, 20; Zuhruf, 63.
Benzeri âyetler için bkz. Bakara, 129,231; Âl-i İmrân, 164; Nisâ, 113; Ahzâb, 34; Cum’a, 2
9) eş-Şâfıî, er-Risâle, s.78.
10) Dârimî, I. cilt, 117; Te’vilü Muhtelifi’l-Hadîs, s.166; Kurtubî, I.33.
11) Bkz.Ankebût, 31-32; Hicr, 52-77.
12) Âl-i İmrân. 38-40.
13) Âl-i İmrân, 42-45.
14) Bunlardan iki örnek için bkz. Enfâl, 9-10; Tahrîm, 3; Bakara, 142-144.
15) Bkz. Buhâri Bed’ü’l-Halk, 6; Müslim, Mesâcid, 166; Ebû Dâvûd, Salât, 2; İbnu Mâce, Salât, 1; Müsned, I, 333, 111, 30.
16) Buhârî, Ezân, 18.
17) Bkz. Nisâ, 105; Mâide, 48-49,67; En’âm. 106; Ahzâb. 1-2;Câsiye, 18.
18) Çünkü Yüce Pcygamber’ini övmüş, O’ndan razı olduğunu belirtmiş ve O’nu ümmetine şâhit yapmıştır. Bkz. meselâ Enbiyâ, 107; Ahzâb, 45-46; Bakara. 143.
19) Benzeri âyetler için bkz. Yûnus, 15; Ahkâf, 9; Bakara, 142-144.
20) Bu konuda örnekler için bkz. Tevbe, 43, 84; Enfâl,67; İsrâ, 74; Ahzâb, 2,37; Abese, 1-10; Yûnus, 94; En’âm, 35,52; Tahrîm, 1; Nisâ, 105; Münâfıkun, 6. Bu konuda ayrıca bkz. el-Matrafî, Âyâtu’l tâbi’l-Mustafa (sav), Kâhire, 1977.
21) Bu konuda bkz. Şâtıbî, el-muvâfakât, IV.15; Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul, 1935-1939, VI.4571
22) Hucciyyetu’s-Sünne. s.340.
23) Bkz. Taberî, 74.
24) Şu âyetlere de bkz. Bakara, 151: Nisâ, 105: Mâide, 67; Kıyâmet, 19.
25) Benzeri bir âyet. Nisâ,l 13.
26) Bu konuda geniş bilgi ve örnekler için bkz. Suat Yıldırım, Peygamberimizin Kur’ân Tefsiri, İstanbul, 1983.
27) Bu durumu en güzel bir şekilde Hz. Âişe’nin (r.anha) şu sözleri ifâde eder: “O’nun ahlâkı Kur’ân idi.” Yani O, söz ve davranışları ile tamâmen Kur’ân’ı yaşayan bir insan örneği veriyordu. Bu rivâyet için bkz. Müslim, 6, Salâtu’l-müsâfırîn, 18, no:139.