|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Dikkat! Farkında olmadan dilimizi katlettik!
Davacı: Türk Halkı...
Davalı: Sosyal medya
Suçu: Türk Dilini acımasızca katletmek...
Suçun mahiyeti: Türkçe kelimeleri anlamsız ve manasız şekillerle kısaltmak (slm, mrb, cnm, tşk,
naaapion). Türkçe kelimelerindeki harflerin yerlerini, alfabede olmayan İngilizce kelimelerle birleştirmek (artıq-artık, chok-çok, choq-çok, neise-neyse, tuaf-tuhaf, ewet-evet, yaw-yav). Harflerin gerekli gereksiz ve kelimeler içerisinde küçük büyük yazmak (bU akŞm gEliYONmu, kUlLaNıCı KaRaKtErLeRiNdE, kUlLaNmAk MeŞhUr OlDu).
Delil 1: ßu TuTuMund@n d0lay1 Qutluy0rum §3n1 Bu tutumundan dolayı kutluyorum seni.
Delil 2: H3d3f 1m1ly0n Hedef bir milyon
Karar: Henüz belirsiz...
Sosyal medya, içimizde büyüyen ve kendi ellerimizle beslediğimiz bir katil! Hem de dilimizin, kendimizi ifade biçimimizin ve duygu dolu sözlerimizin.
Bu kelimeler ve cümleler maalesef geçmişi zenginliklerle dolu olan, Farsça ve Arapça gibi zengin bir dil ile yoğrulmuş Osmanlıca sonrasında geldiğimiz nokta. Sebebi ise tembellik, sabır eksikliği ve en önemlisi de OKUMAMAK. Uzun yazmak zor geliyormuş ve buna ayıracak zamanları yokmuş! Normalini yazmaya vakti olmayan, elbette okumaya da vakit bulamaz.
Bir de grup psikolojisi var tabii. "Ne yapalım bütün arkadaşlarım bu şekilde kullanıyor. Ben kullanmazsam garip oluyor." Hâlbuki "Bir benden ne olur" düşüncesinden kurtulup, biraz çaba harcasak problem çözülecek.
İnternette haberlere yapılan yorumları ve sosyal medya üzerinde yapılan paylaşımları incelerseniz, bahsettiğim durumu daha iyi anlayabilirsiniz. İnanın kötü geçen bir gününüzü, bu yorumları okuyarak eğlenceli dakikalara çevirebilirsiniz, çünkü ortaya çıkan durum oldukça trajikomik. Gençleri geçtim milletvekilleri, akademisyenler ve daha niceleri yazdıklarıyla adeta insanları okumaktan soğutuyorlar.
Yazmayı ve okumayı geçtim, kullandığı dili düzgünce kullanmaya vakti olmayan ve sırf arkadaşlarım tarafından garipsenirim korkusu taşıyan bir genç, nasıl bir gelecek sağlayabilir? Böyle giderse yakında ebeveynler ve çocukları anlaşamaz hale gelecek. Dedeler ve torunların arasındaki iletişim zaten koptu gitti.
Eski dönemlerde yazılmış olan bir aşk mektubu okuduğunuzda, aşkını anlatan adamla beraber aynı duyguları içinizde hissedebilirsiniz. Sıradan bir insanın bile hatıralarını okurken, bahsedilen olayları âdeta onunla beraber yaşayabilirsiniz.
Ancak, böyle giderse gelecek nesiller o duyguları yaşamayı bırakın, okuduğunu hiç anlayamayacak hâle gelecek. Bu hâlde ne bir medeniyet, ne de bir kültür ortaya koyamazsınız. Kaç sene yaşarsanız yaşayın, sonunda bir hiç olur gidersiniz.
Bir Necip Fazıl Kısakürek, Arif Nihat Asya, Yavuz Bahadıroğlu olamazsınız. Bir mimariniz olmaz. Bir hayat kültürünüz oluşmaz.
Saydığımız bu isimler ve daha nicelerinin arkasında Osmanlı kültürü ve Osmanlıca gibi zengin bir dil vardı. Bizler maalesef bu zenginlikten mahrum bir şekilde yetiştirildik. Gelecek nesilleri kurtarmak adına artık bu yanlışlıktan dönmek gerekiyor.
İşte Osmanlıca dersinin müfredata koyulması bu yüzden çok önemli.
Çok okumamız ve çok yazmamız lazım!
08.12.2014
Türk sinemasını bekleyen büyük tehlike...
Son zamanlarda arka arkaya gelen Türk filmleriyle, Türk sinema sektörünün büyümeye başladığı ve her geçen gün Türk yapımı filmlerin arttığı konuşuluyor.
Bazı kesimler bunu iyi olarak değerlendirse de aksini düşünen kesim de azımsanmayacak bir ölçüde. Şahsen ben de bu ikinci kısım içinde yer alıyorum.
Yapımların çokluğuna bakıldığında bu tespit doğru diye düşünebiliriz. Fakat işin başka bir boyutu daha var. Kültürel etkisi sizce yeterli mi? İşte bu sorunun cevabı bana göre kesinlikle ve gönül rahatlığıyla 'Hayır' olur.
Neden derseniz çok bariz bir örnekle anlatmaya başlayayım. Recep İvedik Türkiye'de en çok seyredilen yapımlar arasında yerini koruyor ve yeni serileri de çıkmaya devam ediyor.
Halkımıza sorduğumuzda ise tuhaf bir şekilde hep aynı cevabı alıyoruz.
'O filmi seyretmek için sinemaya gidilir mi? Kim seyrediyor bu filmleri? Nasıl en çok seyredilen oluyor bir türlü anlamıyorum? Ben olsam kesinlikle gitmezdim.'
Kusura bakmayın ama sen gitmedin, o gitmedi peki bu filme kim gitti? Kimse gitmiyor da niye çok izlenenler arasında?
Burada şunu da belirtmem lazım. Filme gidenlere kesinlikle bir sözüm yok. Sözüm filmi seyretmesine rağmen, seyretmedim telaşına girenlere. Ayrıca diyorlar ki; 'Recep İvedik Türk insanının içindeki gizli kişiliği ortaya koyuyor ve bu yüzden sempatik bulunuyor.' Ah be güzel abicim bunu diyorsunuz beni bitiriyorsunuz. Bu laftan sonra düşmana ne gerek var. Biz kendi kendimize kötü anlamda kültür emperyalizmi yapıyoruz zaten.
Yapımcılar açısından bakıldığında ise işin ticari boyutunda maksat yerine gelmiş. Gişe rekorlarıyla maddi anlamda büyük bir başarı yakalanmış. İnsanları bilinçlendirecek yapımlar niye yapmıyorsunuz diye bir itiraz geldiğinde, büyük bir ihtimalle şöyle bir cevap alacağız. 'Bizden böyle bir şey istemediniz ki, gülelim eğlenelim yeter dediniz.'
Olaya kültürel boyuttan bakıldığında ise daha yeni kurulmuş ve kültürü, geçmişi ve dayanabileceği sağlam temelleri olmayan ve toplama bir ülke olan Amerika'nın ortaya koyduğu yapımlardan yola çıkabiliriz. Kahramanlık sahneleriyle süslenmiş filmler, üç konu etrafında dönüyor. Vietnam, Irak ve Afganistan. Irak ve Afganistan daha yeni olduğu için çok fazla türevlerini görmedik ama bilindiği gibi Vietnam konulu sadece benim bildiğim yirmi civarında film var. Yaşanan hezimete rağmen, farklı bir olgu işlenmeye çalışılıyor.
Peki, biz ne yapıyoruz. Yaptığımız dizi ve filmlerde kendi atalarımızı destanlarımızı lekeleme peşinde koşuyoruz. İşin kötü tarafı bunun bir de marifet olduğunu zannediyor ve bununla övünüyoruz. Tepki geldiğinde ise 'Bu sadece bir kurgudur' laflarının arkasına sığınıyoruz.
Amerika'da savaş taktikleri okutulan, Avrupa'nın öve öve bitiremediği Kanuni Sultan Süleyman Han'a dizi maskesi altında yaptıklarımız ortada. Bir çağın kapanıp, bir çağın açılmasına sebep olan İstanbul'un fethini neredeyse bir aşk romanına bağlamaktan çekinmiyoruz.
Bu konular ile ilgili örnekleri uzatmak mümkün ama hepsini sıralamaya kalkarsak ömrümüz yetmez. Çünkü yara derin, sıkıntı büyük. Netice, düşünmeden ve bir amaç yüklemeden film yapıyoruz. Gişe rekorları kırıyor diye seviniyoruz ama etkinliği konusunda tartışma yapan yok. İşte bu yüzden sinema sektörü hiç de iyiye gitmiyor. Çünkü filmlerin başarısı, satılan bilet sayısına endekslenmiş durumda.
Gelin millet olarak artık ayağa kalkalım. Reis Bey'lerin, Eşkıya'ların ve akıllardan silinmeyen Yeşilçam filmlerinin devamını isteyelim. Gişe başarılarına dayalı filmlerin çıkmasına müsaade etmeyelim. En önemlisi ise, "kültür emperyalizmi"ni kendimize değil, "dünyaya" yapalım...
30.11.2014
Kâinatın sırrı bu belgeselde!..
Wonders of Universe insanoğlunun acizliğini bariz bir şekilde ortaya koyan bir belgesel.
Dünya, Ay, gezegenler, Güneş, Samanyolu galaksisi ve diğerleri yani bütün kâinat. Manchester Üniversitesi'nde profesörlük yapan ve aynı zamanda Kraliyet Enstitüsü araştırma üyesi olan Britanyalı bir parçacık (atom) fizikçisi Brian Cox'un sunduğu bir belgesel.
Aman belgesel deyip geçmeyin. Neden buradayız? Nereden geliyoruz? 13,7 milyar yıllık kâinatın sırrı nedir ve ömrü ne kadardır? İşte bütün bu soruların cevaplarını kısmi olarak bulabilirsiniz.
Yerküreden başka hayat olmadığı yönünde birçok araştırmalar var. Peki, bu kadar yıldızın yaratılmasının hikmeti nedir?
Dünyaya gelen meteorları hepimiz biliyoruz. Bu meteorların her biri, parçalanmış bir yıldız demek. Belki yüz yıllar önce patlamış ve parçalara ayrılmış bir yıldızın parçaları. İşte bu parçalar yani meteorlar, tabiatta bulunan 92 elementin aslında ta kendisi. Yer altı kaynaklarının birçoğu bu meteorlardan oluşuyor. Yani yıldızlar ve gezgenler dünyaya hizmet etmesi için ve insanoğlunun yaşayabilmesi için dünyada toplanıyor. Kâinat bizim hizmetimize sunulmuş.
Bahsedilen diğer konu ise kâinatın ömrü ve ne zaman yok olacağı. Cox'a göre bu sorunun cevabı gezegenlerin çalışma biçiminde saklı.
Anlatılanlara göre gezegenler ömürlerini devam ettirebilmek için kendi içlerinden olan çekirdekten besleniyorlar. Her enerjide olduğu gibi bu gücün de bir gün sonu geliyor ve artık beslenecek bir güç bulamayan gezen, kendi kendini yemeye ve küçülmeye başlıyor. Devamında ise büyük bir sıcaklık üreterek patlıyor. Sonuçta yıldız muhteşem bir ışık şöleniyle beraber yok oluyor...
Brian Cox'a göre kâinat ister 5 trilyon yıl yaşasın, isterse 5 milyon yıl yaşasın eninde sonunda bu yıldızlarla aynı âkıbeti paylaşacak. Gökyüzündeki yıldızların teker teker yok olması, ışık kaynaklarının da birer birer yok olması demekmiş. Cox'a göre, işte o zaman geldiğinde tüm galaksi zifiri bir karanlığa bürünecek ve bütün hayat sonlanacak.
Cox'un bilimsel olarak böyle bir sonuca ulaşması, beni bazı şeyleri düşünmeye sevk etti. Yıllardır süregelen bilgiler gözlerimin önünden geçti.
Elementlerin yağdırıldığı, bu dünyanın ve kâinatın sonsuz olmadığı ve bir gün yok olacağı ve daha niceleri.
Bu bilgiler bize küçüklüğümüzden beri dinî kaynaklardan öğretildi. Yıllar sonra aynı bilgilerin bilimsel açıdan ispatlanmış hâliyle karşıma çıkması beni çok etkiledi.
Bütün muazzam olaylar silsilesinin bir "Yaratıcı" olmadan, kendiliğinden evrenin bir kanunu olarak meydana geldiğini kabul etmek, bu bilimsel delilleri da inkâr etmek olur.
İnatla kabul etmek istemeyenlere, itina ile duyurulur.
16.12.2014
Az ve öz mü olmalı? Sürümden mi kazanmalı?
Geçen haftalarda Türk sinemasının durumundan ve vahametinden bahsetmiştim. Box Office Türkiye'nin yayınladığı 2014'ün sinema rakamlarına baktığımda, bu durumu bir kere daha; ama bu sefer rakamlarla belirtmek istedim.
Türk yapımlarının 34 milyon kişiyle izlenme rekoru kırdığını ve ilk 5'te yer alan filmlerin seyirci sayısının 17.5 milyonu geçtiğini görerek övünebiliriz bile. Yabancı filmlere nal toplatmışız, ilk ona bile sadece bir yabancı yapım girmiş diye heyecanlanabiliriz. (1 milyon 178 bin izlenme sayısı ile 9. Sıradan Nuh: Büyük Tufan)
1990'lı yıllardan bu yana yapılan ölçümlerde en yüksek rakama (50 milyon 295 bin kişi) geçen sene ulaşılmıştı. Bu sene ise bu hafta itibari ile bu rakam 57 milyon 91 bin kişi. Kalan günler hesap edildiğinde 60 milyonluk bir rakam bekleniyor. Yani 10 milyon kişilik muhteşem bir artış.
Bu artış Türk sinemasının 100. yılında yeni bir rekor demektir. Peki bu rakamlardan ve güzel artışlardan sonra benim derdim ne? Cevabını başlıkta verdim aslında ama daha detaylı olarak anlatayım.
2014 yılında şu ana kadar 105 Türk yapımı film gösterime girmiş. (Bu da ayrı bir rekor, önceki sene 88 film yapılmıştı) İşte acı gerçekte burada ortaya çıkıyor.
"Recep İvedik 4" 7 milyon 369 bin kişiyle 2014 yılında en çok izlenen film olurken ilk 5'te yer alan filmlerin toplam seyirci sayısı 17 milyon 513 bin kişi olmuş. Geriye kalan 100 filmin toplam seyirci sayısı ise 16 milyon 483 bin.
Yani 100 Türk filmini topladığınızda ilk 5 filmin izlenme sayısına bile erişemiyor. Çok film yapmayı başarmışız ama izletmeyi başaramamışız.
Yapılan şeyin az ama öz olanı mı, yoksa çok olması ve sürümden mi kazanılması? İşte bence Türk sinemasının karar vermesi gereken önemli bir nokta.
Ayrıca ilk ona giren filmlerden altı tanesinin de komedi filmi olduğunu unutmayalım. Hâlâ kendi kültürümüzü ve geleneklerimizi "Adam" gibi anlatmayı başaran yapımlar ortaya koyabilmiş değiliz.
Kendi kendimize değil, yabancı milletlere "Kültür Emperyalizmi" yapmamız ümidiyle...
EN ÇOK İZLENEN 10 TÜRK FİLMİ (1 Ocak-14 Aralık 2014)
1. Recep İvedik 7 milyon 369 bin
2. Eyyvah Eyvah 3 3 milyon 414 bin
3. Düğün Dernek 2 milyon 889 bin
4. Pek Yakında 2 milyon 183 bin
5. Unutursam Fısılda 1 milyon 658 bin
6. Birleşen Gönüller 1 milyon 542
7. Deliha 1 milyon 456 bin
8. İncir Reçeli 2 1 milyon 378 bin
9. Patron Mutlu Son İstiyor 1 milyon 297 bin
10. Mandıra Filozofu 955 bin
23.12.2014
Diriliş dizisini yeni bir "Muhteşem Rezalet"e çevirmeyin!
TRT'nin böyle bir yapımla seyircilerinin karşısına çıkmasından dolayı öncelikle teşekkürü bir borç bilirim.
Seyrederken, göğsümüzü kabartan bir yapım olmuş. Zamanında rahmetli Özal'ın kurduğu hayalin gerçeğe dönüşmesi bu dizi ile olur diye ümit ediyorum. Zira kendisi 'Kuruluş' ile bir seri başlatmak istemiş, vefatı sonrası sahip çıkan olmamıştı.
Peki, Rahmetli Özal'ın yarım kalmış projelerinin hızla tamamlandığı bu dönemde, 'Kuruluş' projesi de 'Diriliş' adıyla yeniden hayata geçiriliyor mu? İşte diziyi bu sorunun cevabını almak için seyrettim.
Özellikle ecdadımızı anlatan bu tür yapımlarda çok dikkat edilmesi gerekiyor. Bir 'Muhteşem Rezalet'e daha ihtiyacımız yok. Millet olarak tarihimizi çok az biliyoruz. Osmanlı İmparatorluğu'nu, haremde cariye kovalamaktan ve kardeş kafası kesmekten ibaret zannediyoruz.
Yıllardır beyinler yıkana, yıkana bu hale geldik. Her ne kadar senaryodur, kurgudur ve bu bir belgesel değildir dense de, anlatılan her şey doğru olarak kabul edilecek.
Bu noktada, yayınlanan bölümlere bakarak, filmin yapımcılarından ve senaristlerinden birkaç ricam olacak...
1. Ertuğrul Gazi'yi öveceğiz diye Selçukluları kötülemeyin. Kayılar bizim geçmişimiz ise, onların varlığı ve anlatılması ne kadar önemli ise, Selçuklular ve Kınık soyu da o kadar önemlidir ve layıkıyla anlatılması gerekmektedir.
Eğer Sultan Alparslan olmasaydı, Kayılar Anadolu'da dolaşabilir miydi? Alparslan Allahü teâla aşkına, Muhammed aleyhisselam aşkına yollara düşüp, kendinden sayıca çok üstün olan Bizanslılara karşı çıkmasaydı, Anadolu'nun kapılarını Türklere açmasaydı; ne Ertuğrul Gazi'nin, ne de Söğüt'ün bir anlamı kalmazdı.
Selçuklu Devleti de, Osmanlı İmparatorluğu gibi kötü dönemler geçirdi. Kötü komutanlar yüzünden büyük sıkıntılar çekti. Ancak siz yapımcı olarak örnekleri iyi seçmek zorundasınız. Neticede seyircilere aktardıklarınız, gerçek gibi akıllarda kalacak.
Kayı da bizimdir, Kınık da bizimdir. Aynı amaçlar için kim çarpışıyor ve canını veriyorsa, yurdunu terk ediyorsa o bizimdir, bizimledir ve bizdir. Selçuklular vazifesini yerine getirdi ve bayrağı Osmanlılara devretti.
2. Malum dizinin 'Muhteşem Rezalet' olarak tanımlanmasının en büyük sebeplerinden bir tanesi de, o dönemin kadın karakterlerinin dizide gösteriliş tarzı oldu. Sizin de atalarımızın kahramanlığını anlatmak varken, oba içindeki kadınların fitnesini ön plana çıkartmanız pek hoş olmamış? Bir noktadan sonra bu amacı aşmak ve rezaletin dik alası olur.
3. Diziyi İslam'da yeri olmayan şeylerle doldurmayın. Dizinin dini temelini Muhyiddin-i Arabi hazretlerine bağlamanız güzel fikir, ancak o mübarek zata farklı anlamlar yüklemenin gereği yok.
Son olarak yapımcının haricinde TRT'ye de birkaç tavsiyede bulunmak isterim. Reyting korkusunu tabii ki inkâr etmiyorum, ancak konu tarihimiz olunca devlet kanalının bu düşünceyi göz ardı etmesi gerekiyor. Seyredilmez endişesi yerini, tarihimizi ne kadar gerçekçi anlatabiliriz endişesine bırakmalı.
Kültür ve tarih hazinemizi kendi ellerimizle lekelemeyelim...
01.01.2015
Dünya öksüz ve yetim kaldı
Müslüman, Hristiyan ve Yahudi. Kim olursa olsun, hangi dinden olursa olsun Osmanlı'dan sonra öksüz ve yetim kaldı. Çünkü onlar giderken yanlarında getirdikleri tüm güzellikleri de beraberlerinde götürdüler.
Peki, Osmanlı nasıl bu kadar uzun ömürlü oldu ve küçük bir beylik iken, kültür ve medeniyetiyle üç kıtaya hükmeden imparatorluk hâline gelebildi?
Bunun birçok sebebi var ancak biri var ki; Osmanlıyı Osmanlı yapan işte odur. Ertuğrul Gazi ile başlayan ve asırlar boyunca babadan oğula geçen İslamiyete olan bağlılık. O yüzden Osmanlıyı bilmek ve anlamak istiyorsanız önce İslamiyeti anlamalısınız.
Osmanlılar, muazzam güç ve kudretlerinin yanında, günümüzde film, dizi ve yazılı medya yoluyla anlatıldığı gibi gurura, kibre, debdebeye ve insani arzulara değil, mütevazılığa, sadeliğe ve İslamiyetin emirlerine önem verdi. Gösterişten, şaşaadan uzak oldukları gibi, yerli halka; biz üstünüz, istediğimizi yaparız gibi tahakkümde bulunmadılar ve adaleti hiçbir zaman elden bırakmadılar. Fethettikleri yerlerde halka karşı o kadar adaletli davrandılar ki; onlar, kendi yöneticileri ile mukayese ettiklerinde, aradaki farkı gördüler ve kendi istekleriyle Osmanlı askerine şehri teslim ettiler.
Devletin kurucusu Osman Gazi'nin ölmeden önce oğlu Orhan Gazi'ye ettiği vasiyette de aslında İslamiyetin o güzel temeli yatmaktadır. "Sakın orduya ve zenginliğe mağrur olma! Hakiki âlim ve ariflere hürmet edip sarayında onlara yer ver. Benim hâlimi örnek al! Hiç lâyık olmadığım hâlde bunlara hürmet ettiğim için bu duruma geldim. Allahü teâlânın nice ihsanlarına kavuştum. Müslümanları ve sana itaat eden gayr-i müslim kimseleri himâye et! Devletin parasını israf eyleme, ihtiyaçların dışında harcama! Senden sonra geleceklere de aynı nasihatte bulun! Daima adalet ile hükmet!"
Babasının yolunu aynen devam ettiren Orhan Gazi, samimi bir Müslüman olarak ilme ve adalete çok önem vermiştir. O da babası Osman Gazi gibi, bu yoldan ayrılmamaları için oğullarına çok güzel bir vasiyet bırakmıştır.
"Oğul, saltanatınla mağrûr olma! Unutma ki dünya, Sultan Süleyman'a kalmamıştır. Saltanat, Allahü teâlânın dinine hizmette büyük bir fırsattır. Bu fırsatı iyi değerlendir! Ey oğul, adaletle hükmeyle! Gazileri gözet! Dine hizmet edenlere hizmeti şeref say! Fakirleri doyur. Zalimleri cezalandırmada gecikme! Adaletin en kötüsü, geç tecelli edendir. Sonunda hüküm isabetli bile olsa, geciken adalet zulümdür..."
Belki diyebilirsiniz bir Türk olarak, bir Osmanlı âşığı olarak sen elbette onları öveceksin, göklere çıkartacaksın. Peki, o zaman bir de yabancı gözüyle bakalım. Yabancı tarihçi Gibbons, Osman Gazi'yi anlatıyor: "Osman Gazi, dininde o kadar saf ve temiz idi ki, sanki büyük adaşı Halife Osman'ın ve daha evvelki halifelerin ikinci nüshası idi. Dinî gayreti ile heyecanlı olmak ve dini, hayatta en birinci ve evvelki gaye yapmak manasına alınırsa; Osman Gazi mutaassıptı yani dinden taviz vermezdi. Fakat ne kendisinin ve ne de doğrudan doğruya kendisinden sonra gelenlerin müsamahakârlığına kimse bir şey diyemez..."
Onlar gittikleri yerlere gözyaşının aksine, güzel ahlak ve adalet götürdüler. Kültür ve medeniyetlerini paylaştılar. İşte Osmanlının özü, aslı budur. Bu hususları ve İslamiyeti insaflı ve peşin hüküm olmadan incelerseniz Osmanlıyı anlayabilirsiniz. Aksi takdirde Osmanlıları tanıtacağız derken, yanlışlıkla kötülük yapmış olursunuz.
Onlar kültür ve medeniyetlerini alıp götürdüler ve dünya adaletten, merhametten ve sevgiden mahrum kaldı.
Osmanlıları tanımak ve tanıtabilmek dileğiyle...
10.01.2015
Kültür hazinesi köylerimiz nereye gidiyor?
Anadolu insanı misafirperverliği, insanlığı ve hoş sohbeti ile hep bildiğimiz gibi. Eve girdiğiniz andan itibaren artık onların şeref konuğusunuz. Eve girdiğinizde ilk önce su içer misiniz diye sorulur. Hemen arkasından yemek hazırlığı başlar. Tok olduğunuzu üst üste söylemenize rağmen, çoğu zaman kâr etmez. Pratik bir şekilde sofra yere serilir ve artık tok olsanız bile reddetmeyeceğiniz, yemeyecek olsanız da yemek isteyeceğiniz bir şekilde önünüzde sergilenmektedir güzelim yemekler. Taze sebzelerden oluşan şaheserler, bahçeden biraz önce toplanmış malzemeler ile yapılan salata ve mis gibi kokan köy ekmeği...
Yemekler yenilip sofradan kalkıldığında ise hemen tavşankanı çaylar servis ediliyor. Yemekten yeni kalkmış olsanız bile illaki çayın yanına börek, çörek bir şey konuluyor. Ne gerek vardı daha yeni yemekten kalktık denildiğinde ise "oğlum kuru kuru çay mı içilir, için kıyılır" cevabı gecikmiyor. Sonra gelsin tadına doyum olmayan çay muhabbetleri.
Hafta sonu tatilleri olmayan, izne ayrılıp memleketine gitmek gibi bir zorunluluğu olmayan ve çalışmaktan hiçbir zaman gocunmayan bir insan topluluğu. "Köy yerinde iş biter mi a oğul" düşüncesiyle sıkılmadan, üşenmeden çalışıyorlar.
Akşam, yatsı namazıyla yatağa girerler, sabah namazını müteakip koşuşturmaya başlarlar. Fakat seksenlik dede, şehirlinin elli yaşındaki adamına âdeta taş çıkartır. Bir bakıyorsunuz traktör üstünde bahçe bellemeye gidiyor, bir bakıyorsunuz elinde çapa bahçede ot temizliyor. Hepsi de hayatından memnun ve huzur dolu bir ömür geçirdiğinin idrakinde...
Gelelim işin acı olan tarafına. Bu saydığımız güzellikler artık yerini yavaş yavaş şehirleşmeye bırakıyor. Evet, bir kültür hazinesi olan ve ülkeyi besleyen köylerimiz de artık şehirleşme tehlikesiyle karşı karşıya. Köylerden göç edip, şehir hayatında boğulmayı tercih edenlerden sonra şimdi de köydeki hayatı boğma boyutuna geliyor iş.
Kahvaltı sofrasındaki taze tereyağı yerini margarine, günlük taze süt yerini pastörize süte, keçi peyniri yerini market peynirine bırakıyor.
Artık köylüler uğraşmaktansa daha az çalışıp, daha çok kazanacağı işlere yöneliyor.
Yani artık köylerde de "otomatik yaşantı mekanizması" yerleşiyor. Yetinmek, sabretmek, idare etmek ve değer vermek gibi güzel hasletler artık yavaş yavaş yerini tersine bırakıyor.
Ve diyoruz ki: "Kültür hazinesi köylerimiz nereye gidiyor?"
Köy hayatını unutmamanız dileğiyle...
23.01.2015
Eyvah! Sultan Fatih'in annesi Sırp imiş!
"Maalesef Sultan Fatih'in annesinin Sırp olması, buz dağının sadece görünen kısmı ve mesele bu kadar basit değil. Yıldırım Beyazid'in annesi Bulgar, Kanuni Sultan Süleyman'ın annesi ise Yahudi imiş.
Eyvah ki ne eyvah! Eğer biz yıllardır kendimize ecdat diye bunları bellediysek, bize yazık.
Böyle bir ecdat nasıl olabilir, bizim atalarımız dediğimiz o koca padişahların anneleri nasıl Türk değil de Sırp, Bulgar, Yahudi veya Rum olabilir. Artık bu saatten sonra biz onlara ecdat demekten imtina etmeliyiz..."
Bu, Osmanlı Padişahlarının annelerinin birçoğunun yabancı olduğunu öğrenen bir okuyucumuzun feryadının abartılmış bir versiyonu.
Görüşlerine saygı duymakla beraber, bazı önemli noktalara açıklık getirmek istiyoruz...
Bir padişahın annesi, farklı bir milletin ismi ve inanışıyla saraya gelmiş olabilir ancak sonrasında yani padişahın hanımı olduğunda artık o bir Müslümandır ve onun için geçmişinin önemi kalmamıştır. Artık ötesine, berisine bakılmaz ve koskoca Osmanlı İmparatorluğu'nun Valide Sultan'ı veya adayıdır.
Sadece padişahlara hanımlık yapmanın haricinde, Osmanlı'nın kültür ve medeniyetine sağladıkları faydaları göz ardı etmek büyük haksızlık olur. Birçoğu günümüzde bile, yaptırdığı imaretler ile ve binlerce fakir ve garibe yaptıkları yardımlarla gönüllerde taht kurmuşlardır. Aslı ne olursa olsun, onlar da her Osmanlı gibi vatanı ve devleti için elinden geleni yapmaya çalışmıştır.
Bu yüzden, saraya geldiklerinde başka dinden veya ırktan olmalarının onlar için önemi yoktu ve bizim için de hiçbir önemi yoktur.
Osmanlı Devleti bir Türk devleti idi ancak kimseyi Türklük çatısı altında birleştirmedi. Kimseye zorla böyle bir tahakkümde bulunmadı. Zaten böyle bir çaba da asla netice vermezdi. İmparatorluğun yüzyıllar boyunca ayakta kalabilmesinin en büyük sebebi, İslamiyet çatısı altında birleşilmesiydi. Müslüman olduktan sonra Türk, Kürt, Çerkez veya başka bir milletten olması hiçbir zaman önem teşkil etmedi hiçbir zaman.
Jön Türkler'in Osmanlının son zamanlardaki çabalarının ise nasıl kötü sonuçlar doğurduğu ortada. Koskoca devlet Türkleştirme sevdasıyla darmadağın oldu.
Çatının İslamiyet olduğunu söyledik ama şunu da belirtmek gerekir ki; hiçbir zaman diğer dinlere mensup olan vatandaşlarına da eziyet etmedi. Her zaman adalet ile davrandı. Onların ibadet etmelerini mani olmadı ve mabetlerini yıkmadı. Şu an modern dediğimiz dünyada bile olmayan, inanç özgürlüğünü o yıllarda sağladı.
İşte bu yüzden bir önceki yazıda belirttiğimiz gibi Müslümanı, Yahudisi, Hristiyanı veya Türkü, Kürdü, Çerkezi öksüz ve yetim kaldı. Bu sebeple dünya bir daha eskisi gibi asla olamaz ta ki; Hazreti Mehdi gelene ve İsa aleyhisselam ile zaferden zafere koşana kadar...
............
Not 1: Valide Sultan'ların eserleri ve yaptıkları işler ile detaylı bilgilere, İbrahim Pazan Bey'in Padişah Anneleri-Eserleriyle Valide Sultanlar isimli kitabından ulaşabilirsiniz.
Not 2: Fatih Sultan Mehmet Han'ın annesi Hüma Hatun'dur ve Sırp değildir Candaroğulları Beyliği'nden gelmedir. Kanuni Sultan Süleyman Han'ın annesinin adı ise Ayşe Hafsa'dır ve Kırım Hanlığı'ndan gelmedir.
05.02.2015
Şehzade'den Papa'yı şaşkına çeviren cevap!..
Son yüz yıldır niyetlerinin kötülüğünde şüphe etmediğim bazı insanlar Osmanlı'yı ve özellikle padişahları kötü göstermek için fırsat kolluyorlar. Onların dini istismar ettikleri, saray içindeki yaşantılarının İslamiyet'e muhalif olduğunu bile söylüyorlar. Bu haftaki yazıda bahsedeceğimiz Cem Sultan'ın çilelerle dolu serüveni bunlara cevap olarak yetişir.
Fatih Sultan Mehmet Han'ın küçük oğlu olan ve ömrünün büyük bir kısmı sürgünlerde geçen Şehzade Cem'in hatalarla dolu kararlar silsilesi, babasına vekillik yapmak için İstanbul'a gelmesiyle başlar aslında.
Babasının Otlukbeli'nde yenildiği dedikodusuna aldanan şehzade, divanı toplama kararı alır ve bir nevi padişahlığını ilan eder. Uzun zaman kendisinden haber alınamamasına rağmen savaştan zafer kazanarak dönen Sultan II. Mehmed ise bu duruma çok üzülür. Oğlunun aklını çelenleri cezalandırmakla beraber, Şehzade Cem'i de Karaman-Konya valiliğine atar...
Fatih Sultan Mehmed vefat ettiğinde ise işler daha da kızışır. Çünkü İstanbul'da iki paşa ki birisi Sadrazam, kendi tuttukları şehzadeye haber gönderme telaşındadır. Çünkü tahta ilk kim ulaşırsa onun olacaktır. Geç kalan şehzade için ise durum malumdur.
Nitekim Sultan II. Mehmed'in meşhur Kanunnâme'sine koydurttuğu "Her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola karındaşlarını nizâm-ı âlem için katletmek münasiptir. Ekser ulemâ dahi bunu tecviz etmişlerdir..." hükmü neticesinde boğdurulacaktır.
Aslında Şehzade Cem'in padişah olması beklenmektedir çünkü Sadrazam Karamani Mehmed Paşa, onu tutmaktadır. Fakat Şehzade Bayezid herkesi şaşırtır ve hızlı bir yürüyüşle İstanbul'a gelerek tahta oturur. Artık şehzade Cem'in önünde iki ihtimal vardır. İsyan etmek veya ağabeyi Bayezid'e biat ederek merhametine sığınmak.
İlk başlarda onun da kararı bu yönde olsa da, etrafındakilere kanarak ağabeyinin gönderdiği Ayas Paşa'nın ordusuna karşı durur ve Bursa'da padişahlığını ilan eder.
Ama karşısında koskoca Osmanlı Devleti vardır Bayezid'in kardeşini mağlup etmesi kaçınılmazdır. Yenik, yaralı ve yorgun Cem, Memlükler'e sığınmak zorunda kalır. Kahire'de bir sultan gibi karşılanır. Gösterilen bu itibar sebebiyle cesaret bulur ve tekrar ayaklanır. Her teşebbüs sonrası hüsran ise bir öncekine göre daha fazladır.
Artık yenildiğini ve teslim olması gerektiğini düşünür ama fitne peşini bırakmaz. Bu sefer Karamanoğulları Beyi Kasım'a kanar ve Rumeli'ye geçip oradan hareket etmeye ikna olur. Bunun için Rodos Şövalyeleriyle anlaşır ve bir daha ayak basamayacağının farkında olmadan Osmanlı topraklarından ayrılır...
Rodos adasında Rumeli'ye geçmek için gün sayarken, kendisini hükümdar gibi karşılayan şövalyelerin başı Pierre d'Aubusson ise farklı düşünceler içindedir. Şehzade'nin bu düşünceyi fark ettiğinde ise iş işten geçmiştir ve artık Hristiyan dünyasının çok değerli bir tutsağı hâline gelmiştir.
Fakat şövalyeler de onu orada çok fazla tutamazlar. Çünkü Sultan Bayezid'in tehdidi günden güne artmaktadır. Artık adanın bile güvenliği tehlike altındadır. Bu sebeple yine yollara düşer ve Fransa'ya gönderilir. Bu büyük kozun Fransa'nın eline geçmesini istemeyen Roma ise onu Rodos Şövalyelerine kaçırtarak, Roma'ya getirtir. Artık ipin ucu başkalarının elindedir ve nereye çekilirse oraya gitmektedir.
Roma'da ise onu derinden sarsacak bir teklif beklemektedir. Papa Innocentius Octavus büyük bir orduyla birlikte Avrupa'nın başına geçmesini ve ağabeyi Bayezid'den intikamını almasını sağlayabileceğini ama bir tek şartının olduğunu söyler. Şartı ise çok ağırdır:
"Roma'da yeniden doğduğunu açıklayacaksın. Hazırlattığım bildiriyi imzalayacaksın. Hristiyan bir asilzade olarak bundan sonra Papalığın himayesinde hilale karşı haçın zaferi için savaşacaksın!.."
Saltanat için, devletin başı olabilmek için ve ağabeyini yenebilmek için imanından vazgeçmek! Ama o bu yola ağabeyinden intikam almak için veya saltanat gailesi için çıkmamıştı. O bu yola Allah ismini daha da ileriye, sancağı daha da yükseğe taşımak için çıkmıştı. Cevabı da buna uygun oldu:
"Papa efendi. Sen bizden bedel değil, ruhumuzu da istiyorsun. Taht için sultana başkaldırdık diye, imanımıza da isyankâr olacağımızı düşündüysen büyük bir hata etmişsin. Hâlbuki ben dinimi, Osmanlı memleketi için değil, bütün dünya saltanatı için bile vermem!.."
Şehzade Cem'in bu cevabı Papa'yı şaşkına çevirdi çünkü onlar tam aksini bekliyordu. Saltanat için imanından vazgeçmesini bekliyorlardı. O gün her şeyin para olmadığını ve gayenin farklı olduğunu en güzel şekilde anlamış oldular.
Aslında bu cevap Papa'nın nezdinde Avrupa'ya atılan bir tokat oldu. Gerçek bir Müslümanın para, saltanat, şöhret yani dünyalık için asla dininden vazgeçmeyeceği net bir şekilde anlaşılmış oldu.
Bu kıssa; bırakın bir padişahın, mağlup olmuş ve hayattan ümidini kesmiş bir şehzadenin bile İslamiyet'e ne kadar bağlı olduğunun büyük ispatıdır. Ancak bir noktayı da belirtmeden yazıyı sonlandırmak hoş olmaz.
Bütün bunlara rağmen, ne kadar iyi olursa olsun, ne kadar üstün yetenekleri olursa olsun neticede Cem, Osmanlı Devleti'ne karşı isyankâr olmuştur. Bu hareket, Osmanlı Devleti'nin bir müddet elinin kolunun bağlanmasına da sebep olmuştur. Bu, zarar olarak yeter de artar bile...
.....
Not: Şehzade Cem'in hüzünlü sürgün hayatı yine bir sürgün esnasında, Roma'dan Fransa'ya giderken 1495'te son buldu. Ölümü ile ilgili birçok söylenti olmasına rağmen, hangisinin doğru olduğu bilinmemektedir.
Fransa kralı sekizinci Charles ile ilk görüşmelerinde yanlarında bulunan Sanuto, Cem Sultan'ın müthiş bir harb adamı olduğunu anlayarak; "Bu Şehzâde'nin Osmanlı tahtına geçmeyişi, Hıristiyan âlemi için Allah'ın bir lütfudur" demekten kendini alamamıştır. Ancak Şehzade Cem padişah olsaydı, bu dünya Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman gibilerini de görür müydü, bilinmez!..
20.02.2015
Devlet olmanın yolu Karacahisar'dan geçer
Babasının vefatından sonra beyliğin başına geçen ve hızlı bir şekilde fetih faaliyetlerine başlayan Osman Gazi'nin önünde önemli bir adım vardır. Tamam veya devam niteliğinde olan bu karar, artık yeni bir kimlik arayışı içinde olan Kayı aşireti için büyük önem taşımaktaydı.
Karacahisar ise tarihî bir döneme ev sahipliği yapacağından habersiz, yeni sahiplerinin becerikli ellerinde mamur olmanın keyfini sürüyordu. Osman Gazi'nin Karacahisar'ı almasının üzerinden 11 yıl geçmiştir. Yıl 1299 olmuştur. Köhne Rum beldesi artık mescitleri, mektepleri, çarşıları ve çevreden gelenlerin oluşturduğu büyük pazarıyla o bölgenin merkezi haline gelmişti.
Ancak beldenin idari anlamda da mamur olması gerekiyordu. Osman Gazi'nin silah arkadaşı, derin âlim ve aynı zamanda bacanağı olan Dursun Fakih bu eksikliğin farkındaydı ve bir gün Şeyh Edebali'ye konuyu açtı.
Verilen cevap, talebesi ve damadı da olsa beye olan bağlılığın en güzel cevabıydı âdeta:
"Oğul, bizimkisi gönül işidir. Senin dediğin ise devlet işidir. Amma dediğin de çok önemlidir. Varıp Osman Gazi Beyi'mize durumu anlatıp, çözüm bulmasını dileyelim."
Dursun Fakih'in bu konuda düşünceleri olsa da hocasının lafı ikiletmeden beraberce Osman Gazi'nin huzuruna çıktılar. Muhabbetler edildi, şerbetler içildi ve durum izah edildi. Konunun ehemmiyeti münasip bir dille anlatıldı. Osman Gazi, konu ile ilgili Dursun Fakih'i görevlendirdi ve ne yapılması gerekiyorsa yapılmasını emir buyurdu.
Buyurdu buyurmasına ama bu söze Dursun Fakih'in itirazı vardı. Şeyhinin dediği gibi bu konu devlet işiydi ancak Sultan dururken Bey'in sözü olamazdı. Çünkü Sultan aynı zamanda Müslümanların emiriydi. Şu anda da Selçuklu Devleti'nin topraklarında olduklarına göre başka türlü olmasının ihtimali de yoktu.
Bir İslam âliminden beklenen yorum ve itiraz böyle olmalıydı işte. Osman Gazi, Dursun Fakih'in bu sözlerine sevindi ve dinine olan bağlılığından dolayı şükretti. Ancak kendisinin de iki çift lafı vardı. Çünkü artık vakit devlet olma ve altı asırlık bir imparatorluğun ilanının vaktiydi.
"Beni iyi işit bre Fakih. Doğru dersin güzel dersin. Şeyhim Edebali ile konunun çözümünü istersin. Ben de size çözümü belirtirim. Ama dersin ki bu Sultan işidir, bey işi değildir. O zaman da derim ki; bu şehri ben kendi kılıcımla aldım. Bunda sultanın ne dahli var ki ondan izin alayım? Ona sultanlık veren Allah bana da gaza ile hanlık verdi. Eğer minneti şu sancak ise ben kendim dahi sancak kaldırıp düşmanlarla uğraştım. Eğer o, 'Ben Selçuk hanedanındanım' derse ben de Gök Alp oğluyum derim. Eğer bu ülkeye ben onlardan önce geldim derse, Süleyman Şah dedem de ondan evvel geldi. Bu sebeple Sultan sözü benim sözümdür. Öyle ki; seni bu vilayete kadı tayin eyledim. Burada düzen de dirlik de sensin. Ben seni bilir, seni bulurum. Ayrıca önümüzdeki cuma günü de büyük camide cuma namazı için toplanıp imamete geçesin. Hutbede dahi bizim ismimizi söyleyip Cuma namazı kıldırasın..."
Bu konuşma, Kayı Aşireti'nin artık bir adım daha ileriye, beylikten farklı bir duruma ulaştığının işaretiydi.
Dursun Fakih, ilk cuma günü büyük camide hutbeye çıktı ve Allahü tealaya hamd, Resulüne salevat, âline ve Eshâbına duadan sonra; Osman Gazi'nin adını zikretti. Sonrasında ise tüm Müslümanlarla beraber cuma namazı kılındı. (1299)
Artık Ertuğrul Gazi'nin ufak aşireti, koca bir devlet ve sonrasında ise bir Cihan İmparatorluğu olma yolundaydı...
02.03.2015
Ethem Bey (Çerkez) neye ve kime göre vatan haini?
Osmanlı İmparatorluğu'nun bilerek kapalı tutulmuş birçok meselesi gün yüzüne çıkmaya devam ediyor.
Abdülhamid Han, "Kızıl Sultan" diye anılması sonrasında artık hayırla yâd edilmeye başlanırken, Vahdeddin Han için ise vatanı sattı iddialarıyla başlayan Cumhuriyet tarihimiz, günümüzde yerini farklı düşüncelere bırakıyor.
Vatanı kendi evladı gibi gören ve üstüne titreyen padişahlar ile ilgili asılsız suçlamaları maalesef yazmakla bitiremeyiz. Peki, samimi olarak vatana hizmet ettiğini düşünen ve işin aslının öyle olmadığını fark ettiği için hain yaftasıyla damgalanan yüzlerce vatanperver Müslüman ne olacak?
Gerçi, Padişahına bunu yapan, onlara ne yapmasın ki?
Evet Ethem Bey'den, herkesin bildiği ve yıllardır hain mi değil mi diye tartışmalara konu olan ama bir türlü ne olduğu belli olmayan ve durumu her kesime göre değişen Çerkez lakaplı Ethem Bey'den bahsediyorum.
Bu hafta farklı bir yol izleyerek, bundan sonraki satırları yorum yapmadan, sadece olanı biteni anlatarak devam ettireceğim.
Bu satırları okuduktan sonra hain mi, değil mi, siz karar verin.
- Kurmuş olduğu kuvvetlerle işgalci kuvvetlere karşı büyük bir direniş örneği sergiledi.
- Ankara Hükümeti tarafından kendisine Kuvayi Seyyare Umum Komutanı rütbesi verildi.
- Menderes Nehri önünde Yunan ilerleyişini durdurdu ve işgal altında olmayan yerlerde düzen ve dirliği sağladı.
- İşgalcilere karşı vermiş olduğu mücadele sebebiyle "Milletin Yıkılan Gururunu Tamir Eden Adam" diye anıldı.
- Ankara Hükümeti tarafından görevlendirildiği 1. ve 2. Anzavur, Bolu, Düzce ve Gerede isyanlarını başarıyla bastırdı.
- Ankara'ya yürüyen Kuvayi Inzibatiye kuvvetlerini yenilgiye uğrattı.
- Çapanoğlu İsyanı'nı günler süren kanlı çatışmalar sonrasında bastırdı
- Meclis'te yaptığı konuşma "Milli Kahraman" ve "Milletin Kurtuluş Umudu" nidaları ile kesildi.
- Bursa, Balıkesir ve Uşak'ı işgal eden Yunan kuvvetlerini bozguna uğrattı.
Bunlar hain ilan edilmeden önce yaptıkları. Fazlası illaki vardır ancak sadece önemli olanlarını sıraladım.
Peki, neden hain ilan edildi veya hain ilan edilmesine sebep olarak gösterilen olaylar neler. Lütfen dikkatlice okuyup üstteki maddeler ile karşılaştırınız.
- Yunan taarruzuna rağmen, kendisini isyan bastırmak üzere farklı bir yere yönlendirmeye çalışan Ankara Hükümeti'ni fırçaladı.
- İsyana göz yumduğunu düşündüğü Yozgat Mutasarrıfı'nın yargılanması için Yozgat'a gönderilmesini istedi. Ankara Hükümeti tarafından isteğinin geri çevrilmesi sonrasında "Hakikat ve adalet üzerine bina etmek iddiasıyla kurmaya çalıştığınız yeni düzen daha şimdiden iltimas ve adam kayırıcılık yaparak büyük bir yara almıştır" mealinde bir telgraf çekti.
- Topal Osman'ın kendisine suikast yapacağı haberini aldığı için Ankara Hükümeti'nin isteği üzerine Bilecik'e gitmedi ve karargâhı Kütahya'ya döndü.
- Nasihat heyeti ile görüşme yaparken üzerine ordu gönderilmesi üzerine Meclis'e "Millet sefalet içinde türlü fedakârlıklarla hürriyet savaşı verirken sizler maaşlarınızı arttırmaktan başka ne yaptınız?" mealindeki telgrafı çekti.
Sonrasında ise Ankara Hükümeti tarafından bu telgrafa istinaden iki oy farklı Meclis tarafından "Hain" ilan edildi ve bertaraf edilmesi için üzerine iki ordu birden gönderildi.
Buna rağmen aksi bir tavır içine girmedi ve emrindeki kuvvetleri dağıttı. Yanına az bir kuvvet alarak geri çekildi. Önce Avrupa'ya sonrasında ise Ürdün'e geçti. 1948 yılına kadar sürecek olan sürgün hayatı da böylece başlamış oldu.
Lozan hezimeti sonrasında "150'likler" grubuna dâhil edilen Ethem Bey, 1938 yılında çıkarılan affa rağmen "Adil yargılanma hakkı verilmediği sürece affedilmeyi kabul etmiyorum" diyerek geri dönmeyi kabul etmedi. Ölene kadar tek odalı kerpiç bir binada tek başına hayatını sürdürdü.
Ethem Bey ile ilgili bilgiler bu şekilde...
Gelelim en önemli soruya...
Ethem Bey (Çerkez) gerçekten vatan haini midir? Yoksa vatan kahramanı mıdır?
Karar sizin...
Not: Vatan haini ilan edilene kadar Ethem Bey diye anılması, sonrasında ise etnik kimliğine özellikle vurgu yapılmak istenircesine Çerkez Ethem diye anılması da ayrı bir soru işaretidir. Yoksa Ethem Bey üzerinden Türkiye Çerkezleri de mi cezalandırılmak istenmişti?
17.03.2015
Hilafetin merkezi nasıl kumarhane oldu?
Osmanlı İmparatorluğu'ndan Cumhuriyet'e kalan ve yağmalanan birçok miras gibi, birbirinden güzel saraylar da aynı akıbete uğradı.
Dolmabahçe Sarayı devlet tarafından kullanılırken, Topkapı ve Beylerbeyi sarayları ise müze olarak kullanılmaya başlandı. Beşiktaş Anadolu Lisesi, Galatasaray Üniversitesi, Ziya Kalkavan Anadolu Deniz Meslek Lisesi ve Kabataş Lisesi gibi eğitim kurumları o dönemden kalma sarayları hâlâ kullanıyor. Bu yapılar yine de şanslı sayılır. Neden mi? Çünkü geride kalan diğer saraylar, koruma altına alınmadığı gibi, usulüne uygun olmayan şekillerde kullanıldı ve bir kültür yok oldu.
Saman deposu ve ahır gibi insanın içini acıtacak amaçlarla kullanılan birçok yapının yerinde yeller esiyor. Bunların içinde en çok üzücü olan olay ise Abdülhamid Han'ın devleti yönettiği ve İslam âlemi için büyük önem taşıyan Hilafet'in merkezi olan Yıldız Sarayı'nın başına geldi. Âdeta eski kullanım amacından intikam alınırcasına kumarhane yapıldı.
Dönemin İstanbul Belediye Başkanı Operatör Emin Bey zamanında gerçekleşen bu hazin olay için, birileri devreye girer ve köşk bir şekilde belediyeye yani Emin Bey'e devredilir. Adı da hazırdır "Yıldız Belediye Gazinosu".
Binayı işletmek için can atan Fransız, Alman ve İtalyan şirketler arasında ihale açan belediye, işletme ruhsatını âdeta yabancılara peşkeş çeker ve köşkün işletme hakkı 30 bin liraya Mario Serra adlı İtalyan bir tüccara verilir.
Böyle bir merkezin kumarhane yapılmasına halk büyük tepki gösterir ama nafile. Hemen ona da bir bahane uyduruverirler. "Köşkü harap olmaktan kurtarmak", "Türkiye'ye gelen yabancılara hizmet vermek" gibi basit sebeplerle mevzunun üstü kapatılmaya çalışılır. Hatta daha da ileri gidilerek, Cumhuriyet gazetesinin 28 Eylül 1926 tarihli nüshasında "Sultan Hamid'in garip ve hasta zevki gazino yapıldıktan sonra, pek cazip bir manzara arz etmeye başladı" şeklinde haber yapılır.
Gazete, haberinin devamında ilginç ayrıntılara da yer vermeyi ihmal etmeyerek, âdeta rezilliklerini belgeler. "Sarayın en mükellef ve muazzam salonu kumar salonu haline kalp edilmiştir (çevrilmiştir). Hususi bir kulüp mahiyetinde olan bu salonun resm-i küşâdını (açılışını) bizzat Dâhiliye Vekili Cemil Bey ile Şehremini Muhiddin Bey yaptılar. İlk oyunu Şehremini Bey oynadı ve kaybetti. (Emin Bey oynasaydı, talihi yaver bir zat olduğu için mutlaka kazanırdı.)"
Kısa zamanda büyük bir üne kavuşan kumarhaneye öyle herkesin girmesi mümkün olmadığı gibi, sıradan halk buranın yakınına bile yaklaşamıyordu.
Pera Caddesi'nin ünlü mağazalarının sahipleri, Galata bankerleri yani sosyete ve yönetime dalkavukluk yapan zevatlar için ise kapı sonuna kadar açıktır. Girişi 50 kuruş olan gazinonun yapılmasındaki amaç görünürde batılılaşma, modernleşme saçmalığı olsa da, esas amaç ülkeyi ziyarete gelen yabancıların gönlünü hoş tutmak, İstanbul'u Monaco, Las Vegas gibi zenginlerin zevk ve sefa içinde eğlendiği bir şehir haline getirmek.
Bu ve buna benzer rezaletler gerek tarihin, gerekse de maddi ve manevi değerlerin ne denli hiçe sayıldığını gözler önüne sermekte. Egemenliğin millete ait olduğundan bahsedilen bir dönemde, egemenliğin aslında kimin elinde olduğu da açık şekilde görülmektedir.
Gelelim bu gazinonun nasıl kapatıldığına. Açıldıktan bir yıl sonra, İtalyan tüccarın anlaşması feshedildi. Kumarhane olarak kalmasındansa, çürümeye terk edilmesi evla oldu.
Peki, bu olay nasıl oldu? Sizce, maddi veya manevi duyguların depreşmesi, tarihî değerlerin fark edilmesi olabilir mi? Hayır ama keşke öyle olsaydı. Kapanma sebebi, açılma sebebi kadar trajikomik!
Olay, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'in yakın dostu Salih Bozok'un burada yüklü bir miktarda para kaybetmesiyle başlıyor. Vaziyet Paşa'ya intikal edince, yani Bozok tarafından şikâyet edilince, Mario Serra'nın anlaşması feshediliyor ve zamanında Alman İmparatoru II. Wilhelm ve görkemli konukları ağırlayan Şale Köşkü uzun zaman sürecek bir sessizliğe böyle bürünüyor.
İşte biz kültür miraslarımıza böyle sahip çıktık. Yetmedi üstüne bir de övündük. Medeniyetlerin merkezi olan bir şehri, bir harabeye çevirdik.
26.03.2015
Almanlar yenildiği için mi yenildik?
Bu sözler aslında İttihatçıların savaşın sorumluluğunu gizleme ve suçlarını başkalarına atma çabasıdır. Yeni devleti kuran kadronun da önemli bir kısmının İttihatçı geleneğinden gelmesi, Cumhuriyet döneminde de aynı görüşün sıkı sıkıya benimsenmesine sebep olmuştur.
Aslında Osmanlı Devleti'nin yenik sayılmasına ve aynı zamanda koca devletin sonunun başlangıcına sebep olan şey bir mütarekedir. Evet, 1. Dünya Savaşı sonrasında, Osmanlı Devleti ile İtilaf devletleri arasında imzalanan Mondros Mütarekesi'nde bahsediyorum.
25 maddeden müteşekkil, Ahmet Emin Bey'in imzaladığı ve "ıstıraplı felaket" olarak tanımladığı mütareke. Aslında bu imzayla Osmanlı Devleti, fiilen de tasfiye sürecine girmiş oldu.
İhtilaf devletleri diye bahsedilir ama aslında işin gerçeğine bakıldığında muhatap sadece İngilizlerdir ve gerisi tamamen teferruattan ibarettir.
Düşünün ki bir devlet İngilizlerin insafına ve merhametine kalmış. Eyvah ki, ne eyvah! Bunu Kazım Karabekir ve Rauf Bey de açıkça belirtmekten kaçınmamışlardır. Rauf Bey'in yorumu durumu net olarak ortaya koymaktadır.
"Mütarekenamenin şartları ağırdır. Bununla beraber onları yerine getirmeğe sadakatle çalışacağız. İngiliz devlet ve milletinin imzalarına sadık, vaatlerine vefakâr olduklarına itimadımız vardır. Bu inanç, üzerimize düşen ağır vazifeyi yapmakta bize cesaret verdi..."
Peki, Osmanlı için sonun başlangıcı olan bu mütareke, İngilizler için neden bu kadar önemliydi ve niye bunun üstüne bu kadar düşüyorlardı?
Önce görünen önemli sebeplerinden bahsedeyim. Birincisi, sadece İngilizler için değil, tüm dünya için stratejik önem taşıyan boğazların kontrolü. Ayrıca 7. ve 24. maddeyle, tehlike durumunda stratejik noktaların işgalinin meşru hale getirilmesini de unutmayalım. Gerçekten de insaflarına kalınmış.
Ayrıca Osmanlı askerleri terhis edildi ve telsiz, telgraf haberleşmesinin kontrolü de ihtilaf devletlerinin eline geçti.
Tuhaf olan ise; hükümet ve diğer çevrelerde esen iyimser havaydı. Mesela Ahmet İzzet Paşa hükümeti, Mondros'u "ehven bir mütareke" şeklinde yorumlarken, sonucu ise iyimser bir havada karşılamıştır.
Hariciye Nazırı Mehmet Nabi ise "Osmanlı Devleti'nin hükümranlık hakları ihlal edilmeyecek çünkü mütareke hükümleri nispeten mülayimdir" demekten geri kalmaz. Harbiye Nezareti müsteşarı olan İsmet Bey'in yorumu da İstanbul'daki resmi görüşlerden farklı değildi. Hatta daha olumlu bir havaya sahipti.
Ayrıca Suriye cephesinden dönmüş olan Mustafa Kemal de Vakit gazetesine verdiği mülakatta, İngilizlere karşı uzlaşmacı bir tavır izleyerek, Britanyalıların iyi niyetlerinden asla şüphe etmediğini açıkça belirtmiştir.
Ne yazık ki; bu iyimser hava, kamuoyunda da hâkimdi. Mesela Tasvir-i Efkâr gazetesi, ilk sayfasında etrafı çiçeklerle süslenmiş, üstünde güneş doğan mütareke temsiliyle ülkeye getireceği barış, huzur ve güneş gibi aydınlığın hayalini resmetmişti.
Ancak İngilizler bu mülayim havadan hiç hoşnut değillerdi. Çünkü herkesin iyimser tavrının arkasında, savaşın sonlanmasından dolayı bir sevinç ve eski günlere geri dönüş umudu vardı. Onların yıkmak istediği ise aslında bu düşünceye sebep olan birlik ve beraberlikti.
Osmanlı Devleti'ne karşı uygulamış olduğu bu ağır dayatmaların, ders vermek istediği diğer devletler tarafından algılanmayacağını düşündüler. Çünkü Osmanlı'nın ve İslamiyet'in en büyük düşmanı olan İngilizler, aslında halifenin başında bulunduğu İslam Birliği'nin düşmanıydı. Sömürgesi altında bulunan devletlerin çoğunluğunun Müslüman olması ve her fırsatta bu birlik sebebiyle birtakım siyasi hareket ve isyanlara kalkışmaları bu anlamda onları ürkütüyordu. Mütarekedeki ağır şartlar, diğer ülkelere de siyasal ve psikolojik anlamda gözdağı vermeliydi.
Bu gözdağıyla İslam Birliği'nin dağılması ve parça parça olması ise mütarekenin arkasında yatan ve görünmeyen en önemli sebebiydi.
Osmanlı Devleti'ni siyasi ve askerî açıdan teslim almaları gerekiyordu. Fakat bu mülayim hava istedikleri neticeyi elde etmelerine engel oldu. Bu da onları Musul, Batum ve İstanbul gibi stratejik yerlere yoğun bir şekilde işgal hareketi başlatmak zorunda bıraktı. Mütarekenin ve sonrasındaki işgalin tek olumlu yönü olarak, milli mücadelenin miladını oluşturduğu belirtilmektedir.
Neticede bir yabancı devletin (Almanya) teşvik ve tahrikiyle girdiğimiz bir savaştan, yine yabancı devletlerin oluşturduğu (İngiltere, Fransa, İtalya) askeri bir grubun zorlamasıyla, Mondros Mütarekesiyle çıkmış olduk.
Yani biz, Almanlar yenildiği için değil, İngilizlerin yüzyıllardır yapmış olduğu planlar meyvesini verdiği için yenildik. İslam Birliği'nin yani Hilafetin gücünden ölümüne korktukları için dayattıkları Mondros Mütarekesi yüzünden yenildik.
02.04.2015
Alfabenin değiştirilmesiyle bir medeniyet cinnete sürüklendi
20. yüzyıl birçok devrime şahitlik etti. Her şeyin eskisi bir kenara atıldığı dönemler yaşandı. Bunların içinde en büyük zarara uğrayan ve âdeta bir soykırıma maruz kalan ise Türkçe olduğu çok aşikâr.
Hiçbir dil böylesine tam teşekküllü bir kıyıma maruz bırakılmazken, bir anda bin yıldır kullanılan ve artık medeniyetimizin iliklerine kadar sinmiş olan alfabemiz yasaklanıverdi.
Latin harfleri millilik kılıfı altında göklere çıkartılırken, Arabi harfler zorluğundan dem vurularak Türkçenin yazılması uygun değil bahaneleriyle ötelendi. Eğer bir alfabenin milli olmasının ölçüsü, Türkler tarafından kullanılmasıysa, Arabi harflerin de bin yılı aşkın süre kullanılması sebebiyle, bize ait olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Medeniyetleri inşa edenler, her zaman kültürlerine ve inanışlarına yakın olan dilleri esas almıştır. Mesela Batı'da kök dil olarak kabul edilen Latince kullanılırken, Osmanlılar'da ise Arapça kullanıldı. Bu bir medeniyetin tercihiydi ve bu kelimeler artık Arapçaya ait olmaktan çıkıp, yeni bir medeniyetin temelini oluşturmuştu.
Buna en güzel örneği ise Türk edebiyatının en büyük isimlerinden olan Ömer Seyfettin'in "Mahcupluk İmtihanı" isimli komedisinden verebiliriz.
Kitapta, Bîcan Efendi'nin dil bilgisini sorgulamaktadır. Türkçeden başka dil bilip bilmediğinin cevabı ise "Kuş Dili" şeklindedir. "Peki, yazısı da var mı?" diye sorulduğunda ise gelen cevap, Arabi harflerin ne denli Türkçeleştiğinin ve millet tarafından nasıl benimsendiğinin en büyük ispatıdır. "Türkçe harflerle de yazılır, Latin harfleri ile de."
Ama maalesef dilin milletimize ve medeniyetimize mal olması hiç umursanmadı. Düşünmek için bile ona muhtaç olduğumuz gerçeği ne yazık ki göz ardı edildi. Fütursuzca yapılan değişiklikler, düşüncemizi etkilemekle kalmadı, aynı zamanda toplum hayatını da derinden etkileyerek, yıkıp geçti. Bir milletin hafızası dilidir ve onun kaybı insanları kitleler halinde ruhsuzluğa iter.
Siz bin yıldır kullanılan bir dili ve kelimeleri kaldırıp yerine öncesi olmayan bir dili ortaya çıkartırsanız, dil ile inşa edilen edebiyata, ilmi ve fikri faaliyetlere büyük darbe vurmuş olursunuz ve bunların gelişmesi sınırlı ufuklara kalır. Bugün Ömer Seyfettin, Necip Fazıl Kısakürek, Peyami Safa ve buna benzer güçlü kalemlerimizin olmamasının temel sebebi de budur.
Peki, dili, kültürü, değerleri ve medeniyet unsurları yok edilirken milletimiz neredeydi ve gerekli tepki neden gösterilmedi diyebilirsiniz.
Cevap olarak bakıldığında, bu yıkımın milliyetçilik maskesi altına saklandığını ve "Öztürkçeleşme" faaliyeti olarak gösterilmeye çalışıldığını görebilirsiniz. Yüzlerce yıl içinde teşekkül eden dilimiz, müdahale ve baskılarla doğal mecrasından çıkarıldı.
İşin en acı tarafı ise bu uygulamalar, geliştireceğiz dedikleri Türkçenin fakirleşmesine ve sonrasında yabancı kelimelerin medeniyetimizin üzerinde egemenlik sağlamasına yol açtığını, dilimizin şu anki halinden görebilmek mümkün.
Dilin kıymeti ancak dengi ile anlaşılır o düzeyde tasvir edilebilir. Sizin ifade gücünüz ne kadar kuvvetliyse, kendinizi yabancı birisine anlatmanız da o kadar kolay olur. Ancak bu şekilde ortaya güzel bir tercüme çıkartabilirsiniz. Maalesef "Öztürkçe"miz artık İngilizcenin derinliğini ve niteliğini karşılamaya kâfi gelmiyor.
J.W. Redhouse'un 1890'da basılan "Kitab-ı Meani-i Lehçe (A Turkish and English Lexicon) günümüze kadar basılan en kapsamlı sözlüktür. 1950'de yeniden basılan ise 60 yıl geçmiş olmasına rağmen kelime genişliği bakımından neredeyse ilkinin yarısına ulaşılabilmiştir.
En son 1990'da hazırlanan Çağdaş İngilizce-Türkçe Redhouse sözlüğü ise günümüzde kullandığımız dilin ne kadar daraldığını ayan beyan ortaya koymaktadır.
Şemseddin Sami'nin 20. Yüzyılın başında yayınlanan Kamus-ı Türki'sinde yani el sözlüğünde 30 bin civarında kelime varken, Dil Kurumu'nun hazırladığı ilk genel Türkçe Sözlük'te ise kelime sayısı 15 bin civarında kaldı. Birisi okul için hazırlanan, diğeri ise genel Türkçe sözlük. Durumun vahametini açıklamaya ihtiyaç yok.
Peki, Türkçe diğer dillerin aksine neden kapasite anlamında sürekli geriye doğru bir gidiş örneği sergiledi. Çünkü dilin gelişimi tabii seyrine bırakılmadı. Bu denli zarar vermesine rağmen, eğer medeniyetin akışına bırakılsaydı, belki durum bu kadar kötü olmazdı.
Gelinen noktada elimizde etnik temizliğe maruz bırakılan kelimelerle birlikte sentetik, sonradan oluşturulmuş ve zihni melekelerimizi sekteye uğratan, derinliksiz, ifade imkânı kısıtlı bir dile mahkûm edilmiş durumdayız.
Kısacası medeniyet hâlâ cinnet geçirmeye devam ediyor...
30.04.2015
"Dil Devrimi"nden maksat, "İslam Birliği"ni yıkmak mıydı?
Devrim yapmanın, doğru dürüst araştırma yapmadan eskisini kaldırdım, yerine bunu koydum demekle olmadığını hepimiz yaşayarak görüyoruz. Hele hele bu Avrupaileşmek adı altında Fransız, Alman ve İngiliz melezi bir yapıyla yapılmaya kalkılırsa, kendi medeniyetimize ters düşer ve bir müddet sonra devrim kendini devirir.
Harf veya dil devrimi için de aynı şeyler geçerli. Dil ve kelimeler değiştirilirken rastgele bir davranış tarzı sergilenmemeli. Tarih içinde kazanılan anlamlar, cümle içindeki ağırlıklar, ifade derinlikleri, hassasiyet belirten yönleri ve o anki duruma göre söylenmiş şekilleri mutlaka dikkate alınmalıdır. Bunun haricindeki her türlü uğraş beyhudedir. Şunu da unutmamak gerekir ki; bir kelime ne kadar uzun kullanılırsa o kadar mana genişliği ve derinliği artar.
"Onur" kelimesi alınıp, "Şeref, Haysiyet, Namus, İzzet" gibilerinin yerine konulursa, üstüne üstlük bu Fransızcadan devşirerek yapılırsa, o kelimenin derinliğinin veya mantığının köküne dinamit koyup patlatmış olursunuz. Nitekim öyle de oldu.
Rumeli, Kafkasya ve Doğu Anadolu'da yani Osmanlı Devleti'nin yıkılmasından sonra Müslümanların yaşadığı katliamlar, sürgünler ve zorunlu göçler sebebiyle büyük sıkıntılar yaşandı. Milyonlarca insan bu zulümler sebebiyle şehit oldu. Belki Türkiye'nin büyük bir çoğunluğunun ailesi bu zulümlere şahitlik etti. Ancak bu olaylar insanlara sadece maddi ve fiziki açıdan zarar verdi. Neticede gazilik veya şehitlik mertebesine ulaştılar ve hayat bir şekilde devam etti.
Ancak, dil devrimiyle ruhumuz öldü. Vermiş olduğu zararların etkisi, kültür ve medeniyetimizde büyük bir yıkıma sebebiyet verdi. Günümüze kadar devam eden etkileri sebebiyle, ne yazıların yazılığı, ne şiirlerin şiirliği ve ne de romanların romanlığı kaldı. Çürük bir temelin üzerine, gökdelen dikilmeye kalkıldı ve bu dil yapısı hiçbir zaman güven vermedi.
Dil üzerinden yapılan bu etnik temizliğin izleri maalesef kolay kolay silineceğe de benzemiyor. 1945'te Dil Kurumu'nun yayınladığı ilk Türkçe sözlük, Türkçenin kelime kadrosunun nasıl bir etnik temizliğe maruz bırakıldığının en bariz örneğidir. Bir önceki yazıda da belirttiğim gibi, kendinden önceki sözlüklerin en fakiri olma özelliğini taşıyor.
Bu açıdan bakıldığında, Cumhuriyet devrinin ilk nesillerinin nasıl dar bir kelime dağarcığına mecbur bırakıldığı görülebilir. Hiçbir dilin kelime dağarcığı, geçici bir süre kullanılıp da sonradan ihtiyaç kalmadı diyerek atılan uydurma kelimelerle doldurulmamıştır.
İşin daha acı olan tarafı ise bu yıkımın, yakın zamanda da devam ettirilmeye çalışılması. Bazıları dilimizi kurtaracağı iddiasıyla, bir plan devreye sokmaya çalıştı. Türkçenin ve Türk Edebiyatı'nın bin yılını yok sayacak bir müfredat operasyonuna girişildi ve yine bin yıldır kullanılan kelimelerin yasaklanması planlandı. Çok şükür ki bu operasyon tam anlamıyla faaliyete geçirilemedi. Eğer aksi bir durum söz konusu olsaydı, tüm öğretim kademeleri İngilizcenin hâkimiyetine bırakılacaktı.
Maalesef geçmişte yapılan yıkımların önüne geçebilmek mümkün değil. Artık belki yüzlerce kez yapıldığı gibi düzenleme değil asıla dönüş operasyonu yapılması gerekiyor. Niyet ne kadar iyi olsa da bundan sonra yapılacak tüm düzenlemeler, medeniyetimizi hep daha da geriye götürecektir. Çünkü elimizde sentetik kelimelerle dolu bir "Öztürkçe" ve Batı dillerinden aktarma Latince esaslı uyduruk kelimeleri ihtiva eden bir sözlük var.
Netice olarak geldiğimiz durum ortada. Tabii insanın aklına başka şeyler de gelmiyor değil. Acaba bu harf ve dil inkılabından maksat, 20. yüzyılda Türk milletini İslamiyet'ten koparma çalışmasının başarıya ulaşmaması mıydı? Bu yolda başarılı olamayanlar, dili değiştirerek farklı bir yoldan "İslam Birliğini" yıkmak mı istiyorlardı?
Bu amaçla çıkılan yolda, öncelikle birliğin koruyucusu olan altı asırlık devlet yok edildi. Bu uğurda milyonlarca insanın ölmesinin bile göze alındığı bir dünya savaşı çıkartıldı. Geçmişimizi oluşturan güzel kültürümüz ve değerlerimiz gericilik yaftasıyla itilip kakıldı. Batılılaşma medeniyet, Doğulu kalmak ise öldürücü bir zehir gibi gösterildi.
Koca bir millet, "Millileşmek" veya "Öztürkçe"ye geri dönüş safsatalarıyla cahilleştirildi. Maddi veya manevi anlamda bütün ilmi kitaplar yasaklandı. Devasa nitelikteki Osmanlı arşivi hurda kâğıt sıfatıyla yabancılara satıldı ve geçmişle olan bağ tamamen koparılmış oldu.
Planlar, bu inancın 1950'li yıllara kadar tamamen ortadan kaldırılması üzerine yapıldı. Ancak herkesin bir hesabı varsa, Allahü teâlânın da bir hesabı var!..
Vatanın en ücra köşelerindeki vatansever ve inançlı insanlar ve bunların yetiştirdiği gençler, bütün bu çabaları tersine çevirdi. "Allah" diyecek kimse kalmayacak dedikleri şu güzel vatanımızda, İslamiyet'e ve ecdadımıza olan bağlılığın her geçen gün artması gayet sevindirici.
Tarihimizi doğru kaynaklardan ve doğru alfabeyle öğrenebilmek dileğiyle...
09.05.2015
Mayıs ayının demokrasi ile imtihanı
Mayıs, Türkiye'de demokrasinin gerçek anlamda ilk yeşerme ve aynı zamanda da en derin darbeyi aldığı aydır. 14 Mayıs 1950 günü, çeyrek asır süren tek parti idaresi veya "zulmü" sona ererken, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının özgür iradesi sandığa yansıyordu.
Cumhuriyet tarihinde ilk kez halkın seçtiği bir parti yönetime geçerken, diğer parti ise Türkiye'nin ebedi kaybedeni olarak yerini almaya hazırlanıyordu. Bu seçimin bir önemi de Cumhuriyet Halk Partisi'ne halk tarafından muhalefet vazifesinin verilmesidir.
Ancak bu görev CHP tarafından farklı algılandı ve kendilerini demokrasinin koruyucusu addederek, canları sıkıldığında darbe yapmaya hakları olduğunu düşündüler. Çünkü onlar için muhalefette kalmak ve hükmedememek kabul edilebilir bir durum değildi.
Gösterilen bu çabalar maalesef henüz daha emekleme çağında olan demokrasimizin baltalanmasına yetti. 1950 senesinin 14 Mayıs'ında başlayan sandık özgürlüğü, on yıl sonra yine aynı ayın 27'sinde bir "darbe" ile kesintiye uğratıldı.
Demokrat Parti üyeleri en ağır hakaretlere maruz bırakılırken, halkın infialinden korkulduğu için saçma sapan sebeplerle yargılanmalar yapıldı. Netice olarak birçoğu ağır şartlar altında hapis cezasına mahkûm edilirken, Adnan Menderes ve iki arkadaşı da idam edildi. Celal Bayar ise yaşlılığı sebebiyle en azından yağlı urgandan kurtulmuş oldu.
O zamanlar kaybedenin Demokrat Parti olduğu düşünülmüştü ama asıl kaybeden Türkiye ve Cumhuriyet oldu. Bu fark edildiğinde de iş geçmiş, bir dönem kapanmıştı.
Peki, bu olay nasıl başladı ve demokrasi nasıl katledildi. Bir Başbakan'ın idam edilmesine kadar giden olayların arkasında gerçekten İsmet İnönü'nün parmağı var mıydı?
Demokrat Parti'nin sandığa koyduğu ambargonun ardından on yıl geçtiğinde, iktidarda olmaya ve tahakküm hakkını elinde bulundurmaya alışkın azınlıklar, artık rahatsızlıklarını açık bir şekilde dile getirmeye başlamıştı. Halk Partisi'nin veya askerin ayrı ayrı yapamayacağı darbe için, her iki taraftan tarafından da gizliden gizliye ve üstü kapalı sözlerle yürütülen bir birleşme zemini oluşturulmaya çalışılıyordu. Bu konuşmaların bazıları da milletin dedikleri meclisin kürsüsünden yapılıyordu. İsmet İnönü'nün Menderes ve kabinesine bakarak hiddet ve nefretle "Artık sizi ben de kurtaramam baylar" diye haykırması, bu zeminin oluşması için yakılan yeşil ışıktan başka bir şey değildi.
Bir daha seçimle devletin başına gelemeyeceğini daha o zamanlarda hissetmiş olmalı ki; büyük aşk ve şevkle darbenin çığırtkanlığını yapmaktan geri kalmamış. Sebep ise sözde aydın geçinen birilerinin, günümüzde bile ısrarla kafamıza sokmaya çalıştıkları paşanın "demokrasi tutkusunun" aksine, her ne şartlar olursa ölümden önce bir kere daha Cumhurbaşkanlığına oturmak olduğu aşikârdır.
İhtilali dört gözle beklediğinin ve darbenin olacağını çok önceden bildiğinin de en büyük alametini gelin, damadı Metin Toker'in hatıralarında okuyalım:
"Geç vakte kadar oturduk. Yandaki bizim eve geçerken, İsmet Paşa benimle birlikte bahçeye çıktı. Koluma girdi. Biraz yürüdük. Bugün gibi hatırımdadır. 'İhtilal kapımızda' dedi..."
Paşanın bu sözleri ve ruh hali, ihtilali sanki bir kurtarıcı gibi beklediğini göstermekte. Nihayet aynı gece sabaha karşı düşüncelerinde yaşattıkları darbenin gerçekleşmesiyle, paşa ve damadı tereddütsüz olarak gelecek planları yapmaya başlamıştı bile.
Ancak her şeye rağmen "Milli Şef" tedirgindir. Bunca yıllık iktidarda bulunabilmek adına yaptığı onca şey onu hayatının son deminde de olsa aşırı derecede şüpheci yapmıştır. Askeriyenin içinden çıkmış da olsa, subayların her sözünü emir telakki edeceğinden emin de olsa yine de o duyguyu yenemiyordu.
Ancak gecikmeli de olsa Cemal Gürsel'in kendisini araması ve bu kısa denilebilecek konuşmada iltifat üzerine iltifat yağdırması üzerine rahatlar. İlk olarak Cemal Paşa konuşur ve ilk sözü beklenildiği gibi "Sayın Paşam" şeklinde olur. İsmet Paşa da aynı nezaketle cevap verir. "Buyurun paşa hazretleri"
"Size karşı kusurluyuz İsmet Paşam. Hareketimizi size önceden haber veremedik. Emirleriniz bizim için daima peygamber buyruğudur Paşam."
İsmet Paşa'nın bir siyasetçi olarak böyle bir konuşma içinde bulunması, demokratlık anlayışına ne kadar sığar düşündürücü. Devamında İsmet Paşa'nın, Gürsel Paşa'ya verdiği cevap ise hırs ve ihtirasın en büyük tezahürüdür:
"Memleket ve millet için hayırlı bir iş yaptınız. Büyük bir iş yaptınız. Mutlu ve uğurlu olmasını dilerim. Başarınız için asıl ben sizlerin emrinizdeyim. Paşa hazretleri ben sizi anlıyorum. Ne zaman bir arzunuz olursa emrinize amadeyim."
Metin Toker'in hatıralarında geçen bu satırlar birçok anlamda düşündürücü.
Darbecilere her şeyiyle yardımcı olacağını söylemesi, hele hele Milli Şefliği döneminde Alay Komutanı olan bir subaya emrinize amadeyim demesi kusura bakmasınlar ama hiçbir demokratik kaideye uymaz.
Zaten bazılarının iddia ettikleri gibi İsmet Paşa gerçekten demokrasiye inansaydı, 1960 sonbaharında yapılacak erken seçimi bekleme olgunluğunu göstermesi gerekmez miydi?..
22.05.2015
Menderes'in idamındaki İnönü faktörü
27 Mayıs yıllar geçse de konuşulmaya devam ediyor. O dönemde yaşanan hazin olaylar, unutulacak cinsten değil. Ancak darbeden daha da acı olan şey ise halkın seçtiği bir Başbakan'ın idam edilmesi.
50 yıldır bu konu ile ilgili yazılan belgelerin çoğunda ve yapılan konuşmalarda bir kesim tarafından, İsmet Paşa'nın bu idamlara karşı olduğunu ve Anayasa'ya engel olmaktan korktuğu için müdahale etmediği ısrarla iddia edilmekte.
İsmet İnönü, idamlar hakkında demeç vermeye kalkarsa, yürürlükteki bir Anayasaya aykırı hareket etmiş ve milletin verdiği kararı tanımamış olacağını söylemektedir. Bu açıklama çok tuhaftır, çünkü 1961 Anayasası'nın halkla veya başka bir kesimle alakası yoktur. Bizatihi İnönü'nün birçok anlamda yaptığı müdahaleler ile ve aradan cebren sokturduğu maddeler ile bir İnönü Anayasası haline dönüşmüştür.
Damadı olan Metin Toker'in bu konu ile ilgili hatıratında belirtmiş olduğu sözler, bunu apaçık ortaya koymaktadır.
"1961 Anayasası var ya, o İsmet Paşa'nın anayasasıdır. Yani 28 Mayıs 1960'tan seçimlerin yapıldığı güne kadar İsmet Paşa'nın ağırlığı birtakım yanlışları düzeltmiştir. 1961 Anayasası Cumhuriyet Halk Partisi'nin, yani İsmet Paşa'nın anayasasıdır."
İnönü isteseydi hem anayasaya müdahale edebilirdi, hem de kendisine kayıtsız şartsız tabi olduklarını bildirmiş darbeci subaylara idamların aleyhinde oy kullandırabilirdi. Detaylı olarak incelendiğinde, İsmet Paşa'nın baştan sona ihtilalin içinde olduğu görülebilir. Hatta idamlar hakkında kararsız olan darbeci subayların aklını çelme konusunda da büyük bir çaba harcadığı da sonradan ortaya çıkmıştır.
İlk andan itibaren, idam kararının verilmesine karşı şiddetli bir şekilde muhalif olan Sezai Okan, Muzaffer Yurdakuler, Ahmet Yıldız ve Mehmet Özgüneş yoğun baskılar sonucu fikir değiştirerek ölüm cezalarının lehine oy kullanmışlardır.
Eğer İnönü'yle buluşup toplantılar yapan Sami Küçük, Suphi Gürsoytrak ve Ahmet Yıldız, Paşa'nın baskısına rağmen idama karşı oy kullanmış olsaydı, netice idamların aleyhine dönecek ve büyük bir ihtimalle infazlar gerçekleşmeyecekti. Bu talihsiz gelişmelerin sonrasından Yassıada'dan çıkan 13 idam kararının 4'ünün infaz edileceği, 15 Eylül 1961 akşamı saat 21.00'de Ankara'dan telefonla Yassıada Kumandanı Albay Tarık Güryay'a bildirildi.
Adnan Menderes, o gece intihara teşebbüs etmesine ve akıbeti meçhul bir durumda olmasına rağmen sanki yangından mal kaçırır gibi aynı gece yarısı İmralı'ya çoktan ulaştırılmıştı. Hatta götürülürken büyük bir vicdansızlık örneği sergilenerek, kendisine hastaneye sevk edildiği söylenmiştir. Bayar, Zorlu, Polatkan ve diğer mahkûmlar zaten asılacakları anı beklemekteydiler. Son anda yaş haddinden Bayar'ın infazı durdurulmuşsa da, üç kişinin dinmek bilmeyen acıları, demokrasiye inanan insanların hâlâ yüreklerini sızlatmaktadır.
İddia edildiği gibi İsmet Paşa idama karşı olsaydı, emrine amade olan subaylar ile görüşüp bu idamları kolaylıkla engelleyebilir miydi?
Hafızalardan silinmeyen bu dramatik olayda, İnönü'nün müdahalesi var mıydı?
Bu soruların cevabı aslında çok açık ve bu soruları sormak yersiz olur. Zira yukarıda da belirttiğim gibi Yassıada mahkemelerindeki karar aşamasında darbecileri etkileyen, hatta infazlara dair oyların akışını değiştiren kişi de bizzat odur.
İdamlara karşı olan bir kimsenin ihtilalcilerle arka arkaya iki defa, hem de kararların verileceği günlerde buluşması hangi insafa sığar bilinemez.
Bütün bunlardan sonra objektif olarak değerlendirilme yapıldığında, İsmet Paşa'nın etrafında ısrarla örülmek istenen 'darbeye karşıydı' efsanesinin ne kadar gerçek dışı bir tez olduğu net olarak görülmekte.
İnsanın aklına gelmiyor değil. Acaba idamların arkasındaki sebep, Celal Bayar ve Menderes'in asılmalarıyla siyaset meydanının tıpkı Milli Şeflik dönemindeki gibi tamamen kendisine kalma isteği miydi?
Yoksa ezanın tekrar Arapça'ya çevrilmesi, Amerika'ya rest çekilip Rusya'ya yaklaşılması gibi sebepler mi vardı?..
03.06.2015
Türkçe ezan garabeti
Cumhuriyet'in ilk yıllarında din ve devlet işlerinin ayrılması adı altında maalesef sözde dinde reform olarak adlandırılan bazı uygulamalar devreye sokulmaya çalışıldı. Daha doğrusu kabul ettirilmeye çalışıldı.
Bunlardan bir tanesi de 1932-1950 yılları arasında uygulanan ve ibadet dilinin Türkçeye çevrilmeye çalışılmasıdır. Asırlar boyunca insanların ruhunu dinlendiren ve insanları dil ve millet ayırt etmeden o kutlu ibadete çağıran Arapça ezan yasaklandı ve bu zorbalığın kalıcı olması adına, sert adımlar atıldı. Öyle ki "Allah" deme yasağı birçok insanın hapislerde ölmesine sebep oldu.
Türkçe ezan ile ilgili ilk teşebbüs 30 Ocak 1932 tarihinde yapılırken, Fatih Camii hafızı Rıfat Bey, ikindi ezanını önce Arapça, ardından da Türkçe olarak okur. Yine aynı yılın Ramazan ayında ve Kadir Gecesi'nde, bu sefer Ayasofya Camii'nde 7 Hafız ve 2 müzisyen tarafından Kur'an okunur ve tekbirler getirilir ve ardından Türkçe ezan okunur. Bu da yetmez bu kepazelik radyo aracılığıyla ülkedeki tüm camilere ulaştırılır. 5 Şubat'tan itibaren ise artık hutbeler de Türkçe okunmaya başlanır.
En son yasak ise Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan gelir. 18 Temmuz 1932'de yayınlamış olduğu bir tamim ile ezan ve kametin Arapça okunması yasaklanır ve Türkçe okunması emredilir. Zamanın Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi'nin, tüm müftülüklere gönderdiği genelgede "Türkçe ezan ve kamet suretlerinin memleketin her tarafından bir ahenk, bir siyak dairesinde tatbikinin zaruri olduğu, Türkçe ezana riayet etmeyenlerin şiddetle cezalandırılacağı" da belirtilir.
Gelinen nokta insanların din ve vicdan hürriyetinin elinden alınmasıdır. Üstüne üstlük bu asırlardır tek bir örneği bile görülmemiş şekilde yapılmıştır. Artık yasaklar, tutuklamalar ve zorbalıklar konuşulmaktadır.
Ülkenin birçok yerinde bu duruma itiraz etseler de hatta isyana yaklaşan büyük tepkiler doğsa da hükümetin geri adım atmak gibi bir durumu söz konusu olmadı. Aksine çok sert kararlarla tepkileri bastırıp, ibadetlerin Türkçe olarak yapılmasının yaygınlaşması anlamında çabasını arttırdı.
İzmir ve Salihli'de Türkçe ezan okumamakta direnen 4 imam ve müezzin tutuklanarak mahkemeye çıkarılmış. Trabzon Çay Meydanı ve Ortahisar camileri müezzinleri Hamdi Musa ve Halil Efendi isimli 3 din görevlisi ise tutuklanmış.
Urfa'da vazifesi olmadığı halde Arapça kamet okuyan cemaatten bir şahıs, müezzinin ihbarı üzerine yakalanıp adliyeye sevk edilmiş. Benzer bir olay Çorum'da yaşanmış. Bayram namazından sonra Arapça ezan okuyan bir vatandaş, devleti yıkmaya teşebbüs edenlerle birlikte Ağır Ceza'da yargılanmış.
O dönemde çekilen tüm bu sıkıntılar, eziyetler ve zorlamaların belgeleri, Emniyet Genel Müdürlüğü'nün arşivinde mevcut.
Arapça ezan, kamet, sala okumak, tekbir getirmek ve hükümet emirleri hilafına davranışlarında bulunmaktan dolayı sadece 1933 yılında tutuklanan insanların sayısı 49 kişiyi bulmuş. Toplamda ise 1931 ile 1937 yılları arasında bu sayı 229 kişiye ulaşmış.
Ancak bütün bu sıkı tedbirlere ve yağmur gibi ceza yağmasına rağmen, ülkenin birçok yerinde ezanın aslına uygun olarak Arapça okunması tamamen engellenemedi. Özellikle güvenlik güçlerinin kontrolünden uzakta bulunan kırsal kesimde halk, muhtelif zamanlarda bu yasağı (!) çiğnemiş ve Arapça ezan okumaya devam etmişlerdir.
Bu yasaklar neticesinde bütün hayatını Arapça ezan okumaya adayıp bunun için cezaevlerine girmeye, hatta bu uğurda ölmeye bile hazır olanlardan oluşan bir hareket doğmuş olması da yapılan uygulamanın ne kadar yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. 1993 yılında Bursa'da meydana gelen olay, bunun net bir şekilde ortaya koyulduğu tepkisel bir harekettir.
Türkçe ezan uygulamasına veya bundan önceki laiklik adı altında yapılan düzenlemelere halkın karşı çıkmasındaki en büyük sebepler, Arapçanın Kur'an alfabesi olması, Peygamber lisanı olması, en önemlisi ise ibadet dilinin de bu şekilde olmasından kaynaklanmaktadır. Türkçe ibadet etme safsatası çok şükür devam etmedi. Ancak üzülerek belirtmek gerekir ki; Türkçe hutbe okunma uygulaması halen devam etmekte!..
23.07.2015
Jurnal malzemesi, deli yaftası ve Türkçe ezan
Arapça ezanın yasaklanması ve zorunlu olarak Türkçe okutulması, toplumun da kutuplaşmasına sebep oldu. Toplumun büyük çoğunluğu bu yasağa karşı çıkarken, azınlık da olsa az bir kesimi bu yasağı alkışlarla ve sevinç naralarıyla karşıladı.
Bu kutuplaşma tabii olarak, bu ezan meselesinin bir ihbar/jurnal malzemesi olarak kullanılmasına sebebiyet de verdi. Bunlara bir de birilerine yaranmak adına en yakınındakini bile jandarmaya şikâyet edenler eklenince iş çığırından çıktı. Bu konular ile ilgili karakola, sonrasında ise yargıya intikal eden birçok olay kayıt altına alınmıştır.
İhbarlar ve bizzat jandarmanın baskınları sonucunda Arapça ezanlar okuyanlar yakalanıp hapse atılıyordu ancak, 1941 yılına kadar bunlara verilecek ceza noktasında yasal boşluktan dolayı büyük bir belirsizlik vardı. Hele Mustafa Kemal Paşa'nın ölümünden sonra problemler daha da büyüdü ve bir yasal düzenleme yapılması zorunlu hale geldi ve bazı maddeler değiştirildi.
Arapçayı kullanmaya devam edenler bu tarihe kadar "kamu düzenini sağlamaya yönelik emirlere aykırılık" suçundan cezalandırılıyordu. 2 Haziran 1941 tarihinden itibaren ise 4055 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun bazı maddeleri değişti ve "Arapça ezan ve kamet okuyanlar 3 aya kadar hafif hapis, 10 liradan 200 liraya kadar hafif para cezasıyla cezalandırılırlar" şeklinde bir ekleme yapıldı. Artık görev dışı dâhil herhangi bir yerde Arapça ezan okuyanlar da cezalandırılacaktı.
Ancak bütün bu yasaklara, hapis ve para cezalarına rağmen Türk'ü, Kürt'ü, Çerkez'i, Gürcü'sü yani tüm Türkiye tek yürek olarak ibadetini Arapça yapması gerektiğine inanıyordu ve o yoldan kimse onu döndüremedi.
Arapça ezan okunması ile ilgili, din adamlarının yanı sıra çoğunlukla hiçbir sıfatı olmayan sivil halkın da bu yasağı çiğnediği görülmektedir. Bu konuda ilginç yollara başvurdukları ve yasağı deldikleri de görülmektedir. Bu noktada en çok başvurulan yöntem ise ezanın çocuklara veya delilere okutulmasıydı. Polis kayıtlarından yakalananlar arasında çok sayıda akli dengesi bozuk vatandaşın bulunması da bu yolların sıklıkla kullanıldığını açıkça göstermektedir.
Mesela Karamürsel'in Ayazma köyünden Boşnak asıllı Bekir, Arapça ezan okumaktan dolayı adliyeye sevk edilmiş ancak, cezai ehliyeti olmadığından serbest bırakılmış. Okumakta ısrar edince ise Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'ne sevk edilmiş. Neticede oradan da "şuur bulanıklığı" olduğu doktor raporuyla tespit edilmiş ve serbest bırakılmak zorunda kalınmıştır.
Yine buna benzer bir örnek de Yeni Foça kazasında yaşanmış. Camide kimsenin olmadığı sırada, Kazım adında bir şahıs Arapça ezan okurken yakalanmış ancak sanığın Bahriye yüzbaşısı iken akıl hastalığından emekliye ayrılmış bir deli olduğu anlaşıldığında serbest bırakılmış.
Arapça ezan okuyan çocuklar ve akıl hastaları cezai ehliyetleri olmadığından yakalandıklarında bir işlem yapılamıyor, böylece yasak delinmiş oluyordu.
Bu hal Demokrat Parti'nin başa gelmesine kadar devam etti. Seçimin hemen arkasından "Türkçe ezanın o dönemki taassupla mücadele mecburiyetinden doğduğunu, o tedbirlerin devamına lüzum kalmadığı, meselenin laiklik ve vicdan hürriyeti bakımından halledileceği" belirtildi.
Bu demeç sonrasından ise hızlı bir kanun tasarısı hazırlandı ve "Arapça ezan ve kamet okuyanlar" cümlesi 16 Haziran 1950 yılında kanundan çıkartıldı.
Bu değişiklikle Arapça ezan okunması zorunlu hale getirilmemiş, sadece Arapça ezan yasağı kaldırılmıştı. Ayrıca ezanın Türkçe okunmasını yasaklayan hüküm de getirilmemişti. Dolayısıyla ezanı istediği dilde okumak isteyene serbestlik tanınmıştı.
Sadece bu sebeple bile olsa bu ülke Adnan Menderes ve arkadaşlarına çok şey borçludur. O günlerde yaşanan çile ve sıkıntıları dedelerimizden, ninelerimizden ve o günü yaşayan amcalarımızdan dinlerken, insanın yüreğinin sızlamaması mümkün değil...
03.08.2015
Avrupa'nın korkulu rüyası Engizisyon Mahkemeleri
Hristiyanlık harici herhangi bir dine karşı anlayış göstermeyen, (günümüzde de aksini iddia etseler de bu anlayış mantığına yakın bir hareket sergilemekten geri durmuyorlar) daha doğrusu kabul etmeyen bir mahkemeden bahsediyoruz. 1478 yılında işkence veya sürgünden kurtulmak için Hristiyanlığı kabul eden Yahudiler ile ilgilenmek üzere İspanya'da kurulan Engizisyon Mahkemeleri, kısa sürede büyük güç kazandı.
Böyle bir güce hızlı bir şekilde ulaşmasının arkasındaki en önemli sebep, hemen akabinde ortaya çıkan Luthercilik tehdidiydi. Birçok Avrupa devleti gibi, İspanyolların da ülkede Hristiyan inancını koruma adına neredeyse yapmayacakları bir şey yoktu. Bu anlamda sarf edilen çabalar da, bu acımasız mahkemenin yerini sağlamlaştırarak, 18. yüzyıla kadar sürmesine sebep oldu.
İspanya'da kurulan bu mahkemenin eriştiği güce, Orta Çağ döneminde Avrupa'da kurulan ve sapkınlığı yok etmeyi amaçlayan, Papalığa bağlı Engizisyon bile ulaşamadı. Mahkemeler her zaman dinin dili olma özelliğini sonuna kadar taşıdı. Ancak İspanya'daki ton çok daha sert ve totaliterdi. Protestan, Yahudi veya Müslüman olarak suçlanma korkusu, şüphenin ve düşmanlığın ağır korkusu ülkenin tamamına yayılmış durumdaydı.
Cumartesi günleri Yahudilere mahsus şekilde temiz ve yeni kıyafetler giyinip, Yahudi bayram günlerinden masalarına temiz örtüler, yataklarına temiz çarşaflar seren, cuma akşamından itibaren ışıklarını söndüren, yiyecekleri eti suda iyice temizleyip kanını akıtan ya da yedikleri sığır veya kuşun boğazını keserek öldüren, bu esnada bazı sözler söyleyerek kanı toprakla örten, Kutsal Baş Kilisesi tarafından et yenilmesi yasaklanan, Paskalya Perhizinde veya başka kutsal günlerde et yiyen veya ölüm döşeğinden duvara doğru dönen ve öldüğünde kişiyi yıkayıp vücudundaki bütün kıllarını kesen kişiler Engizisyon mahkemelerinin aranılan müşterileriydi.
Bu ve benzeri durumlar ayrıca ihbarcılık mesleğini de zirveye taşıdı. Bu ortamda bulunan gözlemci, kendince kâfirler arasında bulunduğunu anlar ve onları hemen mahkemenin adamlarına ihbar ederdi. Kadın, küçük, büyük, asil veya tanıdık ayrımı yoktu ve hiçbir şekilde istisna da gösterilmiyordu. Bir komşunun hafta sonu çarşaf değiştirmesi, ihbar edilebilmesi için yeterliydi. Bu durumlar halkın bir kısmı tarafından samimi düşünceler ile yapılsa da, diğer insaflı kısmı da korkudan aynı şekilde davranmaktan geri durmuyorlardı.
Nihayetinde şikâyetler öyle bir noktaya ulaşmıştı ki; 1530'da Kanarya adalarındaki Alonça Der Vargas, sırf Kutsal bakire Meryem'in adını duyduğunda gülümsediği için şikâyet edilmişti. 1635'te 80 yaşının üstündeki Pedro Ginesta sırf bir oruç gününde unutup yanlışlıkla domuz eti ve soğan yediği için Barselona'da mahkeme karşısına çıkarılmıştı. Engizisyon kayıtlarında birbirini şikâyet eden düzinelerce komşu, arkadaş, hatta aynı ailenin fertleri bile vardı.
Bir suçlunun veya İspanya tarafından suçlu görülmesi istenen kişinin mahkeme süreci olabildiğince gizli sürdürülüyor ama neticesinde en ağır ve tesirli ceza verilmekten de kaçınılmıyordu. Dış dünyaya ne kadar kapalı olsalar da kendi içlerinde neredeyse kusursuz bir kayıt sistemi işliyordu. En önemsiz davalar için bile kayıt tutulmaktan kaçınılmıyordu.
Tutuklama yapılmasından sonra deliller ve suç öncelikle ilahiyatçılara sunulur ve suçlamaların kilise alanına girip girmediğine, sapkınlık ihtiva edip etmediğine bakılırdı. Eğer sapkınlık için yeterince delil olduğuna karar verilirse savcı, suçlunun tutuklanması için bir karar çıkarır ve kişiyi gözaltına alırdı. Ama birçok durumda ilahiyatçıların incelemesinden hemen önce tutuklama gerçekleştirildi ve bu şekilde yanlış tutuklama konusundaki tedbirler aradan çıkarılmış olurdu. Böylece mahkûmlar kendilerine suçlama dahi yönetilmeden soruşturma hapishanelerine girerlerdi.
Engizisyonun asıl görevi, suçluyu itiraf ettirmek ve pişmanlığını dile getirdiğini duymaktı. Eğer inceleme sırasında deliller yanlış çıkar ve masumiyeti ispatlanırsa serbest bırakılırdı. (Böyle bir hadise bir elin parmaklarını geçmemektedir) Tuhaf olan şey ise insanların suçunun ne olduğu konusunda hiçbir fikirlerinin olmamasıydı. Mahkûmlar yıllarca suçlarını tam olarak bilmeden hapis yatarlardı.
Engizisyon gibi mahkemelerin Avrupa'yı kasıp kavurduğu ve âdeta üstlerine kara bulut gibi çöktüğü dönemlerde, İslamiyetin emrettiği kurallar çerçevesinde yaşan Müslümanlar ise âdeta güllük, gülistanlık bir hayat yaşıyorlardı. Niye? Çünkü İslamiyet, Avrupa'nın daha yeni yeni tüm kuralların merkezine koyduğu insan faktörünü, başından beri en önde tutmuştur.
Bırakın suçlunun kötü şartlarda sorgulanıp mahkeme edilmesini, suçluluğunun bile doğru dürüst ispatlanamadığı dönemlerden geçen bir Avrupa.
Yazımızı sonlandırmadan önce, Franz Kafka'nın Dava kitabından bu konuya çok uyan bir alıntı yapmakta fayda var.
"Ama ben suçlu değilim. Bu bir yanlış anlama ve eğer durum böyleyse kim suçlu bulunabilir ki? Burada hepimiz insanız, birbirimizden farkımız yok." dedi.
"Doğru" dedi Rahip, "Ama bu, bütün suçlu adamların konuşma biçimidir."
08.09.2015
Kızgın kerpetenler, çivili sandalyeler ve Engizisyon
Kızgın kerpetenler, çivili sandalyeler, büyük huniler, parmakları sıkıştıran mengeneler, ölüm askıları ve auto-da-fé (act of the faith yani yakılma cezası). Tüm bunlar bir dönem, İspanya'nın, Katolik Kilisesi'nin ve Engizisyon mahkemelerinin utanç dolu sayfalarını dolduran vazgeçilmez yardımcılarıydı.
Bir kimse, doğru ve yanlış yere bir kere mahkeme tarafından suçlanıp tutuklandıysa artık geri dönüşü olmayan bir yola girilmiş oluyordu. Öyle bir yol ki; bazen şüpheliler, neyle suçlandıklarını bile bilmeden iki yıla yakın hapis yattıkları oluyordu.
İş sadece şüphelinin tutuklanmasıyla bitmiyor, geride kalan ailesinin de olabildiğince eziyet çekmesi için elden gelen her şey yapılıyordu. Mahkûmun eşyaları açık arttırmayla satılır ve geliri de mahkemeye kalırdı. Yakınları ise bu satış sonrasında çok müşkül bir durumda kalır, bir anda kazanç kaynaklarından, hatta evlerinden bile mahrum kalırlardı. Ayrıca ortaya bir de ceza durumu çıkarsa, geride kalan aile genelde göç etmek zorunda kalırdı çünkü kilisenin ve engizisyonun korkusuyla kimse yüzlerine bakamazdı. Yani hem maddi hem de manevi açıdan zarara uğratırlardı.
Yakalanan kişinin mahkemeye çıkması aslında büyük bir şans olarak görülüyordu. Çünkü genellikle duruşma gününü beklemek için Engizisyon mahkemesine ait hapishaneye götürüldü. Çeşitli hapishane kademelerinin en kötüsü gizli hapishaneydi ki, dini sapkınlıkla suçlananların uzun süre tutulduğu yerdi burası. Buraya giren mahkûmlar ile ilgili bilgi alabilmek mümkün olmuyordu. Öyle ki, kimsenin haberi olmaksızın jüri odasına götürülüyor, cezasına karar veriliyor ve hemen akabinde infaz ediliyordu.
Genelde zincirli ve ışıksız, ısıtmasız odalarda dünyadan bihaber şekilde tutulurlardı. Bu durum tabii ki kaderine rıza gösteren ve sakin duran mahkûmlar için geçerliydi. Biraz sesi soluğu çıkan ve ayak diretenlere ise mordaza yani tıkaç cezası uygulanması kaçınılmazdı. Bu onların konuşmasını veya küfretmesini engellemek için kullanılırdı. Diğer bir uygulama ise pie di amigo, yani kafayı zorla yukarıda tutan çatal.
Daha önceki yazıda da belirttiğim gibi aslında İspanyol Engizisyonu diğerlerine nazaran daha insaflıydı. Veya öyle olmak zorundaydı da diyebiliriz çünkü kilise, istenerek itirafta bulunulmadığı düşüncesiyle, işkence altındaki söylenenleri geçerli saymıyordu. Engizisyona göre amaç olan işkence onlara göre sadece son çare olarak kullanılacak bir araçtı.
Buraya kadar yapılan uygulamalar halkın gözü önünde ibret-i âlem için yapılanlar. Mecbur kalındığında veya kiliseden habersiz arka planda yapılan korkunç işkenceler ise insanın tüylerini ürperten cinsten. Detaylı olarak olmasa da herkes tarafından bilinir ama hiç kimse tarafından dile getirilemez.
Temize çıkma durumu ise çok nadirdi ve genelde gizli tutulurdu. Çünkü bunun anlamı Engizisyonun hata yaptığını kabul etmekti ve bu asla kabul edilebilecek bir şey değildi. Ancak nadir de olsa böyle bir durum gerçekleştiğinde, masum kişilerin suçlamaları kaldırılır veya askıya alınırdı. Bu çok daha korkutucuydu çünkü anlamı, mahkemenin her an tekrar gerçekleşebileceği, kişinin de hâlâ şüphe altında olduğuydu.
Engizisyonun en temel üç işkence şekli vardı. Garrucha, Toca ve Potro. Garrucha bir palangadan tavana el bileklerinden asılma şeklindeydi ve ayağa bir ağırlık bağlanırdı. Suçlu yavaşça kaldırılır ve aniden bırakılırdı. Etkisi kol ve bacakları gerdirmek, hatta belki çıkarmak şeklindeydi. Toca yani su işkencesi ilkinden biraz daha korkunçtu. Suçlu bir askıya bağlanıp ağzı zorla açılırdı ve keten bir bez boğazına tıkılır, ağzından içeriye yavaşça su dökülürdü. Potre ise 16. Yüzyıldan sonra en yaygın görülen işkence türüydü. Kurban bir gergiye sıkıca bağlanır, bunun için kullanılan kablolar vücuda ve bacaklara dolanır, işkenceci kablo uçlarını döndürürdü. Her dönüşte kablo vücuda batar ve acı tüm vücutta dolaşırdı. Bu işkencelerden önce kadın erkek herkes iç çamaşır hariç çırılçıplak bırakılırdı.
Bu ağır işkence ve eziyetler çoğu zaman inatçıların son anda bu tutumdan dönmelerine neden olurdu. Müslümanlar olmasa da Yahudiler yakılma korkusuyla inancından dönmeyi tercih ederlerdi. Bütün bu işkenceler sonrasında mahkemeye çıkabilen "tövbekârların" çoğunun ortak kaderi uzlaşmaya varmak olmuştur. Uzlaşma töreninde her "tövbekâr" kazığa bağlanmanın haricinde, listedeki diğer cezalardan birine daha çarptırılırdı ki, bunlar haciz veya hapis cezalarıydı. Haciz cezası neredeyse her davada uygulanırdı. Hapis cezasıyla kurtulan mahkûmlar, çıktıktan sonra Ortodoks veya Katolik olarak hayatlarına devam etseler bile, ömür boyu dilenmeye mahkûm bırakılırdı.
Sanbenito ise diğer hafif cezalardandı. Pişmanlığın sergilendiği ve sürekli giyilecek olan sarı bir önlük, kısa süreli mahkûmiyet, kalyonlarda 10 yıla kadar çalışma, savcı tarafından halkın ortasında ve insanların taşlamaları arasında kırbaçlanmak.
Bunlar sonrasında sözünden geri döndüğü tespit edilenler ise nihai cezaya çarptırılırlardı, kazıkta boğularak öldürülmek. Ayrıca yaptığının küfür olduğunu kabul etmeyip tövbe etmeyenler, bunlara yataklık yapan işbirlikçiler de bu infazdan kaçamazlardı. Ancak kazıklarda ölenler 'rahatlamış' olarak belirtilirler. Çünkü devamında çok daha büyük bir ceza onları beklemektedir.
İnsanlık tarihinin kara lekesi olan ve hâlâ bahsedildiğinde insanın tüyleri ürperten "auto-da-fé"...
02.10.2015
Avrupa tarihinin kara lekesi "auto-de-fé" seremonisi
Engizisyon mahkemesinin yaptığı insanlık dışı işkenceler, kazıkta boğularak öldürülmeler insanlık tarihinin ve Avrupa'nın kara lekesi olarak tarihteki yerine aldı. Hele hele "tövbe" etmeyen insanların cezalandırıldığı 'auto-de-fé' hiçbir zaman alınlarından silinmeyecek.
Suçlular için 'merhametli' bir ölüm olarak görülen kazık cezasının sonrasında hâlâ tövbe etmeyen mahkûmlar için devreye giren 'auto-de-fé' seremonisi. Aslında bu ceza toplum nazarında kişiyi ve ondan geriye kalanları kınamak maksatlı yapılıyor. Latince bir kelime olan Auto-de-fé, İngilizcede 'act of the faith' olarak karşılık bulmuş. Dilimize ise "inanç veya iman hareketi" olarak çevrilebilir. Ceza olarak karşılığı ise kazığa bağlanıp diri diri yakmak ve işin en kötüsü ise bunun Hristiyanlık inancının bir göstergesi olarak kabul ediliyor olması.
Auto-de-fé ilk olarak Paris'te gerçekleştirilmiştir ve maalesef XIX. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar süren, tüyleri ürperten bir ceza olma özelliğini korumuştur. Bu infaz özellikle İspanya ve Portekiz (Latin Avrupa) gibi Katolik ülkelerde uygulanmıştır. Bu seremoniye, sadece suçluların cezalandırıldığı bir faaliyet olarak bakmak çok büyük yanlış olur. Bu başlı başına bir organizasyondur ve zamanla kendine has bir edebiyatı bile oluşmuştur.
Önceleri dini bir cezalandırma olarak başlayan bu uygulama, sonrasında bir halk eğlencesi hâline dönüşmüş ve perişan halk böyle bir eğlenceyle kandırılıp, yapılan hoş gösterilmeye çalışılmıştı. Ayrıca bu yabancı elçilere, ziyaretçilere ve tüccarlara karşı bir gözdağı niteliğini de taşıyordu. Yaşananlara seyyahların notlarında, elçilerin mektuplarında ve günlüklerde bolca rastlanabilir. Bu Katolik Avrupa'sına duyulun tiksinti ve şaşkınlığı da ayan beyan ortaya koymaktadır.
Günümüzde hâlâ sözde düşünce ve inanç özgürlüğünün savunucusu olanlar için düşüncesi bile o zamanlar için çok tehlikeliydi ve Engizisyon mahkemeleri bu fikir ile savaşmak anlamında çok geniş yetkilerle donatılmıştı. Her ne kadar kiliseye bağlı gibi gözükseler de, arka planda bulaşmadıkları pislik ve sahtekârlık yoktu. Yeri geldiğinde kendilerini kiliseden ve devletlerden bile üstün tutabiliyorlardı.
Yahudilere, Müslümanlara, bunlara karşı sevgisi olanlara ve yardım eden Hıristiyanlara yapmadıkları zulüm kalmadı. 1492 yılında Avrupa'daki son İslam devleti yıkıldıktan sonra Kral Ferdinand, İspanya'daki Müslüman ve Musevilerin tamamını yok etmek için, engizisyonu had safhaya çıkardılar ve âdeta bir inanç temizliği yaptılar. Kendi oğlunu bile bu mahkemelerde idama mahkûm ettiren kral, "İspanya'da artık ne Müslüman, ne de dinsiz kaldı" diye iftihar etme cüretini göstermiştir.
Elbette ki bu zulüm ve eziyetler sadece Hristiyanlıktan çıkanlar ile sınırlı kalmadı. Elinde zorlukla tuttuğu ve bu uğurda her şeyi göze aldığı gücünü kaybedeceğini düşünen kilise, bütün ilim adamlarını çeşitli bahanelerle ortadan kaldırdı. Onlara göre fennin ve ilmin ortaya koyduğu yenilikler günah sayılıyordu. Bunun en önemli örneklerinden biri, dünyanın küre şeklinde olduğunu ve döndüğünü Müslümanlardan öğrenerek, Avrupalılara nakleden Galileo'dur. Bu beyanatından dolayı yetmişi geçmiş yaşına rağmen, Engizisyon Mahkemelerinde yargılanmıştır ve söylediklerinden ötürü pişmanlığını dile getirip 'auto-de-fé'den kıl payı kurtulmuştur. Diğer bir örnek ise Galileo gibi Güneş'i merkez kabul eden görüşü savunanlardan Giordano Bruno'dur. Ancak Bruno tezini sonuna kadar savunmayı seçtiği için yakılmaktan kurtulamamıştır.
Her ne kadar Engizisyon Galileo'ya geri adım attırsa da engizisyon denince akla hâlâ o ve yargılandığı mahkeme gelmektedir. Nitekim bu kara lekeden kurtulmak isteyen Papa, 2000 yılında gerçekleştirilen binyıl kutlamaları sırasında, başta bilim adamları olmak üzere, bir zamanlar din adına gerçekleştirilen bu uygulamalardan dolayı özür diledi.
18. yüzyıl itibariyle suçluların azalması ve kazığa bağlama, yakma eylemlerinin pahalı olması nedeniyle auto-de-fe'ler yapılmaz oldu. Bourbon Kralı V. Philip auto'ya bir kere katılmış dahi olsa, bu organizasyonu reddeden ve katılmayan ilk İspanyol Kralı olmuştur. Yüzyılın ortalarına gelindiğinde ise Engizisyon sadece özel cezalandırmalar yapar hâle gelmişti. Bunun sebebi ise basittir. İspanya kâfirler ve sapkınlıklardan tamamen arındırılmıştır.
Hıristiyanlığın yüz karası Engizisyon, Napolyon tarafından 1807 senesinde binbir zorlukla kaldırılmış, bir müddet sonra tekrar gündeme gelse de tarihe karışmaktan kurtulamamıştır. Mahkemelerinin kaç kişiyi ölüme mahkûm ettiği kesin olarak bilinmemekle beraber milyonları geçtiği neredeyse kesindir.
Lugat-ı Tarihiyye ve Coğrafiyye gibi eserlerde kuruluşundan kaldırılmasına kadar Engizisyon'un toplamda 5.403.920 kişinin cezalandırılmasında rol aldığı belirtilmektedir. Bunların neredeyse tamamına yakını yani 5.000.000 kişi başka yerlere göç etmek zorunda kalanlar. 192.154 kişi ise küreğe ve zindana atılarak telef olmuş. 43.000 kişi ise korku ve işkence neticesinde zarara uğramışlar. Yakılanların sayısı da azımsanmayacak ölçüde. Diri diri yakılanların sayısı ise 33.746 kişi iken, idam edildikten sonra yakılanların sayısı da 18.027 kişiye ulaşmış. İşkence, zulüm gören ve sadece yaralarla ucuz kurtulanların sayısı ise 18.000. İşte medeni Avrupa'nın geçmişindeki kara leke Engizisyonun ağır bilançosu.
İnsanların düşünce özgürlüğünün üstüne kâbus gibi çökülmüş ve büyük ölçüde başarılı olunmuştur. Şimdilerde bile düşünce özgürlüğünün sadece kendi dinlerine ve dillerine geçerli olduğu birçok olaylarda ortaya çıkmaktadır. Düşünce, vicdan ve inanç özgürlüğünde Avrupa sözde ve görünüşte iyi bir durumda mıdır? Evet, iyi durumdadır ama belirttiğim gibi sadece kendisi gibi inananlarda ve menfaat ilişkilerinde geçerli olmak üzere.
Günümüzde bunlar için ne kadar pişmanlık ağıtları yakılsa da, öz eleştiri yapıyormuş gibi gözüküp de ne kadar kötü olduklarını dizi, film ve belgeseller ile tekrar tekrar önümüze temcit pilavı gibi sürseler de, bu propagandalar asla başarılı olamayacak ve bu leke onların alnından asla silinmeyecek.
09.10.2015
Şeyh Said; bağımsız bir Kürdistan mı yoksa hilafet mi?
Şeyh Said hadisesi iddia edildiği gibi bağımsız bir Kürdistan hayali, bir Kürt hareketi miydi? Yıllarca resmi kaynaklarda bu olay bu şekilde adlandırıldı ve insanların da bu şekilde düşünmesi için gayret gösterildi ama işin aslı gerçekten öyle miydi?
Her şey bir dönem dünyayı kasıp kavuran milliyetçilik akımı ile başladı. Sonrasında gelen ayaklanmalar ve kanlı istiklal mücadeleleri. Özellikle Yunanlıların ve Sırpların 19. Yüzyıl başlarında isyan edip, kendi devletlerini kurmasıyla Osmanlı Devleti'nde de milliyetçilik bombasının fitili ateşlenmiş oldu. Toprak bütünlüğü ve parçalanmalarının önüne geçilmesi adına merkeziyetçi bir yönetim tarzına geçildi ve 1847'den itibaren Kürt beylerin idari otonomisi kaldırıldı.
Bu yeni düzen Doğu Anadolu'da Kürtlerin hâkimiyetinin zayıflamasına sebep olurken, bölgede ciddi anlamda ticareti ellerinde bulunduran Ermenilerin işine yaradı. Oluşan otorite boşluğu ve karışıklıklardan istifade edip, ekonomik güçlerini de kullanarak büyük üstünlük sağladılar.
Hâlbuki Sultan II. Abdülhamid döneminde Kürtlere büyük önem verilmişti. Olası bir Rusya savaşında, Doğu Anadolu'nun müdafaası için milis kuvvetler yetiştirebilmek için bu bölgede Hamidiye Alayları kurulmuştu. Ancak 1908'den sonra iktidara gelen ve ırkçı politika izleyen İttihat Terakki yönetimi, Kürtler arasında da milliyetçilik akımının doğmasını adeta zorladı. Fakat bu kötü yönetime rağmen, Kürtler hanedana olan bağlılıklarından hiç ödün vermemiş, I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'ni terk etmeyen tek millet olmuşlardır.
İttihat Terakki'nin bu yaklaşımı, maalesef Cumhuriyet döneminde de devam etti ve Kürt milliyetçiği artarak devam etti. Buna rağmen Cumhuriyet döneminin ilk zamanlarında çıkan isyanlar, milliyetçi bir hareket olmaktan çok, ufak tefek adi vakaların büyütülmesinden ibarettir. Sonrasında ise bazı amaca yönelik müdahaleler ve yönlendirmeler sebebiyle iş daha büyük bir noktaya çekilmiştir.
İşte Şeyh Sait olayı da bunlardan bir tanesidir. Hala Kürt isyanı diye adlandırılmak için gayret gösterilen bu vaka, o dönem Ankara'yı aylarca uğraştırmış ve bu hareket zorlukla bastırılmıştır. Şeyh Sait Palulu bir Nakşibendî şeyhi ve aynı zamanda köy ağası olması, Hazret-i Peygamber soyundan gelmesi gibi sebeplerle bölgede çok itibar görmekteydi. Hüküm sürdüğü aşiretler, Zaza denilen ve ekseri Kürtlerle aynı soydan zannedilen bir kavimdi. Her ne kadar resmî beyana göre İngiliz ajanı, gerici ve bölücü bir hain olarak akıllara kazınmaya çalışılsa da, bazılarına göre milliyetçilik için değil, dini uğruna canını feda etmiş kahramandır.
İsyana giden yolculuğun ilk durağı Saltanatın kaldırılmasıdır. Sonrasında Birinci Meclis'in kendisini fesih etmesi ve İkinci Meclis'in Cumhuriyeti ilan etmesi ise hadisenin ana kaynağını oluşturur. Buraya kadar herhangi bir problem yok ancak Kürt aydınlar ve o dönem isyan hareketleri içinde olan diğer etnik yapıların hepsi, bazı gerçekleri fark etmeye başlarlar. Artık Büyük Millet Meclisi'nin Cuma namazı sonrası dualar eşliğinde açılmasının ve Mustafa Kemal'in hilafete olan bağlılığının üzerinden çok sular akmıştır.
Paşa'nın gizli bir ajandası olduğunu ve bunu yavaş yavaş uygulamaya geçirdiğini ilk fark edenlerin arasında Cibranlı Halid, Dersim Mebusu Hasan Hayri, Bitlis Mebusu Yusuf Ziya ve Seyid Abdülkadir beyler gibi pek çok Kürt aydını da bulunmaktaydı.
1923 milletvekili seçimlerinde Kürtlere yok denecek kadar az sayıda yer verilmesi, Amasya Tamimi ve İzmir İktisat Kongresi'nde Kürtler ile ilgili konuların ele alınmaması da huzursuzluk oluşturmaktaydı. Bakıldığında bunlar Kürtler tarafından rahatlıkla tolare edilebilecek ve zamanla düzeltilebilecek şeylerdi. Ancak işin ucu dini değerlere ve ölümüne bağlı oldukları hanedana gelince işler değişti ve bir isyanın fitili ateşlenmiş oldu.
Haftaya: "Türklerle Kürtleri birleştiren bağ ve her şeyin başladığı yer Piran"
27.10.2015
Türklerle biz Kürtleri bağlayan yegâne sebep hilafetti"
1925'in ilk yıllarında patlak veren bu hareket, ilk etapta sözlerin yerine getirilmemesi ve meclisteki temsilin azalması gibi gözükse de ana sebep farklı noktalara dayanmaktaydı.
Hilafetin kaldırılması sonrası hızlı bir şekilde devreye sokulan inkılaplar, 400 yıldır Osmanlı hanedanına ve hilafete samimiyetle bağlı kalan Kürtler tarafından kabul görmediği gibi, büyük bir tepkiye sebep olmuştu.
Bunun en bariz örneği olarak, 13 Şubat 1925'te olayların başlamasından kısa bir süre önce Piran'da, Şeyh Said'in yaptığı hutbe gösterilebilir: "Türklerle bizi birbirimize bağlayan bağ İslamiyetti. Mustafa Kemal hilafeti kaldırmakla bu bağı kesti." Bu sözler, halk arasında, "Türkler ile aramızdaki bağ ya yeniden tesis edilecek, ya da tamamen koparılacak" şeklinde karşılık bularak, hızlı bir şekilde etkisini göstermeye başladı. Camilerden, köy odalarından ve şehir merkezlerinden "Hilafet ve din düşmanı olan devlete karşı kıyam vaciptir" sesleri yükselmeye başladı. Bu bile bu hareketin temelinde Kürtlüğün olmadığının, aksine tepkinin tamamen Ankara'ya olduğunu göstermektedir.
Bunun diğer bir işareti ise, isyan sırasında Şeyh Said'in yazışmalarında kendinden "Müminlerin Emiri" veya "Mücahitlerin Emiri" olarak bahsetmesidir. Bu unvan onun tüm Müslümanları "cihat" bayrağı altında toplama amacına hizmet etmesi düşüncesiyle kullanılmıştı.
Bütün bunlara rağmen Şeyh Said'in bu hareketin başına geçmek gibi bir düşüncesi hiçbir zaman olmadı. Fakat yaptığı konuşmalar ve verdiği hutbeler, istemeyerek de olsa onu bu çemberin içine sürükledi. Mecburi liderlik onun için kaçınılmaz oldu. Mahkemede sarf ettiği şu sözler de bunu ortaya koymaktadır: "Ben bu işin ne başında, ne sonundayım. Bir kere oldu; kader!"
Her şeyin başladığı yer; "Piran"
1918'den sonra memleketin parçalanmasını engellemek ve Kürtlerin haklarını müdafaa için devlet destekli veya kontrollü cemiyetler kuruldu. Bunlardan en önemlisi ise Kürd Teâli (Kürd Yükselme) Cemiyeti idi. Fakat bu cemiyet bir müddet sonra kontrol dışına çıktı ve işi isyan boyutuna getirdi. Bu gelişmelere Ankara'nın tepkisi sert oldu ve bu hareketin faaliyetleri sonlandırıldı ancak gayriresmî olarak Azadi ismiyle yollarına devam ettiler.
Bir müddet sesi soluğu çıkmayan Azadi örgütü, 1924'ün Ekim ayında büyük bir isyan hareketine kalkışır fakat yine Ankara tarafından kanlı bir şekilde bastırılır. Bu sefer hareketin başındakiler de yakalanmıştır. Cibranlı Halil, Bitlis eski mebusu Yusuf Ziya, Mutkili Hacı Musa beyler tutuklanmaktan kaçamazlar.
Bu isyanın Şeyh Said ile asla bir alakası olmadığı ayrıca Azadi Örgütü ile de bir bağı olduğu hiçbir zaman ispat edilemedi. Ancak kayınbiraderi ve Cibran aşireti reisi olan Albay Halil Bey'in, bu işin içinde yer alması sebebiyle şahit olarak mahkemeye çağırıldı. Yaşlılığını ve rahatsızlığını belirten Şeyh, ifadesinin Bitlis yerine Hınıs'ta alınmasını rica etti ve bu istek kabul gördü. 1925'in Şubat ayının ilk haftalarında kardeşi Şeyh Abdürrahim'in yaşadığı Piran'a geçti. Burada sevenleri tarafından ziyaretçi akınına uğradı.
Olaylar ise nereden geldiği bilinmeyen birkaç mahkûmun, bu ziyaretçilerin arasına karışmayla patlak verdi. Firarilerin yakalanması için harekete geçen jandarma müfrezesi ile Şeyh Abdürrahim'in inatlaşması üzerine, Piran'da silahlı bir çatışma meydana geldi.
Şeyh Said'in istemeden de olsa isyancı pozisyonuna düşmesi sonrası artık ona yapacak tek bir şey kalmıştır, işi ciddiye almak ve müttefik arayışlarına girmek.
Haftaya; "Ulus devlet olma yolunda tek tehlike: Kürtler"
05.11.2015
Ulus devlet olma yolunda tek tehlike; “Kürtler”
İstemeden isyancı lider pozisyonuna düşen Şeyh Said, mecburen müttefik arayışlarına başlar. Birçok Kürt aşireti tarafından da destek bulan hareketin hedefi ise Ankara’nın kaldırdığı halifeliğin ihyasıdır.
Fakat bu harekete katılan halk olayın içyüzünü idrak edip, bu bilinç üzerine hareket edecek bilgi ve birikime sahip değildi. Ekserisi okuma yazma bilmeyen, köylü, rençper, keçeci ve hamallardan oluşuyordu. Zaten bu hadisenin bazı dönemlerinde problemlerin yaşanması ve başarısız olunmasının altında yatan sebeplerden birisi de buydu.
Aşiretlerin bir kısmı bu harekete başından itibaren karşı durmuşlar, Şeyh Said’den yana olmamışlardı. Nitekim zaman zaman Şeyh Said ile karıştırılan Said Nursî, yeni idareden yana tavrını koymuştur. Kimileri ise para karşılığı elde edilerek, sonradan bu isyan hadisesinden el çektirilmiştir.
Nihayet Şeyh Said, kendisine katılanlarla birlikte 16 Şubat 1925 tarihinde harekete geçti. Bu birlikteliğin içinde ağırlık olarak Kürt beyleri ve ahalisi olduğu gibi, küçümsenmeyecek sayıda Türkler de bulunmaktaydı.
Üzerlerine gelen orduları mağlup ederek birkaç koldan ilerleyen grup, Genç, Çapakçur (Bingöl), Maden, Siverek, Varto ve nihayet Elazığ’ı düşürdü. Sonrasında Lice ve Hani kazaları da Şeyh Said güçlerine teslim oldu. Yalnız bu olay o kadar plansız ve programsız gidiyordu ki, Lice’ye gelinceye kadar hareketi sembolize eden bir flama, bayrak veya sancağa bile sahip değillerdi. Bu bile “isyan” denilen hadisenin önceden planlanmadığının, gayri iradi bir şekilde geliştiğinin bariz bir göstergesidir.
Ankara’nın İslamın dışına çıktığı kanaatinde olan Türklerin de bu harekete destek vermesiyle, bir Kürt isyanından ziyade artık olay tamamen "İslami bir kıyam" niteliğine doğru gidiyordu. Elazığ’a girerken karşılamaya gelen şehrin ileri gelenlerinden Çötelizade Halid ve Çarsancaklı Yumni ve sonradan valiliğe getirilen Beyzada Nuri Efendilerin Kürt olmaması da harekete sahip çıkanlar ile ilgili durumu ortaya koymaktadır.
Devrim karşıtı bu hareket, çok kısa bir zamanda daha da genişleyip, Hınıs, Muş, Palu, Batman, Sason, Bicar, Kulp, Maden ve Ergani bölgelerine yayıldı. Hadisenin bu kadar büyümesi Mustafa Kemal’i tedirgin etti. Çünkü ona göre silahlı aşiret alaylarına sahip Kürtler, büyük bir tehlike arz ediyordu.
Şu açıktı ki, ‘ulus devlet’ için yegâne tehlike Kürtlerdi. Çünkü daha önce Ethem Bey’in isyan bayrağını çekmesi ve sonrasında yurt dışına sürülmesiyle Çerkesler bir tehlike olmaktan çıkarılmıştı. Anadolu ise genellikle mülayim ve itaatkâr topluluklardan oluşuyordu. Geriye bir tek Kürtler kalmıştı. Onların da bertaraf edilmesi için bu olay âdeta biçilmiş bir kaftandı.
İşin diğer garip yönü ise Mustafa Kemal Paşa, Kürtleri çok iyi tanırdı. Çünkü 1916’da 16. Kolordu Komutanlığı’na atandığında gönüllü aşiret alaylarından istifade ederek Muş ve Bitlis’i Rus kuvvetlerinden geri almıştı. Geçmişte güvendiği bu güç, dağıtılmadığı takdirde genç cumhuriyet için ciddi bir tehlikeye dönüşebilirdi. Kafkas Cephesi’nde omuz omuza savaştıkları şimdi ona karşı isyanın liderliğini üstlenmişlerdi. Nuh Bey, Şeyh Şerif, Hanili Salih, Cemile Çeto, Ramanlı Emin, Mutkili Hacı Musa, Cibranlı Halil, Hasenanlı Halid ve Kolağası Kerem bunlardan sadece birkaçıydı.
Gelelim Ankara’ya... O sıralar başta, hükûmetin icraatlarından şikâyetçi olan, cumhuriyetçi fakat liberal Terakkiperver Fırka etrafına kümelenmiş bir hükümet vardı. Hatta ortalığın teskin edilmesi için başbakanlığa, partinin kurucusu olan Fethi Bey (Okyar) getirilmişti. İşte bu hükümet Şeyh Said hâdisesinin sıkıyönetim ile halledebileceğini düşünmekteydi.
Fakat bu düşüncesi ona çok pahalıya patlayacak ve onu koltuğundan edecektir.
Haftaya; Kürtlerin boynundaki zincir “Takrir-i Sükûn ve İstiklal Mahkemeleri”
23.11.2015
Kürtlerin boynundaki zincir “Takrir-i Sükûn ve İstiklal Mahkemeleri”
Kontrolsüz bir şekilde büyüyen hadiseler bir isyana doğru sürüklenirken, kendisini olayların içinde bulan Şeyh Said ise harekete liderlik yapmaya mecbur kaldı.
Ankara’da bu isyan ile ilgili iki farklı düşünce hâkimdi. Başbakan Fethi Okyar, hadiseyi sıkıyönetim ile halletmek isterken, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ise daha sert tedbirlerin alınmasından yanaydı.
Bu sebeple İnönü Ankara’ya çağırıldı. Mustafa Kemal o derece tedirgindi ki; onu karşılamak için gara kadar gitmeyi bile lüzumlu görmüştü. Hatta ilk görüşme hemen orada yapıldı. Sıkıyönetim çözümü Fethi Bey’i koltuğundan ederken, tarihler 3 Mart’ı gösterdiğinde İnönü tekrar iktidardaydı.
İlk icraat olarak ise Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı. İsyan bölgelerinde; hukukçu olmayanların vazife yaptığı, kararlarının temyizi bulunmayan, hukuk ve adalet gibi mefhumlardan tamamen uzak ve politik gayeler taşıyan İstiklal Mahkemeleri devreye girdi. Orduya fevkalade yetkiler verildi ve yoğun olarak doğuda konuşlandırıldı.
Ankara’da bu sert kararlar ve yankıları tartışılırken, o sıralarda halk kafile kafile ona katılmaya devam ediyordu. Öyle ki; Diyarbakır önüne gelindiğinde beş bin kişiyi geçen bir kalabalık oluşmuştu. Şeyh Said her şeye rağmen kan dökülmesini arzu etmiyordu. Çünkü derdi İslam idi ve Kürtçülük davası gütmüyordu. Bu sebeple bir kısım Diyarbakır eşrafını, halkın da desteğiyle teslim olmaya ikna etti.
Fakat beklenmedik bir şey oldu ve kapıların açılması beklenirken surlardan yoğun bir şekilde top atışı başladı. Kayıplar sebebiyle umutsuzluğa kapılan Şeyh Said, daha fazla mağduriyet yaşanmaması için geri çekildi. Sonrasında ise kayıplar peş peşe geldi. Bunda yeni hükümetin aldığı tedbirlerin, askere verilen yetkilerin ve en önemlisi de bazı aşiretlerin çeşitli vaatler ile kandırılmasının da etkisi vardı. Bu sebeple kendisine sadık bir grubun haricindekileri dağıttı ve kendisi de İran’a doğru hareket etti.
Başından beri bu harekete karşı olan fakat gidişatı lehine çevirme peşinde olduğu için şeyhin yanından ayrılmayan bacanağı Binbaşı Kasım ise bu fırsatı beklemekteydi. Grubun içinde bulunan kardeşleri ve akrabalarını da kandırarak tartışma çıkarttı ve geride kalan bir avuç kafilenin de dağılmasına sebep oldu. Şeyh Said’i yaptığı yanlış telkinlerle tuzağa düşürdü ve 15 Nisan 1925 yılında, Varta yakınlarındaki Abdurrahman Paşa Köprüsü’nde 35. Alay’a teslim etti.
Şeyh Said ve arkadaşları ‘isyan’ suçlamasıyla yargılanmak üzere Diyarbakır’a getirildiler. Mahkemenin uzamasıyla olaylar tekrar kontrolden çıkabilir endişesiyle, hiç vakit kaybetmeden idam kararı çıkartıldı ve hemen o gecenin sabahında yani 29 Haziran 1925 tarihinde infaz edildi. Cesedinden bile öyle korkuyorlardı ki; kimseye göstermeden, Dağkapı askerî mıntıka içinde meçhul bir yere gömdüler.
Takrir-i Sükûn ve İstiklal Mahkemeleri memleketi kasıp kavurdu. Kürtçülüğün ideologlarından olarak görülen ama tamamen suçsuz olan Seyyid Abdülkâdir ve oğlu da İstanbul’daki evlerinden alınarak Diyarbakır’a götürüldüler ve asıldılar. Aylarca süren idamlarda çoluk çocuk demeden 500’e yakın kişi asıldı. 11 yaşındaki bir çocuk 10 yıl hapse mahkûm oldu. Sebepsiz yere suçsuz köyler bombardıman edildi ve hadiseyle alakasız binlerce kişi katledildi.
Şeyh Said hadisesi ve sebepleri tarihçiler ve siyasetçiler arasında sürekli tartışılmıştır. Gerçek sebepler hilafetin ilgası, laiklik ve devrimlere karşı dinî hassasiyetle verilen tepkilerden ibaret olsa da, resmî kayıtlarda hadise ısrarla farklı bir yöne çekilmeye çalışılmaktadır.
Aslında o zamanki hükümetin amacı ve hükümeti destekleyen Orak-Çekiç, Vatan, Tanin, Son Saat, Son Telgraf, Tevhid-i Efkâr, Toksöz, Sebilürreşad vs. gibi yayın organlarının amacı bu hareketi Kürtçü bir hareket olarak göstererek, Çerkezlere yapıldığı gibi Kürtlerin de baskı altında ve haklarından mahrum bir şekilde yaşamaya zorlanmasıdır.
.....
Haftaya; “Muhakkak ki mücadelem Allah ve dini içindir”
11.12.2015
Muhakkak ki mücadelem Allah ve dini içindir”
Şeyh Said hadisesi ve sebepleri tarihçiler ve siyasetçiler arasında sürekli tartışılmıştır. Resmî kayıtlarda ısrarla hadisenin sebebi farklı yöne çekilmeye çalışılsa da, gerçek sebebin Hilafetin ilgası, laiklik ve devrimlere karşı dinî hassasiyetle verilen tepkilerden ibaret olduğu ortadır.
Aslında bu tamamen yeni kurulmuş olan rejimi korumak için yürütülen bir propagandadan ibaretti. Çünkü Abdülhamid Han döneminden itibaren silahlı aşiret alaylarına sahip Kürtler, Mustafa Kemal’e göre büyük bir tehlike arz ediyordu.
Bu sebeple o zaman hükümeti destekleyen ki; aksi bir durumun olması söz konusu bile değildi, Orak-Çekiç, Vatan, Tanin, Son Saat, Son Telgraf, Tevhid-i Efkâr, Toksöz, Sebilürreşad vs. gibi yayın organlarıyla birlikte topyekûn bir taarruza geçildi.
Hedef Şeyh Said, amaç ise onun üzerinden bu hadiseyi Kürtçü bir hareket olarak göstererek, Çerkezlere yapıldığı gibi Kürtlerin de baskı altında ve haklarından mahrum bir şekilde yaşamaya zorlanmasıdır.
Bunu mahkemenin Şeyh Said ile ilgili verdiği karar yazısından bile net olarak anlayabilirsiniz. İsnat edilen suçun tanımının bir kısmı şu şekildeydi:
“Şeyh Said en başından itibaren isyan etmeyi hedeflemektedir. Bu hedef ve arzusunu ulaşmak için siyasi faaliyetler yürütmekte ve Şark vilayetlerini ‘Kürdistan’ adı etrafında ayırmak suretiyle vatanı bölmeyi planlamaktadır. Dolayısıyla suçu vatana ihanettir...” Kararın gerekçe kısmında ise mesele tamamen Kürt ayrılıkçı hareketine bağlanmıştır.
Şeyh Said’in liderliğindeki kıyama genellikle Kürtler iştirak ettiğinden ki, yoğun olarak Kürtlerin yaşadığı bir bölgede bundan daha doğal bir durum yoktur. Bu sebeple hadisenin hep Kürdi boyutu kurcalanarak ortaya atılmıştır ve neticede o zaman ortaya konan düşüncelerle çözümü olmayan bir yara haline getirilmiştir.
Ancak tutulan zabıtlardan ve yazılan yazılardan da anlaşılabileceği gibi ayaklanmaya katılanların hepsi Kürt değildi, aralarında onlarca Türk ya da diğer etnik kökene mensup şahsiyetler de vardı. Sonunda bunlar da idam veya hapis cezalarına çarptırılmaktan kurtulamamışlardır.
Bu sebeple hadisenin bağımsız bir “Kürdistan” idealine hizmet ettiği asla söylenemez. Bu sadece yukarıda da belirttiğim gibi mevcut rejimin korunması adına ortaya konulmuş bir gerekçeden öteye gitmez. Ayrıca Şeyhin Azadi Örgütü ile ilişkisi de ciddi anlamda ispata muhtaçtır.
Aksine bunun tersi olduğuna dair ciddi kaynaklar da mevcuttur. Mesela her ne kadar kendisinin olaydan kesinlikle haberinin olmamasına ve Suriye’de hayatını sürdürmesine rağmen II. Abdülhamid Han’ın oğlu Şehzade Selim ile irtibata geçileceği ve hilafet makamına da onun getirileceği planlanmaktadır. Bu düşünce Şeyh Said’in idealidir de ayrıca.
O zamanki bazı ulema, Şeyh Said’i davasında haklı bulmakla beraber, alt edemeyeceği bir güce karşı isyan ettiği için tenkit ederler. Nitekim İslâmiyet, devletin ve insanın, askerce ve silahça daha üstün olan düşmana savaş ilan etmesini yasaklamıştır.
Şeyh Said'in; yargılanması müddetince bütün baskılara rağmen bağımsız bir Kürdistan kurma fikrini reddettiği ve ısrarla bunun tamamen dinî bir hareket olduğunu belirttiği açıkça görülmektedir.
Nitekim Şeyh Said, idam sehpasında iken son isteği sorulduğunda, kâğıt kalem ister ve kâğıda Arapça olarak "Benim bu değersiz dallarda asılmama pervam (korkum) yoktur. Muhakkak ki mücadelem Allah ve dini içindir" yazar.
…..
Haftaya; “Şeyh Said hadisesi, dış mihraklar ve günümüze yansıması...”
28.12.2015
.
Şeyh Said hadisesinin günümüze yansıması ve dış mihraklar
Şeyh Said hadisesi üzerine yapılan tartışmalarda sıkça gündeme getirilen en önemli noktalardan bir tanesi de bu isyan içinde olduğu iddia edilen dış mihrakların rolüdür.
Bu konuda özellikle bir ülkeden bahsedilir ve belki de bilerek böyle yapılır. Çünkü bölgede İngilizlerin birtakım gizli saklı faaliyetlerinin olduğu aşikârdır. Şeyh Said’in de böyle bir bağlantısı olduğunu ortaya koyup, vatanı bölmek suçuna bir de casusluk suçlaması eklemek için yoğun bir çaba harcanmıştır.
Bu husus gerek gazetelerde, gerek mahkemelerde çok yazılıp çizilmesine rağmen, İngiliz iş birliği ciddi anlamda ispata muhtaçtır. Buna rağmen muhakeme safhasında bilerek bu konu zaman zaman mahkeme heyetince de gündeme taşınmış fakat hiçbir zaman dayanak bulunamamıştır. Aksine bu işin içinde İngilizlerin parmağının olmadığını ispat eden sebepler vardır.
Bu anlamda Ankara’nın isnat ettiği suçlamalardan en önemlisi Musul ve Kerkük’ün kaybının bu olaya bağlanmasıdır. Israrla Kürtçü olarak lanse edilen isyanın, Türk ordusunun Musul’a girişini engellemek için İngilizler tarafından çıkartıldığı veya desteklendiği iddia ediliyordu. Hâlbuki Musul’dan Lozan’da vazgeçilmişti. Velev ki öyle olsun, bu olay Ankara’nın elini kolaylaştırırdı.
Yine aynı konudan başka bir örnek daha verebiliriz. Bu olay Ankara’nın dediği gibi bir Kürt hareketi olsaydı ve başarıyla sonuçlansaydı Musul’daki Kürtlerle birleşme kaçınılmaz olurdu. Bu da tamamen İngilizlerin aleyhine bir duruma sebep olurdu. Çünkü hava kuvvetlerine rağmen Musul’daki Kürt hareketini bastırmakta zorlanan İngiltere, birleşme olması durumunda ortaya çıkacak bu büyük güçle baş etmekte zorlanacaktı. Bu bütün planlarının bozulmasına ve petrol hayallerinin suya düşmesine sebep olurdu.
İngilizlerin bu işin içinde olmadığının en önemli delili ise Sevr Antlaşmasına dayanıyor. Çünkü bu proje sonrasında Anadolu’nun doğusunda Ermenistan devleti kurmak isteyen İngilizler, çok sert bir tepki ile karşılaşmıştı. Bu tepkinin tek kaynağı Türk-Kürt ittifakıydı.
Şeyh Said’in İngilizler ile olan ittifak iddialarını dayandırdıkları sebep ise aşırı derecede komiktir aslında. Bu konu ile ilgili vesika olarak kabul edilen şey bir İngiliz silah fabrikasının broşürüdür. Hayali bir Kürdistan Savunma Bakanı adına gönderildiği öne sürülen broşür, Diyarbakır Postanesi’nde bulunmuştur. Gelmiş olduğu adres, isim ve gönderi bilgileri ise meçhuldür.
Bu direnişin bir Kürt hareketi değil de İslami bir kıyam olduğuna dair yüzlerce vesika olmasına rağmen Şeyh Said olayı, yıllarca Kürtlerin sindirilip bastırılması için sözde ihanetlerine delil olarak kullanılmıştır.
Şeyh Said hadisesinin neticeleri, yakın tarih cihetinden çok önemlidir. Neticede bu hareket bahanesiyle demokrasi askıya alınarak partiler yasaklandı. Basın hürriyeti kaldırıldı, İstanbul’daki muhalif gazeteciler tutuklanarak hapse atıldı ve muhalifler sindirildi. Din aleyhtarı icraat sıkılaştırıldı ve tekkeler kapatıldı. Bunun neticesinde doğuda yaşayan ve halka tesir etmesinden korkulan aşiret reisleri ile din âlimlerinin tamamı aileleriyle batıya sürgün edildi.
Osmanlı’nın 400 yıl boyunca başarıyla hâkim olduğu bölgede genç Cumhuriyet, 10 yıl içinde bu büyük mesele içinde boğulmuştur. Bu sebepledir ki, Kürtler Cumhuriyet Türkiyesi'ni Roma Devleti’nin devamı olarak görürler. Hâlbuki Kürtlerin Osmanlı ile bütünleşmesi o kadar başarılı olmuştur ki; onu kendi devleti olarak kabul etmişlerdir.
Ulus devlet kavramını oturtabilmek adına bir ülkenin kültür çeşitliliği olan milletleri sindirme politikası izlendi ve ret, inkâr, asimile, tenkil ve tedip yoluyla Türkleştirme yoluna gidildi. İşte bu politika yıllar sonra PKK belasının ortaya çıkmasına ve Kürt halkının da bu anlamda kullanılmasına zemin hazırlamıştır.
09.01.2016
Orta Doğu’nun tarihi ve talihi
(Sultan Baybars ve Memlûk Sultanlığı: 01)
13. yüzyıl, İslam dünyasının buhran dolu yıllarıydı. Orta Doğu, Asya ve özellikle Anadolu’da yıkımlara neden olan Haçlı ve Moğol istilaları, Müslümanları kasıp kavururken medeniyetler de birer birer yok oluyordu.
Müslümanların hâmisi olan Anadolu Selçuklu Devleti’nin, bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde tespih taneleri gibi dağıldığı, insanlığın ve merhametin sahipsiz kaldığı bir devreden geçiliyordu. İlmin ve âlimin hiçe sayıldığı, yakılan kütüphaneler yüzünden şehirlerin dumanla kaplandığı, nehre atılan kitaplar sebebiyle su yerine mürekkebin aktığı acı dolu yıllar, sanki hiç bitmeyecek gibiydi.
Kadın, çocuk ve ihtiyar demeden yapılan toplu katliamların birer adi vakaya dönüştüğü ve nehirlerin mürekkepten sonra kana bulandığı, herkesin “Yok mu Allah için bu zulmü durduracak?” diye yalvardığı günlerde, ümitsizlik had safhadaydı. Artık devleti yönetenler ve halk ümidini yitirmiş sonlarını bekliyorlardı. Bir devlet ve onun sultanı hariç.
Allah rızası için gazadan gazaya koşup, at koşturan ve kılıç şakırdatan yürekli bir asker. Cihad şuûrunu bütün hücrelerine kadar sindirmiş, Orta Doğu’nun tarihinin ve talihinin değişmesine vesile olmuş bir sultan. Aksi halde bedeli çok ağır olabilecek bir yıkımı durduran adamdan, Memlûk Sultanı Baybars’tan bahsediyorum.
Ancak konunun daha iyi anlaşılabilmesi için yazının ilk bölümünde, husûsiyeti sebebiyle tarihte yerini almış altı önemli devletten birisi olan Memlûklüleri ve onun en önemli sultanlarından birini kısaca anlatmak gerekiyor.
Mısır Memlûklüleri, Osmanlı’daki yeniçeriler gibi Eyyubi Devleti’nin husûsi askerî birliğini oluşturuyordu. Bu askerî birliğin bir kısmı Çerkez ve Gürcülerden müteşekkil olmakla beraber, ağırlık olarak Kuman ve Kıpçak Türklerinin hâkimiyeti mevcuttu. Sadece hükümdara bağlı olan bu birliğin en önemli özelliği ise sadece beyazlardan oluşmasıydı.
Memlûklüler, Eyyubi Sultanı Melik Şah Salih’in haçlılar ile yapılan savaşta şehit olması sonrasında iktidarı ele geçirdiler. Başlarına da atabey olan Aybeg’i geçirdiler. Böylece diğer adı ed-Devletü't-Türkiye olan, Müslüman Mısır Memlûk Sultanlığı kurulmuş oldu. Memlûklüler aradaki bağ sebebiyle, Eyyûbi Devleti’nin mirasına konmuş, onun devamı niteliğinde bir devlet olma özelliğine sahiptiler.
Kazandığı harpler ile Orta Çağın en güçlüsü hâline gelen, Türk İslam tarihinin talihinin değişmesine sebep olan ve yok olmanın eşiğinden çekip çıkartan bu devletin en önemli sultanlarından biri de Baybars’tır. Ancak selefi olan Seyfettin Kutuz’u da anlatmadan geçmeyelim. Halef-selef olan bu iki insan arasında, daha sonraki yazılarımda da değineceğim üzücü bir hadise yaşanmış olsa da, aslında bir "yap-boz"un birbirlerini tamamlayan iki parçası gibiydiler.
Seyfettin Kutuz, İslam tarihi bakımından çok önemli olan Ayn Calut Savaşı için tahta çıkartılmış ve başkomutan olarak cenk etmiş, Baybars da onun öncü birliklerinin komutanlığını yapmıştır.
Sultan Seyfettin, muharebeden kısa bir süre sonra üzücü bir şekilde vefat etmiş olmasına rağmen, uyguladığı taktiklerle ve göğüs göğüse cenk etmesiyle ne kadar iyi bir asker olduğunu ortaya koymuştur. Kazanılan zaferin kalıcı olması ve Suriye’de asayişin tekrar düzene girmesi için aldığı kararlar ise, ayrıca ne kadar önemli bir devlet adamı olduğunu da ortaya koymaktadır.
Kutuz’un kısa bir saltanat sürmesine rağmen, İslamiyetin bugünlere gelebilmesinde büyük pay sahibidir. Bu sebeple mutlaka hatırlanıp hayırla yâd edilmesi gerekmektedir.
.....
Haftaya: Kölelikten sultanlığa çileli yolculuk
12.02.2016
.
Kölelikten sultanlığa çileli yolculuk
(Sultan Baybars ve Memlûk Sultanlığı: -2-)
Sultan Baybars, on yedi sene hükümdarlık yapmış, İslam Türk medeniyeti için çok büyük hizmetleri olmuş bir şahsiyettir. Hilafetin ve İslamiyetin korunmasında iki büyük düşman akımına karşı göğüs germiş, büyük zaferler elde etmiş, mücahit bir hükümdardır.
Müslüman olmasıyla iftihar eden ve bu yolda canını vermekten hiç çekinmeyen bir insandı. Medeniyetimiz açışından çok önemli olan ve İslamiyetin bugünlere gelmesinde büyük payı olan Sultan Baybars’ın, kölelikten sultanlığa kadar uzanan ömrü maalesef yeterince bilinmemektedir. Bu yazı dizisi ile elimizden geldiği kadar bu hakkını teslim etmeyi arzu ediyoruz...
Baybars’ın milliyeti ile ilgili farklı rivayetler vardır. Bazı kaynaklarda Türk olduğu belirtilmekle beraber, umumi kanaat Çerkez olduğu yönündedir. Kıpçak Türklerinin içinde, o kültür ile yetiştiği için Türkçe konuşmayı tercih etmekteydi. Türk olduğunun iddia edilmesi de bu bilgiye dayanmaktadır. Kabilesinin ismi kesin olarak bilinmese de Borçoğlu veya Borlu olduğu düşünülmektedir.
Baybars’ın 1233 senesinde Karadeniz’in kuzeyinde sıradan bir şekilde başlayan hayatı, 1247 senesinde 14 yaşındayken Moğollara esir düşmesiyle değişir. Sahibiyle Sivas, Halep ve Şam şehirlerini dolaşır. Hama’ya geldiklerinde ise o sırada orada mahpus olan ve Eyyubi Sultanı Melik Şah Salih’in emirlerinden biri olan Alâeddin Aytekin el-Bundukdârî tarafından satın alınır. Bu onun için âdeta bir dönüm noktasıdır. Çünkü Bundukdârî onu cesareti ve gözü pek olması sebebiyle Sultan’ın teşkil ettiği Bahriyye Memlûklüleri’nin içine katar ve orada Sultan’ın özel kuvvetleri olarak hizmete başlar. Emirin bu himayesi, Baybars’ın ömrünün sonuna kadar el-Bundukdârî olarak anılmasına da sebep olur.
Kısa sürede Melik Şah Salih’in dikkatini çeken Baybars, Sultan tarafından kölelikten azledilir. Harplerde gösterdiği yararlılıklar, namının önce Bahriyye Memlûklüleri’nin içinde sonra ise tüm Eyyübi mülkünde yayılmasına yol açar. Artık o Bahriyye’nin en başarılı askerlerinden biridir ve özellikle haçlılara karşı muvaffakiyetler onu önce kumandanlığa, sonrasında ise emirlik makamına taşır...
Sene 1249’u gösterdiğinde ise Baybars’ın hayatı ikinci defa değişir. Yedinci Haçlı Seferi’nin başında olan Fransa Kralı IX. Louis, beklenildiği gibi askerlerini Filistin Akka’ya değil de Mısır’a Nil Nehri’nin ağzına çıkartır ve Dimyat’ı ele geçirir. Düşman kapıya dayanmıştır. Şah Salih hasta hâline rağmen düşman ile mücadele eder ancak neticeyi görmeye ömrü yetmez. Zafer ise oğlu Turan Şah’a nasip olur ve Kral Louis ağır bir mağlubiyete uğratılarak esir edilir. Bu netice, Sultanın ve galibiyette büyük etkisi olan Emir Baybars’ın namına nam katar. Fakat Turan Şah, güçleri dolayısıyla emirlerden çekinmektedir ve onlara karşı tavır almaya başlar. Hatta bazılarını öldürmeye bile çalışır. Bu hareketleri onun bir süre sonra suikasta uğramasına ve daha yeni çıktığı tahtta yeterince oturamadan vefat etmesine sebep olur.
Ortaya çıkan bu durum sebebiyle Eyyubi devleti ciddi yara alır. Suriye ve Mısır’da sultanlığını ilan eden emirler sebebiyle çift başlılık ortaya çıkar. Haçlılar sindirilmiş olsa da, Moğollar Suriye’nin sınırına dayanmış durumdadır. Bu sebeple Bahriyye Memlûkleri'nin önde gelen emirlerden olan Muizzuddin El-Mansur Aybeg tahta çıkarılır ve Eyyübi devleti 1250 yılında Bayriyye Memlûklerinin eline geçmiş olur.
Sultan Aybeg, devleti toparlamak adına, en güçlü dört emir Aktay, Kutuz, Baybars ve El-Raşidi’den yardım ister. Bu ve diğer çalışmaları sebebiyle Memlûklü devletinin kurucusu olarak görülür. Aybeg’in de kendileri gibi bir Bayriyye Memlûklü olması sebebiyle ona destek veren emirlerin arasındaki ilişki ise, Fariseddin Aktay’ın gücünün artması ile bozulmaya başlar. Çünkü Aybeg bunu kendi için ciddi bir tehdit olarak görür ve onu sarayda verdiği davette öldürtür. Bu suikastı Aybeg’in emriyle organize eden kişinin Seyfettin Kutuz olduğu da söylenmektedir.
Netice; artık meydan yeni kurulma merhalesinde olan Memlûk Sultanlığının başı Sultan Aybeg’e ve üç büyük emirine; Kutuz, Baybars ve El-Raşidi’ye kalmıştır. Ancak aradaki dostlukları eskisi gibi değildir...
Haftaya: Bir devletin yıkılışı ve Ayn-ı Câlût Muharebesi
27.02.2016
Eyyübilerin yıkılışı ve bir muharebenin ayak sesleri
(Sultan Baybars ve Memlûk Sultanlığı: -3-)
Memlûk devletinin kurulması; Haçlı seferleri, Moğol istilaları ve iç karışıklıklar sebebiyle yorgun düşmüş Orta Doğu için büyük bir fırsattı. Sultan Aybeg ve herkes için, savaşlar ve mücadelelerle dolu yeni bir döneme hazırlamak adına soluklanma zamanıydı.
Sultan Aybeg, bu dönemde kesif bir gayret harcamaktaydı. Çıkması muhtemel karışıklıklara sebebiyet vermemesi ve bir saltanat düzeninin sağlanması arzusuyla emirleri bile karşısına alma cesaretini göstermişti. Aktay’ı öldürtmesinin ardından, en meşhur üç emiri; Kutuz, Baybars ve El-Raşidi’yi eşit düzeyde kontrol altında tutmayı başarmıştır ancak Baybars ile ilgili endişeleri vardır.
Sultan bir yandan da Eyyübi Devleti’nin beyi mevkiinde olan ve Halep’te sultanlık iddiasıyla oturan, En-Nasır Yusuf ile uğraşmaktadır. Çünkü Mısır’ın kendisine ait olduğunu iddia ederek, bütün Suriye’yi ele geçirmek adına akınlar yapmaktadır. Bu sebeple sık sık karşı karşıya gelirler.
Bu çekişme, Baybars için de bir fırsat niteliğini taşır çünkü Aybeg’in Emir Fariseddin’i öldürtmesi sonrasında sıranın kendisine geldiğini düşünmektedir. Kendisine karşı açıkça bir tavır sergilenmese de tedirgindir. Çünkü Fariseddin ile arasının iyi olduğunu Sultan da dâhil herkes bilmektedir. Bu sebeple, gizliden gizliye kendisine müttefik arayışlarına girer ve En-Nasır ile görüşmeye başlar. Neticede 1250 yılında kendisine tabi, hususi Memlûk askerleriyle Mısır’dan ayrılıp Suriye’ye gider. En-Nasır Yusuf’a biat eden Baybars 1259 yılında, Moğolların Suriye’yi istila hareketine kadar onun hizmetinde kalır.
Aybeg, bu durumdan dolayı zor durumda kalsa da aradaki gizli çekişmenin sonlanmasından dolayı sevinir. Muhtemel düşman istilası ve iç karışıklıklara karşı tedbir almaya başlar ve çalışmaları 1257 yılında şaibeli bir şekilde hayatını kaybetmesine kadar da devam eder.
Yerine küçük yaştaki oğlu Mansur Ali tahta geçer ancak iki sene saltanat sürebilir. Çünkü Moğol tehlikesi Suriye’ye kadar gelmiş ve Mısır’a oradan da kutsal topraklara kadar uzaması da an meselesidir. Seyfeddin Kutuz, bu durumdan çok rahatsızdır ve yaşının küçük olması sebebiyle Sultan Mansur Ali’nin güven vermediğini düşünmektedir. Devlet idarecilerini ve emirleri toplayarak fikrini onlara da açar. Bu düşünceyi yerinde bulan emirler, tahtın el değiştirmesine karar verirler. Neticede 1259 yılında, Sultan Mansur Ali tahtan indirilir ve Seyfeddin Kutuz Memlûk Sultanı olur.
Bu sırada Baybars, büyük bir mücadele içindedir ve Suriye’yi Moğollara karşı canla başla müdafaa etmektedir. Fakat beklemediği bir durum ile karşılaşır. En-Nasır Yusuf korkup geri çekilir ve onu yalnız bırakır. Bu sebeple kendisi de geri çekilmek zorunda kalır ve mücadeleye karşı inancını kaybeder. Bu sırada Mısır’da Seyfeddin Kutuz’un sultan olduğunu ve Moğollar ile harp etmek için bir ordu topladığını öğrenir. Vakit kaybetmeden adamlarını toplayıp geri döner ve Kutuz’a biat eder.
Baybars’ın Mısır’a dönmesi sonrasında zaten zayıflamış durumda olan son Eyyübi Sultanlığı da Moğollar tarafından ortadan kaldırılır. Hama'daki şube varlığını sürdürürse de bir müddet sonra onlar da aynı akıbeti paylaşmaktan kaçamazlar. Diyarbekir ve Hasankeyf civarında bulunan mahalli bir beylik ise ilk etapta bu hücumlardan kurtulsa da daha sonra Akkoyunlular tarafından ortadan kaldırılırlar.
Sultan Seyfeddin Kutuz, Suriye’yi yakıp yıkan Moğolları Kudüs’te karşılamak istiyordu. Çünkü daha fazla ilerlemeleri önce Mısır sonra ise kutsal topraklar için büyük bir tehlike etmektedir. Bu muharebe bu yüzden çok önemlidir ve Baybars’ın da kendisine biat etmesi, stratejik olarak avantaj anlamına gelmektedir. Bu sebeple Kutuz, Baybars’ı ordusuna dahil eder ve öncü birliklerinin başına geçirir.
Emirliği döneminde Haçlılarla ve Moğollarla yapılan mücadelelerde faal rol oynasa da, kendisine Mısır Sultanlığı yolunu büyük ölçüde açacak olan Ayn-ı Câlût Muharebesi artık kapıya dayanmıştır.
Haftaya: Ayn-ı Câlût Muharebesi ve yok oluşun eşiğinden dönüş
10.03.2016
Ayn-ı Câlût Muharebesi ve yok oluşun eşiğinden dönüş
(Sultan Baybars ve Memlûk Sultanlığı: -4-)
Suriye'deki şehirleri birer birer istilâ eden Hülâgû, Mağribin anahtarı Mısır’ı gözüne kestirmişti. Mağribin olduğu kadar İslam dininin istikbali de tehlike altındaydı.
Artık muharebe kapıya dayanmıştı. Taze sultan Seyfettin Kutuz, hemen Müslümanları Moğollar'a karşı cihada çağıran bir ferman hazırlattı ve arkasından ordunun hazırlanmasını emretti. Moğolları Mısır’da karşılamak istemiyordu. Muhârebeyi şimâle taşıyıp, mağlubiyet ihtimaline karşı ikinci bir müdâfaa hattı kurmak istiyordu. Bu sebeple, Moğollara en yakın bölge olan Ayn-ı Câlût’a ulaşıp, muhârebeyi burada yapmayı arzu ediyordu. Bunun için tedbir maksadıyla Gazze’nin alınması lazımdı ve bu sebeple Baybars’ı 1260 yılının Temmuz ayında Gazze'ye sevk etti. Burada bulunan Moğol kuvvetleri kumandanı Baydarâ, durumu o sırada Baalbek'te olan başkumandan Ketboğa Noyan'a bildirdi. Ketboğa ona şehri savunmasını ve kendisi yetişinceye kadar direnmesini emretti. Fakat Ketboğa geç kalınca Baybars Moğollar'ı mağlûp etti ve şehri ele geçirdi. Bu arada Moğolların büyük hanı Mengü Kaan öldüğü için, Hülâgû Kara Kurum'a gitmek zorunda kalmıştı ve ordularının başında Ketboğa'yı bırakmıştı.
Baybars'tan kısa bir müddet sonra Ağustos ayında Sultan Kutuz da Hama hâkimi el-Melikü'l-Mansûr Muhammed ile kardeşi el-Melikü'l-Efdal Ali ve Suriyeli diğer bazı emirlerle beraber Kahire'den Gazze'ye hareket etti. Bir müddet burada konaklayan Sultan Kutuz, yola devam edebilmek için Akkâ'daki Haçlı kontlarına elçi gönderip topraklarından geçiş izni aldı ve Baybars’ın da ordusuna dâhil olmasıyla sahil yolunu takip ederek emniyet içinde Ayn-ı Câlût’a ulaştı.
Hülâgû’nun ordunun başında olmadığı haberini Seyfettin Kutuz da almıştı. Onun yokluğunda, orduyu komutan eden Ketboğa’yı kışkırtmak için ufak çaplı akınlarla, saldırılar düzenledi. Amacı hırsa kapılan Moğol ordusunu, Ayn-ı Câlût’a getirtebilmek ve buradaki coğrafi konumu kendi lehine kullanıp, onları tuzağa düşürmekti. Neticede istediği de oldu. Baybars’ın tarafından yapılan amansız gece baskınları neticesinde zarara uğrayan Ketboğa öfkeye kapıldı ve adamlarının Hülâgû'nun dönüşünü beklemesine dair tavsiyelerini dinlemeden Ayn-ı Câlût’a hareket etti. 20.000 kişilik Seyfettin Kutuz kumandasındaki Memlûk ordusu süvariler, atlı okçular ve piyadelerden oluşuyordu. Ketboğa Noyan komutasındaki 20.000 kişiye yakın Moğol ordusu ise Moğol atlı okçuları, Ermeni şövalyeler ve Gürcü piyadelerden oluşuyordu. Neticede iki ordu 3 Ekim 1260 tarihinde Ayn-ı Câlût’ta karşı karşıya geldi.
Ayn-ı Câlût Filistin'de Nablus ile Beysân arasında yer alan küçük bir mevki olup rivayete göre adını Hazreti Dâvûd tarafından bir savaş sırasında öldürülen Câlût'tan (Goliath) almıştır. Ayrıca Selâhaddin-i Eyyubi, 1182’de Haçlılardan aldığı bu küçük kasabayı, Hittin Savaşı ve Kudüs'ün fethinden önce bölgedeki Haçlı kontlukları üzerine düzenlediği seferlerde bir üs olarak da kullanmıştı.
Sultan Kutuz ve kumandanları bölgeyi iyi bildikleri ve arazinin uygun olması sebebiyle hilal taktiğini kullanmaya karar verdiler. Gece ordu ikiye ayırıldı ve bir bölümü ormanlık sahada pusuya yatırıldı. Muhârebe meydanına gece gelen Ketboğa, güneş doğduğunda karşısında kalan askerleri, bütün Memlûk ordusu zannetti ve hırsına kapılıp aceleyle hücum emri verdi. Onların saldırdığını gören Baybars da karşı saldırı emri verdi ve kıran kırana bir muhârebe başladı. Baybars fazla yüklenmiyor, fark ettirmeden Moğolları tuzağa doğru çekmeye çalışıyordu. Bunu geri çekilme olarak addeden Noyan bir an önce nihai neticeye ulaşmak adına, bütün kuvvetleriyle Baybars’ın üzerine yüklenmeye başladı. Bu hamleyi bekleyen Baybars ise daha önceden planlandığı gibi ricat emri verdi ve geri çekilme başladı. Ketboğa şimdiden zafer sarhoşluğu içinde kendisinden geçmiş, ordusuyla birlikte tuzağa doğru dörtnala sürüklenmeye başladı. Bir müddet sonra pusudan habersiz dağlık araziye giren Moğollar, Seyfeddin Kutuz tarafından arkalarının çevrildiklerini fark ettiklerinde ise iş işten geçmiş oldu. Büyüklüğüne güvenip savaş alanını bile incelemeye lüzum görmeyen ve hırsına kapılan Noyan, çok kötü bir şekilde tuzağa düştü ve her taraftan kuşatıldı.
Çemberin kapanmasıyla bir anda Moğolların üzerine ok yağmaya başladı ve patlayıcı bomba atan piyadeler ile birlikte Moğolların üzerine ölüm yağdırmaya başladılar. Sonrasında Sultan Kutuz arkadan, Baybars da geri dönüp önden saldırmaya başlayınca sıkışan Moğol askerleri arka arkaya kayıplar vermeye başladı. Öğleye kadar devam eden savaş sonunda Moğollar İslâm ordusu karşısında ağır bir mağlûbiyete uğradı. Bozulup kaçan adamlarının peşinden gitmeyip cenk etmeyi tercih eden Ketboğa Noyan ve oğlu ise çarpışma esnasında öldürüldü. Sultanın emriyle kaçanları takip eden Baybars, Beysan'da toparlanıp muhârebeye girişmek isteyen Moğol ordusunu, ani bir baskınla bir daha mağlûp etti ve onları Fırat kıyılarına kadar kaçmak zorunda bıraktı. Daha sonra Hülâgû Ketboğa'nın intikamını almak üzere ordu gönderse de onlar da dağılıp geri çekilmek zorunda kaldılar.
Bu zaferle Suriye ve Mısır'dan başka Mağrip de Moğol istilâsından kurtarılmış oldu. Zira Moğollar, Müslümanların doğudaki son kalesi Mısır'ı ele geçirmiş olsalardı İslâm dünyasını korkunç bir akıbete sürükleyebilirlerdi. Moğolların karşısına Sultan Kutuz gibi büyük bir şahsiyet çıkmamış, Irak ve Suriye gibi Libya, Tunus ve Cezayir de onların hâkimiyetleri altına girmiş olsaydı, Hıristiyanlar ve Latinlerle birleşebilecek Moğollar sebebiyle İslam dininin istikbali tehlikeye girebilirdi.
Ayn-ı Câlût Savaşı ile Memlûklüler Suriye ve Mısır'daki hâkimiyetlerini sağlamlaştırdılar. Osmanlı pâdişahı Yavuz Sultan Selim Hân’a kadar İslâm âleminin hamisi ve en büyük devleti olarak kabul görüldüler. Moğol istilâsı karşısında o güne kadar dâima müdâfaa konumunda olan İslâm âlemi ise bu mağlubiyet sonrasında artık taarruza geçmeye başladı ve en önemlisi de Moğolların uzun zaman sonra bir Müslüman tarafından yenilmesi ile büyük moral oldu. Bu durum Moğollar için de bir dönüm noktası oldu. Batıya ilerleyişleri durdu. Zamanla içlerindeki bazı hükümdarlar İslamiyet’e yöneldi.
Baybars açısından bakıldığında ise bu muhârebe, göstermiş olduğu cesâret ve kahramanlık sebebiyle, kendisine büyük bir itibar kazandırdı ve Memlûk Sultanlığının kapılarını tamamen açmış oldu.
Haftaya: Orta Doğu’nun hüzünlü sonbaharı ve Baybars’ın yükselişi
18.03.2016
Orta Doğu’nun hüzünlü sonbaharı ve Baybars’ın yükselişi
(Sultan Baybars ve Memlûk Sultanlığı: 05)
Ayn-ı Câlût Muharebesi vesilesiyle Orta Doğu’nun, Anadolu’nun ve hatta Avrupa’nın tarihi değişti. Sultan Seyfettin Kutuz sayesinde Libya, Tunus, Cezayir ve bütün mağrip Moğolların hâkimiyetleri altına girmekten kurtuldu. Böylece istilanın Avrupa’ya sıçraması ve birçok medeniyetin de yok olması önlendi. Müslümanların Orta Doğu’daki hâkimiyeti arttı ve bir dönüm noktası oldu. Aynı zamanda Moğolların İslamiyete bakış açıları değişti ve zamanla bazı Moğol hükümdarları İslamiyet ile şereflendi.
Memlüklüler ise Suriye ve Mısır'daki hâkimiyetlerini sağlamlaştırdı. Moğolları mağlup etmek gibi büyük bir payenin sahibi oldukları için takdir edildiler ve İslâm âleminin hamisi olarak görülmeye başlandılar. Fakat bu vaziyet bazı üzücü hadiselere de sebebiyet verdi. Henüz savaşın üzerinden kısa müddet geçmişken, Orta Doğu bazı çekişmelere sahne oldu. İki büyük Müslüman komutanın karşı karşıya gelmesiyle Orta Doğu’da âdeta bir hüzünlü bir sonbahar yaşandı.
Bazı kaynaklarda hadisenin müsebbibinin ve faillerinin bulunamadığı belirtilse de bu kavil kuvvetli değildir. Esas olan ise Baybars ile Kutuz arasında bir çekişmenin yaşandığıdır.
Ayn-ı Câlût gibi bir zaferin baş mimarlarından olan iki büyük asker, Sultan Seyfettin Kutuz ve onun daha önce karındaşlığını, sonrasında ise komutanlığını yapan Baybars, maalesef muharebe sonrasında karşı karşıya geldi. Baybars’ın ısrarla istediği Halep naipliğinin verilmemesi ile başlayan bu hadise, Kutuz’un, bir av partisi sırasında suikasta kurban giderek öldürülmesiyle neticelendi.
Kutuz, Baybars’ın muharebe neticesinde ortaya çıkan şöhretinden çekiniyordu. Bu sebeple Suriye naipliği konusunda da menfi bir cevap vermişti. Fakat Baybars’ın ısrarcı olmasıyla zor durumda kaldı. Çünkü arzu ettiği takdirde etrafına hatırı sayılır miktarda adam toplayabileceğinin ve bu vaziyetin de devleti ikiliğe sürükleyeceğinin farkındaydı. Ayrıca Baybars’ın, Fariseddin Aktay’ın öldürülmesinde kendisinin parmağının olduğunu öğrendiğine dair istihbari bilgi almıştı. Bu sebeplerle itimat ettiği adamlarıyla istişare ederek, Baybars’ı öldürtmeye karar verdi.
Fakat burada Kutuz’un bahtsızlığı, Baybars’ın böyle bir hamleyi bekliyor ve gizli gizli onu takip ettiriyor olmasıydı. Artık ok yaydan çıkmıştı ve iki büyük komutan birbirlerini ortadan kaldırmak için fırsat kollamaya başlamıştı. Sultanın diğer bahtsızlığı ise istenmeyen bir adam olmasıydı. Tahta kısa bir müddet önce çıkmış olmasına rağmen, halk arasında ve saray idâresinde Kutuz’a karşı muhâlif bir tavır vardı. Buna muharebe sebebiyle almış olduğu sert tedbirler sebebiyet vermişti. Bütün bunlar Kutuz’a düşman olanların sayısını artırırken, tahtan indirilmesini isteyenlerin de seslerini yükseltmeye başlamıştı. Moğollara karşı mutlak bir galibiyet alınması da fayda etmedi. Aksine zafer Baybars’a atfedildi ve bu Baybars’ın ciddi manada kuvvetlenmesine sebep oldu.
Bu karşılıklı çekişmede ilk fırsatı yakalayan Baybars oldu. Sultan, muharebe sonrasında Mısır'a dönüşe geçti ve Kahire yakınlarına geldiğinde adına düzenlenen av partisine katıldı. Burada bir an gaflete düşen Kutuz, ordugâhtan tedbirsiz bir şekilde ayrıldı. Bu durumdan istifade eden Baybars, 23 Ekim 1260 tarihinde pusuya düşürdüğü Sultan Seyfettin’i bir okla öldürdü.
Bu hadise, kâhir ekseriyetin Kutuz’u istememesi sebebiyle sevinçle karşılandı ve hemen ertesi gün 24 Ekim 1260 tarihinde Memlûk emirleri, Baybars’ı Melik-üz-zahir Rükneddin unvanıyla başa geçirdiler. Böylece Karadeniz’in şimalinde başlayan serüven, otuz yedi sene sonra sultanlığa kadar ulaşmış oldu.
Maalesef mazide böyle talihsiz acılara istenmese de rastlıyoruz. İyi niyetle yola çıkılan böyle hadiseler hüzünle neticelenebiliyor. Bu mevzuları günümüz penceresinden bakarak değerlendirmek büyük hata olur. Çünkü tarafları ve hadisenin sebeplerini tam anlamıyla bilmeden ve yaşananlara tam manasıyla vâkıf olmadan, devrin tarihçilerinin bakış açılarıyla yazılmış bilgilerle yapılan menfi değerlendirmeler, maksadını aşabiliyor. Bunun için bu konuda yazı yazılırken çok dikkatli hareket edilmesi gerekmektedir.
Haftaya: Birecik, Halep katliamları ve Moğol Ermeni ittifakı
12.04.2016
Birecik, Halep katliamları ve Moğol-Ermeni ittifakı
(Sultan Baybars ve Memlük Sultanlığı: -6-)
Melik-üz-zahir Rükneddin unvanıyla başa geçen Baybars, vakit geçirmeden çalışmalara başladı. İlk icraatı ise halkın kalbini kazanabilmek için, Kutuz’un çıkarttığı ağır vergileri kaldırmak oldu.
Orta Doğu, günümüzde de olduğu gibi Osmanlı devri hariç karışıklıklarla dolu ve birçok devletin emellerinin olduğu bir bölgedir. Bu sebeple Memlük Sultanlığı’nın içte ve dışta düşmanları hiç eksik olmuyordu. Şimalinde başta Moğollar, Ermeniler ve Kıbrıs Krallığı, cenubunda Nubyalılar ve garbında Berberiler olmak üzere ülkenin dört tarafı düşmanlarla çeviriliydi.
Bütün bunların farkında olan Baybars, ateşten bir gömlek giydiğinin, kendisini mücadele dolu yılların beklediğinin farkındaydı. Bu sebeple önce devletin içindeki nüfuzunu artırmak ve devletin birliğini sağlamak adına adımlar attı. Melik-ül-Mücahid unvanlıyla kendini sultan ilan eden Şam naibi Sencer’i ve Kırek’teki Eyyubi emirini bertaraf etti. Sonrasında dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı da müdafaa çalışmalarını başlattı. Sınır kalelerinin mukavemetini artıracak faaliyetlere girişti.
Bu arada sabık sultan Seyfettin Kutuz’un öldürülmesini fırsat bilen Moğollar, onun taraftarlarını ve ona tabi olan emirleri kışkırtarak, 1264 yılında Suriye’ye girip Birecik’e saldırdılar ve şehri yağmaladılar. Sonrasında ise Halep aynı akıbete uğramaktan kurtulamadı. Her iki şehirde de halkın büyük bir kısmı, çoluk çocuk demeden kılıçtan geçirildi.
Bunu üzerine Baybars, Suriye’ye hareket etti ama onun büyük bir orduyla üzerlerine geldiğini haber alan Moğollar, her şeylerini bırakıp kaçıp gitmek zorunda kaldılar. Birecik’i kayıpsız bir şekilde geri alan Sultan, bir müddet orada kaldı ve kaleyi tahkim ettirdi. Uzunca bir müddet kuşatmaya dayanacak hâle getirtip mukavemetini arttırdı. Moğolların bölgedeki hareketlerinden haberdar olabilmek için de Irak’taki kabile reisleri ile görüşüp, kendilerinden istihbari anlamda destek sözü aldı.
Diğer tarafta ise Humus hâkimi Muzaffereddin Musa ve Suriye kuvvetleri, Birecik’ten kaçıp Hama yönüne giden Moğolları yakalayıp bozguna uğrattı. Üst üste gelen bu zaferler ve özellikle bu son muharebede 1400 kişilik Memlük ordusunun, 6 bin kişilik Moğol kuvvetini ağır bir mağlubiyete uğratması büyük bir neşeye sebep oldu.
Fakat yenilen pehlivan güreşe doymazmış misali saldırmaya devam eden Moğollar, müttefiki olan Kilikya Ermenilerini de Suriye’ye saldırmaları konusunda cesaretlendiriyordu. İlhanlıların hükümdarı Hülagu, kendisinin Altınordu Devleti ile uğraşması sebebiyle Ermeni Kral I. Hetum’dan Suriye üzerine bir taarruz düzenlemesini istedi. Bunun üzerine Ermeni ordusu 1264’te Moğol birliklerinin de desteğiyle Suriye’ye sefer düzenledi ancak bu hareket onlar için yine hüsranla noktalandı.
Memlükler ile Moğol-Ermeni ittifakının arasında gerçekleşen mücadelenin en yoğun olduğu yer, Suriye’nin Kuzey Irak sınırındaki Birecik Kalesi idi. Baybars döneminde Moğollar, Suriye tarafının İlhanlı ileri karakollarına karşı savunulması için büyük önem taşıyan bu kaleye defalarca hücum ettiler. Ancak daha önce kritik bir noktada olması sebebiyle Baybars tarafından tahkim edilen kale 20 yıllık silah ve erzakla teçhiz edilmişti. Bu sebeple kaleyi ele geçirebilmek çok zordu ve beklenildiği gibi bozguna uğrayıp geri çekilmek zorunda kaldılar.
Bir yandan Moğollar, bir yandan Ermeniler ile olan bütün bu mücadeleler, Baybars’ın İslam âlemini tek bir sancak altında toplamak için yapmış olduğu mücadeleye büyük fayda sağlıyordu. Çünkü İlhanlılar ile Memlükler arasındaki muharebe, Ermenilerle ittifak yapan Moğolların direkt İslamiyete olan düşmanlıklarından başka bir şey değildi.
Neticede Orta Doğu’da, bir tarafta Memlükler ve yeni İslamiyeti seçmiş Altınordu Hanı Berke’nin, diğer tarafta ise İlhanlılar ve Ermenilerle beraber Hristiyanların olduğu, büyük bir mücadele yaşanıyordu...
Haftaya: Sultan Baybars ve Abbasi hilafetinin yeniden doğuşu
25.04.2016
Sultan Baybars ve Abbasi hilafetinin yeniden doğuşu
(Sultan Baybars ve Memlük Sultanlığı: -7-)
Sultan Baybars, Orta Doğu’nun karmakarışık olduğu bir devirde, devletin devamını sağlayabilmek adına atılacak en önemli adımın bütün İslam âlemini tek bir sancak altında toplamak olduğunun farkındaydı.
Bunun için ise Moğolların mezalimi ile yıkılan hilafet makamını Kahire’de tesis etmesi ve tekrardan ayağa kaldırması gerekiyordu. Halifenin Memlük Sultanlığı’nın koruması altında bulunması, diğer İslam devletleri üzerinde de nüfuz sahibi olmak anlamına gelmekteydi. Baybars, bunun için kesif bir çaba harcarken, tahmin bile edemeyeceği bir fırsat ayağına geldi.
Ancak bunu anlatabilmek için bir müddet önceye, yedi yıl öncesine gitmemiz gerekiyor. Felaket senesi olarak tarihe geçen 1258 yılında Hülagu, Müslüman Türk şehirlerini yok ederek Bağdad’a kadar geldi ve burayı da yakıp yıkarak halkı kılıçtan geçirdi. Son Abbasî Halifesi Muttasım Billah’ı ise aman dilediği hâlde, atlıların ayakları altında ezdirip feci şekilde öldürdü. Abbasî ailesinin büyük küçük, erkek kadın tüm fertlerini, katlettirdi. En acı olanı da öldürülen kırk kadar şehzadenin daha beşiğinde olmasıydı. Böylece Abbasî Halifeliği yok olmanın eşiğine geldi ve az kalsın koca halifelik daha on üçüncü yüzyılda tarih sahnesinden silinmiş olacaktı.
Allahü tealanın hikmetiyle bir şehzade bu mezalimden, bir sadık adamı vesilesiyle kurtuldu. Tam ismi Ebû’l Kâsım İbnü’l-Bereket Ahmed bin Zâhir El-Mûstensir Billâh olan bu şehzade, 35. Bağdat Abbasi Halifesi olan Zahir'in oğlu ve 36. Bağdat Abbasi Halifesi olan Mustensir'in erkek kardeşi idi. Kimliğini gizleyerek normal bir insan gibi Kahire’ye sığındı ve uzun yıllar bu şekilde kaldı.
Bu saklanış, yazıya konu olan zamana yani Baybars’ın İslam âlemini tek sancak altında toplamak için uğraştığı devre kadar sürdü. Bir Cuma günü namaza giderken tesadüfen şehzadeyi gören Sultan, onun alnındaki parlaklığı ve yüzündeki asaleti hemen fark etti. Kim olduğunu kendisine sorduğunda aldığı cevap ise bir garip tüccar oldu. Bundan tatmin olmayan Baybars’ın ısrarları karşısında çaresiz kalan Şehzade Ahmet gerçeği açıklamak zorunda kaldı. Hemen onu himayesine aldı ve sarayında uzunca bir müddet misafir etti.
Memlük Sultanı, dört koldan düşmanların saldırdığı ve kesif mücadeleler içinde geçen böyle bir devirde ayağına kadar gelen bu fırsatı değerlendirdi ve şehzadenin de müsaadesini alarak hilafet makamını yeniden tesis etti. Baybars’ın bu hareketi, İslam âleminde asırlardan beri manevi ehemmiyetini muhafaza eden ve büyük önem taşıyan hilafet makamıyla birlikte Abbasi hanedanının da ortadan kalkmasını önlemiş oldu. Ayrıca kendi devletine de İslâm âleminde büyük bir manevi nüfuz kazandırdı.
1261 yılında Sultan Baybars, şehzadeden aldığı müsaade neticesinde, durumu halka açıkladı ve Şehzade Ahmet’i tanıtarak onlardan halife olarak biat etmelerini istedi. Halk bu durumu büyük bir sevinç ve heyecanla karşıladı. Çünkü soyunun dayandığı yer sebebiyle Abbasilere karşı büyük bir hürmet beslenmekteydi. Hatta son dönemlerde Mısır’da ortaya çıkan bolluk ve bereket dahi onun bu şehirde olmasına bağlandı. Neticede İbnü’l-Bereket ismiyle kendisine biat ettiler ve ismi hutbelerde okundu. Namına para basıldı. Fakat halifelik makamı sembolik bir mevkiden öteye gitmedi. Hükümet ve sultanlık işlerini tamamen Baybars’a devretti ve onu Kâsımüd-devle unvanı ile Mısır ve Suriye’nin hükümdarı ilan etti.
Bu sistem devletin yıkılmasına kadar bu şekilde devam etti. Memlük sultanlarının tahta çıkması ve İslamın sancaktarı olması hep halifenin tanıması ile gerçekleşti. Son üç sultana kadar da hep hürmet gösterilen bir mevkide kaldı.
Haftaya: Hilafet ile gelen güç ve Orta Doğu hâkimiyeti
30.05.2016
.
.
Orta Doğu’nun kılıcı Baybars’ın ebediyet seferi
(Sultan Baybars ve Memlük Sultanlığı: -9-)
Sultan Baybars’ın hayatı boyunca yaptığı seferler neticesinde gerek devleti, gerekse de İslâm âlemi için büyük tehlike arz eden Moğolların beli kırılmış oldu. Eski güçlerini kaybettiler ve büyük bir bozguna uğradılar. Diğer taraftan Haçlılar da uzunca bir müddet kafalarını kaldıramayacak duruma düştüler.
Artık Orta Doğu’da kısa sürecek olsa da bir sükûnet sağlanmış, Baybars’ın lehine bir hâkimiyyet ortamı oluşmuş oldu. Fakat bu ortamı sağlamak adına ömrü boyunca at üstünden inmeyen ve harbden harbe koşan, Moğolları defalarca yenilgiye uğratan, Anadolu’ya gelişini Allah’ın dinine yardım etme gâyesiyle yapan büyük Sultan, zaferden kısa bir süre sonra Şam’a dönüşünde rahatsızlandı. Muharrem ayının yirmi yedisinde bir Temmuz bin iki yüz yetmiş yedi senesinde vefât etti.
Hayatının en verimli bir devrinde ve saltanatının en parlak ve kudretli bir zamanında ölen Baybars, Orta Çağ İslam Türk tarihinin en büyük ve mühim simalarından biridir. Maddi ve manevi birçok hususiyetlere sahip, müstesna bir insandı. Çok güçlü bir vücuda, sağlam bir iradeye, benzeri görülmemiş bir cesarete ve parlak bir zekâya sahipti. Harplerin en tehlikeli anlarında bir nefer gibi, ön saflarda çarpışır, tehlikelerden çekinmezdi.
Sultan Baybars dinine çok bağlı olup, dinin emirlerine uymaya çok dikkat ederdi. Âlimlere karşı saygı ve hürmette kusur etmezdi. Halkının işlerini görmek için kadıların başına kâdılkudâtlar tayini usulünü ilk o çıkartmıştır ve Baybars’tan itibaren, Mısır ve Şam’da dört mezhepten de kadı tayin edilmiştir. Bunların başı Şâfi’î kâdısı olmuş, bu gelenek Mısır’da Mehmed Ali Paşa’nın valiliğine kadar (1804) sürmüştür.
Fıkhi mevzularda da gayet hassas olan Baybars, içki satış ve kullanımını yasaklamıştı. Emrine karşı gelerek şarap içen en yakın adamlarından Sadru’l-Ban-ı kendi eliyle idam ettirdi. Fuhşu önlemek için hayat kadınlarını koca buluncaya kadar hapsettirdiği anlatılmaktadır. Halkın dertlerine kulak verip tebdil-i kıyafet dolaşarak tebaasının şikâyetlerini dinleyip ona göre tedbirler alırdı.
Bir seferinde atlarını bir Müslümanın ekili tarlasına bilerek salan ve mahsule zarar veren askerlerini; “Ben Müslümanları kâfirlerin saldırı ve yağmasından korumak için sefere giderken nasıl olur da bir Müslümana zarar verirsiniz?” diyerek azarladığı ve şiddetli bir şekilde cezalandırdığı vakidir. Yakın komutanlarından Şihabüddin el-Kaymeri’yi İslam beldelerini müdâfaada gayret göstermediği için derhal görevinden azletmesi de kayırmacılıktan uzak, hakkaniyetli bir siyaset takip ettiğini göstermektedir.
Devrin her türlü kara ve deniz harp mühimmatının yapımına büyük ehemmiyet vererek, tersaneler inşâ ettirmişti. Harp ganimetlerinin hepsini askerlere dağıtır, böylece askerlerin gönlünü alırdı. Ancak haksızlık ve zulme pirim vermezdi. En hassas olduğu ve müsaade etmediği nokta ise cihat esnasında yılgınlık gösterilmesiydi. Böyle durumlarda ağır cezalar verir, kesinlikle affetmezdi.
Bunun en mühim örneklerinden bir tanesi Birecik muharebesidir. Moğollar 1264 kışında Birecik’e taarruz ettiğinde hazırlıksız yakalanan Baybars, ordusunu toplayamadığı için sadece kendi Memlüklerden oluşan hassa birliği ile Birecik’e yardıma koşmak mecburiyetinde kalmıştı. Kahire’den yola çıkan hassa birliğinde kısa süre sonra hoşnutsuzluk çıktı. Askerler develerin bir kısmının hastalanmasını ve bazılarının da telef olmasını fırsat bilerek ayak diretmeye başladılar. Birecik üzerine yürümek yerine, Kahire’ye geri dönmek istediler. Fakat bu durum karşısında geri adım atmayan Baybars, “Burada üç beş deveyle vakit harcayamam. Tek düşüncem, İslamı savunmaktır” sözüyle seferin ve cihadın ehemmiyetine dikkat çekerek, askerlerinin maneviyatını toparlayabilmiştir.
En önemlisi ise artık Orta Doğu’nun eski karışık hâli sona ermiş, İslam sancağı yeniden kuvvetli bir şekilde dalgalanmaya başlamıştı. Artık Baybars tarihin ve Orta Doğu’nun talihinin değişmesine vesile olan sultan olarak anılacaktır.
21.06.2016
.
.
Osmanlı’dan günümüze “irticâ” mefhumu
İrtica, bin dokuz yüz doksanlı yıllarda ansızın Türkiye’nin gündeminde beliren ve 28 Şubat 1997 tarihinde alınan kararlarla güzel ülkemizin dinamiklerini altüst eden, II. Meşrutiyet'ten günümüze uzanan hâdiseler zincirinin müsebbibi olan bir kelime.
Kökü Arapça’daki “rucü” kelimesinden gelen ve Fransızcadaki karşılığı Réaction olan irticanın gerçek manası önceki yere, eskiye dönüş ya da gericilik olmakla beraber; inkişafa karşı çıkan, içtimai veya siyasi hareket ya da ideolojik fiiller olarak da tarif edilmektedir.
Tarihte ilk defa Fransız Devriminde, sâbık monarşi rejimine dönüşü isteyenlere karşı ihtilalciler tarafından kullanılmıştır. Derebeyliğini ve aristokrasi düzenini korumak isteyen, sanayileşme karşıtı olan, politik anlamda ise inkişafa muhalif olan ideolojiler olarak tarif edilmiştir.
Yirminci yüzyılda ise irticânın tanımı, totaliter veya benzeri bir yapı taraftarı olmak şeklinde karşımıza çıkmaktadır. İspanya'da Franco, Fransa'da Vichy, Portekiz'de ise Antonio Salazar idareleri, yirmi birinci yüzyılda ise Almanya'nın Neonazileri, ABD'nin Ku Klux Klan’ı buna en güzel misali teşkil etmektedir.
İrtica kelimesi ihtiva ettiği anlam ve sömürüldüğü usul sebebiyle her zaman prim yapabilecek sihirli bir kelime olma hususiyetine sahiptir. Tarifi yapana göre tahavvül edilebilen, zaafları kapatmak gayesiyle fikir üretmekte zorlananlar için muhteşem bir malzemedir. Yeri geldiğinde yolsuzlukları, terörü, muvaffakiyetsizlikleri, siyasi tutarsızlıkları örten bir kamuflaj hükmündedir.
Bu coğrafyanın irticâ kelimesi ile tanışması ise II. Meşrutiyet’in ilanının sonrasına dayanmaktadır. Öncesinde kullanımına hiç tesadüf edilmeyen bu sihirli sözcüklere lügatlerde bile rastlamak mümkün değildir. Bu her ne kadar şaşırtıcı olsa da hakikat böyledir. Mesela Redhouse’in 1851 tarihli Müntehabât-ı Lugât-ı Osmaniye’sinde ve 1890 baskı tarihli Turkish and English Lexicion’ında irticâ kelimesinin esamesi okunmamaktadır. Şemseddin Sami’nin Kamus-ı Türkî ve Kamus-ı Fransevî lügatlerine baktığınız zaman da bu vaziyet değişmeyecektir.
İlk olarak Mehmet Salahî’nin II. Abdülhamid Han döneminde, 1897’de basılan Kamus-ı Osmanî’de irticâ kısmen yüzünü göstermiştir. Mana itibariyle tehditkâr bir vaziyetten uzak bir hâlde olsa da “Geri dönmek, satılan şeyin parasıyla faideyi mucib olacak şey almak”, şeklinde tarif edilmiştir.
Muallim Naci’nin kendi adıyla basılan lügatinde ise artık istibdat ile yan yana kullanılmaya başlanmıştır ve irticânın manası geri dönmek olarak izah edilse de, “iadet-i istibdat taraftarı olmak” tabiri ile bağı kurularak literatürümüze girmiştir.
Enteresan olan ise Osmanlı döneminde lügatlere giren bu tabirin, Cumhuriyet’in kurulması sonrasında 1945’e kadar ortalıklarda gözükmemesidir. -Buna sebep olarak o dönemin tek partili rejimi gösterilebilir- O sene Türk Dil Kurumu tarafından ilk defa basılan Türkçe Sözlük’te bulunsa da henüz esas maksadından uzak bir vaziyettedir. İrtica için “kaytaklık” denirken, izahında “eskiyi ve geriyi özleyen, yeniliklerin kaldırılıp eski hâlin dirilmesini dileyen, mürteci, eski ve geri” tarifi yer almıştır.
Cumhuriyet ideolojisinin temel kurumlarından biri olarak TDK bile o yıllarda “irticâ” çığırtkanlığı yapmamıştır. 1962 senesinde basımı yapılan Ferit Devellioğlu’nun sözlüğünde irticâ henüz sert bir manada kullanılmamaktadır ve basitçe “geri dönme, eskiyi isteme” olarak ifade edilmektedir.
Günümüzde TDK’nın tedavülde olan sözlüğünde ise irticânın tek bir karşılığı vardır o da “GERİCİLİK”tir.
Haftaya: Geçmişten günümüze 'irticâ'nın gerçek sahibi
14.07.2016
.
Geçmişten günümüze darbe kültürü ve “irticâ”nın gerçek sahibi
İrticâ kelimesinin gün yüzüne çıkması ve bununla beraber istismara açık ve tehditkâr bir unsur hâline gelmesi 31 Mart (13 Nisan 1909) Vak’ası ile oluşmuştur. Bu aynı zamanda bu topraklardaki darbe kültürünün de artık tam anlamıyla yerleşmesinin miladını da oluşturmaktadır.
Ancak henüz günümüzdeki manaya sahip değildir ve kullanma maksatları arasında ciddi bir fark vardır. O zaman bu tabirin manası; “nur-ı meşruiyeti söndürmek ve nâr-ı istibdadı alevlendirmek” şeklinde tabir edilmektedir. Yani sözde istibdata, Sultan Abdülhamid idaresindeki eski rejime; hainliklerini gerçekleştiremedikleri ve istedikleri gibi at oynatamadıkları için korkulu rüyalarına dönmek demekti.
Osmanlı döneminin ramazan ayında açık kadın oynatan tiyatrolara halkın gösterdiği muhalif tepkiyi irticâ olarak adlandırmak gibi bir bahtsızlığa bile düştüler. O dönem halkının, tabii olarak İslam ahlakı gayreti sebebiyle göstermiş olduğu bu reaksiyonu işlerine geldiği için Devr-i Hamidî’ye bağladılar. Sanki tiyatroya karşı yapılan müsamahasızlık gibi gösterdiler. Hâlbuki bunun aslının olmadığı ve büyük bir yalan olduğu Abdülhamid Han’ın kızı Ayşe Sultan’ın hatıratında açıkça görülmektedir. Sultan Hamid’in tiyatroya ve bu tür organizasyonlara bizzat destek verdiği aşikârdır. Bu gibi olayları misal olarak gösterip; onu ve halkı tiyatro karşıtı bir Sultan olarak gösterme gayreti ise tamamen farklı bir maksada hizmet etmeden başka bir şey değildir.
“İrtica” olayına ittihatçılar kanadından bakıldığında ise durum çok daha komik bir hâl almaktadır. Çünkü tasfiye etme amacıyla irticâ ile suçladıkları muhalifler; aslında İttihat ve Terakki idaresini Abdülhamid idaresine benzemek, Meşrutiyet'ten ve meşveretten uzaklaşmak üzerinden tenkit ediyorlardı. İttihatçılara hitaben, “birlikte istibdadı devirdik, siz geldiniz daha müstebit kesildiniz” diyorlardı. Yani Sultan Hamid dönemine istibdat diyenler ve ona karşı hasret duyanlara irticâ yakıştırması yapıştıranlar aslında bir devre ortaklıklarını yapanlar ve sonradan İttihat ve Terakki idaresi tarafından göz ardı edilerek muhalefete mecbur edilen Volkancılar ve Derviş Vahdeti gibi gruplar tarafından irticâ yapmakla suçlandılar. Fakat ittihatçılar kendilerine yöneltilen haklı tenkitleri ve suçlamaları başarılı bir şekilde muhaliflerin başına ve boynuna sarmayı başararak, irticâ silahını ustalıkla kullandılar.
Her daim iktidarda kalmak veya kontrol edebilmek adına yapamayacakları yoktu. Mesela 1926’da Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan daha demokrat, daha hürriyetperver, daha liberal taleplerle ortaya çıkan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın, 1930’da ise Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın irticâ ile suçlanarak tasfiye edilmesi bunun en güzel misallerinden birisidir. Cumhuriyet Halk Fırkası 1950 yılına kadar kendisine karşı yapılacak en ufak bir hareketi hep bu ve buna benzer suçlamalarla savuşturarak çok acı bedeller ödettiler. Şeyh Said, Menemen, Maraş, Çorum ve Sivas hadiseleri gibi düzmece meselelerde hep irticâyı bahane gösterdiler.
"31 Mart Vakası"yla başlayan darbe kültürümüz, 1950 senesinde muhalefete düşen istibdatçılar sebebiyle bir kere daha gün yüzüne çıktı. Adalet Partisi’nin iktidara gelmesiyle muhalefete düşerek büyük bir darbe yaşayan bu güruh, inlerinden çıkarak planlarını devreye sokmaya başladı. 1960’ta darbe yaparak Menderes’i idam edenler, 1971’de muhtıra verenler ve yine 1980 yılında darbe yapanlar hep istibdada dönüyoruz korkutmasıyla ortaya çıktılar. Rahmetli Özal’ın şüpheli ölümü sonrasında bu memleketi kaos ve krizlere gark edenler ve 28 Şubat’ta post modern darbe yapanlar hep "irticâ hortladı, gericilik baş gösteriyor" bahanesini kullandılar. Aslında tek amaçları kendi saltanat dönemlerine dönmek istemeleriydi. Eskiye olan özlemlerinin bir tezahürüydü. Yani asıl istibdadı isteyenler onlardı. Dış destekçilerinin menfaatleri nispetinde, maşalıklarında başarılı oldular. Her dönem farklı bir usul bulmakta zorlanmayan bu kesimin, Menderes ve Demirel’in Erbakan hareketinden çok önce elde tespih, başta takkeli karikatürlerini çizdirdiğini de unutmamak lazım.
Son olarak 15 Temmuz günü FETÖ terör örgütü kullanılarak yapılan/yaptırılan kalkışma da 2014 öncesindeki hükümeti kontrol ettikleri günlere karşı olan hasretlerinin bir tezahürüdür. Ancak bu millet, Genç Osman, Abdülaziz Han, Abdülhamid Han, Adnan Menderes ve Turgut Özal’dan özür dilercesine ortaya koymuş olduğu iradeyle, İttihat ve Terakki’den miras kalan bu kokuşmuş zihniyete öyle bir darbe vurdu ki; bir daha böyle bir olaya teşebbüs edeceklere gerekli mesajı göndermiş oldu.
Netice; irticâ bu ülke üzerlerinde şahsi menfaatleri olan muhalefet, şer odakları ve aynı zamanda dış mihraklar tarafından sıkıştıklarında veya istediklerini yaptıramadıklarından, istibdada dönüyoruz çığlıkları ile Türkiye’ye karşı müdahale etmede kullanılan en etkili yol olmuştur. Bu sebeple irticânın esas sahibi, geçmişte İttihat Terakki olduğu gibi, günümüzde de onun zihniyetini devam ettirenlerdir.
Peki, tüm dünyada kullanılan veya kullanılmaya çalışılan, başka bir idare tarzı düşünülemeyen demokrasi mi? İşte bu zihniyetin demokrasi anlayışı. Falih Rıfkı Atay çok sarih bir dille izah ediyor: “Türkiye’de demokrasi; hoca ve mürteci saltanatı demektir.”
04.08.2016
..
.
İslamiyet ile yeniden doğuş ve Osmanlının bilinmeyenleri
Öyle bir devlet ve öyle bir millet ki; onlara methiyelerin en güzeli ve en şanlı olanı nasip oldu. Peygamber efendimizin sözleriyle müjdelendiler. Eshab-ı kiramdan sonra İslamiyet’e en çok hizmet edenler olarak yâd edildiler ve kıyamete kadar da Allahü teâlânın izniyle devam edecek.
Türk Milleti’ni, İslamiyet’in doğuşunu, Müslüman olmaları ve devamında meydana gelen cihanşümul devleti anlatan ve bu manada mutlaka okunması gereken iki kitaptan bahsedeceğim. Birisi İslam sancağının Türklerle buluşmasına, diğeri ise bu sancağı zirvelere çıkartan Türk devletinin bilinmeyenlerine ışık tutmakta.
Şüphesiz Türklerin İslamiyet’i seçmesi dünya tarihinin en mühim hadiselerinden birisidir. Çünkü savaşçı bir millet olan Türkler, İslamiyet ile birleştikten sonra tarihin en önemli aktörlerinden bir tanesi oldu.
İşte Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil’in yeni kitabı OTAĞ-I bir medeniyetin tarihini ve büyük doğuşu anlatıyor. İslam’ın doğuşundan muazzam büyümesine ve Türkler ile buluşmasına ve ilk Müslüman Türk devleti İdil Bulgarlığına kadar merak edilen nice hususları bu kitapta bulabilirsiniz.
İşte OTAĞ-I kitabının mukaddimesinden birkaç satır;
“… Tarihin en kadim uluslarından biri olan Türkler kurdukları imparatorluklar ile İslam öncesinde de siyasi bakımdan tarihine tesir etmekte idiler.
Ancak İslam’a girişleri ile birlikte sadece siyasi değil din, kültür ve medeniyet alanlarında da etkinliklerini arttırdılar. Dünyanın en görkemli devlet ve medeniyetlerini kurdular. Buna rağmen günümüzde en fazla zihinleri meşgul eden soru Türklerin İslam dairesine nasıl dâhil olduklarıdır.
İlk Müslüman Türk devletinin 920’lerde ortaya çıktığı bilindiğine göre Türklerin Müslüman Araplarla karşılaşması iki asrı aşmıştır. Bu iki asırda neler yaşandı? Türklerin İslam dinini kabullerinde neler etkili oldu? Birçok tarihî olaya mucizevi bir şekilde işaret eden Efendimiz onlar için neler söyledi?..”
Türklerin İslam ve dünya tarihindeki muazzam rollerine sıra geliyor. Arka arkaya kurulan ve haçlı ordularına dünyayı dar eden; mazlumun yanında ve zalimin karşısında olan Müslüman Türk devletleri, tarihin akışının değişmesine vesile oldu. Öyle ki bütün devletlerin kültürü, medeniyeti ve gücü tek bir devlette vücut buldu ve o devlet çağ açıp çağ kapattı. İşte Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci’nin Ama Hangi Osmanlı kitabı Osmanlı Devleti’nin bilinmeyenlerine ışık tutan bir eser.
Kaç tane Osmanlı var ki, içinden birisini seçelim? Tarih kitaplarında yazılanlar mı? Yoksa dedelerimizden babalarımızdan duyduklarımız mı? O adam hain mi yoksa kahraman mı? Neye göre, kime göre? Ömrü seferlerde geçmiş, at sırtından inmemiş, Kur'an-ı kerimi sekiz defa yazmış bir Kanuni mi? Yoksa harem dairesindeki sayısız entrikaların içinde boğulduğu, hıyanetlerle kendini kaybettiği söylenen bir Kanuni mi? Osmanlı’yı neredeyse yıktığı ve hain, zalim olduğu söylenen Timur mu? Yoksa İslamiyet’e hizmet etmiş muzaffer bir hükümdar olduğu söylenen Timur mu? Varlığını Osmanlılara borçlu bir İngiltere mi? Yoksa Türklerin geleceğini ipotek altına almış, içten pazarlıklı ve Osmanlı Devleti’ni yıkan bir Birleşik Krallık mı?
Bunlar da Ama Hangi Osmanlı kitabının mukaddimesinden;
“… ‘Ama hangi?’ suali muhataplarını şaşırtabilir. Cevabı ‘Elbette ki bir tane’ olmalıydı. Ama günümüzde tarihçisinden sıradan insanına kadar pek çok kimsenin kafası karışmış vaziyettedir. …
… Bizlere gösterilen, tanıtılan anlatılan Osmanlı şöyledir: Herkesin canı padişahın iki dudağı arasındadır. Padişahlar zalimdir. Keyfine düşkündür. Basit şahsiyetlerdir. Ulema yobazdır. Her terakkiye karşıdır. Matbaayı yasaklamış, rasathaneyi yıktırmıştır. Halk fakirdir. Memleket yokluk içindedir. İnsan hakları yoktur. Demokrasi bilinmez. İlim ve fenden kimsenin haberi yoktur. …
… Halbuki Yahudiler Avrupa’nın her köşesinden zulüm görüp kovulurken, Sultan II. Bayezid vatandaşlık vermiş; torunu Sultan Mecid, tıp fakültesinde okuyan bir tek Yahudi talebe için, kendi dinine uygun mutfak kurulmasını emretmiştir. Osmanlı donanması gayrimüslim neferlerin dini bayramlarında demir atardı. Şeyhülislam, gerektiğinde Yavuz Sultan Selim gibi sert padişahın icraatını hukuka aykırı bulup önleyebilirdi. Osmanlı Devleti yıkıldığında rejimi çok partili bir demokrasi idi...”
Her iki kitapta da maziye ufak bir ışık tutulmuş. Belli mi olur belki o ufak ışık, maharetli gençlerin ellerinde meşaleye, sonradan gelenlerin ellerinde ise Doğuyu, Batıyı İslamiyet sancağı altında birleştiren bir ateşe dönüşür. Ahmet Şimşirgil’in kitabı temelleri atarken, Ekrem Buğra Ekinci’nin kitabı ise binayı inşa etmektedir. Bu manada her iki kitap da büyük bir ehemmiyete haizdir.
Kitapları tavsiye etmeme gerek yok. Mukaddimeden alınmış kısımları okuduktan sonra mutlaka merakınızı da cezbetmiştir. "Bütünün kalitesi, peşrevinden belli olur" derler ya, bu iki kitap için de bu tabiri kullanmak gayet doğru olacaktır.
Gerçek tarihî dokümanlar, yazarken veya anlatılırken okuyucuyu yönlendiren değil; kararı okuyucuya bırakanlardır.
Buyurun peşrevi bizden, gerisi sizden...
01.09.2016
.
Karabekir, İnönü ve Türkiye’nin İslamiyet’ten uzaklaşması
“…Mustafa Kemal’den önce Anadolu’ya gidip Millî Mücadele’yi başlattım…” Bu sözlerin sahibi, "tek adam" idaresinin milletin hürriyetine darbe vurduğunu ifade eden ve İslamiyet’ten uzaklaşma fikrinin temelini hatıralarında anlatan Kazım Karabekir’dir.
Birinci Cihan Harbi’nde Kafkaslardaki son zaferlerimizden birine imza atmış; Millî Mücadele ateşini yakarak, harekâtın ilk zaferini kazanmış ve mücadelenin başarıya ulaşmasında büyük payı olmuştur. Padişah, Mustafa Kemal’in tutuklanmasına dair ferman göndermesine rağmen, tutuklamamış hatta orduyu da onun hizmetine sunmuştur. Bu muvaffakiyetlere ve desteğe rağmen ders kitaplarında ancak iki-üç cümleyle yer bulabilmiştir.
Yeni devirde belki biraz saf dışı bırakıldığı için kızan ve bildiklerini kitaplaştırarak anlatma gayreti içinde, hırçın bir muhalif hüviyetine bürünen Karabekir, bir devrin en önemli şahitlerinden biri olarak; kendi tabiriyle üstü örtülmek istenen gerçekleri gelecek nesillere aktarmak için büyük gayret göstermiştir.
İstiklal Harbimiz adlı kitabında kendisine yapılan haksızlıklardan bahseden Kazım Karabekir, Nutuk’a Cevaplar’da Mustafa Kemal’in "İstiklal Savaşı’nı ben başlattım" iddiasını tenkit ederek aksini iddia etmiştir.
Bütün bu düşünceler ve açıklamalar sonrasında Mustafa Kemal’e vermiş olduğu destek, büyük bir rekabete dönüşmüş; hatta sert mücadelelere sahne olmuştur. Netice; 1923 yılında kahraman olarak ilan edilen ve İstiklal Madalyası ile taltif edilen Kazım Karabekir, 1926 senesinde idam ile yargılanmış ve ipten son anda kurtulmuştur.
Kazım Karabekir, bu noktaya gelmesine sebep olarak ise Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’ye karşı yaptığı sert muhalefeti öne sürmüştür. En çok vurguladığı noktalardan bir tanesi ise Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nün yani Cumhuriyet’in kurucularının Şubat 1923 ile Ağustos 1923 arasında dine ve idare tarzına bakışlarındaki değişim arasındaki uçurumdur. Mustafa Kemal’in “…Anayasamız Kur'an-ı Azimüşşandaki emirlerdir…” anlayışından, “…Kur'an-ı tercüme ettirip Arap oğlunun (Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselam kastediliyor) yavelerini (uydurmalarını) Türklere belleteceğim…” anlayışına gelmesinin arkasındaki sebeplere açıklık getirmiştir.
Karabekir’in iddiasına göre bu durum, Lozan’da İngiliz ve Fransızların “Siz Müslüman kaldıkça, bağımsızlığınız tehlikeden kurtulmayacak” mealindeki tehditkâr ikazlarından kaynaklanmıştır. Yine diğer bir iddiasına göre, bu ikazları dikkate alan hükümetin daha da ileriye giderek devletin resmî dinini bile değiştirmeye niyetlendiğini iddia etmiştir. Bu noktada Hıristiyanlığın benimsenmesi düşünülmüş fakat ortaya çıkabilecek infial sebebi ile cesaret edilememiştir.
İnanç anlamında ortaya koyulan bu keskin değişim iddialarına delil olarak ise suçlamalarının muhatabı olarak ilan ettiği İsmet İnönü’nün bir konuşmasını göstermiştir.
“…İsmet Paşa fikrini bana dolaylı yoldan söylemeyi tercih etti. Ona bakılırsa Macarlar ve Bulgarlar bizimle aynı safta İtilaf devletlerine karşı harp ettikleri hâlde, bağımsızlıklarına dokunulmamıştı. Sebebi de doğrudan doğruya Hıristiyan olmalarıydı. Bizi işgal etmelerinin ise tek sebebi vardı, o da Müslüman olmamızdı. İstiklalimizi kazansak bile Müslüman kaldıkça İngilizlerin daima aleyhimize olacaklarını ve istiklalimizin tehlike altında kalacağını anlattı. Böylece ilhamının Lozan’dan ve İtilaf devletlerinden geldiği açıklık kazanmış oluyordu. Ali Fethi, Tevfik Rüştü ve Mahmut Esat Beylerle Mustafa Kemal’in Lozan’ın ikinci döneminden itibaren başlayan İslam aleyhtarı ifadesinin gerçek adresini tespit etmiş oluyordum…”
Mustafa Kemal’in de Fransız ve İngiliz temsilcilerinin tehditkâr ifadeleri sonrasında ilk etapta İsmet İnönü’nün etkisinde kalarak, sonrasında ise bu fikri tamamen benimseyerek aynı yoldan ilerlediğini belirtmiştir. Bunun gerekçesini de Mustafa Kemal ile yaptığı bir tartışmaya dayandırmıştır.
“…Mustafa Kemal dedi ki: ‘Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkûmdurlar. Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar! Böyle kimselerle ülkeyi zenginleştirmek mümkün değildir. Bunun için önce insanların din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz. Partiyi bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz! Kalkınma bu şekilde kolay ve çabuk olur…’ cevap olarak şöyle bir çıkış yaptım: ‘Dinsiz ve ahlaksız bir millete bu dünyada hayat hakkı olmadığını tarih gösteriyor. Bu yeni inanç bizi Bolşevikliğe götürür. Hatırlarsanız, Mütareke’nin ilk zamanlarında İngilizler bizi bolşevikliğe teşvik ediyorlardı. Demek bizi başka yoldan yine aynı noktaya sürüklemek istiyorlar!’…”, “…beni sükûnetle dinledi. Tartışmayı uzatmadı. Anladım ki, birileri onu yeni bir havaya çekmek istiyorlar. Fakat daha kesin kararını vermiş değil...”
Karabekir’e göre Mustafa Kemal’in ve dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin dinden uzaklaşmasının ana sebebi Fransızlar ve İngilizlerdir. Bunda da Karabekir’in hatıratında ifade ettiği gibi, İsmet İnönü ve arkadaşlarının kendisi üstündeki tesirinin büyük olduğu anlaşılıyor. Netice; İngilizler muradına ermiş, İslamiyet’ten ve hilafet gücünden kurtuldular. Bunu da Karabekir’in tabiriyle ittihatçıların arkasına saklanarak, sahne arkasından yaptılar.
İngilizler ve hilafetin kaldırılmasının arasındaki bağın en önemli delili, hilafetin kaldırılmasına kadar Lozan’daki görüşmelerin tıkanmasıdır. Ne zaman ki Türkiye’den hilafetin kaldırıldığına dair havadis gelir, birden bütün ihtilaflar aradan kalkar ve imzalar atılır.
İşte Osmanlı Devleti’nin mirasçısı olarak kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin İslamiyet’ten uzaklaşma sebebini, Kazım Karabekir hatıralarında bu şekilde dile getirmektedir. Kazım Karabekir’in Cumhuriyet’i kuran kadro ile kapışmasının detaylarını ise sonraki makalelerimizde ele almaya çalışalım...
.....
İstifade edilen kaynaklar:
- Nutuk ve Karabekir’den Cevaplar - 12. Cilt
- Günlükler – 2. Cilt YKY Yayınları, 2009
22.09.2016
.
19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım!”
Kazım Karabekir, "İstiklal Harbimiz" adlı kitabında kendisine yapılan haksızlıkları ve hariçte bırakma gayretlerini detaylı olarak anlatmaya çalışarak, isyanını gözler önüne sermiştir. Öyle ki bu çalışması zaman zaman kitaplarının toplatılmasına hatta yakılmasına bile sebep olmuştur.
"Nutuk’a Cevaplar" kitabındaki iddialar ise ezber bozacak vasıftadır. Mesela Mustafa Kemal’in ‘İstiklal Savaşı’nı ben başlattım’ iddiasını tenkit ederek, aksini ispat gayretine girişmiştir. Dikkat çekici diğer bir nokta ise Nutuk’un başlangıcı olan “19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktım” cümlesine yaptığı itirazdır ve cevap olarak da kitabına “19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım!” diyerek başlamıştır.
Hadisenin temelinde ise bu ihtilafa, 1908 ihtilali ve Jön Türkler namıyla teşekkül eden bir grubun karakteri sebep olmuştur. Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir ve diğer kurucu kadro da Jön Türklerin ikinci nesil subaylarındandır. Yeni Türkiye’nin ulus devlet mantığında kurulması, iktidar ve muhalefet kanadının da bu subay kuşağından oluşması da bunun tezahürüdür.
Jön Türkler veya Genç Osmanlılar diye tabir edilen ve 1800’lü yıllardan sonra güçlenen bu akımın siyasi görüşü aslında idaresine dâhil oldukları bir meclisin de yer aldığı padişahlık nizamıydı. Hiçbir zaman padişahlık rejimini yıkmayı düşünmemişlerdi. Ancak Mustafa Kemal ve arkadaşlarının da içinde bulunduğu ikinci neslin birçok üyesi, Fransa’nın da etkisinde kalarak Cumhuriyet idaresi fikrine yönelmişlerdi. Bunda Lozan’da İngiliz ve Fransızların tehditkâr ikazlarının da etkisi büyüktür.
Bu zabitler nesli fevkalade şartlar sebebiyle, inanılmaz bir hızla komuta kademesine kadar yükselmişlerdir. Bu aslında Osmanlı Devleti’nin ananevi yapısının asla izin vermeyeceği bir durumdur. Mesela 1908 İhtilali sırasında Kolağası yani Yüzbaşı olan Kazım Karabekir, Cihan Harbi başladığında tümen ve kolorduları idare etmekteydi. 1915 senesinde Çanakkale Harbi’nde Kurmay Yarbay olan Mustafa Kemal ise fazla değil üç sene sonra yeni kurulan devletin Reis-i Cumhuru olmuştur. Ortaya çıkan bu durumun en mühim sebebi ise Enver Paşa’nın muhalifleri temizleme amacıyla müşir, ferik gibi üst kademede yapmış olduğu tasfiyedir. Bununla genç zabitlerin önünün açıldığı düşünülebilir ancak tecrübe eksikliği bulunan bu nesil, radikalizm, muhafazakârlık ve kişisel çatışmalar sebebiyle gruplara ayrıldı.
Kazım Karabekir her ne kadar fikir, inanç, icraat ve ideal bakımından Mustafa Kemal’den farklı olmasa da aralarındaki muhalefetin temelinde bu gruplaşma yatmaktadır. Ayrıca ihtilaf sadece bu ikili arasında da kalmadı. İsmet İnönü de bir dönem Mustafa Kemal ile fikir ayrılığına düştü. Hatta bu sebeple Başbakanlık vazifesinden istifa ettirilerek, yerine Fethi Okyar getirildi.
Makalenin bundan sonraki kısmında yer alacak ve Karabekir’in ağzından yazıya dökülmüş Millî Mücadele günlerine dair satırlar, Mustafa Kemal ile Kazım Karabekir’in arasındaki ihtilafın ne boyutlara geldiğini açıkça göstermektedir.
“… 7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa, Filistin’de yenilen ordusunu perişan bir şekilde geri çekerken, Yıldırım Orduları Grubu’nun başına atandı; toplayabildiği kuvvetleri Adana’ya kadar çekti. Orada Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı haberi geldi…” “… Mütarekeyle birlikte ben de İstanbul’a dönünce bu kadar karargâhsız generalin İtilaf güçlerinin avucunun içinde durmasının tehlikeli olduğunu gördüm. Hepimizi birden yakalayıp Malta’ya sürseler, Doğu’dan başlayacağına inandığım Millî Mücadele’yi kim yapacaktı?..”
Burada Kazım Karabekir Mustafa Kemal’e muhalefet yapma adına, Millî Mücadele fikrini de kendine devşirmektedir. Hem bu fikir hem ‘Doğu’dan başlayacağına inandığım Millî Mücadele’ sözleri de tamamen Vahdeddin Han’a aittir.
“… Fevzi Çakmak, İsmet ve Mustafa Kemal Paşalarla yaptığım görüşmelerde Anadolu’ya geçmekten başka çare olmadığı fikrini işledim. Fakat herkes çok ümitsizdi. İsmet ‘Bu iş bitti Kazım, gidip çiftlik satın alalım, sen Kazım Ağa ol, ben İsmet Ağa olayım’ diyordu. Fevzi Paşa ondan beterdi. İstanbul’da kalıp siyasete atılmayı düşünen Mustafa Kemal Paşa ise Şişli’deki evimde yaptığımız görüşmede bu fikrime soğuk baktı. En kısa zamanda bir yolunu bulup Doğu’ya gideceğimi, gelmesi hâlinde kendisini başkomutan olarak karşılayacağımı söyledim. Bana ‘İyi olayım, düşünürüz’ dedi. 12 Nisan 1919’da İstanbul’dan 'Gülcemal' vapuruyla hareket ederek Millî Mücadele’yi bizzat başlattım. Siyasi ve askerî esas planlarını tespit ettim. Bir hafta sonra, 19 Nisan’da Trabzon’a çıktım…”
“… 1918’de Rus işgalinden kurtardığım Erzurum ve Doğu illeri bana sadıktı. Oradaki Muhafaza-i Hukuk ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleriyle görüşerek Erzurum Kongresi’nin yapılmasına karar verdik ve Mustafa Kemal Paşa’yı davet ettik. Erzurumlular onu, millî hareketi önlemek için İstanbul hükümetinin gönderdiğinden şüpheleniyorlardı. Bu yüzden kongreye almak istemediler ve benden teminat istediler. Ben de hem kendilerine teminat verdim, hem de huzurumda Paşa’ya yemin ettirdim. Mustafa Kemal ve Rauf Bey benim etki ve baskımla aza seçildiler. M. Kemal’i reis seçtiren de benim. Böylece Millî Mücadele, Erzurum Kongresi’yle başlamış oldu. Mustafa Kemal Paşa istifa etmesine rağmen askerî üniformayı ve yaverlik kordonunu üzerinden çıkarmamıştı. Bu yüzden Kongrenin başlangıcında tartışma çıktı, sonunda sivil giyinerek gelmek durumunda kaldı…”
Bütün bunlar başka bir detayı gözler önüne sermektedir. O da yakın tarihe yönelik alternatif bir okuma yapma ihtiyacıdır. Çünkü yakın tarihimizi Kazım Karabekir’in ifadelerinden öğrenmeye kalkmış olsaydık, bugün çok daha farklı bir inkılap tarihinden bahsediyor olabilirdik.
.....
İstifade edilen kaynaklar:
- Nutuk ve Karabekir’den Cevaplar - 12. Cilt
- Günlükler – 2. Cilt YKY Yayınları, 2009
- İstiklal Harbimiz – YKY Yayınları, 2008
04.10.2016
.
Kapitalizmin enerji açlığı ve I. Cihan Harbi
28.10.2016
I. Cihan Harbi dünya tarihinin gördüğü ilk büyük harp olma hususiyetine sahipti. Kayıplar, yaşananlar ve her anlamda yitirilenler insanlığımızı, kültürlerimizi, zihinlerimizi ve her şeyimizi erozyona uğrattı.
Dünya tarihi açısından mühim olmasının bir sebebi de 600 sene boyunca tek bir hanedan tarafından idare edilen Osmanlı Devleti’nin, İngilizlerin tabiriyle defterinin dürülmesi ve tasfiye edilmesiydi.
Sanayi inkılâbını gerçekleştirmiş Avrupa kıtası demir fabrikalarla donatılırken, enerjiye karşı çok büyük bir açlık hissi de buna paralel olarak artıyordu. Çünkü sınırlı sayıdaki kömür rezervleri haricinde, yeraltı kaynakları bakımından kısır bir coğrafyaya sahip olması da Avrupa’nın bu açlığını körüklüyordu. Buna karşılık Osmanlı Devleti’nin cenup toprakları en kıymetli enerji olan petrol ile kaynıyordu. Ayrıca İngiltere’nin sömürgesi hâlinde olan Hindistan’ın ve diğer İslam memleketlerinin halifeye yani Osmanlı Devleti padişahına bağlı olması da İngilizler için büyük bir meseleydi. Çünkü İngilizler buranın gerek yeraltı, gerek yerüstü kaynaklarını kesif bir şekilde kullanıyordu. Bütün bunlar sadece bu devlet ile sınırlı değildi. Fransa, Amerika, Almanya ve Rusya gibi büyük devletler de cihanda istismar edecek toprak arayışındaydı ve göz diktikleri birçok yer İslamiyetin nuru ile şereflenmiş devletlerdi.
İşte bu sebeplerle İngilizler, yaklaşık iki asırdır üzerinde çalıştıkları planı devreye soktular. I. Cihan Harbi de tamamen bu amaç için ortaya koyulmuş bir harpti. Hedefinde ise tek bir şey vardı o da İslam âlemini âdeta bir tespihin taneleri gibi bir arada tutan imamenin, yani hilafetin ve Osmanlı saltanatının ortadan kaldırılması, “Hasta Adam”ın mirasının paylaşılmasıydı. Yoksa Sırpların öldürdüğü Avusturya-Macaristan veliahdı, iki Alman gemisinin Rusların kıyılarını bombalaması teferruat ve bahaneden ibaretti.
Bu zihniyet ile gerilen koca cihan, veliahdın öldürülmesi sonrasında bu hadise bahane edilerek kesif bir kutuplaşmaya yöneldi. Silahlar çekildi ve ortalığı barut ve zulüm kokusu sardı. Olan ise güle oynaya harbe giden ve kayıp nesil olarak meşhur olan 1914’lülere oldu. Cephede veya esaret kamplarında hayatını kaybedenler ve hayatta kalmalarına rağmen yaşadıkları travma sebebiyle hayatları zehir olan insanlar ise umurlarında bile değildi.
I. Cihan Harbi sebebiyle sadece Osmanlı Devleti’nde 2,6 milyon kişi silahaltına alındı. Bunların yaklaşık 325 bini hayatını kaybederken, 400 bini ise yaralandı. Esir edilenler, firariler ve kayıplar ise yaklaşık 1,5 milyon kişiye ulaştı. Tahmini rakamlara göre toplam zayiat ise 2,2 milyon kişi oldu. Esir edilen 202 bin askerin ekserisi 75 bin kişiyle Mustafa Kemal’in kumanda ettiği Filistin cephesinde ve 55 bin kişiyle Enver Paşa’nın kumanda ettiği Şark cephesinde verildi. Dünya umumunda ise harbin maliyeti çok ağır oldu. Ülkeler ve şehirler harap olurken, seferber edilen 42 milyon kişinin 8 milyonu çeşitli sebeplerle kaybedildi. Nihayet 1918 senesinde Osmanlı Devleti ile yapılan Mondros Mütarekesi ile Türkler adına harp sona erdi.
Şimdi artık vakit muahedeler çerçevesinde mağlupların topraklarını paylaşma vaktiydi. Ortaya konulan hukuksuzluklar, Milletler Cemiyeti kisvesi altında birer birer resmiyete dökülürken, mağlup devletlere söz hakkı bile tanınmadı. Müstemleke ise bahanelerle manda idaresi olarak kılık değiştirdi.
Bu harp monarşi ile idare edilen Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu gibi devletlerin de sonunu getirdi. Dünya umumi efkârında monarşi istenmeyen bir idare sistemi ilan edildi. 18 Ocak 1919’da toplanan Paris Sulh Konferansı’nda mağlup devletlere sıkı yasaklar getirildi. Sevr ve Lozan Muahedeleriyle de Osmanlı Devleti’nin sonu getirildi. Ancak galip devletlerin bu tahakkümleri o kadar kesif bir hâldeydi ki bu 20 sene sonra ikinci büyük bir harbin çıkmasına sebebiyet verdi.
Vakti ile üç kıtaya hükmeden Osmanlı Devleti ise toprakları düşman askerleri tarafından işgal edilmiş bir vaziyette İtilaf Devletlerinin kararını bekliyordu...
Cihan Harbi mağlubiyeti sonrası Osmanlı Devleti
04.11.2016
1918 senesinin ortalarına gelindiğinde I. Cihan Harbi’nin galip ve mağlup devletleri neredeyse belli olmuştu. Almanya ve Osmanlı’nın başı çektiği ittifak devletleri hızlı bir şekilde mağlubiyete doğru ilerliyordu.
Arka arkaya alınan mağlubiyetler, dağılan ve sadece kâğıt üzerinde varlığından bahsedilebilen ordular, asker kaçakları ve bilhassa Arap vilayetlerinde İngiliz destekli isyanlar, neticenin yakında alınacağının işaretini veriyordu. Birçok cephede hızlı bir şekilde ilerleyen İtilaf Devletleri de neticenin kendi lehlerine olacağı kanaatini güçlendiriyordu.
Aynı şekilde Enver Paşa’nın bir oldubittiye getirerek harbe soktuğu Osmanlı Devleti’nin idarecileri de 1918 yazının ilerleyen günlerinde harbin kaybedildiğine kanaat getirmişlerdi. Kafkasya ve Çanakkale cepheleri ile kısmi başarılar hariç Sina, Filistin, Hicaz, Yemen, Irak, İran, Galiçya, Makedonya cephelerinde muvaffakiyet sağlanamamıştı. Devlet ricali ortaya çıkan bu neticenin devlete çok pahalıya mal olacağının da farkındaydı.
Osmanlı’nın harbe girme kararı üzerine açıklama yapan İngiliz Başbakan Asquith, bir beyanatında “Osmanlı hâkimiyetini sadece Avrupa’da değil, Asya’da da sona erdirmek ve Türklerin ölüm fermanını yazmak” demişti. Bu açıklama, bu harbin neticesinin Osmanlı’ya ne kadar pahalıya mal olacağının ve ciddi bir toprak kaybı ile karşılaşılacağının da açık ilanıydı.
Fakat Osmanlı Devleti hükümeti hilafet makamını elinde bulunduran bir devletin hayatiyetinin de sağlanacağını, aksi bir durumun söz konusu olmayacağını düşünüyordu. Onlara göre devletin merkezi ve yakın çevresi yine ellerinde kalacak, diğer yerlere ise muhtariyet verilerek İstanbul ile bağlantısı kesilmeyecekti. Fakat İngilizlerin gizli ajansından haberdar değillerdi.
Bu arada Rusya’da yaşanan bir gelişme, bu hayallerinin asla gerçekleşemeyeceğini açık bir şekilde ortaya koydu. 1905’ten beri ihtilallerden başını kaldıramayan Rusya, Almanlara karşı yaptığı Tannenberg Savaşı’nda kaybettiği gücünü daha toparlayamadan bu sefer de Menşevikler ve Beyaz Ordu’nun ayaklanmasıyla uğraşıyordu. Çanakkale Muharebesi’nde İngilizlerin Boğaz'ı geçememesi ve kendilerine yardım getirememesi üzerine daha fazla mukavemet edemedi ve 1917 senesinin Şubat ayında teslim oldu. Menşeviklerin iktidara geçmesiyle Rusya hücumlarını durdurdu. Ekim ayında ise Bolşeviklerin yapmış olduğu ihtilal sonrasında Rusya Brest-Litowsk Antlaşması'yla tamamen harpten çekildi. Bunun neticesinde 1916 senesinde Britanya ve Fransa ile yapılan Sykes-Picot-Sazanov muahedesinden vazgeçtiler ve Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanmasına ilişkin gizli planları gazeteye sızdırdılar.
Ortaya çıkan bu belgeler neticesinde Osmanlı Devleti’nin idarecileri tasavvur ettikleri durumun çok iyimser olmadığını ve çok daha kötü neticelerin kendilerini beklediğini anladılar. Çünkü bizzat Dışişleri Komiseri Troçki tarafından açıklanan metine göre sadece Arap vilayetlerinin değil, Şark ve Cenup Anadolu’nun da farklı işgal ve nüfuz bölgelerine ayrıldığı devletin âdeta parça parça edildiği açıkça görülüyordu.
Nitekim 26 Nisan 1916 Londra Muahedesi’nden bir ay sonra mayıs ayında yapılan Skyes-Picot-Sazanov uzlaşması ve Ağustos 1917’de ise Saint Jean de Maurienne Muahedesi de bunu doğrular vasıftaydı. Balfour Deklarasyonu ile Filistin’de Yahudilerin yapılanması da işin cabasıydı. Harbe sonradan katılan İtalya ve Yunanistan ülkelerinin de Batı Anadolu üzerinde ciddi talepleri söz konusuydu.
İşte Osmanlı Devleti tüm bu şartlar dâhilinde Sevr Muahedesine de kapı açan Paris Sulh Konferansı’nda masaya oturmaya hazırlanıyordu.
.
Yolun başı Paris Sulh Konferansı
21.11.2016
İngilizler kısa sürede biteceğine inandıkları harbin uzamasından Osmanlıları sorumlu tutuyorlardı. Bu sebeple Osmanlı Devleti Mondros Mütarekesi ile nihayete eren I. Cihan Harbi’nin acı reçetesi ile karşılaşmak üzereydi.
Her ne kadar İtilaf Devletleri bilhassa da İngilizler bütün planlarını Osmanlı aleyhine kurmuş olsalar da Osmanlı devlet ricalinin tavrı iyimserdi. Mütareke sonrasında muhtemel sulh konferansının olacağına ve buradan da Osmanlı lehine bir karar çıkacağına iniyorlardı. Bunun için ise tek şart vardı. O da geçici olduğuna inandıkları işgallere karşı fazla bir aksülamel gösterilmemesiydi. Böylece itilaf devletlerinin kızgınlığının da yatıştırılması düşünülüyordu. Sultan Mehmed Vahdeddin Han’ın da kanaati bu cihetteydi. Ancak Sultan bu sulh konferansları ile işgalci devletleri oyalayıp, Anadolu’dan bir hürriyet hareketi başlatarak devleti düşmanlardan temizlemeyi planlıyordu. En makul düşünce de buydu.
İtilaf devletleri nezdinde İngilizler, bu mütareke ile Osmanlı Devleti’ni tarih sahnesinden silmeyi ve yerine kendilerine bağlı, İslamiyetten ve eski geleneklerden uzak, geçmişini reddeden bir Türk devletinin kurulmasını arzu ediyorlardı. Ayrıca hilafeti de bu vesileyle kaldırarak müstemlekesi altında bulunan Müslüman devletleri, bilhassa da Hintlileri rahatlıkla kontrol etmeyi planlıyorlardı.
Tüm bu şartlar dâhilinde Paris Sulh Konferansı 18 Ocak 1919 tarihinde başladı. Bu görüşmeler I. Cihan Harbi sonrasında galip devletlerin mağlup devletlere dikte ettirilecek sulh antlaşmalarının çerçevelerinin çizildiği bir beynelmilel toplantılar dizisini meydana getiriyordu. Kısa sürede neticelenmesi gereken bu vetire Londra, Paris gibi farklı adlarla Lozan Muahedesi’ne kadar devam etti. Onlar için en makul netice ise Osmanlı Devleti’nin tasfiyesinin gerçekleşmesiyle senelerdir başlarına bela olan şark meselesinin halledilmesiydi.
Altı ay süren görüşmelerin neticesinde Almanya ağır şartlara mahkûm edildi ve asker sınırlaması getirilerek Avrupa’nın güvenliği sağlandı. Osmanlı heyeti ise ancak mayıs ayının sonlarına doğru, o da ısrarlar neticesinde çağırıldı. İtilaf Devletlerinin amacı onları dinlemek değil, haklarında verdikleri kararları yüzlerine okumaktı. Düşünülen tahakküm ise Almanya’ya uygulanandan bile daha ağırdı. İngilizler demeçleriyle, yaptıkları konuşmalarla bunu açıkça ortaya koyuyorlardı.
Mesela İngiliz diplomat Llyod George, Osmanlı’nın I. Cihan Harbi’ne katılması ile ilgili Paris’te yaptığı konuşmada, “Türklerin son zarlarını attıkları” ibaresini kullanmış, Türklerin dünya medeniyetinin kurulduğu yerleri yönetmesine bir daha asla izin verilmeyeceğini de sözlerine eklemişti.
Görüşmelerin en büyük handikabı ise sadece savaş galiplerinin değil, Osmanlı paylaşımından etkilenecek değişik grupların da taleplerinin olmasıydı. Yunan devlet adamlarından Ermeni delegasyonuna, Kürt cemiyetlerinde Marunî Kilisesi temsilcilerinin önderliğindeki Lübnan heyetine, Şerif Hüseyin bin Ali’nin oğlundan Siyonist Teşkilatı Liderliğine uzanan bir yelpazedeki gruplar birbirleriyle çatışan isteklerinde diretiyorlardı. Bunlara ilaveten İngiliz-Fransız, Yunan-İtalyan ve Arap-Yahudi rekabeti harp esnasında uzlaşılan anlaşmaların hayata geçirilmesini imkânsız hâle getirdi.
Buna İngilizlerin her şeyi sahiplenici tutumları da eklenince hadisenin vahameti daha da arttı. ABD Başkanı Wilson’ın gizli anlaşmaların kenara bırakılması fikri ise çare olmak yerine, anlaşmazlığa katkıda bulundu.
Bütün bunlar sulh muahedesinin imzalanmasının ve Osmanlı Devleti’nin paylaşımının ve Orta Doğu’da sulhun sağlanmasının çok zor olduğunu ortaya koyuyordu. Bu sebeple Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan ile imzalanacak muahedelerinin taslakları hazırlandı ancak Osmanlı Devletinin metni ise sonraya yani Sevr’e bırakıldı...
Osmanlı Devleti’nin paylaşılamayan toprakları
02.12.2016
Osmanlı Devleti’nin paylaşımında ve sözde Orta Doğu sulh çalışmalarında emperyalist güçlerin karşılaştıkları en büyük mesele, bölgeyi fazla tanımamalarıydı. Bu anlamda büyük bir stratejik mücadele veriyorlardı.
Gerçeklere bakıldığında Orta Doğu’da sulh getireceklerini söyleyen Fransa ve İngiltere için insani gayeler, stratejik çıkarları için kullanılan birer vasıtadan başka bir şey olmaktan öteye gitmiyordu. Burada tamamen ülkelerinin menfaatleri devreye giriyor, hatta bu sebeple bazı noktalarda birlikteliği sağlayamıyorlardı. Çünkü paylaşılacak topraklar çok kıymetliydi ve güç altın tepsideydi.
Bu sebeple gücü tek başına elinde toplamak isteyen İngiltere, harp esnasında uzlaşılan bazı noktaları kabul etmiyor, İtilaf Devletlerine ve işbirlikçilerine karşı verdiği vaatlerini geri almak istiyordu. Bunun ilk belirtisi Mondros’ta ortaya çıkmıştı. İngilizler mütareke konusunda Fransızlarla şiddetli bir tartışmaya tutuşmuşlar bunun neticesinde Amiral Calthorpe, Fransızların dışlanması emrine uyarak Rauf (Orbay) Bey ile müzakereleri doğrudan yürütmüştü.
İngilizler Orta Doğu’nun geleceğinin tamamen kendileri tarafından belirlenmesi konusunda ısrarcıydı. Bu sebeple Paris Sulh Konferansı öncesinde Llyod George, savaş sırasında Fransa’ya verilen vaatlerin bir kısmını doğrudan geri istemiş ve almıştı. Benzer bir tartışma da İtalya yüzünden ortaya çıktı. Londra ve Saint Jean de Maurienne uzlaşmaları çerçevesinde vaatlerin yerine getirilmesini isteyen İtalyanlar, karşılarında İngiltere ve Fransa’yı buldu. İtalya’nın Adana’ya asker çıkarma müracaatının reddedilmesine karşılık Fransa’nın İtalya’ya vadedilen bölgelere asker göndermesine izin verilmesi anlaşmazlığı tırmandırdı. İtalyanların itirazı ise Yunanların Ege’de yaşayan Rum nüfusunu gerekçe göstererek bu topraklar üzerinde hak iddia etmesiydi.
Karşılaşılan itiraz sadece itilaf kuvvetleri ile de sınırlı değildi. Farklı grupların hak iddiaları vardı. Sykes-Picot-Sazanov olarak bilinen ve İngiltere, Fransa ve Rusya arasında 1916 senesinde imzalanan gizli mutabakatın, Bolşevikler tarafından 1918 senesinde açıklanmasından sonra Şerif Hüseyin ibn Ali rahatsızlığını açıkça dile getirdi. Çünkü kendisine istiklal konusunda söz verilmişti. Arapları küstürmek istemeyen İngilizler, kendisine evvelce yapılmış vaatlerin geçerliliğini koruduğunu ve Balfour Deklarasyonu (Yahudilerin Filistin’de “national home” olarak tanımladığı bir yapılanma kurmasına destek vaadi) ile çelişmeyeceğini belirtti. Ayrıca Osmanlılardan kurtarılan veya itilaf kuvvetleri tarafından işgal altında bulunan bölgelerin tam istiklalinin tanınacağı cihetinde de garanti verildi. Henüz Türklerin elinde olan alanların geleceğinin belirlenmesinde ise yerel ahalinin onayı “plebisit” ilkesi göz önünde bulundurulacaktı.
Bütün bu şartlar çerçevesinde ABD Başkanı Wilson’un ortaya koyduğu idealizm, emperyalist devletlerin maksatlarını minimize etmeyi amaçlıyordu. Ancak gelinen son noktada, vetire (süreç) itilaf devletlerinin arzuları çerçevesinde gerçekleşiyordu. Hatta İngiltere bu manada diğer ortaklarını pastanın dışında tutma gayreti içindeydi. Bilhassa Orta Doğu konusunda son sözün kendisi tarafından söylenmesini istiyordu. Ancak Britanya’nın da göz ardı edemeyeceği büyük meseleleri vardı.
Ortaya koyacağı kararlarda üç büyük din mensuplarını da memnun edebilmek için bir hâl çaresine bakmak zorundaydı. Çünkü Hristiyan bir İmparatorluk olan İngiltere, Hindistan sebebiyle de kendisini Müslümanlığın en büyük temsilcisi olarak görüyordu. Ayrıca Balfour Deklarasyonu ile Yahudilerin de hamisi durumuna geçti. Durum o kadar vahim bir hâle geldi ki; farklı gruplar aynı bölgeler üzerinde hak iddia ediyorlar, bu manada iklim şartları bile meşrulaştırıcı bir mefhum olarak kullanılıyordu.
Netice olarak kâğıt üzerinde son derece kolay gözüken, İtilaf Devletleri tarafından ayrıntıları ince detaylara varıncaya kadar kararlaştırılmış Osmanlı paylaşımı tam bir karmaşaya dönüşmüştü...
.
Osmanlı üzerine çökmüş sinsi kurt; “Büyük Britanya”
16.12.2016
I. Cihan Harbi sonrasında İngiltere, İtilaf Devletlerini Paris Konferansı adı altında, İngiliz diplomat Harold Nicolson’ın tabiriyle “sulhu değil, ebedi sulhu kuracakları” vaadiyle topladı.
Ancak hiçbir zaman gerçek maksat bu minvalde değildi. Çünkü İngilizler için sulh ancak onlara hizmet ediyorsa mukaddesti ve aksi bir durum söz konusu bile olamazdı. Bu manada -mühim misallerini bir önceki makalede aktardığım gibi- ortaklarını bile bu mücadelede devre dışı bırakabilmek için her şeyi yapıyorlardı. Ayrıca Rusya’nın Bolşevik İhtilali sebebiyle harpten çekilmesi, onlara bırakılması planlanan toprakların da yeniden paylaşılması demekti. Bu sebeple Osmanlı Devleti’nin üzerine çöreklenenler İngilizlerin bu tavrı sebebiyle sulh için itilaftan da ittifaktan da çok uzaktaydılar.
Ayrıca Büyük Britanya kendi içinde de birliği sağlayamıyordu. Ne kadar toprak ele geçirebilirsek o kadar iyi olur diyen ananevi yapı ile imparatorluğun fazla yayıldığı ve bu sebeple elde tutulacak toprakların ehemmiyetinin değerlendirilmesi gerektiğini savunan iki kesim arasında çatışma vardı.
Siyaset kanadının haricinde bakanlık nezdinde de buna benzer bir çatışma yaşanıyordu. Foreign Office (Dışişleri Bakanlığı), War Office (Savaş Bakanlığı) ve India Office (Hindistan İşleri Bakanlığı) paylaşımlar ve kararlar konusunda tamamen farklı kanaatlere sahipti.
India Office; Padişahın aynı zamanda Müslümanların halifesi sıfatına sahip olması sebebiyle, İstanbul’dan çıkartılmasının Hindistan’da huzursuzluğa sebep olacağı kanaatindeydi. Ayrıca 1857 Hint Ayaklanmasına benzer bir durumun tekrar yaşanması ihtimaline karşı Osmanlı Devleti’nin ağır bir şekilde cezalandırılmasına da karşı çıkıyordu.
Foreign Office ise Britanyalı idealist bir politikacı olan ve dört dönem Birleşik Krallık Başbakanlığı yapan William Ewart Gladstone’un idealini müdafaa ediyordu. Türk düşmanlığının en kesif bir şekilde müşahede edildiği bakanlık, Türklerin olmadığı bir Avrupa için asırlardır beklenen fırsatın ayaklarına geldiği iddiasıyla gerekenin yapılması için baskı yapıyordu. Hatta bunun için Orta Doğu Departmanının kurulmasını ve ağır cezaya karşı olan India Office’in de aradan çıkartılmasını istiyordu.
War Office ise India Office’in ortaya koyduğu hilafet endişesini farklı bir usul ile çözme niyetindeydi. Hilafeti Osmanlı Devleti’ni yıkmak için kullandıkları ve zaten kontrolleri altında bulunan Araplara vererek; hem Türklerden kurtulmak hem de Hindistan meselesinin halletmek istiyorlardı. Ayrıca o bölgede bulunan bir milyonu aşkın personelin maddi yükünün ekonomiye zarar vereceği görüşündeydi. India Office ise Arap hilafetinin tahakküm altına alınmış ve arzu edilen her şeyi yapmaya hazır bir Türk hilafetinden çok daha tehlikeli olacağı görüşüyle bu plana da karşı çıktı.
Bu kurumların ortaya koyduğu fikir ayrılığı, Birleşik Krallık’ı öyle bir noktaya getirdi ki; kendi içlerinde İstanbul’un geleceği için 1920’nin başında kurulan Cemiyet-i Akvam adına Amerikan mandası idaresi, dost Sultan’ın İstanbul’da kalması ve şehrin Büyük Yunanistan’a bırakılması gibi taban tabana zıt üç tez müdafaa ediliyordu.
O devrin şartlarına bakıldığında ortaya çıkacak olan paylaşımın gerek itilaf devletleri gerek kavmî ve dinî gruplar zaviyesinden memnuniyet doğurmayacağı çok açıktı. İngiliz hariciyesi adına çalışan Toynbee’nin ifadeleri de bunu ortaya koymaktadır.
“On iki yıl süren savaş ülkenin dâhili gelişmesini engellemişti. Türkiye’nin eyaletleri gitmiş, müttefikleri ezilmiş ve Hint Müslümanları arasındaki destekçileri dışında, İslam kampında bile dostu kalmamıştı. İstanbul muzaffer galiplerin elindeydi, Türkiye düşmanlar tarafından kuşatılmıştı. Devletler kamp ateşi etrafında toplanan kurtlar gibi kapısının eşiğinde aç gözlerle sinsice dolaşıyorlardı. Türkiye tab’an zengin, emperyalistler ise tamahkârdı.
Sevr’e giden yolda Osmanlı’nın hazin durumu
23.12.2016
I. Cihan Harbi’nin gerçek gayesi Osmanlı Devleti’nin kulağını çekmek ve başta petrol olmak üzere hâkimi olduğu topraklarındaki enerji kaynaklarını Avrupa’ya taşımaktı. Ancak Osmanlının harbe dâhil olmasıyla ortaya çıkan büyük yıkımlar yüzünden, İngilizlerin niyeti değişmişti.
Artık yeni proje Osmanlı Devletinin kulağını çekmekten çok daha büyük bir noktaya gelmişti. Toprak kayıplarının yanı sıra, uzun zaman Türklerin kafasını kaldırmaması cihetinde ciddi bir ceza verilmesi düşünülüyordu. İşte Paris Sulh Konferansı ile başlayan sürecin nihai hedefi de bu projenin hukuki ve siyasi bir zemine oturtulması amacını taşıyordu.
1918 yılının ikinci yarısında Osmanlı Devleti bir oldubittiye getirilerek sokulduğu harbi kaybettiklerine kanaat getirmişti. Bu işin sorumluları idam korkusuyla yurt dışına kaçmış, geride mazlum bir vatan bırakmışlardı. Devlet ricali ise ortaya çıkan bu neticenin devlete çok pahalıya mal olacağının hatta ciddi toprak kayıplarının da yaşanacağının farkındalardı.
Ancak devletin imparatorluk geleneğinden gelmesi ve hilafet makamını elinde bulundurması hasebiyle, devletin hayatiyetinin mutlaka sağlanacağı kanaati hâkimdi. Toprak kaybı mutlaka olacaktı ancak devletin merkezi ve yakın çevresi yine ellerinde kalacak, diğer yerlere ise muhtariyet verilerek İstanbul ile bağlantısı kesilmeyecekti. Bu arada İngilizlerin korktukları başlarına geldi ve ittihatçı düşmanı olan yeni padişah Sultan Mehmed Vahdeddin Han, harbe girmelerinin müsebbibi olan İttihatçılara tavır aldı. Hükümetin aksine padişah duruma çok hâkimdi ve ağabeyi Sultan II. Abdülhamid Han döneminden bu yana İngilizlerin devlet üzerindeki gizli maksatlarının da farkındaydı. Bu sebeple bekle gör siyasetini güdüyordu. Bu sebeple Paris Sulh Konferansı sürecinde de Sevr Muahedesi sırasında da sürekli oyalama taktiği güttü. Böylece vetireyi uzatacak, elini kuvvetlendirecek bir fırsat çıkmasını bekleyecekti.
Fakat devlet ricali Paris Konferansı sürecini iyi okuyamamıştı ve hayalperest, tecrübesiz bir devlet adamı olan Damat Ferit Paşa vahametin farkında değildi. Ayrıca padişahın durumu yumuşatma girişimlerinin ve bekle gör politikasının aksine, konferansta sert bir sunum yapmış ve bu durum itilaf devletleri tarafından ciddi bir kızgınlıkla karşılanmıştı. Teklifinin o anki şartlara yabancı olduğu o kadar aşikârdı ki; Müttefik devletlerin bu zeminde bir sulhu kabul etmeleri tabii olarak mümkün gözükmüyordu. Âdeta yangına körükle gitmek gibi bir durum söz konusuydu.
Osmanlı hükûmetine göre Trakya’da 1878 Berlin Kongresi sınırlarına geri dönülmeliydi. Adalar yeniden Osmanlı egemenliğine girmeliydi. Musul dâhil Arap vilayetlerine muhtariyet tanınsa bile merkeze bağlı kalmalıydılar ve valiler sultan tarafından atanmalıydı. Rus Ermenistan’ında kurulan müstakil bir devlete ise tartışmak kaydıyla sıcak bakıyorlardı. Mısır ve Kıbrıs’ın geleceği ile ilgili ise şartları görüşmeye hazırlardı.
Ortaya konulan bu teklif Lloyd George tarafından “güzel şakalar ve siyasal kifayetsizlik” olarak vasıflandırıldı. Harp mağlubu olarak cezalandırmak istedikleri devlet, karşılarına müttefiklerden bile bile fazla taleple çıkmıştı. Bu arada padişahın beklediği fırsat ayağına geldi. İngilizler Anadolu’da çıkan mukavemetlerin bastırılmasını istiyordu. Bunun üzerine padişah Anadolu’ya bir müfettiş gönderdi. Bu müfettiş; İngilizlerin arzusunu yerine getirir gibi gözüküp, Anadolu’da padişahın mümessili olarak halkın mahalli mukavemet hareketlerini bir elde toplayıp millî mukavemet oluşturacaktı. Bu durum sulh müzâkerelerinde İstanbul’un elini güçlendirecekti. Artık adım adım Sevr’e doğru yaklaşılıyordu.
Gerek padişahın, gerek Osmanlı hükûmetinin asla kabul edemeyeceği netice ise Sevr ile açıklandı. I. Cihan Harbi’nin son anlaşması olan bu muahede, Paris Sulh Konferanslarının yaklaşık üçüncü ayında 10 Ağustos günü sadece heyet tarafından imzalandı ve Ferit Paşa’nın tahayyül edemediği hazin tablo gözler önüne serilmişti..
Sevr Projesi nedir, ne değildir?
30.12.2016
Sevr ve Lozan Muahedeleri, yakın tarihimizin en muğlak noktası olan ve her devrin menfaatleri çerçevesinde çarpıtılan ehemmiyetli hadiselerdir. Bu minvalde kılıktan kılığa sokulmuş, tanınmaz hâle getirilmiştir.
Gündeme getirildiği her devirde Sevr ile ilgili yapılan büyük hata ise bu muahedeye şiddetle karşı çıkmasına ve imzalamamasına rağmen, Sultan Mehmed Vahideddin Han’ın bu muahededen sorumlu tutularak onu hain gösterme çabasıdır. Hadise bilerek çarpıtılarak gerçekler saklanmaktadır.
Sevr Muahedesi o kadar mühimdir ki; I. Cihan Harbi’ni, Millî Mücadeleyi ve Lozan’ı anlamanın yolu Sevr’i anlamaktan geçmektedir. Sevr Osmanlı’nın tasfiye projesi, Lozan ise bu projenin resmiyete döküldüğü ve hukuki bir zemine dayandırıldığı muahededir. Aynı zamanda Sevr, üç sene sonra önümüze sürülecek Lozan’ı kabul etmemiz için, ölümün gösterilip sıtmaya razı edilmesi projesidir. Sevr’in tarafları, ortaya çıkan bu hâlin gerçekçi olmadığının ve herkesin gizli bir ajandasının mevcut olduğunun da farkındalardı. Herkes üzerine düşen vazifeyi layıkıyla yerine getirme çabasındaydı.
Sevr’in ehemmiyetini daha iyi anlamak için biraz daha detay vermek gerekiyor. Daha önceki makalelerde de anlattığımız gibi aslında işin en temelinde garbın gün be gün ortaya çıkan enerji açlığı ve buna mani olarak gördükleri Osmanlı Devleti ve onun nezdinde hilafet makamı vardı. Çünkü demir fabrikalarla donatılan garbın vazgeçilmezi olan enerji kaynağı Türklerdeydi. Devletin cenup toprakları, en kıymetli ve verimli bir enerji olan petrol ile kaynıyordu. İşte zaman zaman farklı şekillere bürünen projenin tatbik edilme gayretinin sebebi de buydu.
Devlet, öncelikle oldubittiye getirilerek cihan harbine sokuldu. Ayakta duramayacak hâle getirilen onların tabiriyle "hasta adam", sonrasında sulh muahedeleri adı altında haraç mezat paylaşılmaya başlandı. Kuvvetli aktör İngilizlerin bir diğer hedefi de hilafet makamı idi. Çünkü imamenin ortadan kaldırılmasıyla, Türklerin cihan hâkimiyeti iddiasını besleyen damarlar kesilip atılmış olacaktı. Neticede Müslümanlar, ipi kopan tespihin taneleri gibi bir daha bir araya gelemeyecek şekilde dağıldı...
Burada diğer bir noktayı da belirtmek gerekir. Cihan Harbi’nin gizli anlaşmalarında, Mondros’ta ve Sevr’de hiçbir zaman Türkleri ve Müslümanları tamamen ortadan kaldırmak gibi bir proje olmadı. Hatta ilk başlarda Anadolu’ya sıkışmış, minyatür bir Osmanlı Devleti konuşuluyordu. İşgal edilen Orta Doğu topraklarında, kendi menfaatlerini güden devletçiklerin kurulması yeterli olacaktı. Ancak bu merhalede Ankara hükümeti ile yapılan görüşmeler neticesinde, hadise farklı bir boyuta taşındı. Artık proje, üç kıtaya hükmetmiş koca devletin, şartlı hürriyet ile kimliğinin ve adının değiştirilerek küçük bir toprak parçasına sıkıştırılması hâlini aldı. Tekrar eski günlerine dönememesini garanti altına almak için de çeşitli argümanlarla dâhili problemlerden başını kaldırmasına müsaade edilmedi ve cihan hâkimiyeti iddiasından uzaklaştırıldı.
Bu projenin esas mimarlarından olan liberal İngiliz Başbakanı Lloyd George, muahede şartlarını gerekirse Yunanlıların askerî gücünü kullanarak yerine getirmeyi planlasa da İngiltere’nin muhafazakârları farklı kanaatteydi. Onlar, Türklerle anlaşma yoluna gitmek istiyorlardı. Çünkü sıcak denizlere inme ve Orta Doğu’da söz sahibi olma emelleri olan Ruslara karşı Türklerin tampon olarak kullanılması düşünülüyordu. İşte hadisenin bu mühim noktaları, Türklerin hiçbir zaman tamamen ortadan kaldırılmasının düşünülmediğini de net olarak ortaya koymaktadır.
Neticede Sevr; Lozan’ın mukaddimesidir. Lozan’ı kabul ettirebilme ve Türkleri uzunca bir müddet tarihin tozlu sayfalarına gömme gayesini taşımaktadır. Parçalanmakta olan Osmanlı Devleti’nin ulus devletler hâline getirilmesinin ve “güçlünün sözü geçer” prensibinin, zamanın politik aktörleri tarafından dikte ettirilmesinin açık bir tezahürüdür.
Bir Sevr hikâyesidir anlatılır durur
06.01.2017
“Sevr’i yırtıp attık, Anadolu’yu düşmanlardan temizledik. Yumruğumuzu vurarak Lozan’ı imzalattık, devletimizi tescil ettirdik. Bu sebeple Sevr hezimettir, Lozan ise mukayese kabul etmeyen zaferdir.”
Bu sözler uzun senelerdir bizlere talim edilen ve bunun da ötesine geçip âdeta ezberlemek zorunda bırakılan bilgiler. Hatta tam manasıyla ifadeler şu şekildedir: “Ankara hükûmeti, Sevr’i asla kabul etmeyip yırtıp atmış ve Padişaha rağmen yedi düveli yurttan kovarak, Lozan’da şerefli barış muahedesi imzalayarak hürriyetini ilan etmiştir.”
Gerçi artık birçok kesim tarafından bu ifadeler resmî kaynaklarla karşılaştırıldığında trajikomik olarak kabul edilse de yakın bir zamana kadar bunun tartışılması bile mevzubahis değildi. Çünkü bu, yeni kurulan rejiminin kabul görmesi için ortaya konulan Kemalist inanışın manifestosuydu. Aksi bir durum söz konusu olduğunda ise rejimin inkâra uğrayacağı ve yıkılacağı düşünülüyordu. Bunun için kraldan çok kralcı gözüken rejim muhafızları için Cumhuriyet’i yüceltebilmenin yolu, Sevr bahanesiyle padişahı ve Osmanlı Devleti’ni tarihe geri çıkmamacasına gömmekten geçiyordu.
Bu sadece Türkiye için geçerli değildi elbette. O devirde birçok ülkede bu tarz harekete rastlamak mümkün. Ayrıca tarih boyunca da bu şekilde olagelmiştir. Çünkü yeni rejim, kendisini sağlama almak adına eski rejimi olabildiğince kötülemek ve gömmek zorundadır. Burada da buna benzer bir durum yaşanmıştır.
Maalesef Osmanlı İmparatorluğu’nun Sevr Muahedesi’ni sorgusuz sualsiz kabul ettiğine dair bir inanış vardır. Hazin olan durum ise bu yakın tarihimizin bir dizi taraflı kabullerinden sadece birisidir. Hâlbuki ne padişah Sultan Mehmed Vahideddin Han, ne de Meclis-i Mebusan, muahedeyi tasdik etmemiştir. Hatta muahede olarak bile kabul görmemiştir. Mustafa Kemal bile bunu bir proje olarak görmüş, Nutuk’ta da dokuz farklı yerde bu şekilde dile getirmiştir. Bütün bunların ayan beyan ortada olmasına rağmen, hâlâ muahedenin imzalandığına gerçekten inananlar var.
Bu inananlara da hayret etmemek lazım gelir. Çünkü yıllar boyunca bizlere padişahı kötülemek maksadıyla öğretilenler elle tutulur şeyler değildi. Onu ve devletini Türklerin zihninden silmek, tamamen farklı bir medeniyetin torunlarıymışızcasına tecrid edilmiş bir millet hâline getirilmemiz, sadece kraldan çok kralcıların değil, hemen hemen karşımızda duran bütün cihanın hedefiydi.
Ne öğretiyorlardı bize; “İngiliz'i, Fransız'ı, İtalyan'ı, Yunan'ı toplanmış, topraklarımız bölünüp parçalanmak, Türk’ün haysiyetini beş paralık etmek için onun vücudunda 'vivisection', yani diri diri ameliyat yapmak için el ele vermişti. Sevr’i hain ve işbirlikçi İstanbul hükûmeti ve padişahına imzalatmışlardı. Dolayısıyla Damad Ferid kadar Sultan Vahideddin de haindir, satılmıştır, işbirlikçidir. Bundan sebep Sevr yırtılıp atıldı ve yedi düvel ile harb edilerek düşman kovuldu...” Bu arada Mondros’tan Lozan’a uzanan süreci anlatan ve çocuklara ezberletilen “Atatürk yoktu, düşmanlar çoktu/Atatürk geldi, düşmanı yendi” şiirini de unutmamak gerekiyor elbette...
Önümüze sunulan ve dayatılan, doksan küsur yıldır zihnimize kazınmak istenen bu fikirler maalesef yakın tarihimiz ile ilgili bilgilerimizi tamamen altüst etti. Tabii olarak bu dengeye bağlı komşu ve kardeş devletlerin tarihleri de farklı boyutlarla önümüze sunuldu. Mesela münasebetlerin müspet olması arzu edilen devletlerin sadece (kendilerince) güzel tarafları anlatılırken, dost görülebileceklerin de tamamen (kendilerince) menfi ciheti önümüze sürüldü. Yani kısacası kendi tarihimizi yanlış öğrettiğimiz yetmedi, bir de diğer devletlerin tarihlerini yeniden dizayn etmeye kalktık.
İşte Sevr efsanenin Türk milletine zorla nakşettirilmesinin böyle tuhaf bir hikâyesi vardır.
Sevr’i gösterip sıtmaya razı etmek!..
20.01.2017
Sevr ile alakalı yüz yıla yakındır ders kitaplarında propaganda amaçlı yayınlarla anlatılan efsaneler, artık son zamanlarda ortaya çıkan belgelerin ışığında ciddi manada tartışılmaya başlandı.
Çünkü bize zorla öğretilen, “Sevr bir paçavra idi ve kabul edilemezdi. Bundan yola çıkılarak Anadolu düşmanlardan temizlendi, bağımsız ve yeni bir devlet kuruldu. Masaya vurulan yumrukla düşmana Lozan ‘imzalattırıldı’ ve bağımsızlık tescil ettirildi. Bu sebeple Lozan emsalsiz bir zaferdir” düşüncesi artık gerçeklerin sınırlarını zorlayan, inanılırlığını ciddi manada yitiren bir propaganda hâline geldi.
Biraz daha detayına inildiğinde aslında bırakın zafer ve hezimet mevhumlarını Lozan’ı Sevr ile karşılaştırmak bile mantık dışıdır. Bunun sebebi ise Sevr’in Sultan Mehmed Vahdeddin Han tarafından imzalanmaması olduğu gibi aynı zamanda Meclis-i Mebusan’da da bırakın imzalanmayı, görüşülmemesidir. Ayrıca Yunanistan haricindeki devletlerin parlamentolarında da müzakere edilmedi. Bu sebeple sadece Sevr banliyösünde paraf atılmış bir kâğıt olmaktan öteye gidememiş, daha doğmadan ölmüş bir müsveddedir. Varlığı bile kabul görmeyen bir hadise ile Lozan’ı kıyaslamak ise ayrı bir komedidir. Yeni kurulan rejimin haklılığını ispat etme adına yapılan bir kıyas ise Lozan’ın değerini yüceltmek şöyle dursun, aksine düşürür. İtilaf devletleri bile görüşmeye almadıkları bu muahedenin kabul görmeyeceğinin farkındaydı. Esas gaye ise ölümü gösterip sıtmaya razı etmekten başka bir şey değildi.
İşte Sevr ile Osmanlı Devleti’ne sunulan ölüm fermanının bazı mühim maddeleri: “Batıda devletin yeni sınırı Çatalca olacaktı. Sözde İstanbul’un kontrolü Türklere kalıyordu ama Boğazlar kendilerinin belirlediği bir komisyon tarafından idare edilecekti. Diğer önemli olan hususiyeti ise siyasi feragatler içermesiydi. Osmanlı Devleti’nin kendisinden fiilen ayrılmış ancak hukuki bağı bulunan Mısır, Libya, Oniki Ada ve Meis Adası üzerindeki hükümranlık haklarından tamamen feragat etmesi isteniyordu. Hicaz bölgesi İngilizlerin gölgesinde müstakil olurken, Suriye ve Lübnan’da Fransız mandası kurulacaktı. Yemen, Irak ve Filistin İngiliz mandasına bırakılırken, Mısır, Sudan ve Kıbrıs tamamen İngilizlere kalıyordu. İzmir ve çevresi ise Yunanistan’ın kontrolünde azınlıklıklara terk edilirken, beş yıl içinde Milletler Cemiyeti’ne yapılan başvuruyla tamamen Yunanlıların idaresine geçebilecekti. Doğu’da ise müstakil bir Ermenistan ve muhtariyet Kürdistan tesis ediliyordu. Üç kıtaya hükmetmiş, cihanı titretmiş Türklere ise Ankara ve Kastamonu civarını ihtiva eden İç Anadolu ve Orta Karadeniz’den müteşekkil küçücük bir bölge bırakılıyordu. Azınlıklara husûsi haklar verilmesi, kapitülasyonların devam etmesi ve Anadolu’da itilaf devletlerine ait yeni ekonomik nüfuz alanları inşa edilmesi de cabasıydı...”
Versay’dan bile ağır olan bu şartları hiçbir Osmanlı devlet idarecisinin imzalaması mümkün değildi. Zira Sadrazam Tevfik Paşa da imza atmaya yanaşmadı ve müzakerelerden çekildi. Bunun üzerine İngilizlerin İzmir’i işgal etmesini sağladığı Yunanlılar, Anadolu içlerine sevk edilerek uyduruktan gözdağı verildi. Çünkü yeni düzenin kurulması için gereken baskı için bu muahedenin imzalanmış gibi gösterilmesi bile yeterli olacaktı. Nihayetinde Maarif Nazırı Bağdatlı Hadi Paşa, Şûra-i Devlet Reisi Rıza Tevfik ve Bern Sefiri Reşad Hâlis Bey’den müteşekkil ikinci bir heyet, Paris Sulh Konferanslarının üçüncü ayında, Paris’in Sevr banliyösünde 10 Ağustos 1920’de bu projeyi paraf etmek durumunda kaldı. Karşı tarafta Britanya, Fransa, Japonya, İtalya, Ermenistan, Belçika, Yunanistan, Hicaz Krallığı, Polonya, Portekiz, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı ve Çekoslovakya yani bütün cihan vardı.
Muahedeye paraf atılması, kabul edildiği intibaı uyandırmasın. Çünkü muahedesinin kabul edilmiş sayılması için hükûmetin ve devlet başkanının da tasdik etmesi gerekiyordu. Aksi durumda muahedenin yürürlüğe girmesi söz konusu bile değildi.
Netice; Sevr taslağı, Osmanlı Devleti’nin imhası için ortaya konulan planlar silsilesinin evveliyatını teşkil etmektedir ve resmî çerçevede hiçbir şekilde Lozan ile kıyas yapılması mümkün değildir.
Kimine göre imha, kimine göre geciktirme politikası
27.01.2017
30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi, Osmanlı Devleti açısından I. Cihan Harbi’ni bitiren, aynı zamanda İtilaf Devletlerinin işgallerini başlatan bir muahede oldu.
İşgaller her ne kadar kötü gibi gözükse de istikbalde bir sulh konferansının düzenlenmesine dair bir ümit ışığını da içinde barındırıyordu. Osmanlı devlet ricalinin tavrı ise bu konferanstan müspet bir netice alınabilmesi için işgale karşı fazla mukavemet etmemek üzerine kuruluydu. Padişah Sultan Mehmet Vahdeddin Han’ın düşüncesi de bu cihete yakındı ancak o oyalama taktiğiyle, elini güçlendirme peşindeydi. Sevr’i de çeşitli bahaneler ile geçiştiriyor, imzalamaktan kaçınıyordu.
Hatta bu minvalde yapmış olduğu açıklama da bunu doğrular cihettedir.
“…hak ve adaletle telif olunamayacak (uzlaştırılamayacak) surette gayri tabii olan böyle bir muahedenin, devam ve tekerrür edemeyeceğini (istikrar kazanamayacağının) bildiğimden, hakkımızın anlaşılmasına müsait zamanın hululüne gelmesine kadar vakit kazanmak tarikinde (yolunda) devam ile muahedenin hükûmetçe kabulüne taraftar göründüm.”
Padişahın vakit kazanmaktan kastettiği de Anadolu’dan, Mustafa Kemal’i başına geçirdiği hareketten gelecek olan muvaffakiyet haberleriydi. Bu ihtimalle elini güçlendirip, sulh konferansına rahat oturma niyetindeydi. Fakat hükûmetin ve padişahın bu tavrı İtilaf Devletlerini bilhassa İngiliz idaresini kızdırdı ve baskılarını artırdılar. Bunun üzerine Sultan Vahdeddin Han da gerekirse tahttan feragat edeceğini ama Sevr’i imzalamayacağını belirtti. Bu hamle İngilizleri geçici olarak sindirse de arka planda Anadolu hareketi ile görüşülerek onlarla anlaşıldı ve ikinci plan devreye sokuldu. Bu hamle ile artık İngilizler saltanatı tamamen gözden çıkartmış oldular. Bu da İngilizlerin en başından beri ikili oynadıklarını ve her iki tarafı da idare ettiklerinin bariz bir göstergesidir.
Bu mevzu ile alakalı diğer bir tez ise İngilizlerin hadisenin bu cihete kayacağını tahmin ettikleri ve bütün ağır şartları da bu sebeple ileriye sürdükleri yönündedir. Neticede Sevr’in padişah ve hükûmet tarafından kabul görmeyeceğinin de farkında oldukları fikri ağır basmaktadır. Çünkü Orta Doğu’da menfaatlerinin tehlikeye girmesiyle, Abdülhamid Han devrinden bu yana esas niyetlerinin Osmanlı Devleti’ni yıkmak, zengin toprakları gasbetmek ve sonrasında ise Anadolu’da kendi kontrollerinde bir devlet kurmak cihetinde olduğu kanaati hâkimdir. Fakat yüzyıllardır bu toprakları İslamiyet sancağı ve bir çatı altında idare eden Osmanlı Devleti’nin yaptığını yapmak o kadar kolay değildi.
Bu sebeple projenin hayata geçirilebilmesi için muhtemel risklere karşı bazı tedbirlerin alınması gerekiyordu. İstanbul’un işgal edilmesi ve halifenin etkisiz hâle getirilmesi ise bu tedbirlerden sadece bir tanesiydi. Böylece tabii kaynaklarca zengin topraklara sahip Orta Doğu’dan temas kesilmiş oluyordu. Anadolu’dan gelecek bir tehlikenin önüne geçmek için ise İtalyanlar ve Fransızlar tarafından Anadolu’nun güney kesimleri işgal edilerek âdeta bir set oluşturuldu. Yunanlılar ise daha sonrasında İngilizlerin farklı bir kutsal gâyesine hizmet etmek adına Ege sahillerine yerleştirildi.
Bütün bu yapılanlarla, Osmanlı Devleti’nin Orta Doğu’nun topraklarında hak iddia etmesinin ciddi manada önüne geçilmiş oluyordu. Bundan sonraki adım ise şartlı ve kontrollü bir hürriyet vadederek, Anadolu’da parlamento tabanlı yeni bir Türk devletin kurulmasının sağlanmasıydı. Devletin meşruluğu ise İtilaf Devletlerinin en mühim şartı olan, toprak gasplarını yeni idarenin kabul etmesine bağlıydı.
Artık ölümü gösterip razı edilecek olan sıtmanın da çerçevesi belli olmaya başlamıştı. Bu çerçevede elinden geleni yapmış olan ve hain bir kıskacın içinde kalan Sultan Mehmed Vahdeddin Han’ın ise yapacak bir şeyi kalmamıştı. Bu sebeple onu hainlikle suçlamak gayri ahlaki bir durum olacaktır.
Halifelik ve hilafet makamı
10.02.2017
Hilafet makamının mazisi Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatı sonrası halife olarak seçilen Hazret-i Ebu Bekri Sıddık’ın (radıyallahü teâlâ anh) devrine kadar gitmektedir.
Halife, Arapça bir kelime olup manası yerine gelen kimse demektir. İslamiyette ise Hazreti Muhammed'in (aleyhissalatü vesselam) vekili olarak, Müslümanların imamlığını ve koruyuculuğunu yapmakla vazifeli kimse demektir. Bu sebeple Eshab-ı kiramın söz birliği ile Resûlullahın yerine seçilen Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü teâlâ anh), Resûlullahın ilk halifesi oldu ve idareyi ele aldı.
Bundan sonra İslâm devletinin reisi, ister seçimle, ister vasiyetle, ister "zorla" başa geçsin, belirtilen şartlara haiz ise halife diye zikredildi. Dört büyük halife (Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali) ve Hazreti Hasan efendilerimizden sonra (radıyallahü anhüm) Hazreti Muaviye (radıyallahü teâlâ anh) vesilesiyle hilafet Ümeyyeoğulları'na geçti ve bir asra yakın Emevi Devleti hükümdarlığında devam etti. Daha sonra ise Haşimoğulları'nın yani Abbasilerin kontrolünde, Hülagu’nun Bağdat’ı işgal etmesine kadar Abbasi Devleti nezdinde devam etti.
1258 senesinde Bağdat’ı işgal etmekle yetinmeyen Hülagu, bütün halkı kılıçtan geçirdi. 37'nci ve son Abbasi Halifesi Mustasım'ı esir edip, aman dilediği hâlde, feci şekilde öldürdü. Abbasi ailesinin büyük küçük bütün fertlerini, katlettirdi. Hilafet yok olmanın eşiğine geldi ve sâdık bir adamı sayesinde mezalimden kurtulan şehzade olmasaydı daha on üçüncü yüzyılda tarih sahnesinden silinecekti.
Tam ismi Ebû’l Kâsım İbnü’l-Bereket Ahmed bin Zâhir El-Mûstensir Billâh olan bu şehzade, önceki halifelerden Müsterşid’in torunu Ahmed idi. İlk başlarda kendisini tüccar olarak tanıtıp saklandıysa da, Memlük Sultanı Baybars bir geçit merasimi esnasında onu fark etti ve hemen sarayına aldı. Şehzadenin müsaadesiyle halife ilan edildi ve hilafet yeniden tesis edildi. Ancak sadece sembolik olarak kaldı ve hükümdarlık Memlük Sultanına bırakıldı. Memlük sultanlarının tahta çıkması ve İslamın sancaktarı olması hep halifenin tanıması ile gerçekleşti.
***
1517 senesinde Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır’ı fethinden sonra ise hilafet Osmanlı Devleti’ne geçti. Devrin halifesi olan Musa el-Mütevekkil Alallah, Mısır’ın fethi sonrasında, padişah ile görüştü ve Sultan Selim lehine halifelikten feragat etti, padişah ile birlikte İstanbul’a geldi.
Halifelik Osmanlılara geçince, halife ve sultanın nezdinde bulunan bazı mukaddes emanetler de Osmanlılara intikal etti. Hatta Mekke Şerifi Ebu Nümeyy Berekât, Kâbe-i Muazzama’nın anahtarıyla beraber kendisinde bulunan bazı mukaddes eşyaları dahi gönderdi. Böylece yaklaşık üç asır sonra sultanlık ile halifelik Osmanlı hanedanının nezdinde remz (sembolik) olmaktan çıkarak tekrardan dünyevi bir otorite olarak tesis edilmiş oldu.
Hilafet makamının Osmanlı Devleti’ne intikal etmesi muhakkak Osmanlı Padişahlarına artı bir güç kazandırdı ancak Sultan II. Abdülhamid Han’a kadar aktif manada kullanılmadı. Ancak Osmanlı Devleti’nin güç kaybetmesi ve Müslümanların yaşadığı toprakların elden çıkarak gayrimüslimlerin hâkimiyetleri altına girmesi sonrasında ön plana çıktı. Rusya, Balkan Devletleri, Kıbrıs ve Bosna-Hersek’te İstanbul’dan tayin edilen müftü ve kadılar halifenin vekili sıfatıyla varlığını devam ettirdi.
Halife sadece Müslümanlar için değil, aynı zamanda İngilizler için de çok mühim bir meseleydi. Çünkü Müslümanların halifeye olan kuvvetli bağı, sömürgelerinde arzu ettiği tahakkümü uygulamalarına mani oluyordu. Bu sebeple hilafetin bir önce ortadan kaldırılması elzemdi.
İngilizlerin Sevr ve Lozan’ı kullanarak hilafeti ortadan kaldırma çabalarını ve hangi cihette hareket ettiklerini ise bir sonraki makalemizde ele alalım inşallah...
Tarihî Şark Meselesi ve İngilizlerin Nezdinde Hilafet
21.02.2017
Sultan II. Abdülhamid Han, devrin ihtiyacına binaen Hilafet Makamını ön plana çıkartan bir siyaset gütmekteydi ve bu uğurda kesif bir çaba harcamaktaydı.
Bunun mühim sebebi ise İslamiyetin zuhur etmesinden bu zamana kadar gerçekleşen en büyük haçlı seferine karşı, Müslümanları muhafaza etmek istemesiydi. Bir diğer sebep ise saltanatın ve hilafetin idame ettirilmesiydi.
Padişahın ortaya koyduğu bu siyasetin semeresi XX. asır başlarında kendisini gösterdi. Özellikle İngilizlerin müstemlekesi altında bulunan Müslümanlar, İstanbul’daki halifeyi bir ümit olarak görmeye başladı. Bunun neticesinde “halifeyi düşman esaretinden kurtarmak, Müslümanlara farzdır” şeri hukuk kaidesi mucibince, Anadolu’nun işgali münasebetiyle ciddi manada maddi ve manevi yardımlarda bulundular. Hatta bazı ülkeler ellerindeki her şeyi bu uğurda harcadılar. 1922 senesinde saltanatın kaldırılması, devletin hâkimiyetinin tek elden yani Ankara tarafından kullanılması içindi. Hilafetin hemen kaldırılmamasının sebebi ise, Mustafa Kemal’in hilafetin İslam dünyasındaki itibarının farkında olmasından kaynaklanıyordu. Bu sebeple muhafaza edilmesi taraftarı olmuştu.
Sultan II. Abdülhamid Han’ın padişahlığı zamanında elde ettiği bu güç, onun için de yeni kurulması planlanan devletin yani Türkiye’nin elini güçlendirecek bir kozdu. Türk olmayan Müslümanları da merkeze bağlayıp, tek elden idare etme imkânını sağlayacak büyük bir fırsattı. Yunan Harbi esnasında Ankara’ya para aktaran (İş Bankası bile bu paralarla kurulmuştu) Müslümanlar da bunun en mühim belirtisidir. İşte Mustafa Kemal bütün bunları göz önüne aldığında hem siyasi, hem de manevi gücü açısından önce kendisi halife olmayı düşündü. (1924 senesine kadar olan dindar imajının sebebinin de bu olduğu o devirde yapılan yayınlarla ayan beyan ortaya koyulmaktadır.) Çünkü Müslümanlar Mustafa Kemal’i emperyalist düşmanlara karşı büyük bir zafer kazanmış kahraman olarak görüyorlardı ve bütün gazetelerde de bu minvalde haberler yapılıyordu. Bu sebeple kayıtsız şartsız biate de hazırdılar. Ancak hilafetin Osmanlı Hanedanına mündemiç (içinde saklı) bir hak olduğu inancı, bunun tatbikini mümkün kılmadı. Bunun üzerine hanedandan Abdürrahim Efendi gibi uyumlu bir şehzadeyi halife yapmak istedi.
Fakat İngilizlerin hilafet üzerinde çok farklı bir emelleri vardı. Başından beri bütün planlarının temelinde hilafetin tasfiye edilmesi yatıyordu. Bunun neticesinde Müslümanlar başsız bırakılacak ve yeni kurulacak Türk devleti de Osmanlı’dan kalan dinî ve millî fikirlerinden tamamen uzak tutularak, geçmişini reddetmesi sağlanacaktı. Bunu da kendi kanunlarını bu devlete dikte ettirerek yapacaktı. Yeni nizam tamamen bu sistem üzerine kurulacaktı. Sürekli kurallar ile ilgili dayatmalar yapılacak, bunun için her türlü imkân kullanılacaktı. Cihet hep Garp olacaktı fakat asla Garplı bir devlet olarak da kabul görmeyecekti. Bizdensin ama henüz hazır değilsin mesajı verilerek oyalama taktiği güdülecekti.
Arzu edilen istikametin yerine getirilememesi durumunda ise müeyyideler devreye girecek, ülke ekonomik manada müdahalelerle parasal çöküntülere sokulacaktı. Toplumsal olarak konjonktüre uygun hadiseler düzenlenecek; mesela laiklik elden gidiyor çığlığı, sağ sol çatışması, Alevi, Sünni ve Kürt kavgası, irtica geliyor korkusu, ismi yeni ama yapı itibariyle aynı olan Ergenekon, balyoz, gezi ayaklanması, yolsuzluk iddiaları ve FETÖ gibi argümanlar kullanılacaktı. Gerekirse asker ön plana çıkartılarak ihtilal bile yapılacaktı.
Yani hedef tamamen saltanat ve hilafetti. Sevr’in de, Lozan’ın da ana gayesi tamamen bundan ibaretti. Devletin "Wilson Prensipleri" çerçevesinde ulus devletlere parçalanmasıyla koca bir ümmet ve millet başsız bırakıldı.
En mühimi ise onlara göre Garb'ın ‘Tarihî Şark Meselesi’ de böylece çözülmüş olacaktı.
Sultan Vahideddin Han ve İngiliz siyaseti
07.03.2017
I. Cihan Harbi’nin Mondros Mütarekesi sonrasında neticelenmesiyle, Almanya ile Versay, Avusturya ile Saint Germain, Macaristan ile Trianon ve Bulgaristan ile de Neuilly muahedeleri imzalandı.
Almanya ve Avusturya’dan koparılan topraklar üzerinde yeni devletler kuruldu. Almanya Batı Prusya, Saarland ve Alsace-Lorraine gibi Alman yurdu olarak bilinen eyaletleri kaybetti. Aynı ittifak içinde bulunan Bulgaristan ve Macaristan’da da toprak kayıpları yaşandı ancak Almanya ve Avusturya’ya göre çok daha az seviyelerde kaldı. Toprak kayıpları ve yeni devletlerin kurulmasından çok daha mühim olan ise imparatorluk olarak harbe giren devletlerin hepsi milliyetçi esaslara dayalı birer basit devlet çerçevesine sokuldu.
Mağlup İttifak Devletleri ile yapılan bu müzakereler birkaç ay gibi kısa bir zamanda imzalandı ve nihayete erdirildi. Osmanlı İmparatorluğu ise hususi durumu (hilafet ve Müslüman tebaaya sahip geniş topraklara sahip olması) hasebiyle bu müzakerelerin dışında tutuldu ve ayrı bir çerçevede değerlendirmeye alındı. “Yeni Dünya Düzeni” planı gayesiyle hareket edildiği için nihayete ermesi de uzun sürdü.
Osmanlı Devleti macera uğruna ve hiçbir mesnedi olmayan sebeplerle, tecrübesiz devlet adamları yüzünden harbe sokularak parçalanmanın eşiğine getirildi. Müslüman Türklerin bir daha başlarına dert olmaması ve “Tarihî Şark Meselesi”nin tamamen neticelendirilmesi maksadıyla başta İngiltere olmak üzere müttefik devletler sıkı bir plan çerçevesinde çalışıyorlardı.
Bu arada Sultan Mehmed Vahideddin Han’ın tahta çıkması İngilizlerin planlarını gözden geçirmesine sebep oldu. Çünkü padişah sıkı bir İttihat ve Terakki düşmanıydı. Bununla beraber devletin harbe girmesinden de onların beceriksiz idarelerinin mesul olduğunun da farkındaydı. Ağabeyi Sultan II. Abdülhamid Han gibi bir denge siyaseti güderek, İngilizleri de Almanları da çok mahir bir şekilde idare ediyordu. Bu sayede elde etiği imkânları ise zaman kazanmak maksadıyla kullanıyordu.
İstanbul’da müttefik devletlerin orduları tarafından sıkışmış ve hareket etme imkânı olmayan bir vaziyette olan Vahideddin Han’a göre, kurtuluşun tek çaresi Anadolu idi. Bu sebeple oradaki mahalli mukavemet hareketlerine girişen halkı bir elde toplayarak, sulh müzakerelerinde elini kuvvetlendirme gayesindeydi. Bunu gerçekleştirerek muahededen iyi şartlar altında çıkmayı ümit ediyordu. Bu sebeple o sıralarda İttihatçı olmamasıyla ve onlara karşı olan tavrıyla bilinen Mustafa Kemal’i müfettiş olarak fevkalade salahiyetle Anadolu’ya gönderdi.
Böylece padişah Anadolu’dan gelecek olan muvaffakiyet haberlerine kadar müttefik devletleri oyalama taktiği içerisine girdi. Fakat İngilizlerin bu oyalama taktiğiyle beklemeye de tahammülü yoktu. Farklı yollar ile Sevr’in imzalatılmasına çalıştılar ve bu manada olabildiğince tehditkâr unsurlar da kullanmaktan geri durmadılar. Fakat bu sefer de Sultan Vahideddin Han’ın gerekirse tahttan feragat edeceğini ileri sürerek Sevr’i imzalamaması belirtmesiyle hadise başka bir tarafa sürüklendi.
Bu gelişme neticesinde İngilizler b planını devreye sokarak, cihetlerini zaman zaman da temasa geçtikleri Mustafa Kemal’e çevirdiler. Anadolu hareketi ile görüşülerek onlarla anlaşıldı ve ikinci plan devreye sokuldu. Bu hamle ile artık İngilizler saltanatı tamamen gözden çıkartmış oldular.
Mütevazılık ve müsamahanın zirvesi Osmanlı Devleti
2018-03-20 02:00:00
Osmanlı Devleti, ortaya koymuş olduğu muazzam gücü ve bununla beraber gelen kudretinin yanında idareciler ve halk her zaman sade bir hayat sürdüler. Hiçbir zaman gösterişe ehemmiyet göstermediler ve mütevazılığa önem verdiler.
Kendilerine tabi bir devlet hâline gelen Bizans Devleti’nin saraylarının yanında, kaldıkları yerler sıradan kalıyordu. Yaşadıkları hayat da sarayları gibi mütevazı ve güçlerine göre sade ve basitti. Gösterişten, şaşaadan uzak kaldıkları gibi, yerli halka da hiçbir zaman üstünlük taslamadılar, tahakkümde bulunmadılar ve müsamahakâr davrandılar. Osmanlı Devleti’nin bu kadar güçlenmesi ve büyümesinin de sebebi budur. Bu güzel haslet ise onlara İslamiyetten gelmekteydi.
Onlar fetih bölgelerinde yerli halka karşı o kadar iyi davranıyorlardı ki, halk bu davranışları kendi idarecileri ile mukayese ettiklerinde aradaki muazzam farkı net olarak görebiliyorlardı. Ortaya çıkan bu durum ise onların gönüllerinin Osmanlılara ve dolayısıyla İslamiyete kaymasına sebep oluyordu. Hatta bu vesileyle Osmanlılar birçok kale ve şehri harp etmeden, halkın kendisinin teslim etmesiyle almışlardır. Bu husus birçok yabancı tarihçi tarafından da gıpta ile bahsedilmektedir.
Meselâ, bunlardan birisi olan Gibbons yazısında, Osman Gazi’nin İslamiyete olan bağlılığından ve adil bir idareci oluşundan bahsederek şöyle demektedir:
"Osman Gazi, dininde o kadar saf ve temiz idi ki, sanki büyük adaşı halife Osman'ın ve daha evvelki halifelerin ikinci nüshası idi. Dinî gayreti ile heyecanlı olmak ve dinî hayatta en birinci ve evvelki gaye yapmak manasına alınırsa; Osman Gazi mutaassıptı yani dinden taviz vermezdi. Fakat başkasının inancına da karışmazdı. Kimseye zulmetmezdi. Eğer bunlar, Hıristiyanlara eza etmeye, sıkıntı vermeye kalkmış olsa idi, Rum ve Ermeni kiliselerini yıktırmış olsaydı, Osmanoğullarının bu kadar gelişmesi, yerli halkın Müslüman olması mümkün olmazdı.
Atilla ve Cengiz Han(*), aynı ırktan olmalarına ve göz kamaştırıcı muzafferiyetlerine rağmen, akıncı olarak kalmışlardır. Başarıları devamlı olmamıştır. Kalıcı bir imparatorluk kuramamışlardır. Kendi milliyetlerini bile muhafaza edememişlerdir. Karadeniz'in Kuzeyinden Avrupa'ya geçen Türkler Müslüman olup, dinleri için mücadele etmedikleri için eriyip yok olmuşlardır.
Osman Gazi’nin eseri, onlarınkinden daha devamlı ve neticeleri itibariyle tesiri çok daha geniş ve şümullü idi. Çünkü O, sükûnet içerisinde iş görüyor, evvelkileri ise boru ve trampet sesleri arasında yakıp-yıkıyorlardı. Şu hâlde O'na bunların üstünde bir mevki vermemiz icap eder. Filhakika bunlardan acaba hangisi bir millete adını verebilmiştir? 600 küsur sene hüküm sürebilmiştir?.."
Osmanlı Devleti’nin bu muazzam muvaffakiyetinin arkasında daha önce de belirttiğim gibi İslamiyet ve bu yolda hayatlarını feda eden gönüllü tasavvuf ehli dervişler vardı. Devlet idarecileri hiçbir zaman yürekleri iman dolu bu insanları ihmal etmemiş ve yanlarından ayırmamışlardı. Yeri gelmiş muazzam güce sahip padişahlar, onların iki dudağının arasından çıkan sözün aksine hareket edememişlerdir. Buna en mühim misallerden birisi olarak, İstanbul’u fethederek Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselamın müjdesine mazhar olmuş Fatih Sultan Mehmet Han’ın, Ebü-l Vefa hazretlerinin dergâhının kapısından içeri girememesi gösterilebilir
Bunun yanında karşılarına çıkan muhataplarına da son derecede müsamahakâr davranmışlardır. Gerek dinî, gerek idari manada zorlamalara asla iltifat etmemişlerdir.
Öyle ki; Hıristiyan halk, kendi dinleri ve din adamları ile bu yeni din ve temsilcilerini karşılaştırdıkları zaman, aradaki farkı ve üstünlüğü açık bir şekilde görmüşler ve kendiliklerinden İslamiyeti tercih ederek Türk-İslâm kültür dairesi içerisine girmişlerdir.
.....
(*) Gibbons kitaplarında Cengiz Han’ın Türk olduğunu belirtiyor ancak kendisinin Moğol soyundan olduğu birçok manada kanıtlanmıştır.
.
Osmanlı Devleti’nin gizli sultanları
2018-03-13 02:00:00
Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi, her gittiği yerde, Allah (celle celalühü) dostlarını arar sorar, hayır dualarını almaya çalışırdı. Devletin hayatiyetini devam ettirebilmek için, bunları gönüllerini almanın şart olduğuna inanırdı.
Bir zaman İnegöl civarında, hayli derviş bulunduğunu işitti. Hemen dostu Korkut Alp'a haber göndererek, bu dervişler hakkında bilgi istedi. O da bu mevzuyu araştırıp, “Bizim yörede, garip bir derviş vardır, dağda, ovada dolaşır. Kurtla, geyikle söyleşir. Mübarek bir kişidir” diye cevap gönderdi.
Orhan Gazi gelen haberciden, bu mübarek zatın Seyyid Vefa hazretlerinin yolunda olduğunu öğrendiğinde, dervişin üzmeden yanına getirilmesini istedi. Fakat bütün uğraşmalara rağmen, bu kimseyi getiremediler.
Orhan Gazi gelenlere, “Bu derviş niçin yanımıza gelmek istemez? diye sorar. Aldığı cevap ise sırlarla doludur. “Efendim, bunlar gönül ehli kimselerdir. Her daveti kabul etmezler. Eğer gelmek icap ederse, kendiliklerinden gelirler. Siz fazla üzerine gitmeyiniz. Bir gün gelir, sizi memnun eder” cevabını alınca, Orhan Gazi, boynunu büktü. Beklemeye başladı.
Aradan uzun bir zaman geçer ve derviş bir gün elinde kavak ağacı fidesi ile sarayın kapısında görünür. Elindeki fideyi sarayın bahçesine dikmeye başlar. Bunu görenler hemen gidip, Sultana durumu bildirirler.
Orhan Gazi gelince, derviş, “Sultanım bu bizim hediyemizdir. Burada kaldığı müddetçe dualarımız sizinle beraberdir” deyip, geldiği dağa gitmek üzere saraydan ayrıldı. Sultan Orhan da arkasına düştü. Bir müddet gittikten sonra ona yetişip sordu:
- Senin rahat etmen için, şu İnegöl yöresinin hepsini sana verdim, lütfen kabul eyle.
- Bizim mal ile mülk ile ilgimiz yoktur. Mülk Allahü tealanındır, sen onu ehline ver.
- Ehli kimlerdir?
- Hak teâlâ dünya mülkünün idaresini senin gibi sultanlara verdi. Sen bununla Müslümanların işlerini gör! Onlara yardımcı ol!
- Hiç olmazsa çok az bir yer kabul et!
- Peki, o zaman kalbin kırılmasın, şu tepecik kâfidir. Ben vefat edince, oraya defnedersiniz. Dünyada mezar kazılacak kadar bir yer kâfidir...
Orhan Gazi az bir şey de olsa kabul ettirebildiği için sevindi. Dervişin duasını en sonunda alabildiği için memnun oldu. Derviş vefat edince, o tepeye defnedildi. Sonra da üzerine türbe yapıldı. Şimdi oraya "Geyikli Baba" denilmektedir.
Orhan Gazi son derece merhametli, halim, selim birisi idi. Çok âdildi. İslamiyetin emir ve yasaklarına çok bağlı idi. Orhan Gazi’nin ahlâkına hayran olup, adâletine gıpta eden Hıristiyanlar, O'nun idaresine geçmeyi gönüllü olarak isterlerdi. Birçok Hıristiyan belde, kendiliğinden idaresini kabul etmişlerdi.
Her zaman âlimlerle, evliya ile istişare eder, onların sohbetlerini kaçırmazdı. Çok mükemmel bir idareci idi. Osmanlı nüfuzunu arttırıp, devleti müesseseleştiren O'dur.
Orhan Gazi oğluna yapmış olduğu vasiyetinde de kendisi gibi adil bir idarede bulunmasını tehbih etmiştir.
"Oğul, saltanatınla, mağrur olma! Unutma ki, dünya Sultan Süleyman'a kalmamıştır. Saltanat, Allahü teâlânın dinine hizmette büyük bir fırsattır. Bu fırsatı iyi değerlendir! Ey oğul, adâletle hükmet! Gazileri gözet! Dine hizmet edenlere hizmeti şeref say! Fakirleri doyur. Zalimleri cezalandırmada gecikme! Adâletin en kötüsü, geç tecelli edendir. Sonunda, hüküm isabetli bile olsa, geciken adâlet zulümdür."
İşte Osmanlı Devleti’nin padişahları, kuruluşunda ve sonrasında hiçbir zaman Geyikli Baba gibi gönül sultanlarını ihmal etmemiş, her daim onların gönüllerini hoş tutmak için uğraşmıştır. Kendileri bu mülkün sultanıydı ancak onlar da gönüller sultanıydı, aslında bir nevi Osmanlı Devleti’nin gizli sultanlarıydı...
.
Zarafet ve nezaket merkezi Payitaht
2018-02-27 02:00:00
Fazla değil iki asır öncesinin İstanbul’unda yaşayan bir Osmanlı vatandaşı, mezarından kalkıp şehri gezse ve hâlimizi görse çok büyük bir hayal kırıklığı yaşardı. Buranın payitaht olduğuna inanamazdı.
Osmanlı Devleti’nde bilhassa payitahtta yaşayan halk, âdeta bir zarafet ve nezaket timsaliydi. Her konuşmasında, ağzından çıkan her kelimede bu net bir şekilde görülebilirdi. Günümüzde de kullandığımız “tam bir İstanbul beyefendisi” tabiri buradan gelmektedir.
Bu zarafet ve nezaketin ortaya çıkardığı kültürün kaynağı ise İslam ahlakının ortaya koymuş olduğu akidelerden gelmektedir. Osmanlının bu kaidelere tam olarak uyması ve itaat etmesi devleti ve halkı bu duruma getirmiştir. Avrupa halkı ise aksine kralların tahakkümleri ve menfaatçi papazlar sebebiyle insanlıktan uzak bir şekilde hayatlarını sürdürüyordu. Hâlbuki Osmanlı tebaasından olan gayr-i müslim halk bile, devletin himayesi altında huzurlu ve refah içerisinde yaşıyorlardı.
Avrupa’dan payitahta gelen yabancı misafirler, bu güzellikleri gördüklerinde şehre âşık oluyorlar ve kendilerini kaptırıyorlardı. Kötü niyetli yazarlar bile "yiğidi öldür ama hakkını ver" kavlince, yazmış oldukları satırlarda bu hayranlıklarını gizleyemiyorlardı.
Mesela Hristiyan seyyahlardan olan L. H. Delamarre, İstanbul’da geçirdiği vakitler (1793) için, "İstanbul civarındaki gezintilerimde ben hep bu milletin lütufkârlığına, misafirperverliğine şahit oldum. Rast geldiğim hangi Türk’e yol sorsam, hemen bana rehberlik yapıyor, hatta bununla kalmıyor, hâlimi hatırımı soruyor ve yiyecek, içecek ihtiyacım varsa elinden geleni esirgemiyordu. Davranışlarında mükemmel bir insaniyet ve kibarlık göze çarpıyordu" demekten kendini alamamaktadır.
Bir diğer seyyah Dr. A. Brayer (1836) ise, “Osmanlılarda öyle bir ruh vardır ki; bu sayede onlar, misafirlerine mukaddes bir nazar ile bakarlar. Evlerinin en güzel odasını tahsis ederek her hizmetinizi canla başla görürler. Evden ayrılırken de orada kalmanız dolayısıyla size ‘diş kirası’ âdeti üzerine hediye takdim ederler" diyerek Türklerin misafirperverliğini ortaya koymaktadır.
Payitahtı ziyaret eden yabancılar, fenalıktan uzak bu hayatı görünce, onların fenalıktan haberlerinin olmadığına hükmetmişlerdir. Onlara göre tuhaf olan bu durumu Du Loir (1640) şöyle ifade etmektedir:
"Türkler intikam hissi beslemekten son derece çekinirler. Dinlerinin hükmü mucibince, cuma namazına başlamadan düşmanlarını affederler. Aksi hâlde, namazlarının makbul olmayacağına inanırlar. Ayrıca bayram günleri onlar için umumî bir sulh günüdür. Birbirleriyle musâfaha ederler ve küçükler büyüklerin elini öpüp, başlarına götürür ve ‘Bayramın mübarek olsun!’ derler..."
Osmanlı Devleti’nde bütün bunların haricinde nezaket ve zarafet günlük konuşmalarda da kendini göstermektedir. Küfretmek, kaba konuşmak ve argo tabirler kullanan insanlara rastlamak neredeyse mümkün değildir. Du Louir bu mevzuya da dikkat çeker ve bununla ilgili, “Küfürbazlık, öfke ve intikam hissinin müşterek mahsulü olduğu gibi, kumarbazlığın da tabii bir neticesidir. Bu, Hristiyan memleketlerinde pek yaygın bir şekilde ve tamamıyla mevcududur. Ancak Osmanlıların sokaklarında da evlerinde de hiçbir küfür sözü işitilmez. Bunun yüzümüzü kızartacak ve bizi hayrete düşürecek tarafı da, Osmanlıların yalnız ağızlarında değil, lisanlarında da küfür kelimelerinin bulunmayışıdır. Onlar yalnız ‘Vallahi’ şeklinde Allah’a yemin ederler” demektedir.
O devre şahit olan veya o devirden kalan insanlarla konuşan kimseler veya o devre ait nevi şahsına münhasır yazıları okuyanlar görmüştürler ki, bir şahsın kendisini kızdıran bir meselede muhatabı için kullandığı cümleler, "Lâ havle...", "Hay Allah derdini alsın!", "Fesübhanallah!", “Hasbinallâhü ve ni'mel-vekîl!" "Yâ sabır!" gibi güzel ve telkin edici ifadelerden ibarettir.
Dergâhların giriş kapılarında ve duvarlarında asılı levhalarda edep, teselli ve sabır telkin eden, “Edep ya hû”, "Bu da geçer ya hû", "Vazgeç ya hû!" ve "Hoş gör ya hû!" gibi sözler meşhurdur.
Bugün ise, bu güzelim temenniler ve dualar, yerini “Allah belanı versin”, “Allah kahretsin” “Lanet olasıca” vb. gibi sözlere ve bilumum galiz küfürlere bırakmıştır.
Nereden nereye!
.
Osmanlı'nın yıkılmasıyla, âlemin düzeni bozuldu
2018-02-13 02:00:00
Küçük bir devlet olarak kurulan Osmanlı, her din ve ırktaki milletlere gösterdiği adalet ve merhamet sebebiyle üç kıtaya hükmeden, gittiği her yere huzur getiren koca bir imparatorluk hâline geldi.
Balığın denizden çıktıktan sonra denizin kıymetini anladığı gibi, Osmanlı’nın da kıymeti yıkıldıktan sonra anlaşıldı. Çünkü onlar tarih sahnesinden çekildikten sonra dünyanın dengesi bozuldu. Asırlardır, anarşi, terör nedir bilmeden huzur içinde yaşayan Orta Doğu, Balkanlar ve Osmanlı tebaasındaki diğer beldeler kargaşa ve terör bölgeleri hâline geldi. Osmanlının zayıflamasıyla istiklal hareketlerine girişen milletler çok geçmeden yaptıkları hatanın farkına vardılar ama iş içten geçmiş oldu. Bugün bu bölgelerde akan kanın sebebi, Osmanlı’dan doğan boşluğun doldurulamamasıdır. Başka bir ifade ile Osmanlı’ya yapılan yanlışlığın bedelinin ödenmesidir. Bunu bizzat o bölgenin yaşlı insanları “Osmanlı’ya yaptığımız ihanetin bedelini ödüyoruz” diyerek itiraf etmektedir.
Bu sadece bizim dışımızdaki milletler için mi geçerli? Hayır, ülkemiz için de geçerli bir durum. Bundan on beş sene öncesine kadar, cihan siyasetinde önemli bir yer edinemediysek ve idarede söz sahibi olamadıysak; geçmişimizi, şanlı mazimizi yok farz etmemiz ve sahip çıkmamamız sebebiyledir.
Çünkü geçmişi olmayan bir milletin, geleceği de olmaz. İnsanlar gibi, milletler de, devletler de hata yapar. Geçmişi toptan silip atmak yerine, geçmişteki yanlışları tekrarlamamak ve doğruları devam ettirmek gerekir. Kültürler ve medeniyetler kolay oluşmaz. Aynı zamanda milletlerin ruhu gibidir. Ruhsuz beden ayakta kalamayacağı gibi, kendine has kültürü olmayan milletler de ayakta kalamaz.
Osmanlı’nın yıkılması ile onu bu duruma düşüren güçler de zarar gördü. Hâlen de görmekteler. Osmanlı inançta İslamiyetin ana gövdesini teşkil eden Ehl-i sünneti temsil ediyordu. Bu inanç aşırılıklardan, terörden, anarşiden uzak olduğu için Osmanlılar ve Osmanlı’nın idaresi altında bulunan diğer dinlerdeki milletler de huzur içinde yaşıyordu. Devletin yıkılması ile beraber, huzurun, sulhun sağlanmasında etkin olan temsilcisi olan Ehl-i sünnet de zayıfladı, tesirini, etkisini kaybetti. Orta Doğu’da Vehhabilik, Selefilik gibi, orta yoldan sapmış bozu dini yollar yollar teşekkül ettirildi. Osmanlı idaresindeki milletler, İslamiyetten uzaklaştırmak için eski inançlarına sevk ettirildi. Mısır’da "firavunculuk", Suriye’de "Babillilik", Irak’ta "Asurilik" öne çıkartıldı. Batı böyle yapmakla bu bölgelerde İslamiyetin yok olacağını, bu insanların ya Hıristiyan veya dinsiz olacağını düşündü. Ehl-i sünnet Müslüman kalmasın da ne olursa olsun düşüncesiyle hareket edildi.
Fakat Batı’nın hesabı tutmadı. İnanç boşluğuna düşen bölge halkı fanatik ve radikal düşüncelerin tesiri altında kaldı. Bunlar İslamiyette yeri olmayan fakat din adına yapılan canlı bomba gibi akıl almaz terör uygulamaları ile Batı’nın karşısına geçtiler. Kendi kurdukları ve İslamiyeti kötülemek adına sevk ettikleri bozuk dinî akımlar, bumerang gibi gelip kendilerine dönünce, Batı Osmanlıyı, dolayısıyla Ehl-i sünneti yıkmakla ne büyük hata işlediğini fark etti. Şimdi bu hatasını nasıl telafi edebileceklerinin telaşındalar. Bir yandan gerçek manada İslamiyetin tekrar şahlanarak yayılmasından, bir yandan ise İslamiyetten uzaklaşan adı sözde Müslüman olan teröristlerin cihana vereceği zararlardan korkuyorlar.
Bu sebeple bütün Batılı araştırmacılar yıllardır yaptıkları gibi hâlâ Başbakanlık Osmanlı Arşivinden çıkmıyorlar ve onların bölgeyi nasıl huzur ve barış içinde yaşattığını, bunun sırrının ne olduğunu ve en mühimi de Ehl-i sünnet olmadan bunu nasıl yapabileceklerini araştırıyorlar.
Aslında onlar da biliyorlar; huzur ve barış adresinin Ehl-i sünnet olduğunu. Ancak yukarıda da bahsettiğim gibi İslam âleminin toplanıp eski gücüne kavuşmasından korkuyorlar. Bunun için kendi kontrollerinde, haftada bir cumaya giden veya cenazesi olduğunda camiye gelen, sevk altında "Ilımlı İslam" modeli geliştirme peşinde koşuyorlar!..
.
Osmanlı Devleti’ndeki din gayreti
2018-02-07 02:00:00
Osmanlıların İslamiyete olan bağlılıkları, hizmetleri herkes tarafından bilinmektedir. Yapmış oldukları her icraatta bunun izlerine rastgelebilirsiniz. Hizmetleri, gayretli çalışmaları ve en mühimi gazaları bunun en büyük delilidir. Bunu görmemek için ya kör ya da düşman olmak gerekir.
Osmanlıları “Osmanlı” yapan İslamiyetti. Bu Selçuklular ve diğer Türk boyları için de geçerlidir. İslâmiyet ile şereflenmeyenler ise asimile oldular veya eriyip gittiler. Büyüyüp kıtalara hükmetmek ise sadece Osmanlı Türklerine nasip oldu. Bu Osmanlılar tarafından da şeref olarak addedildi. Eshab-ı kiramın büyüklerinden Hazreti Ömer efendimiz “Biz zelil, aşağı kimselerdik. Allahü teala bizleri Müslüman yapmakla şereflendirdi” buyuruyor.
Bazı sinsi İslam düşmanlarının iddia ettikleri gibi İslamiyet, Osmanlıların elinde hiçbir şey kaybetmedi, dondurulmadı veya başka memleketlere yayılması durdurulmadı. Osmanlılar, askerlikte olduğu gibi ilme de gereken önemi fazlasıyla vermişlerdir. İşte bunun neticesinde de Osmanlı Devleti’nin topraklarında fıkıh ilmi çok gelişti. İmparatorluğun en ücra köşesine kadar, fıkıh, ilmihal kitapları ulaştırıldı. Dinini bilmeyen kimse bırakılmadı.
İslamiyet, Osmanlıların ahlâkta da yüksek dereceye çıkmalarına sebep olmuştur. Tarihte bunun birçok misalleri vardır. Bir tanesi ise çok dikkate şayandır. Viyana’ya doğru giden Osmanlı ordusu, bir su başında mola verir. Çeşmenin etrafı abdest alan, kaplarını dolduran askerlerle dolar. Bu durumu gören yakınlardaki bir kilisenin papazı da onları denemeye karar verir. Köyden dört-beş tane genç kızı süsleyerek, ellerine birer kap verir ve çeşmeye gönderir. Kendisi de pencereden seyretmeye başlar. Kızlar çeşmeye yaklaşınca bir anda oradaki bütün askerler kenara çekilip, uzaklaşırlar. Bir tanesi bile dönüp kızlara yan gözle bakmaz. Kızlar gönül rahatlığı içinde kaplarını doldurup köylerine dönerler.
Pencereden olanları seyreden papaz, Osmanlı askerlerinin bu güzel ahlakını, faziletini ve edebini görünce, “Bu ordu ahlakını ve edebini koruduğu müddetçe hiçbir orduya yenilmez. Boş yere kanınızı dökmeyin” diyerek Osmanlı ordusunu bekleyen Haçlı kumandanlarına mesaj gönderir.
Osmanlı sultanları, kendilerini İslamiyetin birer hizmetçisi olarak görmüşlerdir. Osmanlıdan önce halifeler, hutbede kendilerine, “Sultânül-haremeyn” yani mübarek beldelerin sultanı dedirtirlerdi. Hilafetin Osmanlı Devleti’ne geçmesine vesile olan Yavuz Sultan Selim Han ise 1517 senesinde, Mısır’ı fethedip, Mekke ve Medine’yi de topraklarına katınca, alışkanlıkla kendisine de “Sultânül-haremeyn” diyen hatibi susturup, “Ben o mübarek beldelerin hâkimi değil, hâdimiyim (hizmetçiyisim) bundan daha büyük şeref de olamaz. Bana, 'Hâdimül-haremeyn' deyin!” diye emretmiştir.
Bir diğer misali de son devrin padişahlarından Sultan II. Abdülhamid Han’dan verelim. Bu hatırayı ise sultanın kâtibi Esad Bey nakletmiştir ve bizzat kendi başından geçmiştir.
Bir gece mühim bir evrak için padişahın imzasını alması icap eder. Gider biraz çekinerek de olsa haremin kapısını çalar. Biraz bekler ama açılmaz. Ancak mutlaka imzayı alması gerekmektedir. Bir kere daha çalar. Fakat kapı yine açılmaz. Biraz bekledikten sonra üçüncü defa kapıyı çalacakken, elindeki havlu ile yüzünü silen Sultan II. Abdülhamid Han kapıyı açar. Kâtip Esad Bey’e, “Evlat, seni beklettim, kusuruma bakma. Daha birinci çalışta kalktım ancak gece yarısı, mühim bir imza için geldiğini anladım. Abdestsiz idim. Bu milletin hiçbir kâğıdını abdestsiz imza etmedim. Bu sebeple abdest almak için geciktim. Oku da dinleyeyim” der. Esad Efendi mahcup ve şaşkın bir hâl ile kâğıdı okur ve sonrasında padişah besmele çekerek imzayı atar ve “Hayırlı olsun inşallah” der...
İşte Osmanlı sultanları İslamiyete böyle bağlı idiler. Osman Gazi’den gelen bu hürmet sebebiyle, Allahü teala da onlara hiçbir hanedana vermediği bir hükümdarlık ve hükümranlık nasip etmiştir.
.
İngiliz sefirinin devlet yıkan mesajı!
2018-01-30 02:00:00
Osmanlı Devletini yıkmak için evveliyatla, devletin üstüne bina edildiği İslamiyeti yıkmak gerekiyordu. Yıllardır ortaya koyulan bütün uğraşların sebebi de buydu. Ancak bunda bir türlü muvaffak olamayınca bu sefer farklı bir planı devreye soktular.
Bu plan ise İslamiyeti yıkmak yerine bozmaktı. Bunun için de devletin içine yerleştirdikleri casuslarıyla ilk önce din adamlarını fen ilimlerinden habersiz bir şekilde yetiştirmeye başladılar. Fen ilmi tahsil eden talebeler ise din ilimlerinden habersiz hâle getirildi. Kısacası bir taraf din cahili, bir taraf fen cahili olarak mezun oldu. İslamiyetin büyük ehemmiyet verdiği ve bir arada tuttuğu maddi ve manevi ilimlerin birbirleriyle olan bağı kopartıldı. Hâlbuki İslamiyet, tecrübi ilimleri, fenni, sanatı, endüstriyi ehemmiyetle emretmekteydi. Diğer taraftan buna bağlı olarak ahlâk, edep ve hayâ gibi değerlerden uzaklaştırıldı. Neticede altı asırlık koca bir devlet, planlı bir şekilde yıkılıverdi.
Peki, bu plan nasıl yapıldı? Nasıl muvaffak olundu? Gelin biraz daha detaylı bir şekilde bakalım.
Osmanlı orduları Viyana'ya kadar gelince, Avrupa devletleri yok oluşun eşiğine geldiklerini anladılar. Avrupa’da yayılan İslamiyet, günden güne Hristiyanlığın zayıflamasına sebep oluyordu. Osmanlı akıncılarının Avrupa topraklarında at koşturmasını durdurmak için yıllar boyunca çareler aradılar. Bunun için toplantılar yaptılar, birçok devlet bir araya geldi fakat yine de bir çözüm bulamadılar. Ta ki bir gece yarısı İstanbul’daki İngiliz sefirinin göndermiş olduğu mesaja kadar.
Sabahı bekleyemeyen sefir, Arşimet’in suyun kaldırma kuvvetini bulduğu zamanki gibi “buldum, buldum” naralarıyla mesaj yazmaya koyuldu. Bu müjdeyi Avrupa’ya vermek için sabahı bekleyemeyecekti. İşte Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının anahtarı olan o mesaj:
“Osmanlılar aldıkları esirlere kardeş gibi davranıyorlar. Hangi milletten ve dinden olursa olsun, küçük çocukların zekâlarını ölçüyorlar. Keskin zekâlı çocuklar seçilerek, saraydaki ‘Enderun’ denilen mekteplerde, kıymetli öğretmenler tarafından okutuluyor. İslâm bilgileri ve ahlakı, fen, kültür dersleri verilerek, başarılı birer Müslüman olarak yetiştiriliyorlar. Ordularını zaferden zafere ulaştıran değerli kumandanlar ve Sokullular, Köprülüler gibi seçkin siyaset ve devlet adamları, hep böyle yetiştirilen keskin zekâlı çocuklardır. Osmanlı’yı durdurmak için, ilk bu ‘Enderun’ mekteplerini ve bunların kolları olan medreseleri yıkmak, Müslümanları ilimde, fende geri bırakmak lâzımdır. İlk çare budur!”
İşte esas plan, esas yıkım bundan sonra devreye girdi. İngiliz sefîrinin bu teklifi çok doğru görülerek, Avrupa'da İskoç ve Paris mason locaları kesif bir çalışmaya başladılar. Medreselerden ilmi kaldırmak, fen bilgisine sahip din adamları ve idareciler yetiştirilmesini önlemek için planlar hazırlandı.
Bu çerçevede din adamlarına, "Mühim olan ahiret hayatı değil midir? Fen bilgileriyle uğraşacağınız zamanda, dininizi iyice öğrenin" diyorlardı. Avrupa'ya çağırdıkları gençleri de, kendi devletinden soğutmak için "Sizin devletinizde medreselerde fen dersi okutulmuyor, işte bunun için geri kalıyorsunuz. Bizim gibi olun. Bizi misal alın. Buna bir çare bulmanız lâzım” diyerek kandırıyorlardı.
Bu temiz gençler zevk ve sefahete alıştırıldı. Sahte etiketler, diplomalar verilerek ana vatana gönderildi. Bu diplomalı yobazlar, sinsi din düşmanlarının çevirdikleri dolaplarla, Osmanlı devletinde işbaşına getirildiler. İşte bunlardan biri olan (Mason) Mustafa Reşit Paşa, medreselerden fen derslerini kaldırdı. Mithat Paşa, Talat Paşa gibi idareciler de diğer okullardan din derslerini kaldırdı.
İslamiyete olan bağlılık gevşedikçe, devlet de hızlı bir şekilde geriledi. Nihayetinde Osmanlı Devleti tarih sahnesinden silindi. “Eş-şer'u tahtesseyf” yani "Din, kılıçların altındadır" hadis-i şerifinin haber verdiği üzere, devlet olmayınca İslam âlemi de bugünkü karanlık, sahipsiz hâline geldi...
.
Türklerdeki Muvaffakiyetin Anahtarı: İslamiyet
2018-01-16 02:00:00
Müslüman Türk devletlerinin ve nihayetinde Osmanlı Devleti’nin İslamiyete olan hizmetleri inkâr edilemez. Ancak Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin yaptığı ise takdire şayandır. Öyle ki, Eshab-ı kiramdan sonra İslamiyete en çok ve en mühim hizmeti yapma payesi nasip olmuştur.
Eshab-ı kiramın müthiş ve akıllara sığmayan hatta günümüzde bile bir misalini sergileyemeyeceğimiz gayretleri sayesinde, İslamiyet kısa bir zamanda Arabistan’ı aşarak, her yeri aydınlatmaya başladı.
Eshab-ı kiramdan sonra Emeviler, Abbasiler gibi birçok İslam devletinin hâkimiyeti olsa da dine hizmette ikincilik payesi Türklere yani Osmanlı Devleti’ne nasip olmuştur. Osmanlı’dan önceki Türklerin gayretleri ve ortaya koymuş oldukları mücadeleler elbette ki göz ardı edilemez. Ancak hiçbirisi altı asrı aşkın bir süre İslamiyeti müdafaa etmiş, birçok bölgeye ulaştırmış ve buraları İslam memleketi yapmış Osmanlı Devleti kadar olamamışlardır.
Emeviler yani Ümeyyeoğulları Hanedanlığı ise İslamiyete hizmette Osmanlı kadar olamasa da Avrupa’ya Müslümanlığı yerleştiren ilk devlet olma hususiyetine sahiptir. Bununla beraber bu beldelerde kurdukları üniversiteler ile Batı'ya ilim ve fen ışıklarını yaymışlardır. Avrupa’nın bilimsel manada gelişmesinin ve reformlar yapabilmesinin temelini de bu üniversitelerde okuyan Hıristiyanlar teşkil etmektedir.
Türkler nezdinde Abbasiler Emevilerden çok daha muteberdir ve ön planda tutulmaktadır. Bunun sebebi ise Emeviler’in kavmiyetçilik hastalığıdır. Arap olmayanları kendileriyle eşit görmüyorlardı. Öyle ki; İslamiyet ile şereflenmelerine rağmen, onlardan Müslüman olmayanlar gibi cizye almaya devam etmişlerdi. Abbasiler ise bunun aksi bir tavır sergilenmiş, Türklerle birlikte diğer yeni Müslüman olan milletlere âdeta kucak açmışlardı.
Bunun neticesinde ilk cizye kalktı. Devamında ise orduda önce paralı asker olarak görev aldılar sonra devlet idaresinde söz sahibi oldular. Bu durum Türklerin kitleler hâlinde İslamiyet’i seçmesine sebep oldu. Türk devletler sayesinde, Arapların Müslümanlığı ulaştırdığı beldeler artık tamamen İslam beldesi hâline geldi. Bunun neticesinde İslamiyet’in güneşi buralarda parladı.
Abbasiler zayıfladıkları devirlerde ise çoğunlukla Türklerin muhafazası altına girdi. Hatta Hilafet makamının ortadan kalkmasına ramak kala yine bir Türk devleti olan Memlukler yani “Ed-Devletü't Türkiye” tarafından ihya edildi. Bütün bunlara rağmen bir İslam birliği kurulamadı. İrili ufaklı devletlerin ve bunların birbirleriyle mücadele etmeleri, bunu imkân vermedi.
Bu birliği gerçekleştirmek ancak Osmanlı Devleti’ne nasip oldu. Avrupa’dan sonra Anadolu ve Orta Doğu’da da hâkimiyet kuruldu. İslam birliği ise hilafetin elde edilmesiyle sağlanmış oldu. Bu durum devletin yıkılmasına kadar da devam etti. Sonrasında ise Müslümanlar sahipsiz, hamisiz ve yalnız kaldı.
Peki, bu kadar büyük hizmetler eden, üç kıtaya hükmeden, İslam birliğini sağlayan ve mazisi kahramanlıklarla dolu bir millet nasıl mağlup oldu ve İslamiyet niye sahipsiz kaldı? Dine ve ilme bağlılığın azalması bunun en mühim sebebidir. Maddi ve manevi ilimler ile insanlığa ışık tutan bu akım, ne yazık ki tembellik ve sonrasında gelen planlı haçlı saldırıları ile gerilemeye başladı. İtaat azaldı ve bunun neticesinde kendi hükümdarlarını bile şehit etmeye başladılar. Dinî makamlar, liyakatin değil atamanın esiri oldu. Cahillerin ve sinsi İslam düşmanlarının eline düştü. İslamiyet’ten uzaklaşıldı ve Allahü teâlânın emirleri hiçe sayılmaya başlandı.
Netice; hangi milletten olursa olsun, Müslümanlar dinin emirlerine hakkıyla sarıldıkları müddetçe muvaffak oldular. Ne zaman ki uzaklaştılar tam tersi oldu. Bu sebeple muvaffak olabilmemiz, birlik ve beraberlik içerisinde olabilmemizin yegâne şartı İslamiyete olan bağlılığımızdan geçmektedir...
.
Gregoryos’un Osmanlı’yı yıkan mektubu
2018-01-02 02:00:00
Osmanlı devletinde Rus sefiri olarak uzun seneler çalışan İgnatiyef, hâtıralarında, bir mektuptan bahseder. Bu mektubun sahibi ise Patrik Gregoryos’dur.
Sultan II. Mahmud Han zamanında Rumları kışkırtıp devlete isyan ettiği için Fener Rum Patrikhanesinin kapısında idam edilmiştir. Hatta bu sebeple Gregoryos’un asıldığı o kapı hâlâ “kin kapısı” olarak adlandırılmaktadır.
İşte bu patrik mektubunda, yıkmak için asırlardır uğraştıkları ama muvaffak olamadıkları Osmanlı’nın nasıl yıkılacağını bulduğunu belirtmektedir. Hatta bunun kılıçla yıkmaktan çok daha kolay ve tesirli olduğunu da belirtmektedir. İşte Gregoryos’un o mektubu.
"Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak gayri mümkündür. Çünkü Türkler, Müslüman oldukları için çok sabırlı ve dayanıklı insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i iman sâhibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, padişahlarına, devlet adamlarına, olan itaat duygularından gelmektedir. Türkler kendilerini müspet yolda sevk-i idare edecek reislere sâhip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hatta kahramanlık ve şecaat duyguları da ananelerine olan bağlılıklarından, ahlâklarının güzelliğinden gelmektedir. Türklerde evvelâ itaat duygusunu kırmak ve manevi bağlarını parçalamak, dinî metanetlerini zaafa uğratmak icap eder. Bunun da en kısa yolu, millî geleneklerine ve maneviyatlarına uymayan hârici fikirler ve hareketlere alıştırmaktır. Maneviyatları sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden şeklen çok kudretli kalabalık ve zahiren hâkim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddî vâsıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir. Bu sebeple Osmanlı Devletini yıkmak için mücerret olarak harp meydanlarındaki zaferler kâfi değildir. Yapılacak olan, Türklere bir şey hissettirmeden, bünyelerindeki tahribatı tamamlamaktır..."
Merhum babam bir yazısında bu mektubu neşretmiş ve devamında da şu satırlara yer vermişti: “Bu mektup gençlere ders kitaplarında ezberletilecek kadar mühimdir. İbret alınacak çok şey varsa da, en önemlisi şu iki husustur: 1- Türklerin maneviyatının ve dininin yıkılması için, yabancı fikir ve âdetlere alıştırmak. 2- Türklere hissettirmeden bünyelerindeki tahribatı tamamlamaktır. Bu da Batının inanç, moda, örf, âdet ve ahlaksızlıklarını, taklit ettirmekle olur. Şimdi geçmişimize bakacak olursak, bu plânın aynen tatbik edildiğini çok açık bir şekilde görürüz.”
Evet, maalesef Batılı devletler yıllardır medeniyet adı altında, kendi inanç, örf, âdet, moda ve ahlaksızlarını bize dayatarak, inancımızı yıprattılar ve birliğimizi, beraberliğimizi bozdular. Bunun getirdiği iç çekişmeler ve problem sebebiyle de ilim, fen, teknik ve teknolojik gelişmelerden uzak kaldık.
Bu sebeple biz Türkler, onca zafer ve her cihetten muvaffakiyet ile dolu kalabalık geçmişimizi unutarak, kalabalık içinde yalnız kaldık. "Geçmişini unutan milletler yok olmaya mahkûmdur" hükmü gereğince, geriledikçe geriledik. Bu raddeden sonra ise esas planı devreye sokarak bu gerilemenin sebebini İslamiyete bağladılar ve geçmişi ile bağları koparılan bizler bu sefer inancımızdan mahrum edilmeye çalışıldık. Yıllarca kitaplarla, yayınlarla Müslüman olduğumuz için geri kaldığımız fikri dayatıldı, beynimiz yıkanmaya çalışıldı. Hâlbuki İslamiyet ilmi ve fenni her daim ön planda tutmuştur ve bunu emretmiştir. Peygamber Efendimizin (sallallahü teala aleyhi ve sellem) "İlim Çin'de dahi olsa gidip alınız" sözü de buna işaret etmektedir.
Netice; Avrupa asırlar boyunca kılıçla yıkamadığı koca bir devleti, iki madde ile yıkıp geçmiştir. Kafamızı kaldırmamıza müsaade etmemiş, bunu yaptığımız zamanlarda (Adnan Menderes, Turgut Özal) ise başımıza türlü bela ve gaileler açarak bizi tekrar karanlığa itmiştir.
Çok şükür ki; son senelerde, kaybedilen bilinç tekrardan yüreğimizde büyümeye başladı. Artık sadece Müslümanların değil, dünyadaki bütün mazlumların hamisi olduğumuzu bir kere daha haykırmaya başladık.
.
Anadolu’nun ikinci kapısı Miryokefalon
2017-12-26 02:00:00
Büyük Selçuklu Sultanı Muhammed Alp Arslan’ın Malazgirt’te Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’e karşı elde etmiş olduğu büyük muvaffakiyet ile Anadolu’nun kapıları Türklere açıldı. Ayrıca bu bölgenin Türk yurdu olması konusunda da çok mühim bir netice elde edildi.
Malazgirt, Selçuklu hanedanının kurmuş olduğu devletlerin harpleri incelendiğinde ortaya koyulacak en mühim üç muharebesinden ikincisidir. İlki bağımsızlıklarını elde etmelerine ve müstakil bir devlet olarak teşkilat kurmaya başlamalarına vesile olan Dandanakan Harbidir. Üçüncüsü ise makalemize de konu olan Miryokefalon Harbidir.
Malazgirt Harbi’nin ehemmiyeti, neredeyse herkes tarafından bilinir. Anadolu’nun kapısını açan muharebe olarak hafızalarımıza kazınmıştır. Ancak Anadolu Selçuklu Sultanı İzzeddin Kılıç Arslan'ın (II. Kılıç Arslan) Bizans ile yapmış olduğu Miryokefalon Harbi, Anadolu açısından en az Malazgirt kadar mühim olsa da pek hikâye edilmez ve fazla da bilinmez.
Hâlbuki neredeyse Malazgirt kadar ehemmiyetli, en az onun kadar kritik bir mücadeledir. Hatta şunu bile diyebiliriz ki, eğer Miryokefalon Harbi kazanılmamış olsaydı, Malazgirt Harbi’nin ehemmiyeti günümüze kadar gelemez ve belki de Osmanlı Devleti’nin kurulması da mümkün olamazdı.
17 Eylül 1176 tarihinde Bizans askerlerinin haricinde Latin, Frank, Macar, Sırp ve Peçenek askerlerinden oluşan büyük ordu Denizli Çivril, Düzbel geçidi yakınlarında dar bir vadide sıkıştırıldı. Daha öncesinde de Türkmenler tarafından yürüyüş yolunda yapılan ani saldırılar sebebiyle morali bozulan ve birbirlerinden kopuk bir şekilde yürüyen Bizans ordusu, Selçuklu askerleri tarafından bozguna uğratıldı. İmparatorun bütün ağırlıkları 30.000 Türkmen tarafından yağma edildi. Silah, mücevherat gibi sayısız ganimet elde edildi.
Bu harp neticesinde Malazgirt ile Türklere aralanan Anadolu’nun kapısı, ardına kadar açıldı, Bizanslılara ise tamamen kapandı. Anadolu’nun bir Türk yurdu olduğu ise kesinlik kazandı. Sultan II. Kılıç Arslan ise bu zaferle İslâm hükümdarları nezdindeki itibarını bir derece daha arttırdı. Ayrıca yapmış olduğu muahede ile de elde etmiş olduğu bu büyük zaferden çok daha kritik neticelere imza attı. Böylece Sultan Kılıç Arslan, Türklere Malazgirt’ten sonra ikinci büyük zaferi kazandırıp, Bizans’a ise büyük bir darbe daha indirmiş oldu.
Bizans, bu harp ile mühim bir mağlubiyet aldı. Bu mağlubiyet bizzat İmparator Manuel Komnenos tarafından, Bizans İmparatorluğu’nun 105 yıl önce Malazgirt’te uğradığı felaket ile mukayese edildi. Diğer yandan ise bu mağlubiyet ile kendisi de büyük bir itibar ve güç kaybetti.
İmparatorluğun elinde ise sadece Batı Anadolu’nun bir kısmı kaldı ve bir daha Türklerin karşısına büyük bir ordu ile çıkamadılar. Ufak tefek mücadeleler hep Tekfurlar seviyesinde kaldı ve 1453 senesindeki İstanbul’un fethine kadar neredeyse bütün Türk akınları karşısında müdafaada kaldılar. Artık Anadolu’da hâkimiyet tamamen Türklerin eline geçmiş oldu ve uzun zamandır süregelen Bizans baskısı da son buldu.
Bu zafer Türk dünyasında olduğu kadar aynı zamanda İslam dünyasında da büyük bir sevinç meydana getirdi. Özellikle de Bağdat’ta bu haber şenliklerle karşılandı ve bizzat Bağdat Abbasi Halifesi el-Müstazi Bi-emrillah tarafından Sultan II. Kılıç Arslan ve devleti methiyelere mazhar oldu.
Miryokefalon Zaferi, Malazgirt Muharebesi’nde aldıkları mağlubiyetin ne demek olduğunu anlayamayan Bizanslıların, Anadolu’yu tekrar geri kazanma ümit ve gayretlerini Malazgirt’ten bir asır sonra, 1176 senesinde tamamen söndürdü. Bu sebeple Miryokefalon, Bizans ve Selçuklu tarihlerinde ikinci bir dönüm noktasını teşkil etmektedir.
.
Kendi olamayan adam: İnönü
2017-12-12 02:00:00
Cumhuriyetin Mustafa Kemal’den sonraki en önde gelen lideri olan ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, yaşadığı devir itibariyle sürekli tartışılmış ve tavırlarıyla bir yere oturtulmaya çalışılmıştır.
Buna istinaden “kendi olamayan adam”, “ikinci adam”, “uygulayıcı” ve “millî şef” gibi unvanlar ile hatırlanmıştır. İktidarı devrinde uygulamış olduğu kesif baskılar daha doğrusu zulümler sebebiyle pek de hoş hatırlanmaz.
Hükûmeti zamanında çıkartmış olduğu Takrir-i Sükûn kanunlarıyla, uyguladığı sansür ile bütün muhalifler sindirilmiştir. Bu minvalde tatbik edilen kararlar sebebiyle de istibdat ve gericilikle ön plana çıkmıştır. İslamiyet’e karşı açmış olduğu harb ve bu uğurda giden nice canların sayısı bilinmemektedir. Kendisine, iktidarına karşı gelebilecek her türlü tehdit karşısında aldığı tedbirler yüzünden ortaya çıkan zulüm de zirveye ulaşmıştır.
İşte, İnönü bu hususiyetleri sebebiyle, Türkiye’de azınlıkta bulunan ufak bir grup hariç, iyi hatırlanmaz ve hayırla yâd edilmez. Üç devreyle anlatılan İnönü’nün ilk devresi, Mustafa Kemal’in 1938’de ölmesine kadar olan süredir. İkincisi ise 1938-1950 senelerindeki Cumhurbaşkanı olduğu devridir. Sonuncusu ise 1950 sonrasıdır ve Demokrat Parti ve Adalet Partisi’nin gücü altında ezilmiştir. Bu Bülent Ecevit tarafından tahtından indirilmesine kadar devam etmiş, 1973 senesinde de ölmüştür.
İlk devresi ile ilgili kaynaklarda kendi olamayan adam, ikinci adam gibi yakıştırmalar yapılmıştır. İnönü, Mustafa Kemal’i en iyi anlayan, emirlerini yerine getirirken en az hataya düşen ve onun vizyonunu en sadık biçimde uygulayan bir devlet adamı olarak gösterilmektedir. Bu onu “İkinci Adam” yapmaktadır. Mustafa Kemal ile teşrik-i mesai içinde olmadığı devirler ise neredeyse tamamıyla göz ardı edilmiştir. Zaman zaman Mustafa Kemal’in yaptıklarından menfi manada sorumlu tutulmuş, yeri geldiğinde de bu sefer emanete sahip çıkamayan bir siyasetçi suçlamalarına da maruz kalmıştır. Sonrasında para ve pullara resmini koydurtma ve heykellerini diktirme eylemleri de onun ihanet hanesine işlenmiştir.
1938 öncesi karar alıcı değil, uygulayıcı; deha değil gayretli bir şahıs olarak tarif edilmektedir. Karar alıcı pozisyonunda hiç olmamıştır. Bu onun “Tek Adam”ın gölgesindeki “İkinci Adam” rolünü ortaya koymaktadır. Mustafa Kemal tarafından istifaya zorlandığı 1937 sonbaharından, onun ölümüne kadar süren zamandaki gözden düşürülme süresi hariç, bu rolü neredeyse kesintisiz olarak sürdürmüştür.
İkinci devresi yani 1938 sonrası ise kendi görüşleri çerçevesinde şekillenmiştir. Uyguladığı siyaset, emanete sahip çıkma ve korumanın oldukça ötesine geçmiştir. İşte bu noktada “İkinci Adam” yakıştırması, “Ebedi Şef” ile yarışır nitelikte “Millî Şef”e dönüşmüştür.
Üçüncü devre ise 1950 senesindeki seçimlerde hezimete uğraması neticesinde başlamıştır. Demokrat Parti’nin misilleme siyaseti uygulamama sözüyle kenara çekilmiştir. Fakat hiçbir zaman siyasetten elini çekmemiş, kesif bir muhalefet uygulamıştır. 1960 sonrasındaki asker destekli iktidarı da kısa sürmüş, bu sefer Adalet Partisi’nin muhalefetine düşmüştür. Bu durum 1950 öncesi kafasını çıkartamayan muhaliflerin seslerini yükseltmesine sebep olmuş ve ihtimal dahi vermediği Bülent Ecevit tarafından 1972’de genel başkanlıktan indirilmiş, 1973 senesinde de ölmüştür.
Netice; İsmet İnönü, Mustafa Kemal’in mütemmim cüzüdür. Onun zamanında kendi olamayan adam, sonrasında ise onu bile geçti yorumu yapılmaktadır. Ancak icraatlarının ana fikri ona dayandırıldığı için yine kendi olamamıştır. Ayrıca kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla kavlince, koruma altındaki Mustafa Kemal’e söylenemeyen sözler ve yapılamayan eleştiri okları ona çevrilmiştir.
Son olarak iktidar olduğu devir her manada Türkiye’nin en karanlık zamanlarından biri olarak tarihe geçmiştir.
.
İdeolojiler içine gömülen inkılap tarihi
2017-11-28 02:00:00
İnkılap tarihimiz Mondros Mütarekesi ile başlatılır ve bir devir tamamen yok sayılır. Ayrıca devletin mütarekeye gitmesine sebep olan Filistin-Suriye cephesi de görmezden gelinir. Bunun gibi birçok sır kitapların arasında gizlenmiş bir şekilde kendisini keşfedecekleri beklemektedir.
Peki, yakın tarihimiz neden sırlarla dolu? Niye bazı şeyler bilerek, taammüden saklı bırakıldı ve sorgulanmasını bırakın, konuşulmasına bile müsaade edilmedi. Bu da bize aslında meselenin, tamamen ideolojik fikirler sebebiyle bazı şeylerin kutsallığının tahsis edilme çabası olduğunu gösteriyor. İşte bu sebeple de Osmanlı’dan kalan mirasın bazılarına sahip çıkılmış, bazılarına ise yok muamelesi yapılmıştır. Fakat bazı şeyler hiçbir zaman gizli kalmıyor. Gün gelir ne yaparsanız yapın ortaya çıkıverir.
Bu noktada son zamanlarda tartışılan mesele ise Enver, Talat ve Cemal Paşalar ile alakalı durumdur. Kurtuluş Harbi’ni idare eden komutanlar ile Cumhuriyet’in kuruluşunda bulunan komutanlar aynı kadro olmakla beraber, hepsi Osmanlı paşasıdır. Bu sebeple yeni devletin kuruluşunda bulunan bazı muhalifler, Enver, Talat ve Cemal Paşalardan I. Cihan Harbi’nin hesabının sorulmasının gerektiği iddia etmişlerdir. Çünkü memleket onlar yüzünden bu hâle gelmişti. Ancak bu hesaplaşma hiçbir zaman gerçekleşmedi. Osmanlı Devleti’nin yıkılması bir kazanç gibi lanse edildi. Hatta daha da ileri gidilerek 1922 öncesi yok addedildi. Hâlbuki bunlar bir müddet öncesine kadar Osmanlı tabiiyetindeydiler. Makul olan Osmanlı’ya sahip çıkılması veya hak ettiği yer nispetinde itina gösterilmesiydi?
I. Cihan Harbi’nin sorumluluğu kime aittir diye bir sual sorsak, iki üç kitap okumuş herkes Enver, Talat ve Cemal Paşaların ismini bir çırpıda sayıverir. Görmezden geldiğimiz bir devletin üç askeri olan bu paşaların, normalde Cumhuriyet’in en büyük düşmanı olması gerekiyor. Fakat yeni devlet, düşmanlığı bırakın resmî manada sahiplenildi. Hatta bu minvalde paşaların eş ve çocuklarına maaş bağlandı. Hem de Cumhuriyet’in ilanından 6 ay önce. Bu bir nevi onları aklamaktır. Peki neden? Bunun en belirgin sebebi, bütün ittihatçıların Osmanlı’yı yıkmak ve kendi idarelerinde hür bir devlet kurma hayalidir. Arkada yatan esas sebep ise yakın tarihimizde sürekli karşımıza çıkan ideoloji kelimesidir. Çünkü Mustafa Kemal’in de; Enver, Talat ve Cemal Paşalar gibi I. Cihan Harbi’nin kaybeden paşaları arasında olduğu iddia edilmektedir.
Mustafa Kemal, kaynaklarda harbi kaybetmemizin temel sebeplerinden biri olarak gösterilen Irak, Filistin ve Suriye cephesinde Cevat Paşa ile birlikte ordu komutanlığı yaptığı için böyle bir iddia ortaya atılmaktadır. Bu cephenin bu kadar mühim olmasını sebebi ise Filistin cephesinin I. Cihan Harbi’nin en büyük cephelerinden birisi olmasıdır. Buna mukabil neticesi de felaket olmuştur. Öyle ki; cephede bulunan 100 bin askerden sadece 17 bini sağ kurtulabilmiştir.
İddialara göre Mustafa Kemal’in bu eleştirilerden nasibini alamamasının sebebi ise Cumhuriyet’in kurucusu olmasıdır. Bu sebeple bu cephe ile ilgili eleştiri yapmaktan olabildiğince kaçınıldığı belirtilmektedir. Bu durumdan diğer ordu komutanlarının ve paşa arkadaşlarının da (Enver, Talat ve Cemal Paşalar) takdir görmek suretiyle istifade ettiği düşünülmektedir.
Kabak ise geride kalan enkazı üstlenmek durumunda kalan İzzet Paşa ile Rauf Orbay’a patlamıştır. Bu ikili Mondros Mütarekesi’nin imzalamak ile suçlanırken, bunları o mütarekeyi imzalamaya gönderen zamanın Dâhiliye Nazırı Fethi Okyar’a ise hiçbir suç isnat edilmemiştir. İşte inkılap tarihinin Mondros ile başlamasının ve sırlarla dolu olmasının sebeplerinden biri de budur. Bu da kendini devrim muhafızı olarak gören müstefidlerin eseridir.
Ne yazık ki inkılap tarihi; Mustafa Kemal’in adını kullanarak, ondan sonra keskinleşen tek parti iktidarının, idareyi muhafaza etmek adına oluşturduğu ideolojiler içine gömülüp gitmiştir. Sadece kazançlara yer verilmiş, mağlubiyetler ise göz ardı edilmiştir.
.
Sonun başlangıcı Mondros Mütarekesi
2017-12-05 02:00:00
I. Cihan Harbi sonrasında, Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Mondros Mütarekesi, Osmanlı Devleti’nin yenik sayılmasına ve aynı zamanda da koca devletin sonunun başlangıcına sebep olmuştur.
25 maddeden müteşekkil, Rauf Orbay Bey’in imzaladığı ve “ıstıraplı felaket” olarak tanımladığı bu mütareke aslında Osmanlı Devleti’nin fiilen tasfiye sürecini başlatmış oldu. Muhatap ise ihtilaf devletleri nezdinde sadece İngilizlerdir ve gerisi teferruattan ibarettir. İngilizlerin insafına kalmış bir devlet. Kazım Karabekir ve Rauf Bey de bunu açıkça belirtmişlerdir. Rauf Bey ise durumu “Mütarekenamenin şartları ağırdır. Bununla beraber onları yerine getirmeğe sadakatle çalışacağız. İngiliz devlet ve milletinin imzalarına sadık, vaatlerine vefakâr olduklarına itimadımız vardır. Bu inanç, üzerimize düşen ağır vazifeyi yapmakta bize cesaret verdi…” şeklinde yorumlamaktadır.
Peki, Osmanlı için sonun başlangıcı olan bu mütareke, İngilizler için neden bu kadar önemliydi ve niye bunun üstüne bu kadar düşüyorlardı?
Önce görünen önemli sebeplerinden bahsedelim. Birincisi, sadece İngilizler için değil, tüm dünya için stratejik önem taşıyan Boğazlar'ın kontrolü. Ayrıca 7. ve 24. maddeyle, tehlike durumunda stratejik noktaların işgalinin meşru hâle getirilmesini de unutmayalım. Osmanlı askerleri terhis edildi ve telsiz, telgraf haberleşmesinin kontrolü de ihtilaf devletlerinin eline geçti. Burada tuhaf olan ise; hükûmet ve diğer çevrelerde esen iyimser havaydı. Mesela Ahmet İzzet Paşa hükûmeti, Mondros’u “ehven bir mütareke” şeklinde yorumlamıştı. Hariciye Nazırı Mehmet Nabi ise “Osmanlı Devleti’nin hükümranlık hakları ihlal edilmeyecek çünkü mütareke hükümleri nispeten mülayimdir” demiştir. Suriye cephesinden yeni gelmiş olan Mustafa Kemal de Vakit gazetesine verdiği mülakatta, İngilizlere karşı uzlaşmacı bir tavır izleyerek, Britanyalıların iyi niyetlerinden asla şüphe etmediğini açıkça belirtmiştir. İşin daha tuhaf olan noktası ise bu iyimser havanın kamuoyunda da hâkim olmasıydı. Mesela Tasvir-i Efkâr gazetesi, ilk sayfasında etrafı çiçeklerle süslenmiş, üstünde güneş doğan mütareke temsiliyle ülkeye getireceği barış, huzur ve güneş gibi aydınlığın hayalini resmetmişti.
Ancak İngilizler bu havadan hiç hoşnut değillerdi. Çünkü herkeste harbin bitmesiyle bir sevinç ve eski günlere geri dönüş umudu vardı. Onların yıkmak istediği ise aslında bu düşünceye sebep olan birlik ve beraberlikti. Osmanlı Devleti’ne karşı uygulamış olduğu bu ağır dayatmaların, ders vermek istediği diğer devletler tarafından algılanmayacağını düşündüler. Çünkü Osmanlı’nın ve İslamiyet’in en büyük düşmanı olan İngilizler, aslında halifenin başında bulunduğu İslam Birliği’nin düşmanıydı. Sömürgesi altında bulunan devletlerin çoğunluğunun Müslüman olması ve her fırsatta bu birlik sebebiyle birtakım siyasi hareket ve isyanlara kalkışmaları bu anlamda onları ürkütüyordu. Mütarekedeki ağır şartlar, diğer ülkelere de siyasal ve psikolojik anlamda gözdağı vermeliydi.
Bu gözdağıyla İslam Birliği’nin dağılması ve parça parça olması ise mütarekenin arkasında yatan ve görünmeyen en önemli sebebiydi. Osmanlı Devleti’ni siyasi ve askerî açıdan teslim almaları gerekiyordu. Fakat bu mülayim hava istedikleri neticeyi elde etmelerine engel oldu. Bu da onları Musul, Batum ve İstanbul gibi stratejik yerlere yoğun bir şekilde işgal hareketi başlatmak zorunda bıraktı. Mütarekenin ve sonrasındaki işgalin tek olumlu yönü olarak, Millî Mücadelenin miladını oluşturduğu belirtilmektedir. Neticede bir yabancı devletin (Almanya) teşvik ve tahrikiyle girdiğimiz bir savaştan, yine yabancı devletlerin oluşturduğu (İngiltere, Fransa, İtalya) askerî bir grubun zorlamasıyla, Mondros Mütarekesiyle çıkmış olduk.
Yani biz Almanlar yenildiği için değil, İngilizlerin yüzyıllardır yapmış olduğu planlar meyvesini verdiği için yenildik. İslam Birliği’nin yani Hilafetin gücünden ölümüne korktukları için dayattıkları Mondros Mütarekesi yüzünden yenildik.
.
Dağılan tespih taneleri ve Müslümanlar
2017-11-21 02:00:00
Padişaha rağmen, Sevr Muahedesi için müzakerelere hazırlanan tecrübesiz Osmanlı hükûmetinin ortaya koymuş olduğu şartlar, İngiliz diplomatlar tarafından çok cüretkâr olarak nitelendirilmişti.
Buna göre Trakya’da 1878 Berlin Kongresi sınırlarına geri dönülmeliydi. Adalar yeniden Osmanlı egemenliğine girmeliydi. Musul dâhil Arap vilayetlerine muhtariyet tanınsa bile merkeze bağlı kalmalıydılar ve valiler sultan tarafından atanmalıydı. Rus Ermenistan’ında kurulan müstakil bir devlete ise tartışmak kaydıyla sıcak bakıyorlardı. Mısır ve Kıbrıs’ın geleceği ile ilgili ise şartları görüşmeye hazırlardı.
Ortaya konulan bu teklif Lloyd George tarafından “güzel şakalar ve siyasal kifayetsizlik” olarak vasıflandırıldı. Harp mağlubu olarak cezalandırmak istedikleri devlet, karşılarına müttefiklerden bile fazla taleple çıkmıştı. Bu müzakerelerin devam ettiği sıralarda ortaya çıkan bir gelişme, Sultan Vahideddin Han’ın beklediği fırsatı ayağına getirdi. Anadolu’da mukavemet hareketleri başlamıştı. İngilizler mütareke şartları gereği, bu hareketlerin bastırılmasını ve kontrolün sağlanmasını istiyordu.
Bu gelişme üzerine padişah Anadolu’ya bir müfettiş gönderdi. Bu müfettiş; İngilizlerin arzusunu yerine getirir gibi gözüküp, Anadolu’da padişahın mümessili olarak halkın mahalli mukavemet hareketlerini bir elde toplayıp millî mukavemet oluşturacaktı. Bu durum sulh müzâkerelerinde padişahın elini güçlendirecekti.
Fakat müzakerelere hızlı başlayan Osmanlı hükûmetinin temsilcileri, karşılarındaki tecrübeli İngiliz diplomatlarının karşısında dağılmışlardı. Ortaya çıkan neticeyi ne padişahın, ne de hükûmetin kabul etmesi mümkün değildi. Fakat Osmanlı heyeti, baskı karşısında metni imzalamak durumunda kaldı. I. Cihan Harbi’nin son anlaşması olan bu muahede, Ferit Paşa’nın tahayyül bile edemeyeceği vahim bir tabloyu ortaya koyuyordu.
Bu vahim tablonun temelinde ise Garp devletlerinin, gün be gün ortaya çıkan enerji açlığı yatmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu ve onun nezdinde bulunan hilafet makamı ise bu açlıklarının giderilmesinin önündeki tek engeldi. Çünkü Osmanlı toprakları, demir fabrikalarla donatılan ülkelerin vazgeçilmezi olan en kıymetli ve verimli bir enerji olan petrol ile kaynıyordu. İşte zaman zaman farklı şekillere bürünen projenin tatbik edilme gayretinin sebebi de buydu.
Bu sebeple devlet, öncelikle oldubittiye getirilerek cihan harbine sokuldu. Ayakta duramayacak hâle getirilen onların tabiriyle "hasta adam", sonrasında sulh muahedeleri adı altında haraç mezat paylaşılmaya başlandı. Sevr’de ortaya konan mesele de buydu.
Hilafetin ana hedef olarak ortaya konmasının bir diğer sebebi de Türklerin cihan hâkimiyeti iddiasını besleyen damarların kesilip atılmasıydı. Neticede Müslümanlar, ipi kopan tespihin taneleri gibi bir daha bir araya gelemeyecek şekilde dağılmış olacaktı.
Sevr ile Anadolu’ya sıkışmış, minyatür bir Osmanlı Devleti tesis edilecek, Orta Doğu topraklarında ise kendi menfaatlerini güden devletçiklerin kurulacaktı. Bu sebeplerle Sevr kabul edilmedi ve geçersiz bir metin olarak tarihe geçti. Fakat sonrasında ortaya konulan Lozan ile kısmi de olsa bu hedeflerini gerçekleştireceklerdi.
Neticede üç kıtaya hükmetmiş koca devlet, şartlı hürriyet ile kimliği ve adı değiştirilerek; küçük bir toprak parçasına sıkıştırıldı. Tekrar eski günlerine dönememesini garanti altına almak için de çeşitli argümanlarla dâhili problemlere boğuldu. En mühimi ise cihan hâkimiyeti mefkûresinden uzaklaştırıldı.
.
Hâkimiyet kayıtsız şartsız CHP’nindir”
2017-11-07 02:00:00
“Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” düsturuyla kurulan Cumhuriyet, fazla bir süre geçmeden tek parti hükûmeti yani CHP tarafından “Hâkimiyet kayıtsız şartsız CHP’nindir” düsturuna devşirildi.
Millî Mücadele devirlerinde varıyla yoğuyla vatanını müdafaa eden Türk halkı, ekmek karneleriyle fırın kapılarının önünde sıralarda helak edilerek ödüllendirildi. İttihat ve Terakki zihniyetinin ortaya koyduğu zorbalıklar yüzünden, tek derdi insan gibi yaşamak olan Türk halkı zorbalıklar karşısında köşesine sindi. Ancak kendisine liderlik yapacak bir yiğidi de dört gözle beklemekteydi.
İşte Türk milleti bu hâldeyken yürekleri cesaret ile dolu bir ekip, halkın bu sessiz çığlığına cevap verdi. Celal Bayar, Adnan Menderes ve demokrat arkadaşları Demokrat Parti hareketiyle bu topraklarda yaşayanlara insan olduğunu bir kere daha hatırlatmaya geliyordu.
Fakat karşılarındaki hasım da kolay kolay pes edecek değildi. Çünkü makalenin başında da belirttiğim gibi bu devlet onlarındı ve onlardan başka kimseye de yâr etmezlerdi. Bu düşünceler içinde 1946 seçimlerinde Halk Partisi DP’nin seçilmemesi için açık oy gizli tasnif de dâhil elinden ne gelirse yapıldı. Ancak partinin daha doğrusu hürriyet hareketinin arkasındaki kalabalıkların önünde duramadılar ve 1950 senesinde seçimlerinde halk, Demokrat Parti’yi kahir ekseriyetle iktidara getirdi.
Halkın büyük teveccühü sayesinde rüzgârı arkasına alan Menderes ve arkadaşları şaha kalkmış bir vaziyette hizmet için koşturmaya başladı. O seneden itibaren artık Anadolu hızlı bir şekilde gelişmeye başladı. Türkiye’de artık sadece bir kesimin kazanma dönemi bitiyordu. Çünkü Demokrat Parti eşitlik getirmek için gayret sarf ediyordu. Başbakanlık yaptığı sürede Adnan Menderes ve Demokrat Parti Türkiye’de öyle şeyler yaptı ki, köydeki çoban, çiftçi, şehirdeki işçi vs. insan olduğunu hatırladı.
27 Mayıs ihtilalinde ise Demokrat Parti iktidarı, Türkiye’nin işçisini, köylüsünü, çiftçisini ikinci sınıf adamlıktan birinci sınıf adamlığına çıkarttığı için haksız yere ve zalim bir şekilde cezalandırıldı. Bayar, Menderes ve arkadaşları hak etmedikleri bir vetire (süreç) ile yargılandılar. Hain ilan edilen bu kahramanlar milletin gözünden düşürülmek adına aslı astarı olmayan manasız suçlamalarla karşı karşıya bırakıldı. Düzmece vesika ve şahitlerle netice alınması için her türlü tehdit unsuru kullanıldı. Halk Partililer, adım adım, ev ev bütün Demokrat Partilileri bir cadı avı misali ihbar ettiler ve hapse attırdılar. Suçsuz masum insanlar yaka paça, dipçik darbeleriyle gözyaşları içinde götürüldüler.
İhtilalde askerlik vazifesini yapan Osman Çetin’in hatıralarında yazan şu satırlar, aslında hadisenin ne kadar vahim olduğunun en büyük ispatıdır.
“Menderes’i getirdiler. Perişan, tıraş olmamış. Hakaret edenler, bağıranlar. Ben, Şefik Soyuyüce ve Kurmay Binbaşı Muzaffer Özdağ, uzun namlulu silahlar nezaretinde, rahmetli Menderes oturuyor karşımızda. ‘Beni niye götürüyorlar?’ diye sordu bana. ‘Ne yaptım ben?’ dedi. Sonra bir müddet sustu ve ‘Ama biz bir şey yaptık Türkiye’de’ dedi. ‘Nedir Başbakanım?’ dedim. ‘Türkiye’ye, Türk insanına bir istikamet verdik. Biz Türk insanına demokrat olmanın, kendi hakkına sahip olmanın önemini ve ciddiyetini anlattık ve kavrattık. Yani kendisinin de herkes gibi hakkına, iradesine sahip bir Türk insanı olduğunu anlatmaya çalıştık’ dedi. ‘Başka söyleyeceğiniz var mı efendim?’ dedim. ‘Allah yardım etsin’ dedi. Orada indirdiler adamı. Veda ettim.”
Halkın gücü ve iradesi Demokrat Parti ile başladı, arada 1950’li senelerin öncesine benzer kara devirler yaşansa da, 1980 senesinde bu milletin üzerine âdeta güneş gibi doğan merhum Turgut Özal’ın ortaya koyduğu tavır ile millî irade daha kuvvetlendi. Sonrasında farklı aktörler devreye girmiş olsa da yine aynı senaryolar ile ülke buhrana sürüklendi. Ancak yenilgi, yenilgi büyüyen bir zaferin geldiğini kimse fark edemedi ve AK Parti milletin iradesini devam ettirdi. 15 Temmuz akşamı şahit olduğumuz bu milletin vatanperverliği devam ettiği müddetçe de devam edecek.
.
Sevr’den Lozan’a uzanan yol
2017-10-24 02:00:00
İngiliz Başbakan Lloyd George, Mondros’tan sonra dayatılan Sevr’in en mühim mimarıydı. Böylece bu kesin çözüm ile artık Türkler bir daha kafalarını kaldıramayacaktı. Belki de bin yıl önce, geldikleri gibi Anadolu’dan bile atılacaktı. Ancak muhafazakâr İngilizler aynı şekilde düşünmüyordu.
Lloyd George, İslamiyet tehlikesini kökten halletmek için Hindistan misalinde olduğu gibi sert müdahale yapılması kanaatindeydi. Ancak muhafazakârların başını çeken en yakın rakibi Winston Churchill kanadı ise farklı düşünüyordu. Çünkü artık dengeler değişmişti. Anadolu üzerindeki projelerin değişmesi gerekiyordu. Zaten İngiltere temel hedefi olan Orta Doğu’yu ele geçirmişti. Anadolu ise onlar için stratejik bir ehemmiyete sahip değildi. Fransa ve İtalya ise gelişen şartlar ışığında yeni bir muahedenin ancak silah zoruyla tatbik edilebileceğini anlamışlardı. Harpten çıkmış bu iki devlet için yeni bir harbe girmek yıkım olabilirdi. Bu sebeple onlar da iş birliği yapma niyetindeydi.
Ayrıca gerek İngilizler, gerek bütün müttefik kuvvetler kuzeyden gelecek Rus tehlikesine karşı Orta Doğu’daki menfaatlerinin korunması gerektiğini düşünüyorlardı. Bunun için ise Türkiye tartışılamaz bir bariyer vazifesi görebilirdi. Neticede Sevr’den biraz daha iyimser bir tablo çizilen Lozan önümüze sürüldü. Ayrıca Sevr “Ölümü gösterip, sıtmaya razı etmek” kavlince, korkutma amacıyla kullanıldı. Bu noktadan bakıldığında Sevr; Lozan’ın kabulü için Türkleri hırpalama maksadına da hizmet etmiştir.
Lozan’ın tasdik şartlarının arasında birçok madde ile birlikte, olmazsa olmazları da vardı. O da hilafetin tamamen kaldırılması ve yeni kurulan devletin bütün kurumlarıyla birlikte Batı kanunlarını kabul etmesiydi. Buna istinaden İnönü ve heyetinin, müzakereler esnasında baskı artınca, hilafetin de kaldırılacağı sözünü verdiği iddia edilir. Bunanla beraber Türkiye’de yapılan inkılapların kararının da Lozan’da alındığı ya da birtakım taahhütlerde bulunulduğu belirtilir. Bunlar birer iddiadan ibaret olsa da Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Türkiye’de uygulamış oldukları idare sistemi bunu doğrular niteliktedir. Bu noktada Halil İnalcık hoca da “Mustafa Kemal radikal bir Batılılaşma taraftarıydı. Onun Batıcılığı, hayat felsefesi ile onun bütün sembol ve hükümleriyle Batıcılık idi” demektedir. (“Atatürk ve Türkiye’nin Modernleşmesi”, Atatürk Konferansları I, Ank. 1964, s. 188-96)
Bir diğer nokta ise Mustafa Kemal’in Lozan’a kadar aslında hilafet taraftarı olduğu iddiasıdır. Hatta halife olarak kendisini düşündüğü, fakat halktan gelebilecek aksülamel sebebiyle hanedandan kendilerine yakın birisini düşündükleri belirtilmektedir. İnönü’nün Lozan öncesi Paris’te, Muslim Standart gazetesine yapmış olduğu “halifeliği koruyacağız” açıklaması da bunu doğrular niteliktedir.
Bütün bunların haricinde Mustafa Kemal ve İsmet İnönü Lozan Konferansı’nın anahtarının İngilizlerin elinde olduğunun farkındaydı. Bu sebeple harpten bıkmış bir milletin hükümeti olarak, hilafetin kalmasının kendilerine menfaat sağlayacak olmasına rağmen hilafet kaldırdılar. İngiltere parlamentosu da ancak bundan sonra yani 3 Mart 1924’de Lozan’ı tasdik etti. Burada belki ısrar edilmesi harpten çıkmış İngiltere’nin geri adım atmasını sağlar mıydı bilinmez. Ancak karşılarında devlet idaresi bakımından çok tecrübeli bir ekip vardı. İsmet İnönü ve ekibi ise yetersizdi. Başta Musul olmak üzere birçok mesele de bu yüzden kolaylıkla İngilizler lehine neticelendi.
Ankara Hükûmeti’nin bu noktada kendisine yakıştırdığı ve muvaffakiyet olarak ortaya koyduğu husus ise, büyük bir harbin ardından sulhun elde edilmesiydi. Bu ayrıca devrin Türkiye’sini idare eden siyasi seçkinlere, İttihat ve Terakki’nin hürriyetçi müdafilerine, ütopyalarını rahatlıkla gerçekleştirebilmek adına ortam ve zaman sağlamış oldu.
Netice olarak artık Batılı devletler için tehdit oluşturmayan, cihan mefkûresinden vazgeçmiş, içine kapalı ve Batı ile uyumlu bir Türkiye ortaya çıkmış oldu. Bu durum hem Türk siyasi seçkinlerinin, hem de Batılı devletlerin zihnindeki Türkiye ile de örtüşmektedir. En mühim nokta ise artık Hindistan’dan sonra İslamiyet çatısı altında bulunan ve tehlike arz eden bir devlet kalmamıştır.
.
İngilizlerin İslam düşmanlığı ve Müslüman kıyımı
2017-10-17 02:00:00
Osmanlı Devleti’nin temellerini Mason Reşid Paşa’nın vesilesiyle, devreye sokulan Tanzimat Fermanı ile bir daha toparlanamayacak şekilde sarsan İngilizlerin önünde engel kalmamıştı. Bunun üzerine Hindistan’daki facia boyutuna gelen hamlelerini birer birer uygulamaya başladılar.
Gürganiye Devleti’ni hızlı bir şekilde ele geçirmeye başlayan İngilizler, 1857 senesinde Bahadır Şah’ın memleketi İngilizlerden kurtarmak adına yapmış olduğu ayaklanmayı çok sert bir şekilde bastırdılar. Bu kanlı harekette Hindistan’da bulunan Vehhabilerden de destek aldılar. Bahadır Şah’ı ve oğullarını Kalküte şehrine götürüp hapsettiler. Böylece 1858 senesinde Gürganiye son vermiş oldular.
Hindistan yarımadasında bulunan diğer Müslümanlar ise güçlerini kaybetmiş durumdaydılar. Bunun en mühim sebebi ise İngilizlerin marifetiyle birbirleriyle harp etmeleriydi. Aralarına sokulan fitne yüzünden karşılarındaki düşmana karşı birleşmek yerine, birbirleriyle uğraşarak güçlerini zayıflattılar.
Yapmış olduğu tertiplerin semeresini alan İngilizler, bütün İslam memleketlerinde yaptıkları gibi İslam âlimlerini, kitaplarını, mekteplerini bir daha ayağa kalkamayacak bir şekilde yok ettiler. Yetişen genç neslin tam bir din cahili haline gelmesi amacıyla tedrisat nizamını yerle bir ettiler.
Her fırsatta destek verdikleri Hinduları Müslümanlar ile çarpıştırıp, milyonlarca Müslümanın kılıçtan geçirilmesini sebep oldular. Ayrıca yeri geldiğinde Vehhabiler yardımıyla da sorgusuz, sualsiz binlerce Müslüman acımasızca katledildi.
Bütün bunlar olurken, bütün Müslümanların hamisi konumundaki tek İslam devleti Osmanlılar ise maalesef bu yaşanan katliama ve zulme müdahale edemedi. Hükümetin masonlar tarafından ele geçirilmesi ve sonrasında başına sarılan Rus gailesi ile uğraşmaktan kafasını kaldıramadı. Bunun neticesinde Hindistan, İngiltere İmparatorluğu’na bağlı bir yer hâline geldi. Bundan sonra da uzunca bir süre Birleşik Krallığın bir sömürgesi olarak kaldılar.
İngilizlerin İslam dünyasında yaptıkları yıkımların içinde en mühimi Hindistan Müslümanlarının yaşadığıdır diyebiliriz. Ayrıca burada yapılan zulüm adeta dalga dalga, bütün dünyaya yayıldı. Günümüzdeki Müslümanların bile acı çekmesine sebep oldular. O devirlerde kurmuş oldukları düzen ile koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nu bile yıktılar ve bir daha kendi kumandalarının dışında bir İslam devleti kurulmasının da önüne geçmiş oldular.
Bu sebeple şunu rahatlıkla diyebiliriz. Dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir Müslüman zarar görüyorsa veya herhangi iki Müslüman birbirleriyle harp ediyorsa; bunun müsebbibi mutlaka İngilizlerdir.
Hindistan’da hâkimiyetlerini pekiştirdikten sonra İngilizler için sıradaki hedef, çeşitli gaile ile meşgul ettiği Osmanlı Devleti idi. Müslümanların halifesi konumunda olmaları, dünyadaki en mühim petrol yataklarının hâkimiyetleri altındaki topraklarda olması, onları en mühim hedef hâline getiriyordu.
Bu sebeple Osmanlılar en kısa zamanda kendi istedikleri cihete çekilmeliler ve kullanılmaya müsait hâle getirilmeliydiler. Bunda muvaffak olunamazsa, bir daha kafasını bile kaldıramayacak bir şekilde bertaraf edilmeliydiler.
Bu emellerini gerçekleştirmek için ise; bir cihan harbi ve sonrasında yapılacak ağır şartlarla donatılmış ateşkesleri, sulh muahedelerini (Mondros, Sevr, Lozan) dayatmaktan da kaçınmayacaktır.
2017-10-03 02:00:00
Sultan Abdülmecid Han devrinde dünyada iki büyük İslam devleti vardı. Birincisi Osmanlı İmparatorluğu, diğeri ise Hindistan’da hüküm süren Gürganiye Devleti (Babür İmparatorluğu) idi. Her iki devletin sultanları da İslamiyetin birer bekçisi idiler.
İslamiyetin gerek maddi, gerek manevi manada düşmanı olan İngilizler ise bu iki bekçiyi yok etmeden emellerine kavuşamayacaklarını anladılar ve öncelikle Gürganiye Devleti’ni parçalamaya karar verdiler. Böylece Asya’daki Müslümanlar başsız kalacak, hem de Hindistan’ın eşsiz hazinelerine ve ticaretine hâkim olacaklardı. Uzun soluklu tertiplerini devreye sokarak harekete geçtiler.
Öncelikle Hindistan’da ticari ataşelikler açtılar ve bazı limanların imtiyazlarını alarak işletmeye başladılar. İngiliz tüccarları başta olmak üzere birçok Hristiyan milletten tüccarları da sahil şehirlerine yerleştirdiler. İlk olarak Ferruh Sir Şah, bir İngiliz şirketine imtiyaz hakkı tanıdı. İkinci Şâh-i âlem, Bingale bölgesini senede iki milyon dört yüz bin rubye karşılığı İngiliz şirketine kiraya verdi. 1806 senesinde de Şâh-i âlem vefat edince, İngiliz hükûmeti, şirketin haklarını korumak bahanesi ile işe karıştı. Elde ettikleri güç ile (parasal, askerî ve siyasi) buradaki İslam devletini yıkmaya başladılar. Şirketlerini korumak bahanesiyle getirdikleri askerler, bir müddet sonra şirketle sınırlı kalmayıp devlet işlerine de müdahil oldular.
Ne yazık ki; İngilizlerin Hindistan’daki emellerini tatbike başladıkları bu çalışmalar esnasında, Gürganiye Devleti, gerek dış tesirler gerek kendi içinde yaşamış olduğu meseleler sebebiyle son devirlerini yaşamaktaydı. Bunu fırsat bilen İngilizler el altından Hinduları da Müslümanlara karşı kışkırttılar. Sürekli fitneler çıkararak iç savaşların fitilini ateşlediler.
İngilizlerin bu faaliyetlerine başladığı zaman çok mühimdir. XV ve XVI. asırlarda neredeyse esamesi bile görülmeyen İngilizler, XVII asırda ise cihanda hâkimiyetini elde etmeye başlamışlardı. Bu da sanayi devriminin hızlandığı ve devletlerin sanayileşmeye başladığı bir devire denk gelmektedir. Bu onlar için çok büyük bir şans olduğu gibi ayrıca uzun yıllar boyunca yapılan tertiplerin bir tezahürüdür. Başta Hindistan olmak üzere birçok memleketin altyapı zengini topraklarını, yer altı ve yer üstü kaynaklarını ellerinden geldiği kadar sömürdüler. Burada elde ettikleri kaynaklarla da sanayi hamlelerini tatbik ettiler. Bu onlara aynı zamanda onların cihan hâkimi olmalarında da mühim katkı sağlamıştır. Bu sanayi gücü onların uzunca bir vakit cihan hâkimi olmalarını sağladı.
İslamiyetin diğer bekçisi olan Osmanlı İmparatorluğu ise o devirlerde başlarına açılan gaileler ile boğuşuyordu. Bunun en mühim müsebbibi ise elbette İngilizlerdir. Hindistan’daki emellerinde muvaffak olabilmeleri için Gürganiye Devleti’nin en mühim müttefiki Osmanlı İmparatorluğu’nun da zayıflatılması gerekiyordu. Böylece kendileri cihan hâkimiyetine oynarken, karşılarındaki en büyük güç olan İslamiyet de zayıflatılmış olacaktı.
Bu sebeple Osmanlı İmparatorluğu’nu Ruslarla savaştırmaya çalıştılar. Bu esnada Avusturya ve Prusya, Osmanlı-Rus Harbini kesinlikle istemiyordu. Aracılar ve yapılan telkinlerle Rusya da harp etmeme kararı aldı. Ancak İngilizler Mason Mustafa Reşid Paşa’yı kandırdılar. Harp etmeye teşvik ettiler. Zafer kazanacağına ve bu vesileyle devletin bir numaralı adamı olacağına inandırdılar.
Reşid Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun başına geçme hayalleri ile 1853 senesinde toplamış olduğu 163 kandırılmış meclis üyesi ile Rusya ile harp etmeye karar verdi. Sonrasında ise Sultan Abdülmecid Han’ı da çeşitli sebepler ile aldatıp tuzağa düşürdü ve Rusya’ya harp ilan edilmiş oldu.
Böylece desteksiz kalan Gürganiye Devleti’nin sonu gelirken, bir diğer İslam devleti olan Osmanlı İmparatorluğu da sonun başlangıcına gelmişti...
.
İslam Devletleri’ne Sıkılan Zehir: "İngiliz Siyaseti"
2017-09-26 02:00:00
İslamiyete olan nihai zarara bakıldığında en büyük darbeyi indiren milletin İngilizler olduğu açık olarak ortaya çıkacaktır. Bunu bir taraftan İslamiyetin dinamikleriyle oynayıp inancı sarsarak, bir taraftan ise hilafeti kaldırmak suretiyle Müslümanları başsız bırakarak yaptılar.
Bu sebeple İslam dünyasında bütün fitne tohumlarının baş müsebbibi ve sözde mezhebi çatışmaların temelinde de hep İngilizler yatmaktadır. İngilizlerin İslamiyete olan düşmanlıklarını büyük İslam âlimi Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin tabiriyle anlatırsak en doğru tahlili ortaya koymuş oluruz. “İslamın en büyük düşmanı İngilizlerdir. İslamiyeti bir ağaca benzetirsek, başkaları fırsat bulunca ağacı dibinden keser. Müslümanlar da bunlara düşman olur. Fakat bu ağaç bir gün filiz verebilir. İngiliz böyle değildir. Ağaca hizmet eder, besler ve Müslümanlar da onu sever. Fakat gece, kimse anlamadan köküne zehir sıkar. Ağaç öyle kurur ki, bir daha süremez. Sonra da sizinle beraber ‘vah vah çok üzüldüm’ diyerek ağlar ve Müslümanları aldatır.”
İngilizlerin nezdinde üç türlü mahlûk vardır. İlki insandır yani İngilizlerdir. Bu sebeple kendilerine göre onlar Allahü tealanın yarattığı en mükemmel, en şerefli ve en muhteşem mahlûkturlar. İkinci grup olarak gördükleri de insandır ancak onları hiçbir zaman kendi seviyelerinde kabul etmezler. Bunlar kendilerine yakın olan, beyaz Amerikalılar ve Avrupalılardır. Bunlara karşı laf söylemezler ancak menfaatleri çakıştığı zaman dişlerini gösterirler. Bu iki mahlûkun haricinde olanlar ise insan olarak bile kabul edilmezler ve onlara göre hiçbir hakları da yoktur. İstedikleri şekilde onları kullanır, arzu ettikleri vaziyete getirirler ve işleri bittiğinde de gerekeni gözünün yaşına bakmadan yaparlar. Zulüm ve eziyetlerinin temelinde de bu zihniyet yatmaktadır.
İslamiyeti bölmek maksadıyla ortaya attıkları en mühim mücadele ise Araplar ile Türklerin arasını açmak olmuştur. Öyle ki, uzun yıllar boyunca Türklerin hâkimiyetinde bulunan ve her daim kıymet verilen bir tebaa olan Arapları “İslamiyet çok güzel ve müthiş bir din. İslamiyet ilk sizlere geldi ve İslamiyete çok hizmet ettiniz. Ancak Türkler sizin elinizden bu hizmeti aldılar ve âdeta İslamiyet dondu. Eğer tekrar hilafet size geçerse çok daha fazla hizmet edebilirsiniz” diyerek fitneye alet ettiler. Türklerin İslamiyete yapmış olduğu 1000 senelik hizmeti bir çırpıda kenara attılar ve bir hiç gibi göstermeye çalıştılar. Hâlbuki Türkler İslamiyete kılıçla hizmet etmeye başladığında Avrupalılar ve Moğollar İslamiyeti bitirmek noktasına getirmişlerdi ve Mekke ve Medine’ye hapsolmak üzereydi.
İngilizlerin Müslümanlara düşman olmalarının bir diğer sebebi ise Osmanlı Devleti’nin ve diğer İslam devletlerinin (Hindistan’daki Gürganiye Devleti) hükümdarlığında bulunan topraklardaki yer altı ve yer üstü kaynaklarıydı. Çünkü gerek Asya gerek Afrika kıtalarındaki bütün zengin toprakların neredeyse tamamı Müslümanların elindeydi. Bütün bunlar, üçüncü sınıf olarak gördükleri ve insan sınıfına bile sokmadıkları Müslümanlara karşı ayrı bir düşmanlık beslemelerine sebebiyet veriyordu.
Asya’daki zengin topraklara alaka duyan tek devlet İngilizler de değildi. İlk yağma hareketi Ümit Burnu'nun 1488'de Portekizli kâşif Bartolomeu Dias tarafından keşfedilmesiyle başlıyor. Ciddi hamleler ise Kanunî devrine denk geliyor. Önce Portekizliler girdiler. Ufak bir bölgenin hâkimiyetini sağlamış olsalar da Osmanlı Devleti’nin o bölgeye sağlamış olduğu destek ile büyük çapta bir güç elde edemediler. Portekizlilere sonra Hollandalılar da katıldı. Bu büyük pastadan onlar da bir pay almak niyetindeydiler ancak onlar da tek tük hâkimiyetler ile yetinmek zorunda kaldılar. Bunda Osmanlı Devleti’nin olduğu kadar Hindistan’da hüküm süren Gürganiye İslam Devleti’nin güçlü olmasının da tesiri vardı.
Buradaki pastadan pay alma mücadeleleri uzun seneler ve asırlar boyunca artarak devam etti. Ancak hep belirli bir noktada kaldı ve daha ileri gidemediler. Bu mücadele iki büyük İslam devletindeki dengelerin bozulmasına kadar da böyle devam etti...
.
Misak-ı Millî nazarında Lozan Muahedesi
2017-09-12 02:00:00
Lozan Sulh Muahedesinin tasdik edilebilmesi için verilen tavizler Misak-ı Millî’ye ne kadar münasipti? Acaba ehemmiyet gösterilen bu vesikanın şartları Lozan’da müdafaa edildi mi?
Buna verilecek cevap kesinlikle hayırdır. Ayrıca Lozan Sulh Muahedesi neticesinde kabul edilen şartlar, Misak-ı Millî çerçevesinde alınan kararlara uymamaktadır. En basit olarak Batı Trakya, İskenderun, Musul ve Batum konuları ile alakalı muahedede yer alan hükümlerle tezattı.
Lozan’da ilk merhalede müzakereler devam ederken, İngilizlerin mukavemeti sebebiyle Ankara Hükûmeti geri adım atmak zorunda kaldı. Bunun neticesinde İngilizlerin teklifi kabul edildi ve ihtilaflı topraklar meselesi bir başka müzakereye bırakıldı. Mesele kaybedilen bütün topraklar ile alakalı gibi gözükse de aslında esas kastedilen yer Musul toprakları idi.
Bir diğer ihtilaf ise hilafetin kaldırılma mevzusuydu. İngilizler hilafet meselesinin Türkiye’nin bir iç meselesi olduğunu söylese de aslında Lozan Anlaşması’nın 27. maddesi(*) direkt hilafet ile imtizaç etmektedir (bağdaşmaktadır). Bu sebeple Ankara hükûmeti, ikinci merhale için müzakerelere giderken pragmatik bir yaklaşımla ‘önce sulh’ diyen bir siyaset benimsemiş ve Misak-ı Millî beyannamesi bu noktada göz ardı edilmiştir. Efkâr-ı umumiye nezdinde Misak-ı Millî sulh için müzakere edilebilir asgari taleplerdi. Ancak Ankara hükûmeti o devrin şartlarına binaen sulh adına Misak-ı Millî'den taviz verilmesini normal görüyordu. Bundan sonraki atılan adımlar da buna istinaden atıldı. İşte bu noktadan sonra Misak-ı Millî, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti için manifesto olmaktan çıkartıldı ve hilaf-ı hakikat olarak kullanılan bir propaganda aracı hâline getirildi.
Bu noktada bir soru daha sorma ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Acaba Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nün Misak-ı Millî endişesi var mıydı? Böyle bir kaygı taşımadıkları kendi yaptıkları açıklamalarında net olarak görülebilmektedir. Hedefin ise yukarıda da belirttiğim gibi “3 kasım 1922 tarihli Lozan talimatnamesinde yazıldığı gibi kapitülasyonların ilgası ve Ermenilere yurt verilmemesi şartıyla -ki bunlar masadan kalkma gerekçesi olacaktı-” bir an önce sulh olduğu aşikârdı. Musul meselesi yüzünden müzakereler tıkanınca, Lord Curzon’un masadan kalkma blöfü karşısında heyetin geri adım atmasının nedeni de budur.
Bu sebeple resmî ideolojinin en mühim argümanlarından olan Misak-ı Millî vesikası ile alınan kararlar, bizzat tasdik edenler tarafından çiğnenmek zorunda bırakılmıştır. Bu noktadan bakıldığında Misak-ı Millî daha devreye bile sokulamadan Lozan ile ilga edilmiş oldu. İsmet İnönü’nün Lozan’a giderken cebine koyduğu 14. Madde(**) ise meriyete haiz (yürürlüğe girmek) olamamıştır.
Bu konu ile ilgili Ankara hükûmetindeki hâkim fikriyat ise, “Batı Trakya’nın, Musul’un, Halep’in kaybedilmesi, yani Misak-ı Millî’nin tasdik ettirilmesi evleviyetten (öncelik) değildir. Çünkü burada hürriyet talebinin tasdiki söz konusudur” şeklindedir. Dr. Rıza Nur ise hadiseye farklı bir pencereden bakmaktadır ve Misak-ı Millî vesikası için “O devrin şartlarında amme efkârının gözünü boyamak için alınmış, reel-politikaya hiç münasip düşmeyen tek taraflı bir karardır” demektedir.
Fakat Misak-ı Millî muhafazakâr ve Milliyetçi kesim tarafından Ankara Hükûmeti’nin aksine sahiplenilmiş, ayrıca bir ülkü olarak kabul edilmiştir. İşte bu sebeple de Lozan, Misak-ı Millî’nin gerisinde kaldığı ve vazgeçilemez maddelere aykırı olduğu için bir hezimet olarak görülmüştür.
.....
(*)Madde 27: Türkiye Hükûmeti ya da Türkiye makamlarınca, Türkiye toprakları dışında, işbu Antlaşmayı imzalayan öteki devletlerin egemenliği altında ya da koruyuculuğunda bulunan toprakların yurttaşları ile Türkiye’den ayrılan toprakların yurttaşları üzerinde siyasal, yasama ya da idari konularda, her ne nedenle olursa olsun, hiçbir yetki ya da yargı hakkı kullanılmayacaktır. Şurası da kararlaştırılmıştır ki, İslam dini makamlarının dinî yetkilerine bir zarar gelmemektedir.”
(**)Madde 14: Osmanlı’dan ayrılan memleketler için Misak-ı Millî’nin plebisit (devletler hukukunda bir ulusun hangi devlete bağlanmak istediğini belirtmesi için başvurulan oylama) hükümleri tatbik edilecek.
.
Zamanın icaplarına göre hazırlanmış bir vesika; Misak-ı Millî
2017-08-29 02:00:00
Misak-ı Millî, nev-i şahsına münhasır adıyla Ahd-i Millî Beyannamesi denilen bu altı maddelik vesika, devreye alınamamış olmasının yanında kendi içinde de birçok tenakuzu (çelişki) barındırmaktadır.
Daha çok sınırların ve hâlihazırdaki sınırlar içinde yaşayan Müslüman-Türk nüfusun müdafaasının ele alındığı ilk üç maddenin hülasası şudur; Mondros Mütarekesi imzalandığı sıradaki mevcut sınırlar içinde bulunan Müslüman halk muhafaza edilecek ve buralar Türklerin elinde aynen kalacaktır. Araplarla meskûn İngiliz ve Fransızların kontrolü altında bulunan topraklar ile Rusların işgali altındaki Kars, Ardahan ve Batum gibi yerlerin istikbali ise plebisite (halk oylaması) ile tayin edilecektir. Hatta buna Cihan Harbi öncesi Yunan işgaline uğrayan ekseriyeti Müslüman olan Batı Trakya da dâhildir.
Tenakuzlar zincirinin en mühim halkası burada başlamaktadır. Çünkü sınırlar meselesi Misak-ı Millî’nin can damarıdır. Ankara'da düzenlenen metinde, Mondros ile belirlenen sınırların “içinde yaşayan” Müslüman-Türk ekseriyetinin “bölünmez bir bütün” olduğu tebarüz ettirilirken (vurgulanırken), İstanbul’da bu ifade “mütareke çizgisinin içinde ve dışında” yaşayan olarak değiştirilmiştir. Misak-ı Millî metinlerinin bir kısmında “ve dışında sözü varken, bazılarında yoktur. Tuhaf noktalardan bir diğeri ise Ankara hükûmetinin hâlihazırdaki sınırların dışında bulunan Müslüman-Türk çoğunluğu dikkate almamasıdır. Buna mukabil İstanbul hükûmeti “içinde ve dışında” diyerek korumacı bir tavır göstermiştir. Ortaya çıkan bu tenakuzlara, Lozan görüşmelerinde Lord Curzon bile dikkat çekmiş, İsmet İnönü müdafaa bile edemeden susmak zorunda kalmıştır.
Dördüncü madde ise saltanat ve hilafet merkezinin ve Boğazların ehemmiyetine binaen emniyetinin muhafaza edilmesi ile ilgilidir. Ancak tuhaf olan şudur ki; Ankara’nın ehemmiyetinden ve emniyetinin muhafazasından bahsetmesine rağmen, saltanat ve hilafet bizzat Ankara hükûmeti tarafından ilan edilen bir kanun ile ilga edilmiştir. (Saltanatın Lozan’a gitmeden önce, hilafetin ise İngilizler ile görüşmelerin tıkanması sonrasında ilga edilmesi ise dikkat çekicidir.)
Bütün bunlar göz önüne alındığında gerek tarihçiler, gerek devrin aydınları Cumhuriyet ilan edildikten sonra, Misak-ı Millî için “zamanın icaplarına göre hazırlanmış gerçekçilikten uzak bir vesikadır” şeklinde farklı bir düşünce ortaya koymuşlardır. Bu şekilde fikir beyan edilmesine sebep olarak ise ilan edilmiş kararları, Ankara hükûmetinin bile sahiplenmemiş olmasını göstermektedirler. Hâlbuki sahiplenmenin aksine birçok maddesi bizzat Ankara Hükûmeti tarafından ihlâl edilmiştir.
Bu konuda bizzat Mustafa Kemal’in menfi cihette bir fikir beyanı da mevcuttur. İsmet İnönü’nün ve heyetteki birçok şahsın tecrübesizliği sebebiyle Lozan’a gidecek heyete itiraz eden milletvekili Sırrı Bey, Misak-ı Millî metnini bizzat kaleme aldığından bahis açınca, Mustafa Kemal, “Keşke yazmaya idiniz. Başımıza çok belalar koydunuz” şeklinde cevap vermiştir.
Bütün bunlara rağmen Misak-ı Millî; Sevr ve Lozan karşılaştırılmasında yapıldığı gibi devrin icapları gereği yeni devletin müspet, Osmanlı Devleti’nin ise menfi gösterilmesi maksadıyla bolca kullanılmıştır. Bu sebeple Kemalist resmî tarih literatürünün parlak sloganlarından biri hâline gelmiştir. Üstüne üstlük bu gerçeğin hilafına yapılmıştır.
Sadece Kemalist zihniyet ile kalmamış, İngilizler de sonraki devirlerde, hilafet ve saltanat meselesi sebebiyle Misak-ı Millî’ye sahip çıkmış ve müdafiliğini yapmıştır. Bunu en meşhur İngiliz tarihçilerinin meseleye dair kaleme aldığı yazılarında görmek mümkündür.
Mesela tarihçi Toynbee, 1922 tarihli "The Western Question in Greece and Turkey" adlı eserinde Misak-ı Millî’nin ehemmiyetini anlatır ve büyük harflerle “Osmanlı İmparatorluğu öldü! Yaşasın Türkiye!” yazar. Bu tarz yazılarla İngilizler açıkça Ankara Hükûmeti lehine, Misak-ı Millî propagandası yaparak Osmanlı İmparatorluğu hakkındaki zihniyetini de açıkça ortaya koymuşlardır...
.
Millî Mücadelenin manifestosu Misak-ı Millî
2017-08-22 02:00:00
Misak-ı Millî, ilk olarak Ahd-ı Millî Beyannamesi olarak görüşülen, fakat sonradan Misak-ı Millî olarak karara bağlanan, Millî Mücadelenin siyasî manifestosu olan altı maddelik beyannamenin adıdır.
İstanbul'da toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi tarafından 28 Ocak 1920'de oy birliği ile kabul edilmiş ve 17 Şubat'ta amme efkârına ilan edilmiştir. Beyannamede; I. Cihan Harbi’ni nihayete erdirecek olan sulh muahedesinde, Türkiye'nin kabul ettiği millî vicdanının sınırları belirtilmiştir. Ancak beyanname tek taraflı ve bağlayıcılığı olmayan, galip devletlerce kabul görmemiş ve tatbik edilememiş sulh şartlarını ihtiva etmektedir. Ankara hareketince hazırlanan bu vesika, Trabzon mebusu Hüsrev Bey vasıtasıyla İstanbul’a yollanmıştır ve vatanın her ne şekilde olursa olsun müdafaasına işaret etmektedir.
Fakat müdafaa için alınan bir karar olmasına rağmen, tam tersi bir aksülamele (etkiye) sebep olmuştur. Osmanlı topraklarını işgal etmek için bahane arayan İngilizlere bir koz vermiştir. Neticede sert bir reaksiyon göstererek, 16 Mart günü topraklarımızı resmen işgal etmişlerdir. Bundan iki gün sonra ise 18 Mart’ta meclis dağıtılmıştır. Mebusların bir kısmı Ankara’ya kaçabilmişken, ileri gelen bir diğer kısmı ise Malta adasına sürülmekten kurtulamamışlardır. Bu noktada bu durum Millî Müdafaa hareketi için gereken gücün tek elde toplanması amacına da fayda sağlamıştır. Hadisenin neticesi Ankara Hükûmeti’nin istediği şekilde gelişmiştir. Bu durum akıllara Misak-ı Millî’nin, bu neticeyi elde edebilmek için Ankara tarafından ortaya konulmuş bir düzen olduğu fikrini de getirmektedir.
Çünkü Misak-ı Millî’nin mağlup bir devlet tarafından, galip bir devlete kabul ettirilmeye çalışılması o devirdeki diplomatlara göre intihardan başka bir şey değildi. Fakat bu vesika İstanbul hükûmetini tarihe gömmüş, Ankara’yı ise parlatarak mukavemetin merkezi hâline getirmiştir. Mustafa Kemal de bu hareketin münakaşasız lideri olmuştur. Artık parlamenter sisteme bağlı yeni bir devlet kurmak için her şey hazırdır. Bir yandan İstanbul Hükûmeti’ne karşı ağır ithamlar devam ederken, padişah ile ise münasebetler hürmetkâr bir seviyede devam ettirilmekteydi. Bu da Anadolu’nun, padişaha tâbi bu harekete bağlanmasına sebep oldu ve müdafaa hareketinin idaresi tamamen Ankara’ya geçti.
Bu arada bir ilginç hadise daha gerçekleşir. İngilizler saltanatı gözden çıkarırlar ve desteklerini yıldızı parlayan Ankara hükûmetine çevirirler. Bu, İngilizlerin meşhur bekle-gör siyasetinin bir tezahürüdür. Meclisin Ankara’da toplanmasına müdahalelerde bulunmayarak bir nevi desteklemişlerdir. Kısa bir vakit sonra Malta’da esir tuttukları ittihatçı mebusları serbest bırakmakla da niyetlerini açıkça ortaya koymuşlardır. Artık parlamenter sistemi destekleyen, saltanata karşı ve hatta düşman, ümmetten çok milletçi zihniyetine sahip mebuslardan oluşan yenilikçi bir İttihatçı hareketi tezahür etmiş oldu. İngilizlerin hoşuna giden kısım da buydu. Çünkü Ankara, farkında olmadan dünyanın dörtte birine hâkim ve ehemmiyetli Müslüman nüfusa sahip İngiltere’nin; halifeliğin gücünün azaltılması ve kaldırılması politikasına yardım etmiş oldu.
Bütün bunların haricinde bir de Misak-ı Millî’nin meşruluğunun tartışılması mevzusu vardır. Bu tartışmanın çıkmasının sebebi ise kararın alınış şekli ile alakalıdır. Bunu ilk dile getirenlerden biri de İngiliz sefiridir ve Misak-ı Millî’nin meşruluğunun şüpheli olduğunu iddia etmiştir. Sebep olarak ise meclis zabıtlarında, Misâk-ı Millî’ye dair müzâkerelere rastlanmamasını göstermektedir. Hakikatte de ne gizli, ne de açık bir celse olmuştur. Karar, Felâh-ı Vatan grubunun gayriresmî bir toplantısında alınmıştır ve sefire göre resmiyeti haiz değildir. Buna en mühim delil olarak ise günümüzde buna dair resmî bir evrakın olmamasını göstermektedir. Gerçekten de günümüzde elimizde bulunan el yazması Misak-ı Millî vesikaları ise mebusların imzasından başka bir resmiyet taşımamaktır.
Buna rağmen yıllar boyunca Misak-ı Millî, yeni kurulan devletin bir manifestosu olarak tanıtılmıştır. Hâlbuki yeni rejimin müdafaası için kullanılan propaganda aracı olmaktan ileri gidememiştir.
.
“Sulh (Lozan Barışı) esasında İngilizlerin gayreti ile olmuştur”
2017-08-01 02:00:00
Acaba Lozan Sulh Konferansı’nda Avrupalı devletlerin de kesif amme efkârı baskısıyla harbi göze alamayacakları gerçeği düşünüldüğünde, müzakerelerden çok daha iyi bir netice ile çıkılması mümkün değil miydi?
Bu aslında Lozan hadisesi ile ilgili sorulacak en mühim sorudur. Her ne kadar o günün şartlarını bilmeden net bir cevap verilemeyecek olsa da pek mümkün gibi gözükmüyordu. Çünkü perşembenin gelişi çarşambadan bellidir. İngilizler iplerini sağlam kazığa bağlamışlardı. Burada müzakere konusunda usta bir heyet olsaydı denilebilir belki ancak hadise dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyor. O da şudur ki; Lozan, ‘güçlünün sözü geçer’ şeklindeki üniversal prensibin net tezahürü idi ve politik aktörler tarafından kesif bir şekilde dikte ettirilmişti. Daha fazlasını yapmaya o devirde ne heyet, ne de Ankara hükûmeti muktedir değildi.
Bakıldığında, Lozan aslında ABD ve Japonya gibi bugün alakasız görülen devletlerin dahi katıldığı bir beynelmilel (uluslararası) konferans olma hususiyetine sahiptir. Petrol, Hind deniz yolu, Süveyş Kanalı hâkimiyeti, Sovyetler Birliği’nin çevreleme stratejisi gibi birçok mevzuyu da içinde barındırmaktadır.
En mühimi de İngilizlerin bu hadisedeki derinlemesine dahlidir. İngilizler iki yüz yıllık Osmanlı Devleti’ni yıkma planlarının neticelerini görmeye başlamışken geri adım atılmasına ve bütün emeklerin boşa gitmesine müsaade etmezlerdi. İşin garip tarafı da bütün melanetin, sıkıntının, toprak kayıplarının ve cihan mefkûresinin yitirilmesinin en mühim müsebbibi olan İngilizlerin, bir dost ülke olarak zihinlerimize kazınmasıdır. Daha yakın zamanda Türkiye’de yapılan bir ankette katılımcılara Türkiye’nin düşmanları sorulmuş, İngilizler ilk beşe bile girememiştir.
Lozan’da Lord Curzon’un yaptığı tüm hinliklere ve kendisini birçok kez zor durumda bırakmasına rağmen, İsmet İnönü’nün Cumhuriyet’in 50. yıl dönümünde TRT’de yaptığı bir televizyon konuşmasında, Lozan’ı İngilizlerin başardığı cihette beyanat vermesi ve onlara takdirlerini atfetmesi bile bu hadisenin boyutunu ortaya koymaktadır.
İsmet İnönü, “Sulh (Lozan Barışı) esasında İngilizlerin gayreti ile olmuştur” (Nazmi Kal, İsmet İnönü: Televizyona Anlattıklarım, Bilgi: 1993, s. 111.)
Eğrisiyle, doğrusuyla Lozan imzalandı ve yürürlüğe girdi. Artık dünyada yeni bir düzen, yeni bir mantık ve yeni bir anlayış vardır. Dünya’da monarşi idaresi hızlı bir şekilde terkedilirken, parlamenter demokrasi sistemi hızla yayılmaya başlamıştır. Kimi devletler ise tarihin tozlu sayfalarında yerini alarak, tarih sahnesinden çekilmiştir ama “Yüz yıl dahi geçse dünyada iki kral kalır. Biri iskambil kâğıdında, birisi İngiltere’de” sözü gereğince İngilizler her daim ayakta kalmanın bir yolunu bulmuşlardır. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti ise Lozan imzalandıktan sonra her şeyi unutup içine kapandı. Bir bakkal dükkânı işleten iki ortaklı bir limited şirket bile iki-üç yılda ancak tasfiye edilirken koca imparatorluğun tasfiyesi birkaç ayda sonlandırıldı. Mirası ise aynı hızla çarçur edildi.
Netice olarak şunu diyebiliriz; Lozan hiçbir hükmü olmayan Sevr ile karşılaştırılarak meşruiyet kazandırılmak istense de bunun tutmayacağı aşikârdır. Lozan’ı en doğru bir şekilde incelemek istersek tek başına ele almak gerekmektedir. Çünkü karşılaştırma yapmaya kalktığınızda nereden baktığınıza ve müdafaa ettiğiniz fikre göre netice değişmektedir ve genelde yeni kurulan devletin meşrulaştırılması için bu karşılaştırma, Kemalist zihniyetin bir tezahürü olarak zafer fikriyle neticelenmektedir.
Lozan Sulh Muahedesi, Türkiye tarihinin en keskin kırılma noktasıdır. Bu ehemmiyetine rağmen maalesef iç yüzü, henüz tam anlamıyla aydınlığa çıkarılabilmiş ve hatta mütalaa bile edilebilmiş değildir.
.
İhtilallerle dolu mazimiz ve 15 Temmuz
2017-07-18 02:00:00
Türk milleti olarak 15 Temmuz akşamı ve 16 Temmuz günü büyük bir badire atlattık. Türkiye kurulduğundan bugüne birçok darbe veya darbe teşebbüsü gördü ancak bu hepsinden farklı ve hepsinden çok daha tehlikeli bir 'kıyam'dı. İnşallah bir daha böyle elim hadise ile karşılaşmayız ancak bu kravatlı teröristler başarmış olsalardı ülkemizde çok daha kötü günler yaşanacağı muhtemeldi. Çok şükür milletimizin feraseti ile bu büyük felaketi atlatmıştık olduk.
Günümüzde ve mazide vuku bulan acı hadiseleri anlayabilmek için daha derinlere; Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından da geriye, Osmanlı Devleti devrine kadar gitmek gerekiyor. Maalesef koca devletin son demleri darbeler ve ihanetlerle geçmiş. Cihanşümul bir devlet olma hususiyetimizi yitirmiş, iç gailelerle boğuşan ve dünya siyasetinden uzaklaşmış bir devlet olmamız için ne gerekiyorsa yapılmış. Alakasını dünyadaki diğer dindaşlarına, soydaşlarına göstermesi gerekirken, iç meselelerle uğraşmak zorunda bırakılmış.
Baktığımızda maalesef bu topraklarda çok sayıda elim ve nahoş hadisenin vuku bulduğuna şahit oluyoruz. İşin acı olan tarafı ise bunların 11’inde, devletin başı, sahibi olan padişahın şehit edilmesidir. Bu sebeple aynı zihniyetin, Başbakan asmalarına da şaşmamak gerekir. Geçmişimizi kirleten bu isyanların veya darbelerin sadece beş tanesinin detayları devam edecek makalelerde yer alacak. Bunun sebebi ise tarihimizin en elim hadiselerinden ve milat vasfına sahip olmalarındandır.
Üçü Sultan II. Osman, Sultan İbrahim ve Sultan Abdülaziz Han’ın acımasızca şehit edildiği vakalardır. Bununla beraber Kuleli Vakası ve 31 Mart Vakası da makalenin üçüncü ve dördüncü bölümlerinde yer alacak. Kuleli Vakası her ne kadar muvaffakiyet ile neticelenmeyen bir isyan olarak görülse de Sultan II. Abdülhamid Han’ın tahttan indirilerek bir devrin bitmesine ve Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına sebep olan darbenin provası vasfını taşımaktadır.
Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesi Osmanlı Devleti’nin ve hatta Türkiye Cumhuriyeti’nin en mühim vakasıdır. Çünkü bu darbe ile birlikte cihanşümul bir devlet tarihe karışmış, Orta Doğu kargaşaya sürüklenmiş ve dünya bir daha eskisi olmamak kaydıyla değişmiştir. Dünyaya hükmeden bu millet içine aşılanan ayrılık zehriyle ve ekilen fitne tohumuyla uğraşmak zorunda kalmıştır.
Dış destekli ve planlı, programlı darbe olması bakımından 31 Mart Vakasıyla başlayan isyan geçmişimiz, uzunca bir süre uykuda kaldıktan sonra 1950 senesinde muhalefete düşen eski ittihatçılar sebebiyle bir kere daha gün yüzüne çıktı. Adalet Partisi’nin iktidara gelmesiyle büyük bir darbe yaşayan bu menfaatperest güruh, inlerinden çıkarak planlarını devreye sokmaya başladı. Çünkü halkın sandıkta verdiği tepki, İttihat ve Terakki zihniyetinin bir daha kolay kolay iktidara çıkamayacağını ve muhalefet kanadının gediklisi olacağını ortaya koymuştu. Bu aynı zamanda Türkiye’de de bazı şeylerin değişeceğinin de habercisiydi. Yüzyıllardır kardeşçe yaşamış farklı toplumlar, 1908 senesinde atılan fitne tohumlarıyla artık şuculuk, buculuk gibi kavramlarla tanışmaya başlamıştı.
1960’ta yapılan darbe ve sonrasında Menderes’in idam edilmesi bu uğurda gözlerinin ne kadar kararmış olduğunu gözler önüne serdi. Darbe sonrası yapılan icraatlar darbenin arkasında ABD’nin olduğunu açıkça belli etse de (en azından bugüne kadar böyle biliniyor) demokrasi nutukları atmaktan da geri durmuyorlardı. Sonrasında menfaatleri çakıştığı için teşebbüste bulunan Talat Aydemir’in başarısız olması, kültürümüze yeni katkılar yaptı. “ABD’nin arkasında olmadığı bir darbe girişimi, başarısız olmaya mahkûmdur.” “ABD’ye rağmen bir şey yapamazsın.” Bu hadiseden 11 yıl sonra 1971 senesinde, yine ABD’nin menfaatine ters düşen bir icraat sonrası muhtıra verildi, hükûmet istifa etti ve Türkiye darmadağın oldu...
Devamı haftaya...
Son darbeyi 15 Temmuz’da millet yaptı
2017-07-25 02:00:00
(Geçen haftadan devam)
Türkiye Cumhuriyeti tarihine adının 71 muhtırası olarak geçen hadise sonrası kısmî de olsa bir sükûnet beklentisi yine karşılık bulmadı. Bu sefer farklı bir usul ile ülke daha da karıştırılmaya başladı.
Kahramanmaraş’ta yakılan fitne ateşiyle, onlarca Alevi hayatını kaybetti. Böylece sözde mezhep çatışması da ülkenin gündemine sokulmuş oldu. Sonrasında hükûmetin kurulamaması, cumhurbaşkanının seçilememesi, otorite boşluğu oluşturdu ve neticesinde öğrenci olayları artık bardağı taşıran nokta oldu. Gittikçe alevlenen sağ sol çatışması âdeta iç savaşa dönüştü. Memleket o hâle getirildi ki; halk TSK’ya imdat çağrılarında bulunmaya başladı. Neticede 1980 senesinde yine ABD güdümünde bir darbe gerçekleşti. Birileri sürekli Türkiye’nin yerinde sayması ve Sultan Abdülhamid ruhunun yeniden tesis edilmemesi için büyük gayret harcıyordu.
Bu darbeden sonra II. Abdülhamid’in yaptığına benzer bir şekilde ABD ile taktiksel anlaşma yapan Turgut Özal, tek başına iktidar oldu ve memleketin başına geçti. Büyük atılımlar yaparak Türkiye’nin kayıp yıllarının çok kısa sürede temininin gayreti içine girdi. Bilhassa teknoloji alanında büyük atılımlar yapıldı. Fakat bu çalışmalar ve özellikle Türki Cumhuriyetleri bir idarede tutma çabaları birilerinin huzurunu kaçırdı. Arzu ettikleri cihete sevk edilebilir olduğunu düşündükleri Özal, artık onların tabiriyle kontrolden çıkmıştı. Nitekim Türki Cumhuriyetlere yaptığı kritik ziyaretler sonrasında Özal şüpheli bir şekilde vefat etti. Halk sokaklara döküldü ve günlerce gözyaşı döktü. Hayattayken eleştirenler bile arkasından methiyeler yağdırdı. Birçokları vefatından sonra kıymetini anladı ama iş işten geçmişti artık.
Ancak kirli eller için Özal’ın aradan çekilmesi de yeterli olmadı. Çünkü Türkiye rahatlığa ve hürriyete alışmıştı. Fitne kazanları tekrar kaynamaya başladı ve bu sefer “irtica” diye bir düşman hortlatılarak memlekete tatbik edilmeye başladı. 1997 tarihinde daha sonraları post modern darbe diye hatırlanacak, MGK’da alınan 28 Şubat “irtica” kararları ortalığı kasıp kavurdu. Muhafazakâr kesime karşı büyük bir kıyım başladı. Laik, anti laik ifadelerle ülke yeni bir kargaşaya sürüklendi. Koalisyon hükûmetleriyle ekonomi alt üst edildi. Son olarak anayasa kitapçığı havalarda uçuştu ve memleket iflasın eşiğine getirildi. Bu sözde yeni düzenin kurucuları, bin yıl sürecek nidalarıyla ortalıklarda dolanırken, yenilgi yenilgi büyüyen bir zaferin geldiğini ise kimse fark edemedi.
Kaderin üstünde bir kader vardır, yoktan da vardan da ötede bir var vardır, ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır diyen dava adamı Reis-i Cumhurumuz Recep Tayyip Erdoğan bütün oyunları bozdu. Ancak düşman bir değildi ve her yanımız çevriliydi. En yakın zannettiklerimiz, müttefiklerimiz sıraları geldikçe kirli tırnaklarını göstermekten geri durmuyorlardı. Bir müddet devam eden sükûnet ve düzen devrinden sonra AK Parti’nin iktidarını artık tehlikeli görmeye başlayan ve Erdoğan’ın günden güne halkın nezdinden güçlenmesi ve ona karşı olan tevazuunun artması İttihat ve Terakki zihniyetini yeniden hortlattı. Parti kapatma davası, yolsuzluk iddiaları, terör, mezhep ve millet çatışmaları yani kirli çıkınlarında ne varsa teker teker kullanmaya başladılar. Fakat ortaya koydukları her bütün kirli ittifaklar birer birer yıkıldı. Artık geriye tek bir hamleleri kalmıştı. Yenilen pehlivan güreşe doymaz misali ellerindeki son koz olan darbeyi kullanmaya kalktılar.
15 Temmuz günü FETÖ terör örgütü kullanılarak yapılan/yaptırılan kalkışma sanki Sultan Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesiyle elde edilen tarihî yıkımı gerçekleştirme gayretiydi. Ancak bu millet, Sultan II. Osman, Sultan İbrahim, Abdülaziz Han, Abdülhamid Han, Adnan Menderes ve Turgut Özal’dan af dilercesine tavrını ve tarafını belli etti. Reyine, iradesine, liderine ve en önemlisi de devletine sahip çıktı. Yüreklerindeki iman, bileklerindeki güç ile dış güçlerin elinde oyuncak olmuş ve İttihat ve Terakki zihniyetini takip ettiren şer güçlere “Millet” darbesi ile karşılık verdi.
Lozan ve tarih tahribatı
2017-07-04 02:00:00
Günümüzde bile hâlâ tam manasıyla anlaşılamayan bir muahede olan Lozan, derinlemesine mütalaa edilemeyen mevzulardan bir tanesidir. Her seferinde yüksek setlerle çevrili kalıplaşmış zihniyetler sebebiyle yol alabilmek mümkün olmamaktadır.
Bu setler, yeni kurulan rejimin kabulünü kuvvetlendirmek adına geçmişimiz üzerinde yapılmış tahribatlardan başka bir şey değildir. Aslında tam da bu sebeple en büyük evleviyeti (önceliği) da buna vermeliyiz. Lozan atfedilen kutsiyetten arındırılarak, tabii bir zemine çekilmek zorundadır ki ehilleri tarafından tartışılsın ve gerçekler ortaya çıkartılsın.
Ancak bu yapılırken bir daha eski hataların yaşanmaması için azami gayret gösterilmelidir. Çünkü Türkiye’de yakın tarihin nasıl bir tahrifata uğradığını öteden beri biliyoruz. Vesikalar imha veya tahrif edilmiş, haklılar haksız, haksızlar haklı, kahramanlar hain ilan edilmiş, sahte kahramanlara kucak açılmış, nihayet askerî ve siyasi kayıpların üzeri itinayla örtülürken ufacık kazançlar alabildiğine büyütülmüştür. Bütün bunlar bir ideolojinin zorla kabul ettirilmesi amacı güdülerek, gerçeklerin çarpıtılarak yapılmıştır. Tabir yerindeyse kötü ve hainler hep tarihi yazanların karşısındakiler olmuştur. İşte bu sebeple öncelikle orijinal vesikalara dayanarak ve hiçbir ideolojinin etkisinde kalmadan yola çıkılmalıdır. Bu noktada yapılan tahribata; Lozan’daki icraatlarıyla tavizkâr olarak nitelendirilen İnönü ile ilgili verilecek iki misal, durumun ne kadar vahim olduğunu ve kaynakların bizlere nasıl çarpıtılarak aktarıldığını gözler önüne serecektir.
Şevket Süreyya Aydemir, İsmet İnönü’yü anlattığı “İkinci Adam” isimli kitabında, gerek Lozan’da ortaya koyduğu kusurlarını, gerek Başbakan ve Cumhurbaşkanlığı devirlerinde ortaya koymuş olduğu tek adam siyasetini ve zulümlerini görmezlikten gelmiş hatta bazı yerlerde daha feci bir hata yaparak bu kusurları büyük birer faziletmiş gibi takdim etmiştir. Fakat Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında çok büyük emekleri bulunan Kâzım Karabekir Paşa ve Ethem Bey (Çerkez) gibi İstiklal kahramanlarını ise yerden yere vurmaktan kaçınmamıştır.
Maalesef bizim okullarımızda okutulan İnkılap Tarihi derslerinin, maksatlı olmaları hasebiyle başından beri sicili karanlıktır. Şu misal tahribatın durumunun en mühim delilidir. Boğaziçi Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsünde öğretim görevlisi olan bir akademisyen, yapmış olduğu çalışmasında şöyle bir ayrıntıya yer veriliyor. “4 Şubat 1923 günü İsmet Paşa Lozan’da kaldığı otele döndüğünde, ne olduğunu öğrenmek isteyen gazeteciler etrafını sarmıştı. Paşa ‘Hiçbir şey!’ diye cevapladı: Esareti kabul etmedik.” Hâlbuki çalışmanın bu bölümü için gösterilen kaynakta ise ibare tamamen farklı bir şekilde yer bulmaktadır. “Bütün fedakârlıkları yaptım, her şeyi kabul ettim, fakat memleketin iktisadi esaretini reddettim.”
Gösterilen kaynak kitapta “Her şeyi kabul ettim” diye bahsedilirken, doktora tezinde bu söz “Hiçbir şey” olarak değişmiş. İnönü, “İktisadi esareti reddettim” diyor, akademisyen ise iktisadi kelimesini tırpanlayarak “Esareti kabul etmedik” şeklinde kelimeleri değiştiriyor. Lozan’ın zafer olduğu fikri aslında senelerce bu tarz tahrip edilmiş kaynaklarla bizlerin mecburi kabulüne sunulmuştur.
Bu kaynaklara baktığımızda Lozan, Misak-ı Millî sınırları çerçevesinde gerçekleşen bütün toprak kayıplarına rağmen zaferdir. Üstelik saltanat, hilafet -hilafetin kaldırılmasına rağmen patrikliklerin kaldırılamaması da aslında başlı başına bir zaaftır ve bu Siyonist ve Masonlara verilmiş bir taviz olarak ele alınmaktadır-, medrese, tekke, şer’i hukuk, fes ve koskoca mazinin kaybına rağmen zafer ilan edilmiştir.
Bütün bunların ışığında hezimet veya zafer ifadelerini tekrardan gözden geçirmeliyiz. Yalnız bunu gerçek manada yapabilmek için Lozan’a atfedilen kutsiyetin baskısından kurtulmak zorundayız.
.
Lozan Sulh Konferansı ve Neticeleri
2017-06-20 02:00:00
Lozan Sulh Konferansı, 24 Temmuz 1923 tarihinde neticelendi. Muahede Türkiye ve İngiltere’nin haricinde, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya ile daha sonradan muahedeye dâhil olan Bulgaristan, Portekiz, Belçika ve Rusya devletleri tarafından imza edildi.
Müzakere esnasında hürriyetin kazanılması amacıyla birçok taviz verildi. İstiklal Harbi gâzilerinden teşekkül eden ilk meclisin bu haliyle muahedeyi kabul etmeme ihtimali ise yüksekti. Bu durumun farkında olan Ankara hükûmeti, meclisi dağıtarak tamamen kendi taraftarlarından müteşekkil bir meclis oluşturdu ve muahede 6 Ağustos 1924 tarihinde bu yeni meclis tarafından kabul edilerek mer’iyyete (yürürlüğe) girdi. Bu aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin içine kapanmasının ve sert bir inkılap devrinin başlangıcı oldu.
Orta Doğu, Mısır, Sudan, Libya, Kıbrıs, Ege Adaları tamamen elden çıktı. Anadolu ve Trakya’nın küçük bir mintakası (mıntıka) bize bırakıldı. Batı Trakya’daki ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan diğer topraklardaki plebisit yapılma kararı ise hiçbir zaman devreye sokulmadı. Böylece Misak-ı Millî hayal oldu. Zaten uygulanması da mümkün gözükmüyordu. Bu da Misak-ı Millî kararının o devrin şartlarında amme efkârının gözünü boyamak için alınmış olduğu iddialarını kuvvetlendirmektedir.
Anlaşmaya varılan madde gereğince Yunanistan’da yaşayan Müslümanlar ile Türkiye’deki Ortodokslar kendi fikirleri sorulmaksızın zorla mübadele edildi. Bundan en çok Türkiye zarar gördü. Çünkü gidenlerin çoğunluğu zenaatkâr Rumlardan oluşuyordu. Yunanistan için ise biçilmiş kaftandı. Çünkü yeni kurulan devletin gelişmesi için yetişmiş halka ihtiyaç duyuyorlardı.
En mühim madde olan Musul ise bir çözüme kavuşturulamadığı için daha doğrusu İngilizlerin ve petrol hissedarı olan devletlerin arzu ettikleri gibi bir netice hâsıl olmadığı için bilahare müzakere edilmek üzere sonraya bırakıldı. Bu da 1926 senesinde Musul, Kerkük ve Süleymaniye’nin İngilizlere terk edilmesiyle neticelendi. Bize ise teselli mahiyetinde Meriç’in batısında kalan Edirne’nin Karaağaç mahallesi bırakıldı. Bu da tamamen Yunanistan’ın mali durumundan kaynaklanıyordu. Harp tazminatını ödeyemeyecekleri için, borç karşılığı verilmişti. Diğer bir mühim zayiat da hukuk sisteminin ecnebi mütehassıslar tarafından tasarlanmasıydı. Böylece bir babanın iki evladı gibi olan İslamiyet ve Türkler ayrılmış oldu ve yeni devlet İslâmî hüviyetinden tamamen uzaklaştı.
Lozan’ın Sevr’e nazaran "ehveni şer" olan maddeleri de vardı. İlki Osmanlı İmparatorluğu’nun borçlarıydı. Bunlardan Almanya’ya olan borçlar silindi. Diğer borçlar ise Osmanlı topraklarında kurulan devletlere paylaştırıldı. İkincisi ise 1914 senesinden beri kaldırılmış olan ecnebi imtiyazların tekrar devreye sokulmamasıdır. Bu maddede müttefiklerin ısrar etmemesinin en mühim sebebi, Türk devletinin Batı hukuk ve ticaret sistemini kabul edeceği sözünü vermesiydi. Diğer iki maddesi ise toprak kazanımları açısındandır. Ahalisinin ekseriyeti Rum olmasına rağmen Doğu Trakya ve İzmir Türkiye’ye bırakıldı. Müzakereler boyunca ABD’nin direttiği Wilson Prensipleri’ne rağmen, emperyal ülkeler isteklerini gerçekleştirdikleri için Ermenistan ve Kürdistan meselesinin de üstü kapatıldı.
Bütün bunlar göz önüne alındığında Lozan Sulh Muahedesi’nin Türkiye tarihinin en keskin kırılma noktası olduğu aşikârdır. Buna rağmen tahrif edilen tarih yüzünden tam olarak içyüzü ortaya çıkmamış ve aydınlatılamamıştır. Israrla hâkim güç tarafından 2,5 milyon kilometrekarelik bir devletten 777 bin kilometrekarelik bir devlete geriletilmesi, geriye kalan dörtte üçlük toprağın ise kaybı zihinlerimize muhteşem bir zafer olarak nakşettirilmeye çalışılmıştır.
2017-06-13 02:00:00
İngilizlerin Lozan’a İstanbul hükûmetini de çağırması üzerine hızlı bir şekilde saltanatı lağveden Ankara hükûmeti, âdeta yeni bir devrin sinyalini veriyordu. Tarihler 20 Kasım 1922’yi gösterdiğinde Lozan’a vasıl olan 100 kişilik heyet de bunun en mühim karinesiydi.
Hadisenin tuhaf olan noktası ise bu kadar mühim bir müzakere için seçilen heyet azalarıdır. Neredeyse tamamının, asker kökenli olması ve diplomasiden uzak olmalarıydı. Sürpriz hamle ise heyet reisinin seçiminde yaşandı. Başvekil Rauf Orbay, Hariciye Vekili Yusuf Kemal Tengirşek, Dâhiliye Vekili Fethi Okyar ve Kazım Karabekir gibi isimlerin heyet reisi olma talebi varken, yurt dışında hiç bulunmamış, diplomasi tecrübesi olmayan ve kulağı işitmeyen İsmet İnönü reis tayin edildi. Bu seçimin tek sebebi ise Ankara’ya olan sadakatiydi.
100 kişiyi aşan heyetin içinde müşavir olarak Celal Bayar, daha sonra İzmir suikastı ile asılacak olan Cavid Bey, Yahya Kemal Beyatlı, Hasan Saka ve Rıza Nur gibi isimler vardı. Heyetin içindeki dikkate şayan bir diğer şahıs ise gizli görüşmelere aracılık yaptığı söylenen Hahambaşı Hayim Naum Efendi idi.
İngiltere’yi kurt diplomat Lord Curzon temsil ederken, karşısında ise cebinde 14 maddelik bir talimat bulunduran ve bir kulağı Ankara’da olan İsmet İnönü vardı. Bunlar yeni kurulan Türk devletinin olmazsa olmazları olarak konferansta sunulacaktı.
İşte Lozan’a sunulan o 14 madde:
1- Musul, Kerkük ve Süleymaniye alınacak.
2- Doğu Trakya’da 1914 sınırı muhafaza edilecek.
3- Batı Trakya’da plebisit yapılacak.
4- Ege adaları istenecek.
5- Fransızlarla muahede yapılan Suriye sınırı tanınacak.
6- Ermeni devleti kurulmayacak.
7- Boğazlar yabancı askerden temizlenecek.
8- Kapitülasyonlar kaldırılacak.
9- Azınlıklar mübadele edilecek.
10- Dış borçlar Osmanlı’dan ayrılan devletlere taksim edilecek. Bir kısmı da Yunanistan’dan alınması beklenen harp tazminatına mahsup edilecek. Ayrıca 20 sene de ertelenecek.
11- Orduya tahdit (sınırlama) getirilmeyecek.
12- Azınlıklar, Türk kanunlarına uyacak.
13- Müslüman vakıfları önceki anlaşmalar çerçevesinde devam edecek.
14- Osmanlı’dan ayrılan memleketler için Misak-ı Millî’nin plebisit hükümleri tatbik edilecek.
Konferans bu maddeler ışığında Mont Benon gazinosunda başladı. İngiliz heyeti bütün hilelerini sergilerken, Türk heyeti de tecrübesizliğiyle sıkıştıkça sıkışıyordu. İnönü bütün inisiyatifi otoriter bir şekilde kendi bünyesinde saklı tutuyor, delegelerle paylaşmıyordu. Bu durum heyet içindeki dengeyi de bozuyordu. Bu ve buna benzer farklı tavırları sebebiyle Türk amme efkârı tarafından da tavizkârlıkla itham edildi.
İki buçuk ay devam eden müzakereler neticesinde bir ortak zeminde buluşulamadığı için konferans 2 Şubat 1923 tarihinde durduruldu. Bunun sebebi ise İngilizlerin Hilafetin kaldırılması, Bolşevikliğin yasaklanması ve Musul’dan vazgeçilmesi şartlarıydı. Müzakereler öncesi saltanatı kaldıran Ankara, henüz resmiyet kazanmamış ve hürriyeti tasdik edilmemişti. Bu da ne pahasına olursa olsun ve her türlü taviz karşılığında, hürriyetin tasdik ettirilmesi cihetinde baskıya sebep oluyordu.
Bunun üzerine İnönü, Türkiye’ye döndü ve Eskişehir’de Mustafa Kemal ile buluştu. Neticede maddelerin kabulüne karar verildi. Ancak kararların ilan edilmesi ve amme efkârının kabulü bir senelik bir vaktin geçmesine sebep oldu. Neticede İnönü’nün Müzakereler başlamadan önce Paris’te, Muslim Standart gazetesine halifeliği ne pahasına olursa olsun koruyacaklarını beyanatına rağmen, 3 Mart 1924’te halifelik kaldırıldı. Hemen arkasında da İngilizler muahedeyi tasdiklediler ve muahede meriyete (yürürlük) girdi.
Artık bir devir sona ermiş, birçok yenilikleriyle ama eksiklikleriyle birlikte yeni bir devir başlamış oldu. Hürriyet için ne gerekiyorsa yapılmıştı. Bu bazı kesimler tarafından muvaffakiyet olarak görülürken, kayıplar -özellikle petrol- sebebiyle de bir kesim tarafından hezimet olarak görülmekteydi.
Amerikan basınında atılan şu manşet de bu durumu özetler niteliktedir. “Lozan’da kazanılabilecek her türlü başarı milliyetçi Türkiye’ye ait olmakla beraber, petrol büyük güçlerin elinde kalmıştı.”
2017-06-01 02:00:00
Doksan dört senedir tartışılan bu meselenin cevabı, bahsi açan kesimin ideolojisine göre farklı mecralara sürüklenmeye, herkesin kendi doğrusu mantığında fikirlerle tartışılmaya devam ediliyor.
Aslında Lozan; Osmanlı Devleti’nin siyasi mevcudiyeti ile birlikte İngilizlere ayak bağı olan hilafete son vermeyi amaçlayan ve dahi tarihî “Şark Meselesini” resmen halleden bir muahededir. (İnönü’nün; “Lozan, 4 senelik bir muharebenin değil, 600 senelik Osmanlı Devleti’nin hesabını görmüş ve kesin olarak neticelendirilmiştir” sözü de tam manasıyla bunu ifade etmektedir.)
Lozan; altı asırlık bir mirası gömüp, yeni devletimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin yüksek kayıplara rağmen istiklalinin ve beynelmilel sistem tarafından kabulünün tasdik edildiği bir muahededir.
Lozan; Türkiye’nin Mısır, Sudan, Kıbrıs ve Libya gibi o devirde bile hâlâ hukuken Türklere ait yerlerdeki haklarından, kendi isteği ile feragat ettirilmesidir. Yunanistan ve İtalya’nın Doğu Akdeniz adaları ile on iki ada üzerindeki hükümranlık haklarının da Türkiye tarafından tasdik edilmesidir. Yani kısacası Lozan, istiklal gibi gösterilip bu milletin boynuna takılan bir tasmanın resmiyete dökülmüş hâlidir.
Lozan; yeni devletin, kurulan yeni düzende kapitalist sisteme olan mecburi bağımlılığının ve bunun başta İngiltere olmak üzere batılı devletler tarafından tasdik edilmesini gösteren bir muahededir. Diğer bir ifadeyle gelişen ve küreselleşen yeni dünya düzenine biat talebi ve cihanın yeni efendileri tarafından bu talebin kabul edilmesidir.
Lozan; I. Küresel Paylaşım Birlikteliği (I. Cihan Harbi) ile bu bölgenin sınırlarının, temelinden bozulmasına sebep olacak yeni dünya düzeninin tatbik edilmesidir. Orta Doğu’nun ne olacağından çok kime ait olacağı veya nasıl paylaşılacağı sorusu için üretilmiş bir cevaptır. Temelde muharebenin çok öncesinde tasavvur edilen ve uzun yıllar tatbiki için çalışılmış emperyalist bir sözleşmenin adıdır.
Lozan; başımıza gelen bütün musibetlerin müsebbibi olan ve her hadiseden ustaca sıyrılmasını bilen İngilizlerin, Türkiye için düşman değil, dost ilan edilmesinin ve bunun resmiyete dökülmesinin adıdır.
Lozan; Bütün millî devletlerin kuruluşuna vesile olan muahede, anayasa vb. şeylere kutsiyet atfettiği gibi Lozan’da ‘Osmanlı’nın küllerinden doğan -ancak idare sistemi ve zihniyeti ile geçmiş ile bağı koparılmış- yeni devletin kurucu vesikası, âdeta bir mukaddes metnidir.
Lozan; İmparatorluk olan, üç kıtaya hükmeden ve tek hanedan ile idare edilme muvaffakiyeti ile iftihar eden Osmanlı’nın; dünyanın altı büyük imparatorluğundan biri olma hususiyetine haiz ve yetmiş iki milleti bünyesinde barındırır iken, az bir vakit sonra alelade bir Asya millî devletine devşirilmenin bariz vesikasıdır.
Lozan; İngiltere’nin başını çektiği Batı koalisyonunun, Sykes-Picot ile Osmanlı Devleti’nden boşalan topraklara, irili ufaklı kukla devletlerden ibaret bir yeni dünya kurulmasının vesikasıdır.
Lozan; İngilizlerin, âli menfaatleri için İstanbul hükûmetini, Ermenileri, Kürtleri, Rumları, İtalyanları, hatta Fransızları satıp, Ankara ile birlikte hareket etme teşebbüsünün arkasındaki gizli oyundur.
Lozan; Osmanlı’nın tasfiyesinin hukuki temele oturtulduğu, İngiliz-Fransız-ABD emperyalizmi açısından petrol bölgelerini kimin kontrol edeceğinin kararlaştırılma çalışmasıdır.
Netice olarak Lozan; saltanatı ve hilafetini kaybeden ve mazisi hiç hâline getirilen muhafazakârlar için hezimet vesikası, diğer kesim için ise maziyi görmezden geldikleri ve bu vesileyle sıfırdan bir devlet kurdukları için zafer vesikasıdır.
.
Deli Halid Paşa Cinayetinin arkasındaki sır perdesi
2017-05-16 02:00:00
Halid Paşa’nın kim tarafından katledildiği hâlâ tam manasıyla çözülememiştir. Hadisenin tanıklarından da hayatta kimsenin kalmadığı göz önünde bulundurulursa, o devrin diğer meçhul cinayetleri gibi çözülemeyeceği de muhakkak.
Gelelim kulaktan kulağa dolaşan rivayetlere ve kayda geçen şahısların açıklamalarına. Halid Paşa silahı ateşleyenin Rauf Bey olduğunu ısrarla dile getirmesine rağmen, cinayeti Ali Çetinkaya üstlenir. Bu hadise ile alakalı olarak kaynaklarda Rize mebusu Rauf Bey’in, arkadaşı Kel Ali’yi kurtarmak için Halid Paşa’yı vurduğu, fakat suçüstü hallerinde mebus dokunulmazlığı olmadığı için, Kel Ali’nin nefsi müdafaadan faydalanabilmek üzere suçu üzerine aldığı görüşü hâkimdir. Zaten istihbaratçı Feridun Kandemir sağda solda, “Asıl katil Rauf’tu ama Kel Ali arkadaşını kurtarmak için suçu üstüne aldı” demektedir. Çünkü suçüstü hâllerinde mebus dokunulmazlığı olmadığı için, Rauf Bey’in ceza alması kaçınılmazdı. Ancak Kel Ali’nin nefsi müdafaadan faydalanabilmek gibi bir ihtimali olduğu için suçu üzerine aldığı iddia edilmektedir. Ayrıca İstanbul’da çıkmakta olan İstiklal gazetesi de 10 Şubat 1925 tarih ve 72 numaralı sayısında, Halid Paşa’nın kendisini vuranın Rize milletvekili Rauf Bey olduğunu dile getirdiğini yazmıştır. Daha alaka çekici olan ise bu hadiseden kısa bir vakit sonra 3 Mayıs 1925’te, Rauf Bey’in şüpheli bir şekilde hayatını kaybetmesidir. Bu tarih Halid Paşa’nın vurulmasından 84 gün sonrasına tekabül etmektedir.
Bazı kaynaklar ise bu cinayetin basit bir kavga neticesinde olmadığını, Halid Paşa’nın net bir şekilde komploya kurban gittiğini belirtmektedir. Halid Paşa’nın ortadan kaldırılması için tertiplendiği ve bu minvalde paşanın tahrik edildiği düşüncesi hâkimdir ve Ali Fuat Bey (Cebesoy) de hatırasında aynı kanaati taşımaktadır. Meselenin İsmetçi-Fethici (İsmet İnönü-Fethi Okyar) ihtilafından kaynaklandığını, hükûmetin de Kel Ali ve ekibini kullanarak bu hadisenin tezgâhlandığını söyleyenler de az değildir. Ayrıca Fuat Bey, boğuşma sırasında meclis kapısındaki komiser ve hizmetlilerin ise Kabadayılar Grubu tarafından uzaklaştırıldığını, Rauf Bey’in ise gaza getirilerek, arkadaşını kurtarma bahanesiyle paşanın vurdurulduğunu iddia etmektedir. Kel Ali’nin seçilmesinde ise Paşa ile Trablusgarp cephesinden bu yana ihtilaf içinde olmaları da etkili olmuştur. Bir diğer sebep ise Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasına hoş gözle bakılmamasıdır. Halid Paşa Terakkiperverlerin yanında değildi ancak onlara yakın duruyordu.
Bu hadise ile ilgili en mühim iddia ise Mustafa Kemal’in en yakın yol arkadaşlarından olan ve aynı zamanda da doktorluğunu yapan Sinop Mebusu Rıza Nur’dan gelmektedir:
“Halid Paşa’yı vurdular. Bir gün sonra ben Ankara’ya gelmiştim. Necmettin Molla’ya hazırlattıkları bir zabıt varakası (tek yaprak kâğıt) ile Kel Ali’yi beraat ettirmişler. Hâlbuki vuran Rauf’tu. İşi tertip eden de Mustafa Kemal. Rauf pek adi mahlûktur. Cahil tulumbacı. Mustafa Kemal onu mebus yaptı. Daima da yanında muhafız olarak bulunduruyordu. Mebustan silahşor, tüfekçi henüz görülmemişti. Bu, Mustafa Kemal’in ortaya çıkarttığı bir şeydir. Mustafa Kemal hep Halid’in kendisine suikast düzenleyeceğinden şüpheleniyordu. Halid Paşa’nın annesi ve kardeşi işi kurcalamak istediyse de, Hakkı Şinasi Paşa tarafından vazgeçmeye ikna edildiler.”
Sonuçta Halid Paşa öldü ve hadise kapatıldı. Eyüp’te köşkünün üstündeki kabristana defnedildi. 15-20 sene sonra, yerine evler yapıldığı için kabristan kaldırıldı ve Edirnekapı Şehitliği’ne nakledildi. İşin acı tarafı ise Halid Paşa’nın ölmesine sebep olan kişinin cezalandırılmayıp, kısa bir süre sonra İstiklal Mahkemesi Başkanlığı ile ödüllendirilmesidir.
Bunun gibi iki şüpheli cinayet daha vardır. Biri mebus seçildiği hâlde meclise ulaşmadan öldürülen Trabzon Mebusu İzzet Bey cinayeti, ikincisi ise meclisteki görevi devam ederken öldürülen Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey cinayetidir. İzzet Bey’in cinayeti hiç aydınlatılamazken, Ali Şükrü Bey’in katledilmesinde muhtemel kişilerin içinde ise Topal Osman Ağa ve Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanlığı yapan General İsmail Hakkı Tekçe’nin isimleri geçmektedir...
.
İttihat Terakki Zihniyeti ve Deli Halid Paşa Cinayeti
2017-05-04 02:00:00
Komitacılık diye adlandırılan cinayetler, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin siyasi hayatta kendisine yer bulmaya başlamasından sonra ciddi manada tesir göstermeye başladı. Bu öyle bir noktaya geldi ki, İttihat ve Terakki’nin devamı vasfına haiz olan CHP’ye de miras kaldı. Bu mevzu ile alakalı kayda değer hadiselerden biri ise 9 Şubat 1925 tarihindeki Ardahan Mebusu Deli Halid Paşa cinayetidir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında gerçekleşen bu hadisenin nakledilmesi tezatlarla doludur. İktidarın destekçileri cinayeti basit bir nefsi müdafaa olarak gösterme gayreti içinde iken, muhalif görüştekiler ise tamamen siyasi bir şümul (boyut) neticesinde ortaya çıktığını iddia etmektedir.
Sinirli karakteriyle meşhur olması ve harplerde gösterdiği fevkalade cesareti sebebiyle kendisine “Deli” lakabı verilen Yarbay Halid Paşa o devirdeki meclisin muhalif kanadındaydı. Bu tavrı sebebiyle kendi partisinden dışlandı ve iktidarın husumetini kazandı. Nihayetinde sert bir şekilde eleştirmekten geri durmadığı Mustafa Kemal ile de ciddi bir muhalefet münasebeti teşekkül etti.
Bu arada meclis içinde de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası isminde tekevvün (oluşum) meydana geliyordu. Daha önce “ihtilalci” usuller tatbik etmede Mustafa Kemal’e yardımcı olan Halid Paşa da vuku bulan bu hadiseler sebebiyle muhalifler içinde yer alıyordu. Aynı zamanda mecliste öyle bir gerginlik mevzubahistir (söz konusu) ki; Halk Fırkası içinde “Kabadayılar Grubu” olarak bilinen ve fırkanın tetikçiliğini yapan Cebelibereket (Osmaniye) mebusları ve Halid Paşa gibi muhalifler meclise silahlı geliyordu. Hadiseler sebebiyle Fırkacılar ve Kabadayılar ile Halid Paşa arasında münakaşanın olmadığı gün neredeyse yok gibiydi. Sıkıntının bu raddeye gelmesinde Halk Fırkası mebuslarının payı çok büyüktü çünkü Meclis çatısı altında muhalif sese müsaade etmiyorlardı. En ufak bir başkaldırıyı tehdit ve hırpalamalarla bastırıyorlardı. Halid Paşa’ya kinlenmelerinin en büyük sebebi de söz geçirememelerindendi. “Deli” lakabını boşuna almadığını iyi biliyorlardı. İş Bankası’ndaki yolsuzluğunun ayyuka çıkması üzerine hiç çekinmeden Celal Bayar ile Kel Ali’yi reisicumhura şikâyet etmişti. O da Halid Paşa’yı sinirleri bozuk olduğu gerekçesiyle dinlenmek üzere yurt dışına göndermek istedi. Bunun üzerine Paşa, Halk Partisi’ne muhalif yeni kurulan Terakkiperver Parti’ye girmeye karar verdi. Mustafa Kemal ile arasının bozulmasının sebebi ise bu hadise olmuştur.
Bu hadiseler, sıkıntıyı net olarak ortaya koymaktadır ve meclis âdeta patlamaya hazır bir bomba gibidir. Nihayetinde 9 Şubat 1925 Pazartesi günü Elaziz Mebusu Hüseyin Bey ile Halid Paşa arasında bir imza yüzünden patlak veren kavga kötü neticelere sebebiyet verir. Halid Paşa Kabadayılar Grubu arasında kalır ve üstüne çullanarak onu yaralarlar. Bu arada meçhul bir silah Halit Paşa’ya ateş eder ve sol göğüs altından yaralar. Hadisenin diğer bir fecaat durumu ise kimsenin yardım etmemesidir. Etrafa bağırıp yardım isterler, hatta meclis salonunu ayağa kaldırırlar ancak kimsenin kılını kıpırdatmaya niyeti yoktur. Uzun süre o hâlde kıvranan Halid Paşa’ya sonunda Rüştü Bey (Dadaş Rüştü) yetişir. Paşayı karga tulumba meclisteki bir odaya taşırlar. Bu sırada hadiseyi duran Mustafa Kemal, Halid Paşa’nın yanına gelip “Seni Ali Bey mi vurdu?” diye sorar. “Hayır. Kel (Kel Ali lakaplı Ali Çetinkaya) altımdaydı, nasıl vurabilir. Beni i… Rauf (Benli) arkamdan vurdu” der.
Bir müddet sonra vekiller Halid Paşa’nın olduğu kaleme doluşmaya başladı. Meclis başkanlığı kabaca şahitleri dinledikten sonra “Vakıa savcılığa intikal ettirilmiştir ve Halid Paşa’nın sağlık durumunda bir vahamet yoktur” şeklinde izahat yapar. Paşa hastaneye kaldırılmamış, meclis binasında tedavi edilmek istenmiştir. 12 Şubat 1925 Perşembe günü Dr. Orhan Abdi ile Operatör Süreyya Bey meclis binasında Halid Paşa’yı ameliyat ettikten sonra operasyonun başarılı geçtiğini ve Paşa’nın sağlık durumunun iyiye gittiğini bildirirler. Fakat iki gün sonra 14 Şubat 1925 Cumartesi günü hayatını kaybeder. Bu süreçte 5 gün boyunca meclisteki bir odada yatar. İşin garip tarafı ise raporda ölüm sebebi olarak zatürre gösterilmektedir. Hâlbuki çok açık bir şekilde saldırı sırasında aldığı yara ve sonrasında bilerek veya bilmeyerek ortaya konulan ihmalden ötürü hayatını kaybetmiştir...
.
“Efendiler, her şey olmuş bitmiştir”
2017-04-04 02:00:00
Sevr Muahedesi Osmanlı Devleti tarafından tasdik edilmedi ancak müzakerelerde bulunan heyetin muahedeye imza atması sanki hükûmet ve padişah tarafından da kabul edilmiş gibi gösterildi.
Bu noktada en çok sorulan suallerden bir tanesi ise heyetin imzalamama lüksü var mıydı? Masadan kalkabilirler miydi? Bununla ilgili fikir belirtmek yerine, Rıza Tevfik’in izahatına yer vermek çok daha manalı olacaktır.
“Salona girmezden evvel bize, Fransız hariciye memurlarından seçilmiş ve bu işe memur edilmiş üç kişi ağızlarımızı açmamıza fırsat vermeden şu tembih ile bizi ikaz ettiler:
- Efendiler, her şey olmuş bitmiştir. Sizlerin imza etmekten başka bir işiniz kalmamıştır!
Bize ağız açmak memnu (yasak) idi. Bizlere sadece vesikayı imza etmek mecburiyeti düşüyordu. Bizi çağırdılar. Evvela Hadi Paşa, sonra ben, sonra da Reşad Halis Bey muahedeyi imzaladık ve mühürledik. Sonra da salondan çıkıp gittik.” 10 Ağustos 1920
Akla şu sual gelebilir. Heyetin imzalaması devletin de kabul ettiğini göstermez mi? Hayır, çünkü devletler hukukunda salahiyetli delegeler muahedeyi imzalar ancak onlar vekildirler. Muahede asil manada imzalanmadan, yani devletin teşri (yasama) dairesi ve devlet reisi tarafından tasdik edilmeden devleti bağlamaz ve meriyete (yürürlüğe) girmez. Bu sebeple Sevr, Osmanlı tarafından tasdik edilmediği gibi, akdedilmiş (resmiyet kazanmış) sınıfına bile girmeyen bir projeden ibarettir.
Ancak garbın gerçek niyetini ve neler yapabileceğini de olarak ortaya koymuştur. Bu da amacın Osmanlı Devleti’ni bölerek, imha etmek olduğunu da net olarak ortaya koymaktadır. Şerif Paşa’nın padişahın sözlerine yer verdiği notlarında, Sultan’ın da bu noktaya açıkça temas ettiği görülmektedir.
“O Sevr Muahedesi ki, elime ilk aldığımda keskin bir acı ve korkulu bir ürperti hissettim. Sevr Muahedesi bana göre ne bir muahedeydi ne de bir pakttı; kötülüğün baştan aşağı kendisiydi.”
İngilizlerin ve garbın Osmanlılardan bu kadar korkmasının en mühim sebebi ise bir önceki makalede yer alan, Hindistan’ın padişaha verdiği destekte yatmaktadır. Osmanlı yıkılmadan ve hilafet yıkılmadan, yeni bir düzen kurmaları ve zengin topraklara kavuşması mümkün gözükmüyordu.
Bu noktada bir diğer sual daha akıllara geliyor. Sevr Muahedesi hükûmet ve padişah tarafından tasdik edilip devreye sokulsaydı, tatbiki mümkün olur muydu? Birçok tarihçinin ve siyaset bilimcinin ortak fikri menfi cihettedir. Çünkü muahede çok ağırdı. Hatta Versay’dan bile çok ağır olduğu birçok devlet tarafından itiraf edilmiştir. Hâlihazırda müttefiklerin Osmanlı Devleti üzerindeki fikirleri de değişmişti.
İngiltere’nin gözü Orta Doğu’da yani Musul ve Kerkük’te idi ve zaten bunu da elde etmişti. Hilafet makamı ise her ne kadar hayatiyetini idame ettirse de, yapılan propagandalar ile gücü zayıflatılmıştı. Anadolu bundan dolayı stratejik bir ehemmiyet taşımıyordu. Keza Fransa ve İtalya da ülkelerinin mali durumları sebebiyle yeni bir harp ile uğraşmak istemiyorlardı. Ayrıca müzakere etmek istedikleri Ankara hükûmetinin fikri de anlaşma cihetindeydi ve neticede de öyle oldu.
Ermeniler cephesinde ise zaten ABD, Sevr’in Ermenistan projesini desteklemediğini ilan etmişti. Bunun üzerine Ermenistan hükümeti de Ankara ile anlaşma cihetini seçti ve Gümrü Muahedesi’ni imzaladı. Müstakil Kürt Devleti kurmanın peşinde olan Kürtler ise zaten Anadolu kongrelerine katılarak ve Ankara meclisinde yer alarak fikirlerinden vazgeçtiklerini ortaya koymuşlardı. Bu durum bir tek İngilizlerin teşvik ve destekleriyle Ankara’ya kadar gelen Yunanistan’ın aleyhindeydi. Onlar da zaten verilen emirleri uyguladıkları için problem çıkartmadan ülkelerine döndüler. Her ne kadar ispatı ve mantıki manada izahatı mümkün olmasa da, Yunan askerleri Türk askeri İzmir’e girmeden iki gün önce ülkeyi terk etmelerine rağmen bir rivayete göre denize döküldüler.
Netice… Türkler ölümü (Sevr) görmüşlerdi ve artık sıtmaya (Lozan) çoktan razı olmuşlardı.
.
“Korkma, şüphesiz Allah bizimle beraberdir.”
2017-03-28 02:00:00
“Eğer işler kötü gider ve oyalamakta muvaffak olamazsam, muahedeyi imzalamaktansa tahttan feragat etmeye kararlıydım.”
Bu sözler, bir önceki makalede de belirttiğim gibi Osmanlı Devleti’nin son padişahı ve İslamiyetin son halifesi Sultan Mehmed Vahideddin Han’ın sözleri. Sevr Muahedesi’nin imzalanması ile alakalı bu kelimeler, bu konudaki fikrini açık seçik ortaya koymaktadır.
Bir başka kaynakta ise yine Sevr Muahedesi hakkındaki kanaat ve tavırlarını da net bir şekilde açıklamaktan geri durmamıştır.
“Ben Sevr Muahedesi’ni kesinleşmiş sayılacak surette tasdik etmedim. Meselenin kesinleşmesinin Meclis-i Mebusan’ın kabulünden sonraki tasdikime bağlı olduğunu ve hak ve adaletle bağdaşmayacak surette gayr-i tabii olan böyle bir muahedenin devam ve istikrar sağlayamayacağını bildiğimden, hakkımızın anlaşılmasına ve müsait zamanın gelmesine kadar vakit kazanmak yolunda devamla, muahedenin hükûmetçe kabulüne taraftar göründüm.”
Vakit kazanmak için Sevr’in kabulüne taraftar görünen Vahideddin Han, muahedenin şartlarını duyduğunda ise çok sert tepki vermiştir. Çünkü bırakın padişahı, böyle bir taslağı hiçbir Osmanlı devlet adamı kabul edemezdi. Ancak padişah kabulüne taraftar gibi gözükmek zorundaydı. Neticede hükûmet ve padişah nezdinde Sevr kabul edilmiş gibi gösterildi ancak hiçbir zaman tasdik edilmedi.
Zaten heyette bulunan Rıza Tevfik, imzalar atılmadan önce kendilerine kesinlikle konuşma müsaadesi verilmediğini ve imzanın âdeta dikte edilerek attırıldığını da acziyet içinde söyleyecektir. Oyalama taktiği neticesinde kazanılan vakitte de şartların değişmesi beklenecek, kaybedilen toprakların geri alınması ve hakların korunması için fırsat kollanacaktı. Mustafa Kemal’in Vahideddin Han tarafından Anadolu hareketinin başına tayin edilmesi de bu fırsat kollama faaliyetlerinden bir tanesiydi.
İtilaf devletlerinin ve Damad Ferid Paşa’nın muahedeyi bari geçici olarak tasdik etmesi cihetindeki bütün baskılara rağmen, Padişah bu tavrından zerre kadar geri adım atmadı. Avni Paşa hatıratında Vahideddin Han’ın Sevr için şu sözleri söylediğinden bahseder. “Bu Sevr muahedesi mecelle-i mesaibdir (musibetler belgesi) fakat nakş-ı ber-âbdır (suya yazılan yazı)”. Yani hemen bozulup geçersiz olacaktır. Neticede Sevr’i hiçbir devlet kabul etmedi ve hukuken geçerlilik kazanamadı. Birçok kaynakta “proje” diye adlandırılan bir belge olmaktan öteye gidemedi.
Bütün bunlar cereyan ederken, padişahın en mühim destekçisi ve mukavemetinin artmasına sebep olan şey ise, cihanın dört bir tarafındaki Müslümanlardan gelen destek mektuplarıydı. Sevr’den kısa bir zaman önce Hind Hilafet Delegasyonu’nun, göndermiş olduğu mesaj ise bunların en mühimidir:
“İslam dünyası için çok daha ehemmiyetli olan, siz Majestelerinin İtilaf Devletlerinin taleplerine vereceğiniz cevaptır ve bu cevap verilmeden önce siz Majestelerine İslam dünyasının bugün Hulefa-i Raşidin’den bu yana hiç olmadığı kadar sizin yanınızda bütün gücüyle durduğunu bildirmeyi vazife sayıyoruz. Şu anda her bir Müslüman gözünü kırpmadan ve hiç korkmaksızın Allah’ın kendilerinden beklediğini, imanın bedeli olarak hayatını feda etmek dâhil olmak üzere yapmaya kararlıdır. Cenab-ı Hakk’ın siz Majestelerinin ve sizin asil ve cesur, ancak parçalanmış milletinize, yalnızca Türkiye’ye değil, aynı zamanda İslama karşı olan vazifenizi yerine getirme gücü ve azmi vermesi ve Türkiye’nin birliğinin kısa süre içinde İslamın birliğinin gerçek aynası hâline gelmesi için dua ediyoruz...”
Dua ve temennileri ihtiva eden ve Sultan Mehmed Vahideddin Han’ı yüreklendiren bu muhteşem mektubun sonu ise yine muhteşem bir mesajla bitiyor.
“Korkma, şüphesiz Allah bizimle beraberdir.”
.
Sevr kıskacı ve Sultan Vahideddin Han
2017-03-21 02:00:00
Yakın tarihimiz ile ilgili yapılan mesnetsiz iddialarla maalesef hafızamız âdeta bir viraneye döndürüldü. Kültürümüzün, ananelerimizin üstüne set çekilerek, bin yıllık mazimizden koparılmaya çalışıldık...
Geleni korumak adına, sürekli geçmişin aleyhinde yapılan menfi yayınlarla tahribat son noktaya taşınırken, bunlardan en çok nasibini alanlardan bir tanesi de Sultan Mehmet Vahideddin Han oldu. Tamamen bir projeden ibaret, ölü doğmuş bir muahede olan Sevr’in baş mesulü olmakla itham edildi. Yetmedi, vatanını satan bir hükümdar olarak gösterilmeye çalışıldı.
Hâlbuki padişahın Sevr Muahedesini bırakın imzalamayı, kabullenmesi bile söz konusu değildi. Hatta bizzat kendisi “imzalamak istemedim, sadece oyalamak için razıymış gibi gözüktüm ve hiçbir zaman da kabullenmedim” demesine rağmen, bütün bunlar göz ardı edilerek "gelenin keyfi için geçmişe sövmek..." tercih edildi ve Vahideddin Han’ın Sevr’i imzaladığı iddia edilerek halk bu şekilde inandırılmaya çalışıldı. Maalesef bunda muvaffak da olundu.
Bu iddiaların dayandırıldığı hadiseler elbette var. Ancak bunların bırakın mevzuyu netleştirmeyi, aksine dikkatlice tetkik edildiğinde ne kadar çürük bir mesnede dayandığı açık bir şekilde ortaya çıkacaktır. Bunlardan en mühim olanı ise Vahideddin Han’ın Saltanat Şûrası’nda Sevr ile ilgili yapılan müzakereler esnasında ayağa kalktığı ve muahedeyi kabul ettiği iddiasıdır. Hatta bu 8 Şubat 1921 günü yapılan meclis celsesinde bizzat Meclis Reisi Mustafa Kemal tarafından “Sevr muahedesini bizzat ayağa kalkmak suretiyle kabul etmiştir” açıklamasıyla ortaya atılmıştır.
Hâlbuki hadisenin müzakere edildiği Saltanat Şûrası’na katılan İzzet Paşa, hadiseyi çok farklı anlatmaktadır.
“Müzakere garip bir tarzda geçti. Ayan’dan Topçu Rıza Paşa merhum, gür sesiyle itiraza kalkıştıysa da, Sadrazam onu çirkin bir şekilde susturdu ve mecliste düşünce ileri sürülemeyeceği, mesele reye konulacağı zaman kabul edenlerin ayağa kalkması, etmeyenlerin yerinde kalması gerekeceğini kahraman bir eda ile ihtar etti.
Bunun üzerine Zât-ı Şahane (Sultan Mehmed Vahideddin):
‘Böyle müzakere olmaz. Fayda ve zararlarına dair burada bulunanların görüşleri dinlenmelidir’ buyurdular. Ferit Paşa bunun üzerine (galiba daha önce konuşup anlaştığı) bazı kişilerin görüşlerini sormuş, bunlarda hep kabul tarafında görüş ortaya koymuşlardır. Kabul edenler ayağa kalksın denilmesi üzerine Zât-ı Şahane birdenbire kalkıp salondan çıkınca herkes de tabii olarak ayağa kalkmış komedya da bu şekilde herhangi bir neticeye ulaşmadan sona ermiştir...”
Bu hatıradan da net olarak anlaşıldığı üzere padişah, Sevr’i tasvip veya tasdik ettiği için değil, toplantının idare şeklini protesto mahiyetinde ayağa kalkmış ve çıkıp yan odaya geçmiştir. Tartışılan müzakere de hiçbir neticeye ulaşamamıştır. Fakat bu hadise daha sonraları Vahideddin Han’ın tasdik ettiği şeklinde lanse edilerek, arzu edilen ihanet vurgusunun sağlamlaştırılması cihetinde gayret gösterilmiştir.
Vahideddin Han’ın Sevr’i tasdik etmek istemediğinin bir diğer ispatı ise, muahedenin mütalaa edildiği San Remo Konferansı’ndan bir hafta önce meclisi feshetmesidir. Bunun sayesinde meclis toplanıp karar alamamıştır. Padişah da İngilizlerin baskısına karşı bu kozu kullanmıştır. Meclis toplanıp karar vermeden, Sevr Muahedesini tasdik etmesinin mümkün olmadığını dile getirerek, imza atmaktan kaçınmıştır.
Zaten Sultan Mehmed Vahideddin Han’ın şu sözü meselenin özünü de net olarak ortaya koymaktadır:
2017-03-07 02:00:00
I. Cihan Harbi’nin Mondros Mütarekesi sonrasında neticelenmesiyle, Almanya ile Versay, Avusturya ile Saint Germain, Macaristan ile Trianon ve Bulgaristan ile de Neuilly muahedeleri imzalandı.
Almanya ve Avusturya’dan koparılan topraklar üzerinde yeni devletler kuruldu. Almanya Batı Prusya, Saarland ve Alsace-Lorraine gibi Alman yurdu olarak bilinen eyaletleri kaybetti. Aynı ittifak içinde bulunan Bulgaristan ve Macaristan’da da toprak kayıpları yaşandı ancak Almanya ve Avusturya’ya göre çok daha az seviyelerde kaldı. Toprak kayıpları ve yeni devletlerin kurulmasından çok daha mühim olan ise imparatorluk olarak harbe giren devletlerin hepsi milliyetçi esaslara dayalı birer basit devlet çerçevesine sokuldu.
Mağlup İttifak Devletleri ile yapılan bu müzakereler birkaç ay gibi kısa bir zamanda imzalandı ve nihayete erdirildi. Osmanlı İmparatorluğu ise hususi durumu (hilafet ve Müslüman tebaaya sahip geniş topraklara sahip olması) hasebiyle bu müzakerelerin dışında tutuldu ve ayrı bir çerçevede değerlendirmeye alındı. “Yeni Dünya Düzeni” planı gayesiyle hareket edildiği için nihayete ermesi de uzun sürdü.
Osmanlı Devleti macera uğruna ve hiçbir mesnedi olmayan sebeplerle, tecrübesiz devlet adamları yüzünden harbe sokularak parçalanmanın eşiğine getirildi. Müslüman Türklerin bir daha başlarına dert olmaması ve “Tarihî Şark Meselesi”nin tamamen neticelendirilmesi maksadıyla başta İngiltere olmak üzere müttefik devletler sıkı bir plan çerçevesinde çalışıyorlardı.
Bu arada Sultan Mehmed Vahideddin Han’ın tahta çıkması İngilizlerin planlarını gözden geçirmesine sebep oldu. Çünkü padişah sıkı bir İttihat ve Terakki düşmanıydı. Bununla beraber devletin harbe girmesinden de onların beceriksiz idarelerinin mesul olduğunun da farkındaydı. Ağabeyi Sultan II. Abdülhamid Han gibi bir denge siyaseti güderek, İngilizleri de Almanları da çok mahir bir şekilde idare ediyordu. Bu sayede elde etiği imkânları ise zaman kazanmak maksadıyla kullanıyordu.
İstanbul’da müttefik devletlerin orduları tarafından sıkışmış ve hareket etme imkânı olmayan bir vaziyette olan Vahideddin Han’a göre, kurtuluşun tek çaresi Anadolu idi. Bu sebeple oradaki mahalli mukavemet hareketlerine girişen halkı bir elde toplayarak, sulh müzakerelerinde elini kuvvetlendirme gayesindeydi. Bunu gerçekleştirerek muahededen iyi şartlar altında çıkmayı ümit ediyordu. Bu sebeple o sıralarda İttihatçı olmamasıyla ve onlara karşı olan tavrıyla bilinen Mustafa Kemal’i müfettiş olarak fevkalade salahiyetle Anadolu’ya gönderdi.
Böylece padişah Anadolu’dan gelecek olan muvaffakiyet haberlerine kadar müttefik devletleri oyalama taktiği içerisine girdi. Fakat İngilizlerin bu oyalama taktiğiyle beklemeye de tahammülü yoktu. Farklı yollar ile Sevr’in imzalatılmasına çalıştılar ve bu manada olabildiğince tehditkâr unsurlar da kullanmaktan geri durmadılar. Fakat bu sefer de Sultan Vahideddin Han’ın gerekirse tahttan feragat edeceğini ileri sürerek Sevr’i imzalamaması belirtmesiyle hadise başka bir tarafa sürüklendi.
Bu gelişme neticesinde İngilizler b planını devreye sokarak, cihetlerini zaman zaman da temasa geçtikleri Mustafa Kemal’e çevirdiler. Anadolu hareketi ile görüşülerek onlarla anlaşıldı ve ikinci plan devreye sokuldu. Bu hamle ile artık İngilizler saltanatı tamamen gözden çıkartmış oldular.
İngilizlerin bu planı, en başından beri ikili oynadıklarının ve her iki tarafı da idare ettiklerinin bariz bir göstergesidir. Veya başından beri aslında planları bu cihetteydi ve sadece şartların olgunlaşmasını bekliyorlardı...
.
Tarihî Şark Meselesi ve İngilizlerin Nezdinde Hilafet
2017-02-21 02:00:00
Sultan II. Abdülhamid Han, devrin ihtiyacına binaen Hilafet Makamını ön plana çıkartan bir siyaset gütmekteydi ve bu uğurda kesif bir çaba harcamaktaydı.
Bunun mühim sebebi ise İslamiyetin zuhur etmesinden bu zamana kadar gerçekleşen en büyük haçlı seferine karşı, Müslümanları muhafaza etmek istemesiydi. Bir diğer sebep ise saltanatın ve hilafetin idame ettirilmesiydi.
Padişahın ortaya koyduğu bu siyasetin semeresi XX. asır başlarında kendisini gösterdi. Özellikle İngilizlerin müstemlekesi altında bulunan Müslümanlar, İstanbul’daki halifeyi bir ümit olarak görmeye başladı. Bunun neticesinde “halifeyi düşman esaretinden kurtarmak, Müslümanlara farzdır” şeri hukuk kaidesi mucibince, Anadolu’nun işgali münasebetiyle ciddi manada maddi ve manevi yardımlarda bulundular. Hatta bazı ülkeler ellerindeki her şeyi bu uğurda harcadılar. 1922 senesinde saltanatın kaldırılması, devletin hâkimiyetinin tek elden yani Ankara tarafından kullanılması içindi. Hilafetin hemen kaldırılmamasının sebebi ise, Mustafa Kemal’in hilafetin İslam dünyasındaki itibarının farkında olmasından kaynaklanıyordu. Bu sebeple muhafaza edilmesi taraftarı olmuştu.
Sultan II. Abdülhamid Han’ın padişahlığı zamanında elde ettiği bu güç, onun için de yeni kurulması planlanan devletin yani Türkiye’nin elini güçlendirecek bir kozdu. Türk olmayan Müslümanları da merkeze bağlayıp, tek elden idare etme imkânını sağlayacak büyük bir fırsattı. Yunan Harbi esnasında Ankara’ya para aktaran (İş Bankası bile bu paralarla kurulmuştu) Müslümanlar da bunun en mühim belirtisidir. İşte Mustafa Kemal bütün bunları göz önüne aldığında hem siyasi, hem de manevi gücü açısından önce kendisi halife olmayı düşündü. (1924 senesine kadar olan dindar imajının sebebinin de bu olduğu o devirde yapılan yayınlarla ayan beyan ortaya koyulmaktadır.) Çünkü Müslümanlar Mustafa Kemal’i emperyalist düşmanlara karşı büyük bir zafer kazanmış kahraman olarak görüyorlardı ve bütün gazetelerde de bu minvalde haberler yapılıyordu. Bu sebeple kayıtsız şartsız biate de hazırdılar. Ancak hilafetin Osmanlı Hanedanına mündemiç (içinde saklı) bir hak olduğu inancı, bunun tatbikini mümkün kılmadı. Bunun üzerine hanedandan Abdürrahim Efendi gibi uyumlu bir şehzadeyi halife yapmak istedi.
Fakat İngilizlerin hilafet üzerinde çok farklı bir emelleri vardı. Başından beri bütün planlarının temelinde hilafetin tasfiye edilmesi yatıyordu. Bunun neticesinde Müslümanlar başsız bırakılacak ve yeni kurulacak Türk devleti de Osmanlı’dan kalan dinî ve millî fikirlerinden tamamen uzak tutularak, geçmişini reddetmesi sağlanacaktı. Bunu da kendi kanunlarını bu devlete dikte ettirerek yapacaktı. Yeni nizam tamamen bu sistem üzerine kurulacaktı. Sürekli kurallar ile ilgili dayatmalar yapılacak, bunun için her türlü imkân kullanılacaktı. Cihet hep Garp olacaktı fakat asla Garplı bir devlet olarak da kabul görmeyecekti. Bizdensin ama henüz hazır değilsin mesajı verilerek oyalama taktiği güdülecekti.
Arzu edilen istikametin yerine getirilememesi durumunda ise müeyyideler devreye girecek, ülke ekonomik manada müdahalelerle parasal çöküntülere sokulacaktı. Toplumsal olarak konjonktüre uygun hadiseler düzenlenecek; mesela laiklik elden gidiyor çığlığı, sağ sol çatışması, Alevi, Sünni ve Kürt kavgası, irtica geliyor korkusu, ismi yeni ama yapı itibariyle aynı olan Ergenekon, balyoz, gezi ayaklanması, yolsuzluk iddiaları ve FETÖ gibi argümanlar kullanılacaktı. Gerekirse asker ön plana çıkartılarak ihtilal bile yapılacaktı.
Yani hedef tamamen saltanat ve hilafetti. Sevr’in de, Lozan’ın da ana gayesi tamamen bundan ibaretti. Devletin "Wilson Prensipleri" çerçevesinde ulus devletlere parçalanmasıyla koca bir ümmet ve millet başsız bırakıldı.
En mühimi ise onlara göre Garb'ın ‘Tarihî Şark Meselesi’ de böylece çözülmüş olacaktı
.
Halifelik ve hilafet makamı
2017-02-10 02:00:00
Hilafet makamının mazisi Resûlullahın (sallallahü aleyhi ve sellem) vefatı sonrası halife olarak seçilen Hazret-i Ebu Bekri Sıddık’ın (radıyallahü teâlâ anh) devrine kadar gitmektedir.
Halife, Arapça bir kelime olup manası yerine gelen kimse demektir. İslamiyette ise Hazreti Muhammed'in (aleyhissalatü vesselam) vekili olarak, Müslümanların imamlığını ve koruyuculuğunu yapmakla vazifeli kimse demektir. Bu sebeple Eshab-ı kiramın söz birliği ile Resûlullahın yerine seçilen Hazret-i Ebu Bekir (radıyallahü teâlâ anh), Resûlullahın ilk halifesi oldu ve idareyi ele aldı.
Bundan sonra İslâm devletinin reisi, ister seçimle, ister vasiyetle, ister "zorla" başa geçsin, belirtilen şartlara haiz ise halife diye zikredildi. Dört büyük halife (Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali) ve Hazreti Hasan efendilerimizden sonra (radıyallahü anhüm) Hazreti Muaviye (radıyallahü teâlâ anh) vesilesiyle hilafet Ümeyyeoğulları'na geçti ve bir asra yakın Emevi Devleti hükümdarlığında devam etti. Daha sonra ise Haşimoğulları'nın yani Abbasilerin kontrolünde, Hülagu’nun Bağdat’ı işgal etmesine kadar Abbasi Devleti nezdinde devam etti.
1258 senesinde Bağdat’ı işgal etmekle yetinmeyen Hülagu, bütün halkı kılıçtan geçirdi. 37'nci ve son Abbasi Halifesi Mustasım'ı esir edip, aman dilediği hâlde, feci şekilde öldürdü. Abbasi ailesinin büyük küçük bütün fertlerini, katlettirdi. Hilafet yok olmanın eşiğine geldi ve sâdık bir adamı sayesinde mezalimden kurtulan şehzade olmasaydı daha on üçüncü yüzyılda tarih sahnesinden silinecekti.
Tam ismi Ebû’l Kâsım İbnü’l-Bereket Ahmed bin Zâhir El-Mûstensir Billâh olan bu şehzade, önceki halifelerden Müsterşid’in torunu Ahmed idi. İlk başlarda kendisini tüccar olarak tanıtıp saklandıysa da, Memlük Sultanı Baybars bir geçit merasimi esnasında onu fark etti ve hemen sarayına aldı. Şehzadenin müsaadesiyle halife ilan edildi ve hilafet yeniden tesis edildi. Ancak sadece sembolik olarak kaldı ve hükümdarlık Memlük Sultanına bırakıldı. Memlük sultanlarının tahta çıkması ve İslamın sancaktarı olması hep halifenin tanıması ile gerçekleşti.
***
1517 senesinde Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır’ı fethinden sonra ise hilafet Osmanlı Devleti’ne geçti. Devrin halifesi olan Musa el-Mütevekkil Alallah, Mısır’ın fethi sonrasında, padişah ile görüştü ve Sultan Selim lehine halifelikten feragat etti, padişah ile birlikte İstanbul’a geldi.
Halifelik Osmanlılara geçince, halife ve sultanın nezdinde bulunan bazı mukaddes emanetler de Osmanlılara intikal etti. Hatta Mekke Şerifi Ebu Nümeyy Berekât, Kâbe-i Muazzama’nın anahtarıyla beraber kendisinde bulunan bazı mukaddes eşyaları dahi gönderdi. Böylece yaklaşık üç asır sonra sultanlık ile halifelik Osmanlı hanedanının nezdinde remz (sembolik) olmaktan çıkarak tekrardan dünyevi bir otorite olarak tesis edilmiş oldu.
Hilafet makamının Osmanlı Devleti’ne intikal etmesi muhakkak Osmanlı Padişahlarına artı bir güç kazandırdı ancak Sultan II. Abdülhamid Han’a kadar aktif manada kullanılmadı. Ancak Osmanlı Devleti’nin güç kaybetmesi ve Müslümanların yaşadığı toprakların elden çıkarak gayrimüslimlerin hâkimiyetleri altına girmesi sonrasında ön plana çıktı. Rusya, Balkan Devletleri, Kıbrıs ve Bosna-Hersek’te İstanbul’dan tayin edilen müftü ve kadılar halifenin vekili sıfatıyla varlığını devam ettirdi.
Halife sadece Müslümanlar için değil, aynı zamanda İngilizler için de çok mühim bir meseleydi. Çünkü Müslümanların halifeye olan kuvvetli bağı, sömürgelerinde arzu ettiği tahakkümü uygulamalarına mani oluyordu. Bu sebeple hilafetin bir önce ortadan kaldırılması elzemdi.
İngilizlerin Sevr ve Lozan’ı kullanarak hilafeti ortadan kaldırma çabalarını ve hangi cihette hareket ettiklerini ise bir sonraki makalemizde ele alalım inşallah...
.
Kimine göre imha, kimine göre geciktirme politikası
2017-01-27 02:00:00
30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi, Osmanlı Devleti açısından I. Cihan Harbi’ni bitiren, aynı zamanda İtilaf Devletlerinin işgallerini başlatan bir muahede oldu.
İşgaller her ne kadar kötü gibi gözükse de istikbalde bir sulh konferansının düzenlenmesine dair bir ümit ışığını da içinde barındırıyordu. Osmanlı devlet ricalinin tavrı ise bu konferanstan müspet bir netice alınabilmesi için işgale karşı fazla mukavemet etmemek üzerine kuruluydu. Padişah Sultan Mehmet Vahdeddin Han’ın düşüncesi de bu cihete yakındı ancak o oyalama taktiğiyle, elini güçlendirme peşindeydi. Sevr’i de çeşitli bahaneler ile geçiştiriyor, imzalamaktan kaçınıyordu.
Hatta bu minvalde yapmış olduğu açıklama da bunu doğrular cihettedir.
“…hak ve adaletle telif olunamayacak (uzlaştırılamayacak) surette gayri tabii olan böyle bir muahedenin, devam ve tekerrür edemeyeceğini (istikrar kazanamayacağının) bildiğimden, hakkımızın anlaşılmasına müsait zamanın hululüne gelmesine kadar vakit kazanmak tarikinde (yolunda) devam ile muahedenin hükûmetçe kabulüne taraftar göründüm.”
Padişahın vakit kazanmaktan kastettiği de Anadolu’dan, Mustafa Kemal’i başına geçirdiği hareketten gelecek olan muvaffakiyet haberleriydi. Bu ihtimalle elini güçlendirip, sulh konferansına rahat oturma niyetindeydi. Fakat hükûmetin ve padişahın bu tavrı İtilaf Devletlerini bilhassa İngiliz idaresini kızdırdı ve baskılarını artırdılar. Bunun üzerine Sultan Vahdeddin Han da gerekirse tahttan feragat edeceğini ama Sevr’i imzalamayacağını belirtti. Bu hamle İngilizleri geçici olarak sindirse de arka planda Anadolu hareketi ile görüşülerek onlarla anlaşıldı ve ikinci plan devreye sokuldu. Bu hamle ile artık İngilizler saltanatı tamamen gözden çıkartmış oldular. Bu da İngilizlerin en başından beri ikili oynadıklarını ve her iki tarafı da idare ettiklerinin bariz bir göstergesidir.
Bu mevzu ile alakalı diğer bir tez ise İngilizlerin hadisenin bu cihete kayacağını tahmin ettikleri ve bütün ağır şartları da bu sebeple ileriye sürdükleri yönündedir. Neticede Sevr’in padişah ve hükûmet tarafından kabul görmeyeceğinin de farkında oldukları fikri ağır basmaktadır. Çünkü Orta Doğu’da menfaatlerinin tehlikeye girmesiyle, Abdülhamid Han devrinden bu yana esas niyetlerinin Osmanlı Devleti’ni yıkmak, zengin toprakları gasbetmek ve sonrasında ise Anadolu’da kendi kontrollerinde bir devlet kurmak cihetinde olduğu kanaati hâkimdir. Fakat yüzyıllardır bu toprakları İslamiyet sancağı ve bir çatı altında idare eden Osmanlı Devleti’nin yaptığını yapmak o kadar kolay değildi.
Bu sebeple projenin hayata geçirilebilmesi için muhtemel risklere karşı bazı tedbirlerin alınması gerekiyordu. İstanbul’un işgal edilmesi ve halifenin etkisiz hâle getirilmesi ise bu tedbirlerden sadece bir tanesiydi. Böylece tabii kaynaklarca zengin topraklara sahip Orta Doğu’dan temas kesilmiş oluyordu. Anadolu’dan gelecek bir tehlikenin önüne geçmek için ise İtalyanlar ve Fransızlar tarafından Anadolu’nun güney kesimleri işgal edilerek âdeta bir set oluşturuldu. Yunanlılar ise daha sonrasında İngilizlerin farklı bir kutsal gâyesine hizmet etmek adına Ege sahillerine yerleştirildi.
Bütün bu yapılanlarla, Osmanlı Devleti’nin Orta Doğu’nun topraklarında hak iddia etmesinin ciddi manada önüne geçilmiş oluyordu. Bundan sonraki adım ise şartlı ve kontrollü bir hürriyet vadederek, Anadolu’da parlamento tabanlı yeni bir Türk devletin kurulmasının sağlanmasıydı. Devletin meşruluğu ise İtilaf Devletlerinin en mühim şartı olan, toprak gasplarını yeni idarenin kabul etmesine bağlıydı.
Artık ölümü gösterip razı edilecek olan sıtmanın da çerçevesi belli olmaya başlamıştı. Bu çerçevede elinden geleni yapmış olan ve hain bir kıskacın içinde kalan Sultan Mehmed Vahdeddin Han’ın ise yapacak bir şeyi kalmamıştı. Bu sebeple onu hainlikle suçlamak gayri ahlaki bir durum olacaktır.
.
Sevr’i gösterip sıtmaya razı etmek!..
2017-01-20 02:00:00
Sevr ile alakalı yüz yıla yakındır ders kitaplarında propaganda amaçlı yayınlarla anlatılan efsaneler, artık son zamanlarda ortaya çıkan belgelerin ışığında ciddi manada tartışılmaya başlandı.
Çünkü bize zorla öğretilen, “Sevr bir paçavra idi ve kabul edilemezdi. Bundan yola çıkılarak Anadolu düşmanlardan temizlendi, bağımsız ve yeni bir devlet kuruldu. Masaya vurulan yumrukla düşmana Lozan ‘imzalattırıldı’ ve bağımsızlık tescil ettirildi. Bu sebeple Lozan emsalsiz bir zaferdir” düşüncesi artık gerçeklerin sınırlarını zorlayan, inanılırlığını ciddi manada yitiren bir propaganda hâline geldi.
Biraz daha detayına inildiğinde aslında bırakın zafer ve hezimet mevhumlarını Lozan’ı Sevr ile karşılaştırmak bile mantık dışıdır. Bunun sebebi ise Sevr’in Sultan Mehmed Vahdeddin Han tarafından imzalanmaması olduğu gibi aynı zamanda Meclis-i Mebusan’da da bırakın imzalanmayı, görüşülmemesidir. Ayrıca Yunanistan haricindeki devletlerin parlamentolarında da müzakere edilmedi. Bu sebeple sadece Sevr banliyösünde paraf atılmış bir kâğıt olmaktan öteye gidememiş, daha doğmadan ölmüş bir müsveddedir. Varlığı bile kabul görmeyen bir hadise ile Lozan’ı kıyaslamak ise ayrı bir komedidir. Yeni kurulan rejimin haklılığını ispat etme adına yapılan bir kıyas ise Lozan’ın değerini yüceltmek şöyle dursun, aksine düşürür. İtilaf devletleri bile görüşmeye almadıkları bu muahedenin kabul görmeyeceğinin farkındaydı. Esas gaye ise ölümü gösterip sıtmaya razı etmekten başka bir şey değildi.
İşte Sevr ile Osmanlı Devleti’ne sunulan ölüm fermanının bazı mühim maddeleri: “Batıda devletin yeni sınırı Çatalca olacaktı. Sözde İstanbul’un kontrolü Türklere kalıyordu ama Boğazlar kendilerinin belirlediği bir komisyon tarafından idare edilecekti. Diğer önemli olan hususiyeti ise siyasi feragatler içermesiydi. Osmanlı Devleti’nin kendisinden fiilen ayrılmış ancak hukuki bağı bulunan Mısır, Libya, Oniki Ada ve Meis Adası üzerindeki hükümranlık haklarından tamamen feragat etmesi isteniyordu. Hicaz bölgesi İngilizlerin gölgesinde müstakil olurken, Suriye ve Lübnan’da Fransız mandası kurulacaktı. Yemen, Irak ve Filistin İngiliz mandasına bırakılırken, Mısır, Sudan ve Kıbrıs tamamen İngilizlere kalıyordu. İzmir ve çevresi ise Yunanistan’ın kontrolünde azınlıklıklara terk edilirken, beş yıl içinde Milletler Cemiyeti’ne yapılan başvuruyla tamamen Yunanlıların idaresine geçebilecekti. Doğu’da ise müstakil bir Ermenistan ve muhtariyet Kürdistan tesis ediliyordu. Üç kıtaya hükmetmiş, cihanı titretmiş Türklere ise Ankara ve Kastamonu civarını ihtiva eden İç Anadolu ve Orta Karadeniz’den müteşekkil küçücük bir bölge bırakılıyordu. Azınlıklara husûsi haklar verilmesi, kapitülasyonların devam etmesi ve Anadolu’da itilaf devletlerine ait yeni ekonomik nüfuz alanları inşa edilmesi de cabasıydı...”
Versay’dan bile ağır olan bu şartları hiçbir Osmanlı devlet idarecisinin imzalaması mümkün değildi. Zira Sadrazam Tevfik Paşa da imza atmaya yanaşmadı ve müzakerelerden çekildi. Bunun üzerine İngilizlerin İzmir’i işgal etmesini sağladığı Yunanlılar, Anadolu içlerine sevk edilerek uyduruktan gözdağı verildi. Çünkü yeni düzenin kurulması için gereken baskı için bu muahedenin imzalanmış gibi gösterilmesi bile yeterli olacaktı. Nihayetinde Maarif Nazırı Bağdatlı Hadi Paşa, Şûra-i Devlet Reisi Rıza Tevfik ve Bern Sefiri Reşad Hâlis Bey’den müteşekkil ikinci bir heyet, Paris Sulh Konferanslarının üçüncü ayında, Paris’in Sevr banliyösünde 10 Ağustos 1920’de bu projeyi paraf etmek durumunda kaldı. Karşı tarafta Britanya, Fransa, Japonya, İtalya, Ermenistan, Belçika, Yunanistan, Hicaz Krallığı, Polonya, Portekiz, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı ve Çekoslovakya yani bütün cihan vardı.
Muahedeye paraf atılması, kabul edildiği intibaı uyandırmasın. Çünkü muahedesinin kabul edilmiş sayılması için hükûmetin ve devlet başkanının da tasdik etmesi gerekiyordu. Aksi durumda muahedenin yürürlüğe girmesi söz konusu bile değildi.
Netice; Sevr taslağı, Osmanlı Devleti’nin imhası için ortaya konulan planlar silsilesinin evveliyatını teşkil etmektedir ve resmî çerçevede hiçbir şekilde Lozan ile kıyas yapılması mümkün değildir.
Sevr’e giden yolda Osmanlı’nın hazin durumu
2016-12-23 02:00:00
I. Cihan Harbi’nin gerçek gayesi Osmanlı Devleti’nin kulağını çekmek ve başta petrol olmak üzere hâkimi olduğu topraklarındaki enerji kaynaklarını Avrupa’ya taşımaktı. Ancak Osmanlının harbe dâhil olmasıyla ortaya çıkan büyük yıkımlar yüzünden, İngilizlerin niyeti değişmişti.
Artık yeni proje Osmanlı Devletinin kulağını çekmekten çok daha büyük bir noktaya gelmişti. Toprak kayıplarının yanı sıra, uzun zaman Türklerin kafasını kaldırmaması cihetinde ciddi bir ceza verilmesi düşünülüyordu. İşte Paris Sulh Konferansı ile başlayan sürecin nihai hedefi de bu projenin hukuki ve siyasi bir zemine oturtulması amacını taşıyordu.
1918 yılının ikinci yarısında Osmanlı Devleti bir oldubittiye getirilerek sokulduğu harbi kaybettiklerine kanaat getirmişti. Bu işin sorumluları idam korkusuyla yurt dışına kaçmış, geride mazlum bir vatan bırakmışlardı. Devlet ricali ise ortaya çıkan bu neticenin devlete çok pahalıya mal olacağının hatta ciddi toprak kayıplarının da yaşanacağının farkındalardı.
Ancak devletin imparatorluk geleneğinden gelmesi ve hilafet makamını elinde bulundurması hasebiyle, devletin hayatiyetinin mutlaka sağlanacağı kanaati hâkimdi. Toprak kaybı mutlaka olacaktı ancak devletin merkezi ve yakın çevresi yine ellerinde kalacak, diğer yerlere ise muhtariyet verilerek İstanbul ile bağlantısı kesilmeyecekti. Bu arada İngilizlerin korktukları başlarına geldi ve ittihatçı düşmanı olan yeni padişah Sultan Mehmed Vahdeddin Han, harbe girmelerinin müsebbibi olan İttihatçılara tavır aldı. Hükümetin aksine padişah duruma çok hâkimdi ve ağabeyi Sultan II. Abdülhamid Han döneminden bu yana İngilizlerin devlet üzerindeki gizli maksatlarının da farkındaydı. Bu sebeple bekle gör siyasetini güdüyordu. Bu sebeple Paris Sulh Konferansı sürecinde de Sevr Muahedesi sırasında da sürekli oyalama taktiği güttü. Böylece vetireyi uzatacak, elini kuvvetlendirecek bir fırsat çıkmasını bekleyecekti.
Fakat devlet ricali Paris Konferansı sürecini iyi okuyamamıştı ve hayalperest, tecrübesiz bir devlet adamı olan Damat Ferit Paşa vahametin farkında değildi. Ayrıca padişahın durumu yumuşatma girişimlerinin ve bekle gör politikasının aksine, konferansta sert bir sunum yapmış ve bu durum itilaf devletleri tarafından ciddi bir kızgınlıkla karşılanmıştı. Teklifinin o anki şartlara yabancı olduğu o kadar aşikârdı ki; Müttefik devletlerin bu zeminde bir sulhu kabul etmeleri tabii olarak mümkün gözükmüyordu. Âdeta yangına körükle gitmek gibi bir durum söz konusuydu.
Osmanlı hükûmetine göre Trakya’da 1878 Berlin Kongresi sınırlarına geri dönülmeliydi. Adalar yeniden Osmanlı egemenliğine girmeliydi. Musul dâhil Arap vilayetlerine muhtariyet tanınsa bile merkeze bağlı kalmalıydılar ve valiler sultan tarafından atanmalıydı. Rus Ermenistan’ında kurulan müstakil bir devlete ise tartışmak kaydıyla sıcak bakıyorlardı. Mısır ve Kıbrıs’ın geleceği ile ilgili ise şartları görüşmeye hazırlardı.
Ortaya konulan bu teklif Lloyd George tarafından “güzel şakalar ve siyasal kifayetsizlik” olarak vasıflandırıldı. Harp mağlubu olarak cezalandırmak istedikleri devlet, karşılarına müttefiklerden bile bile fazla taleple çıkmıştı. Bu arada padişahın beklediği fırsat ayağına geldi. İngilizler Anadolu’da çıkan mukavemetlerin bastırılmasını istiyordu. Bunun üzerine padişah Anadolu’ya bir müfettiş gönderdi. Bu müfettiş; İngilizlerin arzusunu yerine getirir gibi gözüküp, Anadolu’da padişahın mümessili olarak halkın mahalli mukavemet hareketlerini bir elde toplayıp millî mukavemet oluşturacaktı. Bu durum sulh müzâkerelerinde İstanbul’un elini güçlendirecekti. Artık adım adım Sevr’e doğru yaklaşılıyordu.
Gerek padişahın, gerek Osmanlı hükûmetinin asla kabul edemeyeceği netice ise Sevr ile açıklandı. I. Cihan Harbi’nin son anlaşması olan bu muahede, Paris Sulh Konferanslarının yaklaşık üçüncü ayında 10 Ağustos günü sadece heyet tarafından imzalandı ve Ferit Paşa’nın tahayyül edemediği hazin tablo gözler önüne serilmişti...
Sevr Projesi nedir, ne değildir?
2016-12-30 02:00:00
Sevr ve Lozan Muahedeleri, yakın tarihimizin en muğlak noktası olan ve her devrin menfaatleri çerçevesinde çarpıtılan ehemmiyetli hadiselerdir. Bu minvalde kılıktan kılığa sokulmuş, tanınmaz hâle getirilmiştir.
Gündeme getirildiği her devirde Sevr ile ilgili yapılan büyük hata ise bu muahedeye şiddetle karşı çıkmasına ve imzalamamasına rağmen, Sultan Mehmed Vahideddin Han’ın bu muahededen sorumlu tutularak onu hain gösterme çabasıdır. Hadise bilerek çarpıtılarak gerçekler saklanmaktadır.
Sevr Muahedesi o kadar mühimdir ki; I. Cihan Harbi’ni, Millî Mücadeleyi ve Lozan’ı anlamanın yolu Sevr’i anlamaktan geçmektedir. Sevr Osmanlı’nın tasfiye projesi, Lozan ise bu projenin resmiyete döküldüğü ve hukuki bir zemine dayandırıldığı muahededir. Aynı zamanda Sevr, üç sene sonra önümüze sürülecek Lozan’ı kabul etmemiz için, ölümün gösterilip sıtmaya razı edilmesi projesidir. Sevr’in tarafları, ortaya çıkan bu hâlin gerçekçi olmadığının ve herkesin gizli bir ajandasının mevcut olduğunun da farkındalardı. Herkes üzerine düşen vazifeyi layıkıyla yerine getirme çabasındaydı.
Sevr’in ehemmiyetini daha iyi anlamak için biraz daha detay vermek gerekiyor. Daha önceki makalelerde de anlattığımız gibi aslında işin en temelinde garbın gün be gün ortaya çıkan enerji açlığı ve buna mani olarak gördükleri Osmanlı Devleti ve onun nezdinde hilafet makamı vardı. Çünkü demir fabrikalarla donatılan garbın vazgeçilmezi olan enerji kaynağı Türklerdeydi. Devletin cenup toprakları, en kıymetli ve verimli bir enerji olan petrol ile kaynıyordu. İşte zaman zaman farklı şekillere bürünen projenin tatbik edilme gayretinin sebebi de buydu.
Devlet, öncelikle oldubittiye getirilerek cihan harbine sokuldu. Ayakta duramayacak hâle getirilen onların tabiriyle "hasta adam", sonrasında sulh muahedeleri adı altında haraç mezat paylaşılmaya başlandı. Kuvvetli aktör İngilizlerin bir diğer hedefi de hilafet makamı idi. Çünkü imamenin ortadan kaldırılmasıyla, Türklerin cihan hâkimiyeti iddiasını besleyen damarlar kesilip atılmış olacaktı. Neticede Müslümanlar, ipi kopan tespihin taneleri gibi bir daha bir araya gelemeyecek şekilde dağıldı...
Burada diğer bir noktayı da belirtmek gerekir. Cihan Harbi’nin gizli anlaşmalarında, Mondros’ta ve Sevr’de hiçbir zaman Türkleri ve Müslümanları tamamen ortadan kaldırmak gibi bir proje olmadı. Hatta ilk başlarda Anadolu’ya sıkışmış, minyatür bir Osmanlı Devleti konuşuluyordu. İşgal edilen Orta Doğu topraklarında, kendi menfaatlerini güden devletçiklerin kurulması yeterli olacaktı. Ancak bu merhalede Ankara hükümeti ile yapılan görüşmeler neticesinde, hadise farklı bir boyuta taşındı. Artık proje, üç kıtaya hükmetmiş koca devletin, şartlı hürriyet ile kimliğinin ve adının değiştirilerek küçük bir toprak parçasına sıkıştırılması hâlini aldı. Tekrar eski günlerine dönememesini garanti altına almak için de çeşitli argümanlarla dâhili problemlerden başını kaldırmasına müsaade edilmedi ve cihan hâkimiyeti iddiasından uzaklaştırıldı.
Bu projenin esas mimarlarından olan liberal İngiliz Başbakanı Lloyd George, muahede şartlarını gerekirse Yunanlıların askerî gücünü kullanarak yerine getirmeyi planlasa da İngiltere’nin muhafazakârları farklı kanaatteydi. Onlar, Türklerle anlaşma yoluna gitmek istiyorlardı. Çünkü sıcak denizlere inme ve Orta Doğu’da söz sahibi olma emelleri olan Ruslara karşı Türklerin tampon olarak kullanılması düşünülüyordu. İşte hadisenin bu mühim noktaları, Türklerin hiçbir zaman tamamen ortadan kaldırılmasının düşünülmediğini de net olarak ortaya koymaktadır.
Neticede Sevr; Lozan’ın mukaddimesidir. Lozan’ı kabul ettirebilme ve Türkleri uzunca bir müddet tarihin tozlu sayfalarına gömme gayesini taşımaktadır. Parçalanmakta olan Osmanlı Devleti’nin ulus devletler hâline getirilmesinin ve “güçlünün sözü geçer” prensibinin, zamanın politik aktörleri tarafından dikte ettirilmesinin açık bir tezahürüdür.
.
Bir Sevr hikâyesidir anlatılır durur
2017-01-06 02:00:00
“Sevr’i yırtıp attık, Anadolu’yu düşmanlardan temizledik. Yumruğumuzu vurarak Lozan’ı imzalattık, devletimizi tescil ettirdik. Bu sebeple Sevr hezimettir, Lozan ise mukayese kabul etmeyen zaferdir.”
Bu sözler uzun senelerdir bizlere talim edilen ve bunun da ötesine geçip âdeta ezberlemek zorunda bırakılan bilgiler. Hatta tam manasıyla ifadeler şu şekildedir: “Ankara hükûmeti, Sevr’i asla kabul etmeyip yırtıp atmış ve Padişaha rağmen yedi düveli yurttan kovarak, Lozan’da şerefli barış muahedesi imzalayarak hürriyetini ilan etmiştir.”
Gerçi artık birçok kesim tarafından bu ifadeler resmî kaynaklarla karşılaştırıldığında trajikomik olarak kabul edilse de yakın bir zamana kadar bunun tartışılması bile mevzubahis değildi. Çünkü bu, yeni kurulan rejiminin kabul görmesi için ortaya konulan Kemalist inanışın manifestosuydu. Aksi bir durum söz konusu olduğunda ise rejimin inkâra uğrayacağı ve yıkılacağı düşünülüyordu. Bunun için kraldan çok kralcı gözüken rejim muhafızları için Cumhuriyet’i yüceltebilmenin yolu, Sevr bahanesiyle padişahı ve Osmanlı Devleti’ni tarihe geri çıkmamacasına gömmekten geçiyordu.
Bu sadece Türkiye için geçerli değildi elbette. O devirde birçok ülkede bu tarz harekete rastlamak mümkün. Ayrıca tarih boyunca da bu şekilde olagelmiştir. Çünkü yeni rejim, kendisini sağlama almak adına eski rejimi olabildiğince kötülemek ve gömmek zorundadır. Burada da buna benzer bir durum yaşanmıştır.
Maalesef Osmanlı İmparatorluğu’nun Sevr Muahedesi’ni sorgusuz sualsiz kabul ettiğine dair bir inanış vardır. Hazin olan durum ise bu yakın tarihimizin bir dizi taraflı kabullerinden sadece birisidir. Hâlbuki ne padişah Sultan Mehmed Vahideddin Han, ne de Meclis-i Mebusan, muahedeyi tasdik etmemiştir. Hatta muahede olarak bile kabul görmemiştir. Mustafa Kemal bile bunu bir proje olarak görmüş, Nutuk’ta da dokuz farklı yerde bu şekilde dile getirmiştir. Bütün bunların ayan beyan ortada olmasına rağmen, hâlâ muahedenin imzalandığına gerçekten inananlar var.
Bu inananlara da hayret etmemek lazım gelir. Çünkü yıllar boyunca bizlere padişahı kötülemek maksadıyla öğretilenler elle tutulur şeyler değildi. Onu ve devletini Türklerin zihninden silmek, tamamen farklı bir medeniyetin torunlarıymışızcasına tecrid edilmiş bir millet hâline getirilmemiz, sadece kraldan çok kralcıların değil, hemen hemen karşımızda duran bütün cihanın hedefiydi.
Ne öğretiyorlardı bize; “İngiliz'i, Fransız'ı, İtalyan'ı, Yunan'ı toplanmış, topraklarımız bölünüp parçalanmak, Türk’ün haysiyetini beş paralık etmek için onun vücudunda 'vivisection', yani diri diri ameliyat yapmak için el ele vermişti. Sevr’i hain ve işbirlikçi İstanbul hükûmeti ve padişahına imzalatmışlardı. Dolayısıyla Damad Ferid kadar Sultan Vahideddin de haindir, satılmıştır, işbirlikçidir. Bundan sebep Sevr yırtılıp atıldı ve yedi düvel ile harb edilerek düşman kovuldu...” Bu arada Mondros’tan Lozan’a uzanan süreci anlatan ve çocuklara ezberletilen “Atatürk yoktu, düşmanlar çoktu/Atatürk geldi, düşmanı yendi” şiirini de unutmamak gerekiyor elbette...
Önümüze sunulan ve dayatılan, doksan küsur yıldır zihnimize kazınmak istenen bu fikirler maalesef yakın tarihimiz ile ilgili bilgilerimizi tamamen altüst etti. Tabii olarak bu dengeye bağlı komşu ve kardeş devletlerin tarihleri de farklı boyutlarla önümüze sunuldu. Mesela münasebetlerin müspet olması arzu edilen devletlerin sadece (kendilerince) güzel tarafları anlatılırken, dost görülebileceklerin de tamamen (kendilerince) menfi ciheti önümüze sürüldü. Yani kısacası kendi tarihimizi yanlış öğrettiğimiz yetmedi, bir de diğer devletlerin tarihlerini yeniden dizayn etmeye kalktık.
İşte Sevr efsanenin Türk milletine zorla nakşettirilmesinin böyle tuhaf bir hikâyesi vardır.
.
Osmanlı üzerine çökmüş sinsi kurt; “Büyük Britanya”
2016-12-16 02:00:00
I. Cihan Harbi sonrasında İngiltere, İtilaf Devletlerini Paris Konferansı adı altında, İngiliz diplomat Harold Nicolson’ın tabiriyle “sulhu değil, ebedi sulhu kuracakları” vaadiyle topladı.
Ancak hiçbir zaman gerçek maksat bu minvalde değildi. Çünkü İngilizler için sulh ancak onlara hizmet ediyorsa mukaddesti ve aksi bir durum söz konusu bile olamazdı. Bu manada -mühim misallerini bir önceki makalede aktardığım gibi- ortaklarını bile bu mücadelede devre dışı bırakabilmek için her şeyi yapıyorlardı. Ayrıca Rusya’nın Bolşevik İhtilali sebebiyle harpten çekilmesi, onlara bırakılması planlanan toprakların da yeniden paylaşılması demekti. Bu sebeple Osmanlı Devleti’nin üzerine çöreklenenler İngilizlerin bu tavrı sebebiyle sulh için itilaftan da ittifaktan da çok uzaktaydılar.
Ayrıca Büyük Britanya kendi içinde de birliği sağlayamıyordu. Ne kadar toprak ele geçirebilirsek o kadar iyi olur diyen ananevi yapı ile imparatorluğun fazla yayıldığı ve bu sebeple elde tutulacak toprakların ehemmiyetinin değerlendirilmesi gerektiğini savunan iki kesim arasında çatışma vardı.
Siyaset kanadının haricinde bakanlık nezdinde de buna benzer bir çatışma yaşanıyordu. Foreign Office (Dışişleri Bakanlığı), War Office (Savaş Bakanlığı) ve India Office (Hindistan İşleri Bakanlığı) paylaşımlar ve kararlar konusunda tamamen farklı kanaatlere sahipti.
India Office; Padişahın aynı zamanda Müslümanların halifesi sıfatına sahip olması sebebiyle, İstanbul’dan çıkartılmasının Hindistan’da huzursuzluğa sebep olacağı kanaatindeydi. Ayrıca 1857 Hint Ayaklanmasına benzer bir durumun tekrar yaşanması ihtimaline karşı Osmanlı Devleti’nin ağır bir şekilde cezalandırılmasına da karşı çıkıyordu.
Foreign Office ise Britanyalı idealist bir politikacı olan ve dört dönem Birleşik Krallık Başbakanlığı yapan William Ewart Gladstone’un idealini müdafaa ediyordu. Türk düşmanlığının en kesif bir şekilde müşahede edildiği bakanlık, Türklerin olmadığı bir Avrupa için asırlardır beklenen fırsatın ayaklarına geldiği iddiasıyla gerekenin yapılması için baskı yapıyordu. Hatta bunun için Orta Doğu Departmanının kurulmasını ve ağır cezaya karşı olan India Office’in de aradan çıkartılmasını istiyordu.
War Office ise India Office’in ortaya koyduğu hilafet endişesini farklı bir usul ile çözme niyetindeydi. Hilafeti Osmanlı Devleti’ni yıkmak için kullandıkları ve zaten kontrolleri altında bulunan Araplara vererek; hem Türklerden kurtulmak hem de Hindistan meselesinin halletmek istiyorlardı. Ayrıca o bölgede bulunan bir milyonu aşkın personelin maddi yükünün ekonomiye zarar vereceği görüşündeydi. India Office ise Arap hilafetinin tahakküm altına alınmış ve arzu edilen her şeyi yapmaya hazır bir Türk hilafetinden çok daha tehlikeli olacağı görüşüyle bu plana da karşı çıktı.
Bu kurumların ortaya koyduğu fikir ayrılığı, Birleşik Krallık’ı öyle bir noktaya getirdi ki; kendi içlerinde İstanbul’un geleceği için 1920’nin başında kurulan Cemiyet-i Akvam adına Amerikan mandası idaresi, dost Sultan’ın İstanbul’da kalması ve şehrin Büyük Yunanistan’a bırakılması gibi taban tabana zıt üç tez müdafaa ediliyordu.
O devrin şartlarına bakıldığında ortaya çıkacak olan paylaşımın gerek itilaf devletleri gerek kavmî ve dinî gruplar zaviyesinden memnuniyet doğurmayacağı çok açıktı. İngiliz hariciyesi adına çalışan Toynbee’nin ifadeleri de bunu ortaya koymaktadır.
“On iki yıl süren savaş ülkenin dâhili gelişmesini engellemişti. Türkiye’nin eyaletleri gitmiş, müttefikleri ezilmiş ve Hint Müslümanları arasındaki destekçileri dışında, İslam kampında bile dostu kalmamıştı. İstanbul muzaffer galiplerin elindeydi, Türkiye düşmanlar tarafından kuşatılmıştı. Devletler kamp ateşi etrafında toplanan kurtlar gibi kapısının eşiğinde aç gözlerle sinsice dolaşıyorlardı. Türkiye tab’an zengin, emperyalistler ise tamahkârdı.”
.
Osmanlı Devleti’nin paylaşılamayan toprakları
2016-12-02 02:00:00
Osmanlı Devleti’nin paylaşımında ve sözde Orta Doğu sulh çalışmalarında emperyalist güçlerin karşılaştıkları en büyük mesele, bölgeyi fazla tanımamalarıydı. Bu anlamda büyük bir stratejik mücadele veriyorlardı.
Gerçeklere bakıldığında Orta Doğu’da sulh getireceklerini söyleyen Fransa ve İngiltere için insani gayeler, stratejik çıkarları için kullanılan birer vasıtadan başka bir şey olmaktan öteye gitmiyordu. Burada tamamen ülkelerinin menfaatleri devreye giriyor, hatta bu sebeple bazı noktalarda birlikteliği sağlayamıyorlardı. Çünkü paylaşılacak topraklar çok kıymetliydi ve güç altın tepsideydi.
Bu sebeple gücü tek başına elinde toplamak isteyen İngiltere, harp esnasında uzlaşılan bazı noktaları kabul etmiyor, İtilaf Devletlerine ve işbirlikçilerine karşı verdiği vaatlerini geri almak istiyordu. Bunun ilk belirtisi Mondros’ta ortaya çıkmıştı. İngilizler mütareke konusunda Fransızlarla şiddetli bir tartışmaya tutuşmuşlar bunun neticesinde Amiral Calthorpe, Fransızların dışlanması emrine uyarak Rauf (Orbay) Bey ile müzakereleri doğrudan yürütmüştü.
İngilizler Orta Doğu’nun geleceğinin tamamen kendileri tarafından belirlenmesi konusunda ısrarcıydı. Bu sebeple Paris Sulh Konferansı öncesinde Llyod George, savaş sırasında Fransa’ya verilen vaatlerin bir kısmını doğrudan geri istemiş ve almıştı. Benzer bir tartışma da İtalya yüzünden ortaya çıktı. Londra ve Saint Jean de Maurienne uzlaşmaları çerçevesinde vaatlerin yerine getirilmesini isteyen İtalyanlar, karşılarında İngiltere ve Fransa’yı buldu. İtalya’nın Adana’ya asker çıkarma müracaatının reddedilmesine karşılık Fransa’nın İtalya’ya vadedilen bölgelere asker göndermesine izin verilmesi anlaşmazlığı tırmandırdı. İtalyanların itirazı ise Yunanların Ege’de yaşayan Rum nüfusunu gerekçe göstererek bu topraklar üzerinde hak iddia etmesiydi.
Karşılaşılan itiraz sadece itilaf kuvvetleri ile de sınırlı değildi. Farklı grupların hak iddiaları vardı. Sykes-Picot-Sazanov olarak bilinen ve İngiltere, Fransa ve Rusya arasında 1916 senesinde imzalanan gizli mutabakatın, Bolşevikler tarafından 1918 senesinde açıklanmasından sonra Şerif Hüseyin ibn Ali rahatsızlığını açıkça dile getirdi. Çünkü kendisine istiklal konusunda söz verilmişti. Arapları küstürmek istemeyen İngilizler, kendisine evvelce yapılmış vaatlerin geçerliliğini koruduğunu ve Balfour Deklarasyonu (Yahudilerin Filistin’de “national home” olarak tanımladığı bir yapılanma kurmasına destek vaadi) ile çelişmeyeceğini belirtti. Ayrıca Osmanlılardan kurtarılan veya itilaf kuvvetleri tarafından işgal altında bulunan bölgelerin tam istiklalinin tanınacağı cihetinde de garanti verildi. Henüz Türklerin elinde olan alanların geleceğinin belirlenmesinde ise yerel ahalinin onayı “plebisit” ilkesi göz önünde bulundurulacaktı.
Bütün bu şartlar çerçevesinde ABD Başkanı Wilson’un ortaya koyduğu idealizm, emperyalist devletlerin maksatlarını minimize etmeyi amaçlıyordu. Ancak gelinen son noktada, vetire (süreç) itilaf devletlerinin arzuları çerçevesinde gerçekleşiyordu. Hatta İngiltere bu manada diğer ortaklarını pastanın dışında tutma gayreti içindeydi. Bilhassa Orta Doğu konusunda son sözün kendisi tarafından söylenmesini istiyordu. Ancak Britanya’nın da göz ardı edemeyeceği büyük meseleleri vardı.
Ortaya koyacağı kararlarda üç büyük din mensuplarını da memnun edebilmek için bir hâl çaresine bakmak zorundaydı. Çünkü Hristiyan bir İmparatorluk olan İngiltere, Hindistan sebebiyle de kendisini Müslümanlığın en büyük temsilcisi olarak görüyordu. Ayrıca Balfour Deklarasyonu ile Yahudilerin de hamisi durumuna geçti. Durum o kadar vahim bir hâle geldi ki; farklı gruplar aynı bölgeler üzerinde hak iddia ediyorlar, bu manada iklim şartları bile meşrulaştırıcı bir mefhum olarak kullanılıyordu.
Netice olarak kâğıt üzerinde son derece kolay gözüken, İtilaf Devletleri tarafından ayrıntıları ince detaylara varıncaya kadar kararlaştırılmış Osmanlı paylaşımı tam bir karmaşaya dönüşmüştü...
.
Yolun başı Paris Sulh Konferansı
2016-11-21 02:00:00
İngilizler kısa sürede biteceğine inandıkları harbin uzamasından Osmanlıları sorumlu tutuyorlardı. Bu sebeple Osmanlı Devleti Mondros Mütarekesi ile nihayete eren I. Cihan Harbi’nin acı reçetesi ile karşılaşmak üzereydi.
Her ne kadar İtilaf Devletleri bilhassa da İngilizler bütün planlarını Osmanlı aleyhine kurmuş olsalar da Osmanlı devlet ricalinin tavrı iyimserdi. Mütareke sonrasında muhtemel sulh konferansının olacağına ve buradan da Osmanlı lehine bir karar çıkacağına iniyorlardı. Bunun için ise tek şart vardı. O da geçici olduğuna inandıkları işgallere karşı fazla bir aksülamel gösterilmemesiydi. Böylece itilaf devletlerinin kızgınlığının da yatıştırılması düşünülüyordu. Sultan Mehmed Vahdeddin Han’ın da kanaati bu cihetteydi. Ancak Sultan bu sulh konferansları ile işgalci devletleri oyalayıp, Anadolu’dan bir hürriyet hareketi başlatarak devleti düşmanlardan temizlemeyi planlıyordu. En makul düşünce de buydu.
İtilaf devletleri nezdinde İngilizler, bu mütareke ile Osmanlı Devleti’ni tarih sahnesinden silmeyi ve yerine kendilerine bağlı, İslamiyetten ve eski geleneklerden uzak, geçmişini reddeden bir Türk devletinin kurulmasını arzu ediyorlardı. Ayrıca hilafeti de bu vesileyle kaldırarak müstemlekesi altında bulunan Müslüman devletleri, bilhassa da Hintlileri rahatlıkla kontrol etmeyi planlıyorlardı.
Tüm bu şartlar dâhilinde Paris Sulh Konferansı 18 Ocak 1919 tarihinde başladı. Bu görüşmeler I. Cihan Harbi sonrasında galip devletlerin mağlup devletlere dikte ettirilecek sulh antlaşmalarının çerçevelerinin çizildiği bir beynelmilel toplantılar dizisini meydana getiriyordu. Kısa sürede neticelenmesi gereken bu vetire Londra, Paris gibi farklı adlarla Lozan Muahedesi’ne kadar devam etti. Onlar için en makul netice ise Osmanlı Devleti’nin tasfiyesinin gerçekleşmesiyle senelerdir başlarına bela olan şark meselesinin halledilmesiydi.
Altı ay süren görüşmelerin neticesinde Almanya ağır şartlara mahkûm edildi ve asker sınırlaması getirilerek Avrupa’nın güvenliği sağlandı. Osmanlı heyeti ise ancak mayıs ayının sonlarına doğru, o da ısrarlar neticesinde çağırıldı. İtilaf Devletlerinin amacı onları dinlemek değil, haklarında verdikleri kararları yüzlerine okumaktı. Düşünülen tahakküm ise Almanya’ya uygulanandan bile daha ağırdı. İngilizler demeçleriyle, yaptıkları konuşmalarla bunu açıkça ortaya koyuyorlardı.
Mesela İngiliz diplomat Llyod George, Osmanlı’nın I. Cihan Harbi’ne katılması ile ilgili Paris’te yaptığı konuşmada, “Türklerin son zarlarını attıkları” ibaresini kullanmış, Türklerin dünya medeniyetinin kurulduğu yerleri yönetmesine bir daha asla izin verilmeyeceğini de sözlerine eklemişti.
Görüşmelerin en büyük handikabı ise sadece savaş galiplerinin değil, Osmanlı paylaşımından etkilenecek değişik grupların da taleplerinin olmasıydı. Yunan devlet adamlarından Ermeni delegasyonuna, Kürt cemiyetlerinde Marunî Kilisesi temsilcilerinin önderliğindeki Lübnan heyetine, Şerif Hüseyin bin Ali’nin oğlundan Siyonist Teşkilatı Liderliğine uzanan bir yelpazedeki gruplar birbirleriyle çatışan isteklerinde diretiyorlardı. Bunlara ilaveten İngiliz-Fransız, Yunan-İtalyan ve Arap-Yahudi rekabeti harp esnasında uzlaşılan anlaşmaların hayata geçirilmesini imkânsız hâle getirdi.
Buna İngilizlerin her şeyi sahiplenici tutumları da eklenince hadisenin vahameti daha da arttı. ABD Başkanı Wilson’ın gizli anlaşmaların kenara bırakılması fikri ise çare olmak yerine, anlaşmazlığa katkıda bulundu.
Bütün bunlar sulh muahedesinin imzalanmasının ve Osmanlı Devleti’nin paylaşımının ve Orta Doğu’da sulhun sağlanmasının çok zor olduğunu ortaya koyuyordu. Bu sebeple Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan ile imzalanacak muahedelerinin taslakları hazırlandı ancak Osmanlı Devletinin metni ise sonraya yani Sevr’e bırakıldı...
.
Cihan Harbi mağlubiyeti sonrası Osmanlı Devleti
2016-11-04 02:00:00
1918 senesinin ortalarına gelindiğinde I. Cihan Harbi’nin galip ve mağlup devletleri neredeyse belli olmuştu. Almanya ve Osmanlı’nın başı çektiği ittifak devletleri hızlı bir şekilde mağlubiyete doğru ilerliyordu.
Arka arkaya alınan mağlubiyetler, dağılan ve sadece kâğıt üzerinde varlığından bahsedilebilen ordular, asker kaçakları ve bilhassa Arap vilayetlerinde İngiliz destekli isyanlar, neticenin yakında alınacağının işaretini veriyordu. Birçok cephede hızlı bir şekilde ilerleyen İtilaf Devletleri de neticenin kendi lehlerine olacağı kanaatini güçlendiriyordu.
Aynı şekilde Enver Paşa’nın bir oldubittiye getirerek harbe soktuğu Osmanlı Devleti’nin idarecileri de 1918 yazının ilerleyen günlerinde harbin kaybedildiğine kanaat getirmişlerdi. Kafkasya ve Çanakkale cepheleri ile kısmi başarılar hariç Sina, Filistin, Hicaz, Yemen, Irak, İran, Galiçya, Makedonya cephelerinde muvaffakiyet sağlanamamıştı. Devlet ricali ortaya çıkan bu neticenin devlete çok pahalıya mal olacağının da farkındaydı.
Osmanlı’nın harbe girme kararı üzerine açıklama yapan İngiliz Başbakan Asquith, bir beyanatında “Osmanlı hâkimiyetini sadece Avrupa’da değil, Asya’da da sona erdirmek ve Türklerin ölüm fermanını yazmak” demişti. Bu açıklama, bu harbin neticesinin Osmanlı’ya ne kadar pahalıya mal olacağının ve ciddi bir toprak kaybı ile karşılaşılacağının da açık ilanıydı.
Fakat Osmanlı Devleti hükümeti hilafet makamını elinde bulunduran bir devletin hayatiyetinin de sağlanacağını, aksi bir durumun söz konusu olmayacağını düşünüyordu. Onlara göre devletin merkezi ve yakın çevresi yine ellerinde kalacak, diğer yerlere ise muhtariyet verilerek İstanbul ile bağlantısı kesilmeyecekti. Fakat İngilizlerin gizli ajansından haberdar değillerdi.
Bu arada Rusya’da yaşanan bir gelişme, bu hayallerinin asla gerçekleşemeyeceğini açık bir şekilde ortaya koydu. 1905’ten beri ihtilallerden başını kaldıramayan Rusya, Almanlara karşı yaptığı Tannenberg Savaşı’nda kaybettiği gücünü daha toparlayamadan bu sefer de Menşevikler ve Beyaz Ordu’nun ayaklanmasıyla uğraşıyordu. Çanakkale Muharebesi’nde İngilizlerin Boğaz'ı geçememesi ve kendilerine yardım getirememesi üzerine daha fazla mukavemet edemedi ve 1917 senesinin Şubat ayında teslim oldu. Menşeviklerin iktidara geçmesiyle Rusya hücumlarını durdurdu. Ekim ayında ise Bolşeviklerin yapmış olduğu ihtilal sonrasında Rusya Brest-Litowsk Antlaşması'yla tamamen harpten çekildi. Bunun neticesinde 1916 senesinde Britanya ve Fransa ile yapılan Sykes-Picot-Sazanov muahedesinden vazgeçtiler ve Osmanlı İmparatorluğu'nun parçalanmasına ilişkin gizli planları gazeteye sızdırdılar.
Ortaya çıkan bu belgeler neticesinde Osmanlı Devleti’nin idarecileri tasavvur ettikleri durumun çok iyimser olmadığını ve çok daha kötü neticelerin kendilerini beklediğini anladılar. Çünkü bizzat Dışişleri Komiseri Troçki tarafından açıklanan metine göre sadece Arap vilayetlerinin değil, Şark ve Cenup Anadolu’nun da farklı işgal ve nüfuz bölgelerine ayrıldığı devletin âdeta parça parça edildiği açıkça görülüyordu.
Nitekim 26 Nisan 1916 Londra Muahedesi’nden bir ay sonra mayıs ayında yapılan Skyes-Picot-Sazanov uzlaşması ve Ağustos 1917’de ise Saint Jean de Maurienne Muahedesi de bunu doğrular vasıftaydı. Balfour Deklarasyonu ile Filistin’de Yahudilerin yapılanması da işin cabasıydı. Harbe sonradan katılan İtalya ve Yunanistan ülkelerinin de Batı Anadolu üzerinde ciddi talepleri söz konusuydu.
2016-10-28 02:00:00
I. Cihan Harbi dünya tarihinin gördüğü ilk büyük harp olma hususiyetine sahipti. Kayıplar, yaşananlar ve her anlamda yitirilenler insanlığımızı, kültürlerimizi, zihinlerimizi ve her şeyimizi erozyona uğrattı.
Dünya tarihi açısından mühim olmasının bir sebebi de 600 sene boyunca tek bir hanedan tarafından idare edilen Osmanlı Devleti’nin, İngilizlerin tabiriyle defterinin dürülmesi ve tasfiye edilmesiydi.
Sanayi inkılâbını gerçekleştirmiş Avrupa kıtası demir fabrikalarla donatılırken, enerjiye karşı çok büyük bir açlık hissi de buna paralel olarak artıyordu. Çünkü sınırlı sayıdaki kömür rezervleri haricinde, yeraltı kaynakları bakımından kısır bir coğrafyaya sahip olması da Avrupa’nın bu açlığını körüklüyordu. Buna karşılık Osmanlı Devleti’nin cenup toprakları en kıymetli enerji olan petrol ile kaynıyordu. Ayrıca İngiltere’nin sömürgesi hâlinde olan Hindistan’ın ve diğer İslam memleketlerinin halifeye yani Osmanlı Devleti padişahına bağlı olması da İngilizler için büyük bir meseleydi. Çünkü İngilizler buranın gerek yeraltı, gerek yerüstü kaynaklarını kesif bir şekilde kullanıyordu. Bütün bunlar sadece bu devlet ile sınırlı değildi. Fransa, Amerika, Almanya ve Rusya gibi büyük devletler de cihanda istismar edecek toprak arayışındaydı ve göz diktikleri birçok yer İslamiyetin nuru ile şereflenmiş devletlerdi.
İşte bu sebeplerle İngilizler, yaklaşık iki asırdır üzerinde çalıştıkları planı devreye soktular. I. Cihan Harbi de tamamen bu amaç için ortaya koyulmuş bir harpti. Hedefinde ise tek bir şey vardı o da İslam âlemini âdeta bir tespihin taneleri gibi bir arada tutan imamenin, yani hilafetin ve Osmanlı saltanatının ortadan kaldırılması, “Hasta Adam”ın mirasının paylaşılmasıydı. Yoksa Sırpların öldürdüğü Avusturya-Macaristan veliahdı, iki Alman gemisinin Rusların kıyılarını bombalaması teferruat ve bahaneden ibaretti.
Bu zihniyet ile gerilen koca cihan, veliahdın öldürülmesi sonrasında bu hadise bahane edilerek kesif bir kutuplaşmaya yöneldi. Silahlar çekildi ve ortalığı barut ve zulüm kokusu sardı. Olan ise güle oynaya harbe giden ve kayıp nesil olarak meşhur olan 1914’lülere oldu. Cephede veya esaret kamplarında hayatını kaybedenler ve hayatta kalmalarına rağmen yaşadıkları travma sebebiyle hayatları zehir olan insanlar ise umurlarında bile değildi.
I. Cihan Harbi sebebiyle sadece Osmanlı Devleti’nde 2,6 milyon kişi silahaltına alındı. Bunların yaklaşık 325 bini hayatını kaybederken, 400 bini ise yaralandı. Esir edilenler, firariler ve kayıplar ise yaklaşık 1,5 milyon kişiye ulaştı. Tahmini rakamlara göre toplam zayiat ise 2,2 milyon kişi oldu. Esir edilen 202 bin askerin ekserisi 75 bin kişiyle Mustafa Kemal’in kumanda ettiği Filistin cephesinde ve 55 bin kişiyle Enver Paşa’nın kumanda ettiği Şark cephesinde verildi. Dünya umumunda ise harbin maliyeti çok ağır oldu. Ülkeler ve şehirler harap olurken, seferber edilen 42 milyon kişinin 8 milyonu çeşitli sebeplerle kaybedildi. Nihayet 1918 senesinde Osmanlı Devleti ile yapılan Mondros Mütarekesi ile Türkler adına harp sona erdi.
Şimdi artık vakit muahedeler çerçevesinde mağlupların topraklarını paylaşma vaktiydi. Ortaya konulan hukuksuzluklar, Milletler Cemiyeti kisvesi altında birer birer resmiyete dökülürken, mağlup devletlere söz hakkı bile tanınmadı. Müstemleke ise bahanelerle manda idaresi olarak kılık değiştirdi.
Bu harp monarşi ile idare edilen Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu gibi devletlerin de sonunu getirdi. Dünya umumi efkârında monarşi istenmeyen bir idare sistemi ilan edildi. 18 Ocak 1919’da toplanan Paris Sulh Konferansı’nda mağlup devletlere sıkı yasaklar getirildi. Sevr ve Lozan Muahedeleriyle de Osmanlı Devleti’nin sonu getirildi. Ancak galip devletlerin bu tahakkümleri o kadar kesif bir hâldeydi ki bu 20 sene sonra ikinci büyük bir harbin çıkmasına sebebiyet verdi.
Vakti ile üç kıtaya hükmeden Osmanlı Devleti ise toprakları düşman askerleri tarafından işgal edilmiş bir vaziyette İtilaf Devletlerinin kararını bekliyordu...
.
“19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım!”
2016-10-04 02:00:00
Kazım Karabekir, "İstiklal Harbimiz" adlı kitabında kendisine yapılan haksızlıkları ve hariçte bırakma gayretlerini detaylı olarak anlatmaya çalışarak, isyanını gözler önüne sermiştir. Öyle ki bu çalışması zaman zaman kitaplarının toplatılmasına hatta yakılmasına bile sebep olmuştur.
"Nutuk’a Cevaplar" kitabındaki iddialar ise ezber bozacak vasıftadır. Mesela Mustafa Kemal’in ‘İstiklal Savaşı’nı ben başlattım’ iddiasını tenkit ederek, aksini ispat gayretine girişmiştir. Dikkat çekici diğer bir nokta ise Nutuk’un başlangıcı olan “19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıktım” cümlesine yaptığı itirazdır ve cevap olarak da kitabına “19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım!” diyerek başlamıştır.
Hadisenin temelinde ise bu ihtilafa, 1908 ihtilali ve Jön Türkler namıyla teşekkül eden bir grubun karakteri sebep olmuştur. Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir ve diğer kurucu kadro da Jön Türklerin ikinci nesil subaylarındandır. Yeni Türkiye’nin ulus devlet mantığında kurulması, iktidar ve muhalefet kanadının da bu subay kuşağından oluşması da bunun tezahürüdür.
Jön Türkler veya Genç Osmanlılar diye tabir edilen ve 1800’lü yıllardan sonra güçlenen bu akımın siyasi görüşü aslında idaresine dâhil oldukları bir meclisin de yer aldığı padişahlık nizamıydı. Hiçbir zaman padişahlık rejimini yıkmayı düşünmemişlerdi. Ancak Mustafa Kemal ve arkadaşlarının da içinde bulunduğu ikinci neslin birçok üyesi, Fransa’nın da etkisinde kalarak Cumhuriyet idaresi fikrine yönelmişlerdi. Bunda Lozan’da İngiliz ve Fransızların tehditkâr ikazlarının da etkisi büyüktür.
Bu zabitler nesli fevkalade şartlar sebebiyle, inanılmaz bir hızla komuta kademesine kadar yükselmişlerdir. Bu aslında Osmanlı Devleti’nin ananevi yapısının asla izin vermeyeceği bir durumdur. Mesela 1908 İhtilali sırasında Kolağası yani Yüzbaşı olan Kazım Karabekir, Cihan Harbi başladığında tümen ve kolorduları idare etmekteydi. 1915 senesinde Çanakkale Harbi’nde Kurmay Yarbay olan Mustafa Kemal ise fazla değil üç sene sonra yeni kurulan devletin Reis-i Cumhuru olmuştur. Ortaya çıkan bu durumun en mühim sebebi ise Enver Paşa’nın muhalifleri temizleme amacıyla müşir, ferik gibi üst kademede yapmış olduğu tasfiyedir. Bununla genç zabitlerin önünün açıldığı düşünülebilir ancak tecrübe eksikliği bulunan bu nesil, radikalizm, muhafazakârlık ve kişisel çatışmalar sebebiyle gruplara ayrıldı.
Kazım Karabekir her ne kadar fikir, inanç, icraat ve ideal bakımından Mustafa Kemal’den farklı olmasa da aralarındaki muhalefetin temelinde bu gruplaşma yatmaktadır. Ayrıca ihtilaf sadece bu ikili arasında da kalmadı. İsmet İnönü de bir dönem Mustafa Kemal ile fikir ayrılığına düştü. Hatta bu sebeple Başbakanlık vazifesinden istifa ettirilerek, yerine Fethi Okyar getirildi.
Makalenin bundan sonraki kısmında yer alacak ve Karabekir’in ağzından yazıya dökülmüş Millî Mücadele günlerine dair satırlar, Mustafa Kemal ile Kazım Karabekir’in arasındaki ihtilafın ne boyutlara geldiğini açıkça göstermektedir.
“… 7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa, Filistin’de yenilen ordusunu perişan bir şekilde geri çekerken, Yıldırım Orduları Grubu’nun başına atandı; toplayabildiği kuvvetleri Adana’ya kadar çekti. Orada Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı haberi geldi…” “… Mütarekeyle birlikte ben de İstanbul’a dönünce bu kadar karargâhsız generalin İtilaf güçlerinin avucunun içinde durmasının tehlikeli olduğunu gördüm. Hepimizi birden yakalayıp Malta’ya sürseler, Doğu’dan başlayacağına inandığım Millî Mücadele’yi kim yapacaktı?..”
Burada Kazım Karabekir Mustafa Kemal’e muhalefet yapma adına, Millî Mücadele fikrini de kendine devşirmektedir. Hem bu fikir hem ‘Doğu’dan başlayacağına inandığım Millî Mücadele’ sözleri de tamamen Vahdeddin Han’a aittir.
“… Fevzi Çakmak, İsmet ve Mustafa Kemal Paşalarla yaptığım görüşmelerde Anadolu’ya geçmekten başka çare olmadığı fikrini işledim. Fakat herkes çok ümitsizdi. İsmet ‘Bu iş bitti Kazım, gidip çiftlik satın alalım, sen Kazım Ağa ol, ben İsmet Ağa olayım’ diyordu. Fevzi Paşa ondan beterdi. İstanbul’da kalıp siyasete atılmayı düşünen Mustafa Kemal Paşa ise Şişli’deki evimde yaptığımız görüşmede bu fikrime soğuk baktı. En kısa zamanda bir yolunu bulup Doğu’ya gideceğimi, gelmesi hâlinde kendisini başkomutan olarak karşılayacağımı söyledim. Bana ‘İyi olayım, düşünürüz’ dedi. 12 Nisan 1919’da İstanbul’dan 'Gülcemal' vapuruyla hareket ederek Millî Mücadele’yi bizzat başlattım. Siyasi ve askerî esas planlarını tespit ettim. Bir hafta sonra, 19 Nisan’da Trabzon’a çıktım…”
“… 1918’de Rus işgalinden kurtardığım Erzurum ve Doğu illeri bana sadıktı. Oradaki Muhafaza-i Hukuk ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleriyle görüşerek Erzurum Kongresi’nin yapılmasına karar verdik ve Mustafa Kemal Paşa’yı davet ettik. Erzurumlular onu, millî hareketi önlemek için İstanbul hükümetinin gönderdiğinden şüpheleniyorlardı. Bu yüzden kongreye almak istemediler ve benden teminat istediler. Ben de hem kendilerine teminat verdim, hem de huzurumda Paşa’ya yemin ettirdim. Mustafa Kemal ve Rauf Bey benim etki ve baskımla aza seçildiler. M. Kemal’i reis seçtiren de benim. Böylece Millî Mücadele, Erzurum Kongresi’yle başlamış oldu. Mustafa Kemal Paşa istifa etmesine rağmen askerî üniformayı ve yaverlik kordonunu üzerinden çıkarmamıştı. Bu yüzden Kongrenin başlangıcında tartışma çıktı, sonunda sivil giyinerek gelmek durumunda kaldı…”
Bütün bunlar başka bir detayı gözler önüne sermektedir. O da yakın tarihe yönelik alternatif bir okuma yapma ihtiyacıdır. Çünkü yakın tarihimizi Kazım Karabekir’in ifadelerinden öğrenmeye kalkmış olsaydık, bugün çok daha farklı bir inkılap tarihinden bahsediyor olabilirdik.
.....
İstifade edilen kaynaklar:
- Nutuk ve Karabekir’den Cevaplar - 12. Cilt
- Günlükler – 2. Cilt YKY Yayınları, 2009
2016-09-22 02:00:00
“…Mustafa Kemal’den önce Anadolu’ya gidip Millî Mücadele’yi başlattım…” Bu sözlerin sahibi, "tek adam" idaresinin milletin hürriyetine darbe vurduğunu ifade eden ve İslamiyet’ten uzaklaşma fikrinin temelini hatıralarında anlatan Kazım Karabekir’dir.
Birinci Cihan Harbi’nde Kafkaslardaki son zaferlerimizden birine imza atmış; Millî Mücadele ateşini yakarak, harekâtın ilk zaferini kazanmış ve mücadelenin başarıya ulaşmasında büyük payı olmuştur. Padişah, Mustafa Kemal’in tutuklanmasına dair ferman göndermesine rağmen, tutuklamamış hatta orduyu da onun hizmetine sunmuştur. Bu muvaffakiyetlere ve desteğe rağmen ders kitaplarında ancak iki-üç cümleyle yer bulabilmiştir.
Yeni devirde belki biraz saf dışı bırakıldığı için kızan ve bildiklerini kitaplaştırarak anlatma gayreti içinde, hırçın bir muhalif hüviyetine bürünen Karabekir, bir devrin en önemli şahitlerinden biri olarak; kendi tabiriyle üstü örtülmek istenen gerçekleri gelecek nesillere aktarmak için büyük gayret göstermiştir.
İstiklal Harbimiz adlı kitabında kendisine yapılan haksızlıklardan bahseden Kazım Karabekir, Nutuk’a Cevaplar’da Mustafa Kemal’in "İstiklal Savaşı’nı ben başlattım" iddiasını tenkit ederek aksini iddia etmiştir.
Bütün bu düşünceler ve açıklamalar sonrasında Mustafa Kemal’e vermiş olduğu destek, büyük bir rekabete dönüşmüş; hatta sert mücadelelere sahne olmuştur. Netice; 1923 yılında kahraman olarak ilan edilen ve İstiklal Madalyası ile taltif edilen Kazım Karabekir, 1926 senesinde idam ile yargılanmış ve ipten son anda kurtulmuştur.
Kazım Karabekir, bu noktaya gelmesine sebep olarak ise Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’ye karşı yaptığı sert muhalefeti öne sürmüştür. En çok vurguladığı noktalardan bir tanesi ise Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nün yani Cumhuriyet’in kurucularının Şubat 1923 ile Ağustos 1923 arasında dine ve idare tarzına bakışlarındaki değişim arasındaki uçurumdur. Mustafa Kemal’in “…Anayasamız Kur'an-ı Azimüşşandaki emirlerdir…” anlayışından, “…Kur'an-ı tercüme ettirip Arap oğlunun (Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselam kastediliyor) yavelerini (uydurmalarını) Türklere belleteceğim…” anlayışına gelmesinin arkasındaki sebeplere açıklık getirmiştir.
Karabekir’in iddiasına göre bu durum, Lozan’da İngiliz ve Fransızların “Siz Müslüman kaldıkça, bağımsızlığınız tehlikeden kurtulmayacak” mealindeki tehditkâr ikazlarından kaynaklanmıştır. Yine diğer bir iddiasına göre, bu ikazları dikkate alan hükümetin daha da ileriye giderek devletin resmî dinini bile değiştirmeye niyetlendiğini iddia etmiştir. Bu noktada Hıristiyanlığın benimsenmesi düşünülmüş fakat ortaya çıkabilecek infial sebebi ile cesaret edilememiştir.
İnanç anlamında ortaya koyulan bu keskin değişim iddialarına delil olarak ise suçlamalarının muhatabı olarak ilan ettiği İsmet İnönü’nün bir konuşmasını göstermiştir.
“…İsmet Paşa fikrini bana dolaylı yoldan söylemeyi tercih etti. Ona bakılırsa Macarlar ve Bulgarlar bizimle aynı safta İtilaf devletlerine karşı harp ettikleri hâlde, bağımsızlıklarına dokunulmamıştı. Sebebi de doğrudan doğruya Hıristiyan olmalarıydı. Bizi işgal etmelerinin ise tek sebebi vardı, o da Müslüman olmamızdı. İstiklalimizi kazansak bile Müslüman kaldıkça İngilizlerin daima aleyhimize olacaklarını ve istiklalimizin tehlike altında kalacağını anlattı. Böylece ilhamının Lozan’dan ve İtilaf devletlerinden geldiği açıklık kazanmış oluyordu. Ali Fethi, Tevfik Rüştü ve Mahmut Esat Beylerle Mustafa Kemal’in Lozan’ın ikinci döneminden itibaren başlayan İslam aleyhtarı ifadesinin gerçek adresini tespit etmiş oluyordum…”
Mustafa Kemal’in de Fransız ve İngiliz temsilcilerinin tehditkâr ifadeleri sonrasında ilk etapta İsmet İnönü’nün etkisinde kalarak, sonrasında ise bu fikri tamamen benimseyerek aynı yoldan ilerlediğini belirtmiştir. Bunun gerekçesini de Mustafa Kemal ile yaptığı bir tartışmaya dayandırmıştır.
“…Mustafa Kemal dedi ki: ‘Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkûmdurlar. Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar! Böyle kimselerle ülkeyi zenginleştirmek mümkün değildir. Bunun için önce insanların din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz. Partiyi bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz! Kalkınma bu şekilde kolay ve çabuk olur…’ cevap olarak şöyle bir çıkış yaptım: ‘Dinsiz ve ahlaksız bir millete bu dünyada hayat hakkı olmadığını tarih gösteriyor. Bu yeni inanç bizi Bolşevikliğe götürür. Hatırlarsanız, Mütareke’nin ilk zamanlarında İngilizler bizi bolşevikliğe teşvik ediyorlardı. Demek bizi başka yoldan yine aynı noktaya sürüklemek istiyorlar!’…”, “…beni sükûnetle dinledi. Tartışmayı uzatmadı. Anladım ki, birileri onu yeni bir havaya çekmek istiyorlar. Fakat daha kesin kararını vermiş değil...”
Karabekir’e göre Mustafa Kemal’in ve dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin dinden uzaklaşmasının ana sebebi Fransızlar ve İngilizlerdir. Bunda da Karabekir’in hatıratında ifade ettiği gibi, İsmet İnönü ve arkadaşlarının kendisi üstündeki tesirinin büyük olduğu anlaşılıyor. Netice; İngilizler muradına ermiş, İslamiyet’ten ve hilafet gücünden kurtuldular. Bunu da Karabekir’in tabiriyle ittihatçıların arkasına saklanarak, sahne arkasından yaptılar.
İngilizler ve hilafetin kaldırılmasının arasındaki bağın en önemli delili, hilafetin kaldırılmasına kadar Lozan’daki görüşmelerin tıkanmasıdır. Ne zaman ki Türkiye’den hilafetin kaldırıldığına dair havadis gelir, birden bütün ihtilaflar aradan kalkar ve imzalar atılır.
İşte Osmanlı Devleti’nin mirasçısı olarak kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin İslamiyet’ten uzaklaşma sebebini, Kazım Karabekir hatıralarında bu şekilde dile getirmektedir. Kazım Karabekir’in Cumhuriyet’i kuran kadro ile kapışmasının detaylarını ise sonraki makalelerimizde ele almaya çalışalım...
.....
İstifade edilen kaynaklar:
- Nutuk ve Karabekir’den Cevaplar - 12. Cilt
2016-09-01 02:00:00
Öyle bir devlet ve öyle bir millet ki; onlara methiyelerin en güzeli ve en şanlı olanı nasip oldu. Peygamber efendimizin sözleriyle müjdelendiler. Eshab-ı kiramdan sonra İslamiyet’e en çok hizmet edenler olarak yâd edildiler ve kıyamete kadar da Allahü teâlânın izniyle devam edecek.
Türk Milleti’ni, İslamiyet’in doğuşunu, Müslüman olmaları ve devamında meydana gelen cihanşümul devleti anlatan ve bu manada mutlaka okunması gereken iki kitaptan bahsedeceğim. Birisi İslam sancağının Türklerle buluşmasına, diğeri ise bu sancağı zirvelere çıkartan Türk devletinin bilinmeyenlerine ışık tutmakta.
Şüphesiz Türklerin İslamiyet’i seçmesi dünya tarihinin en mühim hadiselerinden birisidir. Çünkü savaşçı bir millet olan Türkler, İslamiyet ile birleştikten sonra tarihin en önemli aktörlerinden bir tanesi oldu.
İşte Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil’in yeni kitabı OTAĞ-I bir medeniyetin tarihini ve büyük doğuşu anlatıyor. İslam’ın doğuşundan muazzam büyümesine ve Türkler ile buluşmasına ve ilk Müslüman Türk devleti İdil Bulgarlığına kadar merak edilen nice hususları bu kitapta bulabilirsiniz.
İşte OTAĞ-I kitabının mukaddimesinden birkaç satır;
“… Tarihin en kadim uluslarından biri olan Türkler kurdukları imparatorluklar ile İslam öncesinde de siyasi bakımdan tarihine tesir etmekte idiler.
Ancak İslam’a girişleri ile birlikte sadece siyasi değil din, kültür ve medeniyet alanlarında da etkinliklerini arttırdılar. Dünyanın en görkemli devlet ve medeniyetlerini kurdular. Buna rağmen günümüzde en fazla zihinleri meşgul eden soru Türklerin İslam dairesine nasıl dâhil olduklarıdır.
İlk Müslüman Türk devletinin 920’lerde ortaya çıktığı bilindiğine göre Türklerin Müslüman Araplarla karşılaşması iki asrı aşmıştır. Bu iki asırda neler yaşandı? Türklerin İslam dinini kabullerinde neler etkili oldu? Birçok tarihî olaya mucizevi bir şekilde işaret eden Efendimiz onlar için neler söyledi?..”
Türklerin İslam ve dünya tarihindeki muazzam rollerine sıra geliyor. Arka arkaya kurulan ve haçlı ordularına dünyayı dar eden; mazlumun yanında ve zalimin karşısında olan Müslüman Türk devletleri, tarihin akışının değişmesine vesile oldu. Öyle ki bütün devletlerin kültürü, medeniyeti ve gücü tek bir devlette vücut buldu ve o devlet çağ açıp çağ kapattı. İşte Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci’nin Ama Hangi Osmanlı kitabı Osmanlı Devleti’nin bilinmeyenlerine ışık tutan bir eser.
Kaç tane Osmanlı var ki, içinden birisini seçelim? Tarih kitaplarında yazılanlar mı? Yoksa dedelerimizden babalarımızdan duyduklarımız mı? O adam hain mi yoksa kahraman mı? Neye göre, kime göre? Ömrü seferlerde geçmiş, at sırtından inmemiş, Kur'an-ı kerimi sekiz defa yazmış bir Kanuni mi? Yoksa harem dairesindeki sayısız entrikaların içinde boğulduğu, hıyanetlerle kendini kaybettiği söylenen bir Kanuni mi? Osmanlı’yı neredeyse yıktığı ve hain, zalim olduğu söylenen Timur mu? Yoksa İslamiyet’e hizmet etmiş muzaffer bir hükümdar olduğu söylenen Timur mu? Varlığını Osmanlılara borçlu bir İngiltere mi? Yoksa Türklerin geleceğini ipotek altına almış, içten pazarlıklı ve Osmanlı Devleti’ni yıkan bir Birleşik Krallık mı?
Bunlar da Ama Hangi Osmanlı kitabının mukaddimesinden;
“… ‘Ama hangi?’ suali muhataplarını şaşırtabilir. Cevabı ‘Elbette ki bir tane’ olmalıydı. Ama günümüzde tarihçisinden sıradan insanına kadar pek çok kimsenin kafası karışmış vaziyettedir. …
… Bizlere gösterilen, tanıtılan anlatılan Osmanlı şöyledir: Herkesin canı padişahın iki dudağı arasındadır. Padişahlar zalimdir. Keyfine düşkündür. Basit şahsiyetlerdir. Ulema yobazdır. Her terakkiye karşıdır. Matbaayı yasaklamış, rasathaneyi yıktırmıştır. Halk fakirdir. Memleket yokluk içindedir. İnsan hakları yoktur. Demokrasi bilinmez. İlim ve fenden kimsenin haberi yoktur. …
… Halbuki Yahudiler Avrupa’nın her köşesinden zulüm görüp kovulurken, Sultan II. Bayezid vatandaşlık vermiş; torunu Sultan Mecid, tıp fakültesinde okuyan bir tek Yahudi talebe için, kendi dinine uygun mutfak kurulmasını emretmiştir. Osmanlı donanması gayrimüslim neferlerin dini bayramlarında demir atardı. Şeyhülislam, gerektiğinde Yavuz Sultan Selim gibi sert padişahın icraatını hukuka aykırı bulup önleyebilirdi. Osmanlı Devleti yıkıldığında rejimi çok partili bir demokrasi idi...”
Her iki kitapta da maziye ufak bir ışık tutulmuş. Belli mi olur belki o ufak ışık, maharetli gençlerin ellerinde meşaleye, sonradan gelenlerin ellerinde ise Doğuyu, Batıyı İslamiyet sancağı altında birleştiren bir ateşe dönüşür. Ahmet Şimşirgil’in kitabı temelleri atarken, Ekrem Buğra Ekinci’nin kitabı ise binayı inşa etmektedir. Bu manada her iki kitap da büyük bir ehemmiyete haizdir.
Kitapları tavsiye etmeme gerek yok. Mukaddimeden alınmış kısımları okuduktan sonra mutlaka merakınızı da cezbetmiştir. "Bütünün kalitesi, peşrevinden belli olur" derler ya, bu iki kitap için de bu tabiri kullanmak gayet doğru olacaktır.
Gerçek tarihî dokümanlar, yazarken veya anlatılırken okuyucuyu yönlendiren değil; kararı okuyucuya bırakanlardır.
Buyurun peşrevi bizden, gerisi sizden...
Osmanlı’dan günümüze “irticâ” mefhumu
2016-07-14 02:00:00
İrtica, bin dokuz yüz doksanlı yıllarda ansızın Türkiye’nin gündeminde beliren ve 28 Şubat 1997 tarihinde alınan kararlarla güzel ülkemizin dinamiklerini altüst eden, II. Meşrutiyet'ten günümüze uzanan hâdiseler zincirinin müsebbibi olan bir kelime.
Kökü Arapça’daki “rucü” kelimesinden gelen ve Fransızcadaki karşılığı Réaction olan irticanın gerçek manası önceki yere, eskiye dönüş ya da gericilik olmakla beraber; inkişafa karşı çıkan, içtimai veya siyasi hareket ya da ideolojik fiiller olarak da tarif edilmektedir.
Tarihte ilk defa Fransız Devriminde, sâbık monarşi rejimine dönüşü isteyenlere karşı ihtilalciler tarafından kullanılmıştır. Derebeyliğini ve aristokrasi düzenini korumak isteyen, sanayileşme karşıtı olan, politik anlamda ise inkişafa muhalif olan ideolojiler olarak tarif edilmiştir.
Yirminci yüzyılda ise irticânın tanımı, totaliter veya benzeri bir yapı taraftarı olmak şeklinde karşımıza çıkmaktadır. İspanya'da Franco, Fransa'da Vichy, Portekiz'de ise Antonio Salazar idareleri, yirmi birinci yüzyılda ise Almanya'nın Neonazileri, ABD'nin Ku Klux Klan’ı buna en güzel misali teşkil etmektedir.
İrtica kelimesi ihtiva ettiği anlam ve sömürüldüğü usul sebebiyle her zaman prim yapabilecek sihirli bir kelime olma hususiyetine sahiptir. Tarifi yapana göre tahavvül edilebilen, zaafları kapatmak gayesiyle fikir üretmekte zorlananlar için muhteşem bir malzemedir. Yeri geldiğinde yolsuzlukları, terörü, muvaffakiyetsizlikleri, siyasi tutarsızlıkları örten bir kamuflaj hükmündedir.
Bu coğrafyanın irticâ kelimesi ile tanışması ise II. Meşrutiyet’in ilanının sonrasına dayanmaktadır. Öncesinde kullanımına hiç tesadüf edilmeyen bu sihirli sözcüklere lügatlerde bile rastlamak mümkün değildir. Bu her ne kadar şaşırtıcı olsa da hakikat böyledir. Mesela Redhouse’in 1851 tarihli Müntehabât-ı Lugât-ı Osmaniye’sinde ve 1890 baskı tarihli Turkish and English Lexicion’ında irticâ kelimesinin esamesi okunmamaktadır. Şemseddin Sami’nin Kamus-ı Türkî ve Kamus-ı Fransevî lügatlerine baktığınız zaman da bu vaziyet değişmeyecektir.
İlk olarak Mehmet Salahî’nin II. Abdülhamid Han döneminde, 1897’de basılan Kamus-ı Osmanî’de irticâ kısmen yüzünü göstermiştir. Mana itibariyle tehditkâr bir vaziyetten uzak bir hâlde olsa da “Geri dönmek, satılan şeyin parasıyla faideyi mucib olacak şey almak”, şeklinde tarif edilmiştir.
Muallim Naci’nin kendi adıyla basılan lügatinde ise artık istibdat ile yan yana kullanılmaya başlanmıştır ve irticânın manası geri dönmek olarak izah edilse de, “iadet-i istibdat taraftarı olmak” tabiri ile bağı kurularak literatürümüze girmiştir.
Enteresan olan ise Osmanlı döneminde lügatlere giren bu tabirin, Cumhuriyet’in kurulması sonrasında 1945’e kadar ortalıklarda gözükmemesidir. -Buna sebep olarak o dönemin tek partili rejimi gösterilebilir- O sene Türk Dil Kurumu tarafından ilk defa basılan Türkçe Sözlük’te bulunsa da henüz esas maksadından uzak bir vaziyettedir. İrtica için “kaytaklık” denirken, izahında “eskiyi ve geriyi özleyen, yeniliklerin kaldırılıp eski hâlin dirilmesini dileyen, mürteci, eski ve geri” tarifi yer almıştır.
Cumhuriyet ideolojisinin temel kurumlarından biri olarak TDK bile o yıllarda “irticâ” çığırtkanlığı yapmamıştır. 1962 senesinde basımı yapılan Ferit Devellioğlu’nun sözlüğünde irticâ henüz sert bir manada kullanılmamaktadır ve basitçe “geri dönme, eskiyi isteme” olarak ifade edilmektedir.
Günümüzde TDK’nın tedavülde olan sözlüğünde ise irticânın tek bir karşılığı vardır o da “GERİCİLİK”tir.
Haftaya: Geçmişten günümüze 'irticâ'nın gerçek sahibi
.
.
Geçmişten günümüze darbe kültürü ve “irticâ”nın gerçek sahibi
2016-08-04 02:00:00
İrticâ kelimesinin gün yüzüne çıkması ve bununla beraber istismara açık ve tehditkâr bir unsur hâline gelmesi 31 Mart (13 Nisan 1909) Vak’ası ile oluşmuştur. Bu aynı zamanda bu topraklardaki darbe kültürünün de artık tam anlamıyla yerleşmesinin miladını da oluşturmaktadır.
Ancak henüz günümüzdeki manaya sahip değildir ve kullanma maksatları arasında ciddi bir fark vardır. O zaman bu tabirin manası; “nur-ı meşruiyeti söndürmek ve nâr-ı istibdadı alevlendirmek” şeklinde tabir edilmektedir. Yani sözde istibdata, Sultan Abdülhamid idaresindeki eski rejime; hainliklerini gerçekleştiremedikleri ve istedikleri gibi at oynatamadıkları için korkulu rüyalarına dönmek demekti.
Osmanlı döneminin ramazan ayında açık kadın oynatan tiyatrolara halkın gösterdiği muhalif tepkiyi irticâ olarak adlandırmak gibi bir bahtsızlığa bile düştüler. O dönem halkının, tabii olarak İslam ahlakı gayreti sebebiyle göstermiş olduğu bu reaksiyonu işlerine geldiği için Devr-i Hamidî’ye bağladılar. Sanki tiyatroya karşı yapılan müsamahasızlık gibi gösterdiler. Hâlbuki bunun aslının olmadığı ve büyük bir yalan olduğu Abdülhamid Han’ın kızı Ayşe Sultan’ın hatıratında açıkça görülmektedir. Sultan Hamid’in tiyatroya ve bu tür organizasyonlara bizzat destek verdiği aşikârdır. Bu gibi olayları misal olarak gösterip; onu ve halkı tiyatro karşıtı bir Sultan olarak gösterme gayreti ise tamamen farklı bir maksada hizmet etmeden başka bir şey değildir.
“İrtica” olayına ittihatçılar kanadından bakıldığında ise durum çok daha komik bir hâl almaktadır. Çünkü tasfiye etme amacıyla irticâ ile suçladıkları muhalifler; aslında İttihat ve Terakki idaresini Abdülhamid idaresine benzemek, Meşrutiyet'ten ve meşveretten uzaklaşmak üzerinden tenkit ediyorlardı. İttihatçılara hitaben, “birlikte istibdadı devirdik, siz geldiniz daha müstebit kesildiniz” diyorlardı. Yani Sultan Hamid dönemine istibdat diyenler ve ona karşı hasret duyanlara irticâ yakıştırması yapıştıranlar aslında bir devre ortaklıklarını yapanlar ve sonradan İttihat ve Terakki idaresi tarafından göz ardı edilerek muhalefete mecbur edilen Volkancılar ve Derviş Vahdeti gibi gruplar tarafından irticâ yapmakla suçlandılar. Fakat ittihatçılar kendilerine yöneltilen haklı tenkitleri ve suçlamaları başarılı bir şekilde muhaliflerin başına ve boynuna sarmayı başararak, irticâ silahını ustalıkla kullandılar.
Her daim iktidarda kalmak veya kontrol edebilmek adına yapamayacakları yoktu. Mesela 1926’da Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan daha demokrat, daha hürriyetperver, daha liberal taleplerle ortaya çıkan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın, 1930’da ise Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın irticâ ile suçlanarak tasfiye edilmesi bunun en güzel misallerinden birisidir. Cumhuriyet Halk Fırkası 1950 yılına kadar kendisine karşı yapılacak en ufak bir hareketi hep bu ve buna benzer suçlamalarla savuşturarak çok acı bedeller ödettiler. Şeyh Said, Menemen, Maraş, Çorum ve Sivas hadiseleri gibi düzmece meselelerde hep irticâyı bahane gösterdiler.
"31 Mart Vakası"yla başlayan darbe kültürümüz, 1950 senesinde muhalefete düşen istibdatçılar sebebiyle bir kere daha gün yüzüne çıktı. Adalet Partisi’nin iktidara gelmesiyle muhalefete düşerek büyük bir darbe yaşayan bu güruh, inlerinden çıkarak planlarını devreye sokmaya başladı. 1960’ta darbe yaparak Menderes’i idam edenler, 1971’de muhtıra verenler ve yine 1980 yılında darbe yapanlar hep istibdada dönüyoruz korkutmasıyla ortaya çıktılar. Rahmetli Özal’ın şüpheli ölümü sonrasında bu memleketi kaos ve krizlere gark edenler ve 28 Şubat’ta post modern darbe yapanlar hep "irticâ hortladı, gericilik baş gösteriyor" bahanesini kullandılar. Aslında tek amaçları kendi saltanat dönemlerine dönmek istemeleriydi. Eskiye olan özlemlerinin bir tezahürüydü. Yani asıl istibdadı isteyenler onlardı. Dış destekçilerinin menfaatleri nispetinde, maşalıklarında başarılı oldular. Her dönem farklı bir usul bulmakta zorlanmayan bu kesimin, Menderes ve Demirel’in Erbakan hareketinden çok önce elde tespih, başta takkeli karikatürlerini çizdirdiğini de unutmamak lazım.
Son olarak 15 Temmuz günü FETÖ terör örgütü kullanılarak yapılan/yaptırılan kalkışma da 2014 öncesindeki hükümeti kontrol ettikleri günlere karşı olan hasretlerinin bir tezahürüdür. Ancak bu millet, Genç Osman, Abdülaziz Han, Abdülhamid Han, Adnan Menderes ve Turgut Özal’dan özür dilercesine ortaya koymuş olduğu iradeyle, İttihat ve Terakki’den miras kalan bu kokuşmuş zihniyete öyle bir darbe vurdu ki; bir daha böyle bir olaya teşebbüs edeceklere gerekli mesajı göndermiş oldu.
Netice; irticâ bu ülke üzerlerinde şahsi menfaatleri olan muhalefet, şer odakları ve aynı zamanda dış mihraklar tarafından sıkıştıklarında veya istediklerini yaptıramadıklarından, istibdada dönüyoruz çığlıkları ile Türkiye’ye karşı müdahale etmede kullanılan en etkili yol olmuştur. Bu sebeple irticânın esas sahibi, geçmişte İttihat Terakki olduğu gibi, günümüzde de onun zihniyetini devam ettirenlerdir.
Peki, tüm dünyada kullanılan veya kullanılmaya çalışılan, başka bir idare tarzı düşünülemeyen demokrasi mi? İşte bu zihniyetin demokrasi anlayışı. Falih Rıfkı Atay çok sarih bir dille izah ediyor: “Türkiye’de demokrasi; hoca ve mürteci saltanatı demektir.”
.
.
Orta Doğu’nun kılıcı Baybars’ın ebediyet seferi
2016-06-21 02:00:00
(Sultan Baybars ve Memlük Sultanlığı: -9-)
Sultan Baybars’ın hayatı boyunca yaptığı seferler neticesinde gerek devleti, gerekse de İslâm âlemi için büyük tehlike arz eden Moğolların beli kırılmış oldu. Eski güçlerini kaybettiler ve büyük bir bozguna uğradılar. Diğer taraftan Haçlılar da uzunca bir müddet kafalarını kaldıramayacak duruma düştüler.
Artık Orta Doğu’da kısa sürecek olsa da bir sükûnet sağlanmış, Baybars’ın lehine bir hâkimiyyet ortamı oluşmuş oldu. Fakat bu ortamı sağlamak adına ömrü boyunca at üstünden inmeyen ve harbden harbe koşan, Moğolları defalarca yenilgiye uğratan, Anadolu’ya gelişini Allah’ın dinine yardım etme gâyesiyle yapan büyük Sultan, zaferden kısa bir süre sonra Şam’a dönüşünde rahatsızlandı. Muharrem ayının yirmi yedisinde bir Temmuz bin iki yüz yetmiş yedi senesinde vefât etti.
Hayatının en verimli bir devrinde ve saltanatının en parlak ve kudretli bir zamanında ölen Baybars, Orta Çağ İslam Türk tarihinin en büyük ve mühim simalarından biridir. Maddi ve manevi birçok hususiyetlere sahip, müstesna bir insandı. Çok güçlü bir vücuda, sağlam bir iradeye, benzeri görülmemiş bir cesarete ve parlak bir zekâya sahipti. Harplerin en tehlikeli anlarında bir nefer gibi, ön saflarda çarpışır, tehlikelerden çekinmezdi.
Sultan Baybars dinine çok bağlı olup, dinin emirlerine uymaya çok dikkat ederdi. Âlimlere karşı saygı ve hürmette kusur etmezdi. Halkının işlerini görmek için kadıların başına kâdılkudâtlar tayini usulünü ilk o çıkartmıştır ve Baybars’tan itibaren, Mısır ve Şam’da dört mezhepten de kadı tayin edilmiştir. Bunların başı Şâfi’î kâdısı olmuş, bu gelenek Mısır’da Mehmed Ali Paşa’nın valiliğine kadar (1804) sürmüştür.
Fıkhi mevzularda da gayet hassas olan Baybars, içki satış ve kullanımını yasaklamıştı. Emrine karşı gelerek şarap içen en yakın adamlarından Sadru’l-Ban-ı kendi eliyle idam ettirdi. Fuhşu önlemek için hayat kadınlarını koca buluncaya kadar hapsettirdiği anlatılmaktadır. Halkın dertlerine kulak verip tebdil-i kıyafet dolaşarak tebaasının şikâyetlerini dinleyip ona göre tedbirler alırdı.
Bir seferinde atlarını bir Müslümanın ekili tarlasına bilerek salan ve mahsule zarar veren askerlerini; “Ben Müslümanları kâfirlerin saldırı ve yağmasından korumak için sefere giderken nasıl olur da bir Müslümana zarar verirsiniz?” diyerek azarladığı ve şiddetli bir şekilde cezalandırdığı vakidir. Yakın komutanlarından Şihabüddin el-Kaymeri’yi İslam beldelerini müdâfaada gayret göstermediği için derhal görevinden azletmesi de kayırmacılıktan uzak, hakkaniyetli bir siyaset takip ettiğini göstermektedir.
Devrin her türlü kara ve deniz harp mühimmatının yapımına büyük ehemmiyet vererek, tersaneler inşâ ettirmişti. Harp ganimetlerinin hepsini askerlere dağıtır, böylece askerlerin gönlünü alırdı. Ancak haksızlık ve zulme pirim vermezdi. En hassas olduğu ve müsaade etmediği nokta ise cihat esnasında yılgınlık gösterilmesiydi. Böyle durumlarda ağır cezalar verir, kesinlikle affetmezdi.
Bunun en mühim örneklerinden bir tanesi Birecik muharebesidir. Moğollar 1264 kışında Birecik’e taarruz ettiğinde hazırlıksız yakalanan Baybars, ordusunu toplayamadığı için sadece kendi Memlüklerden oluşan hassa birliği ile Birecik’e yardıma koşmak mecburiyetinde kalmıştı. Kahire’den yola çıkan hassa birliğinde kısa süre sonra hoşnutsuzluk çıktı. Askerler develerin bir kısmının hastalanmasını ve bazılarının da telef olmasını fırsat bilerek ayak diretmeye başladılar. Birecik üzerine yürümek yerine, Kahire’ye geri dönmek istediler. Fakat bu durum karşısında geri adım atmayan Baybars, “Burada üç beş deveyle vakit harcayamam. Tek düşüncem, İslamı savunmaktır” sözüyle seferin ve cihadın ehemmiyetine dikkat çekerek, askerlerinin maneviyatını toparlayabilmiştir.
En önemlisi ise artık Orta Doğu’nun eski karışık hâli sona ermiş, İslam sancağı yeniden kuvvetli bir şekilde dalgalanmaya başlamıştı. Artık Baybars tarihin ve Orta Doğu’nun talihinin değişmesine vesile olan sultan olarak anılacaktır.
.
Hilafet ile gelen güç ve Orta Doğu hâkimiyeti
2016-06-14 02:00:00
(Sultan Baybars ve Memlük Sultanlığı: -8-)
Sultan Baybars’ın Abbasi hilâfetini Mısır’da yeniden tesis etmesi sonrasında bu hâdise Orta Doğu’da ve Müslüman devletler arasında hızlı bir şekilde duyuldu. Sultanlar, hanlar ve devlet adamları sevinçlerini Halife El-Mûstensir Billâh ve Sultan Baybars’a gönderdikleri tebrik ve dua mesajları ile ortaya koydular ve kısa sürede neredeyse bütün Müslüman devletlerle bir ittifak kurulmuş oldu.
Yeni Müslüman olmuş olan Altınordu Hanı Berke de hediyeler ile birlikte bir tebrik mesajı gönderdi ve hizmetlerinden ötürü teşekkür ederek, kendisine biat ettiğini bildirdi. Baybars da cevaben İslamiyeti seçtiği için kendisini tebrik etti ve İlhanlılara karşı cihad için davette bulundu.
Bu davet sonrasında Altınordu Hanı Berke Han Hülagu’ya harp ilan etti ve İlhanlılar’ın cephe sayısı ikiye çıktı. Altınordu kuzeyde İlhanlıları meşgul ederken, Baybars da İlhanlılara büyük destek veren Franklar üzerine yürüme fırsatı buldu.
Cengiz Han’ın torunu ve İlhanlılar Devleti’nin kurucusu Hülagu’nun ölmesine kadar Moğollar ile çatışmalar zaman zaman devam etti. Ölümünden sonra ise yerine Hristiyan karısından olan çocuğu Abaka geçti ve karışıklık içindeki devleti tekrar eski hâline döndürebilmek için çok gayret sarf etti. Annesinin Hristiyan olmasından istifade ederek, doğuda ve batıda Hıristiyan kuvvetleriyle anlaşmalar yaptı. Ayrıca bu süreçte harp ile uğraşmamak için, zaman kazanma maksatlı sulh muahedesi peşine düştü. Bu sebeple 1265 senesinde Baybars’a da bir elçi göndererek teklifte bulundu. Fakat Abaka’nın gerçek niyetini tahmin eden Baybars’ın cevabı ret oldu. Zaten İslam halifesini öldüren, beldelerini yakıp yıkan ve İslamiyetin baş düşmanlarından olan Moğollarla sulh yapmayı da düşünmemekteydi.
Bu sırada Sultan Baybars 1265 ve 1266 yıllarında Suriye’ye iki sefer düzenleyerek Kayseriya, Arsuf ve Sis şehirlerini ele geçirdi. Bunlara karşı koyamayan Abaka, bir kere daha sulh peşine düştü lakin Baybars ömrünün sonuna kadar Moğollarla harp edeceğini bildirerek teklifi sert bir şekilde geri çevirdi. Onu bu yolla kandıramayacağını anlayan Abaka, hırsa kapılarak haçlılarla birlikte bir kere daha Müslümanlara hücum etti. Ancak sonu yine perişanlıkla bitti ve geri çekilmek zorunda kaldılar.
Bu bozgundan istifade eden Baybars, 1267 senesinde Taberiyye ve Akka bölgelerini ele geçirdi. Ertesi sene Yafa, Sakuf ve Arnun şehirlerini zapt ederek Antakya önlerine ulaştı. Burada ordusunu üçe ayırdı. Bir kısmını denizden gelecek yardıma mâni olmak için Suveydiye’de, diğer bölümünü de doğu Hristiyanlarından yardım gelmemesi için Suriye ve Çukurova bölgelerindeki geçitlerde mevzilendirdi. Kendisi ana kuvvetin başına geçerek Antakya’ya hücum etti ve kısa bir süre sonra 1268 senesinin nisan ayında şehri ele geçirdi. 1270 yılında da İsmailliler üzerine yürüyerek onları kendine bağladı.
1271 yılında ise Trablus Prensliği ile yapılan muharebede Safitö, Hisn el Ekrad ve Hısn al Akka’yı ele geçirdi. Dönüşte ise Hısn ul Rarin’i aldı. Aynı sene Akkalılar’a yardım için gelen İngiliz kralı Edward’ın gayretini boşa çıkaran Baybars, haçlılar ile on yıllık bir sulh muahedesi yaptı.
Kendisini ve devletini bütün İslam dünyasının koruyucusu olarak gören Sultan Baybars, Türkmen beylerinin yardım çağrılarına da kayıtsız kalmadı. Karaman, Menteşe ve Eşrefoğlu Türkmenleri ile Selçuklu yöneticilerinin tekliflerini kabul ederek, 1277 senesinde Anadolu üzerine sefer düzenledi. Hedefte ise zulümlerini arttıran Moğollar ve Ermeniler vardı. Halep’ten yola çıktı. Altı gün sonra Elbistan ovasına ulaştı. 15 Nisan 1277’de burada yaptığı muharebeyle Moğolları bir kez daha bozguna uğrattı. Sonra Kayseri üzerine yürüdü. Yol üzerindeki kalelerin beylerini kendine bağladı ve nisan ayında herhangi bir mukavemetle karşılaşmadan Kayseri’ye girdi.
Artık gerek devleti, gerekse de İslam âlemi için büyük tehlike arz eden Moğolların beli kırılmış, Haçlılar kafalarını kaldıramaz hâle gelmiş ve böylece Memlükler lehine Orta Doğu’da büyük bir hâkimiyet kurulmuş oldu.
2016-05-30 02:00:00
(Sultan Baybars ve Memlük Sultanlığı: -7-)
Sultan Baybars, Orta Doğu’nun karmakarışık olduğu bir devirde, devletin devamını sağlayabilmek adına atılacak en önemli adımın bütün İslam âlemini tek bir sancak altında toplamak olduğunun farkındaydı.
Bunun için ise Moğolların mezalimi ile yıkılan hilafet makamını Kahire’de tesis etmesi ve tekrardan ayağa kaldırması gerekiyordu. Halifenin Memlük Sultanlığı’nın koruması altında bulunması, diğer İslam devletleri üzerinde de nüfuz sahibi olmak anlamına gelmekteydi. Baybars, bunun için kesif bir çaba harcarken, tahmin bile edemeyeceği bir fırsat ayağına geldi.
Ancak bunu anlatabilmek için bir müddet önceye, yedi yıl öncesine gitmemiz gerekiyor. Felaket senesi olarak tarihe geçen 1258 yılında Hülagu, Müslüman Türk şehirlerini yok ederek Bağdad’a kadar geldi ve burayı da yakıp yıkarak halkı kılıçtan geçirdi. Son Abbasî Halifesi Muttasım Billah’ı ise aman dilediği hâlde, atlıların ayakları altında ezdirip feci şekilde öldürdü. Abbasî ailesinin büyük küçük, erkek kadın tüm fertlerini, katlettirdi. En acı olanı da öldürülen kırk kadar şehzadenin daha beşiğinde olmasıydı. Böylece Abbasî Halifeliği yok olmanın eşiğine geldi ve az kalsın koca halifelik daha on üçüncü yüzyılda tarih sahnesinden silinmiş olacaktı.
Allahü tealanın hikmetiyle bir şehzade bu mezalimden, bir sadık adamı vesilesiyle kurtuldu. Tam ismi Ebû’l Kâsım İbnü’l-Bereket Ahmed bin Zâhir El-Mûstensir Billâh olan bu şehzade, 35. Bağdat Abbasi Halifesi olan Zahir'in oğlu ve 36. Bağdat Abbasi Halifesi olan Mustensir'in erkek kardeşi idi. Kimliğini gizleyerek normal bir insan gibi Kahire’ye sığındı ve uzun yıllar bu şekilde kaldı.
Bu saklanış, yazıya konu olan zamana yani Baybars’ın İslam âlemini tek sancak altında toplamak için uğraştığı devre kadar sürdü. Bir Cuma günü namaza giderken tesadüfen şehzadeyi gören Sultan, onun alnındaki parlaklığı ve yüzündeki asaleti hemen fark etti. Kim olduğunu kendisine sorduğunda aldığı cevap ise bir garip tüccar oldu. Bundan tatmin olmayan Baybars’ın ısrarları karşısında çaresiz kalan Şehzade Ahmet gerçeği açıklamak zorunda kaldı. Hemen onu himayesine aldı ve sarayında uzunca bir müddet misafir etti.
Memlük Sultanı, dört koldan düşmanların saldırdığı ve kesif mücadeleler içinde geçen böyle bir devirde ayağına kadar gelen bu fırsatı değerlendirdi ve şehzadenin de müsaadesini alarak hilafet makamını yeniden tesis etti. Baybars’ın bu hareketi, İslam âleminde asırlardan beri manevi ehemmiyetini muhafaza eden ve büyük önem taşıyan hilafet makamıyla birlikte Abbasi hanedanının da ortadan kalkmasını önlemiş oldu. Ayrıca kendi devletine de İslâm âleminde büyük bir manevi nüfuz kazandırdı.
1261 yılında Sultan Baybars, şehzadeden aldığı müsaade neticesinde, durumu halka açıkladı ve Şehzade Ahmet’i tanıtarak onlardan halife olarak biat etmelerini istedi. Halk bu durumu büyük bir sevinç ve heyecanla karşıladı. Çünkü soyunun dayandığı yer sebebiyle Abbasilere karşı büyük bir hürmet beslenmekteydi. Hatta son dönemlerde Mısır’da ortaya çıkan bolluk ve bereket dahi onun bu şehirde olmasına bağlandı. Neticede İbnü’l-Bereket ismiyle kendisine biat ettiler ve ismi hutbelerde okundu. Namına para basıldı. Fakat halifelik makamı sembolik bir mevkiden öteye gitmedi. Hükümet ve sultanlık işlerini tamamen Baybars’a devretti ve onu Kâsımüd-devle unvanı ile Mısır ve Suriye’nin hükümdarı ilan etti.
Bu sistem devletin yıkılmasına kadar bu şekilde devam etti. Memlük sultanlarının tahta çıkması ve İslamın sancaktarı olması hep halifenin tanıması ile gerçekleşti. Son üç sultana kadar da hep hürmet gösterilen bir mevkide kaldı.
2016-04-25 02:00:00
(Sultan Baybars ve Memlük Sultanlığı: -6-)
Melik-üz-zahir Rükneddin unvanıyla başa geçen Baybars, vakit geçirmeden çalışmalara başladı. İlk icraatı ise halkın kalbini kazanabilmek için, Kutuz’un çıkarttığı ağır vergileri kaldırmak oldu.
Orta Doğu, günümüzde de olduğu gibi Osmanlı devri hariç karışıklıklarla dolu ve birçok devletin emellerinin olduğu bir bölgedir. Bu sebeple Memlük Sultanlığı’nın içte ve dışta düşmanları hiç eksik olmuyordu. Şimalinde başta Moğollar, Ermeniler ve Kıbrıs Krallığı, cenubunda Nubyalılar ve garbında Berberiler olmak üzere ülkenin dört tarafı düşmanlarla çeviriliydi.
Bütün bunların farkında olan Baybars, ateşten bir gömlek giydiğinin, kendisini mücadele dolu yılların beklediğinin farkındaydı. Bu sebeple önce devletin içindeki nüfuzunu artırmak ve devletin birliğini sağlamak adına adımlar attı. Melik-ül-Mücahid unvanlıyla kendini sultan ilan eden Şam naibi Sencer’i ve Kırek’teki Eyyubi emirini bertaraf etti. Sonrasında dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı da müdafaa çalışmalarını başlattı. Sınır kalelerinin mukavemetini artıracak faaliyetlere girişti.
Bu arada sabık sultan Seyfettin Kutuz’un öldürülmesini fırsat bilen Moğollar, onun taraftarlarını ve ona tabi olan emirleri kışkırtarak, 1264 yılında Suriye’ye girip Birecik’e saldırdılar ve şehri yağmaladılar. Sonrasında ise Halep aynı akıbete uğramaktan kurtulamadı. Her iki şehirde de halkın büyük bir kısmı, çoluk çocuk demeden kılıçtan geçirildi.
Bunu üzerine Baybars, Suriye’ye hareket etti ama onun büyük bir orduyla üzerlerine geldiğini haber alan Moğollar, her şeylerini bırakıp kaçıp gitmek zorunda kaldılar. Birecik’i kayıpsız bir şekilde geri alan Sultan, bir müddet orada kaldı ve kaleyi tahkim ettirdi. Uzunca bir müddet kuşatmaya dayanacak hâle getirtip mukavemetini arttırdı. Moğolların bölgedeki hareketlerinden haberdar olabilmek için de Irak’taki kabile reisleri ile görüşüp, kendilerinden istihbari anlamda destek sözü aldı.
Diğer tarafta ise Humus hâkimi Muzaffereddin Musa ve Suriye kuvvetleri, Birecik’ten kaçıp Hama yönüne giden Moğolları yakalayıp bozguna uğrattı. Üst üste gelen bu zaferler ve özellikle bu son muharebede 1400 kişilik Memlük ordusunun, 6 bin kişilik Moğol kuvvetini ağır bir mağlubiyete uğratması büyük bir neşeye sebep oldu.
Fakat yenilen pehlivan güreşe doymazmış misali saldırmaya devam eden Moğollar, müttefiki olan Kilikya Ermenilerini de Suriye’ye saldırmaları konusunda cesaretlendiriyordu. İlhanlıların hükümdarı Hülagu, kendisinin Altınordu Devleti ile uğraşması sebebiyle Ermeni Kral I. Hetum’dan Suriye üzerine bir taarruz düzenlemesini istedi. Bunun üzerine Ermeni ordusu 1264’te Moğol birliklerinin de desteğiyle Suriye’ye sefer düzenledi ancak bu hareket onlar için yine hüsranla noktalandı.
Memlükler ile Moğol-Ermeni ittifakının arasında gerçekleşen mücadelenin en yoğun olduğu yer, Suriye’nin Kuzey Irak sınırındaki Birecik Kalesi idi. Baybars döneminde Moğollar, Suriye tarafının İlhanlı ileri karakollarına karşı savunulması için büyük önem taşıyan bu kaleye defalarca hücum ettiler. Ancak daha önce kritik bir noktada olması sebebiyle Baybars tarafından tahkim edilen kale 20 yıllık silah ve erzakla teçhiz edilmişti. Bu sebeple kaleyi ele geçirebilmek çok zordu ve beklenildiği gibi bozguna uğrayıp geri çekilmek zorunda kaldılar.
Bir yandan Moğollar, bir yandan Ermeniler ile olan bütün bu mücadeleler, Baybars’ın İslam âlemini tek bir sancak altında toplamak için yapmış olduğu mücadeleye büyük fayda sağlıyordu. Çünkü İlhanlılar ile Memlükler arasındaki muharebe, Ermenilerle ittifak yapan Moğolların direkt İslamiyete olan düşmanlıklarından başka bir şey değildi.
Neticede Orta Doğu’da, bir tarafta Memlükler ve yeni İslamiyeti seçmiş Altınordu Hanı Berke’nin, diğer tarafta ise İlhanlılar ve Ermenilerle beraber Hristiyanların olduğu, büyük bir mücadele yaşanıyordu...
2016-04-12 02:00:00
(Sultan Baybars ve Memlûk Sultanlığı: 05)
Ayn-ı Câlût Muharebesi vesilesiyle Orta Doğu’nun, Anadolu’nun ve hatta Avrupa’nın tarihi değişti. Sultan Seyfettin Kutuz sayesinde Libya, Tunus, Cezayir ve bütün mağrip Moğolların hâkimiyetleri altına girmekten kurtuldu. Böylece istilanın Avrupa’ya sıçraması ve birçok medeniyetin de yok olması önlendi. Müslümanların Orta Doğu’daki hâkimiyeti arttı ve bir dönüm noktası oldu. Aynı zamanda Moğolların İslamiyete bakış açıları değişti ve zamanla bazı Moğol hükümdarları İslamiyet ile şereflendi.
Memlüklüler ise Suriye ve Mısır'daki hâkimiyetlerini sağlamlaştırdı. Moğolları mağlup etmek gibi büyük bir payenin sahibi oldukları için takdir edildiler ve İslâm âleminin hamisi olarak görülmeye başlandılar. Fakat bu vaziyet bazı üzücü hadiselere de sebebiyet verdi. Henüz savaşın üzerinden kısa müddet geçmişken, Orta Doğu bazı çekişmelere sahne oldu. İki büyük Müslüman komutanın karşı karşıya gelmesiyle Orta Doğu’da âdeta bir hüzünlü bir sonbahar yaşandı.
Bazı kaynaklarda hadisenin müsebbibinin ve faillerinin bulunamadığı belirtilse de bu kavil kuvvetli değildir. Esas olan ise Baybars ile Kutuz arasında bir çekişmenin yaşandığıdır.
Ayn-ı Câlût gibi bir zaferin baş mimarlarından olan iki büyük asker, Sultan Seyfettin Kutuz ve onun daha önce karındaşlığını, sonrasında ise komutanlığını yapan Baybars, maalesef muharebe sonrasında karşı karşıya geldi. Baybars’ın ısrarla istediği Halep naipliğinin verilmemesi ile başlayan bu hadise, Kutuz’un, bir av partisi sırasında suikasta kurban giderek öldürülmesiyle neticelendi.
Kutuz, Baybars’ın muharebe neticesinde ortaya çıkan şöhretinden çekiniyordu. Bu sebeple Suriye naipliği konusunda da menfi bir cevap vermişti. Fakat Baybars’ın ısrarcı olmasıyla zor durumda kaldı. Çünkü arzu ettiği takdirde etrafına hatırı sayılır miktarda adam toplayabileceğinin ve bu vaziyetin de devleti ikiliğe sürükleyeceğinin farkındaydı. Ayrıca Baybars’ın, Fariseddin Aktay’ın öldürülmesinde kendisinin parmağının olduğunu öğrendiğine dair istihbari bilgi almıştı. Bu sebeplerle itimat ettiği adamlarıyla istişare ederek, Baybars’ı öldürtmeye karar verdi.
Fakat burada Kutuz’un bahtsızlığı, Baybars’ın böyle bir hamleyi bekliyor ve gizli gizli onu takip ettiriyor olmasıydı. Artık ok yaydan çıkmıştı ve iki büyük komutan birbirlerini ortadan kaldırmak için fırsat kollamaya başlamıştı. Sultanın diğer bahtsızlığı ise istenmeyen bir adam olmasıydı. Tahta kısa bir müddet önce çıkmış olmasına rağmen, halk arasında ve saray idâresinde Kutuz’a karşı muhâlif bir tavır vardı. Buna muharebe sebebiyle almış olduğu sert tedbirler sebebiyet vermişti. Bütün bunlar Kutuz’a düşman olanların sayısını artırırken, tahtan indirilmesini isteyenlerin de seslerini yükseltmeye başlamıştı. Moğollara karşı mutlak bir galibiyet alınması da fayda etmedi. Aksine zafer Baybars’a atfedildi ve bu Baybars’ın ciddi manada kuvvetlenmesine sebep oldu.
Bu karşılıklı çekişmede ilk fırsatı yakalayan Baybars oldu. Sultan, muharebe sonrasında Mısır'a dönüşe geçti ve Kahire yakınlarına geldiğinde adına düzenlenen av partisine katıldı. Burada bir an gaflete düşen Kutuz, ordugâhtan tedbirsiz bir şekilde ayrıldı. Bu durumdan istifade eden Baybars, 23 Ekim 1260 tarihinde pusuya düşürdüğü Sultan Seyfettin’i bir okla öldürdü.
Bu hadise, kâhir ekseriyetin Kutuz’u istememesi sebebiyle sevinçle karşılandı ve hemen ertesi gün 24 Ekim 1260 tarihinde Memlûk emirleri, Baybars’ı Melik-üz-zahir Rükneddin unvanıyla başa geçirdiler. Böylece Karadeniz’in şimalinde başlayan serüven, otuz yedi sene sonra sultanlığa kadar ulaşmış oldu.
Maalesef mazide böyle talihsiz acılara istenmese de rastlıyoruz. İyi niyetle yola çıkılan böyle hadiseler hüzünle neticelenebiliyor. Bu mevzuları günümüz penceresinden bakarak değerlendirmek büyük hata olur. Çünkü tarafları ve hadisenin sebeplerini tam anlamıyla bilmeden ve yaşananlara tam manasıyla vâkıf olmadan, devrin tarihçilerinin bakış açılarıyla yazılmış bilgilerle yapılan menfi değerlendirmeler, maksadını aşabiliyor. Bunun için bu konuda yazı yazılırken çok dikkatli hareket edilmesi gerekmektedir.
Haftaya: Birecik, Halep katliamları ve Moğol Ermeni ittifakı
Ayn-ı Câlût Muharebesi ve yok oluşun eşiğinden dönüş
2016-03-18 02:00:00
(Sultan Baybars ve Memlûk Sultanlığı: -4-)
Suriye'deki şehirleri birer birer istilâ eden Hülâgû, Mağribin anahtarı Mısır’ı gözüne kestirmişti. Mağribin olduğu kadar İslam dininin istikbali de tehlike altındaydı.
Artık muharebe kapıya dayanmıştı. Taze sultan Seyfettin Kutuz, hemen Müslümanları Moğollar'a karşı cihada çağıran bir ferman hazırlattı ve arkasından ordunun hazırlanmasını emretti. Moğolları Mısır’da karşılamak istemiyordu. Muhârebeyi şimâle taşıyıp, mağlubiyet ihtimaline karşı ikinci bir müdâfaa hattı kurmak istiyordu. Bu sebeple, Moğollara en yakın bölge olan Ayn-ı Câlût’a ulaşıp, muhârebeyi burada yapmayı arzu ediyordu. Bunun için tedbir maksadıyla Gazze’nin alınması lazımdı ve bu sebeple Baybars’ı 1260 yılının Temmuz ayında Gazze'ye sevk etti. Burada bulunan Moğol kuvvetleri kumandanı Baydarâ, durumu o sırada Baalbek'te olan başkumandan Ketboğa Noyan'a bildirdi. Ketboğa ona şehri savunmasını ve kendisi yetişinceye kadar direnmesini emretti. Fakat Ketboğa geç kalınca Baybars Moğollar'ı mağlûp etti ve şehri ele geçirdi. Bu arada Moğolların büyük hanı Mengü Kaan öldüğü için, Hülâgû Kara Kurum'a gitmek zorunda kalmıştı ve ordularının başında Ketboğa'yı bırakmıştı.
Baybars'tan kısa bir müddet sonra Ağustos ayında Sultan Kutuz da Hama hâkimi el-Melikü'l-Mansûr Muhammed ile kardeşi el-Melikü'l-Efdal Ali ve Suriyeli diğer bazı emirlerle beraber Kahire'den Gazze'ye hareket etti. Bir müddet burada konaklayan Sultan Kutuz, yola devam edebilmek için Akkâ'daki Haçlı kontlarına elçi gönderip topraklarından geçiş izni aldı ve Baybars’ın da ordusuna dâhil olmasıyla sahil yolunu takip ederek emniyet içinde Ayn-ı Câlût’a ulaştı.
Hülâgû’nun ordunun başında olmadığı haberini Seyfettin Kutuz da almıştı. Onun yokluğunda, orduyu komutan eden Ketboğa’yı kışkırtmak için ufak çaplı akınlarla, saldırılar düzenledi. Amacı hırsa kapılan Moğol ordusunu, Ayn-ı Câlût’a getirtebilmek ve buradaki coğrafi konumu kendi lehine kullanıp, onları tuzağa düşürmekti. Neticede istediği de oldu. Baybars’ın tarafından yapılan amansız gece baskınları neticesinde zarara uğrayan Ketboğa öfkeye kapıldı ve adamlarının Hülâgû'nun dönüşünü beklemesine dair tavsiyelerini dinlemeden Ayn-ı Câlût’a hareket etti. 20.000 kişilik Seyfettin Kutuz kumandasındaki Memlûk ordusu süvariler, atlı okçular ve piyadelerden oluşuyordu. Ketboğa Noyan komutasındaki 20.000 kişiye yakın Moğol ordusu ise Moğol atlı okçuları, Ermeni şövalyeler ve Gürcü piyadelerden oluşuyordu. Neticede iki ordu 3 Ekim 1260 tarihinde Ayn-ı Câlût’ta karşı karşıya geldi.
Ayn-ı Câlût Filistin'de Nablus ile Beysân arasında yer alan küçük bir mevki olup rivayete göre adını Hazreti Dâvûd tarafından bir savaş sırasında öldürülen Câlût'tan (Goliath) almıştır. Ayrıca Selâhaddin-i Eyyubi, 1182’de Haçlılardan aldığı bu küçük kasabayı, Hittin Savaşı ve Kudüs'ün fethinden önce bölgedeki Haçlı kontlukları üzerine düzenlediği seferlerde bir üs olarak da kullanmıştı.
Sultan Kutuz ve kumandanları bölgeyi iyi bildikleri ve arazinin uygun olması sebebiyle hilal taktiğini kullanmaya karar verdiler. Gece ordu ikiye ayırıldı ve bir bölümü ormanlık sahada pusuya yatırıldı. Muhârebe meydanına gece gelen Ketboğa, güneş doğduğunda karşısında kalan askerleri, bütün Memlûk ordusu zannetti ve hırsına kapılıp aceleyle hücum emri verdi. Onların saldırdığını gören Baybars da karşı saldırı emri verdi ve kıran kırana bir muhârebe başladı. Baybars fazla yüklenmiyor, fark ettirmeden Moğolları tuzağa doğru çekmeye çalışıyordu. Bunu geri çekilme olarak addeden Noyan bir an önce nihai neticeye ulaşmak adına, bütün kuvvetleriyle Baybars’ın üzerine yüklenmeye başladı. Bu hamleyi bekleyen Baybars ise daha önceden planlandığı gibi ricat emri verdi ve geri çekilme başladı. Ketboğa şimdiden zafer sarhoşluğu içinde kendisinden geçmiş, ordusuyla birlikte tuzağa doğru dörtnala sürüklenmeye başladı. Bir müddet sonra pusudan habersiz dağlık araziye giren Moğollar, Seyfeddin Kutuz tarafından arkalarının çevrildiklerini fark ettiklerinde ise iş işten geçmiş oldu. Büyüklüğüne güvenip savaş alanını bile incelemeye lüzum görmeyen ve hırsına kapılan Noyan, çok kötü bir şekilde tuzağa düştü ve her taraftan kuşatıldı.
Çemberin kapanmasıyla bir anda Moğolların üzerine ok yağmaya başladı ve patlayıcı bomba atan piyadeler ile birlikte Moğolların üzerine ölüm yağdırmaya başladılar. Sonrasında Sultan Kutuz arkadan, Baybars da geri dönüp önden saldırmaya başlayınca sıkışan Moğol askerleri arka arkaya kayıplar vermeye başladı. Öğleye kadar devam eden savaş sonunda Moğollar İslâm ordusu karşısında ağır bir mağlûbiyete uğradı. Bozulup kaçan adamlarının peşinden gitmeyip cenk etmeyi tercih eden Ketboğa Noyan ve oğlu ise çarpışma esnasında öldürüldü. Sultanın emriyle kaçanları takip eden Baybars, Beysan'da toparlanıp muhârebeye girişmek isteyen Moğol ordusunu, ani bir baskınla bir daha mağlûp etti ve onları Fırat kıyılarına kadar kaçmak zorunda bıraktı. Daha sonra Hülâgû Ketboğa'nın intikamını almak üzere ordu gönderse de onlar da dağılıp geri çekilmek zorunda kaldılar.
Bu zaferle Suriye ve Mısır'dan başka Mağrip de Moğol istilâsından kurtarılmış oldu. Zira Moğollar, Müslümanların doğudaki son kalesi Mısır'ı ele geçirmiş olsalardı İslâm dünyasını korkunç bir akıbete sürükleyebilirlerdi. Moğolların karşısına Sultan Kutuz gibi büyük bir şahsiyet çıkmamış, Irak ve Suriye gibi Libya, Tunus ve Cezayir de onların hâkimiyetleri altına girmiş olsaydı, Hıristiyanlar ve Latinlerle birleşebilecek Moğollar sebebiyle İslam dininin istikbali tehlikeye girebilirdi.
Ayn-ı Câlût Savaşı ile Memlûklüler Suriye ve Mısır'daki hâkimiyetlerini sağlamlaştırdılar. Osmanlı pâdişahı Yavuz Sultan Selim Hân’a kadar İslâm âleminin hamisi ve en büyük devleti olarak kabul görüldüler. Moğol istilâsı karşısında o güne kadar dâima müdâfaa konumunda olan İslâm âlemi ise bu mağlubiyet sonrasında artık taarruza geçmeye başladı ve en önemlisi de Moğolların uzun zaman sonra bir Müslüman tarafından yenilmesi ile büyük moral oldu. Bu durum Moğollar için de bir dönüm noktası oldu. Batıya ilerleyişleri durdu. Zamanla içlerindeki bazı hükümdarlar İslamiyet’e yöneldi.
Baybars açısından bakıldığında ise bu muhârebe, göstermiş olduğu cesâret ve kahramanlık sebebiyle, kendisine büyük bir itibar kazandırdı ve Memlûk Sultanlığının kapılarını tamamen açmış oldu.
2016-03-10 02:00:00
(Sultan Baybars ve Memlûk Sultanlığı: -3-)
Memlûk devletinin kurulması; Haçlı seferleri, Moğol istilaları ve iç karışıklıklar sebebiyle yorgun düşmüş Orta Doğu için büyük bir fırsattı. Sultan Aybeg ve herkes için, savaşlar ve mücadelelerle dolu yeni bir döneme hazırlamak adına soluklanma zamanıydı.
Sultan Aybeg, bu dönemde kesif bir gayret harcamaktaydı. Çıkması muhtemel karışıklıklara sebebiyet vermemesi ve bir saltanat düzeninin sağlanması arzusuyla emirleri bile karşısına alma cesaretini göstermişti. Aktay’ı öldürtmesinin ardından, en meşhur üç emiri; Kutuz, Baybars ve El-Raşidi’yi eşit düzeyde kontrol altında tutmayı başarmıştır ancak Baybars ile ilgili endişeleri vardır.
Sultan bir yandan da Eyyübi Devleti’nin beyi mevkiinde olan ve Halep’te sultanlık iddiasıyla oturan, En-Nasır Yusuf ile uğraşmaktadır. Çünkü Mısır’ın kendisine ait olduğunu iddia ederek, bütün Suriye’yi ele geçirmek adına akınlar yapmaktadır. Bu sebeple sık sık karşı karşıya gelirler.
Bu çekişme, Baybars için de bir fırsat niteliğini taşır çünkü Aybeg’in Emir Fariseddin’i öldürtmesi sonrasında sıranın kendisine geldiğini düşünmektedir. Kendisine karşı açıkça bir tavır sergilenmese de tedirgindir. Çünkü Fariseddin ile arasının iyi olduğunu Sultan da dâhil herkes bilmektedir. Bu sebeple, gizliden gizliye kendisine müttefik arayışlarına girer ve En-Nasır ile görüşmeye başlar. Neticede 1250 yılında kendisine tabi, hususi Memlûk askerleriyle Mısır’dan ayrılıp Suriye’ye gider. En-Nasır Yusuf’a biat eden Baybars 1259 yılında, Moğolların Suriye’yi istila hareketine kadar onun hizmetinde kalır.
Aybeg, bu durumdan dolayı zor durumda kalsa da aradaki gizli çekişmenin sonlanmasından dolayı sevinir. Muhtemel düşman istilası ve iç karışıklıklara karşı tedbir almaya başlar ve çalışmaları 1257 yılında şaibeli bir şekilde hayatını kaybetmesine kadar da devam eder.
Yerine küçük yaştaki oğlu Mansur Ali tahta geçer ancak iki sene saltanat sürebilir. Çünkü Moğol tehlikesi Suriye’ye kadar gelmiş ve Mısır’a oradan da kutsal topraklara kadar uzaması da an meselesidir. Seyfeddin Kutuz, bu durumdan çok rahatsızdır ve yaşının küçük olması sebebiyle Sultan Mansur Ali’nin güven vermediğini düşünmektedir. Devlet idarecilerini ve emirleri toplayarak fikrini onlara da açar. Bu düşünceyi yerinde bulan emirler, tahtın el değiştirmesine karar verirler. Neticede 1259 yılında, Sultan Mansur Ali tahtan indirilir ve Seyfeddin Kutuz Memlûk Sultanı olur.
Bu sırada Baybars, büyük bir mücadele içindedir ve Suriye’yi Moğollara karşı canla başla müdafaa etmektedir. Fakat beklemediği bir durum ile karşılaşır. En-Nasır Yusuf korkup geri çekilir ve onu yalnız bırakır. Bu sebeple kendisi de geri çekilmek zorunda kalır ve mücadeleye karşı inancını kaybeder. Bu sırada Mısır’da Seyfeddin Kutuz’un sultan olduğunu ve Moğollar ile harp etmek için bir ordu topladığını öğrenir. Vakit kaybetmeden adamlarını toplayıp geri döner ve Kutuz’a biat eder.
Baybars’ın Mısır’a dönmesi sonrasında zaten zayıflamış durumda olan son Eyyübi Sultanlığı da Moğollar tarafından ortadan kaldırılır. Hama'daki şube varlığını sürdürürse de bir müddet sonra onlar da aynı akıbeti paylaşmaktan kaçamazlar. Diyarbekir ve Hasankeyf civarında bulunan mahalli bir beylik ise ilk etapta bu hücumlardan kurtulsa da daha sonra Akkoyunlular tarafından ortadan kaldırılırlar.
Sultan Seyfeddin Kutuz, Suriye’yi yakıp yıkan Moğolları Kudüs’te karşılamak istiyordu. Çünkü daha fazla ilerlemeleri önce Mısır sonra ise kutsal topraklar için büyük bir tehlike etmektedir. Bu muharebe bu yüzden çok önemlidir ve Baybars’ın da kendisine biat etmesi, stratejik olarak avantaj anlamına gelmektedir. Bu sebeple Kutuz, Baybars’ı ordusuna dahil eder ve öncü birliklerinin başına geçirir.
Emirliği döneminde Haçlılarla ve Moğollarla yapılan mücadelelerde faal rol oynasa da, kendisine Mısır Sultanlığı yolunu büyük ölçüde açacak olan Ayn-ı Câlût Muharebesi artık kapıya dayanmıştır.
2016-02-27 02:00:00
(Sultan Baybars ve Memlûk Sultanlığı: -2-)
Sultan Baybars, on yedi sene hükümdarlık yapmış, İslam Türk medeniyeti için çok büyük hizmetleri olmuş bir şahsiyettir. Hilafetin ve İslamiyetin korunmasında iki büyük düşman akımına karşı göğüs germiş, büyük zaferler elde etmiş, mücahit bir hükümdardır.
Müslüman olmasıyla iftihar eden ve bu yolda canını vermekten hiç çekinmeyen bir insandı. Medeniyetimiz açışından çok önemli olan ve İslamiyetin bugünlere gelmesinde büyük payı olan Sultan Baybars’ın, kölelikten sultanlığa kadar uzanan ömrü maalesef yeterince bilinmemektedir. Bu yazı dizisi ile elimizden geldiği kadar bu hakkını teslim etmeyi arzu ediyoruz...
Baybars’ın milliyeti ile ilgili farklı rivayetler vardır. Bazı kaynaklarda Türk olduğu belirtilmekle beraber, umumi kanaat Çerkez olduğu yönündedir. Kıpçak Türklerinin içinde, o kültür ile yetiştiği için Türkçe konuşmayı tercih etmekteydi. Türk olduğunun iddia edilmesi de bu bilgiye dayanmaktadır. Kabilesinin ismi kesin olarak bilinmese de Borçoğlu veya Borlu olduğu düşünülmektedir.
Baybars’ın 1233 senesinde Karadeniz’in kuzeyinde sıradan bir şekilde başlayan hayatı, 1247 senesinde 14 yaşındayken Moğollara esir düşmesiyle değişir. Sahibiyle Sivas, Halep ve Şam şehirlerini dolaşır. Hama’ya geldiklerinde ise o sırada orada mahpus olan ve Eyyubi Sultanı Melik Şah Salih’in emirlerinden biri olan Alâeddin Aytekin el-Bundukdârî tarafından satın alınır. Bu onun için âdeta bir dönüm noktasıdır. Çünkü Bundukdârî onu cesareti ve gözü pek olması sebebiyle Sultan’ın teşkil ettiği Bahriyye Memlûklüleri’nin içine katar ve orada Sultan’ın özel kuvvetleri olarak hizmete başlar. Emirin bu himayesi, Baybars’ın ömrünün sonuna kadar el-Bundukdârî olarak anılmasına da sebep olur.
Kısa sürede Melik Şah Salih’in dikkatini çeken Baybars, Sultan tarafından kölelikten azledilir. Harplerde gösterdiği yararlılıklar, namının önce Bahriyye Memlûklüleri’nin içinde sonra ise tüm Eyyübi mülkünde yayılmasına yol açar. Artık o Bahriyye’nin en başarılı askerlerinden biridir ve özellikle haçlılara karşı muvaffakiyetler onu önce kumandanlığa, sonrasında ise emirlik makamına taşır...
Sene 1249’u gösterdiğinde ise Baybars’ın hayatı ikinci defa değişir. Yedinci Haçlı Seferi’nin başında olan Fransa Kralı IX. Louis, beklenildiği gibi askerlerini Filistin Akka’ya değil de Mısır’a Nil Nehri’nin ağzına çıkartır ve Dimyat’ı ele geçirir. Düşman kapıya dayanmıştır. Şah Salih hasta hâline rağmen düşman ile mücadele eder ancak neticeyi görmeye ömrü yetmez. Zafer ise oğlu Turan Şah’a nasip olur ve Kral Louis ağır bir mağlubiyete uğratılarak esir edilir. Bu netice, Sultanın ve galibiyette büyük etkisi olan Emir Baybars’ın namına nam katar. Fakat Turan Şah, güçleri dolayısıyla emirlerden çekinmektedir ve onlara karşı tavır almaya başlar. Hatta bazılarını öldürmeye bile çalışır. Bu hareketleri onun bir süre sonra suikasta uğramasına ve daha yeni çıktığı tahtta yeterince oturamadan vefat etmesine sebep olur.
Ortaya çıkan bu durum sebebiyle Eyyubi devleti ciddi yara alır. Suriye ve Mısır’da sultanlığını ilan eden emirler sebebiyle çift başlılık ortaya çıkar. Haçlılar sindirilmiş olsa da, Moğollar Suriye’nin sınırına dayanmış durumdadır. Bu sebeple Bahriyye Memlûkleri'nin önde gelen emirlerden olan Muizzuddin El-Mansur Aybeg tahta çıkarılır ve Eyyübi devleti 1250 yılında Bayriyye Memlûklerinin eline geçmiş olur.
Sultan Aybeg, devleti toparlamak adına, en güçlü dört emir Aktay, Kutuz, Baybars ve El-Raşidi’den yardım ister. Bu ve diğer çalışmaları sebebiyle Memlûklü devletinin kurucusu olarak görülür. Aybeg’in de kendileri gibi bir Bayriyye Memlûklü olması sebebiyle ona destek veren emirlerin arasındaki ilişki ise, Fariseddin Aktay’ın gücünün artması ile bozulmaya başlar. Çünkü Aybeg bunu kendi için ciddi bir tehdit olarak görür ve onu sarayda verdiği davette öldürtür. Bu suikastı Aybeg’in emriyle organize eden kişinin Seyfettin Kutuz olduğu da söylenmektedir.
Netice; artık meydan yeni kurulma merhalesinde olan Memlûk Sultanlığının başı Sultan Aybeg’e ve üç büyük emirine; Kutuz, Baybars ve El-Raşidi’ye kalmıştır. Ancak aradaki dostlukları eskisi gibi değildir...
Haftaya: Bir devletin yıkılışı ve Ayn-ı Câlût Muharebesi
.
Orta Doğu’nun tarihi ve talihi
2016-02-12 02:00:00
(Sultan Baybars ve Memlûk Sultanlığı: 01)
13. yüzyıl, İslam dünyasının buhran dolu yıllarıydı. Orta Doğu, Asya ve özellikle Anadolu’da yıkımlara neden olan Haçlı ve Moğol istilaları, Müslümanları kasıp kavururken medeniyetler de birer birer yok oluyordu.
Müslümanların hâmisi olan Anadolu Selçuklu Devleti’nin, bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde tespih taneleri gibi dağıldığı, insanlığın ve merhametin sahipsiz kaldığı bir devreden geçiliyordu. İlmin ve âlimin hiçe sayıldığı, yakılan kütüphaneler yüzünden şehirlerin dumanla kaplandığı, nehre atılan kitaplar sebebiyle su yerine mürekkebin aktığı acı dolu yıllar, sanki hiç bitmeyecek gibiydi.
Kadın, çocuk ve ihtiyar demeden yapılan toplu katliamların birer adi vakaya dönüştüğü ve nehirlerin mürekkepten sonra kana bulandığı, herkesin “Yok mu Allah için bu zulmü durduracak?” diye yalvardığı günlerde, ümitsizlik had safhadaydı. Artık devleti yönetenler ve halk ümidini yitirmiş sonlarını bekliyorlardı. Bir devlet ve onun sultanı hariç.
Allah rızası için gazadan gazaya koşup, at koşturan ve kılıç şakırdatan yürekli bir asker. Cihad şuûrunu bütün hücrelerine kadar sindirmiş, Orta Doğu’nun tarihinin ve talihinin değişmesine vesile olmuş bir sultan. Aksi halde bedeli çok ağır olabilecek bir yıkımı durduran adamdan, Memlûk Sultanı Baybars’tan bahsediyorum.
Ancak konunun daha iyi anlaşılabilmesi için yazının ilk bölümünde, husûsiyeti sebebiyle tarihte yerini almış altı önemli devletten birisi olan Memlûklüleri ve onun en önemli sultanlarından birini kısaca anlatmak gerekiyor.
Mısır Memlûklüleri, Osmanlı’daki yeniçeriler gibi Eyyubi Devleti’nin husûsi askerî birliğini oluşturuyordu. Bu askerî birliğin bir kısmı Çerkez ve Gürcülerden müteşekkil olmakla beraber, ağırlık olarak Kuman ve Kıpçak Türklerinin hâkimiyeti mevcuttu. Sadece hükümdara bağlı olan bu birliğin en önemli özelliği ise sadece beyazlardan oluşmasıydı.
Memlûklüler, Eyyubi Sultanı Melik Şah Salih’in haçlılar ile yapılan savaşta şehit olması sonrasında iktidarı ele geçirdiler. Başlarına da atabey olan Aybeg’i geçirdiler. Böylece diğer adı ed-Devletü't-Türkiye olan, Müslüman Mısır Memlûk Sultanlığı kurulmuş oldu. Memlûklüler aradaki bağ sebebiyle, Eyyûbi Devleti’nin mirasına konmuş, onun devamı niteliğinde bir devlet olma özelliğine sahiptiler.
Kazandığı harpler ile Orta Çağın en güçlüsü hâline gelen, Türk İslam tarihinin talihinin değişmesine sebep olan ve yok olmanın eşiğinden çekip çıkartan bu devletin en önemli sultanlarından biri de Baybars’tır. Ancak selefi olan Seyfettin Kutuz’u da anlatmadan geçmeyelim. Halef-selef olan bu iki insan arasında, daha sonraki yazılarımda da değineceğim üzücü bir hadise yaşanmış olsa da, aslında bir "yap-boz"un birbirlerini tamamlayan iki parçası gibiydiler.
Seyfettin Kutuz, İslam tarihi bakımından çok önemli olan Ayn Calut Savaşı için tahta çıkartılmış ve başkomutan olarak cenk etmiş, Baybars da onun öncü birliklerinin komutanlığını yapmıştır.
Sultan Seyfettin, muharebeden kısa bir süre sonra üzücü bir şekilde vefat etmiş olmasına rağmen, uyguladığı taktiklerle ve göğüs göğüse cenk etmesiyle ne kadar iyi bir asker olduğunu ortaya koymuştur. Kazanılan zaferin kalıcı olması ve Suriye’de asayişin tekrar düzene girmesi için aldığı kararlar ise, ayrıca ne kadar önemli bir devlet adamı olduğunu da ortaya koymaktadır.
Kutuz’un kısa bir saltanat sürmesine rağmen, İslamiyetin bugünlere gelebilmesinde büyük pay sahibidir. Bu sebeple mutlaka hatırlanıp hayırla yâd edilmesi gerekmektedir.
.....
Haftaya: Kölelikten sultanlığa çileli yolculuk
.XXXXXXXXXX
Şeyh Said; bağımsız bir Kürdistan mı yoksa hilafet mi?
2015-10-27 02:00:00
Şeyh Said hadisesi iddia edildiği gibi bağımsız bir Kürdistan hayali, bir Kürt hareketi miydi? Yıllarca resmi kaynaklarda bu olay bu şekilde adlandırıldı ve insanların da bu şekilde düşünmesi için gayret gösterildi ama işin aslı gerçekten öyle miydi?
Her şey bir dönem dünyayı kasıp kavuran milliyetçilik akımı ile başladı. Sonrasında gelen ayaklanmalar ve kanlı istiklal mücadeleleri. Özellikle Yunanlıların ve Sırpların 19. Yüzyıl başlarında isyan edip, kendi devletlerini kurmasıyla Osmanlı Devleti'nde de milliyetçilik bombasının fitili ateşlenmiş oldu. Toprak bütünlüğü ve parçalanmalarının önüne geçilmesi adına merkeziyetçi bir yönetim tarzına geçildi ve 1847'den itibaren Kürt beylerin idari otonomisi kaldırıldı.
Bu yeni düzen Doğu Anadolu'da Kürtlerin hâkimiyetinin zayıflamasına sebep olurken, bölgede ciddi anlamda ticareti ellerinde bulunduran Ermenilerin işine yaradı. Oluşan otorite boşluğu ve karışıklıklardan istifade edip, ekonomik güçlerini de kullanarak büyük üstünlük sağladılar.
Hâlbuki Sultan II. Abdülhamid döneminde Kürtlere büyük önem verilmişti. Olası bir Rusya savaşında, Doğu Anadolu'nun müdafaası için milis kuvvetler yetiştirebilmek için bu bölgede Hamidiye Alayları kurulmuştu. Ancak 1908'den sonra iktidara gelen ve ırkçı politika izleyen İttihat Terakki yönetimi, Kürtler arasında da milliyetçilik akımının doğmasını adeta zorladı. Fakat bu kötü yönetime rağmen, Kürtler hanedana olan bağlılıklarından hiç ödün vermemiş, I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'ni terk etmeyen tek millet olmuşlardır.
İttihat Terakki'nin bu yaklaşımı, maalesef Cumhuriyet döneminde de devam etti ve Kürt milliyetçiği artarak devam etti. Buna rağmen Cumhuriyet döneminin ilk zamanlarında çıkan isyanlar, milliyetçi bir hareket olmaktan çok, ufak tefek adi vakaların büyütülmesinden ibarettir. Sonrasında ise bazı amaca yönelik müdahaleler ve yönlendirmeler sebebiyle iş daha büyük bir noktaya çekilmiştir.
İşte Şeyh Sait olayı da bunlardan bir tanesidir. Hala Kürt isyanı diye adlandırılmak için gayret gösterilen bu vaka, o dönem Ankara'yı aylarca uğraştırmış ve bu hareket zorlukla bastırılmıştır. Şeyh Sait Palulu bir Nakşibendî şeyhi ve aynı zamanda köy ağası olması, Hazret-i Peygamber soyundan gelmesi gibi sebeplerle bölgede çok itibar görmekteydi. Hüküm sürdüğü aşiretler, Zaza denilen ve ekseri Kürtlerle aynı soydan zannedilen bir kavimdi. Her ne kadar resmî beyana göre İngiliz ajanı, gerici ve bölücü bir hain olarak akıllara kazınmaya çalışılsa da, bazılarına göre milliyetçilik için değil, dini uğruna canını feda etmiş kahramandır.
İsyana giden yolculuğun ilk durağı Saltanatın kaldırılmasıdır. Sonrasında Birinci Meclis'in kendisini fesih etmesi ve İkinci Meclis'in Cumhuriyeti ilan etmesi ise hadisenin ana kaynağını oluşturur. Buraya kadar herhangi bir problem yok ancak Kürt aydınlar ve o dönem isyan hareketleri içinde olan diğer etnik yapıların hepsi, bazı gerçekleri fark etmeye başlarlar. Artık Büyük Millet Meclisi'nin Cuma namazı sonrası dualar eşliğinde açılmasının ve Mustafa Kemal'in hilafete olan bağlılığının üzerinden çok sular akmıştır.
Paşa'nın gizli bir ajandası olduğunu ve bunu yavaş yavaş uygulamaya geçirdiğini ilk fark edenlerin arasında Cibranlı Halid, Dersim Mebusu Hasan Hayri, Bitlis Mebusu Yusuf Ziya ve Seyid Abdülkadir beyler gibi pek çok Kürt aydını da bulunmaktaydı.
1923 milletvekili seçimlerinde Kürtlere yok denecek kadar az sayıda yer verilmesi, Amasya Tamimi ve İzmir İktisat Kongresi'nde Kürtler ile ilgili konuların ele alınmaması da huzursuzluk oluşturmaktaydı. Bakıldığında bunlar Kürtler tarafından rahatlıkla tolare edilebilecek ve zamanla düzeltilebilecek şeylerdi. Ancak işin ucu dini değerlere ve ölümüne bağlı oldukları hanedana gelince işler değişti ve bir isyanın fitili ateşlenmiş oldu.
Haftaya: "Türklerle Kürtleri birleştiren bağ ve her şeyin başladığı yer Piran"
"Türklerle biz Kürtleri bağlayan yegâne sebep hilafetti"
2015-11-05 02:00:00
1925'in ilk yıllarında patlak veren bu hareket, ilk etapta sözlerin yerine getirilmemesi ve meclisteki temsilin azalması gibi gözükse de ana sebep farklı noktalara dayanmaktaydı.
Hilafetin kaldırılması sonrası hızlı bir şekilde devreye sokulan inkılaplar, 400 yıldır Osmanlı hanedanına ve hilafete samimiyetle bağlı kalan Kürtler tarafından kabul görmediği gibi, büyük bir tepkiye sebep olmuştu.
Bunun en bariz örneği olarak, 13 Şubat 1925'te olayların başlamasından kısa bir süre önce Piran'da, Şeyh Said'in yaptığı hutbe gösterilebilir: "Türklerle bizi birbirimize bağlayan bağ İslamiyetti. Mustafa Kemal hilafeti kaldırmakla bu bağı kesti." Bu sözler, halk arasında, "Türkler ile aramızdaki bağ ya yeniden tesis edilecek, ya da tamamen koparılacak" şeklinde karşılık bularak, hızlı bir şekilde etkisini göstermeye başladı. Camilerden, köy odalarından ve şehir merkezlerinden "Hilafet ve din düşmanı olan devlete karşı kıyam vaciptir" sesleri yükselmeye başladı. Bu bile bu hareketin temelinde Kürtlüğün olmadığının, aksine tepkinin tamamen Ankara'ya olduğunu göstermektedir.
Bunun diğer bir işareti ise, isyan sırasında Şeyh Said'in yazışmalarında kendinden "Müminlerin Emiri" veya "Mücahitlerin Emiri" olarak bahsetmesidir. Bu unvan onun tüm Müslümanları "cihat" bayrağı altında toplama amacına hizmet etmesi düşüncesiyle kullanılmıştı.
Bütün bunlara rağmen Şeyh Said'in bu hareketin başına geçmek gibi bir düşüncesi hiçbir zaman olmadı. Fakat yaptığı konuşmalar ve verdiği hutbeler, istemeyerek de olsa onu bu çemberin içine sürükledi. Mecburi liderlik onun için kaçınılmaz oldu. Mahkemede sarf ettiği şu sözler de bunu ortaya koymaktadır: "Ben bu işin ne başında, ne sonundayım. Bir kere oldu; kader!"
Her şeyin başladığı yer; "Piran"
1918'den sonra memleketin parçalanmasını engellemek ve Kürtlerin haklarını müdafaa için devlet destekli veya kontrollü cemiyetler kuruldu. Bunlardan en önemlisi ise Kürd Teâli (Kürd Yükselme) Cemiyeti idi. Fakat bu cemiyet bir müddet sonra kontrol dışına çıktı ve işi isyan boyutuna getirdi. Bu gelişmelere Ankara'nın tepkisi sert oldu ve bu hareketin faaliyetleri sonlandırıldı ancak gayriresmî olarak Azadi ismiyle yollarına devam ettiler.
Bir müddet sesi soluğu çıkmayan Azadi örgütü, 1924'ün Ekim ayında büyük bir isyan hareketine kalkışır fakat yine Ankara tarafından kanlı bir şekilde bastırılır. Bu sefer hareketin başındakiler de yakalanmıştır. Cibranlı Halil, Bitlis eski mebusu Yusuf Ziya, Mutkili Hacı Musa beyler tutuklanmaktan kaçamazlar.
Bu isyanın Şeyh Said ile asla bir alakası olmadığı ayrıca Azadi Örgütü ile de bir bağı olduğu hiçbir zaman ispat edilemedi. Ancak kayınbiraderi ve Cibran aşireti reisi olan Albay Halil Bey'in, bu işin içinde yer alması sebebiyle şahit olarak mahkemeye çağırıldı. Yaşlılığını ve rahatsızlığını belirten Şeyh, ifadesinin Bitlis yerine Hınıs'ta alınmasını rica etti ve bu istek kabul gördü. 1925'in Şubat ayının ilk haftalarında kardeşi Şeyh Abdürrahim'in yaşadığı Piran'a geçti. Burada sevenleri tarafından ziyaretçi akınına uğradı.
Olaylar ise nereden geldiği bilinmeyen birkaç mahkûmun, bu ziyaretçilerin arasına karışmayla patlak verdi. Firarilerin yakalanması için harekete geçen jandarma müfrezesi ile Şeyh Abdürrahim'in inatlaşması üzerine, Piran'da silahlı bir çatışma meydana geldi.
Şeyh Said'in istemeden de olsa isyancı pozisyonuna düşmesi sonrası artık ona yapacak tek bir şey kalmıştır, işi ciddiye almak ve müttefik arayışlarına girmek.
Haftaya; "Ulus devlet olma yolunda tek tehlike: Kürtler"
Ulus devlet olma yolunda tek tehlike; “Kürtler”
2015-11-23 02:00:00
İstemeden isyancı lider pozisyonuna düşen Şeyh Said, mecburen müttefik arayışlarına başlar. Birçok Kürt aşireti tarafından da destek bulan hareketin hedefi ise Ankara’nın kaldırdığı halifeliğin ihyasıdır.
Fakat bu harekete katılan halk olayın içyüzünü idrak edip, bu bilinç üzerine hareket edecek bilgi ve birikime sahip değildi. Ekserisi okuma yazma bilmeyen, köylü, rençper, keçeci ve hamallardan oluşuyordu. Zaten bu hadisenin bazı dönemlerinde problemlerin yaşanması ve başarısız olunmasının altında yatan sebeplerden birisi de buydu.
Aşiretlerin bir kısmı bu harekete başından itibaren karşı durmuşlar, Şeyh Said’den yana olmamışlardı. Nitekim zaman zaman Şeyh Said ile karıştırılan Said Nursî, yeni idareden yana tavrını koymuştur. Kimileri ise para karşılığı elde edilerek, sonradan bu isyan hadisesinden el çektirilmiştir.
Nihayet Şeyh Said, kendisine katılanlarla birlikte 16 Şubat 1925 tarihinde harekete geçti. Bu birlikteliğin içinde ağırlık olarak Kürt beyleri ve ahalisi olduğu gibi, küçümsenmeyecek sayıda Türkler de bulunmaktaydı.
Üzerlerine gelen orduları mağlup ederek birkaç koldan ilerleyen grup, Genç, Çapakçur (Bingöl), Maden, Siverek, Varto ve nihayet Elazığ’ı düşürdü. Sonrasında Lice ve Hani kazaları da Şeyh Said güçlerine teslim oldu. Yalnız bu olay o kadar plansız ve programsız gidiyordu ki, Lice’ye gelinceye kadar hareketi sembolize eden bir flama, bayrak veya sancağa bile sahip değillerdi. Bu bile “isyan” denilen hadisenin önceden planlanmadığının, gayri iradi bir şekilde geliştiğinin bariz bir göstergesidir.
Ankara’nın İslamın dışına çıktığı kanaatinde olan Türklerin de bu harekete destek vermesiyle, bir Kürt isyanından ziyade artık olay tamamen "İslami bir kıyam" niteliğine doğru gidiyordu. Elazığ’a girerken karşılamaya gelen şehrin ileri gelenlerinden Çötelizade Halid ve Çarsancaklı Yumni ve sonradan valiliğe getirilen Beyzada Nuri Efendilerin Kürt olmaması da harekete sahip çıkanlar ile ilgili durumu ortaya koymaktadır.
Devrim karşıtı bu hareket, çok kısa bir zamanda daha da genişleyip, Hınıs, Muş, Palu, Batman, Sason, Bicar, Kulp, Maden ve Ergani bölgelerine yayıldı. Hadisenin bu kadar büyümesi Mustafa Kemal’i tedirgin etti. Çünkü ona göre silahlı aşiret alaylarına sahip Kürtler, büyük bir tehlike arz ediyordu.
Şu açıktı ki, ‘ulus devlet’ için yegâne tehlike Kürtlerdi. Çünkü daha önce Ethem Bey’in isyan bayrağını çekmesi ve sonrasında yurt dışına sürülmesiyle Çerkesler bir tehlike olmaktan çıkarılmıştı. Anadolu ise genellikle mülayim ve itaatkâr topluluklardan oluşuyordu. Geriye bir tek Kürtler kalmıştı. Onların da bertaraf edilmesi için bu olay âdeta biçilmiş bir kaftandı.
İşin diğer garip yönü ise Mustafa Kemal Paşa, Kürtleri çok iyi tanırdı. Çünkü 1916’da 16. Kolordu Komutanlığı’na atandığında gönüllü aşiret alaylarından istifade ederek Muş ve Bitlis’i Rus kuvvetlerinden geri almıştı. Geçmişte güvendiği bu güç, dağıtılmadığı takdirde genç cumhuriyet için ciddi bir tehlikeye dönüşebilirdi. Kafkas Cephesi’nde omuz omuza savaştıkları şimdi ona karşı isyanın liderliğini üstlenmişlerdi. Nuh Bey, Şeyh Şerif, Hanili Salih, Cemile Çeto, Ramanlı Emin, Mutkili Hacı Musa, Cibranlı Halil, Hasenanlı Halid ve Kolağası Kerem bunlardan sadece birkaçıydı.
Gelelim Ankara’ya... O sıralar başta, hükûmetin icraatlarından şikâyetçi olan, cumhuriyetçi fakat liberal Terakkiperver Fırka etrafına kümelenmiş bir hükümet vardı. Hatta ortalığın teskin edilmesi için başbakanlığa, partinin kurucusu olan Fethi Bey (Okyar) getirilmişti. İşte bu hükümet Şeyh Said hâdisesinin sıkıyönetim ile halledebileceğini düşünmekteydi.
Fakat bu düşüncesi ona çok pahalıya patlayacak ve onu koltuğundan edecektir.
Haftaya; Kürtlerin boynundaki zincir “Takrir-i Sükûn ve İstiklal Mahkemeleri”
.
Kürtlerin boynundaki zincir “Takrir-i Sükûn ve İstiklal Mahkemeleri”
2015-12-11 02:00:00
Kontrolsüz bir şekilde büyüyen hadiseler bir isyana doğru sürüklenirken, kendisini olayların içinde bulan Şeyh Said ise harekete liderlik yapmaya mecbur kaldı.
Ankara’da bu isyan ile ilgili iki farklı düşünce hâkimdi. Başbakan Fethi Okyar, hadiseyi sıkıyönetim ile halletmek isterken, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ise daha sert tedbirlerin alınmasından yanaydı.
Bu sebeple İnönü Ankara’ya çağırıldı. Mustafa Kemal o derece tedirgindi ki; onu karşılamak için gara kadar gitmeyi bile lüzumlu görmüştü. Hatta ilk görüşme hemen orada yapıldı. Sıkıyönetim çözümü Fethi Bey’i koltuğundan ederken, tarihler 3 Mart’ı gösterdiğinde İnönü tekrar iktidardaydı.
İlk icraat olarak ise Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı. İsyan bölgelerinde; hukukçu olmayanların vazife yaptığı, kararlarının temyizi bulunmayan, hukuk ve adalet gibi mefhumlardan tamamen uzak ve politik gayeler taşıyan İstiklal Mahkemeleri devreye girdi. Orduya fevkalade yetkiler verildi ve yoğun olarak doğuda konuşlandırıldı.
Ankara’da bu sert kararlar ve yankıları tartışılırken, o sıralarda halk kafile kafile ona katılmaya devam ediyordu. Öyle ki; Diyarbakır önüne gelindiğinde beş bin kişiyi geçen bir kalabalık oluşmuştu. Şeyh Said her şeye rağmen kan dökülmesini arzu etmiyordu. Çünkü derdi İslam idi ve Kürtçülük davası gütmüyordu. Bu sebeple bir kısım Diyarbakır eşrafını, halkın da desteğiyle teslim olmaya ikna etti.
Fakat beklenmedik bir şey oldu ve kapıların açılması beklenirken surlardan yoğun bir şekilde top atışı başladı. Kayıplar sebebiyle umutsuzluğa kapılan Şeyh Said, daha fazla mağduriyet yaşanmaması için geri çekildi. Sonrasında ise kayıplar peş peşe geldi. Bunda yeni hükümetin aldığı tedbirlerin, askere verilen yetkilerin ve en önemlisi de bazı aşiretlerin çeşitli vaatler ile kandırılmasının da etkisi vardı. Bu sebeple kendisine sadık bir grubun haricindekileri dağıttı ve kendisi de İran’a doğru hareket etti.
Başından beri bu harekete karşı olan fakat gidişatı lehine çevirme peşinde olduğu için şeyhin yanından ayrılmayan bacanağı Binbaşı Kasım ise bu fırsatı beklemekteydi. Grubun içinde bulunan kardeşleri ve akrabalarını da kandırarak tartışma çıkarttı ve geride kalan bir avuç kafilenin de dağılmasına sebep oldu. Şeyh Said’i yaptığı yanlış telkinlerle tuzağa düşürdü ve 15 Nisan 1925 yılında, Varta yakınlarındaki Abdurrahman Paşa Köprüsü’nde 35. Alay’a teslim etti.
Şeyh Said ve arkadaşları ‘isyan’ suçlamasıyla yargılanmak üzere Diyarbakır’a getirildiler. Mahkemenin uzamasıyla olaylar tekrar kontrolden çıkabilir endişesiyle, hiç vakit kaybetmeden idam kararı çıkartıldı ve hemen o gecenin sabahında yani 29 Haziran 1925 tarihinde infaz edildi. Cesedinden bile öyle korkuyorlardı ki; kimseye göstermeden, Dağkapı askerî mıntıka içinde meçhul bir yere gömdüler.
Takrir-i Sükûn ve İstiklal Mahkemeleri memleketi kasıp kavurdu. Kürtçülüğün ideologlarından olarak görülen ama tamamen suçsuz olan Seyyid Abdülkâdir ve oğlu da İstanbul’daki evlerinden alınarak Diyarbakır’a götürüldüler ve asıldılar. Aylarca süren idamlarda çoluk çocuk demeden 500’e yakın kişi asıldı. 11 yaşındaki bir çocuk 10 yıl hapse mahkûm oldu. Sebepsiz yere suçsuz köyler bombardıman edildi ve hadiseyle alakasız binlerce kişi katledildi.
Şeyh Said hadisesi ve sebepleri tarihçiler ve siyasetçiler arasında sürekli tartışılmıştır. Gerçek sebepler hilafetin ilgası, laiklik ve devrimlere karşı dinî hassasiyetle verilen tepkilerden ibaret olsa da, resmî kayıtlarda hadise ısrarla farklı bir yöne çekilmeye çalışılmaktadır.
Aslında o zamanki hükümetin amacı ve hükümeti destekleyen Orak-Çekiç, Vatan, Tanin, Son Saat, Son Telgraf, Tevhid-i Efkâr, Toksöz, Sebilürreşad vs. gibi yayın organlarının amacı bu hareketi Kürtçü bir hareket olarak göstererek, Çerkezlere yapıldığı gibi Kürtlerin de baskı altında ve haklarından mahrum bir şekilde yaşamaya zorlanmasıdır.
.....
Haftaya; “Muhakkak ki mücadelem Allah ve dini içindir”
“Muhakkak ki mücadelem Allah ve dini içindir”
2015-12-28 02:00:00
Şeyh Said hadisesi ve sebepleri tarihçiler ve siyasetçiler arasında sürekli tartışılmıştır. Resmî kayıtlarda ısrarla hadisenin sebebi farklı yöne çekilmeye çalışılsa da, gerçek sebebin Hilafetin ilgası, laiklik ve devrimlere karşı dinî hassasiyetle verilen tepkilerden ibaret olduğu ortadır.
Aslında bu tamamen yeni kurulmuş olan rejimi korumak için yürütülen bir propagandadan ibaretti. Çünkü Abdülhamid Han döneminden itibaren silahlı aşiret alaylarına sahip Kürtler, Mustafa Kemal’e göre büyük bir tehlike arz ediyordu.
Bu sebeple o zaman hükümeti destekleyen ki; aksi bir durumun olması söz konusu bile değildi, Orak-Çekiç, Vatan, Tanin, Son Saat, Son Telgraf, Tevhid-i Efkâr, Toksöz, Sebilürreşad vs. gibi yayın organlarıyla birlikte topyekûn bir taarruza geçildi.
Hedef Şeyh Said, amaç ise onun üzerinden bu hadiseyi Kürtçü bir hareket olarak göstererek, Çerkezlere yapıldığı gibi Kürtlerin de baskı altında ve haklarından mahrum bir şekilde yaşamaya zorlanmasıdır.
Bunu mahkemenin Şeyh Said ile ilgili verdiği karar yazısından bile net olarak anlayabilirsiniz. İsnat edilen suçun tanımının bir kısmı şu şekildeydi:
“Şeyh Said en başından itibaren isyan etmeyi hedeflemektedir. Bu hedef ve arzusunu ulaşmak için siyasi faaliyetler yürütmekte ve Şark vilayetlerini ‘Kürdistan’ adı etrafında ayırmak suretiyle vatanı bölmeyi planlamaktadır. Dolayısıyla suçu vatana ihanettir...” Kararın gerekçe kısmında ise mesele tamamen Kürt ayrılıkçı hareketine bağlanmıştır.
Şeyh Said’in liderliğindeki kıyama genellikle Kürtler iştirak ettiğinden ki, yoğun olarak Kürtlerin yaşadığı bir bölgede bundan daha doğal bir durum yoktur. Bu sebeple hadisenin hep Kürdi boyutu kurcalanarak ortaya atılmıştır ve neticede o zaman ortaya konan düşüncelerle çözümü olmayan bir yara haline getirilmiştir.
Ancak tutulan zabıtlardan ve yazılan yazılardan da anlaşılabileceği gibi ayaklanmaya katılanların hepsi Kürt değildi, aralarında onlarca Türk ya da diğer etnik kökene mensup şahsiyetler de vardı. Sonunda bunlar da idam veya hapis cezalarına çarptırılmaktan kurtulamamışlardır.
Bu sebeple hadisenin bağımsız bir “Kürdistan” idealine hizmet ettiği asla söylenemez. Bu sadece yukarıda da belirttiğim gibi mevcut rejimin korunması adına ortaya konulmuş bir gerekçeden öteye gitmez. Ayrıca Şeyhin Azadi Örgütü ile ilişkisi de ciddi anlamda ispata muhtaçtır.
Aksine bunun tersi olduğuna dair ciddi kaynaklar da mevcuttur. Mesela her ne kadar kendisinin olaydan kesinlikle haberinin olmamasına ve Suriye’de hayatını sürdürmesine rağmen II. Abdülhamid Han’ın oğlu Şehzade Selim ile irtibata geçileceği ve hilafet makamına da onun getirileceği planlanmaktadır. Bu düşünce Şeyh Said’in idealidir de ayrıca.
O zamanki bazı ulema, Şeyh Said’i davasında haklı bulmakla beraber, alt edemeyeceği bir güce karşı isyan ettiği için tenkit ederler. Nitekim İslâmiyet, devletin ve insanın, askerce ve silahça daha üstün olan düşmana savaş ilan etmesini yasaklamıştır.
Şeyh Said'in; yargılanması müddetince bütün baskılara rağmen bağımsız bir Kürdistan kurma fikrini reddettiği ve ısrarla bunun tamamen dinî bir hareket olduğunu belirttiği açıkça görülmektedir.
Nitekim Şeyh Said, idam sehpasında iken son isteği sorulduğunda, kâğıt kalem ister ve kâğıda Arapça olarak "Benim bu değersiz dallarda asılmama pervam (korkum) yoktur. Muhakkak ki mücadelem Allah ve dini içindir" yazar.
…..
Haftaya; “Şeyh Said hadisesi, dış mihraklar ve günümüze yansıması...”
.
.
Şeyh Said hadisesinin günümüze yansıması ve dış mihraklar
2016-01-09 11:47:00
Şeyh Said hadisesi üzerine yapılan tartışmalarda sıkça gündeme getirilen en önemli noktalardan bir tanesi de bu isyan içinde olduğu iddia edilen dış mihrakların rolüdür.
Bu konuda özellikle bir ülkeden bahsedilir ve belki de bilerek böyle yapılır. Çünkü bölgede İngilizlerin birtakım gizli saklı faaliyetlerinin olduğu aşikârdır. Şeyh Said’in de böyle bir bağlantısı olduğunu ortaya koyup, vatanı bölmek suçuna bir de casusluk suçlaması eklemek için yoğun bir çaba harcanmıştır.
Bu husus gerek gazetelerde, gerek mahkemelerde çok yazılıp çizilmesine rağmen, İngiliz iş birliği ciddi anlamda ispata muhtaçtır. Buna rağmen muhakeme safhasında bilerek bu konu zaman zaman mahkeme heyetince de gündeme taşınmış fakat hiçbir zaman dayanak bulunamamıştır. Aksine bu işin içinde İngilizlerin parmağının olmadığını ispat eden sebepler vardır.
Bu anlamda Ankara’nın isnat ettiği suçlamalardan en önemlisi Musul ve Kerkük’ün kaybının bu olaya bağlanmasıdır. Israrla Kürtçü olarak lanse edilen isyanın, Türk ordusunun Musul’a girişini engellemek için İngilizler tarafından çıkartıldığı veya desteklendiği iddia ediliyordu. Hâlbuki Musul’dan Lozan’da vazgeçilmişti. Velev ki öyle olsun, bu olay Ankara’nın elini kolaylaştırırdı.
Yine aynı konudan başka bir örnek daha verebiliriz. Bu olay Ankara’nın dediği gibi bir Kürt hareketi olsaydı ve başarıyla sonuçlansaydı Musul’daki Kürtlerle birleşme kaçınılmaz olurdu. Bu da tamamen İngilizlerin aleyhine bir duruma sebep olurdu. Çünkü hava kuvvetlerine rağmen Musul’daki Kürt hareketini bastırmakta zorlanan İngiltere, birleşme olması durumunda ortaya çıkacak bu büyük güçle baş etmekte zorlanacaktı. Bu bütün planlarının bozulmasına ve petrol hayallerinin suya düşmesine sebep olurdu.
İngilizlerin bu işin içinde olmadığının en önemli delili ise Sevr Antlaşmasına dayanıyor. Çünkü bu proje sonrasında Anadolu’nun doğusunda Ermenistan devleti kurmak isteyen İngilizler, çok sert bir tepki ile karşılaşmıştı. Bu tepkinin tek kaynağı Türk-Kürt ittifakıydı.
Şeyh Said’in İngilizler ile olan ittifak iddialarını dayandırdıkları sebep ise aşırı derecede komiktir aslında. Bu konu ile ilgili vesika olarak kabul edilen şey bir İngiliz silah fabrikasının broşürüdür. Hayali bir Kürdistan Savunma Bakanı adına gönderildiği öne sürülen broşür, Diyarbakır Postanesi’nde bulunmuştur. Gelmiş olduğu adres, isim ve gönderi bilgileri ise meçhuldür.
Bu direnişin bir Kürt hareketi değil de İslami bir kıyam olduğuna dair yüzlerce vesika olmasına rağmen Şeyh Said olayı, yıllarca Kürtlerin sindirilip bastırılması için sözde ihanetlerine delil olarak kullanılmıştır.
Şeyh Said hadisesinin neticeleri, yakın tarih cihetinden çok önemlidir. Neticede bu hareket bahanesiyle demokrasi askıya alınarak partiler yasaklandı. Basın hürriyeti kaldırıldı, İstanbul’daki muhalif gazeteciler tutuklanarak hapse atıldı ve muhalifler sindirildi. Din aleyhtarı icraat sıkılaştırıldı ve tekkeler kapatıldı. Bunun neticesinde doğuda yaşayan ve halka tesir etmesinden korkulan aşiret reisleri ile din âlimlerinin tamamı aileleriyle batıya sürgün edildi.
Osmanlı’nın 400 yıl boyunca başarıyla hâkim olduğu bölgede genç Cumhuriyet, 10 yıl içinde bu büyük mesele içinde boğulmuştur. Bu sebepledir ki, Kürtler Cumhuriyet Türkiyesi'ni Roma Devleti’nin devamı olarak görürler. Hâlbuki Kürtlerin Osmanlı ile bütünleşmesi o kadar başarılı olmuştur ki; onu kendi devleti olarak kabul etmişlerdir.
Ulus devlet kavramını oturtabilmek adına bir ülkenin kültür çeşitliliği olan milletleri sindirme politikası izlendi ve ret, inkâr, asimile, tenkil ve tedip yoluyla Türkleştirme yoluna gidildi. İşte bu politika yıllar sonra PKK belasının ortaya çıkmasına ve Kürt halkının da bu anlamda kullanılmasına zemin hazırlamıştır.
.
.XXXXXXXXXXXXXXXXXXX
Avrupa tarihinin kara lekesi "auto-de-fé" seremonisi
2015-10-09 01:00:00
Engizisyon mahkemesinin yaptığı insanlık dışı işkenceler, kazıkta boğularak öldürülmeler insanlık tarihinin ve Avrupa'nın kara lekesi olarak tarihteki yerine aldı. Hele hele "tövbe" etmeyen insanların cezalandırıldığı 'auto-de-fé' hiçbir zaman alınlarından silinmeyecek.
Suçlular için 'merhametli' bir ölüm olarak görülen kazık cezasının sonrasında hâlâ tövbe etmeyen mahkûmlar için devreye giren 'auto-de-fé' seremonisi. Aslında bu ceza toplum nazarında kişiyi ve ondan geriye kalanları kınamak maksatlı yapılıyor. Latince bir kelime olan Auto-de-fé, İngilizcede 'act of the faith' olarak karşılık bulmuş. Dilimize ise "inanç veya iman hareketi" olarak çevrilebilir. Ceza olarak karşılığı ise kazığa bağlanıp diri diri yakmak ve işin en kötüsü ise bunun Hristiyanlık inancının bir göstergesi olarak kabul ediliyor olması.
Auto-de-fé ilk olarak Paris'te gerçekleştirilmiştir ve maalesef XIX. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar süren, tüyleri ürperten bir ceza olma özelliğini korumuştur. Bu infaz özellikle İspanya ve Portekiz (Latin Avrupa) gibi Katolik ülkelerde uygulanmıştır. Bu seremoniye, sadece suçluların cezalandırıldığı bir faaliyet olarak bakmak çok büyük yanlış olur. Bu başlı başına bir organizasyondur ve zamanla kendine has bir edebiyatı bile oluşmuştur.
Önceleri dini bir cezalandırma olarak başlayan bu uygulama, sonrasında bir halk eğlencesi hâline dönüşmüş ve perişan halk böyle bir eğlenceyle kandırılıp, yapılan hoş gösterilmeye çalışılmıştı. Ayrıca bu yabancı elçilere, ziyaretçilere ve tüccarlara karşı bir gözdağı niteliğini de taşıyordu. Yaşananlara seyyahların notlarında, elçilerin mektuplarında ve günlüklerde bolca rastlanabilir. Bu Katolik Avrupa'sına duyulun tiksinti ve şaşkınlığı da ayan beyan ortaya koymaktadır.
Günümüzde hâlâ sözde düşünce ve inanç özgürlüğünün savunucusu olanlar için düşüncesi bile o zamanlar için çok tehlikeliydi ve Engizisyon mahkemeleri bu fikir ile savaşmak anlamında çok geniş yetkilerle donatılmıştı. Her ne kadar kiliseye bağlı gibi gözükseler de, arka planda bulaşmadıkları pislik ve sahtekârlık yoktu. Yeri geldiğinde kendilerini kiliseden ve devletlerden bile üstün tutabiliyorlardı.
Yahudilere, Müslümanlara, bunlara karşı sevgisi olanlara ve yardım eden Hıristiyanlara yapmadıkları zulüm kalmadı. 1492 yılında Avrupa'daki son İslam devleti yıkıldıktan sonra Kral Ferdinand, İspanya'daki Müslüman ve Musevilerin tamamını yok etmek için, engizisyonu had safhaya çıkardılar ve âdeta bir inanç temizliği yaptılar. Kendi oğlunu bile bu mahkemelerde idama mahkûm ettiren kral, "İspanya'da artık ne Müslüman, ne de dinsiz kaldı" diye iftihar etme cüretini göstermiştir.
Elbette ki bu zulüm ve eziyetler sadece Hristiyanlıktan çıkanlar ile sınırlı kalmadı. Elinde zorlukla tuttuğu ve bu uğurda her şeyi göze aldığı gücünü kaybedeceğini düşünen kilise, bütün ilim adamlarını çeşitli bahanelerle ortadan kaldırdı. Onlara göre fennin ve ilmin ortaya koyduğu yenilikler günah sayılıyordu. Bunun en önemli örneklerinden biri, dünyanın küre şeklinde olduğunu ve döndüğünü Müslümanlardan öğrenerek, Avrupalılara nakleden Galileo'dur. Bu beyanatından dolayı yetmişi geçmiş yaşına rağmen, Engizisyon Mahkemelerinde yargılanmıştır ve söylediklerinden ötürü pişmanlığını dile getirip 'auto-de-fé'den kıl payı kurtulmuştur. Diğer bir örnek ise Galileo gibi Güneş'i merkez kabul eden görüşü savunanlardan Giordano Bruno'dur. Ancak Bruno tezini sonuna kadar savunmayı seçtiği için yakılmaktan kurtulamamıştır.
Her ne kadar Engizisyon Galileo'ya geri adım attırsa da engizisyon denince akla hâlâ o ve yargılandığı mahkeme gelmektedir. Nitekim bu kara lekeden kurtulmak isteyen Papa, 2000 yılında gerçekleştirilen binyıl kutlamaları sırasında, başta bilim adamları olmak üzere, bir zamanlar din adına gerçekleştirilen bu uygulamalardan dolayı özür diledi.
18. yüzyıl itibariyle suçluların azalması ve kazığa bağlama, yakma eylemlerinin pahalı olması nedeniyle auto-de-fe'ler yapılmaz oldu. Bourbon Kralı V. Philip auto'ya bir kere katılmış dahi olsa, bu organizasyonu reddeden ve katılmayan ilk İspanyol Kralı olmuştur. Yüzyılın ortalarına gelindiğinde ise Engizisyon sadece özel cezalandırmalar yapar hâle gelmişti. Bunun sebebi ise basittir. İspanya kâfirler ve sapkınlıklardan tamamen arındırılmıştır.
Hıristiyanlığın yüz karası Engizisyon, Napolyon tarafından 1807 senesinde binbir zorlukla kaldırılmış, bir müddet sonra tekrar gündeme gelse de tarihe karışmaktan kurtulamamıştır. Mahkemelerinin kaç kişiyi ölüme mahkûm ettiği kesin olarak bilinmemekle beraber milyonları geçtiği neredeyse kesindir.
Lugat-ı Tarihiyye ve Coğrafiyye gibi eserlerde kuruluşundan kaldırılmasına kadar Engizisyon'un toplamda 5.403.920 kişinin cezalandırılmasında rol aldığı belirtilmektedir. Bunların neredeyse tamamına yakını yani 5.000.000 kişi başka yerlere göç etmek zorunda kalanlar. 192.154 kişi ise küreğe ve zindana atılarak telef olmuş. 43.000 kişi ise korku ve işkence neticesinde zarara uğramışlar. Yakılanların sayısı da azımsanmayacak ölçüde. Diri diri yakılanların sayısı ise 33.746 kişi iken, idam edildikten sonra yakılanların sayısı da 18.027 kişiye ulaşmış. İşkence, zulüm gören ve sadece yaralarla ucuz kurtulanların sayısı ise 18.000. İşte medeni Avrupa'nın geçmişindeki kara leke Engizisyonun ağır bilançosu.
İnsanların düşünce özgürlüğünün üstüne kâbus gibi çökülmüş ve büyük ölçüde başarılı olunmuştur. Şimdilerde bile düşünce özgürlüğünün sadece kendi dinlerine ve dillerine geçerli olduğu birçok olaylarda ortaya çıkmaktadır. Düşünce, vicdan ve inanç özgürlüğünde Avrupa sözde ve görünüşte iyi bir durumda mıdır? Evet, iyi durumdadır ama belirttiğim gibi sadece kendisi gibi inananlarda ve menfaat ilişkilerinde geçerli olmak üzere.
Günümüzde bunlar için ne kadar pişmanlık ağıtları yakılsa da, öz eleştiri yapıyormuş gibi gözüküp de ne kadar kötü olduklarını dizi, film ve belgeseller ile tekrar tekrar önümüze temcit pilavı gibi sürseler de, bu propagandalar asla başarılı olamayacak ve bu leke onların alnından asla silinmeyecek.
.
Kızgın kerpetenler, çivili sandalyeler ve Engizisyon
2015-10-02 01:00:00
Kızgın kerpetenler, çivili sandalyeler, büyük huniler, parmakları sıkıştıran mengeneler, ölüm askıları ve auto-da-fé (act of the faith yani yakılma cezası). Tüm bunlar bir dönem, İspanya'nın, Katolik Kilisesi'nin ve Engizisyon mahkemelerinin utanç dolu sayfalarını dolduran vazgeçilmez yardımcılarıydı.
Bir kimse, doğru ve yanlış yere bir kere mahkeme tarafından suçlanıp tutuklandıysa artık geri dönüşü olmayan bir yola girilmiş oluyordu. Öyle bir yol ki; bazen şüpheliler, neyle suçlandıklarını bile bilmeden iki yıla yakın hapis yattıkları oluyordu.
İş sadece şüphelinin tutuklanmasıyla bitmiyor, geride kalan ailesinin de olabildiğince eziyet çekmesi için elden gelen her şey yapılıyordu. Mahkûmun eşyaları açık arttırmayla satılır ve geliri de mahkemeye kalırdı. Yakınları ise bu satış sonrasında çok müşkül bir durumda kalır, bir anda kazanç kaynaklarından, hatta evlerinden bile mahrum kalırlardı. Ayrıca ortaya bir de ceza durumu çıkarsa, geride kalan aile genelde göç etmek zorunda kalırdı çünkü kilisenin ve engizisyonun korkusuyla kimse yüzlerine bakamazdı. Yani hem maddi hem de manevi açıdan zarara uğratırlardı.
Yakalanan kişinin mahkemeye çıkması aslında büyük bir şans olarak görülüyordu. Çünkü genellikle duruşma gününü beklemek için Engizisyon mahkemesine ait hapishaneye götürüldü. Çeşitli hapishane kademelerinin en kötüsü gizli hapishaneydi ki, dini sapkınlıkla suçlananların uzun süre tutulduğu yerdi burası. Buraya giren mahkûmlar ile ilgili bilgi alabilmek mümkün olmuyordu. Öyle ki, kimsenin haberi olmaksızın jüri odasına götürülüyor, cezasına karar veriliyor ve hemen akabinde infaz ediliyordu.
Genelde zincirli ve ışıksız, ısıtmasız odalarda dünyadan bihaber şekilde tutulurlardı. Bu durum tabii ki kaderine rıza gösteren ve sakin duran mahkûmlar için geçerliydi. Biraz sesi soluğu çıkan ve ayak diretenlere ise mordaza yani tıkaç cezası uygulanması kaçınılmazdı. Bu onların konuşmasını veya küfretmesini engellemek için kullanılırdı. Diğer bir uygulama ise pie di amigo, yani kafayı zorla yukarıda tutan çatal.
Daha önceki yazıda da belirttiğim gibi aslında İspanyol Engizisyonu diğerlerine nazaran daha insaflıydı. Veya öyle olmak zorundaydı da diyebiliriz çünkü kilise, istenerek itirafta bulunulmadığı düşüncesiyle, işkence altındaki söylenenleri geçerli saymıyordu. Engizisyona göre amaç olan işkence onlara göre sadece son çare olarak kullanılacak bir araçtı.
Buraya kadar yapılan uygulamalar halkın gözü önünde ibret-i âlem için yapılanlar. Mecbur kalındığında veya kiliseden habersiz arka planda yapılan korkunç işkenceler ise insanın tüylerini ürperten cinsten. Detaylı olarak olmasa da herkes tarafından bilinir ama hiç kimse tarafından dile getirilemez.
Temize çıkma durumu ise çok nadirdi ve genelde gizli tutulurdu. Çünkü bunun anlamı Engizisyonun hata yaptığını kabul etmekti ve bu asla kabul edilebilecek bir şey değildi. Ancak nadir de olsa böyle bir durum gerçekleştiğinde, masum kişilerin suçlamaları kaldırılır veya askıya alınırdı. Bu çok daha korkutucuydu çünkü anlamı, mahkemenin her an tekrar gerçekleşebileceği, kişinin de hâlâ şüphe altında olduğuydu.
Engizisyonun en temel üç işkence şekli vardı. Garrucha, Toca ve Potro. Garrucha bir palangadan tavana el bileklerinden asılma şeklindeydi ve ayağa bir ağırlık bağlanırdı. Suçlu yavaşça kaldırılır ve aniden bırakılırdı. Etkisi kol ve bacakları gerdirmek, hatta belki çıkarmak şeklindeydi. Toca yani su işkencesi ilkinden biraz daha korkunçtu. Suçlu bir askıya bağlanıp ağzı zorla açılırdı ve keten bir bez boğazına tıkılır, ağzından içeriye yavaşça su dökülürdü. Potre ise 16. Yüzyıldan sonra en yaygın görülen işkence türüydü. Kurban bir gergiye sıkıca bağlanır, bunun için kullanılan kablolar vücuda ve bacaklara dolanır, işkenceci kablo uçlarını döndürürdü. Her dönüşte kablo vücuda batar ve acı tüm vücutta dolaşırdı. Bu işkencelerden önce kadın erkek herkes iç çamaşır hariç çırılçıplak bırakılırdı.
Bu ağır işkence ve eziyetler çoğu zaman inatçıların son anda bu tutumdan dönmelerine neden olurdu. Müslümanlar olmasa da Yahudiler yakılma korkusuyla inancından dönmeyi tercih ederlerdi. Bütün bu işkenceler sonrasında mahkemeye çıkabilen "tövbekârların" çoğunun ortak kaderi uzlaşmaya varmak olmuştur. Uzlaşma töreninde her "tövbekâr" kazığa bağlanmanın haricinde, listedeki diğer cezalardan birine daha çarptırılırdı ki, bunlar haciz veya hapis cezalarıydı. Haciz cezası neredeyse her davada uygulanırdı. Hapis cezasıyla kurtulan mahkûmlar, çıktıktan sonra Ortodoks veya Katolik olarak hayatlarına devam etseler bile, ömür boyu dilenmeye mahkûm bırakılırdı.
Sanbenito ise diğer hafif cezalardandı. Pişmanlığın sergilendiği ve sürekli giyilecek olan sarı bir önlük, kısa süreli mahkûmiyet, kalyonlarda 10 yıla kadar çalışma, savcı tarafından halkın ortasında ve insanların taşlamaları arasında kırbaçlanmak.
Bunlar sonrasında sözünden geri döndüğü tespit edilenler ise nihai cezaya çarptırılırlardı, kazıkta boğularak öldürülmek. Ayrıca yaptığının küfür olduğunu kabul etmeyip tövbe etmeyenler, bunlara yataklık yapan işbirlikçiler de bu infazdan kaçamazlardı. Ancak kazıklarda ölenler 'rahatlamış' olarak belirtilirler. Çünkü devamında çok daha büyük bir ceza onları beklemektedir.
İnsanlık tarihinin kara lekesi olan ve hâlâ bahsedildiğinde insanın tüyleri ürperten "auto-da-fé"
.
Avrupa'nın korkulu rüyası Engizisyon Mahkemeleri
2015-09-08 01:00:00
Hristiyanlık harici herhangi bir dine karşı anlayış göstermeyen, (günümüzde de aksini iddia etseler de bu anlayış mantığına yakın bir hareket sergilemekten geri durmuyorlar) daha doğrusu kabul etmeyen bir mahkemeden bahsediyoruz. 1478 yılında işkence veya sürgünden kurtulmak için Hristiyanlığı kabul eden Yahudiler ile ilgilenmek üzere İspanya'da kurulan Engizisyon Mahkemeleri, kısa sürede büyük güç kazandı.
Böyle bir güce hızlı bir şekilde ulaşmasının arkasındaki en önemli sebep, hemen akabinde ortaya çıkan Luthercilik tehdidiydi. Birçok Avrupa devleti gibi, İspanyolların da ülkede Hristiyan inancını koruma adına neredeyse yapmayacakları bir şey yoktu. Bu anlamda sarf edilen çabalar da, bu acımasız mahkemenin yerini sağlamlaştırarak, 18. yüzyıla kadar sürmesine sebep oldu.
İspanya'da kurulan bu mahkemenin eriştiği güce, Orta Çağ döneminde Avrupa'da kurulan ve sapkınlığı yok etmeyi amaçlayan, Papalığa bağlı Engizisyon bile ulaşamadı. Mahkemeler her zaman dinin dili olma özelliğini sonuna kadar taşıdı. Ancak İspanya'daki ton çok daha sert ve totaliterdi. Protestan, Yahudi veya Müslüman olarak suçlanma korkusu, şüphenin ve düşmanlığın ağır korkusu ülkenin tamamına yayılmış durumdaydı.
Cumartesi günleri Yahudilere mahsus şekilde temiz ve yeni kıyafetler giyinip, Yahudi bayram günlerinden masalarına temiz örtüler, yataklarına temiz çarşaflar seren, cuma akşamından itibaren ışıklarını söndüren, yiyecekleri eti suda iyice temizleyip kanını akıtan ya da yedikleri sığır veya kuşun boğazını keserek öldüren, bu esnada bazı sözler söyleyerek kanı toprakla örten, Kutsal Baş Kilisesi tarafından et yenilmesi yasaklanan, Paskalya Perhizinde veya başka kutsal günlerde et yiyen veya ölüm döşeğinden duvara doğru dönen ve öldüğünde kişiyi yıkayıp vücudundaki bütün kıllarını kesen kişiler Engizisyon mahkemelerinin aranılan müşterileriydi.
Bu ve benzeri durumlar ayrıca ihbarcılık mesleğini de zirveye taşıdı. Bu ortamda bulunan gözlemci, kendince kâfirler arasında bulunduğunu anlar ve onları hemen mahkemenin adamlarına ihbar ederdi. Kadın, küçük, büyük, asil veya tanıdık ayrımı yoktu ve hiçbir şekilde istisna da gösterilmiyordu. Bir komşunun hafta sonu çarşaf değiştirmesi, ihbar edilebilmesi için yeterliydi. Bu durumlar halkın bir kısmı tarafından samimi düşünceler ile yapılsa da, diğer insaflı kısmı da korkudan aynı şekilde davranmaktan geri durmuyorlardı.
Nihayetinde şikâyetler öyle bir noktaya ulaşmıştı ki; 1530'da Kanarya adalarındaki Alonça Der Vargas, sırf Kutsal bakire Meryem'in adını duyduğunda gülümsediği için şikâyet edilmişti. 1635'te 80 yaşının üstündeki Pedro Ginesta sırf bir oruç gününde unutup yanlışlıkla domuz eti ve soğan yediği için Barselona'da mahkeme karşısına çıkarılmıştı. Engizisyon kayıtlarında birbirini şikâyet eden düzinelerce komşu, arkadaş, hatta aynı ailenin fertleri bile vardı.
Bir suçlunun veya İspanya tarafından suçlu görülmesi istenen kişinin mahkeme süreci olabildiğince gizli sürdürülüyor ama neticesinde en ağır ve tesirli ceza verilmekten de kaçınılmıyordu. Dış dünyaya ne kadar kapalı olsalar da kendi içlerinde neredeyse kusursuz bir kayıt sistemi işliyordu. En önemsiz davalar için bile kayıt tutulmaktan kaçınılmıyordu.
Tutuklama yapılmasından sonra deliller ve suç öncelikle ilahiyatçılara sunulur ve suçlamaların kilise alanına girip girmediğine, sapkınlık ihtiva edip etmediğine bakılırdı. Eğer sapkınlık için yeterince delil olduğuna karar verilirse savcı, suçlunun tutuklanması için bir karar çıkarır ve kişiyi gözaltına alırdı. Ama birçok durumda ilahiyatçıların incelemesinden hemen önce tutuklama gerçekleştirildi ve bu şekilde yanlış tutuklama konusundaki tedbirler aradan çıkarılmış olurdu. Böylece mahkûmlar kendilerine suçlama dahi yönetilmeden soruşturma hapishanelerine girerlerdi.
Engizisyonun asıl görevi, suçluyu itiraf ettirmek ve pişmanlığını dile getirdiğini duymaktı. Eğer inceleme sırasında deliller yanlış çıkar ve masumiyeti ispatlanırsa serbest bırakılırdı. (Böyle bir hadise bir elin parmaklarını geçmemektedir) Tuhaf olan şey ise insanların suçunun ne olduğu konusunda hiçbir fikirlerinin olmamasıydı. Mahkûmlar yıllarca suçlarını tam olarak bilmeden hapis yatarlardı.
Engizisyon gibi mahkemelerin Avrupa'yı kasıp kavurduğu ve âdeta üstlerine kara bulut gibi çöktüğü dönemlerde, İslamiyetin emrettiği kurallar çerçevesinde yaşan Müslümanlar ise âdeta güllük, gülistanlık bir hayat yaşıyorlardı. Niye? Çünkü İslamiyet, Avrupa'nın daha yeni yeni tüm kuralların merkezine koyduğu insan faktörünü, başından beri en önde tutmuştur.
Bırakın suçlunun kötü şartlarda sorgulanıp mahkeme edilmesini, suçluluğunun bile doğru dürüst ispatlanamadığı dönemlerden geçen bir Avrupa.
Yazımızı sonlandırmadan önce, Franz Kafka'nın Dava kitabından bu konuya çok uyan bir alıntı yapmakta fayda var.
"Ama ben suçlu değilim. Bu bir yanlış anlama ve eğer durum böyleyse kim suçlu bulunabilir ki? Burada hepimiz insanız, birbirimizden farkımız yok." dedi.
"Doğru" dedi Rahip, "Ama bu, bütün suçlu adamların konuşma biçimidir."
.Jurnal malzemesi, deli yaftası ve Türkçe ezan
2015-08-03 01:00:00
Arapça ezanın yasaklanması ve zorunlu olarak Türkçe okutulması, toplumun da kutuplaşmasına sebep oldu. Toplumun büyük çoğunluğu bu yasağa karşı çıkarken, azınlık da olsa az bir kesimi bu yasağı alkışlarla ve sevinç naralarıyla karşıladı.
Bu kutuplaşma tabii olarak, bu ezan meselesinin bir ihbar/jurnal malzemesi olarak kullanılmasına sebebiyet de verdi. Bunlara bir de birilerine yaranmak adına en yakınındakini bile jandarmaya şikâyet edenler eklenince iş çığırından çıktı. Bu konular ile ilgili karakola, sonrasında ise yargıya intikal eden birçok olay kayıt altına alınmıştır.
İhbarlar ve bizzat jandarmanın baskınları sonucunda Arapça ezanlar okuyanlar yakalanıp hapse atılıyordu ancak, 1941 yılına kadar bunlara verilecek ceza noktasında yasal boşluktan dolayı büyük bir belirsizlik vardı. Hele Mustafa Kemal Paşa'nın ölümünden sonra problemler daha da büyüdü ve bir yasal düzenleme yapılması zorunlu hale geldi ve bazı maddeler değiştirildi.
Arapçayı kullanmaya devam edenler bu tarihe kadar "kamu düzenini sağlamaya yönelik emirlere aykırılık" suçundan cezalandırılıyordu. 2 Haziran 1941 tarihinden itibaren ise 4055 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun bazı maddeleri değişti ve "Arapça ezan ve kamet okuyanlar 3 aya kadar hafif hapis, 10 liradan 200 liraya kadar hafif para cezasıyla cezalandırılırlar" şeklinde bir ekleme yapıldı. Artık görev dışı dâhil herhangi bir yerde Arapça ezan okuyanlar da cezalandırılacaktı.
Ancak bütün bu yasaklara, hapis ve para cezalarına rağmen Türk'ü, Kürt'ü, Çerkez'i, Gürcü'sü yani tüm Türkiye tek yürek olarak ibadetini Arapça yapması gerektiğine inanıyordu ve o yoldan kimse onu döndüremedi.
Arapça ezan okunması ile ilgili, din adamlarının yanı sıra çoğunlukla hiçbir sıfatı olmayan sivil halkın da bu yasağı çiğnediği görülmektedir. Bu konuda ilginç yollara başvurdukları ve yasağı deldikleri de görülmektedir. Bu noktada en çok başvurulan yöntem ise ezanın çocuklara veya delilere okutulmasıydı. Polis kayıtlarından yakalananlar arasında çok sayıda akli dengesi bozuk vatandaşın bulunması da bu yolların sıklıkla kullanıldığını açıkça göstermektedir.
Mesela Karamürsel'in Ayazma köyünden Boşnak asıllı Bekir, Arapça ezan okumaktan dolayı adliyeye sevk edilmiş ancak, cezai ehliyeti olmadığından serbest bırakılmış. Okumakta ısrar edince ise Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'ne sevk edilmiş. Neticede oradan da "şuur bulanıklığı" olduğu doktor raporuyla tespit edilmiş ve serbest bırakılmak zorunda kalınmıştır.
Yine buna benzer bir örnek de Yeni Foça kazasında yaşanmış. Camide kimsenin olmadığı sırada, Kazım adında bir şahıs Arapça ezan okurken yakalanmış ancak sanığın Bahriye yüzbaşısı iken akıl hastalığından emekliye ayrılmış bir deli olduğu anlaşıldığında serbest bırakılmış.
Arapça ezan okuyan çocuklar ve akıl hastaları cezai ehliyetleri olmadığından yakalandıklarında bir işlem yapılamıyor, böylece yasak delinmiş oluyordu.
Bu hal Demokrat Parti'nin başa gelmesine kadar devam etti. Seçimin hemen arkasından "Türkçe ezanın o dönemki taassupla mücadele mecburiyetinden doğduğunu, o tedbirlerin devamına lüzum kalmadığı, meselenin laiklik ve vicdan hürriyeti bakımından halledileceği" belirtildi.
Bu demeç sonrasından ise hızlı bir kanun tasarısı hazırlandı ve "Arapça ezan ve kamet okuyanlar" cümlesi 16 Haziran 1950 yılında kanundan çıkartıldı.
Bu değişiklikle Arapça ezan okunması zorunlu hale getirilmemiş, sadece Arapça ezan yasağı kaldırılmıştı. Ayrıca ezanın Türkçe okunmasını yasaklayan hüküm de getirilmemişti. Dolayısıyla ezanı istediği dilde okumak isteyene serbestlik tanınmıştı.
Sadece bu sebeple bile olsa bu ülke Adnan Menderes ve arkadaşlarına çok şey borçludur. O günlerde yaşanan çile ve sıkıntıları dedelerimizden, ninelerimizden ve o günü yaşayan amcalarımızdan dinlerken, insanın yüreğinin sızlamaması mümkün değil...
.Türkçe ezan garabeti
2015-07-23 01:00:00
Cumhuriyet'in ilk yıllarında din ve devlet işlerinin ayrılması adı altında maalesef sözde dinde reform olarak adlandırılan bazı uygulamalar devreye sokulmaya çalışıldı. Daha doğrusu kabul ettirilmeye çalışıldı.
Bunlardan bir tanesi de 1932-1950 yılları arasında uygulanan ve ibadet dilinin Türkçeye çevrilmeye çalışılmasıdır. Asırlar boyunca insanların ruhunu dinlendiren ve insanları dil ve millet ayırt etmeden o kutlu ibadete çağıran Arapça ezan yasaklandı ve bu zorbalığın kalıcı olması adına, sert adımlar atıldı. Öyle ki "Allah" deme yasağı birçok insanın hapislerde ölmesine sebep oldu.
Türkçe ezan ile ilgili ilk teşebbüs 30 Ocak 1932 tarihinde yapılırken, Fatih Camii hafızı Rıfat Bey, ikindi ezanını önce Arapça, ardından da Türkçe olarak okur. Yine aynı yılın Ramazan ayında ve Kadir Gecesi'nde, bu sefer Ayasofya Camii'nde 7 Hafız ve 2 müzisyen tarafından Kur'an okunur ve tekbirler getirilir ve ardından Türkçe ezan okunur. Bu da yetmez bu kepazelik radyo aracılığıyla ülkedeki tüm camilere ulaştırılır. 5 Şubat'tan itibaren ise artık hutbeler de Türkçe okunmaya başlanır.
En son yasak ise Diyanet İşleri Başkanlığı'ndan gelir. 18 Temmuz 1932'de yayınlamış olduğu bir tamim ile ezan ve kametin Arapça okunması yasaklanır ve Türkçe okunması emredilir. Zamanın Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi'nin, tüm müftülüklere gönderdiği genelgede "Türkçe ezan ve kamet suretlerinin memleketin her tarafından bir ahenk, bir siyak dairesinde tatbikinin zaruri olduğu, Türkçe ezana riayet etmeyenlerin şiddetle cezalandırılacağı" da belirtilir.
Gelinen nokta insanların din ve vicdan hürriyetinin elinden alınmasıdır. Üstüne üstlük bu asırlardır tek bir örneği bile görülmemiş şekilde yapılmıştır. Artık yasaklar, tutuklamalar ve zorbalıklar konuşulmaktadır.
Ülkenin birçok yerinde bu duruma itiraz etseler de hatta isyana yaklaşan büyük tepkiler doğsa da hükümetin geri adım atmak gibi bir durumu söz konusu olmadı. Aksine çok sert kararlarla tepkileri bastırıp, ibadetlerin Türkçe olarak yapılmasının yaygınlaşması anlamında çabasını arttırdı.
İzmir ve Salihli'de Türkçe ezan okumamakta direnen 4 imam ve müezzin tutuklanarak mahkemeye çıkarılmış. Trabzon Çay Meydanı ve Ortahisar camileri müezzinleri Hamdi Musa ve Halil Efendi isimli 3 din görevlisi ise tutuklanmış.
Urfa'da vazifesi olmadığı halde Arapça kamet okuyan cemaatten bir şahıs, müezzinin ihbarı üzerine yakalanıp adliyeye sevk edilmiş. Benzer bir olay Çorum'da yaşanmış. Bayram namazından sonra Arapça ezan okuyan bir vatandaş, devleti yıkmaya teşebbüs edenlerle birlikte Ağır Ceza'da yargılanmış.
O dönemde çekilen tüm bu sıkıntılar, eziyetler ve zorlamaların belgeleri, Emniyet Genel Müdürlüğü'nün arşivinde mevcut.
Arapça ezan, kamet, sala okumak, tekbir getirmek ve hükümet emirleri hilafına davranışlarında bulunmaktan dolayı sadece 1933 yılında tutuklanan insanların sayısı 49 kişiyi bulmuş. Toplamda ise 1931 ile 1937 yılları arasında bu sayı 229 kişiye ulaşmış.
Ancak bütün bu sıkı tedbirlere ve yağmur gibi ceza yağmasına rağmen, ülkenin birçok yerinde ezanın aslına uygun olarak Arapça okunması tamamen engellenemedi. Özellikle güvenlik güçlerinin kontrolünden uzakta bulunan kırsal kesimde halk, muhtelif zamanlarda bu yasağı (!) çiğnemiş ve Arapça ezan okumaya devam etmişlerdir.
Bu yasaklar neticesinde bütün hayatını Arapça ezan okumaya adayıp bunun için cezaevlerine girmeye, hatta bu uğurda ölmeye bile hazır olanlardan oluşan bir hareket doğmuş olması da yapılan uygulamanın ne kadar yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. 1993 yılında Bursa'da meydana gelen olay, bunun net bir şekilde ortaya koyulduğu tepkisel bir harekettir.
Türkçe ezan uygulamasına veya bundan önceki laiklik adı altında yapılan düzenlemelere halkın karşı çıkmasındaki en büyük sebepler, Arapçanın Kur'an alfabesi olması, Peygamber lisanı olması, en önemlisi ise ibadet dilinin de bu şekilde olmasından kaynaklanmaktadır. Türkçe ibadet etme safsatası çok şükür devam etmedi. Ancak üzülerek belirtmek gerekir ki; Türkçe hutbe okunma uygulaması halen devam etmekte!..
. Menderes'in idamındaki İnönü faktörü
2015-06-03 01:00:00
27 Mayıs yıllar geçse de konuşulmaya devam ediyor. O dönemde yaşanan hazin olaylar, unutulacak cinsten değil. Ancak darbeden daha da acı olan şey ise halkın seçtiği bir Başbakan'ın idam edilmesi.
50 yıldır bu konu ile ilgili yazılan belgelerin çoğunda ve yapılan konuşmalarda bir kesim tarafından, İsmet Paşa'nın bu idamlara karşı olduğunu ve Anayasa'ya engel olmaktan korktuğu için müdahale etmediği ısrarla iddia edilmekte.
İsmet İnönü, idamlar hakkında demeç vermeye kalkarsa, yürürlükteki bir Anayasaya aykırı hareket etmiş ve milletin verdiği kararı tanımamış olacağını söylemektedir. Bu açıklama çok tuhaftır, çünkü 1961 Anayasası'nın halkla veya başka bir kesimle alakası yoktur. Bizatihi İnönü'nün birçok anlamda yaptığı müdahaleler ile ve aradan cebren sokturduğu maddeler ile bir İnönü Anayasası haline dönüşmüştür.
Damadı olan Metin Toker'in bu konu ile ilgili hatıratında belirtmiş olduğu sözler, bunu apaçık ortaya koymaktadır.
"1961 Anayasası var ya, o İsmet Paşa'nın anayasasıdır. Yani 28 Mayıs 1960'tan seçimlerin yapıldığı güne kadar İsmet Paşa'nın ağırlığı birtakım yanlışları düzeltmiştir. 1961 Anayasası Cumhuriyet Halk Partisi'nin, yani İsmet Paşa'nın anayasasıdır."
İnönü isteseydi hem anayasaya müdahale edebilirdi, hem de kendisine kayıtsız şartsız tabi olduklarını bildirmiş darbeci subaylara idamların aleyhinde oy kullandırabilirdi. Detaylı olarak incelendiğinde, İsmet Paşa'nın baştan sona ihtilalin içinde olduğu görülebilir. Hatta idamlar hakkında kararsız olan darbeci subayların aklını çelme konusunda da büyük bir çaba harcadığı da sonradan ortaya çıkmıştır.
İlk andan itibaren, idam kararının verilmesine karşı şiddetli bir şekilde muhalif olan Sezai Okan, Muzaffer Yurdakuler, Ahmet Yıldız ve Mehmet Özgüneş yoğun baskılar sonucu fikir değiştirerek ölüm cezalarının lehine oy kullanmışlardır.
Eğer İnönü'yle buluşup toplantılar yapan Sami Küçük, Suphi Gürsoytrak ve Ahmet Yıldız, Paşa'nın baskısına rağmen idama karşı oy kullanmış olsaydı, netice idamların aleyhine dönecek ve büyük bir ihtimalle infazlar gerçekleşmeyecekti. Bu talihsiz gelişmelerin sonrasından Yassıada'dan çıkan 13 idam kararının 4'ünün infaz edileceği, 15 Eylül 1961 akşamı saat 21.00'de Ankara'dan telefonla Yassıada Kumandanı Albay Tarık Güryay'a bildirildi.
Adnan Menderes, o gece intihara teşebbüs etmesine ve akıbeti meçhul bir durumda olmasına rağmen sanki yangından mal kaçırır gibi aynı gece yarısı İmralı'ya çoktan ulaştırılmıştı. Hatta götürülürken büyük bir vicdansızlık örneği sergilenerek, kendisine hastaneye sevk edildiği söylenmiştir. Bayar, Zorlu, Polatkan ve diğer mahkûmlar zaten asılacakları anı beklemekteydiler. Son anda yaş haddinden Bayar'ın infazı durdurulmuşsa da, üç kişinin dinmek bilmeyen acıları, demokrasiye inanan insanların hâlâ yüreklerini sızlatmaktadır.
İddia edildiği gibi İsmet Paşa idama karşı olsaydı, emrine amade olan subaylar ile görüşüp bu idamları kolaylıkla engelleyebilir miydi?
Hafızalardan silinmeyen bu dramatik olayda, İnönü'nün müdahalesi var mıydı?
Bu soruların cevabı aslında çok açık ve bu soruları sormak yersiz olur. Zira yukarıda da belirttiğim gibi Yassıada mahkemelerindeki karar aşamasında darbecileri etkileyen, hatta infazlara dair oyların akışını değiştiren kişi de bizzat odur.
İdamlara karşı olan bir kimsenin ihtilalcilerle arka arkaya iki defa, hem de kararların verileceği günlerde buluşması hangi insafa sığar bilinemez.
Bütün bunlardan sonra objektif olarak değerlendirilme yapıldığında, İsmet Paşa'nın etrafında ısrarla örülmek istenen 'darbeye karşıydı' efsanesinin ne kadar gerçek dışı bir tez olduğu net olarak görülmekte.
İnsanın aklına gelmiyor değil. Acaba idamların arkasındaki sebep, Celal Bayar ve Menderes'in asılmalarıyla siyaset meydanının tıpkı Milli Şeflik dönemindeki gibi tamamen kendisine kalma isteği miydi?
Yoksa ezanın tekrar Arapça'ya çevrilmesi, Amerika'ya rest çekilip Rusya'ya yaklaşılması gibi sebepler mi vardı?..
.Mayıs ayının demokrasi ile imtihanı
2015-05-22 01:00:00
Mayıs, Türkiye'de demokrasinin gerçek anlamda ilk yeşerme ve aynı zamanda da en derin darbeyi aldığı aydır. 14 Mayıs 1950 günü, çeyrek asır süren tek parti idaresi veya "zulmü" sona ererken, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının özgür iradesi sandığa yansıyordu.
Cumhuriyet tarihinde ilk kez halkın seçtiği bir parti yönetime geçerken, diğer parti ise Türkiye'nin ebedi kaybedeni olarak yerini almaya hazırlanıyordu. Bu seçimin bir önemi de Cumhuriyet Halk Partisi'ne halk tarafından muhalefet vazifesinin verilmesidir.
Ancak bu görev CHP tarafından farklı algılandı ve kendilerini demokrasinin koruyucusu addederek, canları sıkıldığında darbe yapmaya hakları olduğunu düşündüler. Çünkü onlar için muhalefette kalmak ve hükmedememek kabul edilebilir bir durum değildi.
Gösterilen bu çabalar maalesef henüz daha emekleme çağında olan demokrasimizin baltalanmasına yetti. 1950 senesinin 14 Mayıs'ında başlayan sandık özgürlüğü, on yıl sonra yine aynı ayın 27'sinde bir "darbe" ile kesintiye uğratıldı.
Demokrat Parti üyeleri en ağır hakaretlere maruz bırakılırken, halkın infialinden korkulduğu için saçma sapan sebeplerle yargılanmalar yapıldı. Netice olarak birçoğu ağır şartlar altında hapis cezasına mahkûm edilirken, Adnan Menderes ve iki arkadaşı da idam edildi. Celal Bayar ise yaşlılığı sebebiyle en azından yağlı urgandan kurtulmuş oldu.
O zamanlar kaybedenin Demokrat Parti olduğu düşünülmüştü ama asıl kaybeden Türkiye ve Cumhuriyet oldu. Bu fark edildiğinde de iş geçmiş, bir dönem kapanmıştı.
Peki, bu olay nasıl başladı ve demokrasi nasıl katledildi. Bir Başbakan'ın idam edilmesine kadar giden olayların arkasında gerçekten İsmet İnönü'nün parmağı var mıydı?
Demokrat Parti'nin sandığa koyduğu ambargonun ardından on yıl geçtiğinde, iktidarda olmaya ve tahakküm hakkını elinde bulundurmaya alışkın azınlıklar, artık rahatsızlıklarını açık bir şekilde dile getirmeye başlamıştı. Halk Partisi'nin veya askerin ayrı ayrı yapamayacağı darbe için, her iki taraftan tarafından da gizliden gizliye ve üstü kapalı sözlerle yürütülen bir birleşme zemini oluşturulmaya çalışılıyordu. Bu konuşmaların bazıları da milletin dedikleri meclisin kürsüsünden yapılıyordu. İsmet İnönü'nün Menderes ve kabinesine bakarak hiddet ve nefretle "Artık sizi ben de kurtaramam baylar" diye haykırması, bu zeminin oluşması için yakılan yeşil ışıktan başka bir şey değildi.
Bir daha seçimle devletin başına gelemeyeceğini daha o zamanlarda hissetmiş olmalı ki; büyük aşk ve şevkle darbenin çığırtkanlığını yapmaktan geri kalmamış. Sebep ise sözde aydın geçinen birilerinin, günümüzde bile ısrarla kafamıza sokmaya çalıştıkları paşanın "demokrasi tutkusunun" aksine, her ne şartlar olursa ölümden önce bir kere daha Cumhurbaşkanlığına oturmak olduğu aşikârdır.
İhtilali dört gözle beklediğinin ve darbenin olacağını çok önceden bildiğinin de en büyük alametini gelin, damadı Metin Toker'in hatıralarında okuyalım:
"Geç vakte kadar oturduk. Yandaki bizim eve geçerken, İsmet Paşa benimle birlikte bahçeye çıktı. Koluma girdi. Biraz yürüdük. Bugün gibi hatırımdadır. 'İhtilal kapımızda' dedi..."
Paşanın bu sözleri ve ruh hali, ihtilali sanki bir kurtarıcı gibi beklediğini göstermekte. Nihayet aynı gece sabaha karşı düşüncelerinde yaşattıkları darbenin gerçekleşmesiyle, paşa ve damadı tereddütsüz olarak gelecek planları yapmaya başlamıştı bile.
Ancak her şeye rağmen "Milli Şef" tedirgindir. Bunca yıllık iktidarda bulunabilmek adına yaptığı onca şey onu hayatının son deminde de olsa aşırı derecede şüpheci yapmıştır. Askeriyenin içinden çıkmış da olsa, subayların her sözünü emir telakki edeceğinden emin de olsa yine de o duyguyu yenemiyordu.
Ancak gecikmeli de olsa Cemal Gürsel'in kendisini araması ve bu kısa denilebilecek konuşmada iltifat üzerine iltifat yağdırması üzerine rahatlar. İlk olarak Cemal Paşa konuşur ve ilk sözü beklenildiği gibi "Sayın Paşam" şeklinde olur. İsmet Paşa da aynı nezaketle cevap verir. "Buyurun paşa hazretleri"
"Size karşı kusurluyuz İsmet Paşam. Hareketimizi size önceden haber veremedik. Emirleriniz bizim için daima peygamber buyruğudur Paşam."
İsmet Paşa'nın bir siyasetçi olarak böyle bir konuşma içinde bulunması, demokratlık anlayışına ne kadar sığar düşündürücü. Devamında İsmet Paşa'nın, Gürsel Paşa'ya verdiği cevap ise hırs ve ihtirasın en büyük tezahürüdür:
"Memleket ve millet için hayırlı bir iş yaptınız. Büyük bir iş yaptınız. Mutlu ve uğurlu olmasını dilerim. Başarınız için asıl ben sizlerin emrinizdeyim. Paşa hazretleri ben sizi anlıyorum. Ne zaman bir arzunuz olursa emrinize amadeyim."
Metin Toker'in hatıralarında geçen bu satırlar birçok anlamda düşündürücü.
Darbecilere her şeyiyle yardımcı olacağını söylemesi, hele hele Milli Şefliği döneminde Alay Komutanı olan bir subaya emrinize amadeyim demesi kusura bakmasınlar ama hiçbir demokratik kaideye uymaz.
Zaten bazılarının iddia ettikleri gibi İsmet Paşa gerçekten demokrasiye inansaydı, 1960 sonbaharında yapılacak erken seçimi bekleme olgunluğunu göstermesi gerekmez miydi?..
."Dil Devrimi"nden maksat, "İslam Birliği"ni yıkmak mıydı?
2015-05-09 01:00:00
Devrim yapmanın, doğru dürüst araştırma yapmadan eskisini kaldırdım, yerine bunu koydum demekle olmadığını hepimiz yaşayarak görüyoruz. Hele hele bu Avrupaileşmek adı altında Fransız, Alman ve İngiliz melezi bir yapıyla yapılmaya kalkılırsa, kendi medeniyetimize ters düşer ve bir müddet sonra devrim kendini devirir.
Harf veya dil devrimi için de aynı şeyler geçerli. Dil ve kelimeler değiştirilirken rastgele bir davranış tarzı sergilenmemeli. Tarih içinde kazanılan anlamlar, cümle içindeki ağırlıklar, ifade derinlikleri, hassasiyet belirten yönleri ve o anki duruma göre söylenmiş şekilleri mutlaka dikkate alınmalıdır. Bunun haricindeki her türlü uğraş beyhudedir. Şunu da unutmamak gerekir ki; bir kelime ne kadar uzun kullanılırsa o kadar mana genişliği ve derinliği artar.
"Onur" kelimesi alınıp, "Şeref, Haysiyet, Namus, İzzet" gibilerinin yerine konulursa, üstüne üstlük bu Fransızcadan devşirerek yapılırsa, o kelimenin derinliğinin veya mantığının köküne dinamit koyup patlatmış olursunuz. Nitekim öyle de oldu.
Rumeli, Kafkasya ve Doğu Anadolu'da yani Osmanlı Devleti'nin yıkılmasından sonra Müslümanların yaşadığı katliamlar, sürgünler ve zorunlu göçler sebebiyle büyük sıkıntılar yaşandı. Milyonlarca insan bu zulümler sebebiyle şehit oldu. Belki Türkiye'nin büyük bir çoğunluğunun ailesi bu zulümlere şahitlik etti. Ancak bu olaylar insanlara sadece maddi ve fiziki açıdan zarar verdi. Neticede gazilik veya şehitlik mertebesine ulaştılar ve hayat bir şekilde devam etti.
Ancak, dil devrimiyle ruhumuz öldü. Vermiş olduğu zararların etkisi, kültür ve medeniyetimizde büyük bir yıkıma sebebiyet verdi. Günümüze kadar devam eden etkileri sebebiyle, ne yazıların yazılığı, ne şiirlerin şiirliği ve ne de romanların romanlığı kaldı. Çürük bir temelin üzerine, gökdelen dikilmeye kalkıldı ve bu dil yapısı hiçbir zaman güven vermedi.
Dil üzerinden yapılan bu etnik temizliğin izleri maalesef kolay kolay silineceğe de benzemiyor. 1945'te Dil Kurumu'nun yayınladığı ilk Türkçe sözlük, Türkçenin kelime kadrosunun nasıl bir etnik temizliğe maruz bırakıldığının en bariz örneğidir. Bir önceki yazıda da belirttiğim gibi, kendinden önceki sözlüklerin en fakiri olma özelliğini taşıyor.
Bu açıdan bakıldığında, Cumhuriyet devrinin ilk nesillerinin nasıl dar bir kelime dağarcığına mecbur bırakıldığı görülebilir. Hiçbir dilin kelime dağarcığı, geçici bir süre kullanılıp da sonradan ihtiyaç kalmadı diyerek atılan uydurma kelimelerle doldurulmamıştır.
İşin daha acı olan tarafı ise bu yıkımın, yakın zamanda da devam ettirilmeye çalışılması. Bazıları dilimizi kurtaracağı iddiasıyla, bir plan devreye sokmaya çalıştı. Türkçenin ve Türk Edebiyatı'nın bin yılını yok sayacak bir müfredat operasyonuna girişildi ve yine bin yıldır kullanılan kelimelerin yasaklanması planlandı. Çok şükür ki bu operasyon tam anlamıyla faaliyete geçirilemedi. Eğer aksi bir durum söz konusu olsaydı, tüm öğretim kademeleri İngilizcenin hâkimiyetine bırakılacaktı.
Maalesef geçmişte yapılan yıkımların önüne geçebilmek mümkün değil. Artık belki yüzlerce kez yapıldığı gibi düzenleme değil asıla dönüş operasyonu yapılması gerekiyor. Niyet ne kadar iyi olsa da bundan sonra yapılacak tüm düzenlemeler, medeniyetimizi hep daha da geriye götürecektir. Çünkü elimizde sentetik kelimelerle dolu bir "Öztürkçe" ve Batı dillerinden aktarma Latince esaslı uyduruk kelimeleri ihtiva eden bir sözlük var.
Netice olarak geldiğimiz durum ortada. Tabii insanın aklına başka şeyler de gelmiyor değil. Acaba bu harf ve dil inkılabından maksat, 20. yüzyılda Türk milletini İslamiyet'ten koparma çalışmasının başarıya ulaşmaması mıydı? Bu yolda başarılı olamayanlar, dili değiştirerek farklı bir yoldan "İslam Birliğini" yıkmak mı istiyorlardı?
Bu amaçla çıkılan yolda, öncelikle birliğin koruyucusu olan altı asırlık devlet yok edildi. Bu uğurda milyonlarca insanın ölmesinin bile göze alındığı bir dünya savaşı çıkartıldı. Geçmişimizi oluşturan güzel kültürümüz ve değerlerimiz gericilik yaftasıyla itilip kakıldı. Batılılaşma medeniyet, Doğulu kalmak ise öldürücü bir zehir gibi gösterildi.
Koca bir millet, "Millileşmek" veya "Öztürkçe"ye geri dönüş safsatalarıyla cahilleştirildi. Maddi veya manevi anlamda bütün ilmi kitaplar yasaklandı. Devasa nitelikteki Osmanlı arşivi hurda kâğıt sıfatıyla yabancılara satıldı ve geçmişle olan bağ tamamen koparılmış oldu.
Planlar, bu inancın 1950'li yıllara kadar tamamen ortadan kaldırılması üzerine yapıldı. Ancak herkesin bir hesabı varsa, Allahü teâlânın da bir hesabı var!..
Vatanın en ücra köşelerindeki vatansever ve inançlı insanlar ve bunların yetiştirdiği gençler, bütün bu çabaları tersine çevirdi. "Allah" diyecek kimse kalmayacak dedikleri şu güzel vatanımızda, İslamiyet'e ve ecdadımıza olan bağlılığın her geçen gün artması gayet sevindirici.
Tarihimizi doğru kaynaklardan ve doğru alfabeyle öğrenebilmek dileğiyle...
.Alfabenin değiştirilmesiyle bir medeniyet cinnete sürüklendi
2015-04-30 01:00:00
20. yüzyıl birçok devrime şahitlik etti. Her şeyin eskisi bir kenara atıldığı dönemler yaşandı. Bunların içinde en büyük zarara uğrayan ve âdeta bir soykırıma maruz kalan ise Türkçe olduğu çok aşikâr.
Hiçbir dil böylesine tam teşekküllü bir kıyıma maruz bırakılmazken, bir anda bin yıldır kullanılan ve artık medeniyetimizin iliklerine kadar sinmiş olan alfabemiz yasaklanıverdi.
Latin harfleri millilik kılıfı altında göklere çıkartılırken, Arabi harfler zorluğundan dem vurularak Türkçenin yazılması uygun değil bahaneleriyle ötelendi. Eğer bir alfabenin milli olmasının ölçüsü, Türkler tarafından kullanılmasıysa, Arabi harflerin de bin yılı aşkın süre kullanılması sebebiyle, bize ait olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Medeniyetleri inşa edenler, her zaman kültürlerine ve inanışlarına yakın olan dilleri esas almıştır. Mesela Batı'da kök dil olarak kabul edilen Latince kullanılırken, Osmanlılar'da ise Arapça kullanıldı. Bu bir medeniyetin tercihiydi ve bu kelimeler artık Arapçaya ait olmaktan çıkıp, yeni bir medeniyetin temelini oluşturmuştu.
Buna en güzel örneği ise Türk edebiyatının en büyük isimlerinden olan Ömer Seyfettin'in "Mahcupluk İmtihanı" isimli komedisinden verebiliriz.
Kitapta, Bîcan Efendi'nin dil bilgisini sorgulamaktadır. Türkçeden başka dil bilip bilmediğinin cevabı ise "Kuş Dili" şeklindedir. "Peki, yazısı da var mı?" diye sorulduğunda ise gelen cevap, Arabi harflerin ne denli Türkçeleştiğinin ve millet tarafından nasıl benimsendiğinin en büyük ispatıdır. "Türkçe harflerle de yazılır, Latin harfleri ile de."
Ama maalesef dilin milletimize ve medeniyetimize mal olması hiç umursanmadı. Düşünmek için bile ona muhtaç olduğumuz gerçeği ne yazık ki göz ardı edildi. Fütursuzca yapılan değişiklikler, düşüncemizi etkilemekle kalmadı, aynı zamanda toplum hayatını da derinden etkileyerek, yıkıp geçti. Bir milletin hafızası dilidir ve onun kaybı insanları kitleler halinde ruhsuzluğa iter.
Siz bin yıldır kullanılan bir dili ve kelimeleri kaldırıp yerine öncesi olmayan bir dili ortaya çıkartırsanız, dil ile inşa edilen edebiyata, ilmi ve fikri faaliyetlere büyük darbe vurmuş olursunuz ve bunların gelişmesi sınırlı ufuklara kalır. Bugün Ömer Seyfettin, Necip Fazıl Kısakürek, Peyami Safa ve buna benzer güçlü kalemlerimizin olmamasının temel sebebi de budur.
Peki, dili, kültürü, değerleri ve medeniyet unsurları yok edilirken milletimiz neredeydi ve gerekli tepki neden gösterilmedi diyebilirsiniz.
Cevap olarak bakıldığında, bu yıkımın milliyetçilik maskesi altına saklandığını ve "Öztürkçeleşme" faaliyeti olarak gösterilmeye çalışıldığını görebilirsiniz. Yüzlerce yıl içinde teşekkül eden dilimiz, müdahale ve baskılarla doğal mecrasından çıkarıldı.
İşin en acı tarafı ise bu uygulamalar, geliştireceğiz dedikleri Türkçenin fakirleşmesine ve sonrasında yabancı kelimelerin medeniyetimizin üzerinde egemenlik sağlamasına yol açtığını, dilimizin şu anki halinden görebilmek mümkün.
Dilin kıymeti ancak dengi ile anlaşılır o düzeyde tasvir edilebilir. Sizin ifade gücünüz ne kadar kuvvetliyse, kendinizi yabancı birisine anlatmanız da o kadar kolay olur. Ancak bu şekilde ortaya güzel bir tercüme çıkartabilirsiniz. Maalesef "Öztürkçe"miz artık İngilizcenin derinliğini ve niteliğini karşılamaya kâfi gelmiyor.
J.W. Redhouse'un 1890'da basılan "Kitab-ı Meani-i Lehçe (A Turkish and English Lexicon) günümüze kadar basılan en kapsamlı sözlüktür. 1950'de yeniden basılan ise 60 yıl geçmiş olmasına rağmen kelime genişliği bakımından neredeyse ilkinin yarısına ulaşılabilmiştir.
En son 1990'da hazırlanan Çağdaş İngilizce-Türkçe Redhouse sözlüğü ise günümüzde kullandığımız dilin ne kadar daraldığını ayan beyan ortaya koymaktadır.
Şemseddin Sami'nin 20. Yüzyılın başında yayınlanan Kamus-ı Türki'sinde yani el sözlüğünde 30 bin civarında kelime varken, Dil Kurumu'nun hazırladığı ilk genel Türkçe Sözlük'te ise kelime sayısı 15 bin civarında kaldı. Birisi okul için hazırlanan, diğeri ise genel Türkçe sözlük. Durumun vahametini açıklamaya ihtiyaç yok.
Peki, Türkçe diğer dillerin aksine neden kapasite anlamında sürekli geriye doğru bir gidiş örneği sergiledi. Çünkü dilin gelişimi tabii seyrine bırakılmadı. Bu denli zarar vermesine rağmen, eğer medeniyetin akışına bırakılsaydı, belki durum bu kadar kötü olmazdı.
Gelinen noktada elimizde etnik temizliğe maruz bırakılan kelimelerle birlikte sentetik, sonradan oluşturulmuş ve zihni melekelerimizi sekteye uğratan, derinliksiz, ifade imkânı kısıtlı bir dile mahkûm edilmiş durumdayız.
Kısacası medeniyet hâlâ cinnet geçirmeye devam ediyor...
.
Almanlar yenildiği için mi yenildik?
2015-04-02 01:00:00
Bu sözler aslında İttihatçıların savaşın sorumluluğunu gizleme ve suçlarını başkalarına atma çabasıdır. Yeni devleti kuran kadronun da önemli bir kısmının İttihatçı geleneğinden gelmesi, Cumhuriyet döneminde de aynı görüşün sıkı sıkıya benimsenmesine sebep olmuştur.
Aslında Osmanlı Devleti'nin yenik sayılmasına ve aynı zamanda koca devletin sonunun başlangıcına sebep olan şey bir mütarekedir. Evet, 1. Dünya Savaşı sonrasında, Osmanlı Devleti ile İtilaf devletleri arasında imzalanan Mondros Mütarekesi'nde bahsediyorum.
25 maddeden müteşekkil, Ahmet Emin Bey'in imzaladığı ve "ıstıraplı felaket" olarak tanımladığı mütareke. Aslında bu imzayla Osmanlı Devleti, fiilen de tasfiye sürecine girmiş oldu.
İhtilaf devletleri diye bahsedilir ama aslında işin gerçeğine bakıldığında muhatap sadece İngilizlerdir ve gerisi tamamen teferruattan ibarettir.
Düşünün ki bir devlet İngilizlerin insafına ve merhametine kalmış. Eyvah ki, ne eyvah! Bunu Kazım Karabekir ve Rauf Bey de açıkça belirtmekten kaçınmamışlardır. Rauf Bey'in yorumu durumu net olarak ortaya koymaktadır.
"Mütarekenamenin şartları ağırdır. Bununla beraber onları yerine getirmeğe sadakatle çalışacağız. İngiliz devlet ve milletinin imzalarına sadık, vaatlerine vefakâr olduklarına itimadımız vardır. Bu inanç, üzerimize düşen ağır vazifeyi yapmakta bize cesaret verdi..."
Peki, Osmanlı için sonun başlangıcı olan bu mütareke, İngilizler için neden bu kadar önemliydi ve niye bunun üstüne bu kadar düşüyorlardı?
Önce görünen önemli sebeplerinden bahsedeyim. Birincisi, sadece İngilizler için değil, tüm dünya için stratejik önem taşıyan boğazların kontrolü. Ayrıca 7. ve 24. maddeyle, tehlike durumunda stratejik noktaların işgalinin meşru hale getirilmesini de unutmayalım. Gerçekten de insaflarına kalınmış.
Ayrıca Osmanlı askerleri terhis edildi ve telsiz, telgraf haberleşmesinin kontrolü de ihtilaf devletlerinin eline geçti.
Tuhaf olan ise; hükümet ve diğer çevrelerde esen iyimser havaydı. Mesela Ahmet İzzet Paşa hükümeti, Mondros'u "ehven bir mütareke" şeklinde yorumlarken, sonucu ise iyimser bir havada karşılamıştır.
Hariciye Nazırı Mehmet Nabi ise "Osmanlı Devleti'nin hükümranlık hakları ihlal edilmeyecek çünkü mütareke hükümleri nispeten mülayimdir" demekten geri kalmaz. Harbiye Nezareti müsteşarı olan İsmet Bey'in yorumu da İstanbul'daki resmi görüşlerden farklı değildi. Hatta daha olumlu bir havaya sahipti.
Ayrıca Suriye cephesinden dönmüş olan Mustafa Kemal de Vakit gazetesine verdiği mülakatta, İngilizlere karşı uzlaşmacı bir tavır izleyerek, Britanyalıların iyi niyetlerinden asla şüphe etmediğini açıkça belirtmiştir.
Ne yazık ki; bu iyimser hava, kamuoyunda da hâkimdi. Mesela Tasvir-i Efkâr gazetesi, ilk sayfasında etrafı çiçeklerle süslenmiş, üstünde güneş doğan mütareke temsiliyle ülkeye getireceği barış, huzur ve güneş gibi aydınlığın hayalini resmetmişti.
Ancak İngilizler bu mülayim havadan hiç hoşnut değillerdi. Çünkü herkesin iyimser tavrının arkasında, savaşın sonlanmasından dolayı bir sevinç ve eski günlere geri dönüş umudu vardı. Onların yıkmak istediği ise aslında bu düşünceye sebep olan birlik ve beraberlikti.
Osmanlı Devleti'ne karşı uygulamış olduğu bu ağır dayatmaların, ders vermek istediği diğer devletler tarafından algılanmayacağını düşündüler. Çünkü Osmanlı'nın ve İslamiyet'in en büyük düşmanı olan İngilizler, aslında halifenin başında bulunduğu İslam Birliği'nin düşmanıydı. Sömürgesi altında bulunan devletlerin çoğunluğunun Müslüman olması ve her fırsatta bu birlik sebebiyle birtakım siyasi hareket ve isyanlara kalkışmaları bu anlamda onları ürkütüyordu. Mütarekedeki ağır şartlar, diğer ülkelere de siyasal ve psikolojik anlamda gözdağı vermeliydi.
Bu gözdağıyla İslam Birliği'nin dağılması ve parça parça olması ise mütarekenin arkasında yatan ve görünmeyen en önemli sebebiydi.
Osmanlı Devleti'ni siyasi ve askerî açıdan teslim almaları gerekiyordu. Fakat bu mülayim hava istedikleri neticeyi elde etmelerine engel oldu. Bu da onları Musul, Batum ve İstanbul gibi stratejik yerlere yoğun bir şekilde işgal hareketi başlatmak zorunda bıraktı. Mütarekenin ve sonrasındaki işgalin tek olumlu yönü olarak, milli mücadelenin miladını oluşturduğu belirtilmektedir.
Neticede bir yabancı devletin (Almanya) teşvik ve tahrikiyle girdiğimiz bir savaştan, yine yabancı devletlerin oluşturduğu (İngiltere, Fransa, İtalya) askeri bir grubun zorlamasıyla, Mondros Mütarekesiyle çıkmış olduk.
Yani biz, Almanlar yenildiği için değil, İngilizlerin yüzyıllardır yapmış olduğu planlar meyvesini verdiği için yenildik. İslam Birliği'nin yani Hilafetin gücünden ölümüne korktukları için dayattıkları Mondros Mütarekesi yüzünden yenildik.
.Hilafetin merkezi nasıl kumarhane oldu?
2015-03-26 01:00:00
Osmanlı İmparatorluğu'ndan Cumhuriyet'e kalan ve yağmalanan birçok miras gibi, birbirinden güzel saraylar da aynı akıbete uğradı.
Dolmabahçe Sarayı devlet tarafından kullanılırken, Topkapı ve Beylerbeyi sarayları ise müze olarak kullanılmaya başlandı. Beşiktaş Anadolu Lisesi, Galatasaray Üniversitesi, Ziya Kalkavan Anadolu Deniz Meslek Lisesi ve Kabataş Lisesi gibi eğitim kurumları o dönemden kalma sarayları hâlâ kullanıyor. Bu yapılar yine de şanslı sayılır. Neden mi? Çünkü geride kalan diğer saraylar, koruma altına alınmadığı gibi, usulüne uygun olmayan şekillerde kullanıldı ve bir kültür yok oldu.
Saman deposu ve ahır gibi insanın içini acıtacak amaçlarla kullanılan birçok yapının yerinde yeller esiyor. Bunların içinde en çok üzücü olan olay ise Abdülhamid Han'ın devleti yönettiği ve İslam âlemi için büyük önem taşıyan Hilafet'in merkezi olan Yıldız Sarayı'nın başına geldi. Âdeta eski kullanım amacından intikam alınırcasına kumarhane yapıldı.
Dönemin İstanbul Belediye Başkanı Operatör Emin Bey zamanında gerçekleşen bu hazin olay için, birileri devreye girer ve köşk bir şekilde belediyeye yani Emin Bey'e devredilir. Adı da hazırdır "Yıldız Belediye Gazinosu".
Binayı işletmek için can atan Fransız, Alman ve İtalyan şirketler arasında ihale açan belediye, işletme ruhsatını âdeta yabancılara peşkeş çeker ve köşkün işletme hakkı 30 bin liraya Mario Serra adlı İtalyan bir tüccara verilir.
Böyle bir merkezin kumarhane yapılmasına halk büyük tepki gösterir ama nafile. Hemen ona da bir bahane uyduruverirler. "Köşkü harap olmaktan kurtarmak", "Türkiye'ye gelen yabancılara hizmet vermek" gibi basit sebeplerle mevzunun üstü kapatılmaya çalışılır. Hatta daha da ileri gidilerek, Cumhuriyet gazetesinin 28 Eylül 1926 tarihli nüshasında "Sultan Hamid'in garip ve hasta zevki gazino yapıldıktan sonra, pek cazip bir manzara arz etmeye başladı" şeklinde haber yapılır.
Gazete, haberinin devamında ilginç ayrıntılara da yer vermeyi ihmal etmeyerek, âdeta rezilliklerini belgeler. "Sarayın en mükellef ve muazzam salonu kumar salonu haline kalp edilmiştir (çevrilmiştir). Hususi bir kulüp mahiyetinde olan bu salonun resm-i küşâdını (açılışını) bizzat Dâhiliye Vekili Cemil Bey ile Şehremini Muhiddin Bey yaptılar. İlk oyunu Şehremini Bey oynadı ve kaybetti. (Emin Bey oynasaydı, talihi yaver bir zat olduğu için mutlaka kazanırdı.)"
Kısa zamanda büyük bir üne kavuşan kumarhaneye öyle herkesin girmesi mümkün olmadığı gibi, sıradan halk buranın yakınına bile yaklaşamıyordu.
Pera Caddesi'nin ünlü mağazalarının sahipleri, Galata bankerleri yani sosyete ve yönetime dalkavukluk yapan zevatlar için ise kapı sonuna kadar açıktır. Girişi 50 kuruş olan gazinonun yapılmasındaki amaç görünürde batılılaşma, modernleşme saçmalığı olsa da, esas amaç ülkeyi ziyarete gelen yabancıların gönlünü hoş tutmak, İstanbul'u Monaco, Las Vegas gibi zenginlerin zevk ve sefa içinde eğlendiği bir şehir haline getirmek.
Bu ve buna benzer rezaletler gerek tarihin, gerekse de maddi ve manevi değerlerin ne denli hiçe sayıldığını gözler önüne sermekte. Egemenliğin millete ait olduğundan bahsedilen bir dönemde, egemenliğin aslında kimin elinde olduğu da açık şekilde görülmektedir.
Gelelim bu gazinonun nasıl kapatıldığına. Açıldıktan bir yıl sonra, İtalyan tüccarın anlaşması feshedildi. Kumarhane olarak kalmasındansa, çürümeye terk edilmesi evla oldu.
Peki, bu olay nasıl oldu? Sizce, maddi veya manevi duyguların depreşmesi, tarihî değerlerin fark edilmesi olabilir mi? Hayır ama keşke öyle olsaydı. Kapanma sebebi, açılma sebebi kadar trajikomik!
Olay, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal'in yakın dostu Salih Bozok'un burada yüklü bir miktarda para kaybetmesiyle başlıyor. Vaziyet Paşa'ya intikal edince, yani Bozok tarafından şikâyet edilince, Mario Serra'nın anlaşması feshediliyor ve zamanında Alman İmparatoru II. Wilhelm ve görkemli konukları ağırlayan Şale Köşkü uzun zaman sürecek bir sessizliğe böyle bürünüyor.
İşte biz kültür miraslarımıza böyle sahip çıktık. Yetmedi üstüne bir de övündük. Medeniyetlerin merkezi olan bir şehri, bir harabeye çevirdik.
.Ethem Bey (Çerkez) neye ve kime göre vatan haini?
2015-03-17 01:00:00
Osmanlı İmparatorluğu'nun bilerek kapalı tutulmuş birçok meselesi gün yüzüne çıkmaya devam ediyor.
Abdülhamid Han, "Kızıl Sultan" diye anılması sonrasında artık hayırla yâd edilmeye başlanırken, Vahdeddin Han için ise vatanı sattı iddialarıyla başlayan Cumhuriyet tarihimiz, günümüzde yerini farklı düşüncelere bırakıyor.
Vatanı kendi evladı gibi gören ve üstüne titreyen padişahlar ile ilgili asılsız suçlamaları maalesef yazmakla bitiremeyiz. Peki, samimi olarak vatana hizmet ettiğini düşünen ve işin aslının öyle olmadığını fark ettiği için hain yaftasıyla damgalanan yüzlerce vatanperver Müslüman ne olacak?
Gerçi, Padişahına bunu yapan, onlara ne yapmasın ki?
Evet Ethem Bey'den, herkesin bildiği ve yıllardır hain mi değil mi diye tartışmalara konu olan ama bir türlü ne olduğu belli olmayan ve durumu her kesime göre değişen Çerkez lakaplı Ethem Bey'den bahsediyorum.
Bu hafta farklı bir yol izleyerek, bundan sonraki satırları yorum yapmadan, sadece olanı biteni anlatarak devam ettireceğim.
Bu satırları okuduktan sonra hain mi, değil mi, siz karar verin.
- Kurmuş olduğu kuvvetlerle işgalci kuvvetlere karşı büyük bir direniş örneği sergiledi.
- Ankara Hükümeti tarafından kendisine Kuvayi Seyyare Umum Komutanı rütbesi verildi.
- Menderes Nehri önünde Yunan ilerleyişini durdurdu ve işgal altında olmayan yerlerde düzen ve dirliği sağladı.
- İşgalcilere karşı vermiş olduğu mücadele sebebiyle "Milletin Yıkılan Gururunu Tamir Eden Adam" diye anıldı.
- Ankara Hükümeti tarafından görevlendirildiği 1. ve 2. Anzavur, Bolu, Düzce ve Gerede isyanlarını başarıyla bastırdı.
- Ankara'ya yürüyen Kuvayi Inzibatiye kuvvetlerini yenilgiye uğrattı.
- Çapanoğlu İsyanı'nı günler süren kanlı çatışmalar sonrasında bastırdı
- Meclis'te yaptığı konuşma "Milli Kahraman" ve "Milletin Kurtuluş Umudu" nidaları ile kesildi.
- Bursa, Balıkesir ve Uşak'ı işgal eden Yunan kuvvetlerini bozguna uğrattı.
Bunlar hain ilan edilmeden önce yaptıkları. Fazlası illaki vardır ancak sadece önemli olanlarını sıraladım.
Peki, neden hain ilan edildi veya hain ilan edilmesine sebep olarak gösterilen olaylar neler. Lütfen dikkatlice okuyup üstteki maddeler ile karşılaştırınız.
- Yunan taarruzuna rağmen, kendisini isyan bastırmak üzere farklı bir yere yönlendirmeye çalışan Ankara Hükümeti'ni fırçaladı.
- İsyana göz yumduğunu düşündüğü Yozgat Mutasarrıfı'nın yargılanması için Yozgat'a gönderilmesini istedi. Ankara Hükümeti tarafından isteğinin geri çevrilmesi sonrasında "Hakikat ve adalet üzerine bina etmek iddiasıyla kurmaya çalıştığınız yeni düzen daha şimdiden iltimas ve adam kayırıcılık yaparak büyük bir yara almıştır" mealinde bir telgraf çekti.
- Topal Osman'ın kendisine suikast yapacağı haberini aldığı için Ankara Hükümeti'nin isteği üzerine Bilecik'e gitmedi ve karargâhı Kütahya'ya döndü.
- Nasihat heyeti ile görüşme yaparken üzerine ordu gönderilmesi üzerine Meclis'e "Millet sefalet içinde türlü fedakârlıklarla hürriyet savaşı verirken sizler maaşlarınızı arttırmaktan başka ne yaptınız?" mealindeki telgrafı çekti.
Sonrasında ise Ankara Hükümeti tarafından bu telgrafa istinaden iki oy farklı Meclis tarafından "Hain" ilan edildi ve bertaraf edilmesi için üzerine iki ordu birden gönderildi.
Buna rağmen aksi bir tavır içine girmedi ve emrindeki kuvvetleri dağıttı. Yanına az bir kuvvet alarak geri çekildi. Önce Avrupa'ya sonrasında ise Ürdün'e geçti. 1948 yılına kadar sürecek olan sürgün hayatı da böylece başlamış oldu.
Lozan hezimeti sonrasında "150'likler" grubuna dâhil edilen Ethem Bey, 1938 yılında çıkarılan affa rağmen "Adil yargılanma hakkı verilmediği sürece affedilmeyi kabul etmiyorum" diyerek geri dönmeyi kabul etmedi. Ölene kadar tek odalı kerpiç bir binada tek başına hayatını sürdürdü.
Ethem Bey ile ilgili bilgiler bu şekilde...
Gelelim en önemli soruya...
Ethem Bey (Çerkez) gerçekten vatan haini midir? Yoksa vatan kahramanı mıdır?
Karar sizin...
Not: Vatan haini ilan edilene kadar Ethem Bey diye anılması, sonrasında ise etnik kimliğine özellikle vurgu yapılmak istenircesine Çerkez Ethem diye anılması da ayrı bir soru işaretidir. Yoksa Ethem Bey üzerinden Türkiye Çerkezleri de mi cezalandırılmak istenmişti?
.Devlet olmanın yolu Karacahisar'dan geçer
2015-03-02 01:00:00
Babasının vefatından sonra beyliğin başına geçen ve hızlı bir şekilde fetih faaliyetlerine başlayan Osman Gazi'nin önünde önemli bir adım vardır. Tamam veya devam niteliğinde olan bu karar, artık yeni bir kimlik arayışı içinde olan Kayı aşireti için büyük önem taşımaktaydı.
Karacahisar ise tarihî bir döneme ev sahipliği yapacağından habersiz, yeni sahiplerinin becerikli ellerinde mamur olmanın keyfini sürüyordu. Osman Gazi'nin Karacahisar'ı almasının üzerinden 11 yıl geçmiştir. Yıl 1299 olmuştur. Köhne Rum beldesi artık mescitleri, mektepleri, çarşıları ve çevreden gelenlerin oluşturduğu büyük pazarıyla o bölgenin merkezi haline gelmişti.
Ancak beldenin idari anlamda da mamur olması gerekiyordu. Osman Gazi'nin silah arkadaşı, derin âlim ve aynı zamanda bacanağı olan Dursun Fakih bu eksikliğin farkındaydı ve bir gün Şeyh Edebali'ye konuyu açtı.
Verilen cevap, talebesi ve damadı da olsa beye olan bağlılığın en güzel cevabıydı âdeta:
"Oğul, bizimkisi gönül işidir. Senin dediğin ise devlet işidir. Amma dediğin de çok önemlidir. Varıp Osman Gazi Beyi'mize durumu anlatıp, çözüm bulmasını dileyelim."
Dursun Fakih'in bu konuda düşünceleri olsa da hocasının lafı ikiletmeden beraberce Osman Gazi'nin huzuruna çıktılar. Muhabbetler edildi, şerbetler içildi ve durum izah edildi. Konunun ehemmiyeti münasip bir dille anlatıldı. Osman Gazi, konu ile ilgili Dursun Fakih'i görevlendirdi ve ne yapılması gerekiyorsa yapılmasını emir buyurdu.
Buyurdu buyurmasına ama bu söze Dursun Fakih'in itirazı vardı. Şeyhinin dediği gibi bu konu devlet işiydi ancak Sultan dururken Bey'in sözü olamazdı. Çünkü Sultan aynı zamanda Müslümanların emiriydi. Şu anda da Selçuklu Devleti'nin topraklarında olduklarına göre başka türlü olmasının ihtimali de yoktu.
Bir İslam âliminden beklenen yorum ve itiraz böyle olmalıydı işte. Osman Gazi, Dursun Fakih'in bu sözlerine sevindi ve dinine olan bağlılığından dolayı şükretti. Ancak kendisinin de iki çift lafı vardı. Çünkü artık vakit devlet olma ve altı asırlık bir imparatorluğun ilanının vaktiydi.
"Beni iyi işit bre Fakih. Doğru dersin güzel dersin. Şeyhim Edebali ile konunun çözümünü istersin. Ben de size çözümü belirtirim. Ama dersin ki bu Sultan işidir, bey işi değildir. O zaman da derim ki; bu şehri ben kendi kılıcımla aldım. Bunda sultanın ne dahli var ki ondan izin alayım? Ona sultanlık veren Allah bana da gaza ile hanlık verdi. Eğer minneti şu sancak ise ben kendim dahi sancak kaldırıp düşmanlarla uğraştım. Eğer o, 'Ben Selçuk hanedanındanım' derse ben de Gök Alp oğluyum derim. Eğer bu ülkeye ben onlardan önce geldim derse, Süleyman Şah dedem de ondan evvel geldi. Bu sebeple Sultan sözü benim sözümdür. Öyle ki; seni bu vilayete kadı tayin eyledim. Burada düzen de dirlik de sensin. Ben seni bilir, seni bulurum. Ayrıca önümüzdeki cuma günü de büyük camide cuma namazı için toplanıp imamete geçesin. Hutbede dahi bizim ismimizi söyleyip Cuma namazı kıldırasın..."
Bu konuşma, Kayı Aşireti'nin artık bir adım daha ileriye, beylikten farklı bir duruma ulaştığının işaretiydi.
Dursun Fakih, ilk cuma günü büyük camide hutbeye çıktı ve Allahü tealaya hamd, Resulüne salevat, âline ve Eshâbına duadan sonra; Osman Gazi'nin adını zikretti. Sonrasında ise tüm Müslümanlarla beraber cuma namazı kılındı. (1299)
Artık Ertuğrul Gazi'nin ufak aşireti, koca bir devlet ve sonrasında ise bir Cihan İmparatorluğu olma yolundaydı...
.Şehzade'den Papa'yı şaşkına çeviren cevap!..
2015-02-20 01:00:00
Son yüz yıldır niyetlerinin kötülüğünde şüphe etmediğim bazı insanlar Osmanlı'yı ve özellikle padişahları kötü göstermek için fırsat kolluyorlar. Onların dini istismar ettikleri, saray içindeki yaşantılarının İslamiyet'e muhalif olduğunu bile söylüyorlar. Bu haftaki yazıda bahsedeceğimiz Cem Sultan'ın çilelerle dolu serüveni bunlara cevap olarak yetişir.
Fatih Sultan Mehmet Han'ın küçük oğlu olan ve ömrünün büyük bir kısmı sürgünlerde geçen Şehzade Cem'in hatalarla dolu kararlar silsilesi, babasına vekillik yapmak için İstanbul'a gelmesiyle başlar aslında.
Babasının Otlukbeli'nde yenildiği dedikodusuna aldanan şehzade, divanı toplama kararı alır ve bir nevi padişahlığını ilan eder. Uzun zaman kendisinden haber alınamamasına rağmen savaştan zafer kazanarak dönen Sultan II. Mehmed ise bu duruma çok üzülür. Oğlunun aklını çelenleri cezalandırmakla beraber, Şehzade Cem'i de Karaman-Konya valiliğine atar...
Fatih Sultan Mehmed vefat ettiğinde ise işler daha da kızışır. Çünkü İstanbul'da iki paşa ki birisi Sadrazam, kendi tuttukları şehzadeye haber gönderme telaşındadır. Çünkü tahta ilk kim ulaşırsa onun olacaktır. Geç kalan şehzade için ise durum malumdur.
Nitekim Sultan II. Mehmed'in meşhur Kanunnâme'sine koydurttuğu "Her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola karındaşlarını nizâm-ı âlem için katletmek münasiptir. Ekser ulemâ dahi bunu tecviz etmişlerdir..." hükmü neticesinde boğdurulacaktır.
Aslında Şehzade Cem'in padişah olması beklenmektedir çünkü Sadrazam Karamani Mehmed Paşa, onu tutmaktadır. Fakat Şehzade Bayezid herkesi şaşırtır ve hızlı bir yürüyüşle İstanbul'a gelerek tahta oturur. Artık şehzade Cem'in önünde iki ihtimal vardır. İsyan etmek veya ağabeyi Bayezid'e biat ederek merhametine sığınmak.
İlk başlarda onun da kararı bu yönde olsa da, etrafındakilere kanarak ağabeyinin gönderdiği Ayas Paşa'nın ordusuna karşı durur ve Bursa'da padişahlığını ilan eder.
Ama karşısında koskoca Osmanlı Devleti vardır Bayezid'in kardeşini mağlup etmesi kaçınılmazdır. Yenik, yaralı ve yorgun Cem, Memlükler'e sığınmak zorunda kalır. Kahire'de bir sultan gibi karşılanır. Gösterilen bu itibar sebebiyle cesaret bulur ve tekrar ayaklanır. Her teşebbüs sonrası hüsran ise bir öncekine göre daha fazladır.
Artık yenildiğini ve teslim olması gerektiğini düşünür ama fitne peşini bırakmaz. Bu sefer Karamanoğulları Beyi Kasım'a kanar ve Rumeli'ye geçip oradan hareket etmeye ikna olur. Bunun için Rodos Şövalyeleriyle anlaşır ve bir daha ayak basamayacağının farkında olmadan Osmanlı topraklarından ayrılır...
Rodos adasında Rumeli'ye geçmek için gün sayarken, kendisini hükümdar gibi karşılayan şövalyelerin başı Pierre d'Aubusson ise farklı düşünceler içindedir. Şehzade'nin bu düşünceyi fark ettiğinde ise iş işten geçmiştir ve artık Hristiyan dünyasının çok değerli bir tutsağı hâline gelmiştir.
Fakat şövalyeler de onu orada çok fazla tutamazlar. Çünkü Sultan Bayezid'in tehdidi günden güne artmaktadır. Artık adanın bile güvenliği tehlike altındadır. Bu sebeple yine yollara düşer ve Fransa'ya gönderilir. Bu büyük kozun Fransa'nın eline geçmesini istemeyen Roma ise onu Rodos Şövalyelerine kaçırtarak, Roma'ya getirtir. Artık ipin ucu başkalarının elindedir ve nereye çekilirse oraya gitmektedir.
Roma'da ise onu derinden sarsacak bir teklif beklemektedir. Papa Innocentius Octavus büyük bir orduyla birlikte Avrupa'nın başına geçmesini ve ağabeyi Bayezid'den intikamını almasını sağlayabileceğini ama bir tek şartının olduğunu söyler. Şartı ise çok ağırdır:
"Roma'da yeniden doğduğunu açıklayacaksın. Hazırlattığım bildiriyi imzalayacaksın. Hristiyan bir asilzade olarak bundan sonra Papalığın himayesinde hilale karşı haçın zaferi için savaşacaksın!.."
Saltanat için, devletin başı olabilmek için ve ağabeyini yenebilmek için imanından vazgeçmek! Ama o bu yola ağabeyinden intikam almak için veya saltanat gailesi için çıkmamıştı. O bu yola Allah ismini daha da ileriye, sancağı daha da yükseğe taşımak için çıkmıştı. Cevabı da buna uygun oldu:
"Papa efendi. Sen bizden bedel değil, ruhumuzu da istiyorsun. Taht için sultana başkaldırdık diye, imanımıza da isyankâr olacağımızı düşündüysen büyük bir hata etmişsin. Hâlbuki ben dinimi, Osmanlı memleketi için değil, bütün dünya saltanatı için bile vermem!.."
Şehzade Cem'in bu cevabı Papa'yı şaşkına çevirdi çünkü onlar tam aksini bekliyordu. Saltanat için imanından vazgeçmesini bekliyorlardı. O gün her şeyin para olmadığını ve gayenin farklı olduğunu en güzel şekilde anlamış oldular.
Aslında bu cevap Papa'nın nezdinde Avrupa'ya atılan bir tokat oldu. Gerçek bir Müslümanın para, saltanat, şöhret yani dünyalık için asla dininden vazgeçmeyeceği net bir şekilde anlaşılmış oldu.
Bu kıssa; bırakın bir padişahın, mağlup olmuş ve hayattan ümidini kesmiş bir şehzadenin bile İslamiyet'e ne kadar bağlı olduğunun büyük ispatıdır. Ancak bir noktayı da belirtmeden yazıyı sonlandırmak hoş olmaz.
Bütün bunlara rağmen, ne kadar iyi olursa olsun, ne kadar üstün yetenekleri olursa olsun neticede Cem, Osmanlı Devleti'ne karşı isyankâr olmuştur. Bu hareket, Osmanlı Devleti'nin bir müddet elinin kolunun bağlanmasına da sebep olmuştur. Bu, zarar olarak yeter de artar bile...
.....
Not: Şehzade Cem'in hüzünlü sürgün hayatı yine bir sürgün esnasında, Roma'dan Fransa'ya giderken 1495'te son buldu. Ölümü ile ilgili birçok söylenti olmasına rağmen, hangisinin doğru olduğu bilinmemektedir.
Fransa kralı sekizinci Charles ile ilk görüşmelerinde yanlarında bulunan Sanuto, Cem Sultan'ın müthiş bir harb adamı olduğunu anlayarak; "Bu Şehzâde'nin Osmanlı tahtına geçmeyişi, Hıristiyan âlemi için Allah'ın bir lütfudur" demekten kendini alamamıştır. Ancak Şehzade Cem padişah olsaydı, bu dünya Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman gibilerini de görür müydü, bilinmez!..
.Eyvah! Sultan Fatih'in annesi Sırp imiş!
2015-02-05 01:00:00
"Maalesef Sultan Fatih'in annesinin Sırp olması, buz dağının sadece görünen kısmı ve mesele bu kadar basit değil. Yıldırım Beyazid'in annesi Bulgar, Kanuni Sultan Süleyman'ın annesi ise Yahudi imiş.
Eyvah ki ne eyvah! Eğer biz yıllardır kendimize ecdat diye bunları bellediysek, bize yazık.
Böyle bir ecdat nasıl olabilir, bizim atalarımız dediğimiz o koca padişahların anneleri nasıl Türk değil de Sırp, Bulgar, Yahudi veya Rum olabilir. Artık bu saatten sonra biz onlara ecdat demekten imtina etmeliyiz..."
Bu, Osmanlı Padişahlarının annelerinin birçoğunun yabancı olduğunu öğrenen bir okuyucumuzun feryadının abartılmış bir versiyonu.
Görüşlerine saygı duymakla beraber, bazı önemli noktalara açıklık getirmek istiyoruz...
Bir padişahın annesi, farklı bir milletin ismi ve inanışıyla saraya gelmiş olabilir ancak sonrasında yani padişahın hanımı olduğunda artık o bir Müslümandır ve onun için geçmişinin önemi kalmamıştır. Artık ötesine, berisine bakılmaz ve koskoca Osmanlı İmparatorluğu'nun Valide Sultan'ı veya adayıdır.
Sadece padişahlara hanımlık yapmanın haricinde, Osmanlı'nın kültür ve medeniyetine sağladıkları faydaları göz ardı etmek büyük haksızlık olur. Birçoğu günümüzde bile, yaptırdığı imaretler ile ve binlerce fakir ve garibe yaptıkları yardımlarla gönüllerde taht kurmuşlardır. Aslı ne olursa olsun, onlar da her Osmanlı gibi vatanı ve devleti için elinden geleni yapmaya çalışmıştır.
Bu yüzden, saraya geldiklerinde başka dinden veya ırktan olmalarının onlar için önemi yoktu ve bizim için de hiçbir önemi yoktur.
Osmanlı Devleti bir Türk devleti idi ancak kimseyi Türklük çatısı altında birleştirmedi. Kimseye zorla böyle bir tahakkümde bulunmadı. Zaten böyle bir çaba da asla netice vermezdi. İmparatorluğun yüzyıllar boyunca ayakta kalabilmesinin en büyük sebebi, İslamiyet çatısı altında birleşilmesiydi. Müslüman olduktan sonra Türk, Kürt, Çerkez veya başka bir milletten olması hiçbir zaman önem teşkil etmedi hiçbir zaman.
Jön Türkler'in Osmanlının son zamanlardaki çabalarının ise nasıl kötü sonuçlar doğurduğu ortada. Koskoca devlet Türkleştirme sevdasıyla darmadağın oldu.
Çatının İslamiyet olduğunu söyledik ama şunu da belirtmek gerekir ki; hiçbir zaman diğer dinlere mensup olan vatandaşlarına da eziyet etmedi. Her zaman adalet ile davrandı. Onların ibadet etmelerini mani olmadı ve mabetlerini yıkmadı. Şu an modern dediğimiz dünyada bile olmayan, inanç özgürlüğünü o yıllarda sağladı.
İşte bu yüzden bir önceki yazıda belirttiğimiz gibi Müslümanı, Yahudisi, Hristiyanı veya Türkü, Kürdü, Çerkezi öksüz ve yetim kaldı. Bu sebeple dünya bir daha eskisi gibi asla olamaz ta ki; Hazreti Mehdi gelene ve İsa aleyhisselam ile zaferden zafere koşana kadar...
............
Not 1: Valide Sultan'ların eserleri ve yaptıkları işler ile detaylı bilgilere, İbrahim PazanBey'in Padişah Anneleri-Eserleriyle Valide Sultanlar isimli kitabından ulaşabilirsiniz.
Not 2: Fatih Sultan Mehmet Han'ın annesi Hüma Hatun'dur ve Sırp değildir Candaroğulları Beyliği'nden gelmedir. Kanuni Sultan Süleyman Han'ın annesinin adı ise Ayşe Hafsa'dır ve Kırım Hanlığı'ndan gelmedir.
.Kültür hazinesi köylerimiz nereye gidiyor?
2015-01-23 01:00:00
Anadolu insanı misafirperverliği, insanlığı ve hoş sohbeti ile hep bildiğimiz gibi. Eve girdiğiniz andan itibaren artık onların şeref konuğusunuz. Eve girdiğinizde ilk önce su içer misiniz diye sorulur. Hemen arkasından yemek hazırlığı başlar. Tok olduğunuzu üst üste söylemenize rağmen, çoğu zaman kâr etmez. Pratik bir şekilde sofra yere serilir ve artık tok olsanız bile reddetmeyeceğiniz, yemeyecek olsanız da yemek isteyeceğiniz bir şekilde önünüzde sergilenmektedir güzelim yemekler. Taze sebzelerden oluşan şaheserler, bahçeden biraz önce toplanmış malzemeler ile yapılan salata ve mis gibi kokan köy ekmeği...
Yemekler yenilip sofradan kalkıldığında ise hemen tavşankanı çaylar servis ediliyor. Yemekten yeni kalkmış olsanız bile illaki çayın yanına börek, çörek bir şey konuluyor. Ne gerek vardı daha yeni yemekten kalktık denildiğinde ise "oğlum kuru kuru çay mı içilir, için kıyılır" cevabı gecikmiyor. Sonra gelsin tadına doyum olmayan çay muhabbetleri.
Hafta sonu tatilleri olmayan, izne ayrılıp memleketine gitmek gibi bir zorunluluğu olmayan ve çalışmaktan hiçbir zaman gocunmayan bir insan topluluğu. "Köy yerinde iş biter mi a oğul" düşüncesiyle sıkılmadan, üşenmeden çalışıyorlar.
Akşam, yatsı namazıyla yatağa girerler, sabah namazını müteakip koşuşturmaya başlarlar. Fakat seksenlik dede, şehirlinin elli yaşındaki adamına âdeta taş çıkartır. Bir bakıyorsunuz traktör üstünde bahçe bellemeye gidiyor, bir bakıyorsunuz elinde çapa bahçede ot temizliyor. Hepsi de hayatından memnun ve huzur dolu bir ömür geçirdiğinin idrakinde...
Gelelim işin acı olan tarafına. Bu saydığımız güzellikler artık yerini yavaş yavaş şehirleşmeye bırakıyor. Evet, bir kültür hazinesi olan ve ülkeyi besleyen köylerimiz de artık şehirleşme tehlikesiyle karşı karşıya. Köylerden göç edip, şehir hayatında boğulmayı tercih edenlerden sonra şimdi de köydeki hayatı boğma boyutuna geliyor iş.
Kahvaltı sofrasındaki taze tereyağı yerini margarine, günlük taze süt yerini pastörize süte, keçi peyniri yerini market peynirine bırakıyor.
Artık köylüler uğraşmaktansa daha az çalışıp, daha çok kazanacağı işlere yöneliyor.
Yani artık köylerde de "otomatik yaşantı mekanizması" yerleşiyor. Yetinmek, sabretmek, idare etmek ve değer vermek gibi güzel hasletler artık yavaş yavaş yerini tersine bırakıyor.
Ve diyoruz ki: "Kültür hazinesi köylerimiz nereye gidiyor?"
Köy hayatını unutmamanız dileğiyle...
.Dünya öksüz ve yetim kaldı
2015-01-10 01:00:00
Müslüman, Hristiyan ve Yahudi. Kim olursa olsun, hangi dinden olursa olsun Osmanlı'dan sonra öksüz ve yetim kaldı. Çünkü onlar giderken yanlarında getirdikleri tüm güzellikleri de beraberlerinde götürdüler.
Peki, Osmanlı nasıl bu kadar uzun ömürlü oldu ve küçük bir beylik iken, kültür ve medeniyetiyle üç kıtaya hükmeden imparatorluk hâline gelebildi?
Bunun birçok sebebi var ancak biri var ki; Osmanlıyı Osmanlı yapan işte odur. Ertuğrul Gazi ile başlayan ve asırlar boyunca babadan oğula geçen İslamiyete olan bağlılık. O yüzden Osmanlıyı bilmek ve anlamak istiyorsanız önce İslamiyeti anlamalısınız.
Osmanlılar, muazzam güç ve kudretlerinin yanında, günümüzde film, dizi ve yazılı medya yoluyla anlatıldığı gibi gurura, kibre, debdebeye ve insani arzulara değil, mütevazılığa, sadeliğe ve İslamiyetin emirlerine önem verdi. Gösterişten, şaşaadan uzak oldukları gibi, yerli halka; biz üstünüz, istediğimizi yaparız gibi tahakkümde bulunmadılar ve adaleti hiçbir zaman elden bırakmadılar. Fethettikleri yerlerde halka karşı o kadar adaletli davrandılar ki; onlar, kendi yöneticileri ile mukayese ettiklerinde, aradaki farkı gördüler ve kendi istekleriyle Osmanlı askerine şehri teslim ettiler.
Devletin kurucusu Osman Gazi'nin ölmeden önce oğlu Orhan Gazi'ye ettiği vasiyette de aslında İslamiyetin o güzel temeli yatmaktadır. "Sakın orduya ve zenginliğe mağrur olma! Hakiki âlim ve ariflere hürmet edip sarayında onlara yer ver. Benim hâlimi örnek al! Hiç lâyık olmadığım hâlde bunlara hürmet ettiğim için bu duruma geldim. Allahü teâlânın nice ihsanlarına kavuştum. Müslümanları ve sana itaat eden gayr-i müslim kimseleri himâye et! Devletin parasını israf eyleme, ihtiyaçların dışında harcama! Senden sonra geleceklere de aynı nasihatte bulun! Daima adalet ile hükmet!"
Babasının yolunu aynen devam ettiren Orhan Gazi, samimi bir Müslüman olarak ilme ve adalete çok önem vermiştir. O da babası Osman Gazi gibi, bu yoldan ayrılmamaları için oğullarına çok güzel bir vasiyet bırakmıştır.
"Oğul, saltanatınla mağrûr olma! Unutma ki dünya, Sultan Süleyman'a kalmamıştır. Saltanat, Allahü teâlânın dinine hizmette büyük bir fırsattır. Bu fırsatı iyi değerlendir! Ey oğul, adaletle hükmeyle! Gazileri gözet! Dine hizmet edenlere hizmeti şeref say! Fakirleri doyur. Zalimleri cezalandırmada gecikme! Adaletin en kötüsü, geç tecelli edendir. Sonunda hüküm isabetli bile olsa, geciken adalet zulümdür..."
Belki diyebilirsiniz bir Türk olarak, bir Osmanlı âşığı olarak sen elbette onları öveceksin, göklere çıkartacaksın. Peki, o zaman bir de yabancı gözüyle bakalım. Yabancı tarihçi Gibbons, Osman Gazi'yi anlatıyor: "Osman Gazi, dininde o kadar saf ve temiz idi ki, sanki büyük adaşı Halife Osman'ın ve daha evvelki halifelerin ikinci nüshası idi. Dinî gayreti ile heyecanlı olmak ve dini, hayatta en birinci ve evvelki gaye yapmak manasına alınırsa; Osman Gazi mutaassıptı yani dinden taviz vermezdi. Fakat ne kendisinin ve ne de doğrudan doğruya kendisinden sonra gelenlerin müsamahakârlığına kimse bir şey diyemez..."
Onlar gittikleri yerlere gözyaşının aksine, güzel ahlak ve adalet götürdüler. Kültür ve medeniyetlerini paylaştılar. İşte Osmanlının özü, aslı budur. Bu hususları ve İslamiyeti insaflı ve peşin hüküm olmadan incelerseniz Osmanlıyı anlayabilirsiniz. Aksi takdirde Osmanlıları tanıtacağız derken, yanlışlıkla kötülük yapmış olursunuz.
Onlar kültür ve medeniyetlerini alıp götürdüler ve dünya adaletten, merhametten ve sevgiden mahrum kaldı.
Osmanlıları tanımak ve tanıtabilmek dileğiyle...
.Diriliş dizisini yeni bir "Muhteşem Rezalet"e çevirmeyin!
2015-01-01 01:00:00
TRT'nin böyle bir yapımla seyircilerinin karşısına çıkmasından dolayı öncelikle teşekkürü bir borç bilirim.
Seyrederken, göğsümüzü kabartan bir yapım olmuş. Zamanında rahmetli Özal'ın kurduğu hayalin gerçeğe dönüşmesi bu dizi ile olur diye ümit ediyorum. Zira kendisi 'Kuruluş' ile bir seri başlatmak istemiş, vefatı sonrası sahip çıkan olmamıştı.
Peki, Rahmetli Özal'ın yarım kalmış projelerinin hızla tamamlandığı bu dönemde, 'Kuruluş' projesi de 'Diriliş' adıyla yeniden hayata geçiriliyor mu? İşte diziyi bu sorunun cevabını almak için seyrettim.
Özellikle ecdadımızı anlatan bu tür yapımlarda çok dikkat edilmesi gerekiyor. Bir 'Muhteşem Rezalet'e daha ihtiyacımız yok. Millet olarak tarihimizi çok az biliyoruz. Osmanlı İmparatorluğu'nu, haremde cariye kovalamaktan ve kardeş kafası kesmekten ibaret zannediyoruz.
Yıllardır beyinler yıkana, yıkana bu hale geldik. Her ne kadar senaryodur, kurgudur ve bu bir belgesel değildir dense de, anlatılan her şey doğru olarak kabul edilecek.
Bu noktada, yayınlanan bölümlere bakarak, filmin yapımcılarından ve senaristlerinden birkaç ricam olacak...
1. Ertuğrul Gazi'yi öveceğiz diye Selçukluları kötülemeyin. Kayılar bizim geçmişimiz ise, onların varlığı ve anlatılması ne kadar önemli ise, Selçuklular ve Kınık soyu da o kadar önemlidir ve layıkıyla anlatılması gerekmektedir.
Eğer Sultan Alparslan olmasaydı, Kayılar Anadolu'da dolaşabilir miydi? Alparslan Allahü teâla aşkına, Muhammed aleyhisselam aşkına yollara düşüp, kendinden sayıca çok üstün olan Bizanslılara karşı çıkmasaydı, Anadolu'nun kapılarını Türklere açmasaydı; ne Ertuğrul Gazi'nin, ne de Söğüt'ün bir anlamı kalmazdı.
Selçuklu Devleti de, Osmanlı İmparatorluğu gibi kötü dönemler geçirdi. Kötü komutanlar yüzünden büyük sıkıntılar çekti. Ancak siz yapımcı olarak örnekleri iyi seçmek zorundasınız. Neticede seyircilere aktardıklarınız, gerçek gibi akıllarda kalacak.
Kayı da bizimdir, Kınık da bizimdir. Aynı amaçlar için kim çarpışıyor ve canını veriyorsa, yurdunu terk ediyorsa o bizimdir, bizimledir ve bizdir. Selçuklular vazifesini yerine getirdi ve bayrağı Osmanlılara devretti.
2. Malum dizinin 'Muhteşem Rezalet' olarak tanımlanmasının en büyük sebeplerinden bir tanesi de, o dönemin kadın karakterlerinin dizide gösteriliş tarzı oldu. Sizin de atalarımızın kahramanlığını anlatmak varken, oba içindeki kadınların fitnesini ön plana çıkartmanız pek hoş olmamış? Bir noktadan sonra bu amacı aşmak ve rezaletin dik alası olur.
3. Diziyi İslam'da yeri olmayan şeylerle doldurmayın. Dizinin dini temelini Muhyiddin-i Arabi hazretlerine bağlamanız güzel fikir, ancak o mübarek zata farklı anlamlar yüklemenin gereği yok.
Son olarak yapımcının haricinde TRT'ye de birkaç tavsiyede bulunmak isterim. Reyting korkusunu tabii ki inkâr etmiyorum, ancak konu tarihimiz olunca devlet kanalının bu düşünceyi göz ardı etmesi gerekiyor. Seyredilmez endişesi yerini, tarihimizi ne kadar gerçekçi anlatabiliriz endişesine bırakmalı.
Kültür ve tarih hazinemizi kendi ellerimizle lekelemeyelim.
.Az ve öz mü olmalı? Sürümden mi kazanmalı?
2014-12-23 01:00:00
Geçen haftalarda Türk sinemasının durumundan ve vahametinden bahsetmiştim. Box Office Türkiye'nin yayınladığı 2014'ün sinema rakamlarına baktığımda, bu durumu bir kere daha; ama bu sefer rakamlarla belirtmek istedim.
Türk yapımlarının 34 milyon kişiyle izlenme rekoru kırdığını ve ilk 5'te yer alan filmlerin seyirci sayısının 17.5 milyonu geçtiğini görerek övünebiliriz bile. Yabancı filmlere nal toplatmışız, ilk ona bile sadece bir yabancı yapım girmiş diye heyecanlanabiliriz. (1 milyon 178 bin izlenme sayısı ile 9. Sıradan Nuh: Büyük Tufan)
1990'lı yıllardan bu yana yapılan ölçümlerde en yüksek rakama (50 milyon 295 bin kişi) geçen sene ulaşılmıştı. Bu sene ise bu hafta itibari ile bu rakam 57 milyon 91 bin kişi. Kalan günler hesap edildiğinde 60 milyonluk bir rakam bekleniyor. Yani 10 milyon kişilik muhteşem bir artış.
Bu artış Türk sinemasının 100. yılında yeni bir rekor demektir. Peki bu rakamlardan ve güzel artışlardan sonra benim derdim ne? Cevabını başlıkta verdim aslında ama daha detaylı olarak anlatayım.
2014 yılında şu ana kadar 105 Türk yapımı film gösterime girmiş. (Bu da ayrı bir rekor, önceki sene 88 film yapılmıştı) İşte acı gerçekte burada ortaya çıkıyor.
"Recep İvedik 4" 7 milyon 369 bin kişiyle 2014 yılında en çok izlenen film olurken ilk 5'te yer alan filmlerin toplam seyirci sayısı 17 milyon 513 bin kişi olmuş. Geriye kalan 100 filmin toplam seyirci sayısı ise 16 milyon 483 bin.
Yani 100 Türk filmini topladığınızda ilk 5 filmin izlenme sayısına bile erişemiyor. Çok film yapmayı başarmışız ama izletmeyi başaramamışız.
Yapılan şeyin az ama öz olanı mı, yoksa çok olması ve sürümden mi kazanılması? İşte bence Türk sinemasının karar vermesi gereken önemli bir nokta.
Ayrıca ilk ona giren filmlerden altı tanesinin de komedi filmi olduğunu unutmayalım. Hâlâ kendi kültürümüzü ve geleneklerimizi "Adam" gibi anlatmayı başaran yapımlar ortaya koyabilmiş değiliz.
Kendi kendimize değil, yabancı milletlere "Kültür Emperyalizmi" yapmamız ümidiyle...
EN ÇOK İZLENEN 10 TÜRK FİLMİ (1 Ocak-14 Aralık 2014)
1. Recep İvedik 7 milyon 369 bin
2. Eyyvah Eyvah 3 3 milyon 414 bin
3. Düğün Dernek 2 milyon 889 bin
4. Pek Yakında 2 milyon 183 bin
5. Unutursam Fısılda 1 milyon 658 bin
6. Birleşen Gönüller 1 milyon 542
7. Deliha 1 milyon 456 bin
8. İncir Reçeli 2 1 milyon 378 bin
9. Patron Mutlu Son İstiyor 1 milyon 297 bin
10. Mandıra Filozofu 955 bin
.Az ve öz mü olmalı? Sürümden mi kazanmalı?
2014-12-23 01:00:00
Geçen haftalarda Türk sinemasının durumundan ve vahametinden bahsetmiştim. Box Office Türkiye'nin yayınladığı 2014'ün sinema rakamlarına baktığımda, bu durumu bir kere daha; ama bu sefer rakamlarla belirtmek istedim.
Türk yapımlarının 34 milyon kişiyle izlenme rekoru kırdığını ve ilk 5'te yer alan filmlerin seyirci sayısının 17.5 milyonu geçtiğini görerek övünebiliriz bile. Yabancı filmlere nal toplatmışız, ilk ona bile sadece bir yabancı yapım girmiş diye heyecanlanabiliriz. (1 milyon 178 bin izlenme sayısı ile 9. Sıradan Nuh: Büyük Tufan)
1990'lı yıllardan bu yana yapılan ölçümlerde en yüksek rakama (50 milyon 295 bin kişi) geçen sene ulaşılmıştı. Bu sene ise bu hafta itibari ile bu rakam 57 milyon 91 bin kişi. Kalan günler hesap edildiğinde 60 milyonluk bir rakam bekleniyor. Yani 10 milyon kişilik muhteşem bir artış.
Bu artış Türk sinemasının 100. yılında yeni bir rekor demektir. Peki bu rakamlardan ve güzel artışlardan sonra benim derdim ne? Cevabını başlıkta verdim aslında ama daha detaylı olarak anlatayım.
2014 yılında şu ana kadar 105 Türk yapımı film gösterime girmiş. (Bu da ayrı bir rekor, önceki sene 88 film yapılmıştı) İşte acı gerçekte burada ortaya çıkıyor.
"Recep İvedik 4" 7 milyon 369 bin kişiyle 2014 yılında en çok izlenen film olurken ilk 5'te yer alan filmlerin toplam seyirci sayısı 17 milyon 513 bin kişi olmuş. Geriye kalan 100 filmin toplam seyirci sayısı ise 16 milyon 483 bin.
Yani 100 Türk filmini topladığınızda ilk 5 filmin izlenme sayısına bile erişemiyor. Çok film yapmayı başarmışız ama izletmeyi başaramamışız.
Yapılan şeyin az ama öz olanı mı, yoksa çok olması ve sürümden mi kazanılması? İşte bence Türk sinemasının karar vermesi gereken önemli bir nokta.
Ayrıca ilk ona giren filmlerden altı tanesinin de komedi filmi olduğunu unutmayalım. Hâlâ kendi kültürümüzü ve geleneklerimizi "Adam" gibi anlatmayı başaran yapımlar ortaya koyabilmiş değiliz.
Kendi kendimize değil, yabancı milletlere "Kültür Emperyalizmi" yapmamız ümidiyle...
EN ÇOK İZLENEN 10 TÜRK FİLMİ (1 Ocak-14 Aralık 2014)
1. Recep İvedik 7 milyon 369 bin
2. Eyyvah Eyvah 3 3 milyon 414 bin
3. Düğün Dernek 2 milyon 889 bin
4. Pek Yakında 2 milyon 183 bin
5. Unutursam Fısılda 1 milyon 658 bin
6. Birleşen Gönüller 1 milyon 542
7. Deliha 1 milyon 456 bin
8. İncir Reçeli 2 1 milyon 378 bin
9. Patron Mutlu Son İstiyor 1 milyon 297 bin
10. Mandıra Filozofu 955 bin
.Kâinatın sırrı bu belgeselde!..
2014-12-16 01:00:00
Wonders of Universe insanoğlunun acizliğini bariz bir şekilde ortaya koyan bir belgesel.
Dünya, Ay, gezegenler, Güneş, Samanyolu galaksisi ve diğerleri yani bütün kâinat. Manchester Üniversitesi'nde profesörlük yapan ve aynı zamanda Kraliyet Enstitüsü araştırma üyesi olan Britanyalı bir parçacık (atom) fizikçisi Brian Cox'un sunduğu bir belgesel.
Aman belgesel deyip geçmeyin. Neden buradayız? Nereden geliyoruz? 13,7 milyar yıllık kâinatın sırrı nedir ve ömrü ne kadardır? İşte bütün bu soruların cevaplarını kısmi olarak bulabilirsiniz.
Yerküreden başka hayat olmadığı yönünde birçok araştırmalar var. Peki, bu kadar yıldızın yaratılmasının hikmeti nedir?
Dünyaya gelen meteorları hepimiz biliyoruz. Bu meteorların her biri, parçalanmış bir yıldız demek. Belki yüz yıllar önce patlamış ve parçalara ayrılmış bir yıldızın parçaları. İşte bu parçalar yani meteorlar, tabiatta bulunan 92 elementin aslında ta kendisi. Yer altı kaynaklarının birçoğu bu meteorlardan oluşuyor. Yani yıldızlar ve gezgenler dünyaya hizmet etmesi için ve insanoğlunun yaşayabilmesi için dünyada toplanıyor. Kâinat bizim hizmetimize sunulmuş.
Bahsedilen diğer konu ise kâinatın ömrü ve ne zaman yok olacağı. Cox'a göre bu sorunun cevabı gezegenlerin çalışma biçiminde saklı.
Anlatılanlara göre gezegenler ömürlerini devam ettirebilmek için kendi içlerinden olan çekirdekten besleniyorlar. Her enerjide olduğu gibi bu gücün de bir gün sonu geliyor ve artık beslenecek bir güç bulamayan gezen, kendi kendini yemeye ve küçülmeye başlıyor. Devamında ise büyük bir sıcaklık üreterek patlıyor. Sonuçta yıldız muhteşem bir ışık şöleniyle beraber yok oluyor...
Brian Cox'a göre kâinat ister 5 trilyon yıl yaşasın, isterse 5 milyon yıl yaşasın eninde sonunda bu yıldızlarla aynı âkıbeti paylaşacak. Gökyüzündeki yıldızların teker teker yok olması, ışık kaynaklarının da birer birer yok olması demekmiş. Cox'a göre, işte o zaman geldiğinde tüm galaksi zifiri bir karanlığa bürünecek ve bütün hayat sonlanacak.
Cox'un bilimsel olarak böyle bir sonuca ulaşması, beni bazı şeyleri düşünmeye sevk etti. Yıllardır süregelen bilgiler gözlerimin önünden geçti.
Elementlerin yağdırıldığı, bu dünyanın ve kâinatın sonsuz olmadığı ve bir gün yok olacağı ve daha niceleri.
Bu bilgiler bize küçüklüğümüzden beri dinî kaynaklardan öğretildi. Yıllar sonra aynı bilgilerin bilimsel açıdan ispatlanmış hâliyle karşıma çıkması beni çok etkiledi.
Bütün muazzam olaylar silsilesinin bir "Yaratıcı" olmadan, kendiliğinden evrenin bir kanunu olarak meydana geldiğini kabul etmek, bu bilimsel delilleri da inkâr etmek olur.
İnatla kabul etmek istemeyenlere, itina ile duyurulur.
.Dikkat! Farkında olmadan dilimizi katlettik!
2014-12-08 01:00:00
Davacı: Türk Halkı...
Davalı: Sosyal medya
Suçu: Türk Dilini acımasızca katletmek...
Suçun mahiyeti: Türkçe kelimeleri anlamsız ve manasız şekillerle kısaltmak (slm, mrb, cnm, tşk,
naaapion). Türkçe kelimelerindeki harflerin yerlerini, alfabede olmayan İngilizce kelimelerle birleştirmek (artıq-artık, chok-çok, choq-çok, neise-neyse, tuaf-tuhaf, ewet-evet, yaw-yav). Harflerin gerekli gereksiz ve kelimeler içerisinde küçük büyük yazmak (bU akŞm gEliYONmu, kUlLaNıCı KaRaKtErLeRiNdE, kUlLaNmAk MeŞhUr OlDu).
Delil 1: ßu TuTuMund@n d0lay1 Qutluy0rum §3n1 Bu tutumundan dolayı kutluyorum seni.
Delil 2: H3d3f 1m1ly0n Hedef bir milyon
Karar: Henüz belirsiz...
Sosyal medya, içimizde büyüyen ve kendi ellerimizle beslediğimiz bir katil! Hem de dilimizin, kendimizi ifade biçimimizin ve duygu dolu sözlerimizin.
Bu kelimeler ve cümleler maalesef geçmişi zenginliklerle dolu olan, Farsça ve Arapça gibi zengin bir dil ile yoğrulmuş Osmanlıca sonrasında geldiğimiz nokta. Sebebi ise tembellik, sabır eksikliği ve en önemlisi de OKUMAMAK. Uzun yazmak zor geliyormuş ve buna ayıracak zamanları yokmuş! Normalini yazmaya vakti olmayan, elbette okumaya da vakit bulamaz.
Bir de grup psikolojisi var tabii. "Ne yapalım bütün arkadaşlarım bu şekilde kullanıyor. Ben kullanmazsam garip oluyor." Hâlbuki "Bir benden ne olur" düşüncesinden kurtulup, biraz çaba harcasak problem çözülecek.
İnternette haberlere yapılan yorumları ve sosyal medya üzerinde yapılan paylaşımları incelerseniz, bahsettiğim durumu daha iyi anlayabilirsiniz. İnanın kötü geçen bir gününüzü, bu yorumları okuyarak eğlenceli dakikalara çevirebilirsiniz, çünkü ortaya çıkan durum oldukça trajikomik. Gençleri geçtim milletvekilleri, akademisyenler ve daha niceleri yazdıklarıyla adeta insanları okumaktan soğutuyorlar.
Yazmayı ve okumayı geçtim, kullandığı dili düzgünce kullanmaya vakti olmayan ve sırf arkadaşlarım tarafından garipsenirim korkusu taşıyan bir genç, nasıl bir gelecek sağlayabilir? Böyle giderse yakında ebeveynler ve çocukları anlaşamaz hale gelecek. Dedeler ve torunların arasındaki iletişim zaten koptu gitti.
Eski dönemlerde yazılmış olan bir aşk mektubu okuduğunuzda, aşkını anlatan adamla beraber aynı duyguları içinizde hissedebilirsiniz. Sıradan bir insanın bile hatıralarını okurken, bahsedilen olayları âdeta onunla beraber yaşayabilirsiniz.
Ancak, böyle giderse gelecek nesiller o duyguları yaşamayı bırakın, okuduğunu hiç anlayamayacak hâle gelecek. Bu hâlde ne bir medeniyet, ne de bir kültür ortaya koyamazsınız. Kaç sene yaşarsanız yaşayın, sonunda bir hiç olur gidersiniz.
Bir Necip Fazıl Kısakürek, Arif Nihat Asya, Yavuz Bahadıroğlu olamazsınız. Bir mimariniz olmaz. Bir hayat kültürünüz oluşmaz.
Saydığımız bu isimler ve daha nicelerinin arkasında Osmanlı kültürü ve Osmanlıca gibi zengin bir dil vardı. Bizler maalesef bu zenginlikten mahrum bir şekilde yetiştirildik. Gelecek nesilleri kurtarmak adına artık bu yanlışlıktan dönmek gerekiyor.
İşte Osmanlıca dersinin müfredata koyulması bu yüzden çok önemli.
Çok okumamız ve çok yazmamız lazım!
.
|
Bugün 90 ziyaretçi (280 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|