ABD’nin Ankara Büyükelçiliği tarafından 1945 yılı şubatında Türkiye’nin siyasi, idari ve genel gidişatı ile ilgili olarak kaleme alınan bir rapor galiba üzerinde tekrar durup düşünülmesini gerektirmektedir.
Gerçi kaleme alınan rapor sadece kişisel izlenimlerin dile getirilmesinden ibarettir. Ancak deneyimli bir diplomatın kaleminden çıkmış olması dolayısıyla galiba önemsenmesi gerekmektedir. Zira raporun kaleme alınmasından uzun bir zaman sonra değil, oldukça kısa bir süre sonra CHP iktidarı kaybetmiş, Menderes Hükümeti başa geçmiştir.
Söz konusu rapora göre o günkü Türkiye’de rejim ciddi surette ve etraflı bir şekilde kan kaybetmekteydi. Özellikle 1939'da İkinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden sonra, itibarının devamı ve halkın güven duyma oranı bakımlarından iktidar aleni surette kan kaybetmeye başlamıştı. Böyle bir durumun en başta gelen sebepleri ise raporda şöyle sıralanmıştır:
(1) Üst düzey bürokrasinin şişmesi;
(2) Çoğu hükümet görevlisinin sorumluluk korkusu nedeniyle felçliymiş gibi davranması;
(3) Türk orta sınıfını fiilen yoksullaştıran, boyutları sınırlı olan ve esas olarak küçük hükümet memurlarından oluşan enflasyonist sarmalın kontrol edilememesi;
(4) Birçok hükümet dairesi ve kurumunun başkanları, Büyük Millet Meclisi üyeleri ve benzerleri de dahil olmak üzere küçük bir memur kliğinin, nüfusun büyük bir kısmının çöküntüsüne karşın ekonomik olarak kendilerine fayda sağlayacak bir konumda oldukları bilgisi;
(5) Rüşvet ve yolsuzluğun Osmanlı dönemindeki kadar aleni olmasa da Türk siyasi hayatında öncü bir rol oynamaya devam ettiği gerçeği;
(6) Birçok iş adamının “devletçiliğe” karşı çıkması;
(7) Aydınlar arasında eğitim sisteminin çok katı olduğu duygusu;
(8) Basın ve ifade özgürlüğünün olmaması;
(9) Hükümetin daha enerjik bir sanayileşme politikası uygulamadaki başarısızlığı ve
(10) Demokratik biçimlere sözde bağlılık, milletvekillerinin “seçimlerinin” tek parti mekanizması atamaları şeklinde gerçekleşmesi.
Maddeler halinde verilen söz konusu hususların açılımı ise şu suretle dile getirilmişti:
Türk yazarlar ülkelerine "Kemalist Türkiye" demekten hoşlanıyorlar. Türkiye, dağılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu'nun bataklığından, büyük ölçüde tek bir adamın, Kemal Atatürk'ün gücü ve enerjisiyle çekilip kurtarıldı.
Sözde onunla birlikte hareket edenler “evet efendimci” olmaktan öte bir şey değillerdi. Sonuç olarak, can çekişen İmparatorluğun küllerinden doğan yeni devlet son derece kişiseldi ve böyle bir rejimin içsel kusurlarından mustaripti.
Atatürk müstakbel tehlikeleri idrak ederek Cumhuriyet Halk Partisi'ne karşı sözde bir muhalefet partisi kurup halkı iki partili bir sistem için eğitmeye çalıştı.
Atatürk'ün muhalefete tahammül edememesi de dâhil olmak üzere bir dizi nedenden ötürü, bu parti gerçek bir muhalefet olamadı ve onun halefi olan Cumhuriyet Halk Partisi içindeki sözde "Bağımsız Grup" her konuda Hükümet ile oy kullandı. Ancak, adil olmak gerekirse, Cumhurbaşkanı İnönü'nün belirli bir demokrasi ölçüsü getirmek için birkaç deneysel çaba sarf ettiği de ifade edilmelidir. Örneğin, 1939 ve 1943 seçimleri sırasında seçmenlere Büyük Millet Meclisi seçimlerini yapmaları için bir miktar serbestlik tanınması uygulaması getirildi.
Böylece, 1943'te İstanbul'da 23 sandalye için 31 aday vardı ve tabii ki bunlar resmi Cumhuriyet Halk Partisi üyesi kimselerdi.
Atatürk'ün ölümünden sonra onun yerine benzer kişilikte bir devlet adamı çıkmadı. Halefi olan şimdiki cumhurbaşkanı İsmet İnönü kudrete muhtaçtır. Aslında Türkiye şu anda, genel olarak konuşursak, hiçbir bireyin önemli kararlar vermek için kâfi yetkiye sahip olmadığı veya kullanmaya istekli davranmadığı ve herkesin sorumluluktan korktuğu, her şeyi kapsayan bir bürokrasi tarafından yönetiliyor, yönetilmiyor.
Enflasyon sarmalını kontrol edememek, aynı zamanda önemli bir hoşnutsuzluğun da nedeni olmuştur. Sadece artan iç fiyatlar orta sınıfı fiilen yoksullaştırmakla kalmadı, bir bürokrasi devleti olan Türkiye’de, aynı zamanda ihracat fiyatları dünya fiyatları ile uyumunu tamamen kaybetti. Mihver ve Müttefikler arasındaki kapsamlı rekabetçi satın alma, bu mevcut seviyenin oluşturulması ve sürdürülmesine önemli ölçüde katkıda bulunmuştur. Büyükelçilik personelinin temas halinde olduğu pek çok hükümet yetkilisi, ancak hükümet mekanizmasının sert bir şekilde yeniden düzenlenmesinin Türkiye'yi ekonomik açıdan ayağa kaldırabileceğini düşünerek istikbale dair büyük bir korku duyduklarını dile getiriyorlar. Şimdiye kadar, mevcut rejim çerçevesinde böyle bir değişikliğin olabileceğine dair hiçbir kanıt yok ve en azından kamuoyuna sunulan tek çözüm, Türk Lirası'nın devalüasyonudur. Nüfusun önemli bir bölümü, yüksek yaşam maliyeti nedeniyle ciddi mali sıkıntılar içindeyken, hükümet daireleri başkanları, devlet bankaları ve Büyük Millet Meclisi üyeleri de dâhil olmak üzere, muayyen bir üst düzey yetkili klik, görece olumlu bir mali durum içindedirler. Bir dizi güvenilir kaynağa göre, sivil bürokraside terfi alabilmek için nüfuzlu konumlarda bulunan veya aile bağları olan kişilere "tavsiye edilmiş" olmayı gerektirmektedir. Bu durum oldukça genel olarak biliniyor ve mevcut rejim altında kendileri için herhangi bir ilerleme ümidi göremeyen birçok genç insan, memurlar ve diğer kimselerde aşırı derecede ıstıraba sebebiyet vermektedir.
Devlet kontrolündeki kurumlar aracılığıyla işin devlet tarafından kontrol edilmesi anlamına gelen "Devletçilik" politikası da aynı şekilde önemli bir kızgınlık kaynağıdır, çünkü bürokrasinin işleyiş süreçlerini günlük hayata uygulamayı gerekli kılmaktadır.
Bu bağlamda, Atatürk'ün ölümünden bu yana, Türkiye'nin onun başlattığı Batılılaşma yolunda çok az ilerleme kaydettiği sık sık ifade edilmektedir.
Aydınlar arasında genel olarak Türk eğitim sisteminin mantık dışı derecede katı olduğundan ve sadece bu ülkede eğitim görenlerin vizyon genişliğinden yoksun bulunduğundan şikâyet edilmektedir.
Amerikan üniversitelerine gittikten sonra Türkiye'ye dönen öğrenciler özellikle bu konuda ıstırap çekiyorlar. Bunların çoğu kere hususi teknik niteliklerine çok az itibar edilmekte veya hiç edilmemektedir. Bunlar, Türk öğrenim kurumlarından mezun olan ve dolayısıyla pozisyonları için gerekli teknik niteliklerden yoksun ya da Kıta Avrupası (özellikle Alman) eğitimi almış ve bu nedenle Amerikan yöntemlerine imrenen veya bunlara muhalefet eden kimselerin emri altına verilmektedirler.
Türkiye'deki basın özgürlüğünün eksikliği, en sıradan gözlemci için dahi aşikârdır. Basın bürosu tarafından belirlenen standartlara uymayan gazeteler varlığını sürdüremez haldedir. Rejime yönelik en ufak bir eleştiri veya resmi "çizgiden" sapma muhtemelen askıya alınmalarına neden olmaktadır. Örneğin, sol görüşlü "Tan" gazetesi, Mihver yanlısı yetkililerin tasfiyesi suçlamasıyla 12 Ağustos'ta; “Vatan” gazetesi ise Türk hükümetinin daha fazla demokratikleştirilmesini talep eden birkaç makale yayınladığı için 1944'te askıya alındı.
Aynı şekilde, "Cumhuriyet", dönemin Basın Genel Müdürü Sayın Selim Sarper'in Sovyetler Birliği Büyükelçisi olarak atanmasını öngören kısa bir makale yayınladığı için 15 Eylül 1944'te askıya alındı.
Dahası, rejimi artık desteklemeyen eski Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın, söz konusu gazetelerin askıya alınmasını kınayan daha fazla yazılar yazması yasaklandı.
Yurt dışına seyahat etmiş veya okumuş ya da demokrasilerde var olan ve Atlantik Antlaşması'nda güvence altına alınan basın özgürlüğünü gözlemleyen Türkler, kendi ülkelerinde uygulanan basının sıkı denetiminden ancak tatminsizlik duyabilirler.
İş adamları açısından, hükümetin enerjik bir sanayileşme politikası yürütmedeki görece başarısızlığı eleştirilmektedir. Sınai genişlemenin devlete ait bankalarla bağlantısının (Devletçiliğin bir yönü) bir hata olduğu düşünülüyor ve savaştan sonra Türkiye'nin görece birçok komşusundan daha kötü durumda olacağından korkuluyor.
Ayrıca, 1922'ye kadar hemen hemen her eğitimli Türk'ün bir memur veya ordu subayı olduğu ve bu ticaretin Ermenilere, Rumlara ve Yahudilere bırakıldığını da belirtmek gerekmektedir.
Şu anda, ortalama bir Türk'ün ticaret zihniyetine sahip olma bakımından durumu oldukça zayıf görünmektedir. Bu eksiklik pek tabii ki şu anki Hükümet’e atfedilemez. Böyle bir duygunun belirli bir süre içinde geliştirilip geliştirilemeyeceği zamanla anlaşılacaktır.
Bu genel bağlamda ayrıca, Turan hareketinin (1944) öz itibarıyla önemli bir şey olarak değil, ülkede bir süredir var olan huzursuzluğun belirtisi olarak görülmesi gerektiğine işaret edilmelidir.
Hitler'in, I. Dünya Savaşı'ndan hüsrana uğramış Alman gazileri ve diğer hoşnutsuz unsurlar için açıkladığı "Lebensraum" doktrini gibi, "Büyük Türkiye" doktrininin de, küçük ve sınırlı cumhuriyetlerini harita üzerinde Birinci Dünya Savaşı öncesi geniş Osmanlı İmparatorluğu ile karşılaştıran, hoşnutsuz Türk aydınlarına ve ordu subaylarına hitap etmesi beklenebilir. Turancıların hayallerinin ancak Sovyetler Birliği pahasına gerçekleştirilebileceği gerçeği, Rusya'yı her zaman düşman olarak gören ve görmeye de devam eden halk açısından bir engel olarak değerlendirilmeyecektir.
Hal böyle olmakla birlikte, rejime karşı huzursuzluk ve güvensizlik ülke genelinde yaygın olsa da, yaklaşmakta olan bütünsel bir çöküşe dair hiçbir kanıt bulunmadığı da açıkça belirtilmelidir. Zira öncelikle, mevcut rejime alternatif yoktur; ismine layık örgütlü bir muhalefet söz konusu değildir. İkinci olarak ise; köylü nüfusunun büyük oranda cahil ve okuma yazma bilmeyen kitlesinin ve (muhtemelen dünyadaki en anti demokratik) ordunun büyük bir kısmının mevcut idareye sadık ve ondan nispeten memnun olduklarına inanılmaktadır.
Yine de, yukarıda açıklanan çeşitli hoşnutsuzluk tezahürlerinin netice itibarıyla ülkede siyasi bir krize yol açması muhtemeldir.
Bu bağlamda, Cumhurbaşkanı İnönü’nün 60 yaşında olduğu ve sağır olmasına rağmen görünüşe göre sağlıklı olduğu parantez içinde belirtilebilir. Mareşal Çakmak (emekli) ya da Başbakan Saracoğlu, ani suretteki acziyetinin vuku bulması halinde onun en olası halefleri olarak değerlendirilmektedir.
Laurence A. Steinhardt imzalı hakikaten ibretlik muhtevadaki İnönü Türkiyesi’nin genel durumuna dair kaleme alınan bu muhtıra, “kimin dediğine değil, ne dediğine bakmak gerekir” şeklindeki Arap atasözüne kulak vermeyi icap ettirmektedir. Zira hakikat acı da olsa, söylenenleri ve söyleyenleri sabırla dinlenmek akıl sahiplerinin erdemidir.
Raporda İsmet Paşanın ani surette acziyetinin vuku bulması muhtemeliyetine işaret edilmişse de muhtemel mutlak bir hal kazanmamışsa da 1946 yılında yapılan Türkiye yerel seçimlerinde Milli Kalkınma Partisi oylama devam ederken hile yapıldığını öne sürerek seçimden ayrılmış ve nihayet Cumhuriyet Halk Partisi ile Demokrat Parti karşı karşıya kalmışlardı. Sonuçta İsmet İnönü'nün CHP'si birinci parti olmuş, fakat onun bu başarı ancak seçimlerin "Açık Oy Gizli Tasnif" şeklindeki garabeti nedeniyle gerçekleşebilmişti.
Muhtemel ani acziyet İnönü için değil ama CHP için nihayet mukadder olmuş, 14 Mayıs 1950’de yapılan seçimlerde Demokrat Parti 487 milletvekilliğinin 416’sını alma başarısı elde etmişti.
SÖZ KONUSU BELGEYE ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ...
SÖZ KONUSU BELGEYE ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ... (2)
Merhumu nasıl bilirdiniz?
Cemal Paşa, 21 Temmuz 1922’de Tiflis’te öldürüldü.
Cenazesi Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir tarafından Erzurum’a getirilerek Karskapı Şehitliği’ne defnedildi.
Enver Paşa, Cemal Paşa’dan 15 gün sonra, 4 Ağustos 1922’de Tacikistan’da öldü.
Na’şı, 1996’da, ölümünden tam 74 yıl sonra ancak İstanbul’a getirilebildi ve Şişli’deki Abide-i Hürriyet Tepesi’nde defnedildi.
Talat Paşa ise 15 Mart 1921'de Berlin’de öldürüldü.
Talat Paşanın da suikast neticesi cansız kalan bedeni, tam 21 yıl sonra, 25 Şubat 1943’te İstanbul’a getirildi ve o da Abide-i Hürriyet Tepesi’nde defnedildi.
Talat Paşa, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin en önemli üç isminden biriydi.
Birinci Dünya Savaşı’nın mağlubiyetle sona ermesi üzerine Enver ve Cemal Paşa ile birlikte İttihat ve Terakki Cemiyetini feshetti, gidip Almanya’ya yerleşti.
Kısa bir yürüyüşün ardından evine ulaşmak üzere olduğu bir anda, arkasından yaklaşan bir Ermeni’nin intikam dolu kurşunlarına hedef oldu…
İşte tam o anda ve tam da o mekânda hayatı son buldu.
Alman makamları katili sadece iki gün sorguladı…
Sonra da cinnet geçirdiği gerekçesiyle katil serbest bırakıldı…
Dönemin ABD belgeleri Talat Paşanın cenazesinin İstanbul’a getirilişine, halkın ilgi ve alakasına ilaveten cenaze merasiminin siyasi açıdan ehemmiyetini ele alarak, bir anlamda; “merhumu nasıl bilirdiniz”, sorusu şu suretle cevaplandırılmıştı:
15 Mart 1921'de bir Ermeni tarafından Berlin'de suikasta kurban gitmiş olan Jön Türk hareketinin eski lideri ve Sadrazam Talat Paşa'nın cenazesinin kısa bir süre önce Türkiye'ye getirilmesi, kendisine karşı gösterilen ilgi ve alakanın ötesinde, ayrı bir ehemmiyet arz etmektedir.
Talat Paşanın cenazesinin Türkiye’ye gönderilmesi, sözde, Alman hükümeti tarafından önerildiği ve Türk kamuoyunda Alman hükümetine karşı belli bir minnettarlık duygusu uyandırmaya hizmet ettiği için bazı yönleri itibarıyla siyasi değere sahiptir.
Talat Paşa'nın İttihat ve Terakki Partisi'nin liderlerinden biri olduğu, dünya savaşı sırasında Sadrazam ve İçişleri Bakanı görevlerinde bulunduğu, savaşın yürütülmesinde ve o dönemdeki uluslararası ilişkilerinde Enver Paşa ile birlikte çok önemli roller oynadığı malumdur.
Paşa'nın cenazesi 25 Şubat'ta Almanya'dan özel bir araçla İstanbul'a getirildi ve aynı gün Şişli semtinde, yerleşim bölgesi dışında bulunan ve Jön Türk hareketi ile alakalı olan Hürriyet-i Ebediye Tepesi'nde defnedildi.
Cenazesinin nakledilmesi töreni gerçekten etkileyiciydi ve katılan kalabalığın büyüklüğü öngörülerin bütünüyle ötesinde bir şeydi.
Alaydaki katılımcılar genellikle hareket halindelerdi. Cenazeye katılım sayısı o kadar fazlaydı ki, İstanbul'un Şişli-Nişantaşı semtinde trafik yaklaşık iki saat boyunca tamamen kesintiye uğradı.
Bu törenle ilgili Türk gazeteleri editörlerinin yorumlarına bakılacak olursa, İstanbul halkının Talat Paşanın anısına gösterdiği derin saygı ve sempatinin nedeni olan başlıca etkenler arasında şunlar yer almaktaydı:
*Bu genç Türk liderin trajik bir kader yaşaması,
*Bütünüyle bencil denemeyecek bir devlet adamı olması,
*Büyük bir vatansever olma şöhretine ulaşmış bulunması,
*Genel olarak düzeyli suretteki kişisel dürüstlüğü,
*Jön Türk hareketine karşı tarafsız bakış açısı nedeniyle Türk milliyetçiliğinin gelişimine olan katkısı.
ABD belgelerine göre, bütün Türk çevreleri Talat Paşanın cenazesinin Türkiye’ye getirtilmiş olmasından ötürü mevcut Türk hükümetine içtenlikle minnettar görünüyordu. Hatta böyle bir planın hayata geçirilmesinde dönemin Başbakanı Şükrü Saracoğlu'nun önemli bir rol oynadığı söyleniyordu.
Böyle bir hadise vesilesi ile Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Osmanlı-Alman askeri birlikteliğinin pek çok hatırası da tekrar hatırlanmak durumunda kalmıştı.
Hatta ABD belgelerine göre, esasen Almanlar bu cenaze vesilesi ile geçmişi hatırlatmak suretiyle Türklerin tekrar gözüne girmek ve muhabbetlerinden yararlanma konusunda başarısız da olmamışlardı.
Alman Büyükelçi von Papen, Alman Donanma Ataşesi Koramiral von der Marwitz'in temsilinde cenazeye özel bir heyet göndermenin yanı sıra, Talat Paşa'nın, yeni kocasıyla birlikte cenazeye katılmış olan, dul eşine bir taziye telgrafı da göndermişi. Söz konusu telgrafta, Talat Paşanın şahsında, Türkiye ile Almanya'yı birbirine bağlayan ortak bağlara vurgu da bulunulmuştu.
Taziye telgrafının içeriği, yarı resmi Anadolu Ajansı tarafından da yayınlanmış olduğu gibi bütün Türk gazetelerinde de yer almıştı.
ABD temsilcilerinin tespitine göre, Talat Paşanın cenazesinin İstanbul’a getirilmesine imkân tanıdığı için Türk kamuoyunun genel tepkisi Alman hükümetine minnettarlık gibi görünse de, bazı çevrelerde, özellikle Hüseyin Cahit Yalçın'ın başyazılarında örneklendiği üzere, biraz farklı karakterlerde sergilenen tepkiler de olmuştu.
Yeni Sabah'ta, Talat Paşa'nın Ermeni suikastçısının Alman mahkemeleri tarafından cezasız bırakıldığı ve daha başka sabık Türk liderlerinin de suikasta kurban gittiği, ancak katillerine Almanlarca hiçbir ceza verilmediği hatırlatılmıştı.
Diğer taraftan Talat Paşanın cenazesinin İstanbul’a getirilmiş olmasına; özellikle Talat Paşa'nın, iddia o ki, verdiği emir neticesi, Dünya Savaşı sırasında kendi soylarından kimselerin büyük tehcir ve katliama uğradıkları suçlamasında bulunan, Ermeni azınlık tarafından farklı bir tepki gösterilmişti. Ayrıca bu olay, yakın zamanlarda muhatap olunan Varlık Vergisi uygulaması örneğinde olduğu gibi, son zamanlarda azınlıklara karşı oldukça güçlü olumsuz bir duygunun yeniden canlanmakta olduğu şeklinde izaha çalışılmıştı.
Bu nedenledir ki, Ermeni, Yahudi ve Rum unsurların bu olayı genellikle Talat Paşanın şahsiyetiyle özdeşleştirilen “kendilerine düşman bir politikanın daha ileri bir onayı” olarak yorumlamaları oldukça doğaldı.
.
Koskoca general neden yargılandı
Milli Mücadele hareketinin önemli isimlerinden biri olan General Ali İhsan Sabis Paşa hem Ankara’da hem de İstanbul’da Ceza Mahkemelerinin muhatabı kılınmıştı.
Konu ABD belgelerine de yansımış ve bu hususta şu bilgilere yer verilmişti:
1944 yılı Türk siyasi, hukuki ve askeri tarihi açısından önemli bir hadiseye tanıklı etti. Zira bir süredir bürokrasinin yüksek makamlarında bulunan birçok şahsa anonim olarak yazılmış ve “ordu subayı” şeklinde imzalanmış, mevcut savaş karşısında hükümetin tutumunu ağır surette eleştiren ve kendisine karşı saldırgan ve tehditkâr bir dil kullanan, ama kimin yazdığına dair somut surette bir isim taşımayan mektuplar gönderilmişti.
İfade edilen o ki; Emniyet teşkilatı mensupları yapmış oldukları araştırmalar neticesinde söz konusu mektupların General Ali İhsan Sabis Paşa tarafından kaleme alınıp yollandığını tespit etmişti.
Dolayısıyla da Paşa, bürokrasinin yüksek mevkilerinde bulunan isimlere, müttefik yanlısı gazetelerin editörlerine ve benzeri daha başka kimselere anonim adlarla mektuplar göndererek kendilerini siyaseten topa tutmak, tehditte bulunmak ve ülke menfaatleri aleyhine çalışmakla suçlanmıştı.
Yine ifade edildiğine göre 1940 ve 1941 yıllarında Paşa Hitler'in karargâhını iki kez ziyaret etmiş ve müttefiklerin safında savaşa girmeye karar vermesi durumunda Türkiye'nin Vidkun Quisling'i olacağından söz etmişti.
Paşa, yine belirtildiğine göre, Şubat 1944'te, yayın müdürü olarak, Alman propaganda organı “Turkische Post”un başına da geçmişti.
Puslu havanın hâkim olduğu bu dönemde Sabis Paşanın adı o sıralarda görülmekte olan ve hükümeti yıkmak için gizli örgütleneme içerisinde olduğu iddia edilen “Turancılık” davası ile de irtibatlandırılmaya çalışılmıştı.
ABD belgelerindeki ifade biçimiyle;
Türk ordusunun emekli generali Ali İhsan Sabis, İstanbul'da devam etmekte olan söz konusu (Turancı) davanın tamamlayıcı bir öğesi haline getirilmeye çalışılan ikincil bir konu halindeydi.
Nihayet Paşa söz konusu gerekçelerle askeri mahkemede yargılanmak üzere 1944 Temmuzunda sivil polisler tarafından gözaltına alınmış ve 30 Eylül 1944’te İstanbul Birinci Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargı önüne çıkartılmıştı.
Esasen duruşmanın, dönemin şartları dikkate alındığında, hiç bir cazibe ve hususiyeti yoktu. Yargılama bilakis oldukça sıkıcı bir tarzda gerçekleşmekteydi.
Suçlanan taraf kendisini savunmakta, iddiaların asılsız olduğunu ve ortaya konan delillerin kendisinin mağdur edilebilmesi amacıyla Emniyet Teşkilatı mensupları tarafından kasten organize edildiğini belirtmekteydi.
Savcı ise suçlamalarını uzman raporları ile teyit ve ispat etmeye çalışmakta ve göz kamaştırıcı tanıkların varlığına dayanarak Paşa’nın suçlu olduğunu iddia etmekteydi.
Savcı, Paşa’nın anonim surette iki çeşit mektup kaleme aldığını ve bunları; Cumhurbaşkanı’na, Büyük Millet Meclisi Başkan Yardımcısı’na, Milli Savunma, İletişim ve İçişleri Bakanlarına, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreteri ve CHP Başkan Yardımcısı’na, Ankara Üçüncü Ceza Mahkemesi hâkim ve savcılığına ve bazı milletvekilleri ile gazetecilere gönderdiğini belirtmekteydi.
İddianamede belirtildiğine göre, ilk tür mektupların gönderildiği şahısların dikkatleri, özellikle Ankara’da kendisi aleyhinde görülmekte olan diğer davanın askeri ve sivil çevrelerde hoşnutsuzlukla karşılandığını ifade etmeye yönelikti.
Diğer bir ifade ile davaya bakan mahkemenin baskı altında hareket ettiği, yargılama için kullanılan unsurların askıya alınması gerektiği, aksi takdirde ülkede ciddi huzursuzluklar yaşanıp karışıklıklar çıkabileceği dile getirilmek istenmişti.
İkinci kategoride yer alan mektuplarda ise savaş karşısında hükümetin takındığı tavır şiddetle tenkit edilmişti.
Bu mektuplara göre Türkiye’nin esas menfaati ve bağımsız suretteki varlığı ve Türk halkının boyunduruktan kurtularak özgür surette yaşaması Sovyetler Birliği’ne karşı Almanya ile ittifak oluşturulmasını gerektirmekteydi.
Mektuplarda ayrıca Büyük Britanya ile olan dostluğu münhasıran İngiltere’nin bencil menfaatlerine atfedilmekte, Türk-İngiliz ittifakı baltalanmaya çalışmakta ve İngiltere’nin Boğazlar konusunda Türkiye’yi Rusya’ya feda etmekten hiçbir surette kaçınmayacağı dile getirilmekteydi. Yarı resmi suretteki Ulus gazetesi yazarlarından Falih Rıfkı Atay ve Radyo gazetesi yazarı Nurettin Artam gibi şahıslara da, İngiliz ve Rus yanlısı olmalarından ötürü, mektuplarda oldukça ağır bir dille eleştirilmişti.
Savcıya göre Sabis Paşanın tutumu muhaliflerini rahatsız ediciydi ve zaten öyle de değerlendirilmişti. Alman yanlısı olduğu, yazdığı ve konuştuklarından net bir surette anlaşılmaktaydı. Ayrıca Paşa, Turancı bir eğilim de sergilemekteydi. Bu yöndeki temayülü ile dergi ve gazetelerde sürekli yazılar yazdığı ise ayrı bir gerçekti. O, “Harp Hatıralarım” adlı eserinde bile Rusya aleyhtarı olduğunu gizlememişti. Ayrıca Falih Rıfkı Atay’a karşı beslediği olumsuz şahsi hisleri bilinmeyen bir şey değildi. Daha evvelce de onu bir hayli iğnelemiş biriydi.
Paşa’nın esasen tavrının yeni bir şey olmayıp eskiden beri bilindiği, ancak mektuplarda olduğu gibi aşikâr bir surette yazıp konuşmadığı savcılık makamı tarafından iddia ile ifade edilmişti. Onun ayrıca Ankara’da görülen davasının geri çekilmesini için zorlayıcı bir tutum sergilediği ve bu nedenden ötürü Ceza Hukuku’nun 188. Maddesi gereği;
Türkiye’nin ulusal menfaatlerine aykırı bir surette sınır komşusu Sovyetler Birliği aleyhine Almanya yanında savaşa girmesi, Türkiye’nin kurtuluşunun Alman zaferine bağlı olduğu ve anlaşma bulunmasına rağmen Büyük Britanya’nın Türkiye’yi kendi menfaatleri için feda edeceği yollu propagandaları dikkate alındığında, ilaveten, Ceza Hukuku’nun 188. Maddesi gereği mahkûmiyetini talep etmişti.
İddia makamı birçok hususa temas ile birçok iddiada bulunmuşsa da Paşa’nın suçlu olduğuna dair ortaya açık ve net surette deliller koymaktan yoksun kalmıştı. Onun Turancılık hareketiyle herhangi bir bağlantısı olduğunu gösteren kanıtlar da bulunamamıştı…
Ancak yapılan yargılama neticesinde Sabis Paşa 5 yıl 11 ay hapis cezasına mahkûm edilmişti. Fakat işlenen suçların barış zamanında gerçekleşmiş olduğu dikkate alınarak verilen ceza üçte bire indirilmişti. Göndermiş olduğu iddia edilen tehdit dolu siyasi mektupların da postanede kaldığı, adreslerine henüz ulaştırılamamış bulunduğu dikkate alınarak verilen cezanın kalan kısmından üçte bir indirime daha gidilmesi uygun bulunmuştu. Dolayısıyla da nihayeti itibarıyla Paşa 11 ay 20 gün hapis cezası ile cezalandırılmıştı.
Sabis Paşanın aynı tarihlerde maruz kaldığı bir başka dava ise kaleme aldığı “Harp Hatıralarım” adlı eseri ile alakalıydı.
Kendilerine hakaret edildiği suçlaması ile açılan bu dava Ankara Üçüncü Ceza Mahkemesi’nde görülmekteydi.
1944 Nisan ve Mayısında duruşmaları gerçekleştirilmiş, ancak bu davanın İstanbul’da görülen dava ile hiçbir alaka kurulmamış yahut öyle olması uygun bulunmuştu.
Dava netice itibarıyla Paşa’nın şikâyetçilerden özür dilemesi üzerine kapanmışsa da oldukça ilginç bir seyir takip etmişti.
Ali İhsan Sabis Paşa hatıralarını kaleme alıp yayınlamaya başlayınca Balıkesir milletvekili General Kazım Özalp; Bahriye Nazırı müteveffa Cemal Paşanın çocukları ve Adalet eski bakanı ve Londra Büyükelçisi Fethi Okyar tarafından, şahıslarına hakarette bulunulduğu gerekçesiyle, Paşa aleyhine dava açılmıştı.
Ankara Üçüncü Ceza Mahkemesi, 14 Aralık 1944’te, İstanbul Askeri Mahkemesi’nde yargılanması nedeni ile tutuklu olan Sabis Paşanın Ankara’ya gelmesini sağlamış ve savunması dinlenmişti.
Sabis Paşa savunmasında, hatıralarını kaleme alırken şikâyetçileri kasıtlı olarak rencide etmediğini, ancak buna rağmen kendilerinden özür dilemeye hazır bulunduğunu belirtmişti. Dava vekili, müvekkillerine danışabilmesi için duruşmanın kısa bir süreliğine tehirini istemiş ve öyle de olmuştu.
16 Aralıktaki duruşma, dava vekilinin müvekkillerinin özür dilenmesini kabul edecekleri beyanı ile yeniden başlanmıştı. Ancak özrün biçimsel olarak şikâyetçilerin istediği şekilde olması da bir şart olarak ileri sürülmüştü.
General Ali İhsan Sabis Paşa ileri sürülen şartı kabul etmiş ve kaleme aldığı eserde General Kazım Özalp ve müteveffa Fethi Okyar beyi rencide eden ifadelerin bütünüyle asılsız olduğunu ve gerçeği yansıtmadığını ifade etmiş ve kendilerinden resmi ve aleni surette özür dilemişti.
O tarihte vefat etmiş bulunan Cemal Paşanın çocukları ise Paşa’nın yapacağı özür dileme şekline; “kasten doğru olmayan bir beyanda bulunduğu” ibaresinin ilave edilmesini de talep etmişlerdi.
Şikâyetçilerin yapılan özür dileme ile tatmin olduklarını dikkate alan hâkim nihayet davaya son vermiş ve dosyayı kapatmıştı.
Ankara Üçüncü Ceza Mahkemesi’nde görüşülen davanın bütün detayları yarı resmi bir hüviyet taşıyan Ulus gazetesinin 17 Aralık 1944 tarihli sayısında kamuoyu ile paylaşılmış ve toplumun muayyen bir kısmı tarafından bilinirlik kazanması sağlanmıştı.
Ali İhsan Sabis Paşa neden böyle bir duruma maruz kalmıştı? Oysaki neticede dişe dokunur bir ceza almamıştı.
Kendisi son dönem Osmanlı subaylarının en kahraman isimlerinden biriydi.
Irak cephesinde İngilizleri perişan etmişti.
Mısır ve Suriye orduları başkumandanı General Allenby, Osmanlı hükümetine bir ültimatom vererek Ali İhsan Paşanın görevden alınmasını, Altıncı Ordu'nun lağvedilerek silah ve cephanesinin kendilerine teslim edilmesini, bölgedeki Türk jandarmasının dağıtılmasını ve bölge halkının silahtan arındırılmasını istemek zorunda kalmıştı.
Kürt ve Arap aşiretlerini kışkırtan İngiliz istihbarat kaymakamı Killing'i o tutuklamıştı.
Takdire şayan öngörüleri olan biriydi.
Paşa ayrıca İngilizler tarafından tutuklanmış, Malta’ya sürgün edilmiş, ama adadan kaçıp memlekete gelince Ankara'dan görev istemiş ve Milli Mücadele’ye de katılmıştı.
Sabis Paşa, Ankara’dan görev talep edince, İsmet Paşanın emrinde, Garp Cephesi Komutanlığı’nda görevlendirilmişti. Oysaki İsmet Paşa, Sabis Paşadan hem daha kıdemsiz hem de daha yeteneksizdi. Dolayısıyla da Sabis Paşa ile İsmet Paşa kısa bir süre sonra ihtilafa düşmüşlerdi.
Yaşanan ihtilafın nedeni onun başına buyruk biri olarak suçlanması ve Büyük Taarruz’dan önce İsmet Paşa'nın talebi üzerine Mustafa Kemal emri ile Birinci Ordu Kumandanlığından azil ile henüz 41 yaşında olduğu halde emekliye sevk edilmesi ile neticelenmişti.
Irak cephesinde İngilizlere karşı Sâbis muharebelerini kazanmış olan Paşa’nın İkinci Dünya Savaşı yıllarında İsmet Paşanın idaresi ve siyasetini şiddetle tenkit etmesinden ötürü araları bir kez daha açılmıştı.
Kim bilir belki de aralarındaki ihtilaf hiç kapanmamıştı.
Paşa belki de söz konusu ihtilaftan ötürü arzu etmediği akıbetlere maruz kalmıştı.
ABD belgelerindeki beyana göre, Ali İhsan Sabis Paşa 1920 yılında Mustafa Kemal ile tartışmış ve dolayısıyla da mevcut rejime kin beslemeye başlamıştı.
Şayet bu tespit doğru ise belki de aralarındaki kan uyuşmazlığı, Paşa’nın akıbetini belirlemişti.
Mekânı cennet olsun.
.
ABD belgelerinde İsmet İnönü ve Turancılık Davası I
Halide Edip’e göre “İsmet Paşa; Kendini tamamıyla Gazi’nin emrine adayan ve sadece herkesi asmak isteyen biridir. Şüphesiz İsmet, karakterinde sertlik olan birdir. Gazi ile imrenilir bir birliktelik oluşturmaktadırlar. İsmet her zaman için reformların icracısı olmamış, fakat zaman zaman şefinden daha reformcu da olmuştur.”
Halide Edip tespitlerinde galiba haksız değildi.
Cumhuriyeti’n ilk yıllarının kendine özgü bir hikâyesi vardır.
Milliyetçilik ve Laiklik Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin en temel esasları olmuştu.
Gerçi Celal Bayar’ın beyanına bakılacak olursa milliyetçilik komünizme, laiklik ise ümmetçiliğe karşı ihdas edilmiş şeylerdi.
Celal Bayar sözlerinde muhakkak ki doğruydu.
Zira;
Türk milletinin karakteri yüksekti.
Türk milleti çalışkandı.
Türk milleti zekiydi.
Ve İsmet Paşaya göre memleketteki herkes Türkleştirilmeliydi.
1925 yılında Ankara’da önemli bir toplantı gerçekleştirilmişti. Toplantıya Türk Ocakları diye bilinen ve Türkiye sathında teşkilatlanmış bulunan cemiyetin vatanperver muayyen temsilcileri iştirak etmişti. Türk milliyetçiliği fikrinin yuvası olan bu ocakların Türkiye genelindeki toplam şube adedi 135 kadardı.
ABD vesikalarındaki değerlendirme şekline göre bütünü ile Türk olan ve sadece yerli ve milli olmayıp aynı zamanda kendi yerli ve milli pusulasına da sahip bulunan bu İslamcı ve Turancı hareketler milliyetçiliğin yeni bir formuna bürünmüştü. Ocaklar, hususiyle Türk ırkının üstünlüğünü savunmanın yanında Türk kültürünün gelişmesini de önemsemekteydi. Herkese vatanseverlik, seküler eğitim ve kendisine saygı duyma duygusunu kazandırmaya çalışmaktalardı. Bu nedenle mevcut politikaları dar ve müsamahasız olarak değerlendirilebilirdi.
Ocak temsilcilerinin yer aldığı söz konusu toplantıya Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal de iştirak etmiş ve bir de konuşma yapmıştı. Paşa, konuşmasında şu ifadelere yer vermişti:
Türk Ocaklarının tamamı batı beldelerinde yoğunlaşmıştır. Hiçbirinde olmadığı doğu beldeleri bugün cezalarını buluyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçekleştirdiği devrim Türk Ocakları ile sürdürülmektedir. Doğu’daki ayaklanma mutlu bir şekilde bastırıldı. Bu mücadele, Cumhuriyetçi ideal için bir mücadele olarak bilinecek. Türk tarihinde ilk defa askerlerimiz bir ideal ve asil bir amaç uğruna savaştılar. Kar bir metre derinliğinde olmasına rağmen, askerlerimizin hepsi savaşa hazırdı ve neşeyle savaştı.
İsmet Paşa da aynı vesileyle toplantıda şu ifadeleri sarf etmişti:
Açıkçası milliyetçiyiz. Bu gerçeği yurtiçinde ve yurtdışında ilan etmemizi engelleyecek hiçbir korku düşüncesi artık yok. Milliyetçilik tek kaynaşma unsurumuzdur. Diğer (ırksal) unsurlar, Türk çoğunluğun karşısında hiçbir etkiye sahip değildir. Ne pahasına olursa olsun bu ülkeye ait olanları Türkleştirmeliyiz. Türklere ve Türkçülüğe karşı çıkan unsurları yok edeceğiz.
Millete hizmet etmek isteyenlerde arayacağımız esas nitelik, Türk ve Türkçü olmalarıdır. Bizi dini inançlara karşı ilgisizlikle suçluyorlar. Dini silah olarak kullanarak bizimle mücadele edenleri ezeceğiz.
Ocaklar bu eğilimlere karşı savaşmayı sürdürecektir. Ocaklar ne kadar zorlukla karşılaşırsa o kadar cesur hale gelir. Ulusal akım kesinlikle yolunu bulacaktır. Serbest geçişe izin verilmelidir.
İsmet Paşa 1925’lerde bu çerçevede iyi bir Türkçüydü. Türkperverliğine kimsenin diyebileceği bir şey yoktu. Yine yaptığı bir konuşmada o; “Görevimiz memleketteki herkesi Türkleştirmektir” diyordu.
Mustafa Kemal’in, Türkiye'de Cumhuriyetçi devrimin Türk Ocakları’na dayandığına dair açıklamasını ve İsmet Paşa'nın “idari açıdan Türkçülük ilkesinin başka bir düşünceye feda edilemeyeceği” şeklinde devam eden beyanını, Mehmet Asım dönemin mevkutesi Vakit gazetesinde “Türkçülük Politikası” başlığı ile kaleme aldığı yazısında şu suretle tefsir ve şerh etmeye ihtiyaç duymuştu:
Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünden sonra yeni Türkiye’yi kuran milli liderlerimizin genel politikamızın temeli olarak “milliyetçilik ilkesini” benimsedikleri genel olarak bilinmektedir. Milli mücadelemizin hedef ve amacını bu ilkeye dayandırmışlar ve iç yönetimimizde öncü slogan olarak aynı ilkeyi benimsemişlerdir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, Türkçülük politikasının izlenmesi daha önce hiçbir zaman bugün olduğu gibi bu kadar açık ve kesin bir şekilde sergilenmemişti.
Cumhurbaşkanının, Türkiye'de Cumhuriyetçi devrimin Türk Ocaklarına dayandığına dair yakın tarihli bildirisi ve İsmet Paşa'nın idari açıdan Türkçülük ilkesinin başka bir düşünceye feda edilemeyeceği açıklaması Türkçülük politikasına verilen önemi ifade etmek bakımından yeterli olacaktır…
Sonuç olarak, Türkçülük ilkesi yeni Türkiye'de tüm siyasi düşüncelerin üzerinde tutulur. Bu nedenle Türkiye'de yönetimde bulunan şahısların yegâne amacı Türklerin korunması ve refahının sağlanmasıdır. Türk ulusal hudutları içindeki her şeyin Türk olduğu ve bu şartları kabul etmeyenlere yer olmadığı tüm dünyanın zihnine işlenmelidir.
A. Benaroya, İstanbul gazetesinde kaleme aldığı yazısında Türk Ocakları toplantısında İsmet Paşanın yapmış olduğu konuşmadaki hususiyle “Millete hizmet etmek isteyenlerde arayacağımız esas nitelik, Türk ve Türkçü olmalarıdır” cümlesine atıfla diyordu ki:
İsmet Paşa, geçen gün Türk Ocakları heyetleri huzurunda, bizim görevimiz bizimle yaşayan herkesi Türkleştirmektir dedi.
Bu ifadeler Lozan'da Büyük Devletlerin huzurunda kendilerine (Yahudilere?) duyduğu itimat ve güveni ilan eden bir devlet adamın, içinde tehdit edecek hiçbir şey olmayan, ağzından çıkan sözlerdir. Kolayca etkilenen zihinlerin rahatlamasına izin verin.
Benaroya veya daha başkaları rahatsızlıklarını izhar edip örtülü bir surette tehditler savursa da İsmet Paşa Amerika'nın keşfi yıldönümü dolayısıyla İspanya Kralına bir kutlama telgrafı gönderip bağlılık sempatilerini kendisine izhar etmiş bulunan ve İstanbul’da yaşamalarına rağmen hala İspanyolca konuşmaya devam eden bir kaç yüz Türk Yahudi’sinin oluşan siyasi gerginlik üzerine ziyaretine gidip “yanlış anlaşıldık” mazeretinde bulunan Yahudi temsilcilerinden oluşan heyet üyelerine Türkçe öğrenmeleri ve hatta ibadetlerini dahi Türkçe olarak yapmaları tavsiyesinde bulunmuştu.
Muhakkak ki Cumhuriyet’in ilk yılları, Türk unsurunun özellikle öne çıkarıldığı, Türk olmayanların ise devlet memuriyetinden uzaklaştırıldığı zamanlardı.
İzlenmekte olan söz konusu siyasetten ötürü Burhan Belge 1945'te Ankara'da bulunan ABD Büyükelçiliğine gitmiş, Türkiye'deki mevcut idari uygulamalardan şikâyetçi olmuş ve: “Efendim azınlıklar devletin her kademesinde, siyasi makamlarda, askeriye, dışişleri her yerde yer almalılar, rica ederim, yardım edin” demişti.
Bu yıllarda yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni, karadan ve havadan gelebilecek her türlü fenalıktan muhafaza etmek hem esas hem de lazımdı.
Dönemin basınında yer alan bir makalede Yeni Türkiye'nin düşmanları; Hilafet, Saltanat, Feodalite ve Yeni Türkiye Cumhuriyeti ile uzlaşmayan her şey.... şeklinde sıralanmıştı.
Diğer taraftan ise Lord Cromer "İslam reforme edilemez, edilirse o başka bir şey olur" dese de Türkçe ibadet için hazırlıklar yapılmaktaydı…
İstiklal Mahkemeleri ise belki de Türkiye’de en yoğun surette çalışan bir tutum sergilemekte ve nev-i şahsına münhasır bir kurum olarak mevcudiyeti her geçen gün şanı yücelerek sürmekteydi…
ABD’nin Ankara elçisi ülkesine gönderdiği bir raporda; “Şu anda yeni Türkiye’de bambaşka bir eğilim hüküm sürüyor, mutlak rejim Anayasa’yı Şeriat’ın üstüne koymak istiyor. Bu devasa bir görevdir. Hristiyanlığın tersine İslam, salt manevi bir misyonla yetinmez, moda, saçları tarama ve yıkama gibi insan hayatının en küçük eylemini dahi düzenler” demekteydi.
Yıl 1925 olsa da bir zamanlar Sultan II. Abdülhamid sansüründen şikâyet edenler adını duymak bile insanın terleyip horlamasına kâfi gelen İstiklal Mahkemeleri eliyle, içerisinde halkı silahlanmaya kışkırtan resim olduğu gerekçesini ileri sürerek, Resimli Haftanın neşriyatına son vermişlerdi. Mevkutenin editörü Zekeriya Bey ve hikâye yazarı Cevat Bey 3 yıl hapis ile cezalandırılmışlardı.
Bu yıllarda Şeyh Said isyanı, ifade edildiğine göre, 12.000 asiye karşı 36.000 askerle bastırılabilmişti. İsyanın sebebi bira tarafa, maliyeti, Nisan sonu itibarıyla, 10.000.000 doları bulmuştu. 1925 yılı bütçe açığı ise 46.000.000 liraya ulaşmıştı.
O zamanki yıllarda havalar bugünler ile hiç kıyaslanmayacak derece bir hayli sert, kışları ise oldukça çetin bir surette geçmekteydi.
ABD belgelerinde İsmet İnönü ve Turancılık Davası II
Belki o dönemde cereyan eden kış mevsiminin dondurucu suretteki etkisiyle veya kim bilir belki de bir başka sebeple, her ne olmuş ise olmuş İsmet Paşanın ısrarla, üzerine basa basa dile getirdiği Türkçülük duygu ve vurgusu sona bulmuştu.
Artık yeni bir dönem başlamıştı. İsmet Paşa artık reis-i cumhur olmuştu. İkinci adam olmaktan çıkmış tek adamlığa yükselmişti. Ancak onun bu yükselişi tam bir Türkçülük aleyhtarı olmasını da doğurmuştu.
19 Mayıs 1944’teki Gençlik Günü’nde yaptığı konuşmada ırkçılığın ve Turancılığın aleyhinde sözler etmişti. Mesleğini siyasi amaçlar için kullanan öğretmenlere karşı uyanık olmaları için Türk gençliğine uyarılarda bulunmuştu. Ahlaksız ve vicdansız politikacıların öğretileri ile gençliğin zehirlenmesine hükümetin en sert tedbirler ile karşı duracağını belirtmişti. Türkiye ile komşuları arasında tamir edilmez düşmanlıklara sebebiyet veren Panturanizmi kınarken Cumhuriyet Türkiye’sinin bir zamanlar Osmanlı Devleti’nin bir parçası olan komşuları ile samimi münasebetler içinde olmasının Türk milletinin mutluluk unsuru olduğunu; bu politikanın sınırlar ötesinde maceraperest hayaller gütmekten bütünüyle azade bulunduğunu ve bu siyasetin muvakkaten değil, bilakis Türkiye’nin resmi politikası olduğunu beyan etmişti.
Fakat daha düne kadar “Görevimiz memleketteki herkesi Türkleştirmektir” ifadelerinin aksi yönde beyanlarda bulunan İsmet Paşayı kim dinler…
Yıl 1944. Aylardan Mayıs. Bahar mevsimi. Ankara Üniversitesi ve askeri okul öğrencilerinden birkaç yüz kişilik bir grup 3 Mayıs günü Ankara adliyesinin önünde yaktıkları ateşe bir kısım kitapları atmışlar ve alevlenen ateşin etrafında halay çekmişlerdi.
“Zararlı” kitapların yakılmasından sonra bir gurup genç Türkçü sloganlar atarak bahsedilen yere gelmişler ve Sabahattin Ali’ye karşı duruşması yapılmakta olan “Türk faşisti Turancı” diye tanımlanan Orhun Dergisi sahibi Nihal Atsız davasına müdahil olmuşlardı.
Öğrencilerin protestosu neticesi duruşma bir başka tarihe (26 Nisana) ertelenmişti.
ABD belgelerine göre 10 yıl önce Berlin’de meydana gelen hadisedeki kardeşlerini örnek alan ve hareketlerinin amacını komünist karşıtı bir eylem olarak niteleyen bu öğrenciler ve eylemleri tam da Hitlervari bir metottu. Resmi makamların kesinlikle daha radikal tedbirler alması gerekmekteydi.
Ankara Musiki Konservatuarı hocası Sabahattin Ali ile İstanbul’da bir lisede öğretmen olan Nihal Atsız arasındaki dava Nihal Atsız’ın İnönü’ye yazıp gönderdiği ve içerisinde Sabahattin Ali’yi komünist ve vatan haini olmakla suçladığı bir mektubun neticesi olarak başlamıştı.
Böyle bir mektubun gönderilmiş olması neticesinde hükümet muayyen bir Türk aydın grubunun öğrenciler arasında Pantükist idealler ve faşist doktrinlerin öğreticisi olduğunun farkına varmıştı. Türk siyasi liderleri, hususiyle de İnönü gösteriler vesilesiyle alenilik kazanan bu duruma son derece öfkelenmişlerdi. Ve derhal Türk gençliği arasında icra edilmekte olan bu hareketi sonlandırmak üzere harekete geçmişlerdi.
Öncelikle gösterilere katılmış ve alakalı bulunan fertlere karşı son derece sert tedbirler alınıp tatbike konulmuştu. Yargılanmak üzere trenle Ankara’ya gelirken öğrencilerle birlikte kendisini karşılayıp selamlayan, öğrencilerin duruşmaya engel olmalarına karşı çıkmayan ve kendisi de gösterilerde yer aldığı gerekçesi ile ADCF dekanı dekanlık görevinden uzaklaştırılmıştı. Atsız’ı karşıladığı için Ziraat Enstitüsü müdürü de Tarım Bakanlığı’na sürgün edilmişti. Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi sekreteri ve Ankara Devlet Konservatuarı müdürünün, gösterilere katılmalarına engel olma konusunda görevlerini hakkıyla icra etmedikleri suçlamasıyla, vazifeleri son erdirilmişti. Sabahattin Ali’nin savunmasını kabul etmeyen Ankara Barosu’na tebrik telgrafı gönderen İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin de kaydı silinmişti.
Basın cephesinde ise, yarı resmi bir gazete hüviyetine sahip olan, Ulus gazetesinde Falih Rıfkı Atay son olarak meydana gelen olayda kendi menfaatleri için gençliği istismar eden tahrikçileri kınamakta ve kışkırtıcıların 1927'den İkinci Dünya Savaşının erken dönemlerine kadar Romanya'daki aşırı milliyetçi, kökten dinci, aşırı sağcı, anti-semitist, faşist bir hareket ve siyasi parti olup memlekete oldukça zarar vermiş bulunan Romanya Demir Muhafızları gibi bir örgütlenme içerisinde olduklarını belirtmişti. Türk anayasasının prensiplerine açıkça aykırı bulunan ırkçılığı ve Turancılığı şiddetle kınamış, ırkçı ve Turancı propagandaya karşı Türk gençliğinin aydınlatılması gerektiğini vurgulamış ve bunların o günün Türkiye’sine ne denli yabacı şeyler olduklarını ve ne kadar büyük tehlike oluşturduklarını açıklamıştı. Falih Rıfkı ayrıca “Cumhuriyet Halk Partisi’ndeki hiçbir ferdin ırkçı yahut Turancı olamayacağını, böylesi insanların Türkiye’nin milli birliği ve güvenliği için tehlike teşkil ettiğini” de ilave etmişti. Falih Rıfkı’ya göre Türkiye, kapılarını, sınırları dâhilinde milli birliğini muhafaza etmek isteyen Türkiye ile işbirliğinde bulunma arzusunda olan Türklere kapılarını açık tutmuştu. Türkiye sınırları dışında kalan Türklere Türkiye’nin temennisi kendi ülkelerinde ve tercih etmiş bulundukları rejim dâhilinde mutlu bir surette yaşamalarıydı.
Atay’ın bu yazısı İstanbul gazetelerinde yeniden neşredilmiş ve sair gazetelerin editörleri yazıyı inceden inceye gündemleri konusu kılmışlardı.
Dönemin Ankara’daki ABD elçisi buraya kadar yaşanan hadiseleri dikkate alarak diyor ki:
Son zamanlara kadar Türk Hükümeti Turancı fikirleri ve amaçları için mücadele edenleri fazlaca dikkate almadı. Yaptığı zaman zaman sadece, bu grubun temel yayın organları olan, Bozkurt ve Çınaraltı gibi dergileri kapatmak oldu. Bu grubun öğretilerinin temel gayesi, Mustafa Kemal’in tatbike koyduğu inkılapların fikri esaslarını belirlemiş olan Türk sosyoloğu ve yazarı Ziya Gökalp tarafından savunulan fikirler çerçevesinde, Türk kanı taşıyan herkesi daha büyük bir Türkiye’de birlik haline getirmektir. Fakat Mustafa Kemal onun Turancı fikirlerine iltifat etmemiştir.
Bu doktrinin söylemleri, ırksal saflığa vurgu, yabancı kan bağının oluşumuna ve başa geçen yabancı unsurların mevcudiyetine tepki, askeri güç ve savaşın övülmesi vb. unsurlardır.
Bazı dışsal görünümleri ile Turan öğretilerine benzerlik gösteren Faşist devletlerin aşırı milliyetçi uygulamaları, bu gruba hitap etmekte ve sonuç olarak faşist idealler ve hedefler bu harekete dâhil olmaktadır. Yandaşlarının çoğu totaliter yapıya sempati beslemekte, örneğin Nihal Atsız'ın kişisel görünümünde Hitler'i taklit etmeye çalıştığı belirtilmektedir. Bununla birlikte şunu da belirtmek gerekir ki, Turancılar ve ırkçılar, Türk devleti ve liderleri tarafından hiçbir surette destek veya sempati duyulmamış olup şimdiye kadar kendi fikirlerini destekleyen kamusal bir eğilimi sağlama çabalarında hiçbir başarıya ulaşamamış, son derece küçük bir gruptan ibarettir.
Böyle bir raporun o dönemde kaleme alınmış olması gerek dâhilde ve gerekse ABD örneğinde olduğu gibi Turan hareketi diye adlandırılan Türk milliyetçiliğine nasıl değerlendirilmiş olduğunu göstermesi bakımından önemli olsa gerekir. Zira hemen belirtelim ki Türk milliyetçiliği ile ilgili öğreti ve hadiseler bazı fertler ve cenahlar tarafından “Hükümeti devirmek isteyen Türkiye’deki Alman yanlıları” olarak vasfedilmiştir. Bu yöndeki iddia, itham ve söylemlerin aslı ve esası olmadığını ABD elçilik raporları da teyit etmektedir.
ABD temsilcisi, neticesi için karar vermede acele etmemek gerektiğini, mali zararlar ve sair hususlar dikkate alındığında mutlaka bir adım atılacağını ve belki de İnönü’nün kabinede değişiklik yapma yoluna gideceğini… vs. değerlendirmesini yapmıştı.
İsmet İnönü ise 1944 yılı 19 Mayıs'ında yaptığı konuşmada Turancılık konusuna temas etmekte ve şöyle demekteydi:
Milli eğitimde olduğu kadar gençlerin eğitiminde de en tehlikeli ve hatalı temayül mesleğini siyasi amaçlar için kötüye kullanan öğretmenlerdir. Öğrencilere kendi siyasi kabullerini propaganda etmeye çalışmak kadar hiçbir şey bir öğretmenin kariyerine zararlı değildir. Bu muzır ve suç fiiline müsamaha göstermemek üzere hükümet katı tedbirlere başvurmaktan asla çekinmeyecektir. Tahrikçi entrikacılar başlangıçta hiç şüphesiz ki işe az bir iğfal ile başlayıp memleket gençlerini yanlış istikamete o suretle kanalize ederler ve bin bir çeşit vatanperverlik ve masumiyet siması ile görünmeye çalışırlar.
Milliyetçi Türkiye vatandaşlarına anayasamızca tanımlanan vatanperver milliyetçi olmanın yolları sunulmuştur. Devletimiz milliyetçi bir devlettir. Bütün dünya milletleri ile samimi ilişkilerini muhafaza etmeyi arzu eden devletimiz milli menfaat ve milli idealler üzerine kurulmuştur. Devlet felsefemiz iyi niyetli ve yapıcı düşünceli tüm vatandaşlarımızı birleştirmek ve unsurlarının bütününü eritip kaynaştırmaktır. Genel olarak azınlık diye tanımlanan Türk vatandaşları da, diğer Türk vatandaşları ile aynı hak ve imtiyazlara sahiptir.
Son hadiseler bize muhaliflere ve vicdansızlara karşı savaşmamız gerektiğini hatırlattı. Bizler Türk milliyetçisiyiz, fakat biz ülkemizde ırkçılık prensiplerinin da düşmanıyız. Irkçı lider olarak isimlendirilenlerin trajik deneyimcilerin maksadı hafızalarımızda hala canlıdır. Toplum, milleti bin bir parçaya bölecek olan ırkçıların zehirlemesine terk edilemez ve toplumun muayyen bir parçası yıkıcı faaliyetleri ile ülkenin bütünlüğüne kastetmektedir.
Turancılık son zamanların zararlı ve sağlıksız manifestosundan başka bir şey değildir. Milli Mücadele bitip millet selamete erince sadece Sovyetler bizim dostumuzdu. Komşularımızın zihninde bize karşı eski düşmanlıkların hatıraları hala canlıyken, herkes, eğer bir güç elde edersek, maceracı ve saldırgan bir politika izlemek için ilk fırsatı yakalayacağımızı düşündü. Cumhuriyet, medeniyetin istikrarlı yaşamının temel koşullarından birinin, milletler arasında güvenin varlığı olduğunu düşünmektedir. Cumhuriyet, bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçası olan komşularıyla iyi ve samimi ilişkiler kurmanın Türk milletinin mutluluğu için önemli bir unsur olduğunu da gerekli gördü. Görülüyor ki, ülke sınırları dışında herhangi bir maceraya atılmaktan tamamen bağımsız olan bu ulusal politika, geçici bir politika değildir. Önemli olan nokta, bu politikanın inanç ve anlayıştan kaynaklanmasıdır. Turancılar, Türk milleti ile komşuları arasında telafisi mümkün olmayan düşmanlıklara neden olacak tek olası şeyi buldular. Bu bilinçsiz ve acımasız kişilerin yanlış ve zararlı sözlerinden memleketin kötülüğünün etkilenmemesi için mutlaka cumhuriyetin elindeki tüm tedbirleri alacağız. Irkçılar ve Turancılar neden gizli yollara ve organizasyonlara başvurdu? Aynı kana sahip olanlar arasında gizli komplolar, kışkırtma fikirleri bu ülkede başarılı olabilir mi? Doğu ve batı ülkeleri gizli Turancı cemiyetlerce fethedilebilir mi? Bunlara ancak devletin kuralları ve anayasaları ayaklar altına alındıktan sonra teşebbüs edilebilir. O halde, Cumhuriyet’e ve Büyük Millet Meclisi’ne karşı cazip fikirlerle yöneltilen girişimlerle karşı karşıyayız, bu komplocular hepimizi kandırmayı hedefliyor.
Çıkarlarına hizmet etmeye çalıştıkları, Türkiye'nin ırkçı ve Turancı olması konusunda ısrar edenlerdir.
Hangi millete faydalı oluyorlar ve kimin amaçlarını destek sağlıyorlar? Muhakkak ki, vatandaşlarımızı, sadece arkasından musibet ve felaket getirebilecek bu tür fikirlerle aşılamaya çalışanların Türk milletine hiçbir faydası yoktur. Bu tür hareketlerden yalnızca yabancılar yararlanabilir. Bu komplocular isteyerek ve bilinçli bir şekilde bu yabancılara mı hizmet ediyor? Yabancılar, saldırganları hareketlerinde yönlendirecek kadar onlarla yakın temas içinde mi? Bu sorulara bugün için kesin surette cevap vermek mümkün değil.
Ancak komplocuların yabancılara hizmet etmek niyetinde olduğu veya yabancılarla herhangi bir bağlantısı bulunduğu asla kanıtlanamasa dahi, bu hareketlerin Türk milletine ve Türk anavatanına zararlı olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Anavatanımızı bu yeni komplolara karşı da koruyacağımızdan emin olabilirsiniz.
.
ABD belgelerinde İsmet İnönü ve Turancılık Davası III
İşte bu siyasi ahval ve şerait dâhilinde 1944 Eylülünde Turan hareketi mahkemelik olmuş ve kendilerine Turancı denilenler yargılanmaya başlamıştı. Gerçi İsmet Paşanın dilinde bunlar Turancı değil, her biri bir komplocu ve kışkırtıcıydı.
7 Eylül 1944’te 23 Türk milliyetçisi isim, ırkçılığı yaymak, Turancılık yapmak ve vatana ihanet türünden faaliyetlerde bulunmak üzere, gizli surette cemiyet kurmakla suçlanmış ve hâkim karşısına çıkarılmışlardı. Gizli surette teşkilatlanmanın başlangıcı güya Sabahattin Ali hadisesinin vuku bulduğu zamanlara kadar (Nisan 1944) uzanmaktaydı ve o tarihten sonra bütün Türkiye’de şubeler açılmış, öğrenciler ile küçük bir aydın grubu arasında, teşkilatlanılmıştı.
İstanbul’da 7 Eylülde hâkim karşısına çıkarılanların esasen hiç biri, Nihal Atsız da dâhil, siyaseten bilinen isimler değildi. Yahut çoğunluğunu öğretmenler, öğrenciler veya ordu subayları da teşkil etmemekteydi. 23 kişi arasında ismi en ziyade öne çıkan, İstanbul Üniversitesi tarih profesörü Zeki Velidi Togan’dı. Zeki Velidi Togan Türkistan asıllı olsa da bir Türk vatandaşıydı. Diğer taraftan basın temsilcilerinin duruşmayı izlemeye davet edilmiş olmaları Hükümetin bu yargılamaya önem verdiğini göstermekteydi. Ayrıca basın temsilcilerinin eline, ertesi gün basılmak üzere, 34 sayfalık bir suçlama metni de tutuşturulmuştu.
Suçlama metninde sanıklar, hükümet hilafına ve Türk halkının milliyetçi hisleri aleyhine bir surette Turancılık ve ırkçılığı yaymak üzere gizli cemiyetler teşkil etmeye koyulmakla Türk anayasa esaslarını ihlal etmiş olmakla itham edilmişlerdi. Bir anlamda söylenmek istenen şey, İsmet Paşanın tabiriyle, komplocular hükümeti devirmek niyetiyle, özellikle başta öğrenciler olmak üzere, genç insanları gösterilerde bulunmaya teşvik etmişlerdi. Hareketin arkasında, yabancıların, pek muhtemeldir ki, Almanya’nın menfaatleri gözetilmiş olduğu ifade edilmişti. İddia edildiğine göre ulaşılmak istenilen hedeflerden birisi Türkiye’yi Almanya yanında savaşa sokmaktı. Suçlamalar, gizli şifrelere, tabanca üzerine alınan yeminlere ve daha başka gıvır zıvırlara istinat edilmişti.
Dava basında sadece vatan gazetesi yazarlarından Yalaman tarafından yoruma tabi kılınmıştı. Belirttiğine göre Türkiye oldukça ciddi bir tehlike atlatmıştı. Tehlikenin vahametini anlayabilmek için Almanya ve İtalya’nın akıbetlerini hatırlamak kâfiydi. Yalman’a göre atlatılmış olan tehlike Almanya ve İtalya’nın karşı karşıya kalmış oldukları fanatizm, cehalet, gericilik, açgözlülük ve tatminsizlikten çok daha fazla kötü bir akıbet olup Nazi organizasyonundan destek görmüştü. Yalman yazısını; Türkiye iki şeyden ötürü mutludur; ilki, Türk milleti ve rejimi hain bir tuzağa düşmekten kurtulmuştur…; ikincisi ise, ihaneti ortaya çıkarmakla, çaresi de artık mümkündür; prensiplerin daha etkin ve daha şuurlu bir surette tatbiki ve Türk anayasasına garanti sağlanmasıdır.
Hükümet Turancılık hareketine türlü türlü manalar ve suçlamalar yöneltmiş ve yüklemiş olsa da hükümet dairelerinde yer alanlar nezdinde olayın bulduğu karşılık ise daha farklı olmuştu. Söz konusu hareketin köksüz ve birkaç entelektüelden öte geçmediği genel bir kanat olarak belirmişti.
Ancak bu noktada dikkat çeken husus, İsmet Paşanın 19 Mayıs günü yapmış olduğu konuşmada ırkçılığı yermiş olmasından hemen sonra güvenlik güçlerinin harekete geçmiş bulunmasıydı.
ABD kaynaklarına göre genel anlamda bir Türkçülük hareketi gözlemlenmek ve suçlamalara muhatap olanlardan bir ikisinin Almanya’da bulunmuş olduğu doğru olmakla birlikte, mesela hala Almanya’da olduğu ve hareket ile ilişkisi bulunduğu iddia edilen Hayriye İman adlı bir bayandan da söz edilmekte ise de, bu hareketin Alman desteğine muhatap olduğunu ifade etmek hakikaten son derece zordu.
ABD belgelerinde, güvenilir bir kaynaktan edinildiği kaydıyla zikredilen bir diğer ve daha ilginç olan bilgi ise, Türkiye’nin en zengin adamı olan ve Enver Paşanın kardeşi Nuri Paşanın arkadaşı bulunan Nuri Demirağ’ın isminin de konuyla bağlantılı olarak masada olduğu, anacak henüz resmen ilişkilendirilmediği şeklindedir.
Puslu havanın hakim olduğu bu tarihlerde Turancılık davası ile irtibatlandırılmak istenen bir başka isim de, yine ABD belgelerine göre, General Ali İhsan Sabis olmuştu.
ABD belgelerindeki ifade biçimiyle;
Türk ordusunun emekli generali Ali İhsan Sabis, İstanbul'da devam etmekte olan söz konusu davanın tamamlayıcı bir öğesi haline getirilmeye çalışılan ikincil bir konu halindeydi.
Sabis askeri mahkeme tarafından yargılanacaktı. Fakat onun Turancılık hareketiyle herhangi bir bağlantısı olduğunu gösteren hiçbir kanıt da kamuoyuna açıklanamamıştı…
Alman Nazizminden destek görerek Türk Hükümeti’ni yıkma hazırlığı içeresinde olmakla suçlanıp hâkim karşısına çıkarılan gizli Turan cemiyetlerinin tahrikçileri olarak takdim edilen isimler ise alfabetik olarak şöyleydi:
• Alparslan Türkeş – Piyade Üst Teğmen
• Cebbar Şenel – Adana Adliyesi hâkim adayı
• Cemal Oğuz Öcal – Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji bölümü öğrencisi
• Cihat Savaşfer – Yüksek Mühendislik Okulu, 4. Sınıf öğrencisi
• Fazıl Hisarcıklı – Teğmen (İhtiyat)
• Fehiman Altan – Yüksek Mühendislik Okulu, 4. Sınıf öğrencisi
• Fethi Tevet – Dr., Üst Teğmen
• Hamza Sadi Özbek – Aydın, Vergi Baştahsildarı
• Hasan Ferit Cansever – Yüzbaşı, Tabipler birliği (İhtiyat)
• Hikmet Tanyu – İçişleri Bakanlığı Sekreterlik Yazı İşleri memuru
• Hüseyin Namık Orkun – Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü tarih öğretmeni
• İsmet Tümtürk – İstanbul Belediyesi memuru
• Muzaffer Eliş - Yüksek Mühendislik okulu, 4. Sınıf öğrencisi
• Necdet Sancar – Balıkesir Lisesi edebiyat öğretmeni
• Nihat Atsız –Lise öğretmeni (Daha evvelce)
• Nurullah Bariman – Teğmen (İhtiyat)
• Orhan Saik Gökay – Ankara Konservatuarı Müdürü (Görevden alınmış)
• Reha Oğuz Türkkan – İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi doktora öğrencisi
• Saim Bayrak – Temyiz Mahkemesi dosya memuru
• Sait Bilgiç – Ankara Adliyesi hâkim adayı
• Yusuf Kadıgil - İşsiz
• Zeki Özgür – Teğmen
• Zeki Velidi Togan – İstanbul Üniversitesi tarih profesörü
Savcılık, ırkçı ve Turancı propaganda yapmak üzere gizli bir dernek kurmakla suçlanan 24 kişi aleyhindeki iddianamesini 21 Eylül 1944 nihayet tamamlamıştı.
Duruşmanın ilk başladığı sırada sanık sayısı 23 iken kısa bir süre sonra, Zeki Velidi Togan'ın oluşturduğu gizli cemiyetin üyesi olduğu suçlamasıyla, Heybetullah İdil’in de listeye dâhil edilmesi ile söz konusu sanık sayısı 24’e çıkmıştı.
…
İstanbul Birinci Sıkıyönetim Mahkemesi'nde görülen duruşmalar, mahkeme savcısının ayrıntılı açıklamasıyla sona erdi.
Mahkeme savcısı, sanıkların girişimleri ve ajitasyonlarının Türkiye'de yeni bir rejim ve tamamen ırkçı mülahazalara dayalı yeni bir düzen kurmaya yönelik olduğunu duruşmaların açıkça ortaya çıkardığını belirttikten sonra, iddialarını desteklemek için uzun bir bulgu analizine gitti. Ancak savcının ifadeleri, söz konusu yargılama iddianamesinden hiçbir surette farklı da değildi.
Savcılığın sanıklardan her biri için talep ettiği suçlama ve cezalar ise şu şekilde özetlenebilir:
1) Zeki Velidi Togan, Reha Oğuz Türkkan, Cihat Savaşfer, Nurullah Bariman'a:
• Zeki Velidi Togan'ın kışkırtmasıyla gizli bir cemiyet kurduğu;
• Almanya tarafında savaşa giremediği için hükümeti devirmeyi planladığı
• Ve böylece tüm Türk halkının birliğinin gerçekleşmesini engellediği
• Ve tutuklanana kadar bu yönde ajitasyonlarda bulundukları gerekçesiyle
Ceza Kanunu'nun 171. maddesinin 2. fıkrasının uygulanması;
Heybetullah İdil ile ilgili olarak,
• Resmi işlem yapılmadan önce söz konusu cemiyetten çekilmiş olduğundan aynı maddenin sadece son fıkrasının uygulanması;
(a) 171. Maddenin 2. paragrafı; 4 - 12 yıl hapis.
(b) 171. Maddenin son paragrafı; ceza yok.
2) Reha Oğuz Türkkan, Cihat Savaşfer, Muzaffer Eriş, Fehiman Altan, Zeki Özgür, Hikmet Tanyu, İsmet Tümtürk'ün:
• Mevcut hükümeti bir darbe ile devirmek amacıyla gizli bir cemiyet kurduğu
• Bir önceki paragrafta belirtilen nedenlerle ve tutuklanıncaya kadar bu doğrultuda faaliyetlerine devam etmeleri dolayısıyla;
Ceza Kanunu'nun 171. maddesinin 2. fıkrasının uygulanması;
Yusuf Kadıgil, Hamza Sadi Öbek, Nurullah Bariman için,
• Resmî dava başlamadan önce söz konusu örgütten çekildikleri için;
171. maddenin son fıkrasının uygulaması;
(a) 171. Maddenin 2. paragrafı; 4 - 12 yıl hapis.
(b) 171. Maddenin son paragrafı; ceza yok.
3) Zeki Velidi Togan ve Hamza Sadi Özbek için,
• Türkistan Milli Birliği adına Türkiye'de faaliyetlerde bulunmak
• Ve bu örgüte bağlı kalmak dolayısıyla
Ceza Kanunun 143 üncü maddesinin önceden izin alınmaksızın uygulanması.
Madde 143;
Liderler için: 15 gün - 6 ay hapis ve 500 - 2.000 TL para cezası.
Üyeler için: 100 - 1.000 Lira arası para cezası.
4) Zeki Velidi Togan, Dr. Hasan Ferit Cansever, Hüseyin Namık Orkun, Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan, Nurullah Bariman, Zeki Özgür, Cihat Savaşfer, Muzaffer Eriş, Hamza Sadi Özbek, Nejdet Sancar, Orhan Saik Gökyay, Hikmet Tanyu, Fazıl Hisarcıklı ve İsmet Tümtürk için;
• Anayasa'nın tanımladığı devletin temel karakterine aykırı ırkçı propaganda yapmak dolayısıyla
Ceza Kanunun 142. maddesinin uygulanması.
Fethi Tevet, Alpaslan Türkeş ve Nihal Atsız için;
• Ordu çevrelerinde benzer propaganda yapmak dolayısıyla
Askeri Ceza Kanunun 148. maddesinin uygulanması;
(a) Madde 142; 6 aydan iki yıla kadar hapis.
(b) Askeri Ceza Kanununun 148. Maddesi; 7 buçuk yıla kadar hapis.
5) Nihal Atsız için;
• Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümet’e karşı son derece saldırgan bir dil kullanılması nedeniyle
Ceza Kanunu'nun 159. maddesinin titiz surette uygulanması;
Madde 159; 1 - 6 yıl arası hapis
6) Nihal Atsız, Cebbar Şenel, Cemal Oğuz Öcal için;
• Halkı provoke etme ve kargaşaya sebebiyet verme
• İki özel şahıs arasındaki bir davayı, heyecana neden olacak tarzda abartılı olarak tanıtmak maksadıyla halk gösterisi düzenlenmesi
• Ve organize edilmesi nedeniyle;
Ceza Kanunun 161. maddesinin uygulanması;
Madde 161; Beş yıldan az olmayan hapis (yabancı unsurla suç ortaklığı yoksa)
7) Beraat eden Sait Bilgiç için Ankara gösterisinin sahnelenmesindeki işbirliği hiçbir surette tesis edilememiştir.
.
ABD belgelerinde İsmet İnönü ve Turancılık Davası IV
İddia makamı, cezalara ek olarak, Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan ve Cihat Savaşfer'in daimi olarak kamu görevinden menedilmesi ve askeri Doktor Fethi Tevet ile Üsteğmen Alpaslan Türkeş'in ordudan ihraç edilmelerini talep etmiştir.
Bilinmeyen bir nedenden ötürü, muhtemelen matbaacıların dikkatsizliğinden dolayı, Ankara gösterisine aktif katılım nedeniyle yargılanan sanıklardan Saim Bayrak'ın adı, yayınlandığı şekliyle davanın özetinde yer almamıştı.
İddia makamı tarafından yapılan suçlamaların sonuçlanması üzerine mahkeme, sanığın savunmasını hazırlamasını sağlamak amacıyla ileri bir tarihe ertelenmişti.
Irkçı ve Turancı propaganda çalışmalarında bulunmak üzere gizli cemiyet kurmak ve hükümeti yıkmak suçlaması ile 26 kişi hakkında başlatılmış olan yargılama nihayet 29 Mart 1945’te karara bağlanmıştı.
Yargılama heyeti kararı 29 Mart günü saat 15.00’te suçlamaya muhatap isimlere, huzurda oldukları halde, açıklanmıştı.
Verilen karar gereğince;
Zeki Velidi Togan; hükümeti devirmek üzere gizli cemiyet kurmaktan suçlu bulunmuş ve ilgili ceza kanunu gereği 10 yıl ağır çalışma ve güvenlik güçlerince 4 yıl süreyle Adapazarı’nda murakabe altında tutulması, daimi surette memuriyetten uzaklaştırılması ve mahkeme giderleri için 38 lira para cezasına çarptırılmıştı.
Reha Oğuz Türkkan; hükümet aleyhinde gizli komploya iştirak etmekten suçlu bulunmuş ve 6 yıl hapis cezası verilmiş, ancak 21 yaşından küçük olduğu için ceza 5 yıla indirilmiş ve 2 yıl süreyle Diyarbakır’da emniyet memurlarının murakabesi altında tutulması şeklinde cezalandırılmıştı. Türkkan ayrıca, propaganda yapma suçundan ötürü 1 yıl hapis cezası da almıştı. Fakat bu ceza da yaşı gerekçesi ile 10 aya indirilmişti. Toplamda 5 yıl, 10 ay hapis cezası ve memuriyette bulunmama cezası verilmişti.
Cihat Savaşfer ve Nurullah Bariman; gizli cemiyet üyesi olmaktan suçlu bulunmuş ve her biri 4 yıl ağır çalışma cezasına, 2 yıl Uşak ve 2 yıl da Kırşehir’de yaşamaya mahkûm edilmişlerdi. Ayrıca her biri 4 yıl süre ile devlet memuriyetinde bulunmaktan mahrum da kılınmıştı.
Heybetullah İdil ve Hamza Sadi Özbek beraat etmişlerdi.
Reha Oğuz Türkkan, Cihat Savaşfer, Nurullah Bariman, Muzaffer Eliş, Zeki Özgür, Yusuf Kadıgil, Hikmet Tanyu ve İsmet Tümtürk, Bozkurtçular cemiyetine üye olmaktan ve sonuç olarak hükümeti yıkmayı amaçlayan gizli cemiyete üye bulunmaktan ötürü suçlu bulunmuşlar, fakat daha önce istifa etmiş olmaları ve cemiyetin kapanmış bulunması nedeni ile beraat etmişlerdi.
Fehiman Altan, cemiyete kendi iradesi dışında katılmış olduğu anlaşıldığından ve faaliyetlerine iştirak etmekten kaçınmış bulunduğundan beraatın karar verilmişti.
Necdet Taner propaganda suçundan ötürü 1 yıl 2 ay hapis cezası almıştı.
Üsteğmen Alparslan Türkeş ise propaganda suçundan ötürü 9 ay 10 gün hapis cezası almıştı.
Yüzbaşı Dr. Fethi Tevet yazmış olduğu siyasi makalelerden ötürü 11 ay 20 gün hapis cezasına çarptırılmıştı.
Zeki Velidi Togan, Muzaffer Eliş, Zeki Özgür, Hamza Sadi Özbek, Hikmet Tanyu, İsmet Kasım Tümtürk, Cihat Savaşfer, Nurullah Bariman, İhtiyat Tabip Yüzbaşı Hasan Ferit Cansever, Hüseyin Namık Orkun, Orhan Saik Gökay ve Fazıl Hisarcıklı propaganda suçlamasından beraat etmişlerdi.
Nihal Atsız Büyük Millet Meclisi ve Hükümet’in manevi şahsını aşağılamaktan suçlu bulunmuştu. Toplumda heyecan uyandıracak gösteriler düzenlemek, propaganda yapmak, propagandanın askeriyeye sıçratmasına sebebiyet vermekten dolayı Askeri Ceza Hukuku’nun 148., Türk Ceza Hukuku’nun 159, 161, 142, 79, 80 ve 70. Maddeleri gereği 4 yıl, 30 ay, 15 gün ağır çalışma cezasına, 3 yıl Adana’da ikamet etmesine ve ömür boyu devlet memuriyetinden bulunmaktan mahrumiyetine karar verilmişti.
Cemal Oğuz Öcal ve Cebbar Şenel’in Ankara gösterilerinde ve daha evvelki öğrenci hareketlerine iştirakleri dikkate alınarak durumları da görüşülmüş ve ilgili kanun dâhilinde her birine 11 ay hapis cezası verilmiş,
Sait Bilgiç ise gösterilerde aktif olarak yer almadığı dikkate alınarak beraat etmiştir.
Irkçı ve Turancı olmak, gizli cemiyet kurarak hükümeti devirmeyi amaçlamak suçlaması ile görülen dava Türk hukuk tarihi bakımından oldukça önemli bir vaka olarak tarihe geçmiştir. Söz konusu dava neticesi, yargı önüne çıkarılan isimlerin kendi delilleri ve itirafları hükümet aleyhtarı gizli bir cemiyet kurduklarını ve Almanya Büyükelçiliği ile de ilişki içerisinde olduklarını ortaya koymuş olarak takdim edilmiştir. Sanıkların Sovyetler Birliği'ne saldırıyı ve Sovyet topraklarına el koymayı savunduğu da ayrıca iddia edilen bir husus olmuştur.
Zeki Velidi Togan'ın sadece 10 yıl hapis cezasına çarptırılmış olması bazı çevrelerce az bulunmuştu.
Bir kısım Türk siyasi çevrelerinde ise mahkemenin davaya dair vermiş olduğu karar tam bir anlayışsızlık örneği olarak değerlendirilmiş ve öfke ile karşılanmıştı.
Demokratik çevreler ise verilen cezayı, yetkililerin durumu yeterince dikkate almamaları halinde, mevcut Turancı hareketi istikbalde Sovyetler Birliği'ne karşı yürütülecek olan düşmanca faaliyetlerin bir devamı niteliğinde olacağına bir işaret olarak değerlendirmişlerdi.
Halide Edip’e göre “İsmet Paşa; Kendini tamamıyla Gazi’nin emrine adayan ve sadece herkesi asmak isteyen biridir. Şüphesiz İsmet, karakterinde sertlik olan biridir. Gazi ile imrenilir bir birliktelik oluşturmaktadırlar. İsmet her zaman için reformların icracısı olmamış, fakat zaman zaman şefinden daha reformcu da olmuştur.”
Halide Edip tespitlerinde galiba haksız değildi.
.
Şehzade neden salça satmasın ki!
Belki, Abdülhamid neslinin hakkı ne zaman teslim edilecek? diye başlık atmak daha doğru olabilirdi.
Her neyse.
Şu Twitter hakikaten başka bir âlem.
Bir anlamda bizim siyasi tarihimizde pek örneği olmayan ve kısmen de olsa Hyde Park’a benzeyen bir yer.
Twitter’da her gün yeni bir dünya kuruluyor ve yine aynı gün o dünya kurulduğu gibi de yerle bir ediliyor. Altında kalanlara Allah yardım etsin!
Sultan II. Abdülhamid'in torunu, yanlış anlaşılarak, salça satıyor diye işte o âlemde gündem oldu. Haber doğru olmamakla birlikte, şehzade o âlemin bir anda fenomeni oldu; tabii ki kötü anlamda. Vay nasıl olur da bir şehzade, hem de Sultan II. Abdülhamid’in torunu bir şehzade salça satar! Veya benzeri şeyler yapar…
Satsa ne olur yani, helalinden para kazandıktan sonra ar mıdır yapılan…
Tabi şehzadeye; şehzadem, efendim, azizim, siz maişetinizi nasıl sağlarsınız diye soran falan da yok!
Oysaki bu toplum ve bu devlet, kabul etsek de etmesek de, Osmanlı hanedanına manen olduğu kadar maddeten de borçludur. Toplumu bir tarafa bırakalım, devlet tarih önünde onlara karşı mesuldür.
Neden mi? Şöyle:
Sultan Abdülhamid tahttan indirilip Selanik’te gözaltında tutulduğu günlerde İttihatçı liderler kendisini ziyaret etmişlerdi. Şehzadeliğinden beri ticaret ve borsadan helalinden kazandığı malı mülkü ve elinde avucunda bulunan nakdi serveti devlete bağışlamasını istemişlerdi kendisinden.
Sultan, İttihatçıların bu yöndeki taleplerini, belki istememiş, fakat kabul edince de bazı şartlar ileri sürmeyi ihmal etmemişti.
Abdülhamid’in Selanik’te murakabe altında tutulduğu tarihlerde güvenliğinden sorumlu tutulan Erkân-ı Harp binbaşısı Ali Fethi (Okyar), 17 Mayıs 1909’da kaleme alıp makama arz ettiği yazısında şöyle ifade etmişti:
Hakan-ı sabık Abdülhamid Han-ı Sani Hazretleri'nin Avrupa bankalarında ve Osmanlı bankasında bulunan meblağlarının Selanik bankalarından birine ve namına olarak gönderilmesi hakkında banka direktörlerine hitaben yazılan mühürlü mektupları teslim aldım.
Müşarünileyh hazretleri işbu mektupları teslim buyurdukları esnada;
Öncelikle hâlihazırda ikamet etmekte olduğu Alatini köşkünün ya hükümet tarafından veyahut kendisi adına olarak istimlak olunması,
İkinci olarak, çocukları ve ailesinin refah ve saadetle maişetlerinin temin olunması,
Üçüncü olarak, maiyet ve bendegânına şahsi hürriyetlerinin bahş olunması,
Dördüncü olarak, kendisi için her halde refah ve huzur ile yaşamaya müsait maddi tahsisatın tayin olunması,
Beşinci olarak, kendi hayatının her türlü taarruzdan masun ve mahfuz tutulması ve şahsi hukukunun istihsali esbabının temini hususlarının emniyet ve kefalet altına alınmasını şart ve talep etmişlerdir. Binâenaleyh zikredilen taleplerin nazar-ı ehemmiyet ve itibara alınarak gereğinin ifasına say ve gayret olunacağını taahhüt ve temin zımnında işbu ilmühaber hakan-ı müşarünileyh hazretlerine arz ve takdim kılındı.
Sulan Abdülhamid zikredilen taleplerini sadece Selanik’te bulunan sorumlulara ifade etmemiş, fakat aynı zamanda 5 Temmuz 1909 tarihini taşıyan ve Devlet ve Millet ve Mebusan ve Askere Hitaben Arzuhâlimdir başlığı altında kaleme alarak devletine, milletine, milletin seçtiği temsilcilerden oluşan Meclis’e ve askerin namusundan da rica etmişti.
Osmanlı Arşivinde yer alan ve iki sayfadan oluşan ilgili belgenin konumuzla alakalı kısmının sadeleştirilmiş hali şöyledir:
Verilen tafsilattan yegâne maksat şunlardır.
Evvela kendimin, ailemin ve çocuklarımın hayatı her türlü taarruz ve tecavüzden emin kılınıp korunacağı hakkında evvelce yapılan vaatler ve taahhütler Ayan, Mebusan, devlet ve asker tarafından teminat ve karar altına alınsın. Bu karar da açık bir ifade ile resmi surette yazılı olarak tarafıma tebliğ edilsin.
İkinci olarak, ikamet etmekte olduğum Alatini köşkü namıma satın alınarak hayatım boyunca oturmak üzere tahsis olunsun.
Üçüncü olarak, hizmetimde bulunanların şahsî hürriyetlerinin verilmesi için gereği yerine getirilsin.
İşte, temennilerim bu üç şeyden ibarettir. Çünkü hayata güven duyulmaması insan için her an bir ölümdür. Hayat ise mukaddestir. Hayattan emin olmamak gibi felâket olamaz. Bundan dolayı zikredilen üç şart yerine getirildiği takdirde her ne şekilde arzu edilir ve kimin huzurunda icap ederse, banka hesaplarımda bulunan paranın teslimine dair evrakı imzaya hazırım… Bundan dolayı bu arzuhâlimin Meclis’te okunması ile bu büyük millet ve Meşrutiyet devletinin aşikâr olan haşmet ve lütfuna nispetle ehemmiyetsiz olan bu dileklerimin kabulünü rica ederim.
Abdülhamid
Sultan Abdülhamid’in taleplerinin hepsi, başta Mahmut Şevket Paşa olmak üzere, ittihatçılar tarafından kabul edilmiştir. Dolayısıyla da;
• Alatini köşkü satın alınmış ve Ordu köşkü şeklinde adı dahi değiştirilmiş,
• Maiyetinde bulunanlardan ayrılmak isteyenler İstanbul’a dönebilmiş,
• Kendisi ile birlikte Selanik’te olan hanımlarından bazıları ve her iki kızı İstanbul’a gitmiş ve kızları İstanbul’da evlenmiş,
• Kendisi ve yanda bulunan hanımlarının geçimi için ise Abdülhamid’e her ay muayyen miktarda ödeme yapılmıştır.
Sultan Abdülhamid de şartlarının yerine getirilmesi sonrasında başta Osmanlı Bankası olmak üzere Avrupa’da Deutche Bank, Reiches Bank, Kredi Lione Bank ve Bank of England nezdinde bulunan paralarını 2. ve 3. Ordunun ihtiyaçlarının karşılanması için hükümete teslim etmiştir.
Amerikan belgelerine göre Abdülhamid’in bağışladığı para miktarı 6 milyon altından oluşmaktadır.
Tanin gazetesinin öngörüsüne göre ise bu miktar 1.080.000 lira kadardır. [1]
Osmanlı belgelerindeki kendisine ait olan ve hükümete teslim edilmiş bulunan nakit ve tahvil cinsinden serveti dökümü ise şu surettedir:
Hemen ifade edelim ki Sultan Abdülhamid’in Devlet ve Millet ve Mebusan ve Askere Hitaben Arzuhâlimdir hitabı ile kaleme almış olup İttihatçı idareye göndermiş olduğu söz konusu mektubunun kaleme alınış gerekçesi, parasız pulsuz kaldım, sefalet içinde aç ve muhtacım, kabilinden bir talep kesinlikle değildir. Bilakis kendi servetini orduya bağışlaması öncesindeki bir kısım şartları o günkü Meclis’e dayatmasından ibarettir.
Bir kez daha belirtelim ki söz konusu şartlar başta Mahmut Şevket Paşa olmak üzere hem İttihatçı liderler hem de Meclis tarafından, arzu etmeseler de, kabul edilmiştir.
Konuya dair bir hayli belge mevcuttur. Şayet bu belgelerin ve İttihatçı hükümet ve meclisin kabul ettiği şartlar hukuken hala geçerliliğini korumakta ise, ki zannımca korumaktadır, bugünkü meclisin de aynı kararı alarak Sultan II. Abdülhamid ahfadının emniyetini olduğu kadar maişetlerini de sağlaması gerekir. İttihatçı bir idare, iktidardan indirdiği bir padişaha bu hakkı çok görmemişse ve bu durumu hukuken geçerli olacak bir protokole bağlamış ve gereğini de icradan kaçınmamışsa söz konusu protokolün gereği bugün de icra edilebilir.
Takdir pek tabii ki yüce meclis ve hükümetin olmakla birlikte, kanaatimce mecliste alınması gereken kararlardan birisi de, İttihatçı idare tarafından daha evvelce almış olan, ancak uygulamada daimilik arz etmemiş bulunan söz konusu kararın tekrar geçerli hale getirmesi uygun olacaktır. Zira böyle bir kararın bugün tekrar alınması, devlet, millet, asker ve hanedan açısından olduğu kadar Türk tarih açısından da hatırı sayılır bir ehemmiyete haiz olacaktır.
[1] Tanin, Abdülhamid’den Paralar Nasıl Alındı, 17 Mayıs 1325, s. 3.
.
İsmet uludur! İsmet uludur! Memurlar Saraçoğlu’nun kuludur!
Yıl 1944.
Mevsim kış.
Ancak kara kışa rağmen, özellikle İstanbul ve Ankara ahalisinin dilinde, belki sanatsal değeri olmasa da, siyasi bakımdan oldukça fazla ehemmiyet bulunan şiirler/deyişler dolaşmaktaydı.
Söz konusu şiirler/deyişler, dönemin siyasilerinin hal ve gidişini konu edinerek onları acı bir surette yermekte ve hatta istihza ile rencide etmekteydi. Bir anlamda tek parti yönetiminin güven vermeyen o soğuk ikliminde duymuş olduğu ıstırabın ve maruz kaldığı sıkıntıların karşılığını ancak o suretle gösterebilmişti.
Şiire konu isimler öyle alelade, sıradan insanlar da değildi. Mesela biri, eski Maliye Bakanı Fuad Ağralı’ydı.
Fuat Ağralı giyim kuşamına çok fazla dikkat etmeyen, ama şahsından sair bakanların kokup çekindiği ve dolayısıyla kendisine karşı saygı duyma gereği hissedilen biriydi.
Hatta denir ki; bir defasında alt kademede çalışanlarından birinin bir müşkülatı olmuş, Fuat Beye gitmiş ve ondan yardım talebinde bulunmuştu. Fuat Bey de ona, kendisine doğrudan yardım edemeyeceğini, fakat aracını kullanması için bir süreliğine kendisine emanet edebileceğini ifade etmişti. Söz konusu müşkülatlı kişinin Ankara caddelerinde Fuat Beyin arabasında görülmesi müşkülatının halli için fazlası ile kâfi gelmişti.
İfade edildiğine göre Ağralı ile hanımının arası son derece kötüydü. Arasındaki ilişki olması gereken tabii rotasını kaybetmiş ve aleni suretteki bir skandala dönüşmüştü. Fuad Ağralı hakkındaki söylentiler İsmet İnönü’nün kulağına kadar da gitmişti.
Rivayet olmaktan çıkan haberlere göre, Ağralı’nın Ankara Radyosu’nda çalışan Perihan Altındağ adlı ses sanatçısı ile gönül ilişkisi vardı.
Ağralı bir süreden beri söz konusu isimle samimi derecede dost olmuş ve onu kendisine metres edinmişti. Fakat daha garip olanı, kendisinin bilgisi dâhilinde ve tahrikleri neticesi hanımının da benzer bir surette hareket etmesi olmuştu. Bayan Ağralı’nın da İstanbul Devlet Konservatuarı Korosu sanatçılarından, kocasının kendisine iyiliği dokunduğu, bir erkek ile gönül ilişkisi mevcuttu.
Bu hal, Bay ve Bayan Ağralı arasındaki aile bağını fazlası ile germiş ve bozmuştu. Boşanmak için hukuki süreç yaşanmış ve nihayet ayrılmışlardı.
Bütün bu olup bitenler, Bayan Ağralı tarafından arkadaşı Bayan İnönü’ye anlatılmış, o da öğrendiklerini kocası İsmet İnönü’ye taşımıştı.
Bayan İnönü ayrıca İsmet’e, Bayan Ağralı’nın haber verdiğini belirterek, Bay Ağralı’nın Türkiye haricine para, altın ve mücevherat kaçırmak suretiyle kendisine mali menfaat sağladığını ve boşanma süreci öncesinde Bayan Ağralı’nın da bu işlerde kocasına yardımcı olduğunu da haber vermişti.
Fuad Ağralı sadece bu sıkıntılarla mücadele etmek zorunda kalmamış, bir başka cepheden de zehirli okların hedefi haline gelmişti.
ABD belgelerinde yer alan ifadelere göre Ağralı zeytinyağı piyasasında spekülatif işlerle de meşgul olmuştu. Kızının kayınpederi Ömer Sezai, o tarihlerde Türkiye’de en büyük zeytinyağı şirketine sahip biriydi ve ilgili şirketin operasyonları ile hem Ağralı hem de kızının kayınpederi Ömer Sezai müthiş derecede paralar elde etmişlerdi.
Yine ABD raporlarında dile getirildiğine göre Ağralı’nın söz konusu ticari icraatlarının diğer bir ucunda ise Genelkurmay Başkanı Kazım Orbay ve Büyük Millet Meclisi Başkanı Abdülhalik Renda da tutmakta olup ganimet sofrasında kendilerine yer edinmişlerdi.
Belki ilginç bir tesadüf olarak bu isimlerin her üçü de Balkan kökenliydi ve Yunanistan, Bulgaristan ve Türkiye arasında gerçekleşmiş olan nüfus mübadelesi sırasında, esasen Anadolu asıllı olup Yunanistan’a göç eden Rumlara ait olan, İzmir yakınlarındaki zeytin bağlarını bir şekilde elde etmişlerdi.
İsmet İnönü Ağralı’nın çevirdiği işleri öğrenince hemen kendisine haber salıp huzuruna çağırtmıştı. Ancak Ağralı da bütün olup bitenlerden haberdar olduğu için İnönü’nün kendisini niye çağırdığının farkındaydı. Dolayısıyla da derhal istifa etmiş ve bu istifa kabul görmüştü.
İsmet İnönü Ağralı’yı emekli etme çabasında muvaffak olmuş ve Fuad Ağralı, kabine dışında kalmıştı. Ancak Ağralı’nın metresi ile olan ilişkisi 1945 yılında da devam etmişti.
Ağralı, istifa sonrasında İzmir yakınlarında bulunan Ayvalık’taki evine çekilmiş ve bahtının kötüleşmesine sebep olarak da, yakın zamanda kabul edilmiş bulunan Varlık Vergisi nedeniyle inim inim inleyen insanların lanetini göstermişti.
Ağralı’nın sağlığının iyi olmaması nedeniyle istifa ettiği yolundaki açıklamalar ise ilk zamanlar kabul görmüşse de sonraki tarihlerde bu yöndeki beyanların istifanın asıl nedenini oluşturmadığı anlaşılmıştı.
Halk ise bütün bu olup bitenleri, kanunlar nazarında suça bulaşmadan, kendine mahsus o ince üslubu ile:
Sabun ve zeytinyağı
Perihan altında!
şeklinde dillendirmişti.
Bu deyişin, Bayan Ağralı’nın kocasından ya metresini bırakmasını yahut zeytinyağı spekülasyonundan vazgeçmesini istediği şeklindeki bir diğer versiyonu ise:
Ya sabun zeytinyağ,
Ya Perihan Altındağ!
tarzında olmuştu.
Bütün bu olumsuzluklara sahne olan İnönü Dönemi siyaseti ve idaresine dair de halkın, kısa, az ve öz surette eleştirel bir yaklaşımı olmuştu.
Dönem İnönü Türkiyesi diye adlandırılmış ve devrin siyasi ve iktisadi mahiyeti ise şu şekildeki bir hicvin konusu kılınmıştı:
Memur darda
Köylü barda
Tüccar karda
Müteahhit ihtikârda
Başvekil hovarda
Ve Cumhur Reisi Konservatuvarda!
Hemen hatırlatalım ki bu şiirle halkın dilinde hovardalıkla suçlanan o tarihlerde Başbakanlık koltuğunda oturan Şükrü Saraçoğlu (1942-1946) olmuştu.
İnönü Türkiyesinin halk lisanı ile tanımı veya oldukça öz bir suretteki betimlemesi, pek tabii ki, sadece yukarıdaki hicivden ibaret de değildi.
O yıllarda memlekette ezan Arapça değil, hatırlanacağı üzere, Türkçe okutulmaktaydı. Müezzin efendiler Müslümanları namaza davet etmek için minarelerden günde beş vakit:
Tanrı uludur, Tanrı uludur,
Tanrı uludur, Tanrı uludur
Şüphesiz bilirim Tanrı'dan başka yoktur tapacak
Şüphesiz bilirim Tanrı'dan başka yoktur tapacak
Şüphesiz bilirim Tanrı'nın elçisidir Muhammed
Şüphesiz bilirim Tanrı'nın elçisidir Muhammed
Haydi namaza,
Haydi namaza,
Haydi felaha,
Haydi felaha,
Uykudan namaz daha hayırlıdır
Uykudan namaz daha hayırlıdır
Tanrı uludur, Tanrı uludur,
Tanrı'dan başka yoktur tapacak.
suretindeki yeni çağrıyı tekrar ederlerdi.
İşte okunan bu çağrıya bir teşbih olmak üzere İnönü Türkiyesini tasvir eden ve yaygın bir surette İstanbul ve Ankara ahalisinin dilinde dolaşan oldukça muzip bir çağrı daha vardı.
Onun ifadeler de şu suretteydi:
İsmet uludur!
İsmet uludur!
Memurlar Saracoğlu’nun kuludur!
Haydi memurlar sabuna!
Haydi memurlar şekere!
Haydi memurlar kumaşa!
Haydi memurlar kupona!
Tüccar karda
Zürra barda
Saracoğlu hovarda
İsmet İnönü Konservatuvarda!
Döneme dair ABD belgeleri, bütün olup bitenleri, maalesef bu suretle anlatmıştı!
Gerçi dönemin entelektüellerinden olan ve günümüzde dahi şahs-ı manevisi pek sevilen bir isim olarak Ziya Gökalp da:
Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur
Köylü anlar manasını namazdaki duanın
Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur’an okunur
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda'nın
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın
diyerek yeni bir ulus inşası yolunda atılan adımların sıhhatine olan kat’i suretteki inancını ve bu inancın şiirsel biçimdeki izah ve hükmünü kaleme almak suretiyle ortaya koymuşsa da halk; ne ona ne de çağdaşlarına, hiçbir surette itibar etmemiş, kendi inandığı ve bildiği yolda yalnız başına da olsa yürümeye devam etmişti.
İşte o belgeler:
.
Yabancı bir diplomatın kalemiyle Atatürk'ün na’şının Ankara'ya nakli
Mustafa Kemal Atatürk’ün, hastalanması, tedavi süreci ve nihayet kaçınılmaz olarak vuku bulan vefatı yakın tarihimizin önemli konuları arasındadır.
Bugüne değin konuya dair muhakkak ki önemli eserler, makaleler ve daha başka yazılar kaleme alınmıştır. Ancak bir yabancı diplomatın gözlemleri ve şahit oldukları ve onları resmi surette kaleme almış bulunmasının herhalde daha farklı bir önemi vardır.
Bu anlamda cenaze törenine katılan ve gördükleri ve hissettiklerini bağlı bulunduğu ülkeye rapor eden ve dolayısıyla da Atatürk’ün na’şı, cenaze töreni ve Ankara’ya nakli hususunda bizim için önemli bilgiler içeren söz konusu raporun tercümesi şöyledir:
28 Kasım 1938.
Amerikan Başkonsolosluğu, İstanbul
Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk'ün 10 Kasım 1938'de İstanbul'da ölümü.
Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk'ün 10 Kasım 1938'de İstanbul'da ölümü ve Cumhurbaşkanı'nın cenazesinin 19 Kasım 1938’de İstanbul'dan Ankara'ya nakledilmesi ile ilgili olarak sonradan yapılan törenlere dair gözlemlerimi sunmaktan onur duyarım:
10 Kasım 1938 Perşembe günü, Atatürk'ün Dolmabahçe Sarayı'nda saat 09.05'te karaciğer sirozu ve komplikasyonları nedeniyle yaklaşık bir yıllık bir hastalıktan sonra öldüğüne dair resmi surette bilgi edindim. Hemen elçilikteki bayrağın yarıya kadar indirilmesini emrettim. Bayrak, 10 Kasım 1938'den 21 Kasım 1938'e, Ankara'daki cenaze törenlerinin sona ermesine kadar her gün yarıya kadar indirilmiş olarak kaldı.
10 Kasım 1938 günü öğleden sonra tarafıma, yerel kor diplomatlar başkanı durumundaki Fransız Başkonsolosu tarafından, konsolosluk mensuplarının 16.30 ile 18.00 saatleri arasında başsağlığı dilemek maksadıyla İstanbul Valiliğini ziyaret etmeleri için bir organizasyon yapıldığı bildirildi.
Bu bilgilendirme doğrultusunda saat 17.00 gibi vilayete gitmek üzere hareket ettim ve Vali'ye, yardımcısının huzurunda, Cumhurbaşkanının vefatı vesilesiyle Türkiye'nin duymuş olduğu büyük üzüntüden ötürü derin ve içten taziyelerimi ilettim. Vali, paylaşımcı ifadelerim için bana yürekten teşekkür etti.
Cumhurbaşkanının ölümünden hemen sonraki günlerde, beden kalıbı (death masks of his features) çıkarıldı ve vücudu mumyalanarak, milli gelenekler ölümden sonra cesedin gösterilmesini doğru bulmadığından, kapalı ve mühürlü bir tabutun içine yerleştirildi. Bu arada, Atatürk'ün ölümünün ertesi günü Büyük Millet Meclisi tarafından oybirliği ile seçilen ve yeni Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü başkanlığındaki Hükümet, tören ve cenaze defin programını hazırladı.
Bu programa göre halkın Atatürk'ün na’şını ziyaret etmek ve selamlamak üzere 16, 17 ve 18 Kasım (1938), 10.00-12.00 saatleri arasında Dolmabahçe Sarayı'na girmesine izin verileceği günler olarak belirlenmişti. Derin bir keder ve bağlılık içinde oldukları görülen birkaç yüz bin kişinin müteveffa Cumhurbaşkanlarına saygı duruşunda bulundukları tahmin ediliyor.
17 Kasım sabahı saat 09.45'te, yerel kor diplomatlar üyesi olarak, meslektaşlarımla birlikte Atatürk'ün tabutuna çelenk koyma törenine katıldım. Kor diplomatik üyesi olan herkes, bu vesileyle, misafir heyetlerin ve ileri gelenlerin emrine tahsis edilmiş olan Altın Kitabı da imzaladı.
17 Kasım akşamı Saray’ın bahçesinde 11 kişinin ölümüne ve 40 kişinin yaralanmasına neden olan ciddi ve talihsiz bir kaza meydana geldi. Tabutun bulunduğu odada çok sayıda ziyaretçi olması nedeniyle saray kapılarının aniden kapanması ve kapı dışında meydana gelen panik sonucu söz konusu kişiler ezilerek ya da ayaklar altında kalıp çiğnenerek ölmüş ve yaralanmışlardı.
19 Kasım, Atatürk cenazesinin İstanbul'dan Ankara'ya nakledilme günü olarak belirlenmişti. Sabah saat 08.00’de tabut Saray'dan alınarak bir top arabası üzerine yerleştirildi ve şehrin caddelerinden ilerleyerek hazır surete bekletilmekte olan Türk savaş gemisine nakledildi. Tabutun hemen ardından, Türkiye Başbakanı Sayın Celal Bayar, Ankara’dan 10 milletvekili grubu, yüksek rütbeli askeri ve deniz yetkilileri, İstanbul Valisi, diğer yüksek rütbeli Türk yetkililer, konsolosluk heyeti, üniversite öğrencileri ve izciler yer almaktaydı. Tören alayına askeri ve deniz kuvvetlerinin büyük müfrezeleri de dâhil edilmişti. Yürüyüş hattı, Dolmabahçe Sarayı'ndan ana caddeyi takiple Galata ile İstanbul'u birbirine bağlayan köprüye ve oradan da Sarayburnu'na uzanmaktaydı. Sarayburnu'nda, tabut top arabasından alındı ve körfezde demirlemiş Türk savaş kruvazörü YAVUZ'a nakledilmek üzere derhal hareket eden bir Türk muhribi üzerinde taşındı. Atatürk'ün na’şını Türk deniz üssü yakınlarındaki İzmit'e taşımak için YAVUZ adlı savaş gemisi tercih edilmişti.
Türk muhribine karacı, denizci askeri şahsiyetleri ve sivil otoriteleri taşıyan çok sayıdaki Türk gemisinin yanı sıra İstanbul kor diplomatlar heyeti de eşlik etti. YAVUZ kruvazörünün bulunduğu yere ulaşıldığında, tabut muharebe kruvazörünün arka güvertesine aktarıldı ve aynı zamanda 101 pare top atışında bulunuldu.
YAVUZ, Atatürk'ün cenaze törenine katılmak üzere ilgili hükümetler tarafından gönderilen;
*İngiliz savaş gemisi MALAYA
*Fransız hafif kruvazörü EMILE BERTIN
*Alman kruvazörü EMDEN
*Sovyet muhribi MOCKVA
*Yunan muhribi HYDRA
*Romen destroyeri REGINA MARIA
yabancı savaş gemileri eşliğinde İzmit istikametinde yavaş yavaş uzaklaştı ve saat 19.00 civarı İzmit’e vardı. Atatürk’ün na’şı bu ikinci yerden, defin işlemleri için, 21 Kasım 1938'de, özel trenle Ankara'ya getirildi.
19 Kasım 1938'de İstanbul'da düzenlenen törenler sabah 08.00'de başlamış ve YAVUZ İstanbul ufkunda, uzaklarda, gözlerden kaybolurken, akşam 17.05’ye kadar devam etmişti.
Bir dizi Türk ordusu uçağı, karadan ve denizden taşınması sırasında müteveffa Cumhurbaşkanının tabutu üzerinde gün boyunca, sürekli devriye gezdi.
Kor diplomatlar grubunun bir üyesi olarak, tüm gün boyunca ordunun ve sivil halkın yürüyüş hattı boyunca sürekli bir surette keder ve üzüntü tezahürlerine tanık olduğum programlara katıldım. Müteveffa Cumhurbaşkanına karşı ne denli derin bir sevgi ve saygı içinde olunduğu ve ölümünden ötürü her sınıftan insanın büyük bir kayıp duygusu yaşamakta olduğu gayet aşikârdı.
Saygılarımla,
Ellis A. Johnson,
Amerikan Konsolos Yardımcısı.
Kaleme alınan raporda dikkat çeken hususlardan birisi Atatürk’ün na’şının mumyalanmış olmasıdır.
Birkaç yüz bin kişinin müteveffa Cumhurbaşkanlarına son bir defa olmak üzere na’şı karşısında saygı ve tazimlerini arz etmek üzere Dolmabahçe Sarayı’na akın etmeleri ve bu sırada 11 kişinin ölmesi ve 40 kişinin yaralanması şeklinde elim bir hadisenin vuku bulması da oldukça önemlidir.
Cenaze törenine İngiliz, Fransız, Alman, Sovyet, Yunan ve Romen devletlerinin muhtelif türden savaş gemileri ile iştirak etmiş olmalarına karşılık Amerika Birleşik Devletleri’nden her hangi bir temsilin olmaması, bir başka belgenin ifadesine göre, Türk Hükümeti ve halkı nezdinde biraz kırgınlık oluşturmuştur. Konu, Türk Büyükelçisinin davet edilmesi ile ABD Dışişleri nezdinde ele alınıp konuşulacak kadar da önemsenmiştir.
Diğer bir husus ise na’şı taşıyan Yavuz Savaş gemisine eşlik eden İngiliz savaş gemisinin sicil kaydıdır.
Malaya, esasen Hint Müslümanlarının İngiltere’ye önceki zamanlarda hediye ettiği bir savaş gemisidir.
İngilizler Sultan Vahdeddin’i 17 Kasım 1922'de İstanbul'dan ayrılırken yine bu savaş gemisi ile İstanbul’dan alıp Malta’ya götürmüşlerdi…
Tarihin ve taliin garip bir cilvesi midir, yoksa ince bir İngiliz siyaseti neticesi midir bilinmez ama Mustafa Kemal Atatürk’ün na’şı da Ankara'ya götürülürken, cenazeyi İzmit'e kadar taşıyacak olan Yavuz zırhlısına eşlik etmiş ve uğurlamak üzere, İngilizler yine bu kadim Malaya adlı savaş gemisini istihdam etmeyi uygun görmüşlerdi.
Ah bu İngilizler!
Ah bu İngilizler! Kardeşi kardeşe düşman ederler.
Sultan II. Abdülhamid diyor ki:
Dünyada İngilizler gibi bir kavim yoktur. Bir kere bir şeye kancayı attılar mı mutlak icra ederler… Sabrederler… Tam bir fırsatında mutlaka onu yapmaya muvaffak olurlar…
Ben hepsinden ziyade İngiltere’den korkarım… Rusları insan kullanabilir. Lakin İngilizler ele avuca sığmaz… İngilizler inatçı, kibirli bir millettir… Pek çok fenalık yapabilirler…
Ah İngilizler! Hiç ele, avuca sığmazlar… Bu devletin, İslamiyet’in düşmanıdırlar… İngilizlerin dünyayı alt üst ettiklerine şüphe yok... Ne kadar kurnaz, ne kadar karıştırıcıdırlar!..
.
Atatürk’ün cenazesine kimler, niçin ve kaç paralık çelenk gönderdi
Mustafa Kemal Atatürk’ün 10 Kasım 1938’deki ölümü ve kendisi için tertip edilen cenaze töreni, anlaşılan o ki, farklı kesimleri ve yabancı devletleri farklı farklı suretlerde ilgilendirmiş gözükmektedir.
Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlığı 16 Kasım 1938 tarihinde Ankara’daki Büyükelçiliğine bir telgraf çekmiş ve Atatürk’ün cenaze törenine hangi devletlerin kaç paralık çelenk sunduklarını merak etmiş ve elçilikten bu sorunun cevabını istemişti.
ABD’nin Anakara Büyükelçiliği de, Ankara’da cenaze için kendisinden en çok çiçek satın alınan ilgili çiçekçiden, çiçekçinin verdiği bilgilerin yayınlanmaması şartını kabul ederek, bir kısım bilgiler edinmişti.
Nihayet elde edilen söz konusu bilgiler, 12 Aralık 1938’de “mahrem” kaydıyla kaleme alınmış ve bir memorandum (muhtıra, rapor) şeklinde Amerikan hariciyesinin ilgili kısmına arz edilmişti.
Bahsi geçen raporda yer alan bilgilere göre Atatürk’ün cenazesine çelenk gönderen devletler ve çelenk için ödemiş oldukları Türk Lirası şöyleydi:
AFGANİSTAN
Kral……………………………………... 200 TL.
Hükümet……………………………… 150 TL.
-----------
350 TL.
ARNAVUTLUK
Kral……………………………………… 400 TL.
BELÇİKA
Kral……………………………………… 150 TL.
ÇEKOSLOVAKYA
Cumhurbaşkanı.…………………. 50 TL.
Cumhuriyet Hükümeti...…… 50 TL.
-----------
100 tl.
DANİMARKA
Kral……………………………………… 50 TL.
MISIR
Kral……………………………………… 350 tl.
Hükümet………………………….... 200 TL.
-----------
550 TL.
ALMANYA
Führer…………………………………… 300 TL.
Mareşal Goering………………….. 200 TL.
Bay Goebbels…..………………….. 200 TL.
-----------
700 TL.
YUNANİSTAN
Kral………………………………………. 300 TL.
Diadoch……………………………….. 200 TL.
M. Metaxas…………………………. 200 TL.
-----------
700 TL.
MACARİSTAN
Kral Naibi.…………………………….… 250 TL.
Hükümet………………………………… 150 TL.
Kraliyet Ordusu…………..………….. 150 TL.
-----------
550 TL.
IRAK
Kral……………………………………… 200 TL.
İRAN
Şehinşah……………………………….. 400 TL.
İran Ordusu…………….....…………. 300 TL.
-----------
700 TL.
İTALYA
Kral……...…………………………….…. 300 TL.
Benito Mussolini…………………. 300 TL.
Dışişleri Bakanlığı………………… 250 TL.
Genel Kurmay Başkanlığı..… 250 TL.
-----------
1100 TL.
JAPONYA
Kral……...…………………………….…. 350 TL.
Veliaht Prens…..……………………. 300 TL.
Genel Kurmay Başkanlığı..…… 250 TL.
Donanma Komutanı..………….... 250 TL.
-----------
1150 TL.
HOLLANDA
Kraliçe…...…………………………….…. 100 TL.
POLONYA
Cumhurbaşkanı.………………………...... 250 TL.
Hükümet….. …..…………………………..... 150 TL.
-----------
400 TL.
İSPANYA
Milliyetçi Hükümet...………………….…. 250 TL
Cumhuriyetçi Hükümet..……………... 200 TL.
-----------
450 TL.
İSVEÇ
Kral……...…………………………….…........... 100 TL.
İSVİÇRE
Cumhuriyet Hükümeti………………….… 150 TL.
ÜRDÜN
Emir Abdullah………………………….…...... 150 TL.
A.B.D.
…………...…………………………….…............... 250 TL.
SOVYET SOSYALİST CUMHURİYETLER BİRLİĞİ
SSCB Hükümeti……………………….…....... 500 TL.
Başbakan (Molotov)...…………………..…. 300 TL.
Mareşal (Voroshilov)……..……………...... 300 TL.
-----------
1100 TL.
YOGOSLAVYA
Prens Paul.…………………………….…........... 250 TL
MİLLETLER CEMİYETİ…..……….........…. 250 TL.
SADABAD PAKTI…............................... 300 TL.
DİPLOMATİK HEYETLER…..……........…. 350 TL.
Diplomatik Heyetler başlığı altında zikredilen çiçek parası, 1938 yılı itibarı ile Ankara’da tüm devletlerin büyükelçiliği bulunmadığından, söz konusu devletler temsilcilerince gönderilmiş olan çelenkleri ifade etmekteydi.
Yukarıda verilen bilgilerin tam ve eksiksiz olmadığı söylenebilirse de yabancı devletlerin Atatürk’ün cenazesi için göndermiş oldukları çiçek hakkında kesine yakın bilgi vermesi bakımından önemliydi.
ABD’nin cenaze için harcamış olduğu çiçek parası abartılı denebilecek derecede değildi ve bu gerçek ABD elçiliğince de yazılan raporda ifade edilmişti.
ABD elçiliğinin çelenk için fazla para harcamamış olmasının gerisindeki nedenlerden birisi, ilgili belgenin ifadesiyle, yerel çiçekçinin fiyatları abartmış olmasından ileri gelmişti. Her ne kadar o tarihlerde Türkiye’de, mevsimi dışında satılan çiçekler, pahalı olsa da çiçekçiler fırsatçılık ederek çiçeklerin fiyatını yükseltmişlerdi. İngiltere ve Fransa gibi ülkeler, çelenklerini cenaze törenine katılmak üzere görevlendirdikleri heyetle birlikte kendi ülkesinden göndermişti. Ancak bu durum diğer ülkeler tarafından istense de yapılamamıştı. Zira cenaze töreni için gönderilen kişilerin Ankara’ya ne zaman ulaşacaklarından emin değillerdi ve dolayısıyla da o suretle davranamamışlardı.
Ankara’daki ABD elçiliğinin edindiği bilgiye göre, cenaze töreninin gerçekleştiği 21 Kasım sabahı itibarı ile çeşitli kişi, kesim ve devletlerce Atatürk’ün cenazesi için gönderilmiş olan çelenklerin (çiçeklerin) toplam sayısı 17.000’i az biraz aşmıştı.
Cenazeye en pahalı çelengi Japonya (1150), onu takiben İtalya (1100) ve Sovyetler Birliği (1100) göndermişti.
Almanya ve İran (700), Macaristan ve Mısır (550) liralık çelenk ücreti ile ikinci derecede fazla para harcayan devletler olmuştu.
Bu devletlerden bazıları dost olarak gördükleri bir lideri kaybetmenin vermiş olduğu hüzünle, bazıları ise galiba Mustafa Kemal’in ölmesinden ötürü duydukları sevinçle söz konusu harcamaları yapmışlardı.
Bu anlamda sadece Benito Mussolini ve Führer adına gönderilen her birinin çiçek parası 300 liraydı. Oysaki İngiliz belgelerine göre, Mussolini ve Führer, her ikisi de, daha hayatta iken Mustafa Kemal’i öldürmek için bazen birlikte ve bazen ayrı şekilde, ona karşı 19 kez suikast düzenlenmesini sağlamışlardı. Alman ve İtalyanların Mustafa Kemal’e karşı düzenlemeyi öngördükleri son suikastın ise 1938 yılında yapılmasının kararlaştırıldığı daha o ölmeden kayıtlara geçmişti.
Kim bilir belki de…
.
Macron mu? O asla Napolyon olamaz!
Emmanuel Macron Napolyon’a siyaseten hiç benzemez.
Peki, ya Joséphine’e…
Joséphine’in nesi olur, ona benzer mi acaba?
Emmanuel Macron ve Fransa’sı bugünlerde bir hayli dillerde. Ama her ikisi de rahmetle değil nefretle zikredilmekte.
Acaba Macron yeni bir Napolyon mu olmak istemekte! Acaba ona mı özenmekte!
Ama Macron bence Napolyon’dan ziyade sanki biraz Napolyon’un karısı Joséphine’i akla getirmekte, karakter olarak ona daha çok benzemekte.
Haris, muhteris, hain ve rezil…
Joséphine, bir Fransız çiftçisinin kızı olsa da onun hayattan beklentileri bir çiftçi kızının ümit edeceklerinden çok fazla, çok ötelerde ve çok yükseklerde olmuştu.
Joséphine, çok iyi ve çok müreffeh bir hayatın özlemleri içerisindeydi.
Sevme, sevilme, dans etme ve doyasıya eğlenme onun tabiatındaki vazgeçilmez prensiplerdi.
Joséphine henüz 17’sindeyken Vikont Alexandre Beauharnais’le evlenmişti. Bu ilk eşinden iki çocuğu olmuş... Ancak Fransız ihtilalcilerinin kanlı kılıcı onu elinden çekip alıvermişti. Fakat o, hal böyle de olsa, hayatı dolu dolu yaşama arzusunu hiçbir zaman kaybetmemişti. Dolaysıyla da sonraki zamanlarda Paris’in kibar ve sosyetik çevrelerince çokça aranan biri olmaktan azade olamamıştı.
Nihayet bir gün Fransa’da verilen bir baloda yolu Napolyon ile kesişti.
Joséphine Napolyon’a, Napolyon da Joséphine’e daha ilk görüşmelerinde hayran kalmışlar, birbirlerine kalben bağlanmışlardı.
Şüphesiz ki Joséphine güzel olduğu kadar da oldukça akıllı ve bir o kadar da cilveli bir kadındı...
Napolyon kalbini kaptırdığı cilveli Joséphine’in ne dul ve iki çocuklu olmasına ne de kendisinden büyük bulunmasına hiç aldırış etmemişti. Zira Joséphine güzelliği ile Napolyon’u adeta büyülenmişti.
Napolyon’un ailesi ise Joséphine’den hiç hazzetmemiş, onu sevmemiş ve istememişti. Kendisinden daha yaşlı, hem dul, hem de çocuklu ve ayrıca sıradan bir kadının sıfatındaki Joséphine ile Napolyon’un evlenmesine asla rıza göstermemişti.
Ancak Napolyon artık mağlup bir komutandı. Joséphine’e yenilmişti. Ona sırılsıklam âşıktı... Ne ailesini, ne çevresini ne de en yakın dostlarının uyarı ve tavsiyelerini dinleyecek bir haldeydi. Joséphine ile evlenmeye karar vermiş ve evlenmişti. Evlenmekle de kalmamış, 1804’te İmparatorluk tacını giyerken o tacı aşığı olduğu Joséphine’e de giydirmiş, onu da imparatoriçe ilan etmişti.
Napolyon ile Joséphine arasında önceleri güzel bir ilişki ve tam bir aşk yaşanmıştı. Fakat araları sonraki zamanlarda giderek açılmış ve birbirlerinden uzaklaşmaya başlamışlardı.
İmparator Napolyon yeni fetihler için sık sık Fransa’dan çok uzaklara gitmekteydi. Fakat bilmiyordu ki aşığı olduğu kadın Fransa’da ne haltlar etmekteydi. Joséphine uzak diyarlardan günü birlik yazdığı aşk mektupları ya cevapsız kalmakta yahut son derece soğuk ifadeler taşıyan satırlarla karşılık bulmaktaydı. Oysaki “çok kişiye göre, cinsel organının çok küçük boyutlarda olduğu söylenen Napolyon, hayatı boyunca her şeyi, kendisini Joséphine’e ispat etmek için yapmıştı...”
Napolyon’un bir muradı vardı. Joséphine’den kendisine varis olacak bir erkek evlat doğurmasını arzuluyordu... Bu durum onun “olmazsa olmaz” denebilecek koşullardan biriydi..
Ancak Joséphine’in Napolyon’u bermurad edecek maalesef öyle bir kabiliyeti yoktu. Aradan yıllar geçmişse de Napolyon muradına erememiş ve hep hüsran içinde kalmıştı.
Joséphine’in keyfine ise diyecek yoktu.
O, Napolyon’un Paris’te yokluğu sırasında hususi partiler veriyor, balo ve eğlenceler düzenliyor ve tam anlamı ile doyasıya eğleniyordu. Napolyon’un kulağına ise, onun hiç de hoşuna gitmeyen, çirkin söylentiler, çeşit çeşit rivayetler geliyordu.
Rivayet o ki; Joséphine yine Napolyon’un uzaklarda olduğu bir tarihte, yakışıklı bir süvari teğmeni olan Hippolyte Charles ile yeni bir aşk hayatı yaşamaya başlamıştı. Bu yöndeki haberler kendisine ulaşanınca Napolyon tam anlamı ile kendisini kaybetmiş ve çileden çıkmıştı.
Duyduklarını gururuna yediremeyen Napolyon Mısır’a yaptığı sefer sırasında, Napolyon'un Kleopatrası olarak bilinen alt rütbeden bir subayın karısı olan Pauline ile gönül ilişkilerine girmişti. Daha başka birkaç kadın ile de cinsel ilişkisi olmuştu.
Güç benim metresimdir diyen Napolyon ilk görüşte sevdiği ve kimseyi dinlemeyerek evlendiği biricik aşkı Joséphine’den artık ayrılmak istiyordu.
Paris’e dönünce de biricik aşkı Joséphine'den boşanmış, sonra da kendisine yeni bir sevgili edinmişti. Onunla evlenmiş ve ondan bir de bir oğlu olmuş, kendisi de bermurad olmuştu.
İmparatoriçe Joséphine ise Paris yakınlarındaki malikânesinde dünyeviliklerle dolu bir hayat yaşamaya tabii ki devam etmişti…
Denir ki; Napolyon’un sürgün edildiği St. Helena adasında ölüm döşeğindeki son sözleri:
"Fransa, Ordu, Ordu Başkanı ve Joséphine" olmuştu.”
Macron’un ölüm döşeğindeki son sözleri ne olur bilinmez, ama kim bilir belki de;
“İslam, Erdoğan, Hilafet, Türkiye, aaah ahhh, bunlar hakikaten perişan ettiler beni” olur.
.
Sultan Abdülhamid’in damarlarındaki kan Fransız kanı mıdır?
Yahut diğer bir ifade ile Sultan Abdülhamid’in soyu Napolyon’a mı uzanıyor?
Osmanlı Sultanı ve tüm Müslümanların halifesi olan Abdülhamid’in adı önceki yüzyılda yabancı basında zaman zaman oldukça farklı suretlerde anılmış olarak görülür.
Onun özel hayatına ve soy kütüğüne dair Batı’da çıkan haberler o kadar çoktur ki yazılıp çizilenlerin ne kadarına inanmak gerektiği yahut verilen bilgilere ne derece itimat edilebilir olduğu hep şüphe ile hareket etmeyi gerektirmiştir.
Sözü edilen türden haberlerden birisi de Abdülhamid'in damarlarında Fransız kanı taşıdığı şeklinde olup fazlası ile romantizm yüklüdür.
Evet, iddia o ki Abdülhamid’in damarlarında Fransız kanı vardı ve o Bonaparte ailesinin bir akrabasıydı!
İlk duyuşta gayet sansasyonel ve oldukça romantizm yüklü olarak algılansa da böyle bir söylemin gerçek bir tarihsel geçmişe sahip olduğu sürekli dile getirilmiştir. Aimée du Buc de Rivéry'nin yaşadığı macera ve Abdülhamid’in onunla olan akrabalık bağı Avrupa’da esasen önceki yüzyılda bilinen ve her fırsatta yazılıp çizilen bir şey olmuştur.
Yazılıp çizilenlere bakılacak olursa Matmazel Aimée du Buc de Rivéry Cezayirli korsanlar tarafından esir alınmış, sonraki zamanlarda ise Sultan I. Abdülhamid’in gözdelerinden birisi olmuştur.
Sultan II. Abdülhamid’in de bu akrabalıktan dolayı Fransız halkına sempati ile baktığı ve hatta Sedan savaşı sonrasında nazırlarının Galler muhalifi temayüller gösterdikleri ifade edilmiştir.
Sultan II. Abdülhamid’in damarlarında Fransız kanı taşıdığı, iddia o ki, Türkler tarafından da kabul edilmiştir. 1867 Paris Sergisi sırasında La Turquie adlı gazete Fransız halkının Osmanlı ile dost olmalarının sağlayacağı faydalardan bahisle;
Oğlu Sultan Mahmut’un reformlarına Valide Sultana yani Matmazel de Rivéry’nin katkıda bulunduğu unutulmamalı diye yazmıştı.
İleri sürülen iddiaya temel teşkil etmek üzere Sidney Daney, History of Martinique adlı eserinde Abdülhamid’in anne soyunun kapsamlı bir anlatımına yer verdiği, Annals of Orleans ise söz konusu iddiayı ilginç gerçekler olarak ifade ettiği bilgilerle desteklediği ve Fransız tarihinde yer alan pek çok romantik efsanenin mevcudiyetini acımasız bir surette sona erdiren, fakat aynı zamanda birçok değerli tarihi gerçeği unutulmaktan kurtaran Dr. Cabanes, Secret Cabinet of History’de Sultan Abdülhamid'in damarlarında Fransız kanı bulunduğuna dair belge ve bulguları arz ettiği ifade edilmiştir. Yine Rufuz, Aubenas ve daha başka Fransız tarihçiler Dr. Cabanes'ı söz konusu beyanlarını, belirtildiğine göre, desteklemişlerdi.
Konuya dair yapılmış olan muhtelif anlatımlar, ayrıntılarda farklılık gösterseler de, güzel yüzlü Aimée du Buc de Rivéry'nin Sultan II. Abdülhamid'in büyük büyükannesi Sultana-Valide olduğu konusunda aynı nihai görüşte hem fikirlerdi.
Bu şecere söyleminin tarihsel olarak izini sürmek tatlı bir romantizm yahut heyecan verici bir efsane tadında uzayıp gitmekte olsa da, yabancı kaynakların satırlarına yansıyan tarihsel kanaate göre soy bilimsel gerçekler tartışılmaz niteliktedir. Bu tür düşüncedeki tarihçilere göre zengin Fransız sömürgecilerin birçoklarının kızları örneğinde olduğu gibi I. Napolyon'un ilk karısı Josephine Beauharnals’ın şeceresi de tartışma kabul etmeyecek derecedeki mutlak bir doğrulukla bilinmekteydi.
Fransız tarihçilerinin iddia ettiği ve kitaplara ve romanlara konu olan Aimée du Buc de Rivéry sergüzeştinin kısa bir hikâyesi şöyledir:
Aimée du Buc de Rivéry çocukken memleketi Martinique'den Fransa'ya, Nantz'daki Ziyaret Manastırı'na eğitim görmesi için gönderilmişti. 1784 yılında henüz 18 yaşındaydı. Bir tekne ile memleketine dönmek üzere yola çıkmıştı.
Yolculuk sırasında tekne su almaya başlamış, fakat batmadan önce yolcular ve mürettebat, Mayorka'ya giden bir İspanyol gemisi tarafından kurtarılmıştı. Ancak İspanyol gemisi de, genç Aimée du Buc de Rivéry ve mürebbiyesini Cezayir’e, Cezayir Beyi'nin sarayına götüren korsanlar tarafından ele geçirilmişti. Aimée, o kadar büyüleyici bir güzellikteydi ki, Cezayir Beyi onu İstanbul’da bulunan padişaha hediye olarak sunmaya karar vermişti…
Ancak Aimée, saraydaki yaşam biçiminden öylesine nefret etmişti ki Haremağası'nın tehdit ettiği ölüm bile onu haline rıza göstermek için belirleyici olamamıştı.
Aimée, Sultan I. Abdülhamid’in gözünde ve gönlünde son derece kıymetli bir hal kazanmış ve kısa bir süre sonra gözdesi olarak Valide rütbesine yükselmişti. Ayrıca Sultan’a bir de, Osmanlı tahtına II. Mahmut adıyla geçecek olan bir erkek çocuk vermişti.
Müslümanların halifesi olan II. Abdülhamid işte bu çocuğun, II. Mahmud'un torunuydu.
Dolayısıyla da kendisini Bonaparte ailesi ile irtibatlandıran Aimée du Buc de Rivéry’nin de torunu demekti. Zira Aimée du Buc de Rivéry, Fransız imparatoru Napolyon Bonapart'ın taçlı karısı olan Joséphine de Beauharnais’ın ilk nesil kuzeniydi.
Ancak iddiaya göre Sultan II. Abdülhamid’in şeceresini Korsikalı ailesine ulaştıran tek zincir bu da değildi. Aimée du Buc de Rivéry, Canino Prensi Lucien Bonaparte ile 1802 yılında evlenmiş olan Matmazel Alexandrine de Belschamps'in de kuzeniydi.
Yine iddiaya göre, hakkında çok az konuşulsa da, bu şecere ilişkisinin mevcudiyeti Osmanlı Sarayı’nda çok iyi bir surette bilinmekteydi. Yıldız Sarayı’nın bu ilişkiye itiraz etmediği zamanlar dahi olmuştu. Zira Sultanı Abdülaziz 1867 yılında Paris'e gittiğinde, yarı resmi bir İstanbul gazetesi olan Turquie şöyle yazmıştı:
Sultana-Valide olarak Matmazel de Rivéry'nin sarf etmiş olduğu çaba ve etki oğlu Mahmut’un reform ruhunu muhakkak ki geliştirmiş olmalıdır. Osmanlı Devleti reform yolunda atmış olduğu ilk adımını bir Fransız kadına borçludur.
Ayrıca resmi çevrelerde uygun olmayan herhangi bir kinayenin bir Türk gazetesinde yer almasının imkânsız olduğu düşünülürse veya böyle bir ifadenin zikri imkânsız kabilden bir şeyse, Turquie'nin desteklenmeyen söz konusu beyanı dahi II. Abdülhamid'in Fransız kökenli sayılması için yeterli kanıt oluşturabilirdi.
Bütün bunlara ilaveten Sultan Abdülaziz 1867’de Paris’e gittiğinde III. Napolyon annesinin romantik macerasını bütün yönleriyle basına anlatmıştı.
İddia o ki Martinikli Sultana 1817'de Hristiyan olarak ölmüştü. Daney ve diğerleri, onun sarayda bile babalarının inancına sadık kaldığını söylerler. Ancak onun bu beyanının hatalı olduğunu ifade konuya dair sair yazılarda, Osmanlı İmparatorluğu'nun gelecekteki hükümdarının en sevdiği Sultana ve annesi olarak sahip olduğu konum gereği, onun İslam inancını kucaklamak zorunda kaldığı belirtilmiştir. Fakat hemen bir istisna getirilmiş ve son hastalığında büyük bir pişmanlığın kendisini yakaladığı ve bir Hıristiyan olarak ölmek istediği de ifade edilmiştir. Annesini seven Sultan II. Mahmut ise onu kararından caydırmak için boşuna çabalamıştır. Neticede ise annesinin son dileğini yerine getirmek zorunda kalmıştır.
Konu bu noktadan sonra daha bir romantizm yüklü olarak şöyle anlatılmaktadır:
Böylece gecenin zifiri karanlığında Yeniçeriler, rahip Peder Christomos'u alıp getirmeleri için Pera'daki St. Anthony Manastırı'na gönderildi.
Manastırdaki hiç kimse bu endişe verici davet hakkında doğru bir fikre varamamıştı. Korku ve endişe içerisindeki rahiplerin yapabildikleri tek şey yirmi dört kürekçi tarafından çekip çevrilen teknenin Boğaz'ın karanlığında kaybolmasına sadece şahitlik etmek olmuştu.
Saray’a ulaşılınca Peder, muhteşem bir şamdanla aydınlatılan muhteşem bir daireye götürülmüştü. Bir kanepenin üzerinde, ipek örtülere sarılmış beyaz saçlı bir kadın yatmaktaydı. Kapıda, Peder Chrisostomos'un raporunda ifade edildiğine göre, 40 yaşlarında bir erkek durmaktaydı. Ortanın üzerinde bir boyda, geniş, asil bir kaş ve emredici bir görünümü onu diğerlerinden ayırıyordu. Siyah renkteki güzel sakalı yüzüne ciddiyet, görünümüne ağırbaşlılık yüklemişti. Pedere kendisini takip etmesini işaret ederek kanepeye doğru ilerlemişti.
Anne, işte dininizden bir rahip. Arzu ettiğiniz gibi.
Sultan'ın duyduğu hüzün ve içinde bulunduğu çaresizliğinin işaretleri yüzüne aşikâr bir surette yansımıştı.
Rahip ölmek üzere olan kadına doğru eğilirken Sultan da odanın diğer bir köşesine çekilmişti. Bir saat kadar süren fısıltı halindeki ritüel o kadar alçak bir sesle icra edilmekteydi ki sahnenin tek tanığı olan Sultan söylenenlerin bir tek kelimesini dahi duyamamıştı. Ancak Peder Chriostomos yeni bir vaftiz töreninin icrasına geçip Rivéry'nin alnına haç işareti yaptığında Sultan II. Mahmut kendini yere atmış, gözyaşları içinde ve zoraki bir sesle Allah'a yakarıp yalvarmıştı.
Sansasyonel ve romantizm yükü anlatım şu suretle sona etmektedir:
Marsilya banliyösünde yer alan Boreili Sarayı’nda soylu bir adamın portresi mevcuttur. Bu portre Sultan II. Mahmut’a ait olduğu için kafasında fesi vardır. Onun yanında ise başka bir portre daha yer almaktadır. O da, rüyalarda kaybolmuş ve üzüntüyle gülümseyen gururlu bir kadını göstermektedir. Harika suretteki güzelliğini hala muhafaza ediyor olsa da asırların izleri yüzüne kazınmış bir vaziyettedir. Söz konusu kadın ve söz konusu yüz Sultan II. Mahmut'un annesi Aimée du Buc de Rivéry'nin yüzüdür.
Yabancı kaynak ve basında Nakşıdil Sultan’ın hayat hikâyesi işte bu suretle anlatılmışken konu Türkçe kaynaklarda yeterli düzeyde ele alınıp incelenebilmiş değildir.
Türkçede yer alan eserler daha ziyade tercüme türünden romanlardan ibarettir. Nakşidil Sultan (Aimée), Osmanlı Sarayının Gizemli Kadını, Frenk Cariye Nakşidil yahut Margaret L. Law’ın kaleme aldığı Nakşidil Sultan bu konudaki Türkçeleştirilmiş eserler kabildendir. Yahut Necdet Sakaoğlu’nun Bu Mülkün Kadın Sultanları adlı eserinde olduğu gibi bazı popüler eserlerde konuya sadece bir bölüm olarak yer verilmiştir.
Oysaki Nakşidil yahut de Rivéry’nin özellikle ölümünden sonraki yıllarda hayat hikâyesi Batı’da fazlası ile yazılıp çizilmiştir. Hakkında birçok dilde çok sayıda roman tarzında da olsa kitap telif edilmiştir. Janet Wallach’ın Seraglio’su, Barbara Chase-Riboud’un Valide’si, Maurizio Costanza’nın La Mezzaluna Sul Filo - La Riforma Ottomana Di Mahmûd II’u, Prince Michael of Greece’in Sultana’sı yahut March Cost’un The Veiled Sultan’ı, Lesley Blanch’ın The Wilder Shores of Love’ı ve Benjamin A. Morton’un The Veiled Empress’i söz konusu kitaplardan bazılarıdır. Sadece Fransa’da, onlarca belgesele ilaveten, kendisi ile alakalı 170 kitap yazıldığını söylemek dahi mümkündür.
Yine Batı’da Nakşidil yahut de Rivéry ile alakalı yazılan eserlerin bir kısmı The Favorite, Nakşidil Sultan ve Esir Sultan gibi adlarla dizi film haline dahi getirilmiş yahut filmleştirilip beyaz perdeye aktarılmıştır.
Türk araştırmacılar ve Türkçe kaynaklar Nakşidil Sultan’ın mensubiyetinin Fransız olduğunu kararlı bir surette reddetseler de milliyeti ve saray öncesi hayatına dair kesin bir bilgiyi de ortaya koyamamışlardır. Kafkas kökenli olabileceği ve dolayısıyla da, Kafkasların Saray için kadın tedarikinde bir memba olmasını dikkate alınarak, ittifaken olmasa da, Gürcü olduğu söylenmiştir.
Türkler ve Fransızlar tarafından paylaşılamayan Nakşidil Sultan hakkında Türk araştırmacıların söylemleri, Fransız söylemlerini “dayanaksız bir suretteki” yalanlamaktan ibarettir.
Nakşidil Sultan’ın mazisine dair eldeki bilgilerin son derece sınırlı olmasına rağmen saraya kabul ediliş biçimi konusundaki romantik hikâyenin Türk yazarlar tarafından kabul edilmemesi ve bilakis onun I. Abdülhamid’in kız kardeşi Büyük Esma Sultan’ın cariyelerinden biri olduğunun ifade edilmiş olması Fransızların iddia ettiği sergüzeşte engel teşkil edecek kalite ve katiyette değildir.
Türk araştırmacılar tarafından 1776’da doğan ve 1788’de Nantes’da bulunduğu bilinen, hakkında sonradan pek çok haber, makale, roman yazılan, sinema-televizyon filmleri çevrilen, Fransız kraliyet ailesine mensup Aimée du Buc de Rivéry olduğu bilgisi doğru değildir denilse de bu “değildir” hükmünün;
Nakşidil Valide Sultan ile ilgili kayıtların kendisine verilen yiyecek içecek maddelerinin miktarları ile birtakım teşrifattaki yerini belirten bilgilerden ibaret olması nedeniyle, fazla bir kıymet-i harbiyesi bulunmamaktadır.
O aynı zamanda Türk yazarlar tarafından;
Önceki valide sultanlar gibi devrin siyasi gelişmelerinde taraf olduğuna veya bazı kararların oluşmasında etkisinin bulunduğuna dair bir kayıt yok şeklinde tanımlanıp sınırlandırılmışsa da bu hükmü kanıtlayan bir delil olmadığı gibi aksinin söylenmesine engel teşkil edecek bir vesika da yoktur.
İddialarının doğruluğu her iki tarafça da kanıtlanmamış ve söylemleri daha ziyade söylentiler üzerine inşa edilmiş bulunan Türk ve Fransız taraflarının tarihi bir şahsiyeti bu denli önemli bulmalarının gerisindeki neden, pek tabii ki onun ait olduğu ırki köken, yaşadığı serüven yahut haremde bir sultan olmasından ziyade, Türk-Fransız siyasi ilişkilerinin tarihsel boyutu ile yakından alakalı olsa gerekir.
Sultan Abdülaziz'in 1867 Paris seyahati ve bu seyahat sırasında Napolyon Bonapart'ın eşi Josephine'in torunu III. Napolyon’nun Fransız basınına Sultan Abdülaziz ile akraba olduklarından bahsetmesi şarkın manen ve madden en büyük sultanına karşı yapılabilecek oldukça yerindeki bir dostluk jestinin ötesinde Türk-Fransız dostluğunu öne çıkarmak anlamında Fransız kamuoyunu yönlendirme noktasında yapılan yine oldukça yerinde bir algı operasyonundan başka bir şey olmasa gerekir.
Fransız tarihçilerin böyle bir iddia ile ortaya çıkmış olmasının tarihi arka planında Avrupa’daki kral ve kraliçeler arasında geçerli olan akrabalık bağlarının kültürel etkisinin mevcudiyetinden de söz etmek mümkündür. Uluslararası ilişkilerde ve ittifaklar tesis etmede yahut anlaşmazlıkların çözümünde akrabalıkların önemi ve sağladığı avantajlar malumdur.
Bu anlamda Alman Kayzeri İngiltere Kraliçesi Victoria’nın torunu, 1901’de tahta geçecek olan Kral Edward’ın yeğeniydi. Danimarka Kralı IX. Christian ise Kral Edward’ın kayınpederiydi.
Yunan Kralı I. Georg Edward’ın kayınbiraderi, Çar III. Alexander’ın hanımı Dagmar ise Edward’ın baldızıydı.
Bulgaristan Prensi Ferdinand’ın babası Kraliçe Victoria’nın kuzeni, annesi ise Fransa Kralı Lui Filip’in kızıydı. Romanya Kralı I. Karol da Fransa İmparatoru III. Napolyon’un kuzeniydi.
Aimée du Buc de Rivéry'nin Nakşidil Sultan olduğu iddiası bir hakikat yahut bir yakıştırmadan ibaret olsa da Türk-Fransız siyasi, kültürel ve dostluk ilişkilerinin şekillenmesinde önceki yüzyılda ne denli etkili ve faydalı olmuştur, işin bu tarafı herhalde daha mühimdir. Ayrıca Osmanlı sultanlarının birçok milletten birçok evlilik yaptıkları dikkate alındığında böyle bir iddiayı reddetmenin ve illa da, “o bir Gürcü idi” demenin de fazla bir faydası yoktur.
Söz konusu iddianın doğruluğunun ispat edilmesi halinde Türk-Fransız ilişkileri tarihini, en azından bir yönüyle, yeniden yazmak gerekecektir.
Türk-Fransız ilişkilerinin gerilip kopma noktasına geldiği bu günlerde siyaset ufkunun yeniden sükûn bulabilmesi için eski yahut yeni bir versiyonu ile yeni bir Aimée du Buc de Rivéry yahut Nakşidil Sultan hikâyesine acaba ihtiyaç yok mudur! En azından TV kanallarında yahut beyaz perdelerde.
.
Sultan Abdülhamid’in yasakladığı giysi: Çarşaf
Genel olarak siyah renkli kumaştan dikilen çarşaf, içerisindeki insanın genç yahut yaşlı, çirkin yahut güzel ve hatta erkek veya kadın, kim ve nasıl olduğu konusunda isabetli bir tahminde bulunmaya imkân vermeyen bir özelliğe sahiptir. Dolayısıyla da çarşafa bürünmüş birinin taşıdığı sırlara vakıf olmak imkânsız bir haldir. Hal böyle olsa da çarşaf giymiş iki bayanın caddede birbirlerini tanımaları hakikaten ayrı bir idrak meselesidir.
Yakındoğu kökenli bir giysi olan ve on dokuzuncu yüzyıl ortasında yaygınlaşmaya başlamış bulunan çarşaf imali için kullanılan kumaşın gecen asırda standart bir kalınlığı olmamıştır. Çarşafın genel özelliği, kendisine bürünmüş olan kimseyi dışarıdakilerin tanıyıp bilmelerine engel teşkil etmesi olmuşsa da ince kumaştan dikilmiş çarşaf giyen kadınlar da hemen her zaman söz konusu olmuştu. Çarşafın bu türeden olanını giyenlerin başkalarını görmeleri kadar başkalarına görünmeleri de pek tabii ki kaçınılmaz bir haldi.
Ferdi temayülleri bakımından oldukça muhafazakâr olan, aynı zamanda hilafet ve İslamcılık siyaseti izleyen bir padişah olarak Sultan II. Abdülhamid döneminde çarşaf İstanbul kadınları tarafından ferace ve yaşmağa nispetle 1880'lerde daha fazla tercih edilir olmaya başlanmıştı. Ancak söz konusu vasıflarına rağmen Sultan Abdülhamid, görünüm ve kullanımı itibarıyla İslami giyim kurallarına daha elverişli olan çarşafa karşı, tabir caizse, savaş açmıştı.
Tepeden tırnağa kadar çarşafa bürünmüş Osmanlı Müslüman kadınlarının cadde ve sokaklardaki görünümü yabancı basın temsilcileri tarafından Su Kuşları’na benzetilmiş olsa da çarşaf, söz konusu hususiyetinden ötürü, Sultan Abdülhamid döneminde sakıncalı bir giysi haline dönüşmüştü. Nihayeti itibarıyla da 1892 Nisanın başında çarşafı yasaklayan bir iradenin çıkması ve icra edilmesi kaçınılmaz olmuştu.
Böyle bir iradenin çıkmasına sebebiyet veren gerekçe ise kısaca;
Kadınların bellerini sıktıkları, Hıristiyan kadınların matem giysilerine benzeyen siyah çarşaflar giydikleri ve bütün bunların İslam'a uygun olmadığı şeklinde ifade edilmişti.
Ancak böyle bir yasağın uygulamaya konmuş olması, belki de haklı olarak, çarşafın kendileri için ciddi bir kazanç kapısı olduğu aşikâr olan yerli dokumacıları fazlası ile rahatsız etmişti. Çarşaf, iddia o ki, Bağdat veya Halep'ten gelen yerli kumaşlardan dikilen bir örtüydü; ferace ise Avrupa'dan ithal edilen kumaşlardan imal edilmekteydi.
Bir devlet başkanı olarak zikredilen hususiyetlerine rağmen Sultan Abdülhamid’in çarşafa karşı menfi bir tutum sergilemesindeki en belirleyici etken, beyan edilen zahiri nedeni bir tarafa, kontrol ve güvenlik kaynaklıydı. Ancak yasağın muvakkaten olmayıp devamlılık arz etmesinin daha başka nedenleri de vardı.
İktidarı döneminde vuku bulan bazı hadiseler ve söz konusu hadiselerin icra edilmesinde çarşafın istismar edilmiş olması bu giysi türünün yasaklı olarak kalmasını kaçınılmaz hale getirmişti.
Çarşafın yasaklanmasına kapı aralayan söz konusu hadiselerden belki de en önemlisi Sultan Abdülhamid’in daha saltanatının ilk yıllarında gerçekleşmişti. Çarşafa bürünen iki kişi tahttan indirilmiş ve hareketleri kısıtlanmış bulunan Beşinci Murad’ı kaçırmak maksadıyla saraya girmek istemiş ve bu işi icra etmelerini mümkün kılacak en emin vasıta olarak da çarşafa bürünmeyi tercih etmişlerdi. Çarşaf yapısal olarak geniş olması dolayısıyla gizlenmeye elverişli olduğu gibi içerisinde barındırdığı kimseyi dışarıdan teşhis etmenin de hemen hemen imkânı yok gibiydi.
Diğer taraftan girip çıkmalarına izin verilenlerin belli ve sınırlı, yabancı birinin girmesinin ise kesinlikle yasak olduğu Harem’e sızmanın basit ve zekice yolu olarak çarşafa başvurulduğu zaman içerisinde bir vakıa olarak tecrübe edilmişti.
Bu hal, iyi bir kamufle aracı olan ve başlarına geçirdikleri bir çarşaf ile kendilerine kadın süsü verip haremlere giren bazı kimselerin mevcudiyetlerinden söz edilmesi çarşafın bir örtü-giyim unsuru olmaktan çıkarılmasını gerektiren ehemmiyetli bir durum olmuştu.
Müslüman kadınların haneleri dışında serbestçe dolaşmaları ve gayrimüslim mahallere gitmelerinin hoş karşılanmadığı bir zamanda çarşafın koruyuculuğu istismar edilerek dışarıya çıkılıp kamusal mekânlara gidilmesi çarşaf ile ilgili olumsuz surecin nihayet kazanmasını hızlandırıcı bir başka etkendi.
Çarşaf giyenlerden bir kısmının bellerini fazlaca sıkarak yeni bir giyim şekli geliştirmeye yönelmeleri, muayyen bir çevreyi haklı olarak, öfkelendirmek için yetmiş ve artmıştı.
Çarşaf giyerek Müslüman kadını gibi görünen ama uygunsuz davranışlar sergileyen Rum kadınların mevcudiyeti de işin cabası olmuştu.
Rum kadınlarının söz konusu hali;
Fuhuş yapmaları ile bilinip kendisini Müslüman hanımı olmak üzere tanıtmak için ara sıra böyle çarşafla gezdiğinin yapılan araştırma neticesi anlaşıldığı ve bu halin Müslümanlar arasında kötü etki doğurduğu ve hadise çıkmasına sebebiyet verebileceği… şeklinde rapor dahi edilmişti.
Bir başka hadisenin raporunda ise;
Beyoğlu'nda bir erkekle çarşaf giyerek gezen kadının, Kızıltoprak'ta Ziya Molla'nın hizmetçisi Elibra olduğu ve bu halin bir daha tekerrür etmeyeceğinin temin edildiği ifadesine yer verilmişti.
Çarşafın yasaklı bir hususiyet taşımasının belki de en önemli sebebi 1890’lı yıllardan itibaren giderek artan bir surette tezahür eden ayrılıkçı Ermenilerin sergilediği menfi hareket ve hadiselerdi.
Muhtelif topluluk, grup ve şahsiyetlerin kisvelerine bürünerek hedeflerine ulaşmaya çalışan ayrılıkçı terör örgütü üyesi Ermeniler kadın kıyafetine girmeyi de ihmal etmemişlerdi. Çarşaf bu noktada birçok Ermeni ihtilalcisinin kendisini saklamak ve amacına ulaşmak için en elverişli giysi olma vasfı kazanmıştı.
Netice itibarıyla Müslüman kadınların ferace giymeye yönlendirilmeleri; memleketin kadim kıyafetinin esasen ferace olduğu; feracenin çarşaftan daha üstün ve değerli olduğu ve bu durumun herkes tarafından bilindiği; çarşafın suiistimal edilmesinin feracenin çarşafa olan üstünlüğünün en aşikâr delilerinden birisini oluşturduğu sürekli izaha çalışılmıştı.
Getirilmiş olan yasak, kolluk kuvvetlerinin takip, tahkik ve uyarıları neticesinde Sultan Abdülhamid dönemi İstanbul’unda cadde ve sokaklarının çarşaflı kadınlardan büyük oranda arınması kaçınılmaz olmuştu.
.XXXXXX11
.
Abdülhamid’in ilk aşkı Matmazel Flora
Rivayet o ki; Abdülhamid’in gençlik yıllarında vurulduğu yahut aşka tutulduğu ilk kadın Belçika asıllı Matmazel Flora Cordier olmuştu.
Flora Cordier o sıralarda iş yeri Pera’da bulunan Bay Marrugo’nun yanında, bir Tuhafiye mağazasında çalışmaktaydı.
Abdülhamid, Bayan Flora Cordier’i ilk defa bir caddede görmüş ve kendisine yaklaşmış, konuşmuş ve nihayet onunla evlenmişti.
Yazılıp çizilenlere bakılacak olursa Belçikalı bir kadın terzisi olan Matmazel Flora Cordier İstanbul’un kalabalık caddelerinden birinde acele ile yürümekteydi. Abdülhamid, Bayan Flora Cerdier’i ilk defa bir caddede görmüştü. Flora yürürken atının sırtında solgun yüzlü, kara gözlü genç bir adamın kendisini dikkatlice bakmakta olduğunun da farkına varmıştı. Ancak o, hiçbir çekiciliği olmayan tanımadığı adama hızlı bir surette bir göz atmış ve yoluna devam etmişti.
At sırtındaki genç adam kendisini takip etmiş ve bir süre sonra da atının sırtından Matmazel Flora Cordier’e doğru sarkarak ona Fransızca olarak hitap etmişti. Genç adamın hitabına Matmazel Flora Cordier karşılık vermemiş, kendisinden süratle uzaklaşmış ve kısa süre sonra da kalabalıkta izini kaybettirmişti.
Ertesi gün nasıl olmuşsa olmuş kapısını çalan biri Matmazel Flora Cordier’e kısa bir mesaj getirmişti. Belli ki at üzerindeki o genç adam bir şekilde Matmazel’in ikamet ettiği yeri öğrenmişti. Zira gönderilen mesajda Şehzade Abdülhamid’in kendisi ile tanışmak istediği ifade edilmekteydi.
Osmanlı tahtına aday bir şehzadeden gelen tanışma teklifi Matmazel’i ikna etmek için fazlası ile etkili olmuştu. Ancak Abdülhamid, sadece tanışmakla yetinmeyeceğini belirtmiş ve kendisine evlilik teklifinde bulunmuştu. Nihayet Matmazel teklifi kabul etmiş, Müslüman olmuş ve Fatma adını almıştı.
Ancak bu konuda yazılanlara bakılacak olursa, iki taraf arasındaki muhabbet birlikteliği olması gerekenden kısa sürmüştü. Fatma Cordier şehzadenin gözünden ve gönlünden çıkmış, unutulup gitmişti. Fatma da görünmez olmuş, gözden kaybolmuştu.
Bu konu, ilginçtir, Necip Fazıl Kısakürek’in kaleme aldığı Ulu Hakan adlı eserde de söz konusu edilmiştir.
Sultan Abdülhamid’in sözünü ettiğimiz Flora ile olan gençlik macerasına ve bu maceranın normal bir evliliğe döndüğü konusuna Necip Fazıl da Ulu Hakan Abdülhamid Han adlı eserinde yer vermiştir.
Hadisenin Necip Fazıl’ın kalemi ile anlatılan hikâyesi ise şöyledir:
Abdülhamid, kadın bahsinde, eski padişahlardan birçoğunda olduğu gibi, ahmak bir mahkûm edası yerine, şahane bir hâkim tavrı belirtir.
Eski padişahların bütün irade ve şahsiyetlerini emen, onları taçlı esirler haline getiren kadın, onda, saray parkında herhangi bir tarla gibi, yeri, sınırı, verimi ve değeri bahçıvan eliyle çizilmiş ve sımsıkı bir çerçeve içinde zapt edilmiş, tabii bir unsurdur.
Belli başlı kadın efendiler ve gözdeler ve onlardan belli başlı şehzadeler ve hanım sultanlar... Her türlü saray dalaveresinden uzak bir harem ve şefkat temeli üzerine kurulu bir aile tablosu... Bu kadroyu teker teker saymaya ve göstermeye değmez.
Ulu Hakan, imparatorluğun bütün yükünü çeken omuzları eğik, tayfunlu bir denizden limana sığınırcasına bir an için rahatlık imkânını aile kucağında bulur ve yemeklerini çoluk çocuğuyla beraber yer.
İçtimai faaliyete memur bir dava adamı için basit ve basitliği içinde aziz bir fayda unsuru olan kadın ve aile, Abdülhamid’de bu vasfını hiç kaybetmemiş, daima ikinci planı tutmuş ve dürüstlük, bağlılık, sınır saygısı dışına çıkmamıştır. Hususiyle eski devirlerin, burunları Kafdağı’nda haremleri ve haremağaları, Abdülhamid devrinde, tabir caizse, burunlarını bile kaybeder ve süt dökmüş kediye döner.
Bu ana ölçünün dışında Abdülhamid, kadın aşkı ve kadına meftunluk duygusunu müşahhas bir misal üzerinde hiç duymamış mıdır?
O kadar zarif, zevkine malik ve derinliğine duygulu bir insanın, nefsine ve davasına hâkim kalmak şartıyla böyle bir hisse düşmemiş, bir maceraya kapılmamış olması mümkün değildir.
Valide sultanların harem içi şehvet tertiplerine asla değer vermeyen ve önüne sürdükleri Çerkez kızlarına sırtını çeviren Abdülhamid, şehzadeliğinde, çok alaka çekici bir aşk vakasına sahip gösteriliyor.
Flora Kordiye isimli Belçikalı bir kız...
Bu kız, Abdülhamid’in şehzadeliğinde, Beyoğlu'nda bir moda mağazasını idare etmekte... Orası Avrupalıların ve kibar sınıfın birbirleriyle devamlı münasebet yeri...
Genç Abdülhamid, zarafetinin en keskin belirtisini teşkil eden eldivenlerini hep oradan alıyor.
Şehzade, gide gele, bir Avrupalı muharrir ifadesiyle “gözlerinin içi gülen” bu sarışın Flaman dilberine kapıldı. Fakat asıl kapılan, galiba Flora...
Macerayı, İngiliz Başvekili meşhur Dizraeli'nin Lord Palmerston'a yazdığı bir mektuptan öğreniyoruz. Bu mektuba göre şehzade, Flora ile gizlice evlenmiş...
Abdülhamid Flora'yı, Tarabya'da bir köşkte oturtmuş ve onunla birkaç sene, tahta çıkıncaya kadar sık sık buluşup bir arada yaşamış... Hatta padişahlığının ilk devirlerinde de arada bir ziyaret ettiği bu “ehl-i kitap”, yani helâl zevcesinden huzur ve teselli aradığı olurmuş...
İngiltere Başvekili tarafından Kanuni'nin (Roksalan-Hürrem Sultan)’ı mevkiinde gösterilen Flora, hakikatte saraylı tavırlarından soğumuş bir şehzadenin, sevgisiyle karışık küçük bir hevesini temsil eder ve bu küçük hevesi içinde bile Abdülhamid, kadın tahakkümü altına girmek şöyle dursun, sevgilisini emri altında, bazı siyasi faydalara alet olarak kullanır.
Flora, Frenkleşme gayretinde bazı tiplerle (Levantenler ve Avrupalı politikacılara yataklık eden mağazasında geçen bütün konuşmaları, güdenlerin niyet ve planlarından ve cemiyet kaynaşmalarından genç Şehzade’ye bilgi taşımıştır. Şehzade Abdülhamid, daha o zamandan Mithat Paşa ve yaranının tuttuğu yolu, Flora vasıtası ile öğrenmiş bulunuyordu. Bundan da anlaşılıyor ki, Flora'nın Abdülhamid’e aşkı, Abdülhamid’in Flora'ya zaafından daha büyük ve Belçikalı sarışın kız, kaytan bıyıklı, (melankolik) bakışlı, esmer Türk Prensi'nin telkini altında...
Abdülhamid saltanatının ortalarına doğru Flora'dan ne bir iz ne bir nişan... Herhalde Abdülhamid bu kızı boşamış ve ağır hediyelerle memleketine göndermiş olsa gerek... Ayrıca Flora tarafından ne bir hatıra yazısı, ne bir mektup, ne bir şey... Bu da, Belçikalı kızın, adi bir bezirgân gibi davranmayıp, Abdülhamid’e bağlı hatıralarını aziz tuttuğu ve onlar içinde ömür sürdüğünü gösterir.
Şehzadelik döneminde Abdülhamid’in aşk hayatı sadece Matmazel Flora Cordier ile sınırlı mı kalmıştı?
Rivayet o ki sonraki zamanlarda Abdülhamid amcasının haremindeki bir başka kıza delicesine âşık olmuştu. Bir gece, Sultan Abdülaziz evlenmelerine mani olduğu için, pencereye bir merdiven dayayarak, sevdiği kızı haremden kaçırmıştı. Fakat şehzade kısa zamanda çok sevdiği bu kızı da hayatından çıkarmıştı.
.
Saraydaki aşk dedikoduları
Sultan Abdülhamid diyor ki;
Nelerden şikâyetçi olmalıyız? Ne tür şeyleri eleştirmemiz gerekiyor? İnsan kaderinden kaçıp kurutulabilir mi? Aşkın ne karşı konulamaz bir güç olduğunu unutuvermek doğru mudur?
Âşık olduğu kadınla yalnız kaldığında güçlü iken zayıf düşmeyen erkek var mıdır?
Âşık olduğu bir kadınla yalnız kaldığında zayıf olmayan güçlü adam nerede?
Ve bazen hepimiz çılgınlıklar yapmaya muhatap değil miyiz? Aşk, kişi hangi rütbe ve şereftedir diye hiç bakar mı?
Aşk, annen ve baban ne diyecek diye sorar mı?
Aşk hiç akıl dinler mi?
Sultan Abdülhamid’in aşka dair yukarıdaki sözleri göz ardı edilecek kadar kıymetsiz değildir. Tarih, nice kral, hükümdar, padişah ve anlı şanlı kumandanların söz konu iptilaya müptela olduklarının yakın şahididir. Söz konusu iptilaların bazıları rivayet olarak kalasa da diğer bazıları hakikatin ta kendisidir.
Antuvan’ın Kleopatra, Baltacı’nın Katerina, Mussolini’nin ise Kılara için başlarını; İngiltere Kralı VI. Edward’ın ise Madam Simpson için tahtını vermiş olduğu hep yazılıp çizilmiştir.
Bir ara Avrupa kıtasına bütünüyle hâkim olmuş olan Napolyon Bonapart, Jozefin'in tüm ahlaksızlıklarını bilmesine rağmen, onu adeta bir tanrıça gibi görüp, ona tapar gibi bağlı kalmamış mıdır? Bütün acılarına rağmen gönlünde taşıdığı aşkın ıstırabına, zorla da olsa, katlanmamış mıdır?
Sadece Kral Edward yahut Napolyon Bonapart değil, esasen o koskoca Kanuni Sultan Süleyman da âşığı olduğu kanının her daim özlemini duyan tarihin görüp geçirdiği en büyük hükümdarlardan biri olmamış mıdır? Kanuni, meydanlarda kazandığı zaferler ve yaşadığı sevinçlere eş olarak gönlünde zapt edip durduramaya muvaffak olamadığı, bilakis her geçen gün büyüyüp içten içe kök salan aşkının o yakıcı suretteki ateş, ıstırap ve hicranlarını da yüreğinde duymamış ve yaşamış mıdır? Yaşadığı, maşukuna hasret kaldığı içindir ki o en güzel şiirlerini o aşka dair kaleme almıştır:
Sorma aşkın haletin Mecnun'a bir divanedir
Açma aşkın sırrını Ferhad'a kim efsanedir
Sor bana aşkın rumuzun sana takrir eyleyem
Can u baş terkin urur âşık heman pervânedir.
Kanuni aşkında yalnız da değildir. Hürrem’in de, gözü ve gönlü hasret ve muhabbet yüklü bir halde Canım Paresi Sultanım diyerek yazmaya başladığı o sevda yüklü mektupları da Kanuni’nin aşkı ve yazdıklarıdan hiç de geri değildir.
Veziriazam İbrahim Paşanın Hazret-i Canım ve Sevdiğim Gözleri Güzel hitabıyla Hatice Sultan’a gönderdiği mektuplar yahut Ruhşahım Hamid’in Sana Kurban Ola diyen Birinci Abdülhamid’in Ruhşah’a olan o derin muhabbeti de göz ardı edilmemesi gereken tarihi aşklar silsilesine dâhildir.
Feridun Fazıl Tülbentçi diyor ki; Sultan Abdülaziz 1867 yılında gerçekleştirdiği Avrupa gezisinde Elize Sarayı’nda Fransa İmparatoriçesi Öjeni’ye fena halde gönlünü kaptırmıştı. Gerçi bütün cihan Öjeni’nin letafet ve güzelliğine hayrandı. Kendini seyre dalanları teshir eder, bakışları ile onları büyülerdi.
Sultan Abdülaziz’in 1867 ziyareti kazasız belasız tamamlanmışsa da her iki taraf da birbirlerini büyülemiş ve gönülleri zehirlenmişti…
Aradan fazla bir zaman geçmeden Sultan ile İmparatoriçe yeniden birbirlerini görmüşlerdi.
Süveyş Kanalı açılışına katılan İmparatoriçe Öjeni açılış töreni akabinde, 1869 yılı Ekim ayı başında, İstanbul’a doğru hareket etmişti.
Yapımı yeni bitmiş Beylerbeyi Sarayı’nın tefrişatı gelmekte olan müstesna misafir için yeniden elden geçirilmişti. Nihayet Öjeni İstanbul’a gelmiş ve saraya yerleşmiş, izzet ve ikram görmüştü.
Rivayet o ki; akşam hava karardıktan sonra yedi çifte saltanat kayığı ile Beylerbeyi Sarayı’na giden Sultan Abdülaziz Öjeni ile saatlerce birlikte olmuş ve ancak sabaha karşı Dolmabahçe Sarayı’na geri dönmüştü. Öjeni’nin İstanbul’dan uğurlanması da fazlası ile abartılı bir şekilde tasvir edilmişti. Güya Öjeni’niyi taşıyan Egl vapuru gözden kayboluncaya kadar Sultan Abdülaziz altın üzerine pırlanta işlemeli dürbününü elinden hiç bırakmamıştı.
Feridun Fazıl Tülbentçi ve daha başkalarının kalemine konu olan bu tür anlatımların hakikat olup olmadığı bilinmese de Abdülaziz-Öjeni muhabbetine dair yazılıp çizilenler tarihin sayfalarında yerini çoktan almıştı.
Öjeni hikâyesinin gerçek olup olmadığına vakıf olunamasa da Sultan Abdülaziz’in 1863 yılında Mısır’a yaptığı seyahati sırasında methini çok işittiği ama yüzünü bir türlü göremediği Hıdiv İsmail Paşanın kızı Tevhide Hanıma hayran olması ayrı onun aşk hayatına dair ayrı bir hikâyeydi.
1866 yılında babası ile İstanbul’a geldiğinde Sultan Abdülaziz hakikaten müstesna bir güzelliğe sahip olan Tevhide Hanımın o uzun kirpikli siyah gözlerinden ve gözlerin cazibesinden kendisini bir türlü alamamış, o gözlerin sahibine doğru dalıp dalıp gitmişti. Tevhide Hanımı daha ilk örüşte sevmişti. Ancak Sadrazam Fuat Paşa, sadaretten azledilmesi pahasına da olsa, Abdülaziz ile Tevhide’nin evliliklerine, bir dizi siyasi bahaneler icat ederek, engel oluvermişti.
Rivayet o ki gönlünü her nasılsa bir İngiliz kızına kaptıran bir başka isim de Sultan Abdülaziz’den sonra tahta geçen ancak saltanatı fazla sürmeyen Beşinci Murat olmuştu.
Dönemin meşhur savaş muhabiri Frank Scudamore’un “A Sheaf of Memories” adlı eserinde ifade ettiğine göre Murat, Pera’da tuhafiyeci bir kadının alımlı, endamlı güzel kızına âşık olmuştu.
Pera Murat’ın uğrak yerlerinden biriydi. Bu İngiliz kızı ile onu kim ve nasıl tanıştırmıştı bilinmese de, İngiliz kız, bir müddet sonra annesinin Pera’da ana caddede bulunan dükkânına uğramaz olmuştu. Anne-baba önceleri büyük bir telaş yaşamışlarsa da bir süre sonra kızlarının gayet güvende olduğunu öğrenmişlerdi. Denir ki; şayet Murat’ın saltanatı uzun sürmüş olsaydı, kimsenin pek bilmediği, evlenip iki de oğlunun olduğu bu hanımı dolayısıyla, Osmanlı tahtı yarı İngiliz idaresine geçmiş olacaktı.
Sultan Abdülhamid’den sonra tahta geçip padişah olan Reşat Efendi Abdülhamid’in saltanatı yıllarında gözetim altında tutulmuştu.
Yıldız Sarayı’nda murakabe altında olan Reşat Efendinin bahçe kapısından dışarı çıkması yahut izin almadan sarayı terk etmesi dahi mümkün değildi. Her daim nöbetçiler, haremağaları ve daha başkaları onu takip etmekteydi. Ancak gerçekçi bir şahsiyet olmakla birlikte Reşat Efendi Boğaz’da kayık sefası sırasında karşılaşıp tanıştığı bir İngiliz kızına nasıl olmuşsa olmuş âşık olmuştu. Tanışmalarından daha bir hafta sonra bu İngiliz kıza evlenme teklifinde bulunmuştu. Hadiseyi öğrenen Sultan Abdülhamid, yeşeren tomurcuğun büyüyüp gonca gül olmasına fırsat vermemiş, İngiliz kızın İstanbul’u derhal terk etmesi emrini vermişti.
Sultan Reşat’ın ölümü üzerine Osmanlı tahtının yeni sahibi Vahdeddin olmuştu. Dönem Birinci Dünya Savaşı’nın son demleriydi. Osmanlı Devleti tam bir gaile içerisindeydi. Askerler cepheden cepheye koşmakta, canlarını aziz vatan için feda etmektelerdi.
O tarihlerde 61 yaşında olan Sultan Vahdeddin, emrinde çalışan bir bahçıvanın henüz 19 yaşındaki muhteşem güzellikteki kızına gönlünü kaptırmış, âşık olmuştu. Saray’da temizlik yapmakta olan Nevzad adlı kızı ve kızın o müstesna güzelliğini fark eden Vahdeddin, padişah da olsa, kendisini şahit olduğu o güzellikten çekip kurtaramamıştı. Ertesi gün sarayda büyük bir hareketlilik yaşanmış, Vahdeddin’in evleneceği haberleri ağızlarda konuşulmaya, kulaktan kulağa dolaşmaya başlamıştı. Ama kimse onun bir bahçıvanın kızı ile evleneceğini ne düşünmüş ne de akıl edebilmişti. İki gün sonra bir bahçıvan kızı olan hizmetli Nevzad bir Sultan hanımı olmuş, kendisi için hususi surette hazırlanmış olan evinin hatırı sayılır kadını haline yükselmişti. Bütün bu olup bitenler ise çevreye ve harici dünyaya, Sultan Vahdeddin’in geleneklere uygun olarak genç bir kızla evlendiği şeklinde duyurulmuştu. Ancak sevda yüklü iki gönlün birlikteliği uzun sürmemiş, aralarına hasret girmiş, Sultan Vahdeddin İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalmıştı.
Gurbet günlerinde kendisinden ayrı kaldığı Nevzad’ının aşkına doyamamış ve hasretine dayanamamış olan Vahdeddin, ona bir mektup göndermiş ve: Yanıma gel Nevzad, ihmal etme. Sensiz yaşayamıyorum diye seslenmekten kendisini alamamıştı.
Sultan Abdülhamid söylediklerinde galiba haksız değildi:
…İnsan kaderinden kaçıp kurutulabilir mi?
Aşkın ne karşı konulamaz bir güç olduğunu unutuvermek doğru mudur?
Âşık olduğu kadınla yalnız kaldığında güçlü iken zayıf düşmeyen erkek var mıdır?
Âşık olduğu bir kadınla yalnız kaldığında zayıf olmayan güçlü adam nerede?
Ve bazen hepimiz çılgınlıklar yapmaya muhatap değil miyiz?
Aşk, kişi hangi rütbe ve şereftedir diye hiç bakar mı?
Aşk, annen ve baban ne diyecek diye sorar mı?
Aşk hiç akıl dinler mi?
.
Yunan Harbi Madalyası
1897 Osmanlı-Yunan Harbi’nin zaferle neticelenmesi üzerine bu savaşa iştirak ederek şecaat ve sadakat göstermiş olanlar ile seferle alakalı hususların icra edilmesinde iyi hizmetleri görülenlere bir Mefharet yahut Takdir nişanı verilmesi düşünülmüştü. Böyle bir madalya için Meclis-i Mahsus’ta vekillerce müzakerelerde bulunulmuş, görüşmeler neticesinde bu konuya dair kaleme alınan bir mazbata Sultan II. Abdülhamid’in de iradesini mucip olmuştu. Her ne kadar Meclis-i Mahsûs-i Vükela’da yapılan müzakerelerde Yenişehr’in fethi ve ona taalluk eden hususların da madalyada yer alması kararlaştırılmışsa da padişahın iradesi gereği bunlara yer verilmemişti.
Yunan Harbi dolayısıyla bastırıldığı ve tevzi edildiği için bu madalyaya Yunan Harbi Madalyası adı verilmiş, ancak savaşın kesin sonucunu tayin eden yer olması bakımından Dömeke Savaşı Madalyası olarak da anılmıştı.
Madalyanın imal masrafı Sultan II. Abdülhamid tarafından ihsan buyrulmuş ve bunun için Hazine-i Hâssa’dan Maliye Hazinesi’ne gerekli meblağ aktarılmıştı. Sayısı 190.000 adede ulaşan ve Meskûkât-ı Şahane İdaresi’nce yaptırılmış olan bu madalyaların darbı ise Darphane-i Âmire’de gerçekleştirilmişti.
Bir beraatla birlikte verilen bu madalyalar altın ve 4.5 dirhem gümüşten meydana gelmiş olup 25 mm. çapında ve 5.95 gram ağırlığında takdir edilmişlerdi.
Ön yüzünde defne dalı içinde Padişah’ın el-Gazi unvanı yazılı tuğrası, arka yüzünde Yunan Muharebesi ve altında Yevm-i Pazar 23 Zilkade Sene 1314 tarihi ve bir de kendilerine verilecek olanların isim mahalli yer almıştı. Madalya ayrıca üç yeşil çizgisi ve zemini kır- mızı olan bir kurdele ile süslenmişti.
İhdas olunan bu madalya Dersaadet’te yaralı ve gazilere tevzi olunmuştu.
Sultan II. Abdülhamid İstanbul’a gelen gazilere bir hitabede bulunmuş, savaşa katılan askerlerin elde etmiş oldukları zaferler dolayısıyla duymuş olduğu memnuniyeti dile getirmiş, hüsnü harekette bulunmuş olmalarından dolayı kendilerini tebrik ederek savaşın bir hatırası olmak üzere gazi ve yaralıların madalyalarını bizzat kendisi tevzi etmişti.
Yunan Madalyası harbe katılıp bilfiil savaşmış olanlara ilaveten bütün Osmanlı nazırlarına ve ayrıca harp sırasında kahramanlık gösterenlere de takdim edilmişti. Mesela Dömeke Muharebesi’nde müstahkem bir mevkiin zapt olunmasındaki hizmetlerinden dolayı İkinci Ordu-yu Hümâyun Redif Yirmi Üçüncü Alay’ın İkinci Taburu’nun Üçüncü Bölüğü efradından Akşehirli Hasan bin Hüseyin’e beraat verilmiş ve yine Morning Post gazetesi muhabiri Mister Hamilton Velden gibi bazı yabancılara da ihsan olunmuştu. Ayrıca madalyanın birer adedinin de Dâire-i Askerîye erkân ve ümerası ile bu dairelerde görev yapan memur ve kâtiplere verilmesi rica edilmişti.
Yunan Madalyası’na ilaveten savaş sırasında göstermiş oldukları başarı ve hizmetlerden dolayı Teselya Ordusu Kumandanı Gazi Edhem Paşaya ve Yanya Kolordusuna bağlı fırka kumandanlıklarında bulunmuş olan zevata da devletçe bir iltifat ve aileleri için de bir dereceye kadar refah olmak üzere, hazine tarafından hediyeler verilmesi düşünülmüştü. Bunun için Teselya kıtası Osmanlı idaresinde bulunduğu sürece Düyun-i Umumiye Varidat-ı Mahsusa İdaresi’nce tahsil olunup hazineye ait olduğuna karar verilmiş bulunan 20.000 liranın mezkûr kumandanlara tevzii Meclis-i Mahsus-i Vükela’nın kararı ve padişahın da iradesi gereği uygun görülmüştü.
Bu paranın başkomutan olmasından ve bilfiil harp meydanında bulunmasından ötürü 5.750 bin lirası Edhem Paşaya; 1.250 lirası Ferik Ömer Rüşdü, Hayri, Neşet, Memduh, Hakkı, Hamdi, Haydar, Osman ve İbrahim Paşalara verilmiş, Topçu Feriki Rıza Paşa ile Erkân-ı Harbiye mirlivalarından Rıza ve Seyfullah Paşalara da biner lira atiye olarak tevzi edilmişti. Yine mezkûr Teselya ve Yanya kumandanlarına sadâkat ve hizmetlerinin bir hatırası olmak üzere Sultan II. Abdülhamid adına Ferik Vehbi Paşa tarafından, üzerleri altın hat ile süslü birer kılıç hediye olunmuştu.
Ayrıca savaş sırasında şehit düşenlerin yetimlerine ve almış oldukları yaralar dolayısıyla malul kalan gazilere maluliyetleri nispetinde hükûmet tarafından maaş bağlanmış, emekli sandığından istihkaklarının karşılanması kararlaştırılmış ve bunlar için bir yardım sergisi açılmıştı.
Sultan II. Abdülhamid’in de bir nutuk irat ettiği bu sergiye Almanya ve Avusturya imparatorları ile Fransa ve İran hükümdarları da iştirak etmişlerdi.
.
Lozan’da kaybettiğimiz adalar
İttihat ve Terakki Cemiyeti 1908’de fiilen, 1909’da ise resmen Osmanlı idaresini ele almasından sonra bir dizi savaşlar dönemi başladı.
Bunlardan ilki birliğini geç tamamlamış ve sömürgecilikte geç kalmış bir devlet olan İtalya ile bugünkü Libya coğrafyasında ve daha ziyade Trablusgarp, Bingazi, Derne ve civarında gerçekleşti. Trablusgarp Savaşı devam ederken Balkanlarda daha büyük bir tehlikenin baş göstermesi üzerine İtalya ile barış yapılması (Ekim 1912) kaçınılmaz oldu.
Yapılan antlaşma gereğince Trablusgarp ve Bingazi’ye tam özerklik tanındı ve dolayısıyla bu yerlerin İtalya tarafından işgal edilmelerine kapı aralandı. Antlaşma maddeleri uyarınca Rodos ve çevresindeki Oniki Ada da, geçici olarak, İtalya’ya bırakıldı. Fakat kısa bir süre sonra Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’ndaki mağlubiyeti ve topraklarının işgal edilmesi söz konusu adaların iadesinin önündeki en büyük engellerden birisi oldu. Adalar, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bizim değil, Yunanistan’ın oldu.
Hal böyle olmakla beraber adaların bir de Lozan Konferansı’nda geçirdiği safha var.
İsmet Paşa başkanlığındaki heyet Lozan’da kendi ellerimizle yıktığımız bir devletin yerine yeni bir devlet kurma çabasının verildiği bir sırada adalar konusunu da devletler ile müzakerelerde bulundu. Diğer bir ifade ile Ege adaları konusu Uşi antlaşması ile sınırlı kalıp bir daha ele alınmamış değildir. Konu Lozan konferansında bir daha gündeme gelmiş ve müzakere edildi.
Ancak Ege adaları ile ilgili olarak, Mussolini, On İki Ada'nın Lozan Konferansı’ndaki tartışmalara dâhil edilmemesini sağladı. Dolayısıyla da geçici olarak İtalya’ya 1912 Uşi antlaşması ile bırakılmış bulunan Oniki Ada’nın durumu müzakere konusu dahi edilemedi.
Hal böyle olunca da konferansta ele alınabilecek olan adalar sadece daha kuzeydeki gruplar oldu.
Zira kuzeyde bulunan ada gruplarının mülkiyetinin kime ait olduğu Türkiye ve Yunanistan arasında savaşın başlamasından beri tartışmalı bir durum arz etmekteydi.
Bu adalar, biri Çanakkale Boğazı girişine yakın, diğeri ise Anadolu kıyılarının aşağısı ve yakınında olmak üzere iki kümeye ayrılmışlardı.
İsmet Paşa, kuzey gruba ait Bozcaada, İmroz ve Semadirek'in Türkiye'ye iade edilmesi gerektiğini, güney grubunu oluşturan Midilli, Sakız, Sisam ve Karyot adalarının ise bir tür nötürize edilmiş ve özel bir rejime tabi tutulmaları gerektiğini ifade edip (istemeyip) o yönde savunmalar yapmıştı.
Veniselos da bu adaların askersizleştirilmesini kabul etmeye hazırdı, ancak özel bir idare kurumunu kabul etmemişti.
İmroz ve Bozcaada, Limni ve Semadirek adaları coğrafi mevkileri dolayısıyla önemliydi. Çanakkale Boğazı'nın girişine oldukça yakın bir mesafede bulunmaktalardı. Böyle olmaları ise Boğazlar sorunu için öngörülen çözümü zorlaştırmakta ve hatta içinden çıkılmaz bir hale getirmekteydi.
Bu nedenle, Taşöz ve belki de Semadirek'in, Trakya anakarasının sahibi olan ülkeye ait olabileceği ve İmroz ve Bozcaada’nın da Boğazlar için belirlenen aynı kısıtlamalara bağlı olarak, askeri varlığın olmaması şartıyla, Türkiye'ye tahsis edilmesi gerektiği yönünde bir kanaat hâsıl olmuştu.
Güneydeki grupla ilgili olarak, Midilli, Sakız, Sisam ve Karyot adalarının ise Yunanistan’ın elinde kalmasına karar verilmişti. Fakat bu adaların da askerden arındırılmış olarak elde bulundurulmaları karara bağlanmış ve yerel olarak askere alınan kimselerin askerlik eğitimlerinin mümkün olabileceğine izin verilmişti.
Adalar konusunda böyle bir taksimat söz konusu olmuşsa da adalar Anadolu kıyılarına yakın olduklarından, yerel polis dışında, herhangi bir kuvvetin bu bölgelerde askere alınmasının veya eğitilmesinin yasaklanmasının tercih edilmesi varılan antlaşmanın geçerliliği açısından önemliydi. Hatta buralarda Rum nüfusun iskânının devam etmesi ve giderek artacak olması halinde ise durumun istikbalde çözümlenemez problemlere sebebiyet vereceği de aşikâr bir haldi.
Adalar konusu ve bu konudaki konumumuz gündeme gelip Lozan Antlaşması’nın iddia edildiği gibi bir zafer değil, tam bir hezimet olduğu söylenip antlaşma tenkit edilince, böyle bir yaklaşıma karşı yapılan savunma, hemen konunun çarpıtılması ve “ama biz adaları 1912’de kaybetmedik mi”, diyerek Uşi Antlaşması’na sığınmak olmaktadır.
Evet; adaları biz Uşi Antlaşması ile kaybettik, ama bu kaybediş muvakkaten/geçici bir şart ve suretleydi. Fakat adalar konusu Lozan’da da gündeme geldi, tartışıldı, fakat Uşi Antlaşması’ndan doğan haklarımız galiba iyi savunulamadı. Bırakın Oniki adayı, sair adaları dahi elde etmek maalesef mümkün olamadı.
Daha evvelce de ifade edildiği gibi; İsmet Paşa, kuzey gruba ait Bozcaada, İmroz ve Semadirek'in Türkiye'ye iade edilmesi gerektiğini, güney grubunu oluşturan Midilli, Sakız, Sisam ve Karyot adalarının ise bir tür nötürize edilmiş ve özel bir rejime tabi tutulmaları icap ettiğini ifade etmiş, o yönde savunmalar yapmış ve fakat ve maalesef istememişti.
Peki, bu durumda biz adaları Uşi’de mi kaybetmiş oluyoruz?
Lozan’ı es mi geçmek gerekiyor?
Ya sonrası.
Savaş sona erdi, yeni Cumhuriyet Türkiye’si kuruldu, fakat Lozan’da alamadığımız Oniki ada İkinci Dünya Savaşı’na kadar İtalyanlarda kaldı. Sonra da Yunanlılara devredildi.
Bu ara dönemde ve sonrasında Türkiye Oniki adayı İtalyanlardan alamaz mıydı? Almak için hangi mücadeleyi verdi?
Biz bugüne kadar Ege’de olup bitenleri kıyıya kurduğumuz masadan seyretmekle meşgul olduk galiba. Var olan Bahriye Vekâleti’nin (1924-1928) kapısına, Yavuz-Havuz davası sonrasında, pireye kızıp yorganı yakarcasına, kilit vurduk. O gündür bu gündür Deniz Bakanlığımız yoktur.
1950’lere kadar da askeri teşkilatımız içerisinde Deniz Kuvvetleri Komutanlığı diye bir birimimiz olmadı. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nın kurulması ancak 1949 yılında söz konusu oldu. Denizlerimiz ve denizlerimizdeki çıkarlarımız, ilk zamanlar, Deniz Müsteşarlığı (1928-1949)’nın ellerine emanet edildi.
Biz haklı ve şanlı olarak işgalci Yunanı İzmir’de denize döktük. Zannettik ki Yunan boğulup yok oldu. Oysaki denize döktüğümüz Yunan Ege’deki bütün adaları istila ettiği gibi Ege Denizi’nin deniz ticaret ve taşımacılığında da söz sahibi oldu.
Bugün net bir şekilde anlaşılmaktadır ki istikbal göklerde olduğu kadar denizlerde de söz konusudur. Ve maalesef Mavi Vatan, Karadeniz’de tam anlamı ile söz konusu olmakla birlikte, özellikle Akdeniz’de oldukça problemli, Ege’de ise, çok maalesef ki, neredeyse bütünüyle Anadolu’nun kara sınırları ile mahdut haldedir.
Osman Nâmi beyin pek güzel bir surette ifade ettiği üzere; “vasıfları ve hasleti; hata ve günahları; sevap ile ihtişamıyla milletimizin mazisi Türkündür.”
Dolayısıyla bugün gerekli olan ve üzerimize düşen görev önyargılarımızdan soyutlanmış, yalın hakikati benimsemiş, körü körüne hareket etmeyi terk ederek önümüzü görecek surette ilerlemeye azmetmiş olmamız gerektiğidir.
.
Yunanistan’ın unuttuğu Osmanlı Tokadı
Bundan tam 123 yıl önce Yunanistan yine haddini aşarak Osmanlı Devleti ile mücadele içerisine girmişti.
1897 Osmanlı-Yunan Harbi’nin ortaya çıkış sebebi Girit hâdisesi olmuştu.
Hadise, Osmanlı Devleti’nin geniş hoşgörüsü içerisinde her türlü hakka sahip olarak yaşayan Yunanlıların teşvik ve ifsatlarının bir neticesi olarak meydana gelmişti.
Yunan Hükümeti Girit’te meydana getirdiği kargaşayı sadece yerli eşkıya elinde bırakmamış aynı zamanda kendi ahalisinden tertip ettiği silahlı eşkıya fırkalarını düzenli askerleriyle birlikte adaya musallat etmişti. Diğer taraftan deniz kuvvetlerini de Girit’in zapt ve istilası maksadıyla ada sularına göndermişti.
Yunanistan’ın bu gayet aleni tecavüzkarlığı sebebiyledir ki adada muayyen yerlerde yaşayan Müslüman halk ve zayıf bulunduğu noktalarda Osmanlı askerleri, hiçbir medeniyet ve milletin kabul edemeyeceği vahşi ve gaddar bir surette kadın, erkek ve çocuk ayırımı yapılmadan katle tâbi tutulmuşlardı.
Söz konusu hadisenin gelişiminde etkin surette rol oynayan unsurlar ise Megali İdea Fikri, Etniki Eterya Cemiyetinin faaliyetleri, Yunanistan’ın Büyük Devletlerin yardımlarına mazhar olacağı inancı; Yunan kamuoyunun rolü ve savaşın vuku bulduğu tarihlerde Osmanlı Devleti bir kısım zorluklar içerisinde bulunması olmuştu.
Yunancada Büyük Fikir, Büyük Ülkü anlamına gelen Megali İdea Bizans İmparatorluğu’nun yeniden ihya edilmesini hedefleyen ve bu maksatla Yunanistan’ın dış politikasının ana unsuru hâline gelen bir kavramdı. Dolayısıyla da 1897 Savaşı’nın çıkmasının en büyük sebeplerinden birini teşkil etmişti.
Gerek Kral George’un İngiltere, Rusya ve Almanya hükümdar ailelerine olan akrabalığı gerekse Avrupa kamuoyunun eski Yunan medeniyeti ile alaka içerisinde bulunmasını göz önüne alan Yunan Hükûmeti, Girit’in rahatlıkla elde edilebileceğini ve Avrupa devletlerinin muhtemel bir savaşta kendilerini desteksiz bırakmayacaklarını ümit etmişti.
Kuruluşundan 1897 yılına kadarki muayyen tarihlerde kendileri tarafından sebebiyet verildiği hâlde, zuhur eden hemen her olaydan hep Yunanistan’ın kârlı çıkması ve hareketlerinde ve sair taleplerinde Avrupa devletlerinin yardımına mazhar olması, Yunanlıları Avrupa devletlerinin yardımlarına sürekli mazhar olacakları şeklinde bir inanca kail olmalarına sevk etmişti.
1897 Savaşının yaşanmasında Yunan kamuoyunun da büyük rolü olmuştu. Başta muhalefet partisi lideri Rallis ve Etniki Eterya Cemiyeti olmak üzere halkın büyük bir kesimi tarafından Deliyannis Hükümeti pasif davranmakla suçlanmış, Girit meselesiyle yeterince ilgilenmediği, Girit Rumlarına yardım etmediği dile getirilmiş ve orduyu atıl bıraktığı ithamı yapılarak hükümet üzerinde ciddi bir tazyik oluşturulmuştu. Heyecan içerisinde bulunan halkın bu arzusuna ise ne kralın ne de Yunan Hükümeti’nin karşı koyması mümkün olmuştu.
Savaşın vuku bulduğu tarihlerde Osmanlı Devleti de bir kısım zorluklar içerisinde bulunmaktaydı. Özellikle savaş arifesindeki Ermeni olaylarının gündemi meşgul etmesi ve bu yöndeki hâdiselerin had safhaya ulaşmış bulunması Avrupa devletlerinin tutum değiştirmesine ve Osmanlı Devleti’nin devletlerarası siyasi alanda itibarının sarsılmasına sebebiyet vermişti. Ayrıca öteden beri devam eden malî sıkıntı da üstesinden gelinemeyen konulardan biriydi. Osmanlı Devleti’nin sefer yapabilecek kabiliyeti bir tarafa, dâhili harcamaları bile karşılayacak malî gücü bulunmamaktaydı. Bu noktada Maliye Nezareti’nin dışarıdan kredi bulma şansı da pek mümkün gözükmemekteydi.
Bu ve sair sebeplerden dolayı Osmanlı Devleti’nin sıkıntılı günler yaşaması yayılma politikası gütmekte olan Yunanistan’ın işine gelmiş, mevcut durum kaçırılmaması gereken bir fırsat olarak değerlendirilmeye çalışılmıştı.
Yunanistan’ı savaş noktasında harekete geçiren unsurlar arasında belki en önemli gelişmeler Schleswig-Holstein’in Prusya Krallığı tarafından alınması; 1881’de Fransa’nın Tunus’u; 1882’de İngiltere’nin Mısır’ı işgal etmesi ve yine siyasi tehditler ve aldatmacalar neticesinde İngiltere’nin 1878’de Kıbrıs’a yerleşmesi; 1885’te Şarkî Rumeli’nin Bulgaristan’la birleşmesi ve ayrıca Fener Rum Patrikliği’nden ayrı müstakil bir Bulgar kilisesinin teşekkülü; 93 Harbi’ni müteakip Bosna-Hersek ve Yenipazar üzerinde Avusturya’nın hak iddia etmesi ve neticeleri gibi gerek Avrupa’da gerekse Orta Doğu ve Afrika’da birtakım yerlerin el değiştirmesi olmuştu. Bu ve benzeri gelişmeler Yunanistan’ı Megali İdea’nın öngördüğü emellere ulaşma noktasında cesaretlendirmişti.
Topraklarının bütünlüğünü muhafaza etmek ve hükümranlık haklarını korumak mecburiyetinde olan her devlet gibi Osmanlı Devleti de Yunan Hükümeti’nin âdeta bir şekavet ve Osmanlı topraklarını gasp etme kabilinden olan hareket ve muamelesine karşı her türlü şiddet hareketi icrasında bulunmakta muhtar iken olaylar karşısında adilane hareket edeceklerine itimat ettiği Büyük Devletlerin kararlarına riayet ve onlarla birlikte hareket etmiş, topraklarının bütünlüğünün muhafazası şartıyla mezkûr devletlerin her türlü tavsiye ve ihtarlarını kabul etmişti.
Ancak her şey nafile yereydi…
Yunanistan’a karşı kaçınılmaz olarak savaş ilan edilmesinin (17 Nisan 1897) ertesi günü Osmanlı kuvvetleri 18 Nisan 1897’de Milano’yu, 25 Nisan’da Yenişehir’i, 26 Nisan’da Tırhala’yı ve 17 Mayıs’ta Dömeke’yi fethetmişti. Dömeke Meydan Muharebesi’nde Yunan kuvvetleri büyük bir bozguna uğratılmıştı.
Tırnova, Yenişehir, Loros, Velestin, Golos, Çatalca, Furka Boğazı ve Ermiye’nin fethi söz konusu olmuş, Osmanlı kuvvetleri, Alman kurmaylarının altı ayda geçemez diye rapor ettikleri Termopil Geçidi’ni 24 saatte aşarak Atina’ya doğru ilerlemeye başlamışlardı.
İşte tam bu noktada Avrupa devletleri hakikaten de Yunanistan’ın imdadına yetişmişler ve Osmanlı Devleti ateşkes yapmak zorunda kalmıştı.
Osmanlı kuvvetlerinin 3 hafta gibi kısa bir zaman zarfında elde ettiği muzafferiyet Yunanistan için tam bir Osmanlı tokadı olduğu gibi imparatorluk bünyesinde olduğu kadar Mısır, Tahran-İran, Hindistan, Mesina, Açe ve sair yerlerde büyük şenlikler ve heyecanlı konuşmaların yapıldığı, toplantıların düzenlendiği bir ortam içerisinde karşılanmış, Osmanlı himayesine tekrar dönülmesini gündeme getirmiş, Osmanlı Hilafeti’ne karşı duyulan kalbî bağlılığın yeniden canlanmasına, Türkistan, Madagaskar ve Cezayir Müslümanları arasında karışıklıkların çıkmasına ve İngiltere’nin dikkatlerini yeniden hilafet meselesine çevirmesine sebebiyet vermişti. Böyle bir durum ise hiç şüphesiz Sultan İkinci Abdülhamid’in uygulamaya koyduğu İslamcılık politikasını kolaylaştıran, geliştiren ve genelleştiren bir unsur olmuştu.
1897 Savaşı dolayısıyla elde edilen galibiyet ile zafere susamış Türk halkı muzafferiyetin gurur ve sevincini tatmış, Alman İmparatoru İkinci Wilhelm’in 1898’de İstanbul’a gelişi ve İslamiyet’e yakın olduğu hissini uyandırması halkın padişaha karşı duyduğu bağlılık ve itimadı daha da artırmıştı. Sultan Abdülhamid de, gerek elde edilen askerî zaferin gerekse halk tarafından kendisine karşı duyulan teveccühün bir neticesi olarak Gazilik unvanını almıştı.
.
Yunanistan Avrupa'nın büyüttüğü çocuktur
Çok uluslu bir yapıya sahip olan Osmanlı Devleti birçok milletin yanında Yunanlıları da uzun bir süre bünyesinde barındırmıştı. Ancak bu birliktelik on dokuzuncu yüzyılın ilk çeyreğinde vuku bulan bir isyanla bağımsızlık arayışına dönüşmüştü.
Rumlar, Osmanlı Devleti coğrafyasında hemen her tarafa yayılmış olmakla birlikte daha ziyade Mora, Teselya ve Epir bölgelerinde yaşamaktalardı. Diğer milletlere kıyasla da mühim bir avantaja sahiplerdi. Ancak Osmanlı Devleti’nin zayıflamasına paralel olarak isyan içerisine girmeyi tercih etmişlerdi.
İsyanlarla başlayan ve kademe kademe gelişen Rum istiklal mücadelesinin en yoğun dönemi Osmanlı Devleti’nin çöküş tarihlerine rastlar. 1814 yılında kurulan Filiki Eterya adlı gizli cemiyetin çalışmaları bağımsızlık mücadelesine hız kazandırmış, 1828 yılına kadar devam edecek olan bir dizi isyanın ilkinin 1821’de vukuunu hazırlamıştı.
Yunan siyasi uyanışına ve isyanlarının çıkmasına sebep olan unsurlar arasında Filiki Eterya Cemiyeti’nin çalışmalarını, milliyetçilik akımının Rumlar arasında yayılmasını, Rum ve Avrupalı aydınların Rum istiklali konusundaki gayretlerini ve Tepedelenli Ali Paşa İsyanını saymak mümkündür. Ancak Yunanistan’ın bağımsızlığa kavuşmasının en büyük amilini bir kısım Avrupa devletlerinin yardımı oluşturmuştu.
Bu noktada İbrahim Paşa’nın Mora ve civarındaki âsi Rumlara karşı sürdürmekte olduğu faaliyetlerine İngiltere ve Rusya’nın engel olmak ve Paşa’nın buralarda hâkimiyet sahibi olmasına fırsat vermemek ve ayrıca Osmanlı Devleti’ne karşı maşa olarak kullanabilecekleri bağımsız bir Yunanistan meydana getirmek üzere harekete geçmeleri Yunan istiklalinin gelişmesini ve gerçekleşmesini sağlamıştı.
Söz konusu devletler Yunanlılara muhtariyet sağlamak üzere içerisinde “Yunanistan Osmanlı İmparatorluğu’na vergi ile bağlı muhtar bir devlet hâline getirilecek ve bütün Türkler Yunanistan’dan çıkartılacak.” şeklinde bir maddenin de yer aldığı 4 Nisan 1826 tarihli Sen-Petersburg Protokolü’nü kendi aralarında imza etmişlerdi.
6 Temmuz 1827’de bahsi geçen devletlere ilaveten altında Fransa’nın da imzasını taşıyan ve Osmanlı Devleti’nin âsi Yunanlılarla mütareke yapmasını ve bir Yunan Devleti’nin kurulmasını, aksi takdirde kuvvet kullanımını öngören Londra Antlaşması imzalanmıştı.
Mezkûr protokolün muhtevasının Osmanlı Devleti tarafından tanınmaması üzerine protokolde geçen vesâil-i kaviyyeye (kuvvete başvurulacağı) müracaat edileceği tehdidi 20 Ekim 1827’de Navarin’de İngiliz, Fransız ve Rus gemilerinin Osmanlı ve Mısır donanmalarını yakıp yok etmeleri hareketini doğurmuştu.
Bağımsız bir Yunanistan’ın oluşturulması yolunda 1821 yılında Mora ve çevresinde başlayan Rum isyanının âdeta Navarin baskını ile temeli atılmış, 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı ve Osmanlı Devleti’nin bu savaştaki mağlûbiyeti üzerine 14 Eylül 1829’da imzalanan Edirne Antlaşması ile omurgası oluşturulmuş ve nihayet 3 Şubat 1830’da Londra’da imzalanan yeni bir protokol ile de 16 Kasım 1828’de kendi nüfuz bölgeleri hâline getirdikleri Mora ve Atik yarımadaları ile Eğriboz ve Kiklad adaları üzerinde bağımsız bir Yunan Krallığı’nın fiilen kurulması sağlanmıştır.
Mezkûr devletler bu yönde almış oldukları kararı 8 Nisan 1830 tarihli bir nota ile Osmanlı Devleti’ne tebliğ etmişler, 1828-1829 Rus Harbi’nden yorgun ve bitkin çıkmış olan Osmanlı Devleti ise 24 Nisan 1830’da, yaklaşık on yıl kadar sürecek olan bir buhran devresine kendisini muhatap kılan iç isyanlar, yabancı devletlerin müdahaleleri, donanmasını kaybetmesi ve yaşadığı sıcak bir savaş üzerine, istemeyerek de olsa Yunanistan’ın istiklalini tanımak zorunda kalmıştır. Teşekkül ettiği mevki itibariyle Avrupa devletlerinin nüfuz bölgesi içerisinde bulunması Yunanistan’ın bir noktada istiklalini ve kuruluşunu kolaylaştırıcı bir unsur olmuştur.
Adı geçen devletler Yunanistan’ın istiklalini sağlamakla kalmamışlar aynı zamanda Osmanlı Devleti tarafından da 24 Nisan 1830’da kabul edilmiş olan Londra Protokolü’nün birinci maddesindeki “Yunanistan bağımsız olacak ve tam bir bağımsızlığa mahsus olan her türlü siyasi, mülkî ve ticarî haklardan müstefid olacaktır.” ve yine dördüncü bendinde “(Osmanlı Devleti ve Yunanistan) ticaret ve seyr-i sefain hukuku cihetince Osmanlı Devleti ve Yunanistan ile sulh ve müsalemet (barış) üzere bulunan diğer devletler tebaası gibi karşılıklı muamelede bulunacaklardır.” şeklindeki 1897 Savaşı’na kadar cari olacak kayıtlarla Yunanistan’a bağımsızlığının yanında kalkınma ve gelişme imkânı da sağlamışlardı.
Kurulan yeni Yunan Krallığı’nın başına Leopold Von Sachsen-koburg’un geçmesi kararlaştırılmıştı. Ancak kralın daha tahta çıkmadan istifa etmesi üzerine Londra’da bir araya gelen mezkûr üç devlet, aralarında yaptıkları yeni bir antlaşma ile Ege Denizi’ndeki bazı adaların ilhakı ile Yunan Krallığı’nın sınırlarının genişletilmesini karara bağlamışlar, Yunan tahtına da Bavyera Wittelsbach Hanedanı’ndan Kral Louis’in oğlu Prens Otto (1833-1862)’yu getirmişlerdi.
Öte yandan 1830 Londra Antlaşması’nın daha mürekkebi bile kurumadan İngiltere’nin Babıâli üzerinde yaptığı siyasi baskı neticesinde iki devlet arasındaki sınır daha kuzeye, Arta-Volo hattına çekilerek3 Yunanistan lehine ilk sınır değişikliği de vuku bulmuştu.
Rusya ve İngiltere -Yunanistan’ın bağımsızlığı konusunda daha sonra bunlara katılmış olan Fransa- devletleri arasındaki güç kazanma veya kuvvet kaybetme ve dolayısıyla da hâkim olmak veya olamamak noktasındaki siyasi rekabet Yunanistan’ın kuruluşunu hızlandıran unsurlardan biri olmuştu. Ancak bu devletlerin gerek kuruluşu, idarî şeklinin tespiti, sınırlarının tayini ve hatta kimin tarafından yönetileceğinin belirlenmesi konusunda Yunanistan’a karşı izlemiş oldukları politikaları gerekse daha sonraları ve hatta bugün bile takip ettikleri siyasetleri nedeniyle tarihî seyri içerisinde Yunanistan’ın uzlaşmaz bir yapı sergilemesinin belki de en mühim sebebini oluşturmuştur.
Londra Protokolü ile bağımsız bir krallığa kavuşmuş olmasını Megali İdea’nın ilk merhalesi olarak değerlendiren Yunanistan, bağımsızlığını müteakip genişleme politikasına koyulmuş ve başta Girit adası olmak üzere Eğriboz, Sisam, Atina ve Makedonya ve sair yerleri kademe kademe elde etmeye çalışmıştı. Böyle bir politika ise Osmanlı Devleti ile siyasi platformda daima çatışma hâlinde olan ve yıllar boyu devam ederek bugüne kadar uzanan menfi bir durum ve öngörülemez bir münasebetin meydana gelmesine sebebiyet vermiştir.
On dokuzuncu asrın başlarından itibaren zuhur ettiğini gördüğümüz bağımsız bir Yunan Krallığı’nın kurulması yolundaki faaliyetler, netice itibarıyla sadece Yunan istiklali ile de sınırlı kalmamıştı. Yeniçeri Ocağı’nın lâğvedildiği ve askerî ıslahatların iç muhalefete rağmen sürdürülmeye çalışıldığı bir sırada Yunan Krallığı’nın kurulması ile Osmanlı Devleti yeni topraklar kaybetmeye başlamış, kaybedilen bu topraklar üzerinde muhtar ve bağımsız devletlerin teşekkülü söz konusu olmuştu.
.
Monte Carlo rulet masasında başlayan bir aşk hikâyesi
Lady Sholta Douglas Hollandalı elmas tüccarı milyoner F. H. R. Mosselmans’ın tek varisi olan kızıydı. Kendisine babasından 8.000.000, halasından ise 5.000.000 Sterlin miras kalmıştı. Son derece zengin olmasının yanında ayrıca güzel de biriydi. Sahip olduğu bir diğer özellik ise Avrupa’da en küçük ayaklara sahip biri olmasıydı. Dolayısıyla da ayaklarını 20.000 dolara sigorta ettirmişti. Fakat evlilik konusunda oldukça bahtsız biri olmuştu.
Asıl adı Georgine Leonora Barnard Mosselmans olan Lady Sholta Douglas önce Hollandalı biriyle, sonrasında ise bir İskoçyalıyla evlenmişti. Ancak her evliliği de ayrılıkla sonuçlanmıştı. Şaşırtıcı olan ise gerçekleştirmiş olduğu evliliklerin hiç birisinden ders almamış gözükmesiydi. Evlendiği sonraki her isim ona öncekilerden daha kötü tecrübeler yaşatmıştı.
Lady Sholta Douglas üçüncü evliliğini Şehzade Burhaneddin Efendi ile yaptı.
Burhaneddin Efendi Sultan İkinci Abdülhamid’in oğlu ve en fazla sevdiği şehzadesiydi. Büyük bir serbesti içerisinde büyümüş, Almanya’da tahsil görmüştü. Bir kaç dil biliyordu. Alman İmparatoru Wilhelm’e yakın biriydi. Enver Paşanın ise adeta kankasıydı. Aralarında büyük bir muhabbet vardı. Sultan Abdülhamid mevcut tahta seçme kuralını onun için değiştirmek istemekte ve kendisinden sonra padişah o olsun istemekteydi. Şayet 31 Mart hadisesi yaşanmamış ve tabii surette tahta veda etmiş olsaydı Burhaneddin Efendi de pek muhtemeldir ki kendisinden sonra tahta geçmiş olacaktı.
Lady Sholta Douglas ile Şehzade Burhaneddin Efendi Monte Carlo’da tanışmışlardı.
Burhaneddin Efendi kendisini gayet güzel takdim etmişti. Belirttiğine göre, İstanbul’da sarayları vardı… Muhteşem suretteki Arap atlarına sahipti… Ancak savaş her şeyi altüst etmiş, kendisini de Avrupa’ya atmıştı. Fakat öyle olmuş da olsa o Avrupa’da hala hatırı sayılır bir lüks içinde yaşamaktaydı. Müsrif ve eğlence hayatını seven biri olmanın ötesinde İngilizlerin kendisinden şikâyetçi oldukları bir durumu vardı. İddiaya göre tam bir siyasi entrikacı olan şehzade Burhaneddin Efendi Musul petrol sahası nedeniyle İngiltere ile Türkiye’yi savaşın eşiğine getirmişti.
Burhaneddin Efendi Efendi Lady Sholta Douglas’ın mevcudiyetinden haberdar olduğunda sahip olduğu parayı Monte Carlo rulet masalarında tüketmişti. Ancak Douglas ile doğru bir zaman ve mekânda, 1925 Ocağında yine birkaç bin frank kaybettiği rulet masasında tanışma fırsatı elde etmişti. Kendisine Boğaz’da bulunan muhteşem sarayından ve Türkiye’de malik olduğu mal varlığından söz etmişti. Musul petrol yataklarının satılmasını beklediğinden dem vurmuş, sahip olduğu mallarını Türki Hükümeti’nden geri alabileceğini umduğunu belirtmişti.
Ayrıca kendisine Suriye ve Arnavutluk’a kral olması tekliflerinin yapıldığını da söz konusu etmişti. Bütün bunlar dul milyarder Sholta Douglas’ın gözlerinin açılmasına ve şehzadeye daha bir dikkat ve ciddiyetle yönelmesine sebebiyet vermişti. Şehzadenin kendisine karşı sergilediği sıcak yaklaşımlara o da karşılık aynıyla karşılık vermeye başlamıştı. Burhaneddin Efendi ise fırsatı ganimet bilmiş ve hemen genç, güzel, dul ve milyoner bayandan borç para almaya yönelmişti. Gönül almasını yahut siyasi entrikaları iyi bilen şehzade; şayet kendisi ile yapılan krallık teklifleri arasında seçim yapmak zorunda kalacak olursa tercihinin kendisi olacağını ifade ederek en büyük fethi de gerçekleştirivermişti.
Burhaneddin Efendi Lady Sholta Douglas’a karşı daha başka güzel sözler de söylemiş ve onun kalbini bütünüyle kazanmayı başarmıştı. Douglas nihayet Burhaneddin Efendinin kolları arasına girmiş ve çek defterini de emrine amade kılmıştı.
Bayan Douglas nikâhın Londra’da kıyılmasını arzu etmişse de şehzade Londra’dan nefret ettiğini ifade ederek Viyana’yı tercih edeceğini belirtmişti. Neticede ise Güney Almanya’da termal suları ile meşhur Baden Baden’de muhteşem bir törenle evlenmeye karar vermişlerdi.
Nikâhın kıyılması başında uzun yeşil tülbentten sarığı olan ve önde gelen Müslüman bir din adamı olduğu düşünülen biri tarafından icra edilmişti. Söz konusu zat tarafları karı koca ilan etmişti. Nikâh şahitleri ise hayli ilginç olup Viyana’nın önde gelen isimlerinden Prens Franz Johann Liechtenstein, Kont Karl Romer, Polonya Büyükelçisi ve diğer dört isimden oluşmaktaydı. Nikâh töreni özel bir surette icra edilmiş, katılım için kimse davet edilmemişti.
Nikâhtan hemen sonra Douglas şehzadeye 300.000 frank takdim etmiş ve terzisine olan borçlarını dahi ödemişti. Ancak şehzade, şehzadelik sıfatını sürdürebilmesi için mutlak surette gerekli olduğundan bahisle, Viyana’da eski soyluların ikamet ettiği köşklerden birisini kendi için almasını Douglas’tan rica etmişti. Douglas da istenilen evsafta bir köşkü şehzade adına satın alıvermişti.
Ancak ikilinin evlilikleri fazla değil, sadece altı ay sürmüştü. Burhaneddin Efendi daha evliliğin ilk günlerinden itibaren Lady Sholta Douglas’ı ihmal etmeye yönelmiş, zamanın çoğunu arkadaşları ile geçirmeye başlamıştı.
Viyana’daki üç aylık bir yaşamdan sonra Lady Douglas mali işleri gereği Londra’ya gitmek zorunda kalmıştı. Bir süre sonra Burhaneddin Efendi kendisine bir mektup göndermiş ve kendisi ile yaşamaktan usandığını ve geri dönmemesini yazmıştı. Şehzade öyle yazmış olsa da Lady Sholta Douglas Viyana’ya geri dönmüş fakat köşke kabul edilmemişti.
Lady Douglas şehzadeye evli olduklarını ve nikâhları bulunduğunu hatırlatması üzerine Burhaneddin Efendi nikâhın resmiyet arz etmediğini, nikâhın resmi bir memur tarafından kıyılmadığını ve dolayısıyla da evlilik işlemlerinin resmi kayıtlarda yer almadığını belirtmişti.
Hakikaten de kıyılan nikâh İslami idi ve Viyana’da öyle bir nikâhın hukuken hiçbir hükmü yoktu.
Ayrılığın kaçınılmaz olması üzerine Bayan Douglas’ın şehzadeye vermiş olduğu 300.000 İsviçre frangı ve sair mali talepleri üzerine konu Sulh Ceza Mahkemesi’ne intikal etmişti.
Şehzade almış olduğu parayı inkâr etmemekte, fakat başlık parası olduğunu belirtmekteydi.
Hâkim şahitlere müracaat etmiş, onlar da kıyılan nikâhın doğru olduğunu ve aldatmaya yönelik olmadığını beyan etmişlerdi.
Hâkim, yapılan akdin Avusturya yasalarına göre geçersiz olduğunu belirtmiş ve nihayet çiftin evlilikleri 1925 yılında bütünüyle sona etmişti.
Lady Sholta Douglas sonraki zamanlarda One Arabian Night adlı müzikal skeçte kısa bir süreliğine Holywood-Palladium’da yer almıştı.
.
Ekşimiş bir aşk hikâyesi
İstanbul Antlaşması uzun bir zamandır Türkiye gündemini meşgul eden konulardan birisi olarak mevcudiyetini sürdürmektedir.
İstanbul Antlaşması Ankara Antlaşması’na evrilebilir mi bilemeyiz ama Topkapı Sarayı Antlaşması’na göre yakın geçmişte vuku bulmuş ilginç bir nikâh akdi söz konusu olmuştu.
Rukiye Sabiha Sultan, tarihe ilgi duyanların yakında bildiği bir isimdir.
Vahdeddin Efendi’nin üçüncü kız evladı olarak 1894 yılı baharında Ortaköy’de dünyaya gelmişti.
Vahdeddin Efendi 1918 yılında tahta geçtiğinde Sabiha Hanım hala bekârdı. Fakat babasının sultan olması ile birlikte galiba bahtı da fazlası ile açılmıştı.
Bir dizi isim kendisi ile evelenebilmek için adeta sıraya girmişti.
Rauf Orbay
Mahmut Kemal Paşa
Fuat Bey (Babanzade)
Safvet Arıkan (Kaptan)
Suphi Bey (Şamlı, Teğmen)
Mehmet Ali Paşa (Ahmet Muhtar Paşanın kuzeni)
Ahmet Şah (İran’da Kaçar hanedanı üyesi)
ve
Mustafa Kemal Atatürk
söz konusu talipliler arasında yer almışlardı.
Fakat Sabiha Sultan zikredilen isimlerden hiçbirisine iltifat etmemişti. Zira o, sonraki zamanlarda (son) halife unvanını taşıyacak olan ve hâlihazırda Veliaht bulunan İkinci Abdülmecid’in oğlu ve aynı zamanda kuzeni olan Şehzade Ömer Faruk Efendiye gönül vermişti.
Abdülmecid Efendi oğlu adına Sabiha Sultan’a talip olunca Sultan Vahdeddin; hiç öyle bir şey olur mu, diyerek söz konusu talebe hiç sıcak bakmamıştı. Ancak onun ilk zamanlardaki muhalefetine rağmen, her iki tarafın annelerinin fendi erkeği yenince, Sabiha Sultan ile Ömer Faruk Efendi evlenebilmişti.
(Sabiha ve Ömer Faruk'un evlilik cüzdanı)
Birbirini seven iki genç kalbin nikâhları 5 Aralık 1919 (11 Rebiyülevvel 1338 Hicri / 5 Kânunuevvel 1335)’da, Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesi’nde gerçekleşti.
Ömer Faruk Efendi nikâh akdinin kıyılabilmesi için, Topkapı Sarayı Antlaşması gereğince, Sabiha Sultan’a mihr vermesi icap etmekteydi.
Evlenenlerden birisi müstakbel Osmanlı halifesinin oğlu, diğeri ise mevcut Osmanlı Sultanının kızı olunca mihrin miktarı da bir hayli yüksek tutulmuştu.
Ömer Faruk Efendi hakikaten güzel bir bayan olan Sabiha Sultan’a 1001 kese peşin ve 1001 kese de sonra ödenmek üzere toplamda 2002 kese mihr vermeyi uyun görmüştü. Ancak Sabiha Sultan’ın nikâhın kıyılabilmesi için başka bir şartı daha vardı. Birlikteliğe son veren boşama hakkının bütünüyle kendisine ait olmasını da istemiş ve o hakkı da Ömer Faruk Efendinin elinden alıvermişti. Sabiha Sultan, müstakbel eşi ile aralarında geçimsizliğin yaşanması halinde boşanma işini yerine getirmek üzere ayrıca mevcut padişahı da vekil kılmıştı.
Fakat ne Sabiha Sultan ne de Ömer Faruk Efendi nikâh akdi için Şeyhülislam’ın huzurunda hazır değillerdi.
Nikâh akdinin kıyılması için Sabiha Sultan, Başkâtip Ali Fuad Beyi kendi adına vekil tayin etmişti. Ayrıca Hazine-i Hassa-i Şahane Genel Müdürü Refik Beyefendi ile Daru’s-Saade Ağası Cevher Salim Ağa Hazretlerini de şahit olarak belirlemişti.
Ömer Faruk Efendi ise Ser-Karin-i Şehriyari Ferik (Korgeneral) Ömer Yaver Paşayı vekil, Ser-Yaver-i Hazret-i Şehriyari Miralay Naci Beyefendi ile Damat ve Yaver-i Şehriyari Binbaşı İsmail Hakkı Beyefendileri ise şahit olarak belirlemişti.
Bütün prosedürlerin tamamlanmasından sonra dönemin Şeyhülislamı Haydarizade İbrahim Efendi nihayet tarafların nikâhını kıyabilmişti.
Genç çiftin düğün törenleri ise altı ay sonra 29 Nisan 1920’de Yıldız Sarayı’nda gerçekleşmişti.
Sabiha-Ömer Faruk çifti, Nişantaşı ve Rumelihisarı günlerinden sonra 1924’te Hilafet’in ilgası ve hanedan üyelerinin sınır dışı edilmeleri neticesi önce İsviçre’de ve bilahare de Fransa ve Mısır’da yaşamak zorunda kaldı.
Çiftin araları, zor geçen gurbet günlerinin de etkisiyle olsa gerekir, her geçen gün biraz daha nahoş ve çekilmez bir hale gelmeye yüz tutmuş ve nihayet aralarındaki evlilik bağı sona etmişti.
Ayrılığın nedeni kimilerine göre aralarındaki uyuşmazlıktı. Kimilerine göre ise Şehzade Yusuf İzzettin Efendi’nin kızı Mihrişah Sultan ile Ömer Faruk Efendinin, o saatten sonra her nasılsa alevlenmiş olan, aşklarıydı. Kimilerine göre ise geçimsizlik daha başka nedenlerden ileri gelmişti. Fakat neticede Ömer Faruk Efendi ile Sabiha Sultan arasındaki 28 yıllık birliktelik sona ermiş ve 5 Mart 1948’de bir boşanma hadisesi vuku bulmuştu.
Kim kimi boşamıştı veya boşayan ile boşanan hangisiydi konusu bazı kaynaklarda boşayanın Ömer Faruk olduğu şeklinde ifade edilmişse de bunun ne derece doğru olduğu şüphelidir.
Ömer Faruk Efendinin, Topkapı Antlaşması’na göre, Sabiha Sultan’ı ne boşama hakkı ne de kudreti vardı. O hakkını daha 1919 Aralığında kaybetmişti. Boşama işi için Sabiha Sultan babasını vekil kılmışsa da o da 1926’da ani bir surette vefat etmişti. Dolayısıyla verdiği vekâlet düşmüş ve boşama hakkı kendisine rücu etmişti.
Hiçbir kadın, yalın bir aşkla başlayan ve sonrasında fazlası ile ekşiyen ve hele hele, adına aşk dense de, mutlak suretteki ihanetin ardından kocası olacak o herife, boşama hakkını sana iade ediyorum, hadi beni boşa demez. Bilakis
.
Hepsi tesadüf mü?
Sultan Abdülhamid saltanatı, siyaseti, dönemi hadiseleri ve nihayet akıbeti bakımından hemen her kesimin konuştuğu bir isimdir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ilkini 1908 yılında fiilen, ikincisini ise 1909’da resmen gerçekleştirmiş olduğu girişimler neticesinde birbirinden farklı iki dönemden Hamidiye Dönemi bütünüyle sona ererken yeni bir döneme ise kapı aralanmıştı.
Söz konusu eski ve yeni dönemlerin, sağladıkları kazanç ve kayıplar bakımından mukayese edilmeleri bir tarafa, başta Enver, Talat ve Cemal Paşalar olmak üzere, Sultan Abdülhamid’i tahttan indirenler Sultan’ın ahını almışlar ve Türkiye'yi Almanya safında Dünya Savaşı'na sokmalarıyla ün kazanmışlardı. Fakat söz konusu üçlünün her biri feci suretteki bir akıbetle hayata veda etmişlerdi.
Hakikaten de 1908 Darbesi ile kapı aralanan yeni dönem, nihayeti itibarıyla, olumsuz bir surette son bulmuş olduğu gibi o kapıyı açanların ve o kapıdan geçenlerin sonları da bir hayli kanlı ve acılı olmuştu.
- Enver Paşa
- Talat Paşa
- Cemal Paşa
- Resneli Niyazi
- Mahmut Şevket Paşa
- Esat Toptani
- Nazım Paşa
…
Ve daha başkaları hep suikasta kurban gitmişlerdi.
Söz konusu isimler içerisinde Enver Paşa, herhalde en önemlisiydi.
Galiba o, Talat ve Cemal Paşalarla birlikte tarihteki en romantik ve maceracı figürlerinden birisi olmuştu.
Kariyerlerini Jön Türk çatısı altında sürdürmüş olan Türk tarihinin söz konusu emsaliz üçlüsü başarılı bir darbenin ardından Sultan Abdülhamid'i tahttan indirip Selanik’e sürgüne göndermişlerdi.
Ancak kendileri de, maruz kaldıkları mağlubiyet ve müttefik devletlerin hâkimiyeti neticesi, İstanbul'dan ancak Almanya’nın yardımları neticesi kaçabilmişlerdi. Türk askeri mahkemesi tarafından gıyabi surette yargılanıp ölüme mahkûm edilmişlerse de bu kararın o saatten sonra kendileri için çok fazla bir ehemmiyeti yoktu.
Enver Paşa sıradan bir memuriyet ve statü sahibi iken birden bire Harbiye Nazırı oluvermişti.
Dahası, Türkiye'nin Almanya tarafında savaşa girmesinde önemli bir rol oynamıştı. Savaş sırasında Alman yüksek komutanlığı ve İmparator William'ın kendisiyle çeşitli görüşmelerde bulunmuştu. Çanakkale Boğazı'nın geçilmezliğine sınırsız derecede güveni mevcuttu.
Barış sağlandıktan sonra, savaş vurgunculuğu ve sair faaliyetlerde bulunmakla suçlandığı Türkiye'den kaçtıktan sonra Mısır, Hindistan ve Afganistan'ı işgal etmelerini kolaylaştırmak için Bolşeviklerle bir komplo içine girdiği haberleri duyulmuştu. Moskova'ya sık sık ziyaretler yapıp Lenin ile sık sık görüştü. Buhara Hükümeti ile Sovyetler arasında bir barış anlaşması imzalanmasını sağladı. Ancak sonraki zamanlarda Sovyet tarafına ihanet etmekle suçlandı. Tutuklanmasına çalışılmasına rağmen takipçilerinin elinden kurtulmayı uzun bir süre başarı ile sürdürdü. Ölmeden önceki zamanlarda ise Bolşeviklere karşı yeni bir çalışmanın içerisine girdiği ve Türkistan Emiri olmaya çalıştığı rivayetleri vardı.
Enver Paşa, 4 Ağustos'ta Güneydoğu Buhara topraklarında cereyan eden çatışmada nihayet ölümle yüz yüze geldi.
Sovyet birlikleri tarafından, küçük bir süvari birliğiyle kuşatılıp fena surette kıstırıldı.
Kızıl birliklerin her taraftan kendisine doğru yaklaştığını görünce çare olarak yarma harekâtında bulunmaya karar vermişti. Gücünü ikiye böldü. Bunlardan biri hakikaten de bir süre için Ruslara karşı üstünlük sağlamış ve Enver Paşa özgürlüğü yeniden elde etmenin tam fırsatını yakalar gibi olmuşsa da kendisini toparlayan Rus kuvvetleri ona daha fazla hayatta kalma fırsatı tanımadı.
Göğüs göğüse bir çarpışmanın nihayetinde Enver Paşanın vücudu delik deşik olmuş, ancak cesedi çarpışmadan sonra şüpheye yer bırakmayacak surette belgeler, mühürler ve sair şeyler sayesinde teşhis edilmişti. Beraberindekiler de, çaresiz, büyük oranda teslim olmak zorunda kalmışlardı.
Sultan Abdülhamid’in ahını alanlardan bir diğer isim olarak, İttihat ve Terakki Hükümeti üyesi ve İçişleri Bakanı Talat Paşa da hayata feci surette veda etmişti.
Kendine özgü bir yapısı olan Talat Bey birkaç yıl öncesine kadar sıradan bir telgraf memuruydu. Sonrasında Berlin’e Askeri Ateşe olarak görevlendirilmişti.
Talat Paşa Makedonya’daki Yıldız aleyhtarı faaliyetlerin etkin bir ismi haline gelmişti.
Denebilir ki o, kapasitesinin üzerinde işlere girişmişti. Jön Türk hareketinin önde gelen isimlerinden biri olarak Harbiye Nazırı görevini üstlenmişti. Yunanlılar, Ermeniler ve Arnavutları kendisi ile kader birliği içinde olacakları eski Osmanlı’yı yeniden tesis etme arzusuna kapılmış ve Almanya ile birlikte savaşa girilmesine sebebiyet vermişti.
Talat Paşa, Osmanlı Devleti’nin savaş girmesinin nedenini kendince, devletin kendi onurunu ve istiklalini korumaya matuf olduğu şeklinde ilan etmişti. İngiliz işgalin altında bulunan kısımları da dâhil olmak üzere Filistin’in Osmanlı hâkimiyetinde kalacağına mutlak surette kani bulunduğunu belirtmişti.
1917’de Sadrazam olarak tayin edilmesi Alman basını tarafından memnuniyetle karşılanmış ve Türkiye’nin merkezi devletlerle irtibat kurmasında temel unsurlardan biri olarak selamlanmıştı.
İstanbul’dan kaçarak ayrıldıktan beş yıl kadar sonra Berlin'de bir Ermeni öğrencinin suikastı neticesi kendisi ölümle buluşmuş, fakat katili, bir Alman mahkemesi tarafından göstermelik bir yargılamaya muhatap kılındıktan hemen sonra, serbest bırakılmıştı.
Cemal Paşa ise Osmanlı Devleti’nin bir oldubitti halinde savaşa sokulmasından sonra Suriye ve çevresinden sorumlu isim olmuştu. Abdülhamid’in hal’ine karar verenlerden biri olmanın ötesinde görevini Suriye’de de oldukça etkin bir surette icra etmişti.
Temmuz ayı ortasında Berlin'den dönüşü sırasında uğradığı Tiflis'te, o da, Ermenilerin hedefi haline gelmiş ve bir başka âlemdeki hayata intikal etmişti.
.
Hayvanları koruma cemiyeti
İttihatçı idare tarafından gerçekleştirilmiş olan 1910 yılı itlafı sonrasında hayvan hakları konusunda Türkiye’de atılan ilk adımlardan birisi hayvanların mevcudiyet ve hukukunu savunup kendilerini himaye etmek üzere bir cemiyetin kurulması gelişmesi olmuştur.
1908 yılında İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından İkinci Meşrutiyet’in ilanı sağlanmışsa da yeni meşruti idare İstanbul sokak köpekleri için hiçbir fayda sağlamamış, bilakis sonlarını getirecek olan siyasi yönelimleri çerisinde olmuştu.
İstanbul sokaklarından toplatılan köpeklerin Sivriada’ya gönderilerek orada ölüme terk edilmeleri hayvanların korunmasına yönelik olarak ilk sivil toplum örgütlenmesinin de gerekçesini oluşturmuştu.
Sokaklardaki binlerce itin geçen zaman içerisinde bin bir bahane ileri sürülerek acımasız bir surette katledilmeleri söz konusu hayvanlara karşı benzeri yeni uygulamaların gerçekleştirilmesinin önüne geçilmesi gerektiği fikrini doğurmuştu.
Bu doğrultuda, hayvanların korunmasına yönelik olarak, 1912 yılında İstanbul Himaye-i Hayvanat Cemiyeti, bugünkü adıyla Hayvanları Koruma Cemiyeti kuruldu.
Himaye-i Hayvanat Cemiyeti Osmanlı Devleti’nde kendi alanında kurulmuş olan ilk resmi cemiyet olarak gözükmektedir.
Pera’da faaliyet gösteren bu cemiyetin kurulmasında İngiltere’nin İstanbul sefirinin eşi Bayan Lowther’ın ciddi katkıları olduğundan söz edilir.
Cemiyetin kurucu kadrosu ise, son dönem Osmanlı tarihinde önemli roller oynayan, askeri ve sivil bürokratlardan oluşmuştu.
Şehzade Yusuf İzzettin Efendinin himayesinde bulunan cemiyetin fahri üyeleri şu isimlerden oluşmaktaydı:
Fahri Üyeler:
Şehzade Vahdeddin Efendi
Şehzade Selahaddin Efendi
Şehzade Abdülmecid Efendi
Sadrazam Said Paşa
Şeyhulislam Nesib Efendi
Meclis-i Ayan Reisi Gazi Ahmed Muhtar Paşa
Meclis-i Mebusan Reisi Halil Beyefendi
Rum Ortadoks Patriği Yuvakim Efendi
Ermeni Cemaati Patriği Ohannes Arşaruni Efendi
Musevi Cemaati Hahambaşı Hayim Nahum Efendi
Bulgar Cemaati Eksarhı Yusuf Efendi
Avusturya-Macaristan Sefiri Marquise Pallavocini’nin hanımı
İngiltere Sefiri Sir Gerard Lowther’ın hanımı
Fransa Sefiri Mösyö Bompard’ın hanımı
Amerika Birleşik Devletleri Sefiri Mösyö Rockhil’in hanımı
İran Sefiri Mirza Mahmut Han
Rusya Sefiri Mösyö Giers
Baron Marschal von Bieberstein
Yunan Sefiri Mösyö Gryparis
İsveç Sefiri Mösyö Anckarsvard’ın hanımı
Sırbistan Sefiri Nanaovitch
Hollanda Sefiri van der Does de Villebois’ın hanımı
İspanya Sefiri Marquise de Prat’ın hanımı
Belçika Sefiri Baron Moncheur’in hanımı
Romanya Sefiri Mösyö Misu’nun hanımı
Karadağ Maslahatgüzarı Mösyö Plamenatz
Başkan:
Hüseyin Hilmi Paşa (Ayan ve Eski Başbakan)
İkinci Başkan:
Prens Said Halim Paşa (Şura-yı Devlet Reisi)
İsmail Cenabi Bey (Teşrifat-ı Umumiye Nazırı)
Veznedar:
Sir Henry Babington-Smith (Türkiye Milli Bankası Heyet-i İdare Reisi)
Kâtip:
Ayandan Besarya Efendi
Yusuf Razi Bey, (Şura-yı Devlet Azası)
Azalar:
İbrahim Paşa (Ayandan)
İbrahim Bey (İstanbul Valisi)
İsmail Hakkı Efendi (Ayandan)
Ekrem Bey (Ayandan)
İsmet Bey
Nusret Sadullah Bey
Kont Leon Ostrorog (Adliye Nezareti Eski Müşaviri)
Sir Edwin Pears
Emrullah Efendi (Maarif Nazırı)
Halil Bey (Müze-i Hümayun Müdürü)
Asım Bey (Hariciye Nazırı)
İzzet Fuat Paşa (Tümgeneral)
İsmet Bey (Belediye Meclis Üyesi)
Şerif Ali Haydar (Ayandan)
Damat Ferit Paşa (Ayandan)
Mavrokordato Efendi (Ayandan)
Mahmut Şevket Paşa (Harbiye Nazırı)
Mahmut Muhtar Paşa (Tümgeneral)
Muhittin Bey (Beyoğlu Mutasarrıfı)
Nusret Bey (Ankara Mebusu)
Kâtip:
Alice Washburn (Heald) Manning (Robert Kolej’den)
Doktor Clemo (İngiliz Sefaretinden)
Osmanlı toplumunda hayvanları himaye cemiyetlerinin Avrupa’ya nispetle geç kurulmuş olması muhtemeldir ki, toplumun her bir ferdinin, başta hayvanlar olmak üzere, canlı olan her varlığı koruma bilincine sahip olmasından kaynaklanmıştı.
Dini inançlara dayalı ve kültürel kaynaklı toplumsal bir davranış biçimi olan bu tutum nedeniyledir ki Osmanlı toplumunda hayvanları koruma cemiyeti gibi kurumların oluşumu gecikmiş olmakla birlikte bu durum eksiklik değildi. Zira gecikmeyi belirleyen temel unsurlar olarak toplumdaki dini hayatın canlılığı ve dolayısıyla hayvanların zarar görmemeleri gerçeğine ilaveten değişik maksatlarla tesis edilmiş olan vakıflar ve vakıf kültürünün mevcudiyeti söz konusuydu.
Himaye-i Hayvanat Cemiyeti Birinci Dünya Savaşı arifesinde kurulmuş bulunduğundan faaliyetlerini 1914 yılına kadar ancak devam ettirebilmişti. Bu tarihten itibaren ise faaliyet alanı sadece İstanbul ile sınırlı kalan cemiyetin çalışmalarına zorunlu olarak son verilmişti.
Himaye-i Hayvanat Cemiyeti mevcut fahri ve asli üyeleri ile icra ettiği işler bakımından mukayese edildiğinde yapılan şeylerin pek bir kıymete haiz bulunduklarını söylemek doğru olmayacaktır. Cemiyet hakiki anlamda hayvan haklarını savunmaktan ziyade, itlerin itlafını isteyen ve itlaf edilmeleri için imza dahi atmış bulunan isimleri de listesinde barındırmış olmasından ötürü, şekilsel olarak kalmıştı. Ayrıca üyeleri arasında itlerden hiç de hazzetmeyen yabancı devletler sefirlerinin olması da düşündürücü bir durumdu. Silah çekip itleri vuran yahut onları zehirlemekte herhangi bir beis görmeyen yabancı elçilerin yahut itlere karşı kültürel ve dinsel olumsuzlukla yaklaşan Avrupalı şahsiyetlerin cemiyetin üyesi olmaları hiç de makul bir durum değildi.
Dolayısıyla cemiyetin kurucu ve idareci üye listesi, döneminin hakikaten önde gelen isimlerinden meydana gelmiş olmakla birlikte bu durum galiba 1910 yılında gerçekleştirilen itlafın kamuoyunda meydana getirdiği rahatsızlığı izale etme amaçlıydı. Zira cemiyetin hayvan haklarını savunma konusundaki samimiyet ve becerisi, cemiyetin varlığına rağmen itlafın devam etmesi nedeniyle, tartışılabilir bir durum arz etmektedir.
.
Serseri Kanunu
Maddi yoksunluk içerisinde bulunan insanların gönlü zengin ve merhamet sahibi insanlara el açma eylemlerine klasik anlamda dilencilik diyoruz.
Dilencilik; fukaralık, maddi mahrumiyet yahut çaresizliğin doğurduğu tabii bir sonuç olmasının ötesinde Türk kültür tarihinin kurumsallaşmış bir unsuru ve toplumsal bir geleneği de olmuştur.
Dilencilik Doğu’da olduğu kadar Batı’da söz konusudur. Ancak suretleri ve talep şekilleri itibarıyla birbirlerinden farklıdırlar.
Doğu’da el açıp, herhangi bir emek sarf etmeden, muhatabın vicdanına, şefkat ve merhamet hislerine hitap eden sözler ile müracaat edilip trajik bir görünüm ile de yapılan talebe destek sağlanmaya çalışılırken, Batı’da ise daha ziyade meşruiyeti olan ve toplumsal fayda sağlayan musiki icra etme kabilinden eylemler ile aynı neticeye ulaşılmak istenmiştir.
Ancak artık, Batı’da olduğu gibi, İstanbul metrolarında, vagonları ve meydanları kadar deniz taşıtlarında, kimine göre bir sanatın icrası, kimine göre ise modern dilenciliğin bir başka halkası olan etkinliklere tesadüf etmek hiç de sıradan bir durum değildir.
Eski İstanbul’un eski dönemlerinde bir hayli özellik ve güzellikleri vardı. Bunların her biri, bugün sadece nostaljik bir unsur olarak hatırlansalar da, İstanbul’u İstanbul yapan simgelerdi.
Söz konusu o müstesna nostaljik unsurlardan birisi de yukarıda bahsine çalışılan dilencilikti.
Osmanlı İstanbul’unda dilencilik ayıp bir şey değil, bayağı bir meslekti. Daha doğrusu meslek halinde getirilmiş bir eylemin ta kendisiydi.
Oldukça eskilere dayanan ve bir sanat haline getirilmiş olan bu meslek çeşidi 1908’den önce ve 1908’den sonra olmak üzere iki ayrı dönem geçirmişti.
Iskatçılar, sebilciler, kasideciler, kabakçılar ve goygoycular şeklinde sınıflanabilecek olan Osmanlı toplumundaki dilencilerin sayıları son derece fazlaydı.
Fanny E. Coe’ya göre on dokuzuncu yüzyılın sonlarında İstanbul’da bulunan dilencilerin adedi İstanbul sokaklarındaki itler kadar çoktu. Ancak The Times gazetesinin 12 Kasım 1886 tarihli nüshasında ifade edilenlere bakılacak olursa; İstanbul'daki dilencilerin sayısı Viyana'daki dilencilerden hiç de fazla değildi. Böyle olsa bile, İstanbul’da ikamet edenlere ilaveten bütün engellemelere rağmen dilenmek üzere dışarıdan şehre gelen insanların sayısı hiç de az değildi.
Dilencilik on dokuzuncu asır Osmanlı toplumunda kurumsal bir kimlik kazanmıştı. Loncalar suretinde örgütlenmiş bir meslek birliği olarak kâhyalar tarafından idare olunmaktalardı. Devlet tarafından resmen tanınmış, bir dizi kurallara bağlı olarak çalışmalarına izin verilmişti. Dilencilik yapabilir müsaadesi verilenlerin şahsi bilgileri kayda geçirilmiş ve kendilerine dilenebilir anlamına gelen Dilenci Tezkeresi verilmişti.
Dilencilerin idaresi ise Dilenciler Kethüdası/Kazaskeri tarafından sağlanmıştı. Kethüdalığın altında daha küçük birim ve sorumlu makamlar yer almıştı.
Kurumsallık dilenciliği gerçek anlamda bir ticari eylem haline getirmişti. Bu mesleğin de kendisine göre gayri resmi kuralları, gayri resmi mesleki yapılanmaları ve tabir caiz ise mafyalaşmaları söz konusu olmuştu.
Devletin resmen tanıdığı, kayda bağladığı ve başına bir de idareci atadığı dilencilik işi, kurumsallaşmış olmasından ötürü, mevcudiyetleri itibarıyla, bir anlamda devletin de işine gelmekteydi. Mırıldanmalarına hiçbir surette itibar edilmeyen dilencilerin, kanunla belirlenmiş miktardaki aidatlarını, düzenli bir surette devlete kasasına ödemeleri gerekmekteydi.
Bugün olduğu gibi dün de dilenciler için en muteber dilenme yerleri kutsal mekânlar çevresi, halkın geçmek zorunda olduğu köprüler ve geçitler, kalabalık meydanlar ve sair yerlerdi.
Dilenciliği bir meslek olarak benimseyenler ise milliyetleri itibarıyla muhtelifti. Türkler kadar Rumlar ve Araplar da Dilenciler Loncasının üyesi olarak dilenen gruplardı.
Rum dilenciler, diğerlerine nispetle, nizam ve intizam bakımından daha sıkıntılı, küstah ve istismarcı bir durum sergilemektelerdi. Adetleri yönüyle de bir hayli fazlalardı.
İki senede bir kendilerine yeni bir başkan seçerlerdi. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında seçilmiş olan şefleri, iri yarı, çok güçlü ancak topal bir adamdı. Seçtikleri şef, topal yahut kör de olsa, onu aziz mertebesine yükseltmekte hiçbir beis görmezlerdi. Kendilerine şeflik etmiş ve ölmüş olanlarını ölüm günlerinde tören düzenleyerek anmayı ihmal etmezlerdi.
Kendisi de bir Rum olan Sultan İkinci Abdülhamid’in doktoru ve başhekimi Mavroyeni Paşaya göre İstanbul'da dilencilik, esasen işleyişi itibarıyla Tanzimat ile başlamış bulunan modernizme karşı sergilenen bir tepki şekliydi. Ancak bu yaklaşımın fazla bir gerçekliliği bulunduğunu söylemek doğru olmasa gerekir.
Dilenciler en ziyade, İstanbul’u ziyaret eden eski ifade biçimiyle, seyyahları fazlası ile etkilemiş ve dillerinden düşmemişlerdi.
Kendilerinden pek hazzettikleri söylenemeyecek olan yabancı gezginler, Doğu'daki hemen her şehrin sokaklarında yer alan bu insanların halleri ve sayılarından bahsederken onları şehrin sokaklarında yer alan köpekler ile eşleştirerek ifade etmeyi tercih etmişlerdi.
Bir Batılının yaklaşımına göre;
Doğu’nun dilencileri ile köpekleri arasında büyük bir benzerlik vardı. Zira her ikisinin de ihtiyaçlarını karşılayan kamu yani halktı. Doğu insanı yavruları olan köpeklere olduğu kadar bu dilencilere de özel itina gösterirdi.
Yine bir başak Batılının halet-i ruhiyesinin cümlelere yansımış biçimi;
Dilencilerin lideri size hemen yanaşarak Yunanca, İtalyanca, İspanyolca ve Fransızca sızlanır. Elbisenizin kol ucundan sizi tutar, diğer taraftan ise omuzunuzu okşarken, bir veya daha fazlası, sizi sağır eder bir surette size sızlanırlar. Onların işlerindeki ısrarları bu suretledir. Sırnaşık ısrarlarından kaçıp kurtulmak için dar ve kirli sokaklarda hızlı adımlarla ilerleyerek Galata'daki Gümrük Ofisi’nin yakınındaki sıralı evlerden birisine sığınmak gerekir şeklindedir.
Tecrübeli bir yabancı, dilencilere nasıl muamele edilmesinin farkına varmış olduğu edasıyla, şöyle demekteydi:
Pera'ya inerken akılda tutulması gereken son derece faydalı iki kelime vardır.
Bunlardan ilki; size yaklaşan dilencileri kendinizden kibarca uzaklaştırmak anlamında Haydi! veya Git!, demek gerekmektedir.
Diğeri ise köpekleri etkili bir surette uyarmak üzere Hoşt’tur...
İstanbul’un itleri kadar dilencilerinden de hoşlanmayan yabancılar bu kurumun ve mensuplarının bir an evvel mevcudiyetlerine son verilmesinin bir medeniyet tezahürü olacağı beyanıyla İttihatçılardan belirleyici bir adım atmalarını çok beklemişlerdi.
İttihatçılar açısından da toplumda var olan birçok uygulama gibi dilencilerin varlığı da halledilmesi gerek bir çağdaşlık problemiydi.
Bu noktada uzun bir aradan sonra tekrar açılmış olan çağdaşlaşma membaı Meclis-i Mebusan'a ise büyük görevler düşmekteydi.
Nihayet 10 Mayıs 1909’da bir kanun çıkarılabilmişti. Söz konusu kanunun adı, muhataplarını fazlası ile ifade etse etmişse de, maalesef muhtevası meramını icra etmeye yetmemişti.
Kuruluş gerekçelerinden birisi de, ihtiyaç nedeni ile sokaklara düşmüş ve dilenci haline gelmiş insanlara barınak ve meslek öğretmek olan Sultan İkinci Abdülhamid’in Daru’l-Acezesi gibi Serseri Kanunu da Türk toplumunun kadim bir geleneği haline gelmiş bulunan dilenciliği hemen bir çırpıda bütünüyle bertaraf etmeye hiç hama hiçbir zaman yeterli olmadı.
Dolayısıyladır ki, Batılıların da büyük bir memnuniyetle karşıladıkları, dilenciliğin bertaraf edilmesi girişimi kısmen başarılı olmuşsa da var olmaya hep devam etti. Fakat pek tabiidir ki, İstanbul’un kendisi kadar şehrin kendisine özgü ve özgün şöhret simgelerinden biri olan dilenciler ve dilencilik, gerek sayıları gerekse kurumsal kimlikleri bakımından eski zamanlardaki kadar esaslı ve şöhretli bir surette varlıklarını sürdüremedi.
Yabancı bir yazar yaşanan söz konusu gelişmeleri;
Kurulan güzel İngiliz ve Amerikan kurumları sayesinde dilenciler yavaş yavaş kayboluyor, bu iyi bir şey, çünkü bir İstanbul dilencisi; şekil bozukluğu, hilkat garibesi, tarif edilemeyecek kadar korkunç bir manzara
tasvirinde bulunmak suretiyle dilencilere bakışını ifade etmişti.
İstanbul’un işgal altında bulunduğu yıllar şehirdeki dilenci sayısında da tabii olarak artış gözlemlenebilmişti.
İşgal dolayısıyla şehirde yaşamın normal seyrini kaybetmesi, çalışma hayatı ve ticari faaliyetlerin olumsuz olarak etkilenmesi, geçimlerini günlük olarak çalışmak suretiyle devam ettiren insanların işsiz güçsüz kalmalarına sebebiyet vermişti. Özellikle düşük sınıftan insanlar üstleri başları dökük, saçları başları bakımsız ve hiç yıkanmamış bir vaziyette ve sakal ve bıyıkları özensiz bir surette sokakları doldurmuşlardı.
Rengârenk giysileri ile işgalci İngiliz ve Fransız askerlerinden sonra cadde ve sokakları istila etmiş olan bir başka işgalci grup olan dilenciler taifesinin görüntüleri de gayet ilginçti.
Mustafa Kemal’in Hayali: İslam Ülkeleri Konfederasyonu
Ayasofya’nın camiye çevrilmesi siyasetin rotasının hangi istikamete evirildiği ve rotasında yer alan bir sonraki istasyonun yahut Kızıl Elma’nın ne olduğu konusunu tartışılır hale getirdi.
Bazı kimseler alenen, bazıları ise zımnen müstakbel hedefin Hilafet olduğu yahut olması icap ettiğini yazılı yahut sözlü bir şekilde ifade etti.
Bir yazarımız ise, yeni duyanlar tarafından yeni bir fikirmiş gibi algılansa da, bir Osmanlı Milletler Topluluğu’nun gerekliliğinden bahsetti.
Hilafetin niçin ve nasıl ilga edildiğini bir başka yazının konusu olarak bir tarafa bırakarak hilafet tekrar ilan edilmeli midir sorusuna yahut yeni bir Osmanlı Milletler Topluluğu’na gerek olup olmadığına, tarihi gelişmeleri ve Mustafa Kemal’in bu noktadaki tutumunu ele alarak irdelemek yerinde olacaktır.
Türk Kurtuluş Savaşı sırasında Türk-Arap halklarının gerçekleştirmeye çalıştıkları önemli işbirliklerinden birisi de İslam ülkeleri arasında bir İslam Ülkeleri Birliği, İslam Ülkeleri Konfederasyonu veya İslam Birleşmiş Milletleri diye tanımlanabilecek olan siyasî dayanışma oluşturma gayretiydi.
O yıllarda ilki Ankara Hükümeti’nin girişimiyle, Rusya dâhil olmamak üzere, Osmanlı Hilafetinin himayesinde; ikincisi Rusya’nın girişimiyle ve yine onun himayesinde bulunmak üzere bir İslam Ülkeleri Birliği kurulması yolunda iki teklif yapılmıştı.
O dönemde İslam Ülkeleri Birliği’ni gerçekleştirme fikrine yatkın bir politika takip eden Milli Mücadele liderleri, özellikle Mısır olmak üzere, İslam ülkelerindeki siyasî gelişmelerden oldukça etkilenmişlerdi.
XIII. Kolordu Komutanı Cevat Paşa, Batı Trakya dâhil olmak üzere Osmanlı sınırları içerisinde bulunan ülkelerin, padişahın yönetiminde kalmasını, Irak, Suriye, Hicaz ve diğer Arap ülkelerinin ise kendi hükümetlerinin yönetimi altında olmasını, fakat aynı zamanda hilafetle bağlarının bir konfederasyonla sağlanmasını ve Osmanlı sancağının, Amerikan bayrağındaki yıldızlar gibi federasyona dâhil olan İslam ülkeleri hükümetleri sayısınca hilal taşımasını... teklif etmişti.
1920 yılının Aralık ayı başlarında, İktisat Bakanı Yusuf Kemal Beyin başkanlığında ve Eğitim Bakanı Dr. Rıza Nur, Azerbaycan’daki Milli Mücadele temsilcisi M. Şevket (Esen- dal) Bey, askerî danışman Saffet Bey ve Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Ali Fuat (Cebesoy) Paşadan oluşan bir Türk kurulu, İran, Sovyet Rusya, Azerbaycan, Kuzey Kafkasya, Dağıstan, Hive, Buhara, Türkistan Cumhuriyeti ile Türkiye arasında bir İslam Devletleri İttifakı oluşturmak suretiyle barışı sağlamak, siyasî, askerî ve savunma anlaşması yapabilmek ve aynı zamanda Yakın ve Orta Doğu Müslümanlarının ortak menfaatlerini Batılı devletlerin saldırısı ile sömürge haline getirilmesinden muhafaza etmek amacıyla bir dizi girişimlerde bulunmuşlardı.
Esasen Doğu milletlerinin bir ittifak oluşturması teklifi Sovyet Hükümeti’ne Ankara Hükûmeti tarafından yapılmıştı. Gerçekleştirilmesi öngörülen bu hareket ilk olarak Mustafa Kemal tarafından ortaya atılmış, fakat daha bu yöndeki planın gerçekleştirilmesine başlanılmadan iki hükûmet arasında görüş farklılıkları belirmişti.
Sovyet Dışişleri, Afganistan’ın da ittifaka dâhil edilmesi üzerinde ısrar etmiş, Mustafa Kemal ise bu görüşün hemen tahakkuk ettirilmesinin çok zor olacağını belirtmiş, bu noktada Sovyetlerin yapacağı ısrarın planın tatmin edici bir şekilde gerçekleşmesini geciktireceğini ifade etmişti.
İngiliz arşiv kaynaklarına göre Mustafa Kemal’in Afganistan’ın Doğu Milletler Birliği’nde yer almasına karşı çıkmasının muhtemel sebebi o günkü Türk siyasetinin Afganistan’ı Batı tesirine karşı Orta Asya’da bir güç dengesi olarak tutmayı planlaması ve iki ülke arasında hızlı haberleşme vasıtalarının gerçekleştirilmesiyle alakalıydı. Bu hususta her ne kadar Mustafa Kemal ile Sovyet Hükümet’i arasında anlaşmazlık zuhur etmişse de aynı zamanda Afgan Hükümeti’ni ittifaka katılma noktasında ikna çalışmaları da devam etmişti. Zira bu tarihte Afganistan hem Moskova ve hem de Ankara Hükûmeti tarafından Pan-Asya siyasetinin temel taşı olarak kabul edilmişti.
Rusya’nın, kendisinin de katılımını öngören, benzer bir İslam Ülkeleri Federasyonu teklifi ise, Lozan Konferansı’nın açılışından kısa bir süre önce, Mustafa Kemal tarafından ret olunmuştu. Zira Milli Mücadele liderlerine göre gelişecek olan İslam Birliği siyaseti, Rusya’nın katılımı neticesi, Avrupa’da rahatsızlık ve düşmanlık doğurması ve Türkiye’ye büyük zararlar vermesi muhtemel olan ileriki daha fazlası ilişkilere tercih edilir bir durum arz etmemekteydi. Bundan dolayıdır ki, Anadolu’daki İslamcılık propagandasına kazandırılan hız neticesinde Bolşevik propagandaya fazla bir ehemmiyet atfedilmemişti.
İslam Ülkeleri Federasyonu’nu gerçekleştirme düşüncesini kuvvetlendiren bir diğer vasıta da Cemaatü’l-İslam diye bilinen ve daha ziyade halkı Arap olan ülkeler dâhilinde İslamist bir siyaset gütmek üzere vücut bulan teşkilatın yeniden faaliyete geçirilmesi olmuştu. Cemaatü’l-İslam teşkilatının temel gayesi, her ülkenin kendi bağımsızlığını muhafaza etmesi prensibi dâhilinde İslam ülkelerini hilafetin koruması altında birleştirmekten ibaretti. Fakat gerçekte ise bu ülkeler Türkiye’nin siyasî tesiri altında bulunacaklardı.
Cemaatü’l-İslam, Mustafa Kemal’in talebi üzerine, en yakın zamanda tüm İslam ülkeleri temsilcilerinin davet edileceği büyük bir İslami Kongre düzenleme kararını almıştı.
Kongre’de görüşülmesi kararlaştırılan esas madde ise Hilafet meselesinin ele alınması ve Avrupa Milletler Birliği teşkilatına karşı, Türkiye’nin başrolü oynayacağı, İslam Milletler Birliği’nin tesis edilmesi konusu olmuştu.
Cemaatü’l-İslam Türkiye’de, meşhur şair ve Sırat-ı Müstakim’in baş editörü ve aynı zamanda Burdur mebusu, Mehmet Akif (Ersoy) Beyin başkanlığı altında yeniden faaliyete geçirilmişti. Teşkilata ulema ve muhafazakârların da bulunduğu çok sayıda mebus ve yazar katılmıştı.
Teşkilatın programı, Kafkaslar, İran, Afganistan ve Orta Asya’da yeterli gelişmenin elde edilmiş olduğu göz önüne alınarak, daha ziyade Arap ülkelerinde yapılması düşünülen faaliyetlere münhasır olmuştu. İbn Suud’un kendi saflarına kazanılması için özel girişimlerin yapılmasına karar verilmiş ve bunun için Balkan Savaşı’ndan önce Yemen ve Trablusgarp seferleri sırasında Türk ordusunda hizmet görmüş ve dolayısıyla Arapları iyi tanımakla şöhret bulmuş olan Enver Paşanın can düşmanı Yarbay Aziz Bey görevlendirilmişti.
Başlangıçta, Asya’da yer alan İslam ülkeleri delegeleri ve Kafkasya’dan gelecek olan temsilciler, kongrede ele alınacak konulardan birinin hilafet ve hilafet kurumunun yapısı ile alakalı bir takım unsurların değiştirilmesi olacağını öğrenmeleri üzerine kongreye katılmayı reddetmişler ve dolayısıyla da toplantı yapılamamıştı. Fakat daha sonra kongrenin toplanabilmesi için yeniden girişimlerde bulunulmuştu.
Tatbike çalışılan bu plana göre tüm İslam ülkelerini temsil eden delegelerden oluşan bir Nihaî Hilafet Komitesi oluşturulacaktı. İslam siyasetinin daha düzgün sürdürülebilmesi için her İslam ülkesi halife emrine özel bir temsilci gönderecek, bu atamaya karşılık olarak da her ülkeye hususi hilafet temsilcileri yollanacaktı.
Mezkûr komite, gerek dolaylı ve gerekse doğrudan olmak üzere, Müslüman dünyasını ilgilendiren konularla alakalı olarak halifeye gerekli tedbirleri alması noktasında siyasi tavsiyelerde bulunacaktı. Ayrıca komite genel olarak, İslam dünyasının ahlaki, din veya maddi menfaatlerini ilgilendiren hususlarla alakadar olacaktı.
Komitenin yapması gereken esas görevlerinden bir diğerini ise sosyal ve ekonomik durumunu geliştirmek ve çağdaş gelişmeye paralel olarak kalkınmasını sağlamak amacıyla, İslam dünyasında entelektüel açıdan bir Rönesans yaşanmasını hızlandıracak raporlar sunmak olacaktı. Yine Müslüman halk arasında çalışma ortamını en güzel şekilde tanzim etmeye, üretim gücünü artırmaya ve son olarak da İslam dünyasının geleceğini refaha erdirme noktasında müşterek ve metodik yardımlaşmalarda bulunulması için elinden geldiğince gayret edecekti. Bu nedenle, Nihai Komite üyelerinin seçiminde görüşlerinin alınması arzu edilen birçok İslam ülkesi ileri gelenleri Ankara’ya davet edilmiş ve orada hususi bir komite oluşturulmuştu.
Kayıtlara göre bu mutasavver Ankara Kongresi’nin tertip olunması Eşref Edib Bey’in Sebilürreşad’da yazmış olduğu bir makaleden ilhamla gündeme gelmişti.
Eşref Edib Bey tarafından hararetli bir üslupla kaleme alınıp imzalanan, genel olarak Hristiyan ve Hristiyanlığa çatan ve İslam dünyasını büyük bir İslam kongresinin Ankara’da toplanması için teşvikte bulunan bu makale yine Eşref Beyin editörü bulunduğu Sebilürreşad’da 13 Nisan tarihinde yayımlanmıştı.
Mustafa Kemal Paşa mezkûr makaleye muttali olunca Ankara’da dünya İslam devletleri temsilcilerinin iştirak edecekleri bir kongrenin tertiplenmesi için harekete geçmişti. Bunun için o dönemin Matbuat Müdürü Ragıp Beye bu yoldaki girişimlerin bir an evvel başlatılmasını ve bu işlerle alakadar olmak üzere yine o dönemin Şer’iye Vekili Bursalı Mustafa Fehmi Gerçeker, Meclis Başkâtibi Recep Peker, yazar Eşref Edip ve şair Mehmet Akif’ten oluşan bir heyetin teşkilini emretmişti. Bu heyet Ankara İstasyon Binası’nda konuyu müzakere etmek ve gereken girişimlerde bulunmak amacıyla bir kaç defa toplanarak tüm dünyadaki İslam milletlerine gönderilmek üzere beyanname ve davetiyeler hazırlamaya başlamıştı.
Ankara’da böyle bir kongrenin toplanması yolunda yapılan girişimler, gerek Mustafa Kemal ile olan münasebetleri ve gerek kendilerine yapılan davet üzerine Kerbela baş müçtehidi ve Necef Şeyhi tarafından olumlu karşılanmıştı. Necef Şeyhi, 24 Mayıs 1920’de Mustafa Kemal’e gelen bir mektubunda, Ankara’da toplanacak olan kongreye tam yetkili bir delegenin gönderileceği vaadinde bulunmuştu. Afganistan Emiri ise idarî reformlardan dolayı kongreye katılamayacağını, Afganistan’ı o tarihlerde terk etmesinin mümkün olmayacağı mazeretini bildirmişti.
İslami Kongre’nin toplanma planı Ankara’da, Mustafa Kemal Paşa, Ankara Hükûmeti Din İşleri Vekili Abdullah Azmi, Şeyh Senûsi, Acemi Sa’dun Paşa, Diyarbakır bölgesi komutanlarından Cevat Paşa, Fevzi Paşa, Afgan Büyükelçisi Sultan Ahmet Han, İran Elçisi Mümtazüddevle, Azerbaycan Elçisi İbrahim Abiloff’dan oluşan bir heyet tarafından ayrıca müzakere olunmuştu.
Kongre tertip heyetinin yaptığı toplantıya birçok mebus ve gazeteci de katılmıştı. Şeyh Senûsi, Acemi Sa’dun Paşa ve Cevat Paşa Ankara’da olmadıklarından dolayı toplantıya şahsen katılamamışlar, ancak temsilcileri vasıtasıyla görüşlerini beyan etmişlerdi.
Ancak söz konusu kongre, toplantının yapılacağı yer konusundaki görüş farklılığından dolayı sonraki bir tarihe ertelenmek zorunluluğu ile karşı karşıya kalmıştı. Örneğin Afgan elçisi bu kongrenin Kâbil’de toplanmasını isterken, İran Elçisi de Tahran’da toplanılmasını istemiş ve bu noktada oldukça ısrarlı olunmuş, diğer taraftan Mustafa Kemal ise aynı derecedeki bir ısrarla bunun Ankara’da veya en azından Anadolu’nun bir başka şehrinde yapılması üzerinde durmuştu. Fakat daha sonraki tarihlerde Eskişehir mağlubiyetinin meydana gelmesi ve onu müteakiben siyasî ve askerî açıdan sıkıntılı günlerin daha da artması Mısır, Cezayir, Trablusgarp, Tunus, Hindistan, Afganistan, Azerbaycan, Suriye ve Irak gibi Asya ve Afrika Müslümanları murahhaslarından oluşacak böyle bir Dünya İslam Kongresi’nin Ankara’da toplanmasına engel olmuştu.
1921 senesinde Ankara’da toplanmasına çalışılan bu kongrenin işleri ile 1920 yılının sonlarına doğru bir süre Milli Mücadele hareketi sırasında oluşturulan Gizli Servis’in riyasetinde ve Nisan 1921’de meclis başkan vekilliği görevinde bulunan Hamdullah Suphi Bey de meşgul olmuştu.
Ankara Hükûmeti 1922 yılının başlarında Ankara’da olmak ve Mustafa Kemal’in başkanlığı altında toplanmak üzere diğer bir İslam Konferansı’nın toplanması teklifinde bulunmuştu. Fakat böyle bir toplantının gerçekleştirilebilmesine ön hazırlık olmak üzere, yine Mustafa Kemal’in bir önerisi ve daha çok Suriye ve Filistinli Arap liderlerin çalışmalarıyla 15 Aralık 1922’de Kahire’de bir Arap Kongresi toplanmıştı. Kongre’de, Mustafa Kemal tarafından belirlenmiş olan, şu konular ele alınmıştı:
1- Daha önce halifenin idaresi altında bulunan Arap ülkelerinin oluşturacağı bir federasyon kurulması;
2- Mısır’ın bağımsızlığa kavuşturulması ve Süveyş Kanalı’nın muhafazası için askerî kuvvet sağlanması;
3- İngiliz kuvvetlerinin Mısır’ı derhal terk etmesinin talep edilmesi.
Böyle bir kongre tertibine gidilmesi kararı, muhtemelen, Ankara Hükümeti’nin İslam ülkeleri ile olan münasebetlerini devam ettirme ve Milli Mücadele’nin tahakkuku için ele geçen her fırsattan faydalanarak Müslüman milletler arasındaki İslami hareketi artırma arzusundan kaynaklanmaktaydı. Bu nedenle de gerek Mustafa Kemal Paşa ve gerekse diğer Milli Mücadele önde gelenleri Türkiye’nin bu dönemde İslam dünyasının lideri olması arzusunu taşımışlardı.
Milli Mücadele sırasında gerçekleştirilmeye çalışılan ama olumsuz gelişmelerden dolayı neticesiz kalan Ankara Kongresi teşebbüsünü, başta Mustafa Kemal olmak üzere Milli Mücadele liderleri tarafından tatbikine çalışılan İslam devletleri arasında bir İslam Birleşmiş Milletleri veya İslam Devletleri Federasyonu oluşturma çabasının gerçekleşmesini kolaylaştırma unsuru veya bu yoldaki çalışmaların bir uzantısı şeklinde değerlendirmek mümkündür.
Bu dönemde takip edilmeye çalışılan İslam Ülkeleri Birliği yahut Federasyonu siyasetinin kabul edilen gayesi, Avrupa ordularının istilası altında bulunan tüm İslam ülkeleri topraklarını ve halklarını bu durumdan bir an evvel kurtarmak ve tam bir bağımsızlığa kavuşmalarını garanti altına almak, hilafeti her İslam ülkesinin bağımsızlığının kabul edilen garantörü haline getirmek ve yine hilafeti aralarında dinî olduğu kadar dünyevî birliğin de esası kılmaktan ibaretti.
Yine bu dönemde böyle bir politikanın izlenmesine çalışılmakla özellikle Avrupa Devletleri’ne karşı askerî ve siyasî açıdan aleyhte olan mevcut durumdan kurtulmak ve dünya siyasetinde bir denge unsuru meydana getirme hedefi güdülmüştü. Ayrıca Mustafa Kemal’in İslam Birliği planını gerçekleştirmeye çalışmak suretiyle takip ettiği bu siyasî organizasyon, bir taraftan Halife’nin dünyevî gücünün zayıflamasının doğurduğu memnuniyetsizliği kademe kademe gidermeye çalışmak, diğer taraftan ise kendi siyasî durumunu, istikbale matuf olarak, garanti altına almaya yönelik olarak gözükmektedir. Böyle bir politikanın takibi neticesinde Batılı güçlerin hilafetten kaynaklanan sebepler dolayısıyla, İslam ülkelerinde meydana gelecek olan bağımsızlık hareketleri nedeniyle Türkiye’yi suçlamaya hakları da olmayacaktı. Bu konuda herhangi bir şikâyet söz konusu olduğu takdirde Türk Hükûmeti, Müslüman ülkelerin halifelerinin etrafında toplanarak bir birlik oluşturmalarının gayet tabiî olduğunu, fakat Türk Hükümeti’nin başka bir devletin iç işlerine kesinlikle karışmadığını ve hiç bir şekilde toprak elde etme niyetinin de bulunmadığını rahatlıkla söyleyebilecekti.
Bu dönemde Türkiye ile İslam ülkeleri arasında imzalanmış olan ittifak anlaşmaları ile Batı emperyalizmine ve yayılmacı siyasetine karşı dayanışma sağlanmış, bu vesile ile de İslam ülkelerinin içinde bulunduğu duruma bir an evvel son verilmek istenmişti.
İslam ülkeleri arasındaki işbirliği ve bu ülkelerin birliğini gerçekleştirme yolunda yapılan girişimler, neticeye ulaşılıp ulaşılamaması bir tarafa, emperyalist devletlerin istilasından kurtulma ve bağımsızlıklarına kavuşma mücadelesinde gerek Türkiye ve gerekse diğer İslam ülkeleri için hiç şüphesiz ki büyük faydalar sağlamıştı.
.
Sıradaki Kızılelma nedir?
İstanbul tarihte 24 defa kuşatma gördü. Sadece 6 defa ele geçirilebildi. Grek komutanları ve Roma imparatorları, Fars hükümdarları, Arap halifeleri, Venedik başkanları, Fransız kontları, Bulgar kralları, Avar liderleri, Slav despotları ve Osmanlı sultanları sırayla şehrin önlerine kadar gelip gittiler, şehri kuşattılar; ya geri püskürtüldüler ya da İstanbul’u ele geçirdiler. Ancak ele geçirenler birkaç komutandan ibaretti. Alcibiades, Konstantin, Dandolo, Paleologos ve Fatih Sultan Mehmet şehrin limanları ve kapılarına kadar ulaşmayı başaran isimler oldu.
Fatih Sultan Mehmet tarafından 1453’te fethedilmesiyle İstanbul Türk’ün payitahtı oldu. İstanbul’u almak isteyen onca Müslüman devlet ve komutan olmasına rağmen Fatih, kutlu fethin kutlu ismi sadece o olabildi. Dolayısıyla Hazreti Peygamberin müjdesine muhatap olma şerefine erdi. Ancak imparatorluğun yıkılması ile birlikte İstanbul’un bahtı da karardı; kısa bir süreliğine de olsa İngiliz ve Fransız işgaline uğradı. Fakat Anadolu’da yükselen çığlık ve o çığlığın kahramanları Mustafa Kemal ve silah arkadaşları sayesinde çok şükür işgal altındaki şehir asıl sahibine geri döndü.
Türk’ün payitahtı olan İstanbul’u temsil eden bir dizi simge vardı ve bunlar imparatorluğun yıkılışına kadar hep mevcut oldu. Söz konusu simgelerin en barizi, en itibarlısı ise Ayasofya idi. Kilise iken Fatih’in tercihi ile camiye çevrildi. Beş asra yakın bir süre cami olarak hizmet verdi. Fakat 1934’te her nasılsa müze olmuş ve nihayet bugün tekrar cami olma şerefini kazandı.
Batı dünyası İstanbul ve Ayasofya’yı hiç unutmadı, aklından hiç çıkaramadı. Şehri ve mabedi kaybetmiş olması yüreğinde hep bir sızı, gönlünde hep bir hüzün olarak kaldı. Bundan dolayıdır ki Batı, İstanbul’u İstanbul diye hemen hiç anmadı, onu hep Constantinople diye anımsadı ve hep bu ismi kullandı.
Esasen İstanbul’un fethi, Roma’nın yıkılışı demekti. Bir imparatorluğun başkentinin ele geçirilmesi elde edilebilecek en büyük zaferdi. Böyle bir zafer neticesi İstanbul Türkleşip İslamlaşmış, Ayasofya Müslümanlaşmıştı. Böylece Hilal Haç’a galebe çalmıştı.
Bugün Vatikan’da Papa’nın içinin yanması, Yunanistan’ın feryad u figan koparması Ayasofya’nın yeniden İslamlaşması ile Hilal’in bir kez daha Haç’a üstünlük kurmasından kaynaklanmaktadır.
Papa Vatikan’da acı çekip inlerken, Yunan Atina’da çırpınıp feveran ederken içimizdeki bir kısım isim ve kesimlerin Papa ve Atina ile aynı safta yer almalarını anlamak ise hakikaten güçtür. Bir mekânın kilise yahut müze olmasını camiye tercih eden zihniyet, şayet İslam dairesi dışında bulunmakta iseler, kendilerine kimsenin diyeceği bir şey olamaz. Ve fakat İslam dairesinde olduklarını beyan ediyorlarsa bu durum tam bir hal-i garabettir.
Garip olan bir başka gelişme ise Ayasofya’nın cami olmasına gösterilen iç tepkinin dış tepkilerden daha ziyade ve daha yıkıcı olmasıdır. Toplumsal yapımız bu anlamda bir hayli düşündürücüdür. Bir avuç azınlık kahir ekseriyetin talep, irade, tasarruf ve tercihine ambargo koymaya çalışmaktadır.
Her kim ne derse desin, her kim her ne şekilde muhalefet ederse etsin kutlu fethin yadigârı Ayasofya yeniden cami olmuştur. Bugüne kadar böyle bir kararın altına imza atmak isteyen onlarca siyasi gelip geçmiştir. Ancak o şeref tek bir kişiye nasip olmuş ve kendisini şereflendirmiştir. Adının tarihe altın harflerle yazılması çoktan söz konusu olmuştur. Sadece böyle bir kapıyı aralamak bile kendisi için en büyük onurdur ve her daim onur olarak da kalacaktır.
Ayasofya müze olduktan sonra Müslümanların hep kızıl elması oldu. İnanmış onlarca siyasi, şair, yazar, entelektüel onu yeniden cami olarak görmenin hayal, hasret ve özlemi ile yaşadı, mücadele etti. Osman Yüksel Serdengeçti gibi bazı isimler, Ayasofya özüne dönmeli dedikleri ve istedikleri için, yargılandı, takibata uğradı, mahkûm edildi. Ama inananların gönlünde bir sevda olan Ayasofya ülküsü hiç ama hiç tükenmedi. Verilen cezalar kimseyi yıldırıp sindiremedi, bilakis biledi.
Ayasofya’nın camiye çevrilmesi pek tabii ki sıradan bir hadise değildir. İcra ettiği fonksiyon sadece ibadete zemin oluşturmak hiç değildir.
Ayasofya’nın camiye çevrilmesi hükümranlık simgesidir. Egemenlik sembolüdür. Halkın demokratik tercihlerine saygıdır. İnanç hürriyetidir. İslam dünyasında Türkiye için bir prestijdir. Türkiye’nin eski Türkiye olmadığının en bariz göstergesidir…
Ayasofya’nın ibadete açılması Cumhuriyet’e saldırı da değildir. Cumhuriyet’in banisi Mustafa Kemal’e karşı yapılmış bir hareket ise hiç değildir. Bilakis Cumhuriyet’in güç kazanmasıdır. Toplumsal dayanışmanın artması, ihtilaf unsurlarının azalmasına vasıtadır.
Cumhuriyet’in ilanından 11 yıl gibi bir hayli zaman sonra müzeye dönüştürülmüş olması ve alınan Bakanlar Kurulu kararının resmi gazetede dahi yayınlanmamış bulunması Ayasofya’nın hangi şartlarda müzeye çevrildiği noktasında ise bir hayli düşündürücüdür. Müze olması kararının o günkü siyasi ve askeri şartlar, zorlamalar ve mecburiyetler gölgesinde yapılmış olması ise oldukça muhtemeldir.
Unutmamak gerekir ki milletler kendi benliklerini koruyabildikleri sürece yaşama imkânı bulurlar. Dini değerler ise ulusların ayakta kalabilmelerini sağlayan en önemli birleştirici unsurudur. Kızılelmalar da öyledir.
Peki, o halde sıradaki Kızılelma nedir? O kızıl elma devşirilmeyi beklemektedi
.
Abdülhamid’in insan kazanma sanatı
Sultan Abdülhamid saltanatı boyunca imparatorluğun hasta çocuklarını centilmence bir mücadele ile hep kazanmaya çalışmış, bağışlamış, affetmiş ve hiç bir şey olmamış gibi her defasında her şeye centilmence yeniden başlamıştır.
Ceza verirken bile, en acı dillilerini ve en muhalif olanlarını dahi aşırılıklardan uzak, tatlı sert bir politika ile ikna etmeye ve adeta yaramazlıklarından vaz geçirmeye çalışmış; kaybetmekten ziyade kazanma odaklı bir siyaset izlemiştir. Avrupa’da Jön Türklerle uzun süre bir arada kalamayacağını anlayan Süleyman Nazif’i tekrar İstanbul’a döndüğünde bir baba şefkati ile karşılanmış ve Vilayet Mektupçuluğu vazifesiyle Bursa’da ikametini sağlanmıştır.
Mizancı Murat da bütün hakaretlerine ve muhalefetine rağmen Abdülhamid’in müsamaha ve affına nail olan bir başka edebi şahsiyet olmuştur.
Mizancı Murat, Sultan Abdülhamid’e “gaddar, zalim” demiş, kaçıp gittiği Avrupa’da onun tahtan düşürülmesi için çalışmış ve Mısır’da iken yazdığı hakaret içerikli yazıları sebebiyle hakkında “gıyaben idam” kararı verilmiş olmasına rağmen sonradan affedilmiş ve yurda gelmesine rıza gösterilmiştir.
Bu anlamda Sultan Abdülhamid’den baba şefkati gören ve ihsanlarına mazhar olan bir başka muhalif isim ise Abdülhak Hamid’tir.
Şair-i A’zam olmakla maruf, şiir yazmaktan ve güzel yaşamaktan başka adeta bir derdi bulunmayan ve dolayısıyla da cebinde düzenli bir hayat yaşayacak kadar parası olmayan Abdülhak Hâmid’e Sultan Abdülhamid çeşitli vesilelerle para göndermiş ve onu maddeten desteklemiştir.
Namık Kemal’in Bolayır’da gömülme arzusu taşıdığından Ebüziyya Tevfik’in Abdülhamid’i haberdar etmesi üzerine na’şı Gelibolu’ya nakledilmiş ve Gazi Süleyman Paşa’nın türbesinin yanına gömülmüştür.
Sultan Abdülhamid’in dönemi aydınlarına yaklaşımındaki hoşgörü inceliğini göstermesi bakımından daha ilginç olanı ise Namık Kemal ölünce Abdülhamid tarafından onun için yaptırılacak olan türbenin projesinin, aralarındaki uyuşmazlık ve hoşnutsuzluğa rağmen, Tevfik Fikret tarafından çizilmesine Sultan Abdülhamid’in müsaade etmiş olmasıdır.
Sultan Abdülhamid’in Namık Kemal’in ölümünden sonra oğlu Ali Ekrem’i saraya alıp onu Mabeyn’de görevlendirmiş olması ve ayrıca Namık Kemal’in babası Mustafa Asım’ı müneccimbaşı yapmış bulunması da son derece önemlidir. Ancak Ali Ekrem Bey, on altı yıl Mabeyn’de görev yapmasından sonra, sanki onca yıl yapılan işler ve alınan kararlarda kendisinin hiçbir dahli yokmuşçasına, Abdülhamid ve uygulamaları aleyhinde yazılar yazmaktan çekinmemiştir.
Kûfi yazıda dikkate değer bir hattat ve Arapkârî süslemeler yapan ve çok yönlü bir sanatkâr olması hasebiyle Yıldız Sarayı salon tezyinatı ile Yıldız Camii kubbe ve kuşak yazılarının Ebüzziya’ya ısmarlanmış olması ve ayrıca Abdülhamid’in bizzat imal ettiği ahşap eserlerdeki Abdülhamid ambleminin “Ebüzziya” imzasını taşımış bulunması yine Sultan’ın kendisine muhalif olan aydınlara yaklaşımını göstermesi bakımından gayet ilginçtir.
Midhat Cemal Kuntay’ın tespitine göre, Abdülhamid, muhaliflerine karşı nazırlarından daha yumuşaktı. Onları idare etmek için iki vasıtası vardı: İltifat ve biraz lütuf. Çabasında başarılı olamadığı takdirde, muhaliflerini, verecekleri zararları en aza indirmek için kendilerine dolgun maaşlar bağlayarak imparatorluğun çeşitli bölgelerine önemli görevlerle sürüyordu.
Sultan Abdülhamid’in muhaliflere yönelik siyasetinin esaslarını ise;
- Affedici
- Barışçıl
- Daimi düşmanlık gütmeyen
- İkna edici
- Kazanma ve değerlendirme esaslı
- Maddeten destekleyici
- Müsamahakâr
- Tatlı sert cezalandırıcı
- Uzlaşmacı
şeklinde sıralamak mümkündür.
Unutmamak gerekir ki imparatorluk bu dönemde artık hasta adam olarak anılmaktaydı ve bu teşhis ve tavsif ekseninde muameleye tabi tutulmaktaydı. Teşhis hakikaten de doğru olup eski şaşaalı ve tantanalı günler oldukça gerilerde kalmış, artık ciddi bir beka meselesi ile karşı karşıya bulunulmaktaydı.
Bir anlamda köşk sahibinin eski gücü ve kuvveti tükenmiş, gelirler azalmış, alacaklılar kapıya dayanmış, isyanlar çoğalmış, işgaller yaşanmış, her geçen gün bir özellik ve güzelliğini kaybeden köşkte aile fertlerinin keyfi ve neşesi kalmamıştı. Köşk iyi bir tamire muhtaçtı ve aile efradı da oldukça bunalmış olup adeta ruhen hastaydı. Aydınlar, edipler ve şairler hasta bir imparatorluğun çocuklarıydı ve gayet tabii ki onlar da hastaydı.
.
Hasta imparatorluğun hasta çocukları
Sultan II. Abdülhamid ile dönemi aydınları, şuarası, üdebası, münevverleri arasında daimi bir çatışma yaşandığı, fikir ve basın hayatının daimi surette olumsuz olduğu yazılmış, anlatılmış ve Abdülhamid’in tam bir müstebit, döneminin ise devr-i istibdat olarak vasıflandırılması hiçbir zaman ihmal edilmemiştir.
Söylendiğine göre Abdülhamid kimseye hayat hakkı tanımamış, hele hele dönemin aydınları ile hiçbir surette anlaşamamıştır.
Kendi iktidarı, rahatı ve refahı için her türlü vicdansızlığı icra etmekten kaçınmadığı için “Taçlı Gaddar” olarak adlandırılmayı dahi hak etmiştir. Onun özellikle fikir hayatının gelişmesine engel olduğu, kendisi gibi düşünmeyen ve iktidarına hizmet etmeyenleri sürgüne gönderdiğini ifade etmek ise bazıları için büyük bir keyif unsuru olmuştur.
Örneğin Mithat Cemal Kuntay, Abdülhamid ile dönemi şairleri arasındaki ilişkiyi mihverinde sahte bir saygı ve sevginin yer aldığı idare sanatı olarak tanımlamıştır.
Kuntay’a göre, Namık Kemal başta olmak üzere eski Yeni Osmanlıları ve yine Kemal başta olmak üzere tanınmış edebiyat adamlarını, Abdülhamid, “içi olmayan bir sevginin dış tarafları” ile oyalamıştır. Kemal ile inkılap arkadaşları ve Edebiyatçılar da, Abdülhamid’i, “kinin pusu kurduğu sahte kasideler” ile idare etmişlerdir.
Acaba Abdülhamid aleyhinde yazılıp konuşulanların ve ona izafe edilen olumsuzluk ve ithamların gerçeklik payı nedir, hakikati ne derece aksettirmektedir, isnat edilen menfilikler ne derece doğru ve isabetlidir… soruları pek tabii ki tam ve etraflı bir araştırmayı gerekli kılmaktadır.
Mithat Paşanın Taif ’e sürgünü, Meclis-i Mebusan’ın kapatılması ve tekrar açılması arayışları, Meşrutiyet istekleri, basına uygulanan sansür ve nihayetinde gelen sürgün cezaları Abdülhamid aleyhtarlığının özellikle somutlaşmış unsurları arasındadır.
Dönemi aydınların bir kısmının Sultan Abdülhamid’e muhalif olmalarının birden fazla sebebi söz konusudur. Bu nedenleri; çoğu kere siyasi, yersiz, asılsız, çelişkili, bilgisiz, cahilane, taassubane, nefsani, akildanelik, kıskançlık, husumet ve şahsi menfaat gibi etkenler şeklinde sıralamak mümkündür.
Abdülhamid devri münevverlerinin genel karakterleri arasında kendilerini büyük görme, her şeyi bilme, her şeye vakıf olma, akilane olma ve kendilerini merkez kabul etme ve doğrudan doğruya kendi ilhamına bağlı kalarak hemen her şeye başkaldırıda bulunma gibi bir hal, tavır, ifade tarzı, üslup ve estetik anlayışları söz konusudur.
Ukbadan (Ahiretten) sesler duyan ve her biri “Üstadı Azimuşşan (Şanı Yüce Üstat)” olan yahut “Üstad-ı İdrak-Ara (İdrak Edilmesi İmkânsız Üstat) ” bulunan, birbirlerini “Edib-i Necib (Soyulu Edip), Ustad-ı Lemyezel (Ölümsüz Üstat) yahut Büyük ve Muhalled Üstad (Büyük ve Fani Olmayan Üstat), Celle Celâl (Şanı Yüce Celal) ve Celle Celâlü (Şanı Yüce Olmuş) olarak görüp kabul eden bir halet-i ruhiye içerisindeki insanlar sınıfı ile uzlaşıp anlaşmak hakikaten oldukça zor olsa gerekir.
Malum olan ise bu ifadelerin her birinin Allah için kullanılan tanımlamalar olmasına rağmen, kendileri için kullanımlarında kast etmeseler dahi, ulûhiyet havası ve kokusu bulunmasıdır.
Sözü edilen sınıfa dâhil kimselerden bir kısmı ayrıca, bir zamanlar şanına ve ulviyetine dair kasideler yazıp yücelttiği Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi sonrasında onu hal’ eden ricalin önde gelenlerinden birine müşavir olmayı kabul edecek kadar da güvensizlik uyandırmaktan geri de kalmayan tipteki gibi davranışlar sergilemişlerdir.
Dönemin aydınlarının ortak özelliklerinden birisi de yönetme arzusudur. Bu arzu, hemen hepsinde var olan bir başka hırs olmuştur.
“Mizancı” diye tanınıp bilinen Murad Bey bir tarihçi, fikir adamı ve bir gazeteci olarak Abdülhamid devrinin en parlak isimlerinden biriydi. Mekteb-i Mülkiye ve Mekteb-i Hukuk’ta verdiği tarih dersleriyle bir nesle tarih şuuru aşılamış, önemli devlet görevlerinde bulunmuş, çıkardığı Mizan gazetesiyle Sultan Abdülhamid’in teveccühünü kazanmıştı. Ancak o bir süre sonra Abdülhamid ve idaresine karşı ağır eleştirilerde bulunma yoluna girmiştir.
Murad Beyin Abdülhamid ve yönetimine muhalefet etmeyi tercih etmesinin görünürdeki nedeni başka türlü olsa da, Yahya Kemal’in ifadesiyle, onun muhalifler saffına geçmesinin esas saikı, padişahın müşaviri, daha doğrusu rey ve fikir amiri olmak ve ona hükmetmek istemesinden kaynaklanmıştır.
Fakat Murat bey tuttuğu yolda yalnız kalmamıştır. Şair Eşref, örneğin, yönetimde yer alma hevesini:
Emin olun, size esbab-ı inhidam oluyor
Esafilinden olan fırka-i maiyyetiniz
Yahut Mehmed Akif de Mizancı’dan pek geri kalmamıştır:
Senin etrafını alsın ki yığınlarca sefil
Kimi idmanlı edepsiz, kim talimli rezil
….
Topladın etrafına birkaç deni ahaddan
Anların re’yile hali kalmadın bid’addan
Ömer Seyfettin 1908’de Hicaz Demiryolu’nun inşası vesilesiyle bu demiryolunu “Hatt-ı Âli” (Eşsiz Demiryolu) diye tavsif etmiş ve yine bu inşa vesilesiyle yazdığı şiiri okuyucularına arz ederken Sultan Abdülhamid’in ismini;
“Padişah-ı mufahham ve halife-i muazzamımız büyük Sultan Abdülhamid Han-ı sâni efendimiz hazretlerinin cümle-i inâyât-ı hikmet-âyât-ı husrevânelerinden olan Hicaz Hatt-ı mübareğine ait bu şiiri kârilerime arz ile kesb-i mübaht eyleriz”
şeklinde övgü dolu ifadelerle zikretmiştir.
Ömer Seyfettin, Hicaz Demiryolu’nun daha ziyade manevi yönü üzerinde durmuş ve binlerce ziyaretçinin bu yolla Kâbe’yi tavaf edebileceğinden söz etmiş, “kutsal bir mabede benzettiği vagonlar”ın inananları büyük beldeye yaklaştıracağını dile getirmiş… ancak İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra kaleme aldığı “Müekkile-i Hürriyete”de vatanın hürriyet sevdası ve hasretiyle senelerdir kalbinin inlediğini, kavuşulan hürriyetle artık “ölüm sessizliğinin sona erdiğini, binlerce dul ve yetimin bayram ettiğini traji-komik bir şekilde seslendirebilmiştir.
Yine o, “Temmuz” adlı şiirinde Sultan Abdülhamid devrini bir esaret dönemi olarak nitelenmiş ve yerini hürriyete bıraktığından bahsetmiştir. Ve dolayısıyla da Temmuz ayını “Mâh-ı Muhterem” olarak değerlendirmiştir.
Ömer Seyfettin Rondo adlı şiirinde ise şehitlerin hayali olan istibdadın sona erdiğini görme özleminden, baykuşların susup bülbüllerin ötmesi icap ettiğinden dem vurmuştur. Ayrıca şiirde Abdülhamid için baykuş benzetmesi yapmaktan da çekinmemiştir.
Bu dönemki aydınları halet-i ruhiyeleri itibarıyla:
- Bazıları riyakârlık hastalığına müptela…
- Bazıları itimat edilmez bir halde…
- Bazıları gayet mütekebbirâne bir tutum sergilemekte…
- Bazıları hal-i hayalde; hayatı tozpembe görmekte…
- Bazıları afaki davranmakta, hakikatler dünyasından uzaklarda yaşamakta…
- Bazıları güya gayet bilgiç, ukalâ ve akıldâne…
- Bazıları ise sadece ve sadece hayatı güzel ve dolu dolu yaşamak arzu ve emelinde…
olarak görülmektedir.
Süleyman Nazif’in kendisini Abdülhamid’in yerine koyup 1919 yılında “Utarid” mecmuasında kaleme aldığı hatıratta yer alan bilgiler konumuza açıklık getirmesi bakımından önemlidir.
O, Abdülhamid’e izafeten, onun dönemindeki aydınlara olan yaklaşım ve muamelesinden bahsederken şöyle denmektedir:
“Ah… beni edebiyata düşman zan ve böyle ilan ederlerdi. Hayır! Ben edebiyatın değil, edepsizliğin ve üdebanın değil, edepsizlerin düşmanı idim. Ziya Beyi vezaret ve vilayetle İstanbul’dan uzaklaştırmaya beni sevk etmiş olan kuvvet, efkâr-ı umumiye değil, onun ilim ve fazlına hürmetim idi. Mithat Paşa halk nazarında daha ziyade nüfuz sahibi ve iki hal’in de en mühim amili iken Avrupa’ya sürgün edildiği zaman kaç âdem ses çıkardı?
Ben edebiyata düşman olsaydım, Kemal Beye vefatı gününe kadar kesmeden maaş vermez ve oğlunu hizmetime almazdım.
Ben edebiyata düşman olsaydım, Ekrem ve Ebüzziya Beylerin o kadar cevr ü nazını çekmezdim. Ben edebiyata düşman olsaydım, Abdülhak Hâmid Beyi dolgun maaşlarla müreffeh kıldıktan başka, ara sıra borçlarını da vermek gibi hayırhahlıklarda bulunmazdım. Ben edebiyata ve fenn-i tarihe düşman olsaydım, bir aralık tâc u tahtımla uğraşmak istemiş olan Murat Beyin her münasebetsizliğine katlanarak saltanatımın son demine kadar müstavfî maaş ile hizmet-i devlette kalmasına kail olmazdım! Hayır, tekrar ederim ki ben üdebanın hakiki ve müşfik bir dostu idim. Eğer onlara düşman olsaydım, benim de sokak ortalarında edib ve muharrir öldürecek adamları yok değildi.”
XXXXXXXX 12
.
Mustafa Kemal neden boşandı?
Mustafa Kemal ile Latife Hanım ilk defa İzmir’de karşılaşmışlar, İzmir’de tanışmışlar ve yine, 29 Ocak 1923’te, Uşakizade Köşkü’ndeki salonda, İzmir’de, evlenmişlerdi.
Mareşal Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir, Mustafa Abdülhalik Renda ve yaveri Salih Bozok o müstesna evlilik törenine şahit olarak katılabilen isimler olmuşlardı.
Mustafa Kemal’in, o gün orada hazır bulunan, İzmir kadısına hitaben;
“Efendi Hazretleri, Biz Latife Hanım’la evlenmeye karar verdik, lütfen lazım geleni yapar mısınız?”
demesi ve sorulan sorulara he iki tarafın da;
“Kabul ettim”
cevabını vermeleri üzerine nikah akdi gerçekleşmişti.
Ancak bu her yönü ile sıra dışı, müstesna evlilik iki buçuk yıl kadar devam edebilmiş, 5 Ağustos 1925’te birliktelik sona erdi.
Latife Hanım 1975 yılındaki vefatına kadar, aradan geçen yarım asırlık zaman zarfında, gerçekleştirdiği evliliğe, eşine ve boşanmalarına dair hemen hiçbir surette ve hemen hiç kimseye bir şey anlatmadı. Yazmadı ve yazdıkları varsa da kimseye vermedi, kendisi ve yakınlarında hep bir sır olarak kaldı.
Çiftin neden boşandıkları hakkında bugüne kadar, yanlışı ve doğrusuyla, çok şeyler konuşuldu ve çok şeyler yazıldı. Bir ara yeğeni değerli dostum Mehmet Öke Bey ile biz de konuştuk, hoş sohbetler edip maziyi ve olup bitenleri andık, Mehmet Bey bol bol anlattı olup bitenleri, hem de YouTube’da bir dizi halinde. (Bknz)
Geçenlerde konuya dair bir belge geçti elime. Dönemin ABD büyükelçisinin imzasını taşıyordu. Dolayısıyla belge önem arz ediyordu. Paylaşayım istedim bu çok şeyler söylenip nedenleri için çok sebepler sayılan boşanma hakkında bilgi ihtiva eden bu belgeyi.
Belgede geçen her şey pek tabii ki doğru olmayabilir. Zaten belgenin kendisi de bu durumu ifade etmektedir. Ancak öyle de olsa ABD sefirinin gözü ve istihbaratıyla konu ABD’ye nasıl yansımıştır diye bilmekte fayda vardır.
“Reisicumhurun Boşanması” diye başlayarak konuyu ele alan söz konusu belgenin muhtevası şöyledir:
Basın tarafından neredeyse tamamen sessiz bir surette karşılanmasından çok daha önemli olduğu düşünülen bir olay, 5 Ağustos'taki Mustafa Kemal Paşa ile eşi Latife Hanım'ı ayıran boşanma, 13 Ağustos'ta Bakanlar Kurulu tarafından ilan edildi.
Bu sıkıntılı zamanlarda, yerel basın doğal olarak Cumhurbaşkanı’nın özel işlerine dayanan böyle bir inisiyatif olayı hakkında yorum yapmaktan kaçınacaktır. Sonuç olarak, bu konuşma özel görüşme dışında çok az ilgi görmüştür. Bununla birlikte, burada, Cumhurbaşkanı ve eşi arasındaki ayrılığın bir dizi nedeni olduğu dikkatli bir dille telaffuz edilmektedir.
Bu nedenler arasında:
- Yaşları arasındaki tutarsızlık;
- Mustafa Kemal’in genel olarak sarhoşluğu;
- Mustafa Kemal’in paylaşmadığı söylenen Latife Hanımın sosyal tutkusu;
- Latife Hanımın devlet işlerine müdahil olma eğilimi;
- Latife Hanımın, Cumhurbaşkanı’nın refahı ve prestijinden hoşlanan bir arkadaşı gibi görünen İsmet Paşanın bir aracı olarak bilinmesi.
Genellikle sağlam bilgi edinmekte mahir olan bir Avusturya kaynağından gelen haberlere göre, son defaki kopuşun nedenini, İstanbul’daki bar ve gece kulüplerinde sık sık kavgalara neden olmasının sebebiyet verdiği mahcubiyetten Cumhurbaşkanı’nı kurtarmak üzere üçüncü sekreter olarak yurt dışına gönderilmiş olan Latife Hanım'ın erkek kardeşi ile alakalı Paris Büyükelçiliği'nde meydana gelen bir hadise oluşturmuştur.
Latife Hanım'ın erkek kardeşinin Paris'teki büyükelçi Fethi Beye karşı tutumu o kadar küçük düşürücü olmuştur ki, söz konusu Avusturya istihbarat kaynağına göre, büyükelçi genç beyefendiyi şiddetli bir şekilde azarlamak zorunda kalmıştır.
Bunun üzerine Latife Hanımın kardeşi kız kardeşine başvurmuş, kız kardeşi de Fethi Bey'in görevden alınması için Mustafa Kemal’e müracaatta bulunmuştur.
İfade edildiğine göre Mustafa Kemal bu durumu, karısının devlet işlerine müdahalesinin son haddine vardığı şeklinde değerlendirmiş ve kendisinden ayrılmıştır.
Bu hikâyenin, mantıksız görünmeyen bazı özellikleri vardır ve bunlar:
- Borçları olduğu söylenen Cumhurbaşkanı, ümit ettiğinin aksine, Latife Hanımın babasının maddi yardımlarına mazhar olmaktan ziyade karısının ailesi tarafından mahcup bir duruma düşürüldüğü;
- İsmet Paşa ve Fethi Bey arasındaki muhabbetin biraz azalmış olduğu ve dolayısıyla İsmet'in bilinen bir müttefiki olarak Latife Hanımın Fethi'ye saldırmasının yadırganacak bir şey olmadığı;
- Cumhurbaşkanı’nın, İsmet’in sözde yeteneğini kıskanması veya Cumhurbaşkanlığı yetkilerini daha da artırmayı arzusu etmesi nedeniyle İsmet Paşadan hoşnut olmadığı -şayet bu durum doğruysa, uyumsuz bir eşten kurtulmak ve sıkıntılı bir bakanı tek bir darbe ile azarlamak için bir bahane elde etmiş olabilir-.
Tabii ki, yukarıda sayılanların hepsi büyük ölçüde dedikodudur ve Cumhurbaşkanı ile eşi arasındaki evlilikte mizaç uyumsuzluğunun olmadığı gerçeği dışında yazılabilecek herhangi bir şeyin kesinliği söz konusu değildir.
İsmet Paşaya nispetle Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Beyin, Cumhurbaşkanı’na siyaseten daha yakın olduğu iddia edilse de bunu ispat edecek ortada somut işaretler de yoktur. Bu çerçevede konuşulanlar doğru ise bunların gelecek ay Meclis’in toplanmasından sonra kesinlik kazanması gerekecektir.
Bu arada Latife Hanım ailesiyle birlikte sessizce yaşamını sürdürmektedir ve kısa bir sürede unutulup gideceğini gösteren hiçbir emare de bulunmamaktadır.
.
Bizans Enstitüsünce İstanbul Bizanslaştırılmak istenmişti
Ayasofya Camii müze olmuştu. Ancak Bizans Enstitüsü ve İstanbul’da onu temsil eden Prof. Tomas Whittemore Ayasofya ile yetinmedi.
Whittemore 1930'lu yıllarda İstanbul’daki çalışmalarına ilaveten Kahire’de, Kahire Camii ile Fethiye Camilerinde, üzerleri sıva ile kaplı mozaiklerin gün yüzüne çıkarılması için de çalıştı.
Kahire Camii’ndeki mozaikler 14. asra aitti ve Theodore Metochites’un girişimleri ile bir zamanlar “Hora Manastırı”nın duvar tezyinatını oluştururken yapının camileştirilmesi ile bu özelliğini bütünüyle yitirmişti.
Fethiye Camii ise Theotokos Pammakaristos’un camileştirilmiş haliydi.
Fethiye’deki mozaiklerin Bizans’ın en nadide sanat eserleri arasında olduğu kabul edilmekteydi. Whittemore burada bulunan mozaiklerin de sıvalarından temizlenip ortaya çıkarılması için gayret göstermişti.
Anlaşılan o ki, Osmanlı’nın yıkılması ile sadece İstanbul’dakiler değil, Osmanlı diyarlarındaki bir hayli cami de eski statülerini kaybetmeye başlamış, ciddi bir misyoner akınına uğramışlardı.
1930’lu yıllarda Ayasofya Camii’nde “sanat” adına yapılan çalışmalar için Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir yazıda “sergilenen gayretlerin bütünüyle Hıristiyan inanç fanatizmi çerçevesinde yürütüldüğü, bilginin artırılması maksadına matuf bulunmadığı” tespiti esasen son derece doğruydu. Bu ifadeyi tasdik anlamında çalışmalarına devam etmek üzere Avrupa’dan bindiği gemi ile İstanbul’a hareket etmiş bulunan Whittemore 1945 yılı Eylülünde Loy W. Henderson’a hitaben yazmış olduğu mektubunda ne yapmak istediğini şu suretle dile getirmişti:
Şu anda çok iyi bilindiği gibi Bizans Amerika Enstitüsü, Ayasofa'daki mozaik tabloları ortaya çıkarmak ve korumakla uğraşmaktadır. Bu çalışmadaki on yıl boyunca yüksek eğitimli bir teknisyenler grubu oluşturuldu ve halen İstanbul'da bulunan daha küçük Bizans kiliselerinin kurtarılması için öngörülen çalışmalarda kullanılmak üzere gerek duyulacak olan malzeme hazır hale getirildi. Ayasofya, İstanbul’daki mimari konsepti dikkate alan birçok insanın aklına gelen tek yapıdır. Oysaki şehirde hala varlığını sürdüren ve Büyük Kilise’nin inşa edilmesinden önce ve sonra binlerce yıllık Bizans yapısının sürekli gelişimini koruyan daha küçük kiliseler de mevcuttur. Bizans mimarisini bu denli muhafaza eden İstanbul benzeri bir başka yer yoktur. Bunlar Alexander Van Millingen tarafından incelenmiş ve kayda geçirilmiş kiliselerdir, ancak bunlar onun 1912'de kayda aldığı bir zamanda var olmuşlarsa da şu anda tanınamayacak derecede harap bir haldedirler. Bu kiliseler arasında dikkat çekici sarnıcıyla Studion St. John, Bizans İmparatorluğu'nun en ünlü manastır topluluğunun bulunduğu yerdir ve ikonların muhafazasına çalışılan bir burcu mevcuttur. Ayrıca Ravenna'daki S. Vitale'de bulunan ve dünya genelinde mimari açıdan benzeri olmayan S.S. Justinian'ın başkentteki ilk kilisesi S. S. Serge ve Bacchus; temelinde "Ecclesia Antiqua”nın yer aldığı S. Irene; S. Mary Diaconisea'nın güzel kilisesi, Alexia Comnenoa'nın annesi tarafından inşa veya restore ettirilen S. Savior Pantepoptes Kilisesi; sıra dışı mermerleri ve mozaik kubbeleriyle S. Savior Pantokrator Kilisesi; Aziz Andrew Kilisesi ve Patrik Arsenius’un kutsal mezarı; S. Mary Pancrantos'un çift kilisesi; kubbesi ve hala ortaya çıkarılmamış olan mozaik duvarları ile S. Mary Pammakariatos Kilisesi; İsurya Aslanı’na cesurca meydan okuması dolayısıyla Theodosia'nın anısına adanan görkemli S. Theodoaia Kilisesi mevcuttur ve Moğol S. Mary Kilisesi Türk işgali boyunca Ortodoks ayininin devam edebildiği İstanbul’daki tek kilisedir. Dünyaca meşhur mozaikleri ve freskleri ile tanınanı ise S. Saviour kilisesidir.
Bizans Enstitüsü, deprem ve savaştan kurtularak ayakta kalan bu kiliselerin ihmal edilmemesi konusunda kararlıdır. Mümkün olan ilk müdahalelerin hemen yapılması taraftarıdır. Zorunlu onarım gereksinimleri dikkate alınarak yapılan sıralamaya göre hareket edilecektir. Bunun için bugün Türkiye'de satın alınamayan veya sadece fahiş fiyatlarla satın alınabilen metal iskeleler, ahşap iskeleler, zincirler, halatlar ve aletler İstanbul Enstitüsünün atölyelerinde bulunmaktadır. İstanbul Mühendislik Çalışmalarının son on yılı boyunca Enstitüye yardımcı olan iki İngiliz yapı mühendisi, çalışmalarına Türk işçilerle devam etmeyi teklif ediyor. Seçkin Fransız mimar ve Enstitü'nün yakın destekçisi olan Mösyö Henri Prost, şimdilerde İstanbul şehri için Şehir Plancısı olarak kapsamlı mimari deneyimini paylaşmaya hazır bir haldedir. Bunlar, Türkiye'nin mevcut işbirlikçi hükümetinin hâlihazırda izni ve desteği alınmışken bir an evvel yapılması gereken acil işlerdir.
Van Millingen’in çalışmaları Evkaf Komisyonu’nun vermiş olduğu sınırlı izinin bulunduğu günlerde söz konusu olmuştu. Daha müsait şartlar altında taş, briket ve bileşenleri açısından duvarları inceleyebileceğiz. Duvarlarda yer alan yazıları üzerlerinde bulunan sıvalardan dolayı kısmen muğlak kalan okumaları Millingen’den daha iyi bir surette okuma imkânı elde edecek, tedirgin edici bir murakabe altında çizilen zemin planlarını düzeltebilecek ve o zamanlar kamera kullanımının yasak olduğu iç kısımların fotoğrafını çekebileceğiz. Millingen’in “İstanbul’un Kiliseleri” adlı baskısı çoktandır bitmiş olan eseri bu açılımın bir rehberi olarak öngörülmektedir ve bu anıtların korunması, Bizans malzemelerinin ve teknik süreçlerin zaten geniş olan kapsamını daha büyük ölçüde genişletecektir.
Bizans Enstitüsü, bu titiz işlerin yürütülmesi taahhütlerini sunar ve yardımınızı talep eder.
Batı’nın ruh dünyasında, Doğu’da uğradığı en büyük yürek acılardan birisi, hiç şüphesiz ki, “Constantinople”ün “İstambol” olması ve “Saint Sophia”nın “Ayasofya Camii”ne dönüştürülmesi olmuştur. Esasen Fatih’in İstanbul’u alması sadece sıradan bir şehrin fethi olmakla sınırlı kalmadı. Onun söz konusu müjdelenmiş fethi, sadece farklı felsefelerin tezahür ettiği eski “Constantinople” ile yeni “İstambol” arasında değil, fakat aynı zamanda Batı ile Doğu arasında asırlarca sürecek olan bir başka kutlu mücadelenin de kıyasıya sürmesine odun atmak olmuştur. Bu anlamda yeni çatışmalara kapı aralayan kutlu fetih 1930’larda yaşanan değişimlerin bizatihi müsebbibi halini almıştır.
Batı, kadim bir kenti ve müstesna bir mabedi kaybetmenin yüreğinde alevlendirdiği hicran ateşini bir türlü dindiremediği için hiçbir zaman İstanbul’a “İstanbul” demedi. Onu hep “Constantinople” olarak andı ve hep öyle kalmasını arzuladı. Belki de bundan dolayıdır ki, zaman içerisinde İslambol olan şehir nihayet İstanbul oldu. Belki de yine bundan dolayıdır ki, “Saint Sophia” (Hagia Sophia veya Santa Sophia) “Cami” olmaktan çıkarıldı ve müzeye dönüştürülerek “Ayasofya”laştırıldı.
Bu durum Batı’yı biraz rahatlatsa da tümüyle sükûna erdirmedi. Belki de bunun içindir ki Ayasofya müze olunca 1935'te Zguriçee adında bir avukat Atina'da çıkan Neo Kozmos gazetesine gönderdiği bir mektupta, Yunan Kralı'nın marşındaki "Başımızda kralımız olduğu halde İstanbul ve Ayasofya'yı alacağız" cümlesinin artık çıkarılması gerektiğini dile getirmişti.
Anlaşılan o ki, yapılacak daha çok iş var.
O halde, yolumuz açık, gazamız mübarek olsun!
.
Ayasofya neden mi müze oldu? ABD Başkanı, “Ayasofya Müze Olsun” dedi
II/III
Cumhuriyet Türkiye'sini kuranların ülkeyi bütünüyle değiştirip Batılılaştırabilmek için başvurdukları metot fazlasıyla radikal oldu.
Batılılaştırma ve özünden arındırma yolunda yapılan değişiklikler ise öncelikle tarihsel ve simgesel konuları esas aldı.
Yüzlerce yıllık hilafet, yüzlerce yıllık saltanat, yüzlerce yıllık harfler tek tek atılıp yerlerine çağdaş mukabilleri alındı.
Modern Türkiye’nin oluşturulması yolunda yıkılan yüzlerce yıllık tarihi kurumlardan birisi de Ayasofya Camii’nin müzeye dönüştürülmesiydi.
Ayasofya’da ilk Cuma namazı 1 Haziran 1453’te Akşemsettin Hazretlerinin arkasında kılınmıştı. 482 yıl sonra gelen Cumhuriyet idaresi ile birlikte, isteyerek veya istemeyerek, o yönde bir karar alındı. Fethin en büyük simgesi olan cami 1935 yılında müzeye çevrildi. Oysaki Osmanlı nazarında Ayasofya sadece bir cami değildi. O, Hilal’in Haç’a karşı üstünlüğünü her daim izhar eden canlı ve şanlı bir simgeydi. Müze yapılaması ile birlikte Ayasofya’nın bu hususiyetine de son verilmiş olmaktaydı.
“Kılıç Hakkı” olan Ayasofya’nın cami olmasının Batı tarafından hiçbir zaman hazmedilemeyeceğinin galiba farkında olarak onu mutlaka cami olmaktan çıkarmak isteyeceklerin her zaman var olacaklarını öngörmüş bulunan fethin sahibi, daha Ayasofya’yı camiye çevirdiği gün, asırlar sonrası olacakları belki de dikkate alarak demişti ki;
“…Kim ki, …bu vakfın şartlarından birini değiştirirse veya kanun ve kurallarından birini tağyir ederse; …maksadından ve gayesinden başka bir gayeye çevrilmesine kast ederse… Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti üzerlerine olsun. Ebediyen cehennemde kalsınlar, onların azapları asla hafifletilmesin ve onlara ebediyen merhamet olunmasın…”
Hakikaten de Ayasofya’nın kaderi, öngörüldüğü gibi olmuştu. Ayasofya 1935’te Roma-Bizans-Hıristiyan-Osmanlı-Müslüman karışımı bir müzeye dönüştürülmüştü.
Peki, Ayasofya neden ve kimin tarafından müze haline getirildi?
Bu konuda dün ve bugün çok şeyler söylendi, yazıldı ve iddia edildi.
Konu merakımı celp etti. Bir bakayım, belki güzel bir makale yazabilirim diye niyetlendim… Fakat konu oldukça derin ve makale boyutunun ötesinde bir düzeyde. İşin kitabını yazacak kadar çok malzeme var… Belgeler bir hayli ve her bir belge bir başka anlam yüklü. Göründüğü gibi değil yani hadise. Anlıyorum ki Ankara’ya kızmamak lazım. Zira Ankara’yı fazlası ile aşan bir durum var ortada.
Merakınız kalmasın diye hadiseyi kısaca ifade edeyim:
İşin içinde Bizans Araştırmaları var ve bir numara.
Sahnede gözüken ve bu işte rol alan bir hayli isim söz konusu.
Dönemin İstanbul ABD elçiliği ve elçileri…
Bizans Araştırmaları Direktörü Prof. Thomas Whittemore.
Kuzey ve Güney Amerika Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Aziz Athenagoras. Washington Rum Ortodoks rahibi Aziz Daniel.
Ve daha başkaları…
Aziz Athenagoras projenin en önemli isimlerden birisidir. Sonraki zamanlarda da İstanbul Ekümenik Patriği (1967) olarak seçilmiştir. Pro-Turkish biri. En azından öyle görünmüş.
Thomas Whittemore ise projenin uygulayıcısı durumundadır. Oldukça önemli bir isim. Önemine ilaveten biraz da karanlık bir kimliğe sahip gözükmektedir. Mısır, Irak, Suriye, Avrupa, Londra, Rusya, Amerikan Kızılhaç Cemiyeti, Misyonerlik çalışmaları ve daha başkaca işlerle meşgul olmuş.
Yıl 1930.
Her şey Thomas Whittemore’un Ayasofya’yadaki mozaiklerin ortaya çıkarmasına el atması, daha doğrusu attırılması ile başlamış gibi gözüküyor.
1930’lu yıllarda, malum, Anadolu’da birçok yerde kazı çalışmaları yapılmıştır. Hem de harıl harıl. Hatta İzmir’de, 1922’de gömüldüğü düşünülen, binlerce altın için kazı izni alınıp araştırılmıştır. Yapılan kazılar amatörce değil, ustaca ve resmi surette olmuştur.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında Ankara’nın kafataslarını ölçtürmesi… Mimar Sinan hikâyesi… Galiba hep aynı çizgide gerçekleştirilen şeylerdi…
Bu dönem, sadece kazılar açısından değil, yapılmak istenen restorasyonları yönüyle de önemlidir… Zira özellikle İstanbul’da camiye çevrilmiş yahut harap bir haldeki kiliselerin restorasyonu, duvarlarındaki mozaikler, freskler, ikonlar hep aşikâr hale getirilmek istenmiştir.
Ayasofya civarında devasa kazılar yapılmış, Bizans ve öncesine dair somut tespitler için çalışılmıştır…
Alexander Van Millingen’in kaleme aldığı “İstanbul’un Kiliseleri”’ adlı eser, o günlerde baskısı kalmasa da, Bizans Enstitüsü ve Whittemore’un bu dönemdeki en büyük çalışma rehberi olmuştur.
Tomas Whittemore’un Ankara ile temasları ise son derece güzeldi. Bizans Enstitüsü adına sanki Ankara’nın her sokağında bahar mevsimi yaşanmaktaydı. İçişleri Bakanı Whittemore’u teşvik ediyor, “çatlak seslere aldırma, hadi göreyim seni, ha gayret” diyordu… Mustafa Kemal Whittemore’u Ormançiftliği’nde çaya davet etmişti. Anlaşılan o ki, muhabbet vardı, hem de derin derin…
Whittemore’un Ankara Hükümeti ile olan yakınlığı sonraki zamanlarda da devam etmiş. ABD sefirinin vermiş olduğu bilgiye göre Mustafa Kemal 1932 yılında Whittemore ile 3 defa görüşmüştü.
Ayasofya’nın kaderindeki değişim 1931’de fiilen başladı. Whittemore, caminin duvarlarındaki mozaikleri “uzman bir isim” olarak temizledi ve temizletti. Çünkü Washington’da Ankara’ya ilk mektup yazılmış ve öyle olması istenmişti. Anlaşılan o ki, dönemin ABD Başkanı öyle münasip görmüştü.
Whittemore, belgede geçen ifade biçimiyle; “aman elimizi çabuk tutup bu işbirlikçi hükümet görevde iken fırsatı değerlendirelim” diyordu. Dolayısıyla çalışmalar tam gaz devam etmişti…
Müze Olacağı Söylentileri
1934 yılı 9 Kasım’da başlayan Ramazanının ilk günü kapıları kapatılan Ayasofya’nın bahçe kapısına Müslüman ahaliyi selamlayan bir tabela asılmıştı: “Giriş Yasaktır.”
Ayasofya’ya fiilen uygulanan giriş yasağı artık resmen de söz konusu olmuştu. İçeride müze olarak açılmadan önceki son hazırlıklar yapılmaktaydı.
Gerçi daha iki ay öncesinden basında caminin müzeleştirileceği yazılıp çizilmişti. Resmi ağızlar da bunu kısmen teyit etmişlerdi. Hakikaten de Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi konusunda ilk adım Ramazan’ın birinci gününde gerçekleştirilmişti. Oysaki Ayasofya Ramazan’da halkın en fazla rağbet ettiği bir camiydi. Binlerce insan özellikle Ayasofya’da namaz kılmayı tercih etmekteydi. Kapısına asılan “Kapalıdır” levhası ile Ayasofya fiilen Müslümanlardan tecridinden başka bir ley değildi. Ankara Hükümeti’nin bu adımı İstanbul ve Anadolu’nun muhafazakâr kesimlerinin gönüllerinde derin bir acı ve huzursuzluk oluşturmuşsa da değişen fazla bir şey olmamıştı. Prof. Tomas Whittemore Ankara ile ilişkilerini gayet güzel bir şekilde sürdürmüş, üstelik yakın bir gelecekte caminin müze olması gerekeceğini dile getirebilmişti. Ankara cenahından kendisine yönelik yahut çalışmalarına dair hiçbir olumsuz sinyal de beklememekteydi.
1934 Yılı Kış Mevsimi ve Kara Haber
1934 yılı kış mevsimi önceki yılların kışından oldukça farklı ve soğuktu. Kış, her zamanki gibi şehrin cadde ve sokaklarına nüfuz etmekle yetinmemiş, Fatih’in izindeki insanların ruhunu kuşatarak Ayasofya’daki baharı da sona erdirmişti. Ortalıkta dolaşan, ama esasen hakikat olan bir kara haber vardı. O kış, yaklaşık beş asırdır cami olma şerefine ermiş bulunan Ayasofya’nın bahtının karartılarak müzeye çevrilmesine karar verilmişti. Duvarlarında aşikâr hale getirilmiş olan Hıristiyan sembollerinin gölgesinde Müslümanların namaza durmaları artık caiz olamaz denmişti. Ayrıca şehirde ibadet edilebilecek büyük ve kadim bir hayli cami var denmekteydi. İbadet etmek için Ayasofya’nın cami olmasına ne gerek vardı. Türk milletine hizmet edenler böyle bir yaklaşımda Prof. Tomas Whittemore ile tam bir uyum içerisinde olmuşlardı. Onu ve ekibini bütün kalpleri ile desteklemişlerdi
Mevsimin böyle aniden değişmesinin sebebi Washington’dan, ABD Başkanından Mustafa Kemal’e yeni bir mektup gelmiş olmasıydı. ABD yine öylesini uygun görmüştü.
ABD Başkanı “üçüncü mektubunu da yazmış olsaydı, Ayasofya’yı sahibine iade edin” derdi herhalde, denmektedir elimizdeki belgelerde.
Mustafa Kemal’in vefatından sonra da işler aynı minval üzere devam etmiş gözükmekte…
İsmet İnönü’ye gönderilen bir mektup var elimizde. ABD Başkanı tarafından yazılan…
İsmet İnönü demişken, belgelerden birinde; “beceriksizlik etti, Lozan’da Patrikhane konusunu yüzüne gözüne bulaştırdı…” diye tavsif edilmiştir kendileri…
Şemsettin Günaltay’ın başbakanlığı döneminde Türkiye ABD’den, 200.000.000 dolar istemiş, askeri harcamalar için…
Ankara, yahu biz, Türkiye-İngiltere-Fransa, müttefik değil miyiz, denilmişse de (ne ittifakıdır anlayamadım), istenen paralar Türkiye’ye tabii ki verilmemiş. Sonraki zamanlarda Yunanistan’a 200.000.000 dolar, Türkiye’ye ise 70.000.000 dolar verilmiş..
Artık Ayasofya’da, üzerinde ibadet edilen devasa suretteki halılara gerek kalmamıştı. Merkezi koridor hattının simetrisini bozan bu halılar derhal toplatılmış, paketlenmiş ve Mekke’ye gönderilmişlerdi. Orijinal mermer zeminin yalın surette olmasının dâhilde daha etkin bir genişlik sağladığı söylenmekteydi. Kapılarında asılı bulunan o ağır perdeler de sökülüp atılmıştı. Allah, peygamber, ilk halifelerin ismi ile müzeyyen haldeki o hayli büyük yeşil çerçevelerin duvarlara asılması ile Türkler, Latin Haçlıları kadar olmasa da, Hıristiyan ve mazinin klasik eserlerine ne kadar da fazla zarar vermişlerdi! Artık bunlara hiç gerek yoktu.
İzlemiş olduğu sanatseverlik ve özgürlükçü siyasetinden ötürü bütün medeni insanlar Ankara Hükümeti’ne müteşekkirdi. Sanat ve Bilim, Ankara Hükümeti’ne ve Prof. Whittemore’a her daim minnettar kalacaktı. Whittemore, az değil, ölene kadar bu işe baş koymuş, dile kolay, tam 20 yılını bu uğurda serf etmişti.
Ayasofya neden mi müze oldu?
Hadise görünürde Ortodoks mezhebi ile alakalı. Rusya’nın Ortodoks mezhebini kalkan olarak kullanmasına, Balkanlardaki devletleri böyle bir şemsiye altında birleştirmeye çalışması ve hatta bunun için Berlin’de yeni bir Ortodoks merkezi açması, yeni bir katedral kurması ve (başına da Seraphim Lade diye bilinen Luteryan dönmesi birini getirmesi) tehlikeli bir girişim olarak değerlendirilmiş ABD tarafından.
Anlaşılan o ki, demokrasi elden gidiyor diyerek, ABD korku pompalamış dünyaya… Aman Kominizim geliyor diyerek velvele koparmış yani… 1878’de Ayastefanos’a kadar gelen, ancak geri dönmek zorunda kalan Rusya, eski hülyası İstanbul’a bu defa Ortodokslar üzerinden el atacak, hikâyesi iyi okunup üflenmiş yani…
Son bir iki cümle daha…
Yunanistan bütün bu olup bitenlerden haberdar ve yapılanlara taraftar gözükmektedir… Patrikhane’ye karışmayacağım diye söz vermiştir… Mübadeleyi de bu işlerden ayrı düşünmemek icap etmektedir…
Sözün kısası; “Komünist Rusya”, “Rusya kontrolünde Ortodoks birliği kurulacağı” endişesi, ama esasen Hıristiyan dünyasının o kadim “fetih acısı” ABD’nin eli ile Ayasofya’yı müzeleştirip “güzelleştirmiş!”tir.
Şimdi bir talep: ABD Başkanının Mustafa Kemal’e yazdığı o iki mektup Cumhurbaşkanlığınca kamu ile lütfen paylaşılabilir mi?
Ve bir soru: Hal böyle iken Ayasofya tekrar camiye dönüştürülebilir mi?
Muhtemel cevap: Atı alan Üsküdar’ı geçti!
Sonuç: O zaman, buyurun cenaze namazına!
(ABD Başkanı'nın Müze olması isteği belgesi)
(Tomas'a verilen izin kararname)
(Fatihin vakfiyesi bedduası)
(Bizans Enstitüsü çalışanları)
(Kazı çalışmaları - 1)
(Kazı çalışmaları - 2)
(Prof. Thomas Whittemore)
(Patrik Athenagoras - 1967)
.
Constantinople’den İstanbul’a, Hagia Sophia’dan Ayasofya’ya yolculuk
I/III
Bizans Mimarisinin En Büyük Eseri
Ayasofya Bizans mimarisinin en büyük eseridir. Dünyadaki en büyük kubbe yapısı ile tam bir şaheserdir. İmparator I. Justinian tarafından inşa ettirilmiştir. Yapımına Milattan sonra 532 yılında başlanmış, tamamlanması ise bir görüşe göre 537’de, ama daha muhtemel bir kanaate göre ise 552’de söz konusu olmuştur. Mekân olarak, Büyük Constantine, oğlu Constantius ve II. Theodosius tarafından inşa ettirilen ancak çatıları ve kubbeleri ahşaptan olan ve bilahare yanıp yıkılan kiliseler mıntıkasında kurulmuştur. Aynı yerde bir zamanlar Büyük Constantine tarafından inşa ettirilen, St. Sophia olarak da anılan, Büyük İsa Kilisesi de mevcuttu. O da yanmış, fakat yeniden inşası yoluna gidilmemiştir.
Fatih Sultan Mehmet
Fatih Sultan Mehmet, 29 Mayıs 1453’te İstanbul’u fethedince, haklı olarak şehrin en büyük kilisesini, kılıç hakkı olarak, camiye dönüştürmeye yönelmişti. Ayasofya’nın yanına bir adet minare yaptırarak onu eski hüviyetinden arındırmış ve adeta Müslümanlaştırmıştı. Ayasofya’nın ikinci minaresi ise Sarı lakabı ile anılan Sultan Selim tarafından inşa ettirilmişti. Diğer iki minareyi yaptıran ise Sultan III. Murat olmuştu. Ayrıca Ayasofya’nın içine bir minber yerleştirilmiş, altın harflerle üzerinde Allah, Muhammed, Ömer, Ebu Bekir, Osman, Ali, Hasan ve Hüseyin yazılı 8 büyük levha kubbenin kaidesi çevresine güzel bir surette asılmıştı. Bu levhalar 19. Asrın en meşhur hattatı tarafından yazılmış en nadide sanat eserleriydi. O zamanki değerleri 85.000 lira kadardı. 1951’deki rayiciyle, yaklaşık 400.000 dolar olarak hesaplanmıştı.
Sultan Abdülmecid Döneminde
Ayasofya’nın duvarları 6. ila 14. asır arasındaki dönemlere ait muhteşem güzellikteki mozaiklerle süslenmişti. Sultan Abdülmecid döneminde bu mozaiklerin üzeri sıva ile kapatılmış, fakat söktürülmemişlerdi.
Sultan Abdülmecid tarafından kubbeler ve tavanın tamir edilmesi için 1847 yılında iki İtalyan ve Fossati kardeşler görevlendirilmişti. Bunlar, duvarlarda yer alan mozaiklerden bazılarının çizimlerini kopyalayarak almışlardı. Bu çizimler daha başka mozaiklerin de olabileceği ve olduğu fikrini uyandırmıştı.
1930’un İlk Yılları
1930’un ilk yılları Bizans Enstitüsü’nün gayretleri ve Türk Hükümeti’nin de müsaade ve desteğiyle, fetih sonrasında Müslüman gözlerden gizlenmiş olan söz konusu mozaiklerin üzerlerinin temizlenerek açığa çıkarıldığı seneler oldu. İtalyan uzmanların çalışmalara katılma talepleri kesinlikle reddedilerek işin takip ve tatbiki ise Prof. Tomas Whittemore’a emanet edildi.
Prof. Thomas Whittemore’un Ayasofya’ya El Atması
Ayasofya’nın değişime doğru giden kaderi, görünürde Prof. Thomas Whittemore’un Ayasofya’ya el atması ile başladı.
Thomas Whittemore Amerikan Bizans Enstitüsü başkanıydı. Her nasılsa “Profesör” olmuştu. Ayasofya’daki mozaiklerin açığa çıkarılması konusunda İstanbul’daki arkeoloji severlerin dikkatini çekmeyi başarmış gözükmekteydi. Ancak o 1931 yılında Türkiye’ye tekrar geldiğinde Ayasofya hala fethin simgesi olan bir cami halindeydi.
İzin Alabilmişti
Whittemore her nasılsa Ayasofya’da üzeri sıvanmış mozaiklerin açığa çıkartılması, temizlenmesi ve bakımının yapılmaları için dönemin yöneticilerinden izin alabilmişti.
Tomas Whittemore’un hükümette bulunanlar ile arası oldukça iyiydi. İçişleri Bakanı’ndan ve Müzeler Genel Müdüründen davet almış ve Ankara’ya giderek Türk Tarih Kongresi’ne iştirak etmişti. Mustafa Kemal kendisine haber göndererek çiftlikte vereceği çay partisine katılma davetinde bulunmuştu. Mustafa Kemal, TBMM Başkanı Kazım Paşa, Türk Tarih Kongresi Başkanı Yusuf Akçura, kendi Genel Sekreteri Hikmet Bey ve daha başkaları da bulunduğu halde, Whittemore ile ayrıca Halkevi’nde sohbet etmişti. Whittemore’un çalışmaları hakkında kendisine vermiş olduğu bilgileri ilgi ile dinlemişti. Charles H. Sherrill, ABD Dışişleri Bakanlığı’na göndermiş olduğu raporunda;
“Bir Amerikalı tarafından yürütülmekte olan Ayasofya’daki işe Gazi’nin sempatik suretteki ilgisi önemlidir ve ben bu durumu onun ülkemize karşı sergilemiş olduğu dostluğun bir başka çarpıcı örneği olarak yorumluyorum” diye belirtmişti.
Kimdir Prof. Thomas Whittemore
Boston’daki Bizans Enstitüsü’nün himayesinde Whittemore’un Türkiye’ye ilk defa 1931 yılında geldiği söylenmekteyse de bu bilgi doğru değildir. Whittemore yıllardır Türkiye’ye gelip gitmiş ve kalmıştı. O, bir misyoner gibi çalışmış, siyasi ve sosyal işlerle yakından meşgul olmuş biriydi. Amerikan Kızılhaç Cemiyeti’nin Türkiye’deki sorumluğunu üstlenmişti. Cihan harbi sırasında İstanbul’a sığınan Rus mültecileri ve çocuklarını himaye etmeye çalışmış ve onlarla çok uğraşmıştı. Robert Koleji onun sıklıkla uğradığı yerlerden biri olmuştu. Amerikan Sefareti ise onu her daim himaye etmekteydi. Ona, çalışmalarına ve verdiği bilgilere dair bazen “mahrem”, bazen de “son derece mahrem” kaydıyla ABD Dışişleri Bakanlığı’na bilgiler gönderilmekteydi. Whittemore’un bir ayağı Suriye, Mısır, Yunanistan ve Avrupa’da, diğer ayağı ise Mısır’daydı.
Saldırılar
Whittemore’un çalışmaları, kamuoyunu rahatsız etmeme anlamında alınan tedbirlere rağmen, çok da sükûn içerisinde gerçekleşmemişti. Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir yazıda yapılan çalışmaların bütünüyle “Hıristiyan inanç fanatizmi çerçevesinde yürütüldüğü, bilginin artırılması maksadına matuf bulunmadığı” ifade edilerek Whittemore ve çalışmaları tenkit edilmişti. Ancak bu tür tenkit ve tehditler İçişleri Bakanı’na iletilmiş ve Anakara Hükümeti’nin birkaç defa kararlı suretteki destek izharı ve basının sataşmalarına aldırış edilmemesi ikazlarına ilaveten ABD sefirinin verdiği ve sergilediği destek sözü de söz konusu olmuştu.
Esasen Ankara Hükümeti’nce Whittemore’a verilmiş olan izin 4 yıl sonraki bir uygulamanın, Ayasofya’nın müze olmasının bir ön hazırlığından başka bir şey değildi.
Ha Gayret
Whittemore aleyhte yazılan ve konuşulanlara rağmen işini sürdürmüş, ifade edilen biçimiyle; “tükenmez enerjisi, şevki ve nezaketi” ile harıl harıl çalışmıştı. Onun 1950’deki ölümünden sonra ise Bizans Enstitüsü’nce işin takibi görevi Paul Underwood’a verilecekti.
Kazı Çalışmaları
Cumhuriyet’in ilan edilmesinden sonra Anadolu’da birçok yerde olduğu gibi Ayasofya çevresinde de Müze Müdürü Muzaffer Ramazanoğlu sorumluluğunda, St. İrene ve Ayasofya arasında yapılan kazılar neticesinde Hıristiyanlık öncesi Bizans tarihine ışık tutacak, kazı çalışmalar başlatılmıştı. Yapılan çalışmalar beyhude olarak neticelenmemiş, Hıristiyanlık öncesi Bizans’taki ilk tapınaklar ve hatta Bizans öncesine dair işe yarar eserler bulunmuştu. Öncelikle, ilki St. İrene’nin bulunduğu yerde olan Afrodit tapınağı; kısmen Ayasofya’nın inşa edildiği yerde Artemis tapınağı ve Büyük Constantin’in sonraki zamanlarda Büyük İsa Kilisesi’ni inşa ettirdiği yerde Apollo tapınağı şeklinde toplamda 3 tapınak keşfedilmişti. Tespit edilen ve 5. ve 3. asırlar arası zaman dilimine ait olan mozaik zeminler, bölgenin tam da tapınakların bulunduğu yer olduğunu kesinleştirmişti
.
Mustafa Kemal; “Vahdeddin gitmek zorunda kalacak” demişti
1922 yılı Kasım ayı başlarında İstanbul’da bulunan işgalci müttefik güçler temsilcisi bazı isimler, Müttefik Yüksek Komiserleri ve Generallerinin yapacağı toplantıya arz etmeden evvel, siyasi bir konuyu kendi aralarında masaya yatırmışlardı. Konu oldukça önemli olup Sultan Vahdeddin’in güvenliğinin sağlanmasını ilgilendirmekteydi. Ama bu nasıl olacaktı? Her şeyden önce İtalyan General, Sultan'ın himaye edilmesi konusunda sorumlu olmakta isteksiz görünmekteydi.
Sir Horace Rumbold, İstanbul’dan 11 Kasım 1922’de Marquess Curzon of Kedleston’a gönderdiği telgrafta, yapılan müzakerelerin bir özeti şeklindeki, şu kısa malumatı arz etmişti:
Huzursuz olduğum için. . . özellikle, eski İçişleri Bakanı ve Peyam-ı Sabah gazetesi editörü, anti-Kemalist, Ali Kemal'in götürüldüğü İzmit’te halk tarafından linç edilerek öldürülmesi hadisesini göz önüne alarak, dün müttefik kuvvetlerden meslektaşlarım ve kendi adıma, İstanbul müttefik devletler tarafından işgal etmiş olmasına rağmen, Sultan'ın herhangi bir şiddete maruz kalabilecek olmasından üzüntü duyduğumuzu General Harington'a resmi surette ifade ettim.
Sultan'ın güvenliğinin sağlanması sorumluluğunun bütünüyle İngiliz askeri makamlarına bırakılmasının adil olmadığını düşündüğümü de ilave ettim ve icap ederse müttefik generallerle konuşulmasını ve Sultan’ın güvenliğinin sağlanması sorumluluğunun ortak bir muhafız birliği ile temin edilmesinin ele alınmasını önerdim.
Bu mesele, akşamki müttefik Yüksek Komiserler ve Generaller toplantısında ele alındı. Toplantıda ayrıca Sultan'ın mutlak surette can güvenliğinin sağlaması yolundaki zorluklar üzerinde duruldu. İtalyan General, Sultan’ın emniyetinin sağlanabilmesi için gerekli olan kuvvetin doğuracağı yükten bahsetti. Onun argümanlarından hiç etkilenmedim ve Sultan'ın korunmasına ilişkin sorumluluğu paylaşmaya istekli olmadığı izlenimini edindim.
Sultan’ın şahsi emniyeti konusu işgalci devletler arasında sıkıntı oluşturmuşsa da o tahta geçmesinden sonra idare ve ikamet yeri olarak Yıldız Sarayı’nı tercih etmiş ve İstanbul’un işgal edilmesi sonrasında da orada kalmaya devam etmişti.
Nihayet Sultan Vahdeddin’in kişisel güvenliği Müttefik İşgal Orduları tarafından oluşturulan özel bir kuvvet tarafından sağlanmaya çalışılmıştı. Zira işgal altındaki İstanbul ve çevresinin tüm idari kontrolü işgalci güçlerin elindeydi ve Türk jandarması ve hatta Vahdeddin’in özel korumaları dahi, yanlışlıkla bir kazaya sebebiyet verebilecekleri gerekçesiyle, silahtan bütünüyle arındırılmışlardı. Ayrıca örf-i idare uygulanması kararı da icra halindeydi.
Hal böyle olsa da Sultan Vahdeddin’in Yıldız Sarayı’ndaki can güvenliği, müttefik devletlerin sağlamış oldukları muhafaza tedbirlerine rağmen, oldukça sıkıntılı olmaya devam etmişti. Söz konusu sıkıntı müttefiklerin acizliğinden mi kaynaklanmıştı, alınan tedbirlerin yetersizliğinden mi ileri gelmişti yahut oynanan bir oyunun tabii bir parçası mıydı bunlar tartışılabilir konular olsa da, geçen süre içerisinde, Sultan Vahdeddin birkaç defa ölümden son anda kendisini kurtarabilmişti.
Dönemin Türk basında pek zikredilmemişse de dış basında, hatta bir değil birden fazla gazetede, Vahdeddin ve kabinesine karşı planmış olan suikast girişimlerinin son anda ortaya çıkarıldığı yazılıp çizilmiştir.
The Associated Press’in (Berlin) bildirdiğine göre 6 Kasım 1919’da Sultan Vahdeddin’e karşı bir kumpas girişimi söz konusu olmuştu. Kumpasın temel amacı ise Sultan Vahdeddin’in ve iktidarının mevcudiyetine nihai surette son vermekti.
Evening Star gazetesinin 28 Temmuz 1920 sayısında yer alan bir haber ise bu açıdan daha dikkat çekiciydi. Haberde, Türk milliyetçileri İstanbul Hükümeti’nin barış antlaşmasına imza atmasını önlemek maksadıyla her türlü yola başvurmaktadırlar diye belirtilmişti. Söz konusu gazete haberine göre Milliyetçiler, bir taraftan İstanbul halkını ayaklandırmaya çalışırken diğer taraftan da Sultan Vahdeddin’i, etrafındaki siyasi liderleri ve hatta İngiliz subaylarını ölümle tehdide yönelmişlerdi. Milliyetçiler tarafından yapılan çalışmalar neticesinde şehrin duvarları üç gün süreyle asılmış olan propaganda afişlerini ile süslü kalmıştı. Güvenlik güçleri başta Vahdeddin olmak üzere Damat Ferit Paşa, Sadrazam ve İngiliz Yüksek Komiserine karşı hazırlanmış 4 suikast planını deşifre etmişti. Tertipler tam zamanında ortaya çıkarılmışsa da Milliyetçilerin İstanbul’da kargaşa yaratmak için kışkırtıcı surette davranmaktan geri kalmadıkları mutlak bir hakikatti.
Milliyetçi harekete katılmak üzere gizli ve zorlu bir surette Anadolu’ya geçen Şehzade Ömer Faruk’un Milliyetçiler tarafından daha İnebolu’dan, yardımına ihtiyaç bulunmadığı beyanıyla, geri çevrilmiş olması ve Şehzade’nin tekrar İstanbul’a geri gelmek zorunda kalması, ayrıca o tarihlerde Ankara’nın etkili bir gazetesinin Vahdeddin’i “Türkiye’nin en büyük düşmanı” olarak tanıtıp ilan etmesi, Şehzade’nin geri gönderilmesi olayının bazı çevreler tarafından Ankara’nın sadece Kral Constantine, General Papulas ve Lloyd George’a karşı değil, fakat aynı zamanda Osmanlı Hanedanı’na karşı da mücadele ettiği şeklinde değerlendirmelerde bulunmalarına sebebiyet vermişti. Bu yorum hakikaten de yabana atılabilecek türden bir yaklaşım değildi. O tarihlerde bazı müfrit milliyetçi isimler Hanedan hakkında oldukça gelişmiş Bolşevik fikirlere sahip bir durum sergilemişlerdi.
1922 yılı Ankara ile İstanbul arsında soğuk rüzgârların estiğinin alenen hissedildiği soğuk bir dönem olmuştu. Basında sık sık Vahdeddin’in Abdülmecid Efendi lehine iktidardan çekildiği haberleri yer almıştı. Onun, bugün-yarın saltanattan ayrılacağı şeklinde haberler hiç eksik olmamıştı. Bir anlamda Vahdeddin’e kapı gösterilmekte ve üzerinde psikolojik bir baskı kurulmaya çalışılmaktaydı. Vahdeddin, yine bu tarihlerde, Anadolu’da Yunanlılara karşı kazanılan zaferi tebrik etmek maksadıyla Mustafa Kemal’e bir telgrafı çekmiş, fakat Mustafa Kemal Sultan’ın telgrafını kabul etmeyi kesinlikle reddetmişti.
Özellikle 1922 yılı sonları Kemalistlerin İstanbul’da zemin ve iktidar kazandıkları bir zaman dilimi olmuştu. Bu durum, şehirde bulunan özellikle yabancı nüfusu ve İngiliz, Fransız ve İtalyan askeri temsilcilerini ciddi derecede rahatsız etmişti. Ayrıca, 1919 yılı sonlarında olduğu gibi 1922 yılı sonunda da, İstanbul’daki siyasiler oldukça sancılı zamanlar yaşamak mecburiyetinde kalmışlardı. Associated Press’in bildirdiğine göre Kemalistler, kendilerine muhalefetleri ile tanınan 8 ismi derhal idam etmişlerdi. İdam edilen isimler arasında eski Adalet Bakanı Ali Rüştü Bey; eski İstanbul Kumandanı General Emin Paşa ve eski Askeri Mahkeme Üyesi Albay Fettah Bey de bulunmaktaydı. Gerçekleştirilen idamlar, her kim olursa olsun, Kemalist harekete karşı çıkacakların nasıl bir akıbete maruz kalacaklarının tam bir göstergesi olmuştu. Söz konusu kurbanlar esasen sabık İstanbul Hükümeti’nin üyeleriydi ve aynı kaderi yaşamak istemeyen kabinenin sair üyeleri, değil İstanbul’dan, ülkeden kaçmaya yönelmişlerdi. Hakikaten de, saray ve bürokrasi çevresindeki isimlerin, tanınmış bazı kişilerin ve hatta Elcezireli bazı Arap şahsiyetlerin de aralarında bulunduğu, siyasette etkin surette rol oynamış kimselerden oluşan birkaç yüz kişilik bir grup, bindikleri gemide İskenderiye’ye doğru yol almayı tercih etmişlerdi. İngiliz otoriteleri ise limana ulaşmalarına kadar bu yolcuları himaye etmişlerdi. Gerçi Kemalist güçler yolcuları yolarından alıkoymak istemişlerdi, fakat İngiliz askerleri ile çatışmaya girmekten de kaçınmışlardı. İngiliz himayesinde İstanbul ve Anadolu’dan ayrılacak daha başka isimler de vardı ve bunlar bir sonraki geminin yolcuları olma hazırlığına koyulmuşlardı.
2 Ekim 1920 tarihli Evening Star gazetesinin haberine göre Kral George’a yapıldığı söylenen suikast haberleri Londra’yı karıştırmışken Asyalı Bolşevikler de Sultan Vahdeddin’in hayatına son vermek üzere kendisine karşı bir suikast girişiminde bulunmuşlardı. New Britain Herald’ın verdiği bilgiye göre ise suikast sadece Vahdeddin’e değil, ileri gelen sair siyasi isimleri de hedef almıştı.
Milliyetçi liderlerin savaşçı tutumu ve yarının belirsizliği karşı cephede belli ki ciddi bir geri tepme sağlamıştı. İngilizler elleri altında bulunun yabancı unsurları olduğu kadar aslen İngiliz olan ve ticaretle uğraşan kendi vatandaşlarını da ülkelerine geri göndermeye başlamıştı. Öncelikle gönderilenler ise İngiliz kadın ve çocuklardan oluşan bir grup olmuştu. Bu anlamda İngiliz kumandan General Harrington’un hanımı Lady Harington ve diğerleri şehirden çoktan ayrılmışlardı.
O günlerde İstanbul hareketli anlar yaşamaktaydı ve kitlesel surette bir göç başlamıştı. Yabancıların yanı sıra, ayrılanlar arasında anti-milliyetçi eğilimler sergilemiş Türkleri görmek de mümkün bir durumdu.
Kabine'nin iki üyesi, Sadrazam ve Dışişleri Bakanı İzzet Paşa ile 1921'de Milliyetçi hareketin bastırılması için bir fetva veren Şeyhülislam Dürrizade Abdullah, Sultan Vahdeddin’e istifalarını sunmuşlardı. İstifalar tabii olarak Yıldız Sarayı’nda var olan panik havasının daha da artmasını sağlamaktan başka bir işe yaramamıştı.
Şehirde yaşanan kitlesel göçlere ve etkin suretteki panik havasının mevcudiyetine sebebiyet veren temel unsur ise Mustafa Kemal'in Ankara Hükümeti'ni temsil etmek üzere Milliyetçi bir ismi İstanbul’da görevlendireceği şeklindeki açıklamasından kaynaklanmış gözükmekteydi. Görevlendirilecek ismin ise o zamana kadar Ankara Kızılay teşkilatı şefi olarak görev yapmış olan Mustafa Kemal'in İstanbul’daki en gayretli elçisi Hamid Bey olacağına kesin gözüyle bakılmıştı.
Bütün bu gelişmelerin gerçekleştiği bir sırada Sultan Vahdeddin’in içinde bulunduğu siyasi durum ise her an bir darbeye maruz kalma ihtimal ve endişesinden başka bir şekilde değildi.
Ankara cenahının İstanbul’da daha fazla güç kazanması halinde, müttefiklere karşı göstermiş olduğu siyasal sempatinin kendisini Sultan II. Abdülhamid’in akıbetine maruz bırakacağı endişesi vardı ve bu endişenin tahakkuku muhakkak gözükmekteydi. Böyle bir durumda tahtın yeni sahibi ise Balkan Savaşlarında bir süvari subayı olarak çarpışmış olan ve güçlü Milliyetçi eğilimleri bulunan Şehzade Selim Efendinin olması muhtemel gözükmekteydi. Selim Efendi olmadığı takdirde Sultan Abdülaziz soyundan gelen Abdülmecid Efendinin tahta geçmesi oldukça ağır basmaktaydı.
Yaşanan ve değişen şartlar karşısında Sultan Vahdeddin siyaseten olduğu kadar şahsi emniyeti bakımından da oldukça zor durumda kalmıştı. Daha evvelce vuku bulan birkaç darbe ve suikast girişimini atlatmış olmakla birlikte, gözüken o ki, istikbaldekiler için fazla bir şansı kalmamıştı. Kendisini hiçbir surette güvende hissetmemekte, bilakis hayatından endişe etmekteydi.
The Daily Mail gazetesi 29 Eylül 1922 tarihli sayısında okuyucuları ile gayet ilginç olan:
Birkaç gün önce Mustafa Kemal İzmir’de bulunan muhabirimiz Mr. G. Ward Price’a; Vahdeddin gitmek zorunda kalacak. O, Türkiye’nin düşmanları ile işbirliği etti
şeklindeki haberi paylaşmıştı.
Bir Cuma sabahı, erkence bir vakitte, aşırı derecede yoğun bir surette yağan yağmur altında Sultan Vahdeddin İstanbul’dan nihayet ayrılmıştı. O ayrıldığında takvimler 17 Kasım 1922’yi göstermekteydi.
Yabancı bir basın organı, Sultan Vahdeddin İstanbul’dan ayrılmadan önce hangi şartlar içerisinde bulunduğunu ve ayrılmasını gerektiren nedenleri okuyucularına şöyle duyurmuştu:
Büyük Millet Meclisi’nin almış olduğu kararı Türk milliyetçilerinin icra etmesinden, kendisini yakalayıp mahkeme önüne çıkarmalarından endişe duyan VI. Mehmet, bu sabahın erken saatlerinde Yıldız Sarayı’ndan ayrılarak Malaya aldı bir İngiliz dretnotuna sığındı. Oğlu Şehzade Ertuğrul Efendi ile birlikte bu gece Malta'da olacak. Vahdeddin ani surette ayrıldı. Ama ayrılmadan önce İstanbul’dan şahsi emniyeti için ayrıldığını, tahtından vazgeçmediğini açıkladı.
Oysaki Mustafa Kemal daha 3 ay öncesinden; “Vahdeddin gitmek zorunda kalacak” demişti ve hakikaten de Vahdettin nihayet gitmek zorunda kalmıştı.
Bu bir öngörü müydü yoksa iyi tasarlanmış siyasi bir planın tatbiki neticesi mi?
Hedefe ulaşmak için öncelikle Sultan’ı korkutmak gerekmekteydi. Bu nedenledir ki, yargılanacağı haberleri daha Ağustos 1922’den itibaren, belki de daha evvelinden, dış basında fazlası ile yazılıp çizilmişti.
Dış basında yer alan haberlere göre ister korkutma ve isterse başka bir maksatla olsun, Anakara daha baştan itibaren belirlemiş olduğu siyasi hedefine ulaşmayı kesin surette başarmıştı.
.
Ankara Hükümeti Sultan Vahdeddin’i yargılamak istemişti
Sultan Vahdeddin bir Türk hükümdarı olmasına ve muayyen bir süre için Osmanlı tahtında bulunmasına ve Osmanlı idari anlayışı, yapılan ve yazılan her bir şeyin kayda geçirilmesi ve saklanması anlayışına dayanmasına rağmen Vahdeddin yönetimine dair resmi vesikalar bugüne değin maalesef tarih ve siyaset ile uğraşanların ulaşabileceği duruma gelmedi.
Bu nedenle Sultan Vahdeddin’in iktidarı zamanı ve uygulamalarına bakışımız resmi hafızamız açısından son derece zayıf, tek yanlı ve hatta önemli ölçüde felce uğratılmış bir haldedir. Maalesef bu devrenin, birilerinin mahreminde bulunduğuna inandığım, resmi yazışmaları sadece imtiyazlı isimlerin eline geçebilmektedir.
Böyle bir durum ise tarihçi ve siyasetçiler ile yakın tarihe alaka duyanlar arasında bir körler savaşı cereyan etmesine neden olmaktan başka bir şeye yaramamakta, toplumu kamplaştırmakta ve birbirine düşman haline getirmektedir. Dönemi öğrenmekte ısrar edenler ise kendi hanesinde bir şey bulamayınca yabancı kaynaklara yönelmekte, oradan bir şeyler bulup hakikatin ne olduğunu anlamaya ve anlatmaya çalışmaktadırlar. Böyle bir durum ise insan, vakit, enerji, barış, sükûn… Her yönüyle tam bir israf halinin yaşanmasına yol açmaktadır. Neyi, kimden gizliyoruz ve kim, neden korkmaktadır bilmek istiyoruz…
Sözünü ettiğimiz yabancı kaynaklardan birisi de yabancı basındır.
1925 yılı yazında dış basında Vahdettin ile ilgili ilginç bir haber başlığı tekrar çıkmaya başlamıştır. Daha evvelce 1922 sonlarında aynı türden yazılar yine aynı basın organları tarafından kamuoyu ile paylaşılmıştı.
Ankara Hükümeti 1922 yılı sonlarında Sultan Vahdeddin’i yargılamak istemiş ve süreci de resmen başlatmaya koyulmuştu.
1922 yılı sonlarına doğru yabancı basında çıkan birçok haberde, Ankara Meclisi’nin Sultan Vahdeddin ve kabinesini yargılamaya karar verdiği, Mustafa Kemal’in müttefiklerden Sultan’ın kendilerine teslim edilmesi talebinde bulunmasının an meselesi olduğu bilgisi yer almıştır. Hain denen bir Sultan’ın yargılanması için ilk adımlar o vakitler de atılmak üzereydi.
Ankara Meclisi’nin Sultan Vahdeddin ve Nazırlarının yargılanması gerektiğine dair ileri sürdüğü gerekçe ise oldukça şaşırtıcı ve bir o kadar da basitti. Belli ki bu durum bir hikmete mebni idi. Sultan ve kabinesi, büyük bir hata etmişler, müttefiklerin Lozan Konferansı’na katılma davetini kabul etmek suretiyle Ankara Hükümeti’ne karşı suç işlemişlerdi. Yapılan davetin İstanbul Hükümeti’ne ulaşması üzerine İstanbul’da sadrazam Ankara’dan gelecek temsilciler ile Vahdeddin’in seçeceği İstanbul Hükümeti temsilcilerinin bir araya gelerek konferansın başlangıç aşaması için hazırlık yapmalarını önermişti. İşte sadrazamın bu önerisi Ankara Meclisi tarafından suç sayılmış ve Vahdeddin’in yargılanmasını karara bağlamak için yetmiş ve artmıştı bile.
O tarihlerde Ankara hükümetinin Sultan Vahdeddin’in Kemalistlere teslim edilmesi için Büyük Britanya'ya resmi surette müracaat edeceği, padişahın davranışlarını kontrol yetkisinin sadece Ankara’daki Büyük Millet Meclisi'nin tasarrufunda olduğu ve hükümetin emri gereği yargılanması gerektiği İstanbul’da konuşulmuşsa da Londra’ya resmi talep yazısının ulaşıp ulaşmadığı muammadır.
Sultan Vahdeddin’e 1922 faslından sonra 1925 yılında Ankara’dan yeni bir saldırı daha düzenlenmişti. Vahdeddin ise bu tarihlerde İtalya’nın San Remo’sunda her şeyini kaybetmiş bir vaziyette hayata tutunmakla meşguldü.
Ancak Vahdeddin’e atfedilen bu defaki suç oldukça iddialı ve ağırdı.
Hayır, hayır düşündüğünüz gibi değil. İddia edilen suçlama konusu onun ne geçmişte Mustafa Kemal’i idamla yargılamak istemesi ne İstanbul’dan ayrılması yahut ayrılırken Topkapı Sarayı’ndan alıp götürdüğü söylenen mücevherler veya İngilizlerle işbirliği yapmasıydı.
Vahdeddin’in ilkinden birkaç yıl sonra, 1925’te, ikinci defa suçlandığı ve yargılanmasının gerekli örüldüğü konu bütünüyle farklı bir şeydi. Hemen ifade edelim ki yapılan suçlamalar saman alevi gibi birden bire yükselmiş, sonra da köpük gibi erimiş ve unutulup gitmişti.
İddiaya göre Vahdeddin San Remo’da ikamet ettiği villada en yakın adamlarından birini öldürmüştü.
Evet, iddia o ki Vahdeddin doktoru Reşat Paşa'yı katletmişti. Reşat Paşa 1924 Martında bir rovelvör ile başından vurulmuş ve hayatını kaybetmiş halde bulunmuştu. Oysaki Reşat Paşa Vahdeddin ile birlikte San Remo’ya gelmiş ve onunla aynı villada kalmaya başlamıştı.
Önce Reşat Paşa'nın suikasta kurban gittiği iddia edilmiş, sonrasında ise Sultan Vahdeddin’in saltanatını kaybetmesinde rolü olduğu için katledildiğine inanılmıştı. Bu tarihte Sultan’ın adı ayrıca Şeyh Sait isyanına da karıştırılmıştı. Taraftarlarının İngiltere adına bu isyana destek verdikleri belirtilmişti. Sultan ve hempalarının amaçları ise hilafeti yeniden ihya etmek olarak açıklanmıştı.
İstiklal Mahkemesi başkanı meşhur Kel Ali (Çetinkaya) dönemin etkili gazetesi olan Akşam’a iddialar ile alakalı açıklamada bulunmuş ve İstiklal Mahkemesi’nin İtalya’nın San Remo şehrinde yaşayan Sultan Vahdeddin’i yargılamak istediğini ifade etmişti. Yargılanması düşünülen sadece Sultan Vahdeddin de değildi. Vahdeddin’e ilaveten, II. Abdülmecid’in hilafetinin Meclis’te oylandığı sırada kendisi adına da birkaç oy verilmiş olan, Sultan II. Abdülhamid’in oğlu Selim Efendi ve önde gelen daha başka isimleri.
Böylesine basit suçlamalarla bir Sultan’ın idam edilmesine imkân var mıydı yahut bütün bunlardan murat edilen şey neydi?
Unutmamak gerekir ki Vahdeddin İtalya’da da olsa, Villa Magnolia’da, dâhilde İtalyan Hükümeti’nin, hariçte ise Türkiye Cumhuriyeti’nin takibinde olarak ikamet etmiş de bulunsa hala potansiyel bir tehlikeydi. 1924’te hilafet kaldırılmış olsa da o hala ben halifeyim demekteydi. Oysaki konu kapanmıştı ve artık susmalı ve konuşmamalıydı.
Çizmesini giymiş bir surette Mussolini ona kollarını açmış ama o dönüp ona bir defacık olsun bakmamıştı. Ama bu halin devamının garantisi de tabii ki yoktu.
Nihayet Vahdeddin 1926 yazında ölmüştü…
Amerikan belgelerine göre Vahdeddin eceliyle ölmüştü. Her şey gayet tabii idi. Kim bilir belki de öyleydi, belki de değildi. Bir parça zehrin yahut daha saray geleneklerinin unutulmadığı o tarihlerde, ciğerlerine saplanmak üzere, un haline getirilmiş az bir parça camın her gün höpürdeterek içtiği kahvesine karışmış olması oldukça muhtemeldi.
Peki, Ankara Hükümeti marifetli Kel Ali vasıtasıyla Sultan Vahdeddin’i İstiklal Mahkemesi karşısına çıkarabilir miydi?
Kanaatim o ki, Ankara’nın böle bir şeye ne öncesinde ne de sonrası niyeti vardı.
Her şeyden önce ortada suç yoktu. Ayrıca öyle bir durumda tarih kim bilir ne muhteşem sırlara ve hadiselere şahit olurdu.
Şayet Ankara talebinde samimi ve kararlı olsaydı yargılama konusunda gereğini yapardı. Ama söz konusu kararlılığı göremiyoruz.
Bir defa 1922 yılında Vahdeddin’in yargılanması yolunda atılan adımların öncüleri Vahdeddin karşıtı fanatiklerin eseriydi. Ankara’da umumun kanaatini yansıtmamaktaydı.
1925 yılı yargılanma haberlerinin ise makuliyeti yahut mesnetsizliği bir tarafa, Lozan Antlaşması arifesi ve sonrasında alınan kararların önünü açmaya ve kökleşmesini sağlamaya yönelik olduğu aşikârdı.
Sultan Vahdettin daha 1920’lerde kendisine hain dense ve ilan edilse de hain suçlaması ile yargılanmamıştır. Bu suçlama ile aleyhinde tek bir dava dahi açılmamıştır. Ayrıca o ayrıldı yahut kaçtı diye sonrada da yargılanmayacaktır. Daha önceki tarihlerde veya daha sonraki zamanlarda bir başka nedenle de yargılanmamıştır. Oysaki Kel Ali, ister sultan ister kul yahut köle, günün her dakikası adam asmaya hazırken. Kendisine el uzatana merhamet göstermek yerine kafasını sallıyordu. Ama her ne hikmetse Vahdettin’i yargılamıyor; Vahdettin yargılanmıyordu. Yargılanmasına engel olacak biri mi vardı acaba? Veya istenilen hedefe ulaşılmış mıydı ki?
Hal böyle olsa da Vahdettin hain ilan edilmişti. Bu durum, mantığı ve mahiyeti itibarıyla hakikaten enteresandır. Zararı yok, tarihi bir hikâye olarak kalabilir.
Söz konusu yaftalama tamamıyla toplumu yönlendirme maksatlıydı. Bütünüyle imaj oluşturma savaşı vardı. O, yargılanmıyor ama hain ilan ediliyordu. Yargısız infaz gerçekleştiriliyordu. Gıyabi yargılama yoluna da gidilmiyordu. Oysaki Aliye Divan-ı Örfisi Şam’da biri dizi insanı Cemal Paşanın emiri ile vicahen ve gıyaben yargılamış ve idama mahkûm etmişken. Yani böyle bir usulün cahili değildi o dönemin Kel Alileri. Bilakis uygulayıcıları hep Kel Aliler olmuştu. Peki, o zaman neden yargılanmadığı halde hala hain denilmekte Vahdeddin’e?
“Üst üste sorular soru içinde: Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?”
İmaj savaşı, şimdilik tam gaz devam…
.
Abdülhamid ve Mösyö Pasteur
Kuduz, Türkiye'de yüzyıllardır varlığını devam ettirmiş bir illettir. Daha onbeşinci asırda tilki, köpek, kedi ve çakal gibi hayvanların ısırma alışkanlıklarının bu hastalığın enfekte olmasının vasıtaları olduğu kabul edilmiştir. Tedavi metodu konusunda ise hem psişik usullerin hem de farklı tıbbi bileşiklerin kullanılması yoluna gidilmiştir.
Sultan II. Abdülhamid, Pasteur’un 1885 yılında keşfettiği kuduz aşısının üzerinde daha bir yıl geçmişken Beyrut Rumlarından Zoeros Paşa diye şöhret bulan bir Arap Yunanlısı olan Dr. Zoeros Paşa başkanlığında, Albay Dr. Hüseyin Remzi (1839-1898) ve Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane Fünûn-i Bakteriye (Zooloji) hocası olan Veteriner Kaymakam Yarbay Hüseyin Hüsnü beylerden oluşan ve mesleklerinde belli bir başarı kazanmış bulunan üç kişilik bir heyeti, aşının Türkiye’de de üretilebilmesi maksadıyla, bilgi edinmeleri için Paris'te bulunan Pasteur Enstitüsü’ne göndermişti. Ayrıca heyetle birlikte, kendisi adına Mösyö Pasteur’e takdim edilmek üzere birinci rütbeden bir de murassa Osmani nişanı göndermişti.
Aynı zamanda o, Paris’te yeni kurulmakta olan Pasteur Enstitüsü’ne maddeten katkıda bulunmayı da ihmal etmemiş, 1000 altın ihsan göndererek maddi destek sağlamıştı. Paris Kuduzhanesi’nin açılmasına yardımcı olmak üzere gönderilen bu altınlar, o günkü değeri itibarıyla,10.000 frank etmekteydi. Altınlar bavula doldurulmuş halde heyet tarafından Paris’e götürülmüş ve Pasteur’a teslim edilmişti. 1000 adet altını heyetteki isimler arasında Pasteur’e takdim eden ise 27 Mart 1839’da doğan, çok fakir bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmiş bulunan, Hüseyin Remzi Bey olmuştu.
6 Haziran 1886’da Paris’e varan heyet Paris'te 6 ay kalmış ve bu zaman zarfında bizzat Pasteur ve yardımcılarından, hem kuduz hem de mikrobiyolojideki yeni gelişmeler konusunda bilgiler edinmişlerdi.
Altı ay sonra İstanbul’a döndüklerinde heyette yer almış bulunan Dr. Zoeros Paşa 1887’de Sirkeci-Demirkapı'da, Dersaadet’te Daülkelb ve Bakteriyoloji Ameliyathanesi adı altında ilk Kuduz ve Bakteriyoloji Laboratuvarını kurmuş ve hastalarını tedaviye başlamıştı. Paşa aynı zamanda bazı bakteriyolojik tahliller de yapmıştı.
Heyetin diğer üyesi Dr. Hüseyin Remzi Bey ise hem kuduz hakkında Paris'te edindiği bilgileri 1890 yılında Kuduz ve Tedavisi adıyla kitaplaştırmış, hem de çiçek aşısı ile ilgili eserler kaleme almıştı. Ayrıca Mikrop adıyla bir de kitap tercüme etmişti. Hayvanlar üzerine iki ilmi çalışmayı da ayrıca Türkçeye kazandırmıştı. Ancak bütün bunlardan daha önemlisi, o güne kadar İstanbul’a dışarıdan aşı tüpleri getirilerek tedavi hizmeti verilmeye çalışılmışken Hüseyin Remzi Bey sayesinde İstanbul’da Telkihname-i Âmire adıyla ilk Çiçek Enstitüsü kurulmuştu. Telkihhane’nin ilk müdürü de tabii olarak kendisi olmuştu.
Çalışkan ve vatanperver bir insan olan Hüseyin Remzi Bey, albay rütbesinde iken 1896 yılında, daha 57 yaşında iken vefat etmiştir. Belki gariptir ama o aynı zamanda geriye tam 57 eser bırakmıştır. Cenazesi Kasımpaşa’da Kulaksız’da bulunan Türabi Dergâhı’na defnedilmiştir.
Sultan II. Abdülhamid tarafından Paris’e gönderilen bu üç kişilik grubun bir başka özelliği ise İlk Türk biyoloğunun kendi aralarından çıkmış olmasıydı. Ancak hangisi olduğunu söylemek hayli zor olduğu kadar, o denli de yanlıştır. Çünkü her biri Payitaht’a döndükten sonra kendi alanlarında biteviye devam eden bir çalışma hayatı içerisine girmişler, bir taraftan sürekli ilim üretirken diğer taraftan da hastaların tedavisine, hastalıkların ise bertaraf edilmesine gayret etmişlerdi.
Bütün bunların sonucunda 1901yılı Haziranında The ST. Johnsbury Caledonian’da çıkan bir yazıda haklı olarak;
"Kolera ve veba onu en azimli düşman olarak buldular. Bugünkü İstanbul sahip olduğu mükemmel sağlık sistemi ve bakteriyoloji çalışmalarındaki deneyimli uzmanları ile gurur duyabilir" denmişti.
Pasteur’un 1885 yılında keşfettiği kuduz aşısı ve buna bağlı olarak yapılan çalışmalara Sultan Abdülhamid duyarsız kalmamış, Pasteur’un keşfinin sıhhati konusuna meslektaşları tarafından daha şüphe ile yaklaşıldığı ve hatta kuduz hastalığı diye bir şeyin olmadığı, kuduz denen şeyin esasen insanların duymuş oldukları hastalık korkusundan ileri geldiğini ileri sürdükleri bir sırada Sultan Abdülhamit gerçekçi davranmayı ve pozitif ilme önem vermeyi bilmiştir. Zira o hem dine hem de fenne, her ikisine birden itikat etmek gerektiğine kani olmuştur.
Bu yaklaşımından dolayı olmalıdır ki o, öteki hükümdarlardan çok daha önceki bir tarihte, gerçekleşen keşiften kendi ülkesinin de yararlanmasını sağlamanın yollarını aramıştı. Bunu başarabilmek için de, belki de gelmeyeceğini bile bile Pasteur’ü İstanbul’a davet etmişti. Pasteur bu davete icabet etmeyince de ona Paris’te tesis edeceği merkez için maddi destek sağlamak suretiyle keşfinden, İstanbul’da kurulacak bir Pasteur Enstitüsü şubesi vasıtasıyla, devletine ve milletine fayda sağlamayı istemişti. Onun bu yöndeki arzusu hakikaten de gerçekleşmiş, İstanbul’da bir Pasteur Enstitüsü kurulmuş ve bu merkez tarafından 15 Kasım 1900 tarihinden 15 Kasım 1908 tarihine kadarki toplam sekiz yılda kuduz hastalığına maruz kalan 6,808 kişi tedavi edilmişti.
Sultan Abdülhamid, Pasteur’ü ölünce de unutmamıştı. Bakteriyolojihane Müdürü Doktor Nikol’ü Paris’e göndererek hem Pasteur’ün cenaze merasimine katılım sağlanmış hem de Sultan’ın taziyelerini Madam Pasteur’e iletmesi söz konusu olmuştu. Ayrıca Pasteur namına, hatıra kabilinden, Paris’te dikilecek olan heykelin masrafına 1000 lira ile katkıda bulunmuştu.
Sultan Abdülhamid’in gayretleri ile diğer ülkelerden önce Payitaht’ta (üçüncü) bir şubesi açılan Pasteur Enstitüsü’nün ilk müdürlüğünü Zoeros Paşa yürütmüştü. Kurumun sonraki müdürleri ise Dr. Auguste C. Marie (1899 - 1900), Paris’ten davet edilen Dr. Paul Ambroise Remlinger (1900 - 1910), Dr. Paul Simond (1910 - 1914), sonrasında ise Dr. Hayim Naum ve Dr. Zekai Tunçman olmuşlardı. Sultan’dan bir hatıra olan bu enstitü Türkiye’de 1934 yılına kadar Pasteur metodu ile aşı üretmeye devam etmiştir.
Şüphesiz ki Pasteur Enstitüsü’nün bir şubesinin İstanbul’da açılmasını Abdülhamid kadar Pasteur de arzu etmiş olmalıdır. Zira İstanbul bir imparatorluğun başkenti olması yanında dünyada şehirlerde yaşayan itlerin de başkenti sayılırdı. O tarihlerde İstanbul’da yaşayan binlerce, ama binlerce it vardı. Dr. Remlinger’in ifadesine göre 1910 yılında İstanbul’da en az 80.000 it mevcuttu. Evcilleşmiş değil, sosyalleşmiş birer varlık olarak bu itler insanlarla birlikte, hep bir arada yaşamaktalardı. Unutmamak gerekir ki, Pasteur'un yeni keşfi hidrofobi tedavisini, barındırdığı itler nedeniyle daha evvelce Fransız Sağlık Bakanlığı’nın hususi bir surette görevlendirdiği isimlerle inceleme konusu ettirdiği İstanbul’dan başka bir yerde daha iyi bir surette tatbik şansı bulması kesinlikle imkânsızdı.
Sultan Abdülhamid’in ilgisi sadece Pasteur ve onun keşfi ile sınırlı da kalmamıştı. Şahsen tıbba merakı olan, sultan olmasam doktor veya asker olurdum diyen biri olarak o, dünyadaki tıbbi gelişmeleri yakından izlemekteydi. O ayrıca kimyaya da merak salmış biriydi. Hatta biraz da bu nedenle olmalıdır ki Payitaht’ta bir de Kimyahane kurdurtmuştu. Rangowski, Dr. Saint Gros Paşa, Bavyeralı kimyager Arnold, Serferus ve Josef Zanni onun hususi kimyagerleri arasında yer almıştı.
O, verem mikrobunu ve bir süre sonra da tüberkülin ilacını bulan Dr. Robert Koch’un da ilk kapısını çalanlar arasında yer almıştı. Paris’e olduğu gibi Berlin’e de bir doktorlar heyeti göndermişti. Tabii ki Dr. Koch’a da birinci rütbeden bir nişan ihsanında bulunmayı ihmal etmemiş, bu vesile ile ülkesi insanının saadet ve selamette olması için gayret sarf etmişti.
1893’te İstanbul’da açılan Bakteriyoloji Enstitüsü daha sonra Haydarpaşa'da Mekteb-i Tıbbiye civarına taşınmışken 1904’te Selanik ve 1917’de ise Sivas Enstitülerinin açılışı takip etmiştir. Kuduzla mücadele noktasında sonraki zamanlarda yapılan çalışmalar ise 1925’te Şam ve Diyarbakır’da, 1927’de Konya’da, 1929’da İzmir’de ve 1954’te Elazığ’da sürdürülmüştür. Bu şehirlerde açılan her biri laboratuvar kendi bünyesinde aşı üretmiş ve sonraki zamanlarda da Hünkâr’ın açtığı yolda hizmet vermeyi sürdürmüşlerdi.
.
Sultan’ın İnsaniyetperverliği
‘Yaratandan ötürü yaratılanı sevmek’ Türk toplumunun en ulvi hasletlerinden birisidir. Bu hasletin sırrı ise muhakkak ki 1400 yıl önce gelen seste gizlidir. Hamdolsun o günden bu yana Müslüman Türk çocukları olarak herkesi sevdik. Herkese her asır ve her vakit insaniyetperverler olarak saygı gösterip itibar ettik. Ta ki çizmeyi aşmalarına değin. İşte o zaman sille atmasını da bildik. “Osmanlı Tokadı” biraz da bu durumdan kinaye olsa gerekir.
Türk'ün insaniyetperverliği asırlardır devam etmektedir. Onun bu hasleti kültürünün temel unsurlarından birisi haline gelmiştir. Varlıkta da yoklukta da, dün olduğu gibi bugün de bu adet ve bu gelenek üzere olmayı Türk milleti ve idarecileri kendilerine şiar edinmişlerdir.
Bugün bütün dünyanın maruz kaldığı malum felaket Türk'ün söz konusu hasletini bir kez daha harekete geçirmiştir. En üst düzeydekiler vesilesiyle Türk'ün gönül zenginliğinin tezahürlerine bütün dünya şahit olmuştur. En az 69 ülke Türkiye’den yardım talebinde bulunmak zorunda kalmış ve Türkiye, dünyanın yarısına ihsan ve ikramda bulunmuştur.
Dünkü Türkiye’nin de bugünkünden farkı yoktu. Dün de en üst makamlardakiler dünyanın imdadına koşmayı insani bir vazife olarak görmüşlerdi. Adı “Kızıl”a da çıksa, “Kan İçici” de konsa yahu daha düzeysiz sıfatlarla da anılsa Sultan II. Abdülhamid bütünüyle insaniyetperver biriydi.
1891 yılı Mayısında The Democratic Press, Ravenna’da çıkan ve onu tarif ve tavsif eden bir yazıda deniyordu ki:
Şahsen o fazlası ile hayırsever ve iyi kalpli biridir. Gün geçmez ki o, milliyet ve inanç ayırımı yapmaksızın, tebaasından sıkıntıda bulunanların ıstıraplarını hafifletmek için kendi kesesinden büyük meblağlarla onlara katkıda bulunmasın.
Mevlevi Rafiuddin Ahmed de bu noktada The Democratic Press, Ravenna’yı teyit etmekte ve Sultan adına şu şahadette bulunmaktaydı:
Dahası, hayır işini kendi dininin fakir ve muhtaçları ile sınırlamaz, ancak Kur’an'ın emirleri dâhilinde, dini inançlarına bakmaksızın hak edenlere yardımcı olur. Şeyhülislam ondan bir hediye alırsa, Rum ve Ermeni patrikleri de Sultan’ın ihsanlarına nail olurlar.
Sultan Abdülhamid’in yardımseverliğinin şahidi olan bir başka isim ise İstanbul Amerikan Büyükelçisi Oscar S. Straus olmuştur.
Straus, 1909 Nisanında New York Times gazetesinde kaleme aldığı yazısında Sultan’ın yardımseverlik cephesini şöyle ifade etmiştir:
Size onun yardım etmedeki samimiyeti konusunda, evimin bacası ateş alıp yanmaya başladığında, bu durumdan daha ben bile haberdar değilken, onun yaverlerinden birini bana göndererek yardım etme teklifinde bulunmasından daha iyi bir örnek veremem.
Sultan’ın kendi cebinden yaptığı cömertliklerin bir başka şahidi ise T. D'apery’dir. O da Sultan hakkında;
Yoksulların ve çaresizlere yardımda bulunmak üzere kendi kesesinden cömertçe para verir diye beyan etmiştir.
Oscar S. Straus, Sultan’ın ABD’de yaşanan sel felaketi için yaptığı yardımdan bahsederken:
Onun alakadar olması için hiçbir şeyin önemsiz olmadığından eminim.
O, imparatorluğunun talihsizliklerinin yakinen farkındaydı. Onun ilgisini ferdi musibetlere dair verilen bilgilerden daha fazla çeken hiçbir şey yoktur.
Her ne zaman fakirlerin ıstırabına sebebiyet verecek bir kaza veya salgın vuku bulsa, sunulan ilk ferahlatıcı yardımlardan biri Sultan'ın kendi cebinden gönderilenler olurdu. Pennsylvania'da Johnstown'da yaşanan sel felaketini duyduğunda, hemen bana adam gönderip, katkısının kabul edilebilir olmasını rica etti. Ben de onun adına ABD Dışişleri Bakanlığı’na 100 Dolar ilettim. Johnstown kurbanlarının yararına yapmış olduğu bu yardım onun kişisel hesabından verilmişti.
diye belirtmişti.
Sultan Abdülhamid bir taraftan “Sadaka Çarşısı”nda çıkan yangından dolayı can ve mal kaybına uğrayan aileler için duyduğu üzüntü ve geçmiş olsun dileklerini Fransa Başkanı Félix Faure'ye iletirken diğer taraftan ise Hindsitan’da yaşanan kıtlık dolayısıyla bir komisyon kurulması talimatını vermiş yardım toplanmasını istemişti.
Batı’da gaddar ve zalim olarak anılan ve müstebit olmakla suçlanan Abdülhamid’in yine Batı kaynaklarında hayırsever olarak anılması hakikaten ilginçtir. Zalim denilen Sultan ihtiyaç sahiplerine yardım etmiş ve onların hayat bulmalarını sağlamaya çalışmıştı. Kendi cebinden olmak üzere yılda yaklaşık 200.000 Doları hayır işleri için sarf etmekten kaçınmamıştı. Yardım ettikleri yerler ve kişiler ise genel olarak hastaneler, okullar ve insanlardı. Sadece Türk insanına ve teşkilatlarına değil, Ermeni, Rum ve Yahudiler tarafından İstanbul ve İzmir’de işletilen okullar da yardım alan kuruluşların başında gelmekteydi.
.
Aziz Millet, Baba Devlet
1839 Tanzimat Fermanı’ndan bugüne kadar devam eden tarihsel siyasi ve kültürel yadigârlarımızdan biri de halk nezdinde devletin “Baba” olduğu anlayışıdır. Cumhuriyet sonrasında söz konusu babamızı bütünüyle değilse de, zaman zaman kaybettik. Çok kere aradıysak da maalesef her zaman bulamadık. Hakiki baba diye bulduklarımız bizi yüz üstü bırakan “Baba” lakaplı siyasetçiler oldu. Fakat maruz kaldığımız şu zor günler, onca zamandır varlığına, sevgisine ve desteğine hasret kaldığımız “Baba Devlet” felsefemizle bizi tekrar buluşturdu. Hem de hakiki cinsten bir buluşma oldu bu. Millet ile “Devlet Baba”, şükür ki, tekrar bir araya geldi. “Devlet Baba” her bir vatandaşının, ayırım yapmaksızın, kapısını çaldı, hastasını içeri aldı, evine ekmek ve ilaç taşıdı, cebine para, kalbine ise güven saldı. Vatandaşının yanında ve arkasında durdu. Her nerede ise onu aradı, buldu; her neredeyse gitti ve kendisini aldı ve binlerce insanını kendi öz memleketine geri taşıdı. “Devlet Baba”, toplumu bütünü itibarıyla koruyup kolladı. Sadece maddeten değil ve fakat şefkat ve merhamet yüklü kollarıyla, her bir vatandaşını sımsıkı ve samimiyetle kucakladı, selamladı, ona olan sevgi ve saygısını her yönü ile ispatladı. Hakikaten de “insanı yaşat ki, devlet yaşasın” söylemi sözde kalmadı, uygulamada kendisini ispatladı.
Yıllar, yıllar önce teşehhüt miktarı bulunduğum Avustralya’da bir Türk işçisi bana hem dert yanıyor hem de o günkü “Babasız Devlet”li halimizi anlatıyordu. Diyordu ki; “burada yabancıların, Avustralya kurumlarındaki memurlar tarafından horlanıp, zorlanıp sıkıntılı bir durumda bırakılacak olurlarsa, hemen ilk tepkileri; “bak gider büyükelçiliğime durumu ifade ederim, yaptıkların sanma ki yanına kâr kalır”, oluyor. Bu suretle haklarını arayabiliyorlar ve mağdur olmaktan kendilerini kurtulabiliyorlar. Bizim ise kıymetimiz yok, kimi kime şikâyet edelim, kimi arkamıza alarak hak iddiasında bulunalım. Ama Avustralya makamları binlerce kilometre uzaktaki pek de tanımadıkları Türkiye’yi de Avrupa devletleri gibi vatandaşının hakkını koruyan, arayan ve sorgulayan bir devlet zannediyor. Ben de bu durumdan istifade edip bazen; “bak büyükelçiliğime durumu arz ederim haa! diyorum ve olabildiğince zarar görmekten kendimi kurtarmaya çalışıyorum”.
Şimdi o günler ile bu günleri mukayese ediyorum da, nereden nereye gelmişiz. Özel ambulans uçakla, her biri yarım günlük bir uçuş mesafesindeki Kazakistan’a ve hatta Hindistan’a gidiyoruz. İsveç’teki bir ailenin semaya yükselen ah u figanı çok şükür Ankara’da karşılık bulabiliyor. Her bir vatandaşımız VİP olmuş. Ne büyük dünyevi fazilet, ne büyük “Devlet Baba” ikramı! Gel de verilen hizmetten gururlanma, gel de devlete saygı duyma, gel de bu devlete ve millete nankörlük et ve nankörlükte daim ol. Galiba öyle olabilmek ve kalabilmek için başka türlü ve başka bir ruha sahip olmak gerekiyor.
Özlemini çektiğimiz ve nihayet kavuşarak gurur duyduğumuz “Devlet Baba” sadece bize karşı titizlik gösterip alakadar olmakla da yetinmiyor. Bütün tarihsel hususiyetleri ile geri dönmüş olmalı ki, “Devlet Baba” şefkat ve merhamet dolu elini Balkanlara, Avrupa’ya, Amerika’ya, Afrika’ya ve daha ötelere ve ötekilere de uzatıyor. Tıpkı bir asır önce Sultan II. Abdülhamid Türkiyesinin merhamet ve şefkat dolu yüreğini Amerika’ya, İrlanda’ya ve hatta Hindistan’a açması, manen olduğu kadar maddeten de bu diyarlarda yaşanan epidemik hadiselere, kıtlık, sel ve benzeri doğal felaketlere maruz kalanlara yardıma koşmuş olması gibi.
Galiba kendi milletinden olanlar için olduğu kadar olmayanların da öteden beri yardımına koşması “Türk”ün damarlarında, çok ama çok öncelerden beri var olan kendine mahsus bir hususiyettir.
Avrupa ve Amerika, kısaca Batı, “tek dişi kalmış canavar”lığının hususiyetlerini sergilerken; milletini sürü gibi addederek “ölen ölür kalan sağlar bizimdir” mantığına yönelmişken; sigortası olmayanı hastaneye almayan Amerika ne denli merhametli olduğunu gösterirken; bugünkü Avrupa’nın “Eski Avrupa”nın Venedik yahut Ceneviz korsanları gibi birbirlerinin siparişlerini alenen gasp ederek aralarında maske savaşları yaşamaları; aynı kök ve aynı zihniyetten olmalarına rağmen birbirlerine sırt dönmeleri… oldukça gariptir. Esasen bu durum bir yönü ile de kendi iç yüzlerini, sahip oldukları her şeyin, hatta insaniyetlerinin dahi sahte olduğunu ortaya koymaktadır. Bir zamanlar İngiltere’de İngilizce kursu hocasının, “ülkemizdeki ilk intibaınız nedir” sorusuna vermiş olduğum yazılı cevap; “bu memlekette aç kalıp yahut hasta olup yere yıkılıverirseniz kimse dönüp yüzünüze bakmaz” şeklinde olmuştu. Benimkisi kehanet değil, sadece bir intiba idi. Maalesef ve maalesefler ki bu intiba doğruydu. Bugün dahi doğruluğu ortadadır. Demek ki o günden bugüne Batı’nın ruh dünyasında bir yücelme yahut az da olsa müspet yönde bir gelişme olmamış. Yazık! Hakikaten çok yazık! Dünün; “üzerinde güneş batamayan en haşmetli imparatorluğu” İngiltere; günümüzün ise en güçlü, en zengin, en gösterişli devleti, hayaller ülkesi ve fırsatlar diyarı ABD bütünüyle acziyet içerisindedirler. Türkiye’nin kendilerine göndereceği bir kaç kargo uçağı dolusu maske ve malzemenin özlemle yolunu beklemektedirler.
Anadolu insanının gece gündüz durmayıp cepheye cephane üretir gibi bütün Batı’ya maske ve sair tıbbi malzeme üretmesi ve taşıması Türk milletinin bugün, yarın ve her daim duyabileceği en haklı, en samimi, en büyük gurur nişanesi olacaktır. Ceddi gibi bugünkü nesli de “düşmanına” ikram etmeyi, iyilikte bulunmayı içinde bulunduğu bütün zor şartlara rağmen gösterebilmiştir. Bu, onun Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli ve benzeri daha nice yüce ruhlu, gönlü zengin, tok gözlü ve yüreği bütünüyle insan sevgisiyle dolu erenlerin çizgisini takip etmesinden kaynaklanmaktadır.
Türk milleti kendisi ve devletiyle her zaman övünmeye ve övünç duyma hakkı olan bir mevcudiyettir.
Biz bize hakikaten yeteriz. Yeter ki anlaşmasını ve paylaşmasını bilelim. Dayanışma içerisinde olunması halinde aşılmayacak dağ yoktur. Yeter ki “Leyla ve Mecnun” olarak kalalım.
Anlaşıp paylaşabildiğimiz takdirde, inşallah, umuyor, diliyor ve inanıyorum ki;
Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!
.
ABD belgelerinde Saidi Nursi'ye dair
Prof. Dr. Metin Hülagü SuperHaber'e yazdı
Bediüzzaman Said Nursi 1878’de Bitlis’te doğdu. Vefat ettiği 1960 yılına kadar oldukça zorlu bir hayat yaşadı. Osmanlı Devleti’nde Daru’l-Hikmeti’l-İslamiye üyeliğinde bulundu. Kafkas Cephesi’nde yer alarak Birinci Dünya Savaşı’na katıldı. Risale-i Nur isimli eseri ile tanınıp bilindi. Başlattığı çığır vefatından sonra da hararetle devam ettirildi.
Ancak o ne Halife ve İslamcılık siyasetinin önderi Sultan II. Abdülhamid, ne Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet sloganlarının sahibi İttihat ve Terakki Cemiyeti ve İdaresi ne de kulluktan bireyliğe geçişi sağlayan hâkimiyetin millete ait olduğunu söyleyen Cumhuriyetçilerle anlaşabildi. Memleketin doğusundan batısına hemen her yerde sürgün hayatı yaşamak zorunda kaldı. Sürekli murakabe altında tutuldu. Hayatta iken rahat yüzü görmediği gibi ölünce de rahat bırakılmadı. Yaşarken de öldükten sonra da hep tartışmalı bir kişilik olarak kaldı. Siyaseten net bir hüviyete bir türlü kavuşturulamadı. Yaşadığı dönemlerdeki idarelerin siyasi ve idari tasarrufları kadar Eski ve Yeni Saidler de işi içinden çıkılmaz bir hale çevirdi.
7 Mayıs 1935’te Amerika Birleşik Devletleri İstanbul Büyükelçiliği kendisi hakkında bir rapor kaleme aldı. Raporun başlığı; “Batı Anadolu'daki Gericilik Hareketleri” şeklinde olsa da esası itibarıyla Saidi Nursi ve müntesiplerini anlatmaktaydı.
ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen raporda imzası bulunan Robert P. Skinner Said Nursi ve kendisine tabi olanları, o günkü Türk basınının siyasi mübalağaları ve dolayısıyla hadiselere yaklaşımını ve Türk Hükümeti’nin din konusundaki tasarruflarını şu şekilde ifade etmişti:
Efendim;
Basının son birkaç gündür hatırı sayılır biçimde dile getirdiği, Isparta merkezli "gerici hareket"in önemli bir siyasi veya başka ehemmiyeti olduğu görülmemektedir.
Mevcut bilgilere göre, Türk makamları bir süredir 1925 Kürt isyanına karışmış olup İstiklal Mahkemesi tarafından Isparta’ya sürgün edilmiş bulunan Şeyh Bediüzzaman Saidi Kürdi'nin gizli dini-siyasi ajitasyonunu izlemektedir.
Şeyh o yıldan beri faal değildir ve yetkililer Isparta, Eğirdir, Milas ve Antalya'da onunla temas ettiğinden şüphelenilen bazı unsurları şuan tutuklamıştır.
Rahatsızlık, medreselerin kapatılması ve her türlü tarikat faaliyetlerinin bastırılmasından kaynaklanmaktadır. Faaliyetlerine bu şekilde müdahale edilen bazı Şeyhler, önceki konumlarını tekrar elde etmek için çaba sarf etmektedirler. Yeni rejime karşı sürekli düşmanlık tezahürlerinin olduğu toplumda tarikatlara hâlâ fazlasıyla duygusal bağlılık mevcuttur. Mevcut durumun, Amerika Birleşik Devletleri'nde "yeni din anlayışı” (crank religion) olarak adlandırılan bir mesele olduğu görülmektedir. Şeyh Kürdi'nin Sekreteri, kafasında muazzam bir sarık ile sokaklarda görünerek kendini komik hale düşürmektedir. Dolayısıyla da Hükümet’in dikkatini kendi üzerine çekmektedir. Aynı zamanda Şeyh, müntesipleri tarafından fazlası ile ziyaret edilmektedir. Hacca gidiliyormuş gibi kendisine yapılan ziyaretler o kadar fazla olmaktadır ki, netice itibarıyla Isparta valisinin, Şeyh'i, daha sıkı murakabe altında tutulabilecek daha küçük bir kasabaya gönderme kararı verdiği öğrenilmiştir.
Şeyh Bediüzzaman Saidi Kürdi şimdi yetmiş yaşını aşkındır ve Isparta'da "okuma yazma bilmeyen bilge adam" olarak bilinir. Özellikle mütareke döneminde olmak üzere bir süre İstanbul’da yaşadığı ve bu sırada kendisini bariz kılan yerel Kürt elbiseleri giydiği, kulaklarına oldukça büyük küpeler taktığı ve etrafına yeşil bir sarık sardığı koni şeklinde bir başlık giymek suretiyle dikkat çektiği belirtiliyor. Dini faaliyetine ek olarak, Kürt halkının Kurtuluşu Cemiyeti'nin başkanı olarak siyaseten aktif bir surette 1925'teki Kürt isyanında yer almıştı ve netice itibarıyla da Hükümet açısından siyaseten “makul bir şüphe unsuru” olarak görülmeye başlandı.
Saygılarımızla,
Robert P. Skinner
.
Dürrüşehvar’ın sır dolu İstanbul ziyareti
Son Osmanlı halifesi Abdülmecid'in kızı Berar Prensesi 20 Kasım 1945 yılında Türkiye'ye gelmişti.
ABD Büyükelçiliği 26 Kasım 1945 tarihli ve 37 No'lu raporunda Prenses’in bu ilginç İstanbul ziyaretine büyük bir merak duymuştu.
İstanbul'daki Büyükelçi, Elçilik Baş tercümanı Ali Nur Bozcalı tarafından çeşitli kanallara müracaat edilerek toplanan bilgiler neticesinde bir rapora dönüştürülmüş ve hazırlanan rapor, önemine binaen, ABD Dışişleri Bakanlığı ile de paylaşmıştı.
Berar Prensesi ve son halife Abdülmecid Efendinin Üsküdar doğumlu kızı olan Dürrüşehvar babası ile birlikte daha çocuk denecek bir yaşta önce İsviçre’ye sürgün edilmiş, akabinde ise Nice ve Paris’e gitmişti. Sabık halife Abdülmecid’in biraz da içinde bulunduğu maddi sıkıntılardan ötürü, Hindistan’da bulunan Berar’ın Prensi ile muhteşem bir surette Paris'te evlenmiş ve Berar’a yerleşmişti.
Aradan uzun yıllar geçmiş ve 20 Kasım 1945'te her nedense İstanbul'a gelmişti. Oysaki Osmanlı hanedan üyeleri 1924’te sürgün edilmişler ve mukaddes Türkiye toprakları kendilerine ebedi surette yasaklanmıştı.
Fakat Prenses, kanuni yasağa rağmen, her nasılsa İstanbul’a gelebilmişti. Onun gelişi bir kısım insanların tepkisine sebebiyet vermişse de fazla uzun boylu da olmamıştı.
Prenses Dürrüşehvar ziyaretinin ilk günlerinde İstanbul’da Park Hotel’de kalmıştı. Onun İstanbul’da olduğu haberleri kendisini, uzaktan da olsa, görmek isteyen insanları da harekete geçirmişti.
Şehirde etrafı dolaşmak üzere muayyen yerlere uğrayan Prenses’i görmek arzusuyla sağda solda toplanan kalabalığı dağıtmakta dönemin polisleri bir hayli zorlanmışlardı.
Fakat asıl önemli olan söz konusu ziyaretin amacının hakikatte ne olduğuydu. Bu hususa dair bir hayli spekülasyonda bulunulmuştu. Ziyaretin bütünüyle özel bir karaktere sahip olduğu açıklaması ise pek çok kişiyi tatmin etmek için yeterli olmamıştı. Bütünüyle turistik bir amaçla topraklarından rencide edilerek kovulmuş bir ailenin bir ferdinin; sürgüne gönderilmiş Osmanlı hanedanının önde gelen üyelerinden birisinin sadece turistik bir ziyaret için Türkiye'ye dönmüş olduğuna inanmak hiç de makul bulunmamıştı.
Ziyaretin neden gerçekleştirildiğini aşikâr bir surette ortaya koyacak bir açıklama da yapılmamıştı. Ancak genel varsayım, Berar Prensesi'nin İstanbul’u ziyaret etmesindeki asıl amacın, geçen Ağustos ayında Paris'te vefat etmiş olan babası Abdülmecid Efendinin cenazesinin Türkiye'ye defnedilmesi ile alakalıydı. Sabık halife, vasiyetnamesinde, İstanbul'da babası Sultan Abdülaziz'in yanına gömülmek istediğini ifade etmişti.
Hatırlanacağı üzere, Abdülmecid, Saltanat’ın 1 Kasım 1922'de kaldırılması ve son Sultan VI. Mehmet Vahdeddin’in İngiliz savaş gemisi Malaya ile İstanbul'dan ayrılması üzerine 18 Kasım 1922'de “bütün Müslümanların halifesi” olarak Birinci Büyük Millet Meclisi tarafından halife adayı olarak gösterilmiş ve seçilmişti.
Abdülmecid Efendi üstlendiği hilafet görevini yine Büyük Millet Meclisi’nin halifeliğin kaldırıldığını ilan ettiği 3 Mart 1924'e kadar sürdürmüştü. İlga kararı üzerine Abdülmecid Efendi, ailesi ve yakın çevresi hemen o gecenin sabahına yakın bir vakittir, kanuna aykırı bir şekilde de olsa, süratle Türkiye sınırları dışına atılmıştı.
Osmanlı hanedanının diğer üyelerinin de -hem erkek hem de kadınlarının- on gün içinde Türkiye'den ayrılmaları gerekiyordu. Bu durum halifeliğin kaldırılmasını öngören aynı kanun maddesinde yer almıştı. (Kanun Mad. 431, 3 Mart 1924)
431 Sayılı Kanun, Hanedan üyelerini Türk vatandaşlığından mahrum etmekte ve ebediyen Türkiye'ye dönmelerini yasaklamaktaydı.
Söz konusu kanunun uygulamaya konması neticesi sürgüne tabi tutulan insanlar, kaçınılmaz olarak, yabancı topraklarda hiçbir maddi geliri olmadan geçimlerini sağlamak zorunda bırakılmışlar ve o suretle de unutulmuşlardı. Dünün padişahları, sultanları, şehzade ve veliahtları yabancı topraklarda kimseyi tanımadan, bilmeden ve maddi bir servete sahip olmadan geçimlerini sağlamak zorundalardı. Ama nasıl? Maruz kaldıkları durum onları hakikaten büyük acılar, zorluklar ve sıkıntılar ile karşı yüz yüze bırakmıştı.
Berar Prensesi'nin ziyaretinin spekülasyonu yapılan ikinci bir nedeni ise, sürgün edilen Osmanlı hanedanının, en azından kadın üyelerinin, Türkiye’ye geri dönmelerine izin verilmesi konusunda yapılması planlanan kanuni değişiklik olabileceği şeklindeydi.
Ziyaretin neden yapıldığı konusunda ileri sürülen bir diğer ve daha önemli bir söylenti ise bütünüyle siyasi karakterliydi.
İddia o ki, Rusya’nın Ortodoks kiliselerini birleştirme çabasına karşı İngiltere de kendi desteğinde İslam ülkeleri birbirlerine yakınlaştırma arayışına girmişti ve böyle bir ziyaret o sebepten ötürü söz konusu olmuştu.
ABD Elçiliği’nin yaklaşımına göre o tarihlerde bu bağlamda, en azından Türkiye'de halifeliğin yeniden kurulması gibi önemli bir gelişme beklemek biraz zor olacaktı. Ancak birçok kimse, Cumhuriyet Hükümeti’nin uzlaştırıcı bir jestte bulunması halinde, 1517'de Yavuz Sultan Selim tarafından alınan ve Mısır'ın fethinden 1924'e kadar halife unvanını ve makamını sürekli elinde tutmuş olmaları ve evlilikler yoluyla gerçekleştirmiş oldukları akrabalıklardan ötürü hanedana karşı büyük bir saygı içerisinde olan Müslüman ülkelerin Türkiye sempatisinin artırması söz konusu olabilirdi.
Hakikaten de 1940’lı yıllarda İngiltere’nin Kahire’de bir hilafet görmek istediği ilgili vesikalarda söz konusudur. Kral Faruk bu işe çok heveslenmişti. Daha evvelki yazılarımda da ifade ettiğim gibi Ohrili Kemal İsmet Paşaya, eğer hilafet geri gelecekse bizde olmalı, Londra ile yaptığımız ilga anlaşmasını bozmayı düşünmeliyiz, demekteydi…
Gerçi Ankara ve İstanbul basını, Haydarabat tahtının varisi ve Berar Prensi'nin eşi olan Prenses Dürrüşehvar’ın ziyaret maksadının bütünüyle sabık Osmanlı Halifesi Abdülmecid Efendinin Fransa'da sürgündeki ölümü ile ilgili olduğuna işaret etmişlerdi.
Oysaki Berar Prensesi Dürrüşehvar’ın söz konusu ziyareti son derece ilginçti. Çünkü 1924'te tüm ailenin Türk topraklarından atılmasından bu yana Türkiye'yi ziyaret etmesine izin verilen ilk Osmanlı hanedan üyesi kendisi olmuştu.
3 Mart 1924 tarihli ve 431 sayılı kanunun 2. maddesi (6 Mart 1924 tarihli ve 63 sayılı Resmi Gazete'de şu ifadelerle yayımlanmıştı:
“Görevden alınan halife ve Osmanlı saltanatına mensup tüm erkek ve kadınlar, damatlar Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde oturmak hakkından ebediyen mahrumdurlar. Bu soya bağlı kadınlardan doğmuş kimselerde Osmanlı addedilirler.”
Basında çıkan haberlere göre 21 Kasım'da Cumhurbaşkanı Özel Sekreterliği ve Cumhurbaşkanı Emir Subayı tarafından Prenses Dürrüşehvar ziyaret edilmiş ve ayrıca kendisine Cumhurbaşkanı'nın göndermiş olduğu “değerli bir hediye” takdim edilmişti.
Gerçi yine basınında çıkan haberlere bakılacak olursa Prenses Dürrüşehvar 19 Kasım 1945'te İngiliz Denizaşırı Havayolları uçağıyla birkaç günlük bir ziyaret için Ankara üzerinden İstanbul’a gelmişti. Birkaç aç gün kalacağı İstanbul'da dostunu ziyaret edecek ve kendisini İngiliz Büyükelçiliği ağırlayacaktı. Sonrasında ise tekrar Hindistan'a dönecekti.
.
Hatıralarda Kalan Pera ve Galata
Pera, bugünkü Beyoğlu ve çevresini ifade eden mahallin adıdır. İstanbul’un Avrupa tarafında yer alan bu semt geçen asra kadar daha ziyade Batı moral değerlerinin geçerli olduğu küçük bir semtti.
Bir zamanlar Bizans'ın Ceneviz banliyösü olan Galata, Bizans himayesinde bir Ceneviz sendikası tarafından yönetiliyordu. Cenevizlilerin şehirlerini güçlü bir şekilde güçlendirdikleri günümüzde dahi mevcudiyetlerini muhafaza eden masif duvarlardan anlaşılmaktadır. Cenevizlilerin inşa ettikleri uzun kuleler Galata'nın en göze çarpan unsurları olmuştur. Hâlihazırda varlığını sürdürmekte olan Galata Kulesi, Osmanlı dönemi İstanbul’unda beklenmedik zamanlarda çıkıveren sayısız yangınları gözetlemek için bir gözetleme kulesi olarak hizmet vermişti.
Bir zamanlar Pera ve Galata, İstanbul’un sözde Hıristiyan nüfusunun meskûn bulundukları bir muhitti.
Pera, büyük ölçüde yabancı elçiliklerin, konsolosluk ofislerinin ve cepleri dolu yabancıların konutlarının yer aldığı bir yerdi. The New York Times’ın mecazi ifadesi ile caddenin öteki yakası adeta diplomatik temsilciliklerden oluşan bir “koloni” gibiydi. Lord Stratford de Redcliffe de bir zamanlar İngiltere’nin İstanbul Büyükelçisi olduğu sırada Pera’da yaşamıştı. Diplomatlar haricinde burada yaşayan bir hayli yabancı vardı.
Grande Rue de Péra sadece Marsilya’dan gelenlerin ve hafızalarında hala Boulverad de la Republique’in hatıralarını taze bir surette muhafaza eden yabancıların etkilendiği bir yer değildi. Fakat aynı zamanda mağazaları, kafeleri ve birer küçük sarayı andıran büyükelçilik binaları ile Balkan devletleri ve Rusya’dan gelen ziyaretçileri de etkisi altına almaktaydı. Pera’yı parlak yapan ve yabancıların gözdesi haline getiren cazibe unsuru acaba neydi diye sorulabilir. Böyle bir soruya verilebilecek cevap ise belki de; cadde boyunca Avrupa tarzı evlerin yer alması; tramvayın çalışması ve daha o zamanlar yer altından giden Galata Tüneli’nin mevcudiyeti; müzikli açık hava kahvehanesi Petits Champs’ın bahçesi; çok bol olan ve tüm sınıflara hitap edip ve dahi bütün gece açık kalan kafelerinin mevcudiyeti; duvarlarında Fransız tiyatro afişlerinin yer alması; Londra ve Paris firmalarının yerel temsilciliklerinin reklamları; muhafazakâr bir şehrin ortasında bulunsa da modernizmin işgaline uğramış olmasıydı. Genel olarak İstanbul özel olarak ise Pera yabancılar için hakikaten oldukça harika bir yerdi.
Pera'da hem yabancılar hem de muayyen sayıda Müslüman aileler vardı. Yabancı bir aile Pera'nın daha yüksek kısımlarından birine yerleşince, çevredeki Türkler derhal yüksek ahşap çitler ya da kafesler dikerek kendi haneleri ve bahçelerinin iç taraflarının gözükmemesine çalışırlardı. Müslüman ailelerin kısmen yabancılara karşı kendi içlerine kapalı bir surette hayat yaşamayı tercih etmeleri, kısmen de Müslüman kadınlarının, evlerin zemin ve bahçelerinin birbirine olan yakınlığından rahatsızlık duymaları böyle bir davranış tarzını tabii kılmaktaydı. Dolayısıyla da haneler arasında muhtelif malzemelerin kullanılmasıyla, tabii surette duvarlar oluşturulmuştu. Şayet hâlihazırda zaten bir duvar mevcut ise söz konusu duvarlar daha da yükseltilirdi. Bu suretle Pera’nın yabancı sakinleri ile Müslüman aileleri, evler arasına çekilen duvarlarla birbirlerinden manen olduğu gibi maddeten de ayırışmış olurlardı.
Pera’da bulunan mağazalar, lokanta ve kafeler yabancıların uğrak yerleriydi. Sayıları çok fazla olsa da, salon ve kafe gibi yerlerden hiç birisi Türkler tarafından işletilmemekteydi.
Pera caddesinde bulunan mağazalar Türk hanımları tarafından oldukça rağbet gösteren, renkli ve zevkli ipek, saten, dantel ve mücevherleri ile bilinmekteydi. Ancak güzellikleri ile orantılı bir surette, en az Paris ve Viyana'dakiler kadar, pahalı nesnelerdi.
Diğer taraftan bütün İstanbul’un konforlu oteller Pera'da bulunmaktaydı, Pera Palace Hotel sadece varlığını değil, adını dahi bu semtte borçluydu. O tarihlerde otelin çevresi açıktı. Cephesi, kalabalık suretteki Grande Rue de Pera'ya; arkası ise boş bir alan görünümündeki bir Müslüman mezarlığına bakıyordu.
Palace Hotel'in pencerelerinden dışarı bakıldığında arkaik kalıntıların varlığı ile göz göze gelinebilirdi. Pera caddesi de söz konusu arkaiklerden pek farklı bir görünüme sahip değildi dense bu da pek yanlış sayılmazdı. Zira cadde boyunca sıra halinde dizilmiş tahtırevan sandalyelerin sakinleri yaşlı bayanlar, sakat ve kötürümler ile bazı yaşlı erkeklerdi. Caddenin yokluğunu hissettiği kesim ise genç ve aktif insanlardı. Yaşlı ve sakat sınıftan insanlar o kadar fazlaydı ki caddeden rahat bir surette yürümek son derece zahmet vericiydi.
Şehrin en geniş caddesi olan Grand Rue de Pera, akşam saat 6 ile 8 arasında aşırı derecede kalabalık olmaktaydı. Yürümek için yolun ortasına kadar kaldırımdan uzaklaşmak zorunda kalınması gayet normaldi. O kadar insanın nereden geldiği ise oldukça şaşırtıcı bir haldi.
Pera’da gezip dolaşanlar tabii ki sadece insanlar değildi. Sokak ve kaldırımlarında tuğla ve kereste yüklü bir eşekler grubu görmek de her zaman mümkündü. Deve karavanları ise eşeklerin mevcudiyetinden hiçbir surette daha az değildi. Develerin boynunda asılı bulunan çanlar etrafa bir başka farklı ses saçmaktaydı. Atlar da caddenin olmaz ise olmazları arasında yer almaktaydı. Ancak atlar yalnız başlarına ve sırtları ve ağızları eyerli binim atları olduğu gibi arabaya koşulmuş koşum atları şeklindeydi. Dünyanın en kozmopolit şehirlerinden birisi olan İstanbul’da özellikle Para gürültü ve hareketlilik noktasında belki bütün cihana bedeldi. Bu konuda tüm dünyaya meydan okuyabilir bir derecedeydi. Zaten hareketli ve gürültülü bir yer olan Pera, aynı zamanda yüksek tabakanın arabalarından kaynaklanan ayrı bir gürültü ve rahatsızlık mekânın da adıydı.
Sırtlarında kendilerinden büyük ve fazlası ile ağır varil şeklindeki kamıştan yapılmış sepetler ve küfeler taşıyan hamallar Pera’da ayrı bir görüntü oluşturmaktalardı. Hayvan sırtlarına veya arabalara istiflenmiş bir halde irili ufaklı muhtelif türden malların taşındığı Pera’da yolda ya da kaldırımlarda, sokak itlerinden fırsat bulup yürüyebilen rengârenk giysili yayalar görmek de mümkündü. Kıvrılarak uzanan yollarda bu yayaların her birinin ayrı bir dünyası ve ulaşmak istediği bambaşka bir hülyası vardı.
Grand Rue de Pera / Büyük Pera Caddesi’nin ayrılmaz parçalarından birisi de ayılar ve maymunlardı.
İstanbul’un sair sokaklarında olduğu gibi Pera’da da burunlarından zincirli ayıların eli tefli sahipleri tarafından dolaştırıldığı çokça görülürdü. Ayılar zorunlu olarak ve trajikomik görünümleri ile çevresindeki insanları eğlendirmek için oynatılırken İstanbul’un İt Efendileri ise belki de hayvan ırkına yakışmayan ve onu rencide eden bu durumdan ötürü, ayılara fena halde diş bilerlerdi. İt Efendilerin diş biledikleri bir başka Pera unsuru da maymunlardı. Hiç hazzetmedikleri bu hayvanlara da İt Efendiler sempati duymazlar ve hayvanların maskarası olan bu türleri mümkün olması halinde bir çırpıda paramparça etmek isterlerdi.
Pera’da en fazla görülebilen hayvan ise itlerdi. Pera’da itler her tarafta ve her yerdeydi. Muhtelif renkte ve muhtelif boylarda, genellikle grup halindelerdi. Yolda, kaldırımların üzerinde, evlerin, lokantaların, otel ve kasapların önünde her daim hazır olup beklerlerdi. Geceleri ise Pera itlerden sorulur, itler tarafından idare olunurdu. Şafak sökene kadar her tarafta dolaşır, dalaşır ve savaşırlardı. Pera İtleri Musiki Cemiyeti üyeleri bu itler, bazen koro ve bazen de solo halinde değişik türden nağmeler icara ederlerdi. Bazıları uluma havasında, bazıları ise havlama faslında, bir kısmı ise inler halde yahut viyaklar şeklinde en üst perdeden gecenin sessizliğini yankılanan sesleri ile işgal ederlerdi.
Bütün İstanbul’da olduğu gibi Pera ve Galata sokaklarında bulunan kaldırımlar da son derece kötüydü. Sadece kaldırımların bakımsızlığı değil, etraf da kir pas içindeydi.
Şehir esasen tabii bir güzelliğe sahipti. Ancak bu güzelliğin etrafa saçılan pislik, düzensizlik ve üzerleri açık haldeki kirli su kanalları ile yan yana görülmesi de tabii hale gelmiş bir şeydi.
Kötü havalarda, Pera sokakları ve bitişik mezarlıklarda çamurun adeta diz boyuna ulaştığı zamanlarda tek işe yarar ve kıymeti anlaşılan yer ise şehrin iki yakasını birbirine bağlayan ve de bir hayli uzun olduğu söylenebilecek olan Galata Köprüsüydü.
.
Abdülhamid’in Hicaz Hattına Bağışı
Bugünlerde başlatılmış olan dayanışma kampanyası yakın dönem tarihimizin uygulamalarından birisidir. Siyasi tarihimiz açısından bir geleneğin devamı mahiyetindedir. Zira benzer bir örneği bir önceki asırda söz konusu olmuştu. Sultan Abdülhamid önceki asırda, benzer bir kampanyaya, ülkenin geleceği ve selameti adına bizzat öncülük etmişti. Zira imparatorlukta atılması gereken adımlar vardı. Fakat mali sıkıntılar da had safhadaydı. Hal böyle olsa da gelişen teknolojilerden yararlanmak suretiyle devlet ve milleti sulh ve sükun içerisinde tutmak esastı.
Osmanlı Devleti her ne kadar teknoloji üretememişse de bütün padişahları ve idarecileri teknolojiye yakın bir ilgi duymuşlardı. Sanayi Devrimi’nin gerçekleşmesi ve demirin raylara ve vagonlara dönüşmesinden kısa bir süre sonra Osmanlı yöneticileri bu nevzuhur icadın kendi idareleri altında bulunan diyarlarda da kullanılır olmasını istemişlerdi. Önceleri İngiliz ve Fransız, sonraları ise daha ziyade Alman şirketleri, imtiyazlar elde edebilmek için Babıâli ve Yıldız’ın kapısını aşındırmışlardı. Çağın modern icadı halindeki demiryolu ve telgrafın imparatorluğa kazandırılması konusunun en ziyade hevesli ise bu noktada muhtelif projeleri uygulamaya koyan Sultan II. Abdülhamid olmuştu.
Onun iktidarı döneminde imparatorluğun birçok yerinde demiryolları inşa edilmiş, telgraf hatları döşenmiş ve bu suretle şehirler ve bölgeler birbirine bağlanmıştı. Yapılan bu demiryollarından birisi ve en özgün olanı ise Hicaz Demiryolu olmuştu.
Esasen İstanbul’un Şam ve Medine’ye bağlanması fikri yeni bir şey değildi. Daha önceki tarihlerde Hicaz’a kadar uzanacak bir demiryolu yapılması düşüncesiyle bir hayli proje yapılmış ve Yıldız Sarayı’na takdim edilmişti. Bu yöndeki fikrin ilk defa ortaya atılması ise 1864 yılında Amerikalı mühendis Dr. Zimpel tarafından gerçekleştirilmişti. Ancak onun söz konusu teklifi Arap kabilelerinin gösterebileceği yoğun tepkilere ilaveten büyük harcamalar da gerektirdiği için reddedilmişti. Sonraki tarihlerde de aynı konuda bir hayli teklifler olmuşsa da en kapsamlı ve en önemli çalışma, zamanın Cidde Evkaf Müdürü̈ Arap İzzet Paşaya ait olanıydı.
İzzet Paşanın Bahriye Nezareti vasıtasıyla 1892 Şubatında Sultan Abdülhamid’e takdim ettiği projesinde, Hicaz’a yapılacak bir demiryolu hattının önemine vurguda bulunulmuş, hattın sağlayacağı faydalar konusunda bilgiler verilmişti.
Paşa, layihanın girişinde Arap Yarımadasının tarihi hakkında kısa bilgi vermiş ve sonrasında ise esas konuya değinerek, Şam veya başka uygun bir mahalden Hicaz’a bir demiryolu döşenmesinin önemini dile getirmişti.
Hicaz bölgesinin coğrafi olarak İstanbul’dan uzakta bulunduğu, dini, siyasi ve askeri açıdan önem arz etmesine rağmen bölgenin temel ihtiyaçlarının bile giderilmemesi nedeniyle ciddi zorluklar yaşandığı, güvenliğinin gereğince sağlanamadığı, maruz kalınan problemlerin yapılacak bir demiryolu ile çok rahat bir şekilde çözülebileceği İzzet Paşanın layihasında üzerinde durduğu temel hususlar olmuştu.
Proje Medine’ye kadar tamamlandığında, yıl boyunca Şam’dan İstanbul’a gitmek üzere 5.000 hacının, 5.2 Sterline alacakları bir biletle, 35 gün yerine sadece 12 günde ulaşmaları mümkün olacaktı.
Projenin gerekliliği noktasında onun önemle vurguda bulunduğu hususlardan birisi ve en önemlisi ise yabancıların Hicaz bölgesi ve Kızıldeniz sahillerinde giderek artan tehditkâr girişimleri olmuştu. Süveyş Kanalı’nın hizmet vermeye başlaması ile birlikte Avrupalı güçler Arap Yarımadası’nda tabii olarak ilgi ve nüfuz oluşturma arayışına koyulmuşlardı. Bu durum neticesinde bölge tehlikelere ve tehditlere açık bir hale gelmeye başlamıştı.
İzzet Paşa siyasi ve stratejik bir mahiyet arz eden bu projenin hayata geçirilmesi noktasındaki gerekliliğini, bölgenin kutsal şehirleri bünyesinde barındırması, hilafet ve İslamcılık politikasının işlerlik kazanması konuları ile de ilişkilendirmiş ve inşası halinde demiryolunun bu noktalarda sağlayacağı faydaları da sıralamaya çalışmıştı.
Arap İzzet Paşanın projesi, esasen böyle bir projenin Hicaz’a dair bir dizi siyasi ve askeri endişeleri olması dolayısıyla yapımını uzun zamandır düşünmekte olan Abdülhamid’in ilgisini çekmişti. Nihayet Sultan Abdülhamid hattın inşasını uygun görmüş ve 2 Mayıs 1900’de inşasını irade etmişti.
Maliyesi bütünüyle iflas etmiş ve yıkılışına kadar da hiçbir surette belini bir daha düzeltememiş bir devletin inşa etmeyi planladığı ancak hereksin imkânsız olarak görüp değerlendirdiği son derece iddialı bir proje için Arap İzzet Paşanın finansman bulma konusundaki çözümü de son derece özgün ve takdire şayandı.
Söz konusu uygulamaya göre Hicaz Demiryolunun finansman ihtiyacı dünyadaki Müslüman gönüllülerin yardımları ile temin edilecekti. Finansman sağlama yolunda ilk adım olarak Hamidiye Hicaz Demiryolu İdare-i Maliyesi adıyla ve Maliye Bakanlığına bağlı bir surette bir İane Komisyonu oluşturulmuştu. Demiryolu için toplanacak meblağın nasıl kullanacağının da yine Maliye Bakanlığınca oluşturulan komisyon tarafından belirlenmesi öngörülmüştü.
Böyle bir işe ilk bağışçı, bütün Müslümanların halifesi olma sıfatını taşıması hasebiyle, Sultan Abdülhamid oldu. O günkü para ile Müslümanların halifesi bu hayırlı işe 50.000 TL’lik (250.000 $) bir bağışta bulundu. Onun başlattığı bağış kampanyasını, bir çorap söküğü gibi tabii olarak, adı siyaset ve hilafet ekseninde dolaşan Mısır Hıdiv’i ve İran Şahı gibi isimler takip etmek zorunda kaldı. Bu üç önemli Müslüman figürü, onların idarelerindeki Müslüman fertler ve topluluklar izledi. Kampanya dalga dalga genişleyerek zengin yahut fakir, uzak yahut yakın, dünyanın farklı yerlerinde yaşayan Müslüman nüfusların harekete geçmesini sağladı.
Hattın inşasına hariçte olduğu gibi dâhilde de, Başbakanlık, Meşihat (Diyanet), Bakanlıklar ve daha birçok kurum ve isim tarafından bağışlar yapıldı. Hattın inşasına üst kademeden birçok isim, Abdülhamid’in bağışı kadar olmasa da -zira o bir Sultan’dı- birden fazla sayıdaki maaşlarını bağışlamak suretiyle katkıda bulundu.
Söz konusu isimlerden bazılarının, maaşlarından bir yıl süreyle kesilmek üzere, bağışları şöyleydi:
İzzet Paşa, meta ve malzeme olarak sağladığı karşılıksız bağışlarına ilaveten 6.000 lira.
Şura-yı Devlet / Danıştay Başbakanı SaidPaşa 4.050 lira
Mabeyn Başkâtibi (Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri) TahsinPaşa 5.700 lira.
Deniz Bakanı 16.200 lira.
Vakıflar Bakanı 3.600 lira.
Sermusahip Cevher Ağa 12.450 lira.
Mısır eski hıdivinin damadı Mahmut Sırrı Paşa 10.800 lira.
Mısır Kapıkethüdası Mahmut Bey 1.560 lira.
Bingazi Vakıflar Muhasebecisi Hüseyin Hüsnü Efendi 901 lira.
Anadolu Demiryolu Eskişehir Kısmı Komiseri İhsan Bey 324 lira.
Beyoğlu Sorgu Hâkimi Ohannes Efendi 275 lira.
…
Hazine İdaresinden Rakım Efendi 20 lira.
Numen-i Terakki Mektebi talebesinden Rıfat Bey 15 lira.
Dışişleri Bakanlığı mensuplarından 47.783 lira.
Gelirler Daire Başkanı ve bazı memurlarca 6.155 lira.
Hoca Ferha ve mahallesi ahalisince 71 lira.
Kapıağası Sinan Ağa Mahallesi ahalisince 30 lira.
….
Manastır vilayeti 18.030 lira.
Bursa vilayeti 117.113 lira.
Sivas vilayeti 117.729 lira.
Ankara vilayeti 98.580 lira.
Konya vilayeti 92.308 lira.
Halep vilayeti 26.500 lira.
…
Edirne vilayeti 68.578 lira.
Adana vilayeti 35.206 lira.
Bitlis vilayeti 10.112 lira.
Suriye 13.944 lira.
Kudüs 10.860 lira.
Burada belirtilmesi gereken önemli bir husus ise 1908 yılı haziranında Londra’da faaliyetlerini yürüten Siyonist Teşkilat Merkezi İcra Kurulu Hicaz Demiryolunun yapımına katkı sağlamak amacıyla Sultan II. Abdülhamid’e 500 Sterlin değerinde bir çek göndermişti. Ancak Abdülhamid bu çeki hiçbir surette kullanmamış ve işleme koymamıştı.
Sultan Abdülhamid’in İslam’ın ve 300.000.000 Müslümanın halifesinin sözcüsü olarak başlattığı yardım kampanyası çağırısı fazlasıyla müspet bir karşılık gördü. Yapılan bağışlar neticesinde hattın maliyetinin 1/3 oranındaki 3.000.000 liralık (15.000.000 $) tutarı bu suretle tedarik edildi.
İzzet Paşa Indian Daily Telegraph’a yaptığı açıklamada; Şam-Medine arasında inşaatına başlanmış olan demiryoluna o güne değin 2.800.000 lira (14.000.000 $) bağış yapıldığını ve Şam-Mekke arasındaki 1200 km uzunluğundaki inşaatın tamamlanabilmesi için 1.500.000 liraya (7.500.000 $) daha ihtiyaç olduğunu ifade etmişti.
Şüphesiz ki hattın inşasının gerçekleştirilmesi hiç kolay olmamıştı. Mali, coğrafi ve teknik zorlukları bir tarafa, daha fikri aşamasından itibaren muhtelif kesimler ve isimler tarafından kesif bir muhalefete de muhatap olmuştu.
Muhalif isimler arasında payitahtta olup önemli görevlerde ve en üst makamlarda bulunanlardan biri olarak Said Paşa vardı. Payitaht’tan çok uzaklarda başka yerlerde, Hicaz’da inşaat sahasında olan ve etkin makamlarda bulunan muhalif isimler de söz konusuydu.
Hicaz hattına da karşı olan bir diğer önemli isim de Hicaz Emiri Avnurrefik ve Hicaz Valisi Ratıb Paşa olmuştu.
Avnurrefik Hicaz telgraf hattının inşasına da bedevileri tahrik etmek suretiyle karşı çıkmış ve ikmaline engel olmaya çalışmıştı. Hicaz hattının yapımına da karşı olan Emir’in muhalefeti, diğerler tarafından da desteklenmişti.
Hicaz vali ve emirinin hattın yapımından duymuş oldukları rahatsızlığın nedeni tamamıyla bireysel çıkarlara dayanmaktaydı.
Kesin kararını vermeden önce, bir kez de Osmanlı devlet ricalinin fikirlerini de öğrenmek istemiş olan Abdülhamid, mevcut mali ve teknik imkânlarla böylesine büyük bir yatırımın altından kalkılamayacağı şeklindeki olumsuz yaklaşımlara rağmen hattın inşasına başlanılması iradesinde bulunmuştu.
İzzet Paşa, hemen her Müslümanın uzun zamandan beri görmeyi arzuladığı ve bir rüya olarak tanımladığı, ancak gerçekleşemez diye ifade edilen, inşası bir hayal olarak görülen ve hatta Abdülhamid’i hatla ilgili olumlu düşüncesinden vazgeçirmek için hattın ne siyasi, ne askeri yahut ticari yararı olacağını, bilakis tehlike kaynağı haline geleceğini ifade ederek vehmini harekete geçirmek isteyen Said Paşa ve emsallerinin aleni muhalefetlerine rağmen bir hayalin hakikat olmasını sağlamıştı.
İzzet Paşa, Hicaz hattını yaptırmasından dolayı Sultan Abdülhamid’in adının kıyamete kadar takdis olunacağını belirtmişti. Onun bu kehaneti gayet yerinde ve son derece doğruydu. Ancak doğru olan bir başka hakikat daha vardı. O da; Paşa’nın, hattı yaptıranın ismi kadar hattın inşasını gerçekleştirmek suretiyle kendi adını ve şanını, gayet haklı ve tabii bir surette tarihe nakşetmiş olduğu gerçeğiydi.
.
İstanbul’un İt Efendilerinin salgından korunma yöntemleri
İnsanlık tarihi veba, tifo, kolera… ve nihayet korona tarzı bir dizi salgın hastalığın egemen olduğu zaman dilimlerine tanık olmuştur. Ancak yeryüzünde salgın hastalıklara yakalananlar sadece insanlar olmamıştır. Hayvanlar âleminde de aynı türden vahametli yıllar olmuş, onlarca, yüzlerce can kaybına neden olan zorlu zamanlar söz konusu olmuştur. Hayvanlar da, pek tabii ki, insanlar gibi salgın hastalıklardan kendilerini korumaya çalışmışlardır. Bu noktada önceki asırda İstanbul’da sokaklarda yaşayan binlerce itin ibret verici hikâyesi bugünkü salgından korunmak bakımından insanlar için adeta bir ders niteliğinedir.
Hâlihazırda İstanbul’un İt Efendileri üzerine bir –bir kaç– kitap yazmaya çalışıyorum. İstanbul İt Efendilerinin oldukça enteresan bir yaşamları olmuştur. Her gün sokakta beraber olduğumuz, hiç ummadığımız yerlerde gezip dolaşan İt Efendilerin hususiyetleri, itlerin gece hayatları, zarafet ve nezafetleri, cinsel yaşamları, beylikleri, it beyleri, katıldıkları meydan muharebeleri, beyliklerinin çöküşü, ömürleri ve ölümleri ve daha bir hayli ilginç yönlerini yazıyorum.
Geçmişte İstanbul’da yaşamış İt Efendilerin salgın hastalıklardan korunması da hakikaten oldukça ilginç, ilginç olmaktan öte son derece ibret vericidir.
Bugünkü yazımda, gündem açısından da uygun olacağını düşünerek, itlerin salgın hastalıklar noktasındaki korunma biçimlerini oldukça özetleyerek anlatmaya çalışacağım.
1910 yılı öncesine kadar İstanbul’da yaşayan itler arasında görülen hastalıklardan birisi de kuduz ya da hidrofobi illeti olmuştu. Geçmişte de birçok itin bu hastalığa yakalanması söz konusuydu. Kızıl Humma da denilen tetanos veya kuduz illetine yakalanan itlerin zehirli olmaları da o zamanlar olası olarak değerlendirilmişti.
Hidrofobi kelimesinin lügatteki anlamı sudan korkmaktır. Hidrofobi, insan ve diğer sıcakkanlı hayvanlardaki akut veya bulaşıcı hastalığı ifade eder. Kuduz ile aynı anlamdadır. Tarihsel olarak hidrofobi, insanoğlunun bildiği en eski hastalıklardan biri olmuştur.
Bir it korkar ve koşmaya başlarsa büyük bir ihtimalle kuduza yakalanmış demekti. Lusruta bu hastalığın MÖ 900'lerde tanımını yapmış; köpekler, çakallar, tilkiler, kurtlar, ayılar ve kaplanların nasıl kuduz olduklarından bahsederek ağızlarında oluşan köpükten, ağızlarının açık kalmasından ve ağızlarından tükürüklerinin sürekli aktığından söz etmiştir. Kuduz olan hayvanların kuyrukları aşağı doğru sarkar, iyi görmezler ya da duymazlar. Birbirlerini ısırırlar ve böylece hastalığın başka hayvanlara da geçmesini sağlarlar.
Önceki zamanlarda bazı bilim adamları tarafından kuduz hastalığı diye bir şey olmadığı, bu tür şeylere inanmamak gerektiği, zira böyle bir hastalığa sebebiyet verecek mikrobun bulunmadığı; öyle bir şey olsaydı İstanbul’daki binlerce it arasında böyle bir rahatsızlığın mutlaka ve öncelikle görülmüş olmasının icap ettiği; esasen kuduz diye bilinen hastalığın aslında tatanozdan ibaret bulunduğunu ifade edilmiş ve hatta;
Deli/kuduz bir köpek sudan korkmaz. Deli bir köpek heyecanla koşmaz. Deli bir köpek tarafından çıkarılan tek ses, boğuk bir ulumadır. Deli bir köpeğin ağızı da köpürmez denilmişse de 19. yüzyılda, köpek veya sokak kuduzu bütün dünyanın başına bela olmuştu. Bulaşma biçimi ve etkili bir tedavisinin olmaması bütün ülkelerde kuduz korkusunun yaygınlık kazanmasına sebebiyet vermişti.
Bazı ülkeler kuduz hastalığı ile mücadeleyi anlık olarak gündemlerine almışken bazıları da birkaç yıl öncesinden tedbirli davranmayı gerekli görmüştü. Berlin bu anlamda ihtiyatlı davranan şehirlerden birisi olmuş ve kuduz illetine tesadüf edilmeyen şanslı şehirler arasında yer almıştı. Tabii ki her şehir şanslı şehirler listesinde dâhil olamamıştı. Easton şehri Polis Şefi yaklaşık 40 itin öldürülmesi için emir vermek zorunda kalmıştı.
İngiltere ise salgın halinde baş gösteren kuduz illetine karşı bir dizi tedbirlere yönelmişti. Britanya ve İrlanda haricindeki Avrupa kıtasından, Amerika, Afrika veya Avustralya'dan gelecek olan itlerin ülkeye ancak veteriner hekimler tarafından verilen onaylı sertifikalar çerçevesinde girmeleri ve ikametlerine müsaade edilmesi kararı alınmıştı. Bu köpeklerin ayrıca altı aylık karantinada kalmaları kuralı da uygulamaya konmuştu. Sonraki zamanlarda ise bu sürede biraz esneklik sağlanmış ve yine veteriner hekim onayı çerçevesinde itlerin üç ay karantinada kalmaları, vesikalarında kuduz dolayısıyla karantinada tutulmaktadır ifadesine yer verilmiş olması şartını gerekli görmüştü.
New York şehri de kuduzdan masun kalamamıştı. Orada da bir kısım itler durup dururken koşmaya başlamışlardı. New York'ta hayat sonraki zamanlarda itler açısından neredeyse dayanılmaz bir hal almış ve halk mevcut durumdan ciddi derecede şikâyetçi olmaya başlamışlardı. New York’taki sıkıntının temel nedeni ise kuduz hastalığına yakalanan birçok itten bir kısmının itlaf edilmeden önce üç dört gün süreyle sokaklarda rahatlıkla dolaşabilmeleri olmuştu. Kuduz olduğuna inanılan köpekler tarafından ısırılan okul çocukları ve bazı yetişkinler Sağlık Bakanlığı tarafından aşılanmış ve çok sayıda köpek yetkililer tarafından itlaf edilmişlerdi.
Öldürülen hayvanların kafaları sağlık görevlileri tarafından incelendiğinde çoğunda aşikâr bir surette hidrofobi belirtileri keşfedilmişti. Kuduz illetine karşı New York’ta
Polis ve Zulüm Önleme Derneği üyeleri el ele vererek çalışmak suretiyle şehirdeki gerek hayvanların gerekse genel yaşamın büyük ölçüde iyileşmesine katkıda bulunmuşlardı.
Fransa’da 1852 yılında işbaşında bulunan hükümet kendisinden önceki hükümetten daha titiz bir politika izlemeye koyulmuştu. Söz konusu tarihten itibaren patoloji veya hastalık ile ilgili yapılan bütün araştırmalara özel bir önem atfedilmeye başlanmıştı. Fransa, o tarihlerde 32.000.000’u aşan nüfusu dâhilinde, hidrofobiye en uzak benzeşime sahip her belirtiye fazlası ile dikkat kesilmişti. Fakat Avrupa’da zuhur eden ve bir sonraki asrın başlarında da mevcudiyetini sürdüren kuduz illeti Paris şehrinde varlığını her nasılsa yine de sürdürebilmişti.
Dr. M. Lose vakur ve vicdan sahibi bir şahsiyet olarak Paris'teki hidrofobinin sürekli yayılmasında hastalığın şehrin Seine bölgesinde endemik bir hal almasından kaynaklandığını ifade etmişti. Dr. Lose endemik hal alan bu illetin defi için 1892 yazında bir dizi karar almış ve söz konusu meşhur fermanında yer alan maddelerin tatbiki için polisin umursamaz itlere karşı tavizsiz bir surette uygulamada bulunması gerektiğinde ısrar etmişti.
Başta Avrupa olmak üzere birçok ülkede kuduz hastalığı itleri kasıp kavururken itlerin bakımsız, ihmal edilmiş, yarı vahşi ve oldukça fazla sayıda bulunduğu İstanbul’da ise kuduz vakasına rastlamak ise oldukça nadir bir haldi.
İstanbul’un İt Efendilerinin bir dizi hastalığa yakalanmaları söz konusu olsa da kuduz illetine maruz kaldıklarını söylemek hakikaten pek mümkün değildi. O dönemde konuya dair araştırma yahut gözlemlerde bulunanların genel tespiti bu yöndeydi. Oysaki İstanbul itlerinin de normalde kuduz olmaları gerekmekteydi. Zira kuduz illetinin olması için varsayılan tüm nedenler şehirde fazlası ile mevcuttu. Hal böyle olmakla birlikte kuduz denen illet hiçbir şekilde İstanbul itleri arasında müşahede edilememişti.
Doğu'da en başarılı doktor olarak bilinen isimlerden biri olan Dr. John Patterson Mısır'da 13, Türkiye'de ise 18 yıl kalmıştı.
Dr. John Patterson’ın tespitine göre kuduz oldukça abartılmış bir konuydu ve İstanbul, Anadolu ve başıboş itlerin bol miktarda görüldüğü Mısır'da kuduza nadiren rastlanırdı. Görevi sırasında birçok köpek ısırığını tedavi etmiş, kuduz hastalığına tesadüf edebilmek için çok endişelenmiş ve fakat kuduz vakasına tesadüf etmesi asla mümkün olmamıştı.
Allah’tan ki itler arasında kuduz denilen hastalık mevcut değildi. Böyle bir hastalığının olması halinde sonuçlarını düşünmek bile ürperti verici bir şeydi. Zira İstanbul’da binlerce, on binlerce sayıda it vardı. Prof. Mahaffy’nin de ifade ettiği üzere öyle bir durumun olması halinde İstanbul’un insan nüfusunun yarısını itler ısırır, bir değil elli Pasteur dahi gelse yaşanacak o korkunç salgından onları kimse kurtarmazdı.
Kuduz İstanbul itleri arasında hiç görülmüyor da değildi. Şehirde zaman zaman kudurmuş köpek örnekleri ile karşılaşmak mümkündü. Ancak vaka sayısı dikkate alındığında şehirdeki on binlerle ifade edilen it nüfusu ile oldukça orantısız bir durum arz ettiği de aşikârdı.
Bazı araştırmacı ve gözlemcilerin ifadesine göre kuduz illeti esasen İstanbul’da vardı. Ve hatta söz konusu virüs erkek köpeklerde daha yaygındı. Ancak kuduza yakalanan itler İstanbul’un asli unsurları olan itler değil, hariçten yabancılar tarafından şehre getirilmiş yabancı itlerdi. Yabancı bir itin kudurmasının sokakta kendi başlarına serbest bir surette yaşayan itlere hastalığı bulaştırmaları ise söz konusu değildi. Olan sadece o tür itlerin kendilerine olurdu.
Kuduz hastalığının bütün dünyada itler arasında bir şekilde görülmesine ve ürkütücü gelişmelere sebebiyet vermesine rağmen İstanbul itleri arasında olmaması muhtelif araştırmacı, yazar ve görgü şahitleri tarafından farklı suretlerde açıklanmaya çalışılmıştı.
Remlinger İstanbul itleri arasında kuduz illetinin yaygınlık derecesi ve azlık nedenini ise şu şekilde izah etmişti:
İstanbul’daki sokak itleri sayısının 60.000 veya 80.000 olarak tahmin edildiğini öğrendik. Mantıken, İstanbul’da kudurmanın sık görüldüğü sonucuna varılabilir. Ama durum öyle değildi.
Kuduz tedavisinden geçirilmesi gereken İstanbul’daki it sayısı yılda 200'ü aşmazken, taşrada olup kuduza yakalanana itlerin sayısı bunun dört veya beş kat daha fazlaydı.
Neden bu kadar azdı? Sokak köpeklerinin bağışıklık sistemlerinden mi kaynaklanıyordu?
Hayır. Türkiye'ye gelir gelmez aynı şartlar altında İstanbul’dan getirdiğimiz köpekler ile Viyana'dan getirdiğimiz köpekleri aşıladık. Her iki grupta da nöbet ve sağ kalım oranları aynıydı. Köpekleri kendilerini kuduzdan iki temel formda; hırçınlık formu ve hastalığın difüzyonuna doğal olarak çok az katkı sağlayan paralitik/kötürüm formunda korudukları iyi bilinmektedir. İstanbul itlerinde kuduz illetinin nadir görülmesi, felç formunun baskın olması nedeniyle miydi? Kesinlikle değil.
Hırçın suretteki kudurma hali diğerinden iki kat daha sıktı. Ancak İstanbul’da görülmesi Paris'tekinden daha nadirdi. Acaba İstanbul sokaklarındaki virüs direnç bakımından Avrupa’daki kuduz virüsüne nispetle daha zayıf olabilir miydi? Bilakis daha aktifti!
Bay Martel tarafından iletilen bir istatistiğe göre Paris'te tavşanların intraserebral aşılama ile ölümlerinin gerçekleşmesi ortalama olarak 21. günde sonuç sağlarken İstanbul’da ise aynı uygulama ortalama 14. günde sonuç vermekteydi.
İstanbul itlerinin kuduz hastalığına yakalanmamaları hakikaten ilginçti. İstanbul itleri arasında muayyen nedenlerden ötürü zaman zaman zuhur ettiği söylenebilecek olan kuduz illeti hiçbir zaman için yaygınlık kazanmamış ve Paris’te olduğu gibi endemik bir hal almamıştı. Yüzbinlere yaklaşan bir it nüfusunun bulunduğu ve şehrin, hakikatte çok da temiz ve bakımlı olmadığı ortada iken, neden bir salgına muhatap olmadığı son derece ilginç bir durumdu.
Bu nedenle M. Dujardin-Beaumetz 1881 yılında Paris'teki sağlık departmanı tarafından insanlar üzerindeki hidrofobi tezahürlerini gözlemlemek üzere resmi bir görevle İstanbul’a gönderilmişti.
Dujardin-Beaumetz İstanbul’da bulunduğu süre zarfında mümkün olabildiği kadarı ile hem şehrin itlerini hem de sakinlerini gözlemlemek ve kuduz hastalığına karşı sahip oldukları bağışıklık becerilerini öğrenmek üzere bir hayli mesaide bulunmuştu.
Sultan II. Abdülhamid döneminde açılan İstanbul Pasteur Enstitüsü Müdürü Remlinger’in kaleme aldığı bir makalede, İstanbul’un İt Efendileri arasında kuduz hastalığının neden yayılmadığı, insanların zaman zaman da olsa hayvanlardan alacakları çok dersler olduğu gerçeğini bariz bir surette ortaya koyan, şu bilgilerle izah edilmişti:
İstanbul’da kuduz illetine yakalanan itler, doğdukları alanda ve hayatlarını geçirdikleri yerde kalırlar. Böylece ısırıklarıyla hastalığı farklı yerlere yaymaları imkânsızlaşır... Hemcinsleri ile aynı mahallede de bulunsalar, hastalığın bulaşması sokak köpeklerinin harika içgüdüsü nedeniyle zorlaşır.
Kuduz it hemcinslerinden öfkeyle kaçmaya yönelir... Kuduz it bir köşeye çekildiği zaman yoldaşları ona yaklaşmamaya büyük özen göstererek kendisinden kaçarlar ve onu koklamaktan veya onu rahatsız etmekten tamamen kaçınırlar.
Kuduza yakalanmış it kendisini tecrit ettiği yerden çıkmak isterse arkadaşları onu tehdit edici bir şekilde havlar ve onunla kendisi arasında makul bir mesafe bırakarak kendisini korkutmaya ve tecrit yerine geri dönmesini sağlamaya çalışırlar. Bu önlemleri yerine getirmekten kaçınanlar ise sadece çok genç yaştaki köpekler olur. Bu nedenle, genç itler hastalığın yayılıp bulaşmasında önemli role sahiptirler… Esasen Avrupa'da da kuduz itlerin provoke edilmedikleri sürece hemcinslerine saldırmadıklarını biliyoruz. Kuduz hayvanlar çoğu zaman sadece kendilerini rahatsız etmek isteyen hayvanları ısırırlar. Kuduz yoldaşlarıyla tüm ilişkileri koparan sokak köpeklerinin sadece istisnai olarak ısırıldığı rahatlıkla söylenebilir… İstanbul’da aynı kuduz itin bir veya iki kişiden fazlasını ısırması da istisnai bir durumdur.
İt deyip geçmemek lazım. İtlerin de kendilerine has erdem ve haysiyetleri vardır. Salgın hastalıklar karşısında itlerin sergilemiş olduğu söz konusu tutum tam bir it irfanıdır. Onların öğrenebildiğimiz erdemlerinden sadece birisidir.
Bu nedenledir ki önceki zamanlarda Eyüp itlerine Eyüp’te yaşayan insanlar it demezlermiş.
İt Efendi derlermiş!
.
Çanakkale: Varoluş destanı
Bilindiği üzere Osmanlı Devleti'nin katılmış olduğu en son savaş Birinci Dünya Savaşı’dır. İttihat ve Terakki Partisi idaresindeki Osmanlı Devleti Almanya safında bu savaşa katılmış ve harp içinde Osmanlı Devleti ve savaşın kaderi açısından en önemli cephe Çanakkale cephesi olmuştu.
Burada şunu hemen belirtmek gerekir ki Çanakkale Savaşı yoktur, fakat Birinci Dünya Savaşı içerisinde bir Çanakkale Muharebeleri vardır. Tıpkı Kanal Muharebesi, Kafkas Muharebesi gibi. Fakat biz Brinci Dünya Savaşı içerisinde muharebede bulunduğumuz yerleri ifade etmek üzere daha ziyade Cephe kelimesini kullanmayı tercih etmişiz. Muharebe savaş demek değildir, savaşın içerisinde cereyan eden local çatışmaları ifade etmek için kullanılan bir askeri terminolojidir. Savaş yahut harp ise bütün muharebelerin, çatışmaların içersinde toplandığı genel addır.
Savaş sırasında Çanakkale Cephesi’nin açılması daha savaştan önce İngiliz bahriyesince düşünülen bir husus olmuştu. Böyle bir cephenin açılması ile varılmak istenen netice ise özetle şunlardı:
Çanakkale'den hareket ile İstanbul alınacak, Osmanlı devleti içten çökertilmek suretiyle savaş dışı bırakılacaktı.
İstanbul'un alınması ile iki ateş arasında bırakılacak olan Almanya'nın kolayca pes etmesi sağlanacak ve dolayısıyla savaş bu suretle erken bitirileceki.
Boğazların ele geçirilmesiyle Süveyş Kanalı ve Hint yolu üzerindeki Osmanlı Devleti'nin baskısı ortadan kaldırılmış olacaktı.
İstanbul ve Çanakkale Boğazlarından müttefik güçlerin gemilerinin geçişi mümkün hale gelecek ve dolayısıyla İngiliz ve Fransızlar sosyal karışıklıklar içerisindeki müttefikleri Rusya'ya daha çabuk ve daha kolay bir şekilde askeri yardım ve malzeme akışını gerçekleştirebileceklerdi. ayrıca Rusya'dan gıda maddesi de temin edebileceklerdi.
Çanakkale’nin düşmesi ile Rusya'nın ekonomisindeki daralma, dış dünyaya ile temas kurabilmesi bu suretle giderilmiş olacaktı.
Osmanlı Devleti'nin savaştan çekilmesi ve müttefiklerin Boğazlara yerleşmesi henüz harbe iştirak etmemiş olan diğer Balkan devletleri üzerinde etkili olacak ve bu devletlerin merkezi devletler safında savaşa katılma cesaretlerini kıracaktı.
Çanakkale Cephesi’nde çarpışmaların başlaması Kafkaslar'da Ruslar'ı zorlayan Türk birliklerinin buraya kaydırılmasını gerektirecek ve dolayısıyla Rusya'nın yükü hafifletilecek, Rusya'nın Doğu Anadolu'ya yapacağı saldırının kolaylaşması sağlanmış olacaktı.
İngilizlerin Mısır'daki nüfuzu güvenceye alınmış olacak, Mezapotomya ve dolayısıyla zengin petrol yatakları İngiltere'nin elinde kalacaktı.
Balkan savaşından perişan bir vaziyette çıkan Türk ordusunun mukavemet gösteremeyeceğini, Boğazlardan kolayca geçecek donanmanın Osmanlı Devleti’ni ilk hamlede safdışı bırakacağını düşünen İngiliz Bahriye Nazırı W. Churchill, İstanbul'u teslim alacağını fazlası ile ümit etmekteydi.
Çok yönlü bir planın bir parçası olarak uygulamaya konan Çanakkale’nin işgal edilmesi girişimi için 1915'de İngiliz ve Fransız donanmaları harekete geçmiş, Çanakkale'nin dış tabyalarını topa tutup karaya asker çıkarmışlardı. Ancak 18 Mart 1915'de Boğazı zorla ele geçirmeğe çalışan düşman donanması ağır kayıplara uğramıştı.
Denizde uğradıkları bu başarısızlık üzerine İtilaf devletleri kara gücünü harekete geçirerek Gelibolu Yarımadası’nın güney kısmına çıkarma yaptı. Fakat bu teşebbüs de Türk askerinin gösterdiği çetin ve inatçı direniş karşısında neticesiz kalmıştı. Nihayet 19/20 Aralık 1915'te Arıburnu ve Anafartaların, 8/9 Ocak gecesi Seddü'l-Bahir bölgelerinin boşaltılması ile Çanakkale Cephesi’ndeki muharebeler sona erdi.
Çanakkale muharebelerinin Türkiye ve dünya açısından neticeleri oldukça önemliydi.
Herşeyden önce Çanakkale zaferi, İtilaf devletlerinin gerçekleştirmeyi tasarladığı yukarıda sayılan hedeflerin hiç birinin gerçekleşmesine imkan vermemişti.
Diğer taraftan Birinci Dünya Harbi’nde Türk ordusunun en parlak başarısına sahne olan Çanakkale muharebeleri harp kayıpları olarak dünya tarihinde en yüksek zayiata ulaşan muharebelerden biri oldu. Çanakkale zaferi, büyük çoğunluğu üniversite mezunu, kültürlü gençlerden oluşan şehit ve yaralı onbinlerce (200.000) kınalı kuzunun, vatan evladının şehit olmaları ile kazanıldı. İngiliz ve Fransızlar'ın mukabil kayıpları ise 150.000 civarındaydı. İtilaf devletleri cepheye sürdüğü askerlerin büyük bölümünü sömürgelerden getirdiği için verdiği kayıplar nispeten az olmuştu. Osmanlı Devleti Çanakkale’de vermiş olduğu kayıpların sıkıntısını sonraki zamanlarda fazlası ile hissetti ve uzun bir süre telafi edemedi. Verilen kayıpların en büyük etkisi ise yetişmiş insan ihtiyacının had safhaya ulaştığı yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş yıllarında yaşandı. Memleketimizde hiç bir belde yoktur ki Çanakkale'de şehit vermis olmasın.Yine hiç bir lise ve okul yoktur ki Çanakkale’de şehit olmuş yahut gazi olarak geri dönmüş bir ferdi bulunmasın.
Osmanlı ordusunun hesaba katılmayan savaş gücü ve direnme azmi ve nihayet zaferi, Birinci Dünya Savaşı'nın uzamasına sebep olmuştur. İngiliz belgelerine göre Osmanlı Devleti'nin savaşa girmesi Birinci Dünya Svaşı’nı tam üç yıl uzatmıştır. Çanakkale muharebelerinin savaşın uzamasındaki rolü ise oldukça büyük olmuştur.
Çanakkale'de elde edilen muzafferiyetler neticesinde İstanbul ve Boğazlar istilaya uğramaktan kurtulmuştur. Bu ise bütün Türk vatanını daha erken gerçekleşecek olan bir işgalden korumuştur.
Çanakkale muharebeleri ve elde edilen mutlak zafer Türk milletine en büyük kuvvetler karşısında bile zafer kazanabileceği noktasında direnme gücü ve savaşı kazanma azmini aşıladı. Bu noktada Çanakkale muharebeleri manevi olarak Milli Mücadele'nin kaynakları arasındaki en önemli motive edici unsur olmuştur.
Çanakkale muharebeleri Anafartalar ve Conkbayırı'nda düşmana karşı başarı gösteren, gelecekteki Türk Milli Mücadelesinin başkomutanı ve liderini ortaya çıkaran bir mücadeleninde de adı ve alanıdır. Mustafa Kemal Paşa eğer Sultan Vahdeddin tarafından Samsun'a gönderilecek en yetenekli paşa olarak görülmüş ve seçilmişse ve yine Mustafa Kemal Milli Mücadele lideri durumuna yükselebilmişse, şüphesiz ki bunun sebepleri arasında onun Çanakkale muharebelerinde göstermiş olduğu kahramanlık ve kazandığı başarılarla kendini temayüz ettirmiş olmasının önemli bir yeri olmuştur. Zira o, Türk Milleti içindeki haklı nüfuz ve prestijini öncelikle Çanakkale'de zaferle neticelenen muharebelerindeki sevk ve idaresi sayesinde kazanmıştır.
Çanakkale zaferi Rusya’ya yapılması planlanan yardımların yapılamaması sonucu Almanların doğu cephesini zaferle tamamlamalarına fırsat vermiştir.
Çanakkale'de maruz kaldıkları mağlubiyet İtilaf devletlerine oldukça pahalıya mal olmuştur. Zira savaş sırasında Almanya ve Avusturya Sırplar'ı ezip geçmiştir. İtilaf devletlerinin hayal kırıklığı yaratması Bulgaristan'ı II. Balkan harbinde kaybettiği büyük Bulgaristan'ı kurmak emeli ile müttefikler saffına dâhil etmiştir.
Harbin uzaması ve Rusların yardım alamaması Rusya'daki sefalet ve açlığı artırmış ve dolayısıyla Bolşevik ihtilaline zemin hazırlamıştır. İçerideki Lenin taraftarlarına karşı zor durumda kalan Çar iktidar mücadelesini kaybetmiş ve Ekim 1917 ihtilalinin gerçekleşmesiyle Bolşevikler iktidarı ele geçirme imkanı bulabilmişti. Ayrıca müttefik devletler Rus buğdayından da mahrum kalmışlardı.
İngiltere sömürgelerinde büyük nüfus kaybına uğrarken, savaşın uzaması neticesi 1.600.000 civarında daha fazla insan kaybetmesi de kaçınılmaz olmuştu. Fransa'nın kayıpları ise İngiltere'ninkinden daha az değildi.
Çanakkale’de Türkün azmi karşısında müttefiklerin maruz kaldıkları ve hiç ümit etmedikleri başarısızılık bütün dünyada yankı uyandırmıştı. Bu da İtilaf devletlerinin prestijini en büyük darbeyi indiren bir gelişme olmuştu.
Çanakkale mağlubiyeti ile İngiltere'nin Orta Doğu projesi de aksamış, Rusya ile arasında ilişki kurma çabası mümkün olamamıştı.
Türk tarihinin dönüm noktalarından birini teşkil eden, tarihe deniz muharebeleri olarak geçen, sekiz ay müddetle yarım milyonluk bir kuvveti durdurarak ilerlemesine izin vermeyen ve milli şairimiz Mehmed Akif'e erlerini ve kendisini Bedir savaşı ve askerleri ile mukayese edecek nerecede dehşetli ve azametli bir surette gerçekleşen Çanakkale muharebeleri esasen Birinci Dünya Harbi içerisinde ayrı bir özelliği olan, tarihin akışını değiştiren ve yaşama hakkını şanlı ve şerefli mücadelesi ile elde eden bir milletin kahramanlık destanının adıdır.
XXXX 13
.
Hilafet ve Saltanatın Ayrılması Bir İngiliz Düşüncesiydi
Hilafet meselesi İngiltere’nin ilgi duyduğu önemli bir siyasi mesele olarak Sultan II. Abdülhamid’in tahta geçmesi kadar eski bir konudur.
Bu eski konu Birinci Dünya Savaşı arifesinde ve sırasında Sir E. Gray, Lord Kitcher yahut G. H. Fitzmaurice gibi İngiliz siyasilerinin gündemindeki en temel konulardan biri haline gelmiştir.
Böyle bir gelişmenin yaşanmasında İstanbul’daki İngiliz büyükelçiliği eski dragomanı Fitzmaurice önemli bir rol oynamıştı. Fitzmaurice’e göre padişahın şahsında toplanmış olan dünyevi ve uhrevi gücü temsil eden sıfatlardan dini olanının kendisinden koparılıp ayırılması suretiyle halifeliğin Türklerden alınıp Araplara aktarılmasını müzakere masasına taşımıştı.
Fitzmaurice’in halifeliğin saltanattan ayrılması görüşünün tavsiye edilebilirliğine Sir E. Gray de kani olmuş, ancak böyle bir değişikliğin Müslümanların kendileri tarafından yapılması gerektiği görüşünü paylaşmıştı. Fakat o sıralarda siyasi havanın değişmesi ve yaklaşmakta olan dünya savaşı hilafet konusunda izlenmesi gereken siyasetin de tabii olarak yeniden şekillenmesini gerektirmiş, neticede bir Arap isyanı ve bir Arap hilafeti politikasını ön plana çıkartmıştı.
Gerçi Arap hilafeti düşüncesi sadece İngiliz siyasilerinin ilgi duyduğu bir konu olmakla sınırlı kalmamıştı. Mısır Hıdivi Abbas da halife olmak isteyenler arasında yer almıştı. Böyle bir fikrinin savunucuları arasında Mısır Hıdivi Abbas’a ilaveten, Şerif Hüseyin, Şeyh Sinusi ve İbn Reşid de yer almıştı. Bu isimlerin öncelikli hedeflerinin bir Arap hilafeti kurmak olduğu oldukça aşikâr bir hale gelmişti.
Şerif Hüseyin’in hilafetini ilan etmesine destek vermeyi kendi açılarından sözde sakıncalı bulan İngiliz hükümeti ve siyasileri aynı Şerif’in idari ve siyasi bakımlardan bağlı bulunduğu İstanbul’a ve Osmanlı halifesine isyan etmesi için ise onu teşvik etmekten geri kalmadıkları gibi kendisine siyasi, askeri ve maddi açıdan yardımda bulunmayı makul görmüşlerdi. Osmanlı İmparatorluğunu kendi içinde bölme stratejisinin bir neticesi olarak Londra’nın desteği ve Henry McMahon ile Mekke Emiri arasında gerçekleşen bir dizi yazışma neticesi, savaşın başlamasından yaklaşık iki yıl kadar sonra 1916 Haziranında Şerif Hüseyin liderliğinde Mekke’de nihayet bir isyan patlak vermişti.
Osmanlı Devlet ve hilafetine karşı başlayan Mekke isyanı İngiltere için milyonlarca sterline mal olmuşsa da Osmanlı’dan koparılan devasa topraklar üzerinde, ipleri İngiltere’nin elinde olan ve kendilerine istedikleri yönde istikamet tayin edip diledikleri kadar hayat hakkı bahşedebildikleri, babadan oğula geçme esaslı Haşimî Ailesi idaresinde bir krallık teşekkül ettirilmişti.
Diğer taraftan Osmanlı kuvvetleri ise böyle bir gelişmenin de etkisiyle 1918 yılı Eylülünde Şam’ı tahliye etmek zorunda kalmıştı. Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Faysal, 400 yıllık Osmanlı hâkimiyetinden kurtarılmış olduğu inancı içerisinde ve muzafferane bir surette Şam’a girmişti. Hal böyle olsa da, İngiliz Albay T. E. Lawrence’ın desteğiyle, Suriye’de 1920 yılına kadar ancak sürebilecek olan bir Arap Hükûmeti tesis olunabilmişti.
Birinci Dünya Savaşı arifesi ve sırasında hilafet meselesi ile ilgilenen İngiliz siyasilerinden Sir Mark Sykes’a; Osmanlı Devleti’nin mağlup olması halinde Türklerden muayyen bir kesimin hilafeti Osmanlı saltanatından ayırmak için mücadele edeceği ve İstanbul’daki Nakibu’l-Eşraf’ın İstanbul yahut Şam’da ikamet etmek üzere sadece ruhani bir halife olarak seçileceği daha o zamanlar haber verilmişti.
Bu konu ile Prens Sabahaddin de yakından alakadar olmuş ve Sir Mark Sykes’a; kendi grubunun Osmanlı İmparatorluğu’nda kuvvet kazanması halinde padişahın halife sıfatından mahrum bırakılması ve sadece dünyevi lider olarak kalması girişimine ve Kureyş kabilesinden bir üyenin, tercihan Hicaz’da bağımsızlığı kabul edilecek olan Mekke şerifinin hilafetine destek vereceği vaadinde bulunmuştu.
Hilafetin yeniden Araplara verilmesi veya bir Arap hilafeti oluşturma fikri ilk defa, bir İngiliz aristokratı ve gezgini olan Wilfrid Blunt tarafından ortaya atılmış gözükmektedir.
Blunt’ın fikrine göre Kureyş kökenli bir ismin seçimi ile oluşturulacak Arap hilafetinde halife sadece ruhanî mahiyetli olacak ve hiçbir surette siyasî otoriteye sahip bulunmayacaktı.
Prens Sabahaddin gibiler için hilafet konusu kendi grubunu siyaseten etkin kılmanın başvurulması gereken bir vasıtası olarak görülmüşken, aynı konu muayyen Arap liderleri tarafından ise Arap hilafet fikrinin tek uygulanabilir Arap siyasi aranjmanı olarak değerlendirilerek tebarüz ettirilmek istenmişti.
.
Bir zamanlar bizim olan İdlib
Geçen asırda Osmanlı coğrafyası sınırları içerisinde yer alan İdlib bize ait mütevazı bir belde idi.
Halep Vilayetine bağlı bulunmakta ve Antakya, İskenderun gibi bir kaza olarak Osmanlı idari teşkilatı içerisinde yer almaktaydı.
Halep vilayeti dâhilinde yer alan ancak kendisine bağlı nahiyeleri ve bir dizi köyleri olan bir statüsü vardı.
İdlib’in geçmiş zamanlarda çok şeylere şahit olmuş Şarkiye Mahallesi halen var mıdır bilemiyoruz ama İdlib’in çevresi; idaresi Cemaat Meclisleri tarafından yürütülen Eriha nahiyesi, Maarratumısrin (Maarratülmısrin) kasabası ile Bevvabiye, Cübb-i Ke's, Niş, Kefit, Keftin, Beykalan, Beneş, Şayegavrit, Fua, Arade, Birkum, Hanige, Murakıb, Tuum, Serçe, Kefr-i Haleb, Hafserçe, Milis ve Bare köyleriyle bütünüyle çevrilmişti.
İdlib, bir kaymakam tarafından idare edilen, Hükümet Konağı olan, Belediyesi ve İdare Meclisi, Mal Müdürü, Müftüsü, kadısı, Bidayet Mahkemesi bulunan, küçük ama idari açıdan teşkilatlı bir yerdi. Beldenin temizlik ve aydınlatma işlerinde bir sıkıntı olmayıp muntazam bir şekilde yerine getirilmekteydi.
Geçen asırda İdlib heterojen bir nüfusa sahipti. Kaza merkezi ve çevresindeki nahiye ve köylerde Müslüman, Rum, Hıristiyan ahali ve aşiretler mevcuttu. İdlib’in camileri ve Müslüman ahalisi olduğu gibi Meryem Ana Rum Kilisesi ve diğer mabetleri ile Hıristiyanlar da kaza ve çevresinde hayat sürmekteydi.
İdlib’de hâkim olan ticari ve zirai hayatın temel unsurları arasında ise verimli toprakları dolayısıyla pamuk ve buğday üretimi ile zeytincilik öne çıkmaktaydı.
Halkın tabii ihtiyaçlarını karşılamada ve ticari hayatta Miri Han, Buğday Hanı, Pirinç Hanı, Değirmen ve Ziraat Bankası Şubesi önemli bir yer ve rol üstlenmişti.
Kaza’da genel temizliğin adresini ise başta Ağa Hamamı olmak üzere beldedeki diğer hamamlar oluşturmaktaydı.
İdlib’e ticaret, nakliye ve ulaşım bakımlarından önem kazandıracak olan bir başka yatırım ise Bağdat tren hattının Kilis, Antep, Bilan (Belen) ile İdlib'den geçmesi konusunda vuku bulan talebin olumlu bulunması ve gereğinin yapılmasının istenmiş olmasıydı.
Halep Vilayetine bağlı Kilis, Antep, İskenderun, Cisri-i Şugur, Elbistan, Maraş, Bilan, Rumkala, Bab, Antakya, Birecik ve Maarra kazaları gibi İdlib’de de bir Mekteb-i Rüşdiye vardı. Sonraki zamanlarda İdlib’e bağlı Eriha nahiyesinde de ayrı bir Rüşdiye’nin açılması söz konusu olmuştu. Ayrıca Rumca eğitim yapan Rum mektepleri, açılma izni sonradan alınan bir Protestan mektebi ve Halep ve Antakya’da olduğu gibi bazı mahallerde İngiliz okulları eğitim faaliyetinde bulunmaktaydı.
İdlib'de eğitim veren sadece bahsi geçen yerli ve yabancı okullar değildi. Halkın da ruhiyat ve davranış bilimleri bağlamında eğitime ihtiyacı vardı. Bu anlamda İdlib’de Keyyâliyye Dergâhı, Hamidiye-i Rifaiye Tekkesi mevcuttu ve Şeyh Yahya Efendi bu tekkenin postnişiniydi.
Diğer taraftan Halidiye Tarikatı ve Şeyhi Mehmed Efendi'yi de unutmamak gerekirdi. Bütün şeyhler ve postnişinlere devlet tarafından maaş tahsis edilmişti. Gerçi söz konusu olan sadece maaş değildi. Sermin'deki Rifaiye Keyyâliye soyundan gelenlerin isimlerini içeren şecere listesi dahi resmi bir surette kayda geçilmişti. Zira Hazreti Peygamber’in soyundan gelenlerle ilgilenmek üzere kurulan bir teşkilât sorumlusu olarak Nakibüleşraf Kaymakamı bulunmaktaydı ve Rifai Şeyhi Seyyid Mehmed Yahya Efendi de bu makamın sorumluluğunu üstlenmişti.
İdlib’de bulunan Şeyh Keyyâli Hazretleri Dergâh ve Türbesi, kendisine önem verilen ve dergâhı devletçe tamir edilen bir ilgiye sahipti.
Yine İdlib’de bulunan bir başka tarikat ise Nakşibendi tarikatıydı. Şeyhi de Seyyid Mehmed Herati Efendiydi.
Huzur ve sükûn açısından her belde ve kaza gibi İdlib’in de yeterince problemi mevcuttu. Halep, Maraş, Antep, Urfa, Kilis, Antakya, Birecik, Harim ve köylerinde olduğu gibi İdlib’de de kolera salgınına yakalanan ve canlarından olan bir hayli insan olmuştu. Diğer taraftan kasaba sergerdesi eşkıya Kürd oğlu Osman ve avenesi muhtelif problemlere sebebiyet vermektelerdi. Bu ve sair nedenlerden ötürü Halep vilayeti dâhilinde, başta Haleb’in merkezinde olmak üzere, Cisr-i Şugur, Antakya, Antep, Kilis, Reyhaniye, Bilan, İskenderun, Mağre, Bab gibi İdlib’de de hapishaneler mevcuttu. Ancak İdlib’deki hapishane Mülkiye Hapishanesi ve Nisa/Kadın Hapishanesi şeklinde iki kısımdı.
Genel olarak İdlib kazasında ama özel olarak da Eriha nahiyesinde yaşanan öldürme, gasp ve tecavüz, eşkıyalık ve sair suçları işleyenlerin adresleri ise genel olarak bu hapishanelerdi.
Osmanlı Devleti şüphesiz ki bir vakıf medeniyetiydi. Gittiği her yere, hükmettiği her beldeye vakıf kültürünü de beraberinde götürmüştü. Bu nedenledir ki Sinan Paşanın ceddi veziriazam Köprülü Mehmed Paşa Evkafı da İdlib ve çevresinin belki de en önemli hayır kurumuydu.
Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa ve oğlu Fazıl Ahmed Paşa Evkafı oldukça zengin ve sınırları fazlasıyla kapsayıcıydı. Vakıf sadece İdlib için değil, Mekke ve Medine fukarası için de hizmet vermekteydi.
İdlib kazası daha başka hayırsever ve fakirperver insanların kurmuş olduğu vakıflara ev sahipliğinde bulunmaktaydı. Rami Paşa Vakfı, Hamas Camii Vakfı, Cami-i Kebir Vakfı, Hanu'r-Ruz Camii Vakfı yahut İdlib kazasına tabi Ergun Kamil Evkafı İdlib ve havalisinin manevi cephesini oluşturan en mütevazı kurumlardı.
Redif Taburlarından Antakya, Cinin, Halep, Kilis, İskenderun, Lazkiye ve Maarra gibi İdlib’de de bir tabur asker mevcuttu.
Keftin köyü sınırları içerisinde olup halk tarafından kullanılan Kasımbey Çiftliği oldukça meşhur ve değerliydi. Ayrıca Sultan II. Abdülhamid’in de İdlib’de bağı mevcuttu. Verimli topraklara sahip olan İdlib’deki bağlardan ikisinin tapusu onun adına kayıtlıydı.
Kanun-ı Esasi'nin ilan edildiği vakitlerde İdlib kazası memur ve ahalisi İstanbul’a ayrı ayrı teşekkür mazbataları göndermişlerdi. Ancak İdlib’in mutluluğu fazla uzun sürmemiş, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra başka millet ve devletlerin eline düşmüş, o gündür bugündür hürriyetini hep arar olmuştur.
.
Eski İstanbul’dan hatırda kalanlar
Boğaz'ın güney ucunda yer alan İstanbul, gerek dün gerekse bugün, dünyadaki şehirler içinde en iyi konumuna sahip olanıdır.
Avrupa ve Anadolu kıtaları üzerine kurulmuş olan şehir geçen asırda günümüzdeki kadar büyümüş değildi. Şehrin Avrupa yakası iki parçadan, İstanbul ve Pera’dan oluşmaktaydı. Diğer bölümü ise Asya'da bulunmakta ve koynunda Üsküdar’ı barındırmaktaydı.
Şehrin hemen hemen her tepesi adeta beyaz mermer veya taştan yapılmış binalarla taçlandırılmıştı. Bunların birçoğu ise kubbe ve minarelerle süslü camileri omuzlarında taşımaktaydı.
Minareler, ışık huzmeleri gibi mavi gökyüzüne yükselen uzun ve ince burçlar gibiydi. Bazı camilerin dört, bazılarının ise altı minaresi vardı. Camiden camiye minare adedi tabii ki farklıydı.
Daha eski zamanlarda adına Konstantinapol denen, müjdelenmiş Kutlu Fetih'ten sonra Dersaadet diye nitelenen, sonrasında ise devlete Payitaht olarak seçilen İstanbul’un Üsküdar semti civar muhitlerde yaşayan iyi kalpli Müslümanların ölünce defnedilmeyi arzuladıkları bir yerdi.
İstanbul; iki kıtaya uzanan şehrin bu tarihlerde sadece muhitlerinden biriydi. Resmi binalar, pazarlar ve en güzel camiler bu semtteydi. Pera ise diplomatik temsilciliklerin olduğu, otellerin bulunduğu ve yeme içmenin hazzına tam anlamı ile doyulduğu bir semtti.
Pera’yı tamamlar mahiyetteki Galata ise birçok ticari firmanın ve Levantenlerin merkezî mahalliydi.
Haliç’in kuzey ucunda ve kıyısında yer alan Eyüp güneşin her gün sükûn içerisinde üzerine doğup battığı kenar bir semtti. Bu semtin kendi içinde başka bir güneş daha vardı ve Eyüp’ten bütün İstanbul’a her daim nurani ışıklar saçmaktaydı.
Eyüp’ün camilerine gayrimüslimler giremezdi. Eyüp aynı zamanda Fatih Sultan Mehmet’in Konya Çelebisi eliyle, içinde tarihin türlü türlü hikâyelerini barındıran Osman Beyin kılıcını kuşandığı bir yerin adıydı.
Bir zamanlar Türkler İstanbul’da, Avrupalılar ise Galata ve Pera’da yaşarlardı. Üsküdar’ın ise diğerlerinden çok daha farklı bir konumu vardı.
İstanbul’da geniş coğrafi sınırlara sahip olan Fener, genel itibariyle Rumların yaşadığı bir bölgeydi. Fener aynı zamanda koynunda hayata gözlerini açan ama sonraki zamanlarda oldukça mübalağalı şöhretlere ulaşan birçok kimsenin diyarıydı.
Samatya ve yarı kırmızı yarı siyah balığı ile meşhur bir manastırın da bulunduğu Balıklı civarı yine Rumların ikametgâhları halindeydi. Galata gibi orada da Rum nüfusu günden güne giderek artmaktaydı.
Fener’in hemen yanında Balat vardı ve Fener esasen Karay Yahudilerinin yerleştiği yerin adıydı. Fakir ve hakir bir halleri vardı.
Kumkapı’da Ermeniler vardı.
Tophane’de ise Türkler çoğunluktaydı.
Pera dâhilinde kalan Taksim zengin daha ziyade bir Ermeni muhitiydi. Cihangir’de ise Türkler yerleşikti.
Pera’nın aşağısında kalan ovada kurulmuş olan Kasımpaşa’da ise her milletten düşkün fertler ve aileler ikamet etmekteydi.
Kasımpaşa’da ayrıca oldukça büyük bir mezarlık bulunmaktaydı.
Balat ve Fener’e ilaveten Talmut müntesibi varoş Yahudileri, bir hayli geniş olan mezarlığın ötesinde, şehrin bu tarafında da ikamet ederlerdi.
Kozmopolit yapısı ile Dersaadet’in nüfusu yarı Türk yarı Rum’du. Türkler İstanbul nüfusunun ancak yarısını oluşturmaktaydı. Daha fazla olan diğer yarısını ise Rumlar ile Ermeniler teşkil etmekteydi. Yahudiler ile Avrupalı sakinler de dikkate alındığında şehirde gayrimüslim sayısı Türklerden biraz daha fazla gözükmekteydi. Sayısal üstünlük gayrimüslimlerin olsa da nüfusun temel unsurunu Türkler ve Rumlar teşkil etmektelerdi. Şehirde ayrıca, bazıları Asya'dan gelen, bazıları ise Avrupa'dan gönderilen tüm olası uluslardan teşekkül etmiş bulunan gruplar mevcuttu. Şehir mevcut nüfus yapısı ile adeta tam bir milletler cemiyeti yahut milliyetler mozaiğiydi. Son derece önemli olan hakikat ise sözü edilen bütün bu uluslar birbirleri ile yan yana olup aynı şehirde birlikte yaşam sürmüşlerse de aralarında aşılması oldukça zor din, dil ve kültür farklılıkları vardı. Her bir ulus yekdiğerini küçük görmekte ve bir birlerine karşı meydan okumakta hiçbir surette geri kalmayı arzulamamaktaydı.
.
Sultan II. Abdülhamid'in Ölüm Raporu
Sultan II. Abdülhamid, bundan tam 102 yıl önce 10 Şubat 1918’de vefat etmişti. Vefatı sonrasında naaşı bir doktorlar heyeti tarafından müşterek bir surette muayene edilmiş ve bir Ölüm Raporu düzenlenmişti. Ölüm raporuna ilaveten ayrıca naaşın mevcut durumuna dair detaylı surette bir de protokol hazırlanmıştı.
Söz konusu ölüm raporu ve protokol suretlerinin sadeleştirilmiş biçimiyle metni şöyledir:
1918 senesi Şubat’ın onuncu pazar günü akşamı saat 10’da vuku bulan davet üzerine aşağıda imzaları olan doktorlar Beylerbeyi Sahilsarayı’na giderek harem dairesinde hakan-ı sabık hazretlerinin yatak odalarına girdiğimizde karyola içerisinde tabii bir şekilde sırtüstü ve giyinmiş bir vaziyette yatmakta olduğunu gördüğümüz kimsenin hakan-ı sabık hazretleri olduğu, aramızdaki bazı arkadaşlarımız tarafından teşhis olundu.
Kalp ve nabzın tamamen durmuş ve ölüm hadisesinin gerçekleşmiş bulunduğu muayene neticesinde anlaşıldıktan sonra vücudun her tarafı titiz bir surette enine boyuna tetkik ve muayene olunup ölüm işaretleri sezilerek tedavisine memur olan doktorlar tarafından sırtına ve göğsüne, tedavi maksadıyla, uygulanan 13 kadar hacamat yeri ve vefatından bir saat evvel hakan-ı sabık hazretlerinin kendi taraflarından yapıldığı maiyetleri erkânı tarafından ifade edilen kaburga kemiklerinin ön tarafında uçlarında bulunan kıkırdak bölgesinde sathi ve gayrimuntazam küçük key izlerinden başka hiçbir zorlama eseri ve ezik ve yaraya tesadüf olunmadı.
Hakan-ı sabık hazretlerinin 5 Şubattan beri hasta bulundukları ve hazırlanan rapordan da anlaşılacağı üzere Sultan II. Abdülhamid hazretlerinin ciğerlerinin kan ve su toplamış bulunması neticesi meydana gelen kalp yetersizliğinden ötürü vefat ettikleri anlaşılmış, işbu müşterek raporumuz tanzim olunarak takdim olunmuştur.
Beylerbeyi Sahilsarayı, 10-11 Şubat 1918.
Sağlık Genel Müdür Vekili Dr. Adnan
Tıp Fakültesi Müderris Âkil Muhtar
Gülhane Seriryat Hastanesi Sertabibi ve Müdürü Kaymakam Z. Zelling
Harbiye Nezareti Sıhhiye Dairesi Üçüncü Şube Müdürü Miralay Sadık
Sahra Sıhhiye Müfettiş-i Umumî Muavini Binbaşı Refik İbrahim
Dersaadet Alman Hastanesi Sertabibi Doktor Schleib (Şilayp)
Hâkan-ı Sabık hazretlerinin Özel Doktoru Kaymakam Âtıf Hüseyin
Taksim Hastanesi Sertabibi Doktor Rıfat
Sultan II. Abdülhamid’in vefatı dolayısıyla bir doktorlar heyeti tarafından tertip edilen 23-24 Şubat 1918 tarihli protokol sureti de şöyledir:
Protokol
1918 senesi Şubatın onuncu pazar günü akşamı zevali saat 10’da Beylerbeyi Sahilsarayı’ndan vuku bulan davet üzerine hakan-ı sabık II. Abdülhamid Han hazretlerinin yatak odalarında aramızda bazıları tarafından hakan-ı sabık hazretleri olarak teşhis olunan bir zatın yatak içerisinde elbiseli olarak sırt üstü yatmakta olduğu görülmüş ve muayene sonucunda aşağıdaki neticeler elde olunmuştur:
Orta boyda, zayıf, kül renkte ihtiyar bir naaş, yüz sakin bir görünümdeydi. Vaziyet tabii bir surette sırt üstü, gözler kapalı, kollar vücudun yanlarına uzatılmış, etraf-ı süfliye aynı şekilde uzatılmış bir halde idi. Ölümün gerçekleşmesinden itibaren geçen yedi saate tekabül etmek üzere aşikâr bir ölüm hali görülüyordu. Etraf ve gövdenin ön kısmı soğuk, sırt henüz sıcak idi. İki elin parmaklarının son el ve parmak kemikleri ve vücudun yatağa temas eden diğer aksamından aşikâr bir surette ölüm belirtileri görüldü. Karın eşit düzeyde ve bilhassa kuşak eserinden aşağı kısımda gaz ile intifa etmiş idi. Cilt tamamen temiz ve kül rengi surette olup morarmalar ve ödem görülmemekte idi; her iki tarafta terkoven kemiğinin aşağısında bir mecidiye büyüklüğünde halka şeklinde birer soluk kırmızı renk görülmekte ve bu lekelerin kendisi hayattayken tatbik olunan hacamat eseri olduğu aşikâr biçimde anlaşılmakta idi; sırtın cildi üzerinde dahi aynı suretle on bir kadar hacamat izlerine tesadüf olundu. Bu hacamatlar vasıtasıyla alınan kanın asla çok miktarda olmadığı gayet kolaylıkla görülüyordu; orta bir hat üzerinde zeyl kası hizasında ve kaburga kemiklerinin ön tarafında uçlarında bulunan kıkırdak bölgesinde düzensiz şekilde bir küçük parmak kemiği büyüklüğünde hizmetinde bulunanlarca hakan-ı sabık hazretlerinin kendi taraflarından yapıldığı ifade edilen key izlerine tesadüf olundu. Bütün vücudun dış yüzeyi haricisinin teftiş ve tam bir dikkatle dokunma ve çes neticesinde yukarıda zikredilen ve tatbik edilen tedavi vasıtaları sebebiyle oluşan izlerden başka katiyen cebir ve dâhili ezilme izine tesadüf olunmamıştır. Aşağıda tespit olunan muayene neticesinde ölümün hiçbir suretle hariçten yapılan bir zor kullanma nedeniyle husule gelmediği ve hatta bu gibi zorlama belirtilerinin ölümün meydana gelmesinde zerre kadar bile tesiri olmadığı kati bir suretle tezahür etmiştir. Tedavide bulunan doktorların vermiş oldukları raporda mide rahatsızlığı ve ödem oluşması neticesi ölümün meydana geldiği yolundaki ifadelere muhalif bir netice dahi elde edilmemiştir.
Beylerbeyi Sahilsarayı, 10-11 Şubat 1918.
Sıhhiye Müdür Vekili Doktor Adnan Gülhane
Seriryat Hastanesi Baştabip ve Müdürü Kaymakam Zelling
Sahra Sıhhiye Genel Müfettiş Muavini Binbaşı İbrahim Refik
Hakan-ı Sâbık Hazretlerinin Hususi Tabibi Kaymakam Âtıf Hüseyin
Tıb Fakültesi Reisi Müderris Âkil Muhtar
Harbiye Nezareti Sıhhiye Dairesi Üçüncü Şube Müdürü Miralay Sadık
Dersaadet Alman Hastanesi Baştabip Doktor Dr. Schleib
Taksim Hastanesi Sertabibi Dr. Rıfat
Korkmayınız diyorsunuz... Evet korkmuyorum!
Sultan II. Abdülhamid 22 Eylül 1842 Çırağan Sarayı’nda doğdu.
31 Ağustos 1876’da padişah oldu.
27 Nisan 1909’da saltanatı sona erdi.
Gerçek bir imparator olarak 33 sene hükümran oldu.
10 Şubat 1918 Pazar günü öğleden sonra saat 15.00’te dar-ı bekaya irtihal etti.
Mekanı cennet olsun.
Öldüğünde 76 yaşındaydı. Oldukça sıkıntılı idari ve siyasi bir hayat sürdü.
Ahir ömründe Selanik ve Beylerbeyi Sarayı’nda kendisini tedavi eden, vefatı öncesi ve sırasında yaşananlara da bizzat şahit olan Doktoru Âtıf Hüseyin Bey Hakan-ı Sabık’ın Hakk’a yürüyüşünü şöyle hikâye eder:
08 Şubat 918: (Akşam saat 8-9)
Alışıla geldiği üzere:
- Karnımın burası biraz ağrıyor. İdrarım da bugün biraz az. Belime doğru da bazen ağrıyor. Fakat şiddetli değil dedi.
Nabızlar 80, hararet 36,5 idi. Karnında gazdan dolayı hırıltı duyuluyordu. Mademki idrar azdır, her ihtimale karşı bol süt, yoğurt, muhallebi tavsiye ettim.
- Süt gaz yapıyor, dedi.
İçine karboniyet, süt, Keşişdağ maden suyu ve biraz tarçın suyu koymasını tavsiye ettim.
- Peki, yarın öyle yaparım, dedi.
Göğsünde hafif bir nezle hali mevcuttu.
- Genel siyasi durumun karışık, hele Rusya’nınkinin fazlasıyla bozuk olduğunu söyledi.
09 Şubat 918: (Öğleden sonra)
Her zamanki gibi içeriden bir şey isteyip istemediklerini ağalar vasıtasıyla sordum. Gelen cevapta:
- Efendimiz selam söylüyor. Bugün iyiyim. Kendileri de gitsinler. Bu gece evlerinde rahat etsinler diyor dediler.
Öğleden sonar iki buçuk vapuruyla Kuzguncuk yoluyla İstanbul’a geçtim. Akşam beş vapuruyla Kadıköy’ündeki evime geldim. Kapıdan yaklaşık 17.45’te içeriye girdiğim sırada yukarıda telefonun çaldığını işittim. Kız kardeşim seslendi.
- Saray’dan sizi istiyorlarmış. Soyunmasın. Araba geliyor dediler, dedi.
Bekledim. Araba 19.30’da geldi. Bindim. Gece 20.30’da saraya ulaştım.
09 Şubat 918: (Gece saat 20.30’da yatak odasında)
Hakan-ı sabık Abdülhamid’i yatağının paravanası dışında ayakucuna paralel olan şezlongda limon sarısı bir renkte, alnından soğuk terler döküyor, şiddetli bir nefes alıp verme zorluğu çeker ağır bir halde, yanında Beylerbeyi Hastanesi’nde gece nöbetçi tabibi İhtiyat Yüzbaşı Nikolaki Efendi ile İhtiyat Yüzbaşı Veliaht Vahdeddin Efendinin hususi doktoru Alekyopadis Efendiyi kuru hacamat yaparken gördüm. Saray muhafızı Kaymakam Rasim Bey de bir kenarda duruyordu. Hakan-ı sabık beni görünce elini uzattı:
- Pek rahatsızım. Nabızlarıma bakınız, dedi.
- Efendim, bakınız ben hiç telaş etmiyorum. Korkmayınız. Ehemmiyetli bir şeyiniz yok. Geçer dedim.
Fakat tehlikeli bir vaziyette bulunduğunu takdir etmemek de mümkün değildi. Nabızları saydım 145, nefes 65’i aşkın.
- Korkmayınız diyorsunuz. Evet korkmuyorum. Fakat ıstırabım var.
Midesini göstererek:
- Buradan çok mustaribim. Bakınız, elinizi koyunuz… Orası çop çop çarpıyor. Ağrıyor, dedi.
- Saat dörtte pisboğazlık ettim. 5 adet maydanozlu köfte, iki kotlet, balık, börek çıtırık ile (…) tatlısı yedim, dedi.
Saat beşte sıkıntı başlamış.
- Müsaade buyurunuz bir kere de kalbinizi, göğsünüzü dinleyeyim, dedim.
Muayene ettim. Kalp atışı o kadar hızlı ki gürültüden başka bir şeyi duymak kabil değil. Sırtın sol tarafında, sağdan daha ziyade bir kan toplanmış. Adeta zatürrenin başlangıcında işitilen sesler (râles crepitantslar) işitiliyor…
Müşavere neticesinde teşhisi: Kan toplanması ve zatürre. Hararet 36,7. Duyulan heyecandan kaynaklı vaziyet biraz azalmış olduğundan biraz rahatlama var. O sırada Doktor Nikolaki Efendinin yazdığı reçete ile hastaneden yapılan ilaç geldi.
- Reçeteyi okuyunuz. İlaç nasıl?, dedi.
- Okudum. Pek güzel. İçebilirsiniz, dedim.
Yarım saatte bir küçük fincan. İlacı tarifesine uyarak fincan ile almağa başladı. Bir iki fincan bizim yanımızda içti. İlaç içmeyen hakan-ı sabık nasıl oluyor da ilaç içiyordu. Gözüme inanmak istemiyordum. Istıraptan olacak.
Verilen ilaca rağmen genel durumu aynı vahim bir durumu vardı. Saat 10’da:
- Artık ben biraz rahat gibiyim. Yatağa gireyim. Siz de dışarı çıkınız. Fakat Nikolaki Efendi burada kalsın, dedi.
- Merak buyurmayınız burada, dedim…
Âkil Muhtar, Neşet Ömer, Selanikli Doktor Rıfat beyleri istedik. Biz her yarım saatte içeriye girip yatağında yatmış olduğu halde muayene ediyoruz. Kâh hardal kâğıdı gezdirerek; kâh midesi üzerine lapa (keten tohumu) koymak gibi kabul edeceği şeyleri yapıyorduk. Ağrıyı teskin için morfin yapalım dedik.
- Hayır! Morfinden ölenleri bilirim. İstemem, dedi.
Sabaha karşı saat 04.00’te ilaç bitti. Bizi yine çağırdı.
- İlacım bitti. Istırabım daha devam ediyor. Bu ilaçtan daha yazınız, dedi.
İlacı tekrar ettik ve yalnız Sulf de Spartein (İspartein) miktarını 0,01 santigram yazdık. İlaç geldi. Bir fincan içti. İlaç yaramadı dedi. Bir daha içmedi.
Sabahleyin banyoya yapmaması tavsiyesine:
- Banyo medar-ı hayatımdır. Beni ondan kimse men edemez, dedi. (Banyosunu da yapmış.)
10 Şubat 918: (Sabah saat 10.00)
Ben başında oturuyorum. Nuri Ağa geldi. Doktor Rıfat Bey ve Doktor Âkil Muhtar Beyler geldi.
- Git söyle yalnız Rıfat Bey gelsin. Diğerini istemem, dedi.
Nuri Ağa çıktı. Gitti. Bana:
- Siz gidiniz, yalnız Doktor Rıfat Beyi alınız. Sonra hakkımı helal etmem, dedi.
Ben çıktım. Rasim Beyin odasında doktorlara ulaştım. O sırada Nuri Ağa Rasim Bey tarafından tekrar Hakan’a gönderilmiş. Zat-ı şahane tarafından gönderildiğinden doktorların hepsini kabul etmezlerse ayıp olur denilmiş. Biraz sonra Nuri cevap getirdi.
- Buyurunuz, dediler.
Beraberce içeri girdik. Âkil Muhtar Bey, Rıfat Bey, Nikolaki Efendi, Alekyopadis Efendilerden oluşan bir heyet tarafından bir tıbbi müşavere yapıldı. Evvela Âkil Muhtar Bey, sonra Rıfat Bey tarafından muayene edildi. Dışarıdaki salona çıkıldı. Özima ile birlikte ciğerde kan toplanması ve kalp yetersizliği vardı.
İlaçlar yazıldı.
Hakan-ı sabıkın yanına gidilerek ilaçların kullanım şekli tarif edildi.
Ayrıca kanlı hacamat yapılması teklif edildi. Muvafakat etti. Arkasına 9 adet kanlı hacamat yapıldı. İcap ederse gece saat 20.00’de ön tarafa da kâfi miktar yapılsın diye karar verildi. Kendisine biraz ciğerlere kan hücum etsin denildi. Müsaade alınarak dışarı çıkıldığı sırada saat 00.30 olmuştu. Eczaneden kaim güllaçlar geldi. Digalen bulunamamış. Bir adet güllaç verildi.
- Ben güllaç sevmem, dedi.
Öyle ise bir kahve kaşığı içine güllaç muhtevisi boşaltılarak içilebilir denildi. O yolla verildi. Biz dışarı çıktık. Doktorlar gitti…
Saat 02.45
Beni çağırdılar. Hakan’ın yanına gittim.
- Istırabım geçmedi. Göğsüme kanlı hacamat yapınız. Hadi çabuk diğer doktorla kesiniz, dedi.
Ben dışarı çıktım. O sırada şehzade Selim Efendi geliyor dediler. Bir taraftan doktorları hastaneden çağırmaya haber gönderdim. Diğer taraftan da Şehzade Selim Efendiyi karşıladım.
- Pederim nasıl, sualine,
- Ağırdır, cevabını verdim.
- Nesi var söyleyiniz! Tafsilat veriniz...
İçeriden beni istedikleri haberi geldi. Efendimiz bayıldı... sözleri de kulağıma çalındı. Harem dairesine gittiğim vakit orada bir fevkaladelik, bir heyecan, bir karışıklık başlamış idi. Alelacele hakan-ı sabık Abdülhamid-i Sânî’nin yatak odasına ulaştığımda Abdülhamid’in korktuğu başına gelmiş... Tabii bir hadise vuku bulmuş. Tam zevâlî, öğleden sonra üçte Abdülhamid-i Sânî irtihal etmiş bulunuyordu.
Gözler açık, gözbebeği genişlemiş, nabız ve nefes alma kesilmiş. Etraf zaten akşamdan beri soğuktu. Fakat yüzü, vücudu henüz daha sıcaktı.
Suni teneffüs maksadıyla kolları aşağı yukarı kaldırılıp usulü dairesinde hareket ettirildi. Göğsünün yakınına baskı yapıldı. Bir faydası olmadı. Dil çekilip bırakıldı. Hepsi boş! Sultan Abdülhamid-i Sânî’nin geriye yalnızca ruhsuz cesedi kalmıştı.
İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.
.
İt mi, köpek mi?
Bugün daha ziyade köpek diye isimlendirilseler de bilinen en eski devirden beri Türk illerinde kullanılan kelime ittir. Orhun Kitabelerinde de böyle geçer. Yakutçası halâ "ıt” şeklindedir. Çuvaşçası da “ida” şeklindedir.
Yakutça ve Çuvaşça Türkçe’nin birbirine ve Anadolu Türkçesine en uzak iki dalıdır. Her iki dilde de it kelimesi mevcuttur. Bu da köpek kelimesinin Türkçesinin it olduğunu ve oldukça da eski bir kullanıma haiz bulunduğunu göstermektedir.
Köpek kelimesi ise Türkiye Türkçesinde 15. yüzyılda kullanılmaya başlanmıştır. 15. asrın başlarında “Kitabü’l-İdrak” isimli bir Kıpçak’ça dil kılavuzunda “itin iri ve tüylü olan cinsine köpek denir” diye belirtilmiştir. Köpek kelimesi muhtemeldir ki “kabarmak” ve “irileşmek” anlamına gelen “köpmek” fiilinden türetilmiştir.
İt daha eski olmakla birlikte köpek kelimesi zamanla daha çok kullanılır olmuştur. İt kelimesi, şehir hayatına nispetle daha ziyade kırsalda ve taşrada kullanımını sürdürse de, yaygınlığı bakımından oldukça daralmıştır. Ayrıca asli anlamını muhafaza etmekle birlikte bir hakaret sözcüğü haline de gelmiştir. Kendisine kızılan birine “it” demekle “köpek” demek arasında ciddi bir fark vardır. İt hitabı daha hakaretamizdir. Aşırı derecede kızgın olunduğuna işaret eder. Muhataba duyulan öfke ve kızgınlığın köpek kelimesi ile beyanı ise daha ölçülü bir hakaret oluşturur. Diğer bir ifade ile it üst perdeden, köpek ise alt perdeden hakaretlerin ifade edilebilmesi için de kullanılmaktadır. Bu nedenledir ki çok kızılan birisine “köpek oğlu köpek” değil, fakat daha ziyade “İt oğlu it” denir.
KÖPEK BEYLER YAHUT KÖPEKZADELER
Köpek kelimesi sonradan kullanım kazanmış olsa da başta Anadolu topraklarında olmak üzere Ortadoğu ve Balkan coğrafyasında, hem mekân hem de insan ismi yahut sıfatı olarak yaygın bir surette kullanılmıştır. Fertler kadar topluluklar da “köpek” şeklinde isimlendirilebilmişledir.
Osmanlı arşiv vesikalarına bir göz atıldığında en azından 16. asırdan 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar kişi ve beldelerin köpek diye isimlendirilmeleri gayet mebzul ve makul bir durum olarak görülür. Bu durumun Kur’an-ı Kerim’de geçen Kıtmir/Köpek kelimesi ile her hangi bir alakası var mıdır bilemiyoruz. Ancak şu var ki, bütün Osmanlı coğrafyasında aslan, kaplan, ceylan, gibi bazı hayvan adları mekân adı olarak kullanılmışlardır. Konu daha geniş perspektifte ele alındığında, Yunanistan ve Roma gibi devletlerde eski isimlerin, başta köpekler olmak üzere, hayvan isimleri ile adlandırıldıklarını söylemek mümkündür.
Osmanlı tarihi ve coğrafyasında köpek isminin kullanımına örnek olmak üzere şu örnekler sıralanabilir:
1562 Ohri-Debrice Nahiyesinde vefat ettiği bildirilen Mustafa Köpek
1565 Cebele sancağının ekseriyetini oluşturan guruplardan birisi olarak Kelbiyyun taifesi (Köpekler topluluğu)
1571’de Hakkâri Beyi Zeynel ile uyum sağlayamayan Hakkâri beyzadelerinden Kilabi Bey (Köpeksi Bey)
1672 Bursa’da bulunan Köpekli Medrese yahut Köpekli Medrese Vakfı
1699 Bursa’da vaki Köpekli Medresesi
1699 Maraş sancağının Elbistan nahiyesine tabi Köpekviranı Köyü
1700 Aclun sancağı civarında olup eşkıyalık eden Beni Kelb (Köpek Oğlu) Kabileleri
1702 Erzurum sancağında Leçik nahiyesinde Köpek Köyü
1716 Adana eyaletindeki cemaatlerden biri olarak Köpekli Cemaati
1740-1902 Vize, Bergos nahiyesinde veya Bulgar hududu yakınlarında veya Aydos'a yakın bir mesafede bulunan Prevadi kazası Köpekli Köyü
1797 Bursa'da bulunan Köpeklizade Mustafa Çelebi Vakfı
1799’da sürgün edilmesine hükmedilen Üsküdarlı Kahveci Köpek Ali
1867 Hama'da bulunan Cebel-i Kelb (Köpek Dağı)
1889 Beyoğlu'nda Ağahamamı Mahallesi'nde bulunan Köpek Sokağı
1889 Kırkkilise kazasının Kızılcıkdere köyü ahalisinden Köpekoğlu Hüseyin ve Osman
1893 bir arzuhal sunan Köpekçizade, Mehmed Taran
1903 Kırkkilise’deki Köpekyaylası
1914 Erzurum'un Erzincan sancağının Hanzeri karyesi Kilabi (Köpeksi) Ağazade Halil Ağa
1925 Aladağ, Torbalı Dağı… Köpekçi Dağı
1925 Ertuğrul livasının köylerinde eşkıyalık yapan Köpekçi Mehmed
Köpek adı ile tanınan tarihin en meşhur siyasi şahsiyeti ise 1230’lu yıllarda Anadolu Selçuklu Devleti’ne vezirlik yapmış olan Sadettin Köpek’tir. O, köpek kelimesini resmî lakabı olarak kullanmış ve onun bu tutumu hiç kimse tarafından yadırganmamıştır. Öyle anlaşılmaktadır ki bugünkü kullanım ve anlamı ile hiç bir alakası olmayan bu lakap muhtemeldir ki o vakitler “Yavuz” sıfatı ile eşdeğer bir mana ve kullanıma sahip olmuştur.
Yine pek muhtemeldir ki yirminci yüzyılın başından itibaren, “it” kelimesine olduğu gibi, “köpek” kelimesine de farklı ancak menfi anlamlar yüklenmeye başlanmıştır. Köpek kelimesi de asli kullanımına ilaveten hakaret ve rencide dili olarak kullanılır olmuşturt. Böyle bir kullanımın yaygınlık kazanmaya başlamasından itibaren ise kelimenin belde ve insan ismi olarak verilmesi de tabii olarak giderek azalmış ve neticede bütünüyle tükenmiştir. Günümüzde bu isimle adlandırılan şahıs, topluluk yahut herhangi bir yer adı bulmak pek mümkün değildir.
Lütfen şehrinizin, muhitinizin, cadde ve sokağınızın itleri ve köpeklerine sahip çıkınız. Unutmayınız ki onlar da birer canlı varlıktır.
İstanbul’da Amerikan Büyükelçiliği nasıl açıldı
Hamidiye Dönemi Osmanlı-ABD ilişkileri diplomatik olarak bütünüyle büyükelçilik düzeyinde sürdürülmedi. İstanbul’da Amerikan Büyükelçiliğinin açılması gayet sancılı oldu.
Sultan Abdülhamid idaresinin ilk zamanlarında Osmanlı Devleti’nin biri Washington’da ortaelçilik, diğeri New York’ta şehbenderlik/konsolosluk şeklinde iki temsilciliği bulunmaktaydı.
Washington ortaelçiliğinde Mustafa Şekip Bey (1901-1907), mevkii ve siyasi rolü açısından ciddi bir öneme haiz olan New York şehbenderliğinde ise Roterdam başşehbenderi olarak görev yapmaktayken, Londra Başşehbenderliği’ne atanma talebi kabul edilmeyerek New York’a tayin edilen, Münci Bey (1908-1909) başşehbender olarak bulunmaktaydı.
İstanbul’daki ABD temsilcisi İstanbul’daki temsilciliklerinin büyükelçilik düzeyine çıkarılmasını ve ABD’deki Türk temsilciliğinin de aynı şekilde büyükelçilik olmasını zaman zaman gündeme getirmiş ve Sultan Abdülhamid idaresinden ısrarlı bir surette bunu talep etmişti. Ancak Yıldız Sarayı tarafından ABD hükümetinin ve dolayısıyla İstanbul’daki diplomatik temsilcisinin bu yöndeki talep ve tekliflerine uzun bir zaman kibar bir surette olumsuz cevap verilmişti.
14 Ağustos 1904’te ABD temsilcisi sefaret konusunda yeni bir talep ve teklifte bulundu. Osmanlı Hariciye Nazırı/Dışişleri Bakanı ise Sadarete/Başbakanlığa yazdığı bir değerlendirme yazısında böyle bir değişime gerek olmadığını ve hatta kabulü halinde Osmanlı Devleti’nin bu işten zarar göreceğini ifade etmişti.
ABD’nin bu yöndeki taleplerine Yıldız Sarayı da sıcak bakmamakta, bu konunun padişahın hususi hakları arasında yer aldığı ve bu işin ABD temsilcisinin salahiyeti dâhilinde bulunmadığı ve dolayısıyla ilgili diplomatın tekliflerinin geçiştirilmesi gerektiği yönünde irade beyan etmişti.
İstanbul’daki mevcut ABD temsilciliğinin Büyükelçilik olmasının istenmemiş olmasının görünürdeki sebebi siyasiydi.
ABD temsilciliğinin büyükelçiliğe dönüştürülmesine izin verilmemesinin temel gerekçesi; yabancı hükümetlerin Osmanlı Devleti’nde yapılacak idari reformalar konusuna müdahil olmaları ve bu noktadaki taleplerinde birlikte hareket etmelerine engel olunmak istenmiş olmasıydı.
ABD’nin İstanbul’daki temsilciliğinin büyükelçilik seviyesine çıkması halinde İngiliz-Amerikan dayanışmasının bir neticesi olarak İngiliz nüfuzunun Osmanlı Devleti aleyhinde artmasına sebebiyet verebileceği düşünülmüş, ABD’ye verilen ret cevaplarında İstanbul’da bulunan Rus, İtalyan ve Avusturya Büyükelçilerinin de destekleri elde edilmişti.
Sonraki zamanlarda İstanbul’da bir ABD temsilciliği kaçınılmaz olarak sefaret düzeyine yükseltildi. Ancak ABD Hükümeti’nin İstanbul’daki diplomatik temsilciliğini büyükelçilik derecesine yükseltmesi ne Babıâli’nin ne de Yıldız Sarayı’nın tabii iradesi sonucu gerçekleşti. ABD’nin İstanbul’da büyükelçilik açabilmesi bütünüyle bir askeri güç gösterisi neticesi söz konusu oldu.
1904 yılında Beyrut vilayetinden gelen şifreli bir telgrafta; Beyrut Amerikan konsolosunun Beyrut’taki hükümet dairesine gelerek Amerikan zırhlısının dün Beyrut’a gelmek üzere hareket ettiğinin bildirildiği, bu haber üzerine Beyrut vilayetinin inzibat ve asayişinin tahkim ve takviye edildiği belirtilmişti.
Amerikan zırhlısını Beyrut’a doğru hareket ettirilmesinin nedeni; Osmanlı Devleti’nin uzun zamandan beri diğer devletlere tanımış olduğu imtiyazları ABD’ye de tanımasının ve diplomatik temsilciliklerin karşılıklı olarak büyükelçilik derecesine yükseltilmesinin ABD tarafından istenmiş olmasına rağmen Sultan Abdülhamid’in bu talepleri her defasında geçiştirmiş olmasından kaynaklanmıştı.
Ancak zırhlı diplomasinin ABD tarafından devreye sokulmasından sonradır ki iki taraf arasında kaleme alınmak zorunda kalan uzlaşma metninde;
Diğer devletlerden her hangi bir devlete ait veya himayesi altında bulunan kurumlar için ihsan olunan veya ihsan buyurulacak olan haklar ve imtiyazlar ve muafiyetlerin aynısının Osmanlı ülkesinde bulunan Amerikan eğitim, hayır ve dini kurumlarını da kapsayacak biçimde olması talep edilmiş ve ayrıca Osmanlı Devleti’nin Washington’daki ortaelçiliği büyükelçiliğe yükseltilecek olursa Amerika Hükümetince bu durumun memnuniyetle karşılanacağı ve böyle bir durumda İstanbul’daki Amerikan ortaelçiliğinin de aynı şekilde büyükelçiliğe çevirileceği…, büyük devletler Washington’daki ortaelçiliklerini nasıl büyükelçiliğe yükseltmişler ise Osmanlı Devleti de oradaki temsilciliğini büyükelçiliğe yükseltmek suretiyle gerek Amerika Hükümeti’ne gerekse diğer büyük devletlere karşı nezaket gösterileceğine Amerika Hükümeti emin olmakla beraber bu hususun şimdilik ertelense dahi ileride yerine getirileceğine dair Osmanlı Devleti’nin niyet beyanında bulunması Amerika Hükümeti’ni memnun etmiştir
ifadelerine yer verilmişti.
Nihayet 1906 yılında ABD Hükümeti’nin İstanbul’daki diplomatik temsilciliği, zırhlı diplomasi girişimi neticesi, Büyükelçilik mertebesine yükseltildi. John George Alexander Leishman da büyükelçi unvanı ile ABD’yi İstanbul’da temsil eden ABD Büyükelçisi oldu.
ABD nezdindeki Osmanlı diplomatik temsilciliğinin de, tabii olarak, büyükelçiliğe yükseltilmesi böyle bir gelişme neticesi kaçınılmaz oldu. Konu 1907 Ağustosunda Babıâli’ye arz edildi. Talep Babıâli tarafından da olumlu bir surette karara bağlandı.
ABD’deki diplomatik temsilciliğin büyükelçilik seviyesine çıkarılması neticesi Mustafa Şekip Bey ABD’ye tayin edilen son ortaelçi oldu. Mehmed Ali Bey ise Osmanlı Devleti’nin ABD’ye atanan ilk büyükelçisi unvanını kazandı.
ABD’de resmi bir sıfatla bulunmalarına rağmen Mustafa Şekip Bey gibi Mehmed Ali Bey de İngilizce bilmiyordu. Ancak Mehmed Ali Bey Fransızcaya ileri derecede vakıftı.
.
İstanbul’un sokak köpeklerinin kuyruğu neden hep dik durur
İstanbul’un tarihteki temel hususiyetlerinden birisi, o günden bugüne, bünyesinde barındırdığı sokak köpekleri olmuştur.
İstanbul’un hayırseverleri ve köpekperverleri sokak köpeklerini hep düşünmüş ve korumuştur. Sultan Beyazıt her Cuma günü Beyazıt Camii avlusunda köpeklere et dağıtmışken Yusuf İzzettin Efendi ise ilk defa kurulan İstanbul sokak köpeklerini koruma cemiyetinin üyesi olmuştur.
Dünkü İstanbul’da mirasını sokak köpeklerine bağışlayan insanlar dahi mevcuttu.
İstanbul sakinlerinin büyük bir kısmı sokak köpeklerine kol kanat germişken şehri ziyarete gelen ve eli kalem tutan hemen her yabancı ise şahit olduğu ve oldukça da etkilendiği sokak köpeklerinden hatıratlarında hep sitayişle söz etmiştir.
Birçok hususiyetleri ile bilinen İstanbul sokak köpeklerinin en ilginç yanlarından birisi ise kuyrukları olmuştur.
Kuyruk, genel olarak köpeklerin ruh halinin şeklini tezahür ettiren önemli bir organdır. Mutluluklarında dik duran, korktuklarında ise arka bacakları arasına kıstırılan kuyruk, Payitaht’ın sokak köpekleri için esasen lüks bir unsurdu. Sağlam bir surette kalması en fazla iki ay sürerdi. Sonrasında ise mutlaka ya kopar veya koparılır yahut ciddi bir hasara uğrar ve neticede tabii özelliğini bütünüyle kaybederdi.
Payitaht’ın daracık sokakları üzerinde yatan ve atlı arabaların gelişine hiç bir surette aldırmayan sosyalleşmiş köpekler neticede ya bütünüyle veya kısmen kuyruklarından olurlardı. Yahut haddini aşan, yaşam ve görev mahallini terk eden köpekler mutlak surette başka mahallerin ve mahallelerin sakini köpeklerin saldırısına uğrardı. Önce hırlaşma, ardından yaşanan şiddetli dalaşmanın akabinde en büyük zarar kuyruklarda görülürdü. Ya tamamen veya kısmının kopmuş yahut ciddi surette yaralanmış olurdu.
Sokak köpeklerinin kuyrukları sağlam oldukları zamanlarda ise hiç hazzetmedikleri ve arzu duymadıkları türden işlerde de kullanılmışlardı.
1182’de şehrin zengin Latinlerin ikamet ettiği mahallesini yağmalayan Yunanlılar 6000 Latin’i öldürmüş ve katlettikleri Papa’nın temsilcisini de İstanbul sokak köpeklerinin kuyruğuna bağlayarak sürükletmişlerdi. Papa’nın temsilcisinin dirisine hürmet etmedikleri gibi ölüsüne dahi hakaret etmişlerdi.
Payitaht’ın sokak köpeklerinin en önemli özelliklerinden birisi ise kuyruklarının hep yukarıya doğru dik durması olmuştur. Bu özellikleri ile diğer şehir ve ülkelerde bulunan hemcinslerinden oldukça farklı bir durum arz etmişlerdir.
Bu yönleri ile İstanbul sokak köpekleri geçmişte hakikaten alaka konusu olmuştur. Kuyruklarını neden dik tuttuklarının sebebini anlamak oldukça zor olsa da konu bir zamanlar bir çok ilim adamının ilgisini çekmiş ve araştırma meselesi haline gelmiştir. Konuya dair American Naturalist’de bilimsel yazılar dahi yayımlanmıştır.
Bugünkü İstanbul’da dahi kuyrukları hep yukarıya doğru, dik bir surette ortalıkta dolaşan sokak köpeklerinin kuyrukları acaba neden hep diktir?
Geçen asırda Profesör Elmer, Canlıların Değişimi (Organic Evolution) alanında yapmış olduğu çalışmaları ile tanınmıştı. Ancak o, kurtlar ve çakal soyundan gelmelerine rağmen, İstanbul sokak köpeklerin kuyruklarının neden dik durduklarına dair makul bir açıklama yapamamıştır.
Dr. Joseph L. Hancock Prone ise İstanbul sokak köpeklerinin bu hususiyetini, köpeklerin evcilleşmelerine bağlı olarak tabii hususiyetlerini kaybetmeleri şeklinde yorumlamıştır.
Dr. Joseph’e göre, normalde köpekler mutlu olunca kuyruklarını dik tutup sallarken, hayal kırıklığına uğramaları veya korkmaları halinde, arka bacakları arasına sokmak suretiyle, kuyruklarını kısarlar. Böyle davranmakla da, bir anlamda küçülmek suretiyle daha az görünmeyi ve dolayısıyla dikkatleri üzerlerine daha az çekmeyi umarlar.
İstanbul sokak köpeklerinin kuyruklarının dik durmasını evcilleşme yahut toplumsal hayata uyum sağlamaları ile alakalı görenlere göre, huzur içerisinde eğlenen bir kurt ailesinin kuyruğunu dik tuttuğu nadiren görülür. Ancak kurtların toplumsallaşmaları halinde maruz kaldıkları bu durum zihinsel olarak evrim geçirmelerine ve tabii olarak haiz oldukları vasfın değişmesi suretiyle kuyruklarını dik tutmaları sonucu ortaya çıkacaktır. Tabii ki bu bir varsayımdır.
Köpekler çakal ve kurt kökenli hayvanlar olarak kabul edilmiş olmalarına ve başka yerlerdeki sokak köpekleri aynı tavrı sergilememişken İstanbul sokak köpeklerinin toplumsallaşmaları neticesi böyle bir hususiyet kazanmış oldukları yönündeki yaklaşımlar meseleye zoraki verilen cevaplar kabilindendir. Dolayısıyla da bu kabilden cevapların ne derece doğru ve hakikati ifade ettiği ise son derece şüphelidir.
İstanbul sokak köpeklerinin bu özelliklerinin zaman içerisinde geçirmiş oldukları ırksal değişim ile ilgili olduğu düşünülebilirse de bu teşhisin ispatı bugüne değil yapılabilmiş değildir.
Belki de İstanbul sokak köpekleri dünden bugüne İstanbul’da olmakla hep mutlu olmuştur.
Kim bilir.
.
Aşk, ihanet ve ceza
Kemaleddin Paşa, Plevne kahramanı Gazi Osman Paşanın üç erkek evladından biridir. Sultan Abdülhamid, Osman Paşaya Gazilik unvanını vermek ve onu kendisine Mabeyn Müşiri yapmakla yetinmemiş oğullarını da kayırıp kollamıştı.
Abdülhamid, Osman Paşanın oğullarını kendi kızları ile evlendirmişti. Bu anlamda Kemalettin Beye hem “Paşa” unvanı vermiş, onu kendisine “Yaver” yapmış hem de 1898’de kızı Naime Sulan ile evlendirerek “dâmâd-ı şehriyârî” kılmıştı.
Abdülhamid, Kemalettin Beyi kendisine ve hanedana damat yapmakla esasen onu emsalsiz bir şekilde şereflendirmiş olmaktaydı. Fakat Kemalettin Bey, “paşa” olarak değil “bey” olarak kalmak istemiş olmalı ki, Sultan Beşinci Murat’ın kızı Hatice Sultan ile gayri meşru bir münasebet içerisinde girmişti. Ayrıca Pera’da muayyen yerlerde de az takılmış değildi.
Kemalettin Bey, Sultan Beşinci Murat’ın kızı Hatice Sultan ile mektuplaştığının ve kendisi ile gönül macerası yaşadığının anlaşılması üzerine, bu iş ile alakası olan bir dizi isimle birlikte, 21 Mayıs 1904’te tutuklandı.
Kemalettin Beyin münasebetsiz hareketi onu Sultan Abdülhamid ve saray çevresinin gözünden düşürmüş ve bitirmişti. O dakikadan sonra Naime Sultan ile birlikte yaşaması ve evli kalması mümkün görülmemişti. Dolayısıyla da Kemalettin Bey ile Naime Sultan’ın boşanmaları kaçınılmaz olmuştu.
Sultan Abdülhamid’in ısrarları neticesi Şeyhülislam ve Rumeli Kadıaskeri, gayrı meşru davranışlarını dikkate alarak, Kemalettin Beyin Naime Sultan ile olan evliliğinin feshi hakkında karar vermiş ve gereken işlem yapılmıştı. Ancak alınan karar mahkemeye intikal ettirilmemiş, taraflar arasında ve süratle neticelendirilmişti.
Kemalettin Bey sadece eşinden boşanmak mecburiyetinde bırakılmakla kalmamış, işlemiş olduğu gayri ahlaki ve gayri meşru işlerden ötürü ömür boyu sürecek bir sürgün cezasına da muhatap kılınmıştı.
Onun maruz kaldığı cezadan ve İstanbul hasretinden kurtulması İttihatçıların Yıldız Sarayı’na karşı geçekleştirmiş oldukları 1908 Darbesi’ne kadar mümkün olmadı. Darbe sonrasında İstanbul’a gelmiş ve fakat gelince de boş durmamıştı. Boşanmaları sonrasında Naime Sultanın dünyaya getirdiği çocuk üzerinde vesayet hakkı iddiasında bulunmuştu.
Konu, kendisine verilen ret cevabı yahut mahrumiyet hali dolayısıyla, ister istemez mahkemeye intikal etmişti.
Bu sırada davacı tarafın avukatı Adil Bey Sultan’ın kâhyası Galip Beye karşı aşağılayıcı bir dil kullanmıştı. Bu durumu içine sindiremeyen Galip Bey de hemen o an Adil Beyi düelloya davet etmişti. Düello yeri olarak da Yıldız Sarayı bahçesi seçilmişti.
Osmanlı tarihinde ve coğrafyasında daha evvelce birçok düello olmuşsa da Kemalettin Paşa ile Naime Sultan’ın boşanmaları sonrasında vuku bulan düello daveti önemliydi. Zira böyle bir davet ilk defa iki Müslüman arasında, Batı’daki uygulanış biçimine uygun bir şekilde, söz konusu olmuştu.
Hadise bütün İstanbul’da duyulmuş ve büyük bir heyecan uyandırdığı kadar şaşkınlık da yaratmıştı.
Sözleşilen gün ve saatte her iki taraf da, tam anlamı ile tabancaları ile donanmış bir surette, Yıldız Sarayı bahçesinde bir araya gelmişlerdi. Ancak durumdan bütün İstanbul halkı gibi dinî sınıf da haberdar olmuştu.
Kurena-yı padişahîden Galip Beyefendinin dava vekili Adil Beyi düelloya davet ettiğinin gazetelerde yayınlanması üzerine bir araya gelen din adamları, insanlar arasında cinayet ve fesada sebep olacağını dikkate alarak düellonun engellenmesi için Zaptiye Nezareti'ne talimat verilmesini sağlamıştı. Ayrıca Şeyhülislam tarafından gönderilen bir elçi vasıtası ile düello başlamadan hemen önce düelloculara yaptıkları işin dinen meşru bir davranış olmadığı bilgisi iletilmişti.
Sonraki günlerde ise ulema konuyu kendi arasında etraflı bir surette ele almış ve iki kişinin bir araya gelerek düello yapmasının İslam’da yeri olmadığı, böyle bir durumun Kur’an’ın emirlerine aykırı bulunduğu ve dolayısıyla yapılmasının günah olacağı kararına varmıştı. Zira silahla yapılacak bir düello neticesinde iki kişiden biri diğerini yahut her ikisi birbirini öldürmesi söz konusuydu. Böyle bir tasarrufa hiçbir ferdin hakkı yoktu.
Bu hadiseden sonra Meşihat makamı bir fetva yayınlamış, düellonun adam öldürmek demek olduğunu ifade etmiş ve düello yapanların ölümle cezalandırılacakları kararını kamuoyuna ilan etmişti.
Osmanlı’da düello
Esasen bir Avrupa geleneği olan düello geçen asırda Osmanlı coğrafyasında ve Osmanlı tebaası arasında da ceren etmiş bir dövüş sanatıydı. Bu sanatın Osmanlı coğrafyasında yaşayanlar arasında birçok uygulaması söz konusu olmuştu.
Mabeyn-i Hümayun yani Saray Başkatipliği müşaviri doktor Dikran Peştemalcıyan Paşa Fransız Hastanesi cerrahlarından Mösyö Sivastopol tarafından düelloya davet edilmişti. Ancak Dikran Paşayı düelloya davet eden Sivastopoli Efendinin bu daveti kendisine pahalıya mal olmuş, aleyhinde kamu davası açılmış ve yakalanarak Beyoğlu Mahkemesi'nde sevk edilmiş ve kanunî muameleye maruz kalmıştı.
Osmanlı Devleti Stocholm Sefiri Şerif Paşanın Mısır Hıdivine hakaret ettiği ve onu düelloya davet ettiği ise Morgen Poste’un sütunlarında haber konusu olmuştu.
Fuat Paşanın torunu Binbaşı İzzet Paşa da Mösyö Mavrokordato'yu düelloya davet etmişti. Paşa’nın bu davetini Moniteur Oriental Gazetesi de haber yapmıştı. İzzet Paşa, yapılan bu neşriyata kızmış olmalı ki, gazetenin sorumlu müdürünü de düelloya davet etmişti.
Düellonun esas nedeni rencide olunmuşluğa bir cevap yahut nüfuz ve hâkimiyet gösterisi olmakla birlikte Osmanlı toplumunda uygulama bulması bazen de milli duygular sebebiyle söz konusu olmuştu.
“İstanbul'da Bir Parisli” adıyla neşredilen bir kitapta yer alan olumsuz ve rencide edici ifadelerinden dolayı kitabın müellifi Vikont Vijerye, Osmanlı Paris Sefareti Ateşemiliteri İzzet Bey tarafından düelloya davet edilmişti.
Düello bir güç gösterisi ve netice itibariyle rakibe ve çevreye kendi üstünlüğünü kabul ettirme çabasıydı. Dolayısıyla icra edilen düellolardan kazasız belasız denebilecek bir surette kurtulmak söz konusu olabildiği gibi zaman zaman ciddi zayiatlar ve hatta yaşamı kaybetmeyle sonuçlanan çarpışmalar da söz konusu olabilmişti.
Prens Philip Dusakis Koborg girdiği kılıç düellosunda hafif bir surette yaralamıştı. Paris'ten Dersaadet'teki Fournier'ye gönderilen bir telgrafta, İtalya’da Roma Milletvekili Kavaliyoti’nin Gazette Vinter adlı gazetenin müdürü Makulatas Fosinato Donati ile yaptığı düello neticesinde öldüğü bildirilmişti.
İtalyan Meclisi de Kavaliyotin'in yapılan düello sonucunda ölmesinden dolayı Makulatas Fosinato Donati aleyhinde dava açılmasına izin vermişti.
Calavski ile milletvekili Oskar Yuvanka arasında vuku bulan tabancalı düelloda ise Calavski dizinden yaralanmıştı.
Osmanlı Devleti’nde yaşayan ecnebi tebaa arasında yer yer vuku bulan düello ilerleyen zaman içerisinde örneklerinin artması ve neticelerinin vahim olması nedeniyle, hakkında tedbir alınması gereken bir mesele, haline gelmişti. Nihayet konu müzakere olunarak bir karara bağlanmak üzere Meclis-i Vâlâ'ya yani Bakanlar Kurulu’na havale edilmişti.
Netice itibariyle tebaadan olsun veya olmasın, Osmanlı toplunda düello yapılması dinî prensipler ve toplumsal sulh ve sükûn açısından uygun bulunmayıp yasaklanmıştı.
Sardunyalı Tanko ile Avusturyalı Arabacıbaşıoğlu Şınayder de düello yapmaktan men edilen isimler olmuştu.
Yine Zonguldak İtalyan konsolosu ile Hollanda tebaasından Reji İdaresi Müfettişi Vanleib arasında düello yapılacağı bilgisine ulaşılmış, memleket dâhilinde düello yapılmasına müsaade olunamayacağından, söz konusu düellonun engellenmesi için ilgililere gerekli önleyici tedbirlerin alınması talimatı verilmişti.
Geçmişte düello davetini gerektiren en ilginç konulardan birisi ise bir köpek ölümü sebebiyle gerçekleştirilecek olmasıydı.
Günümüzde onca köpeğin kasten öldürülmesine rağmen bir tek düello daveti örneğinin olmamasına rağmen geçen asırda Osmanlı Devleti’nde görev yapan İtalya Sefareti Tercümanı Karaçiyano ile Vitalis Paşa bir köpek ölümü yüzünden karşı karşıya gelmişlerdi. Ancak düello yapılmasının Osmanlı Devleti’nde yasak olması dolayısıyla devletin ilgili kurumları hemen harekete geçmiş ve bir köpek ölümü sebebiyle yapılacak düelloya izin verilmemişti.
.
Bir Nostalji Olarak Düello
Muhafazakar olarak bilinse de Hamidiye Devri Batı kültürünün etkisinde kalmaktan kendisini bütünüyle kurtarabilmiş eğildi. İyi veya kötü, güzel veya çirkin birçok Batı kültür unsuru Osmanlı Müslüman toplumunda da tatbik edilir bir hale gelmişti.
Bu anlamda geçen asrın Batı toplumlarında uygulandığı görülen, bizlerce de, yakinen görülüp müşahede edilmemiş olsa da, Amerikan kovboy filmlerinden fazlası ile seyredip aşina olunan düello Osmanlı toplumuna da intikal etmişti.
Düello; esasen iki kişi arasında bir onur sorununu çözmek üzere ve belirli kurallara göre ölümcül silahlarla yapılan dövüş demekti.
İlk Çağ’da savaştan önce ya da savaş sırasında teke tek çarpışmalar yapılırdı. Kabileler arasındaki anlaşmazlıkların çözüm yolu da bu tür dövüşlerden geçerdi. İslam tarihinde de Müslümanlarla müşrikler arasında yapılan savaşlarda, savaştan önce adına mübareze denen en az bir, en fazla üç kişinin öne çıkarak rakipleri ile bire bir savaşması söz konusu olurdu. Bu uygulama ile hem savaşa bir hazırlık yapılmış olur, hem de her iki tarafın askerleri savaş için daha da bilenmiş bir hale sokulurdu. Bu uygulama Orta Çağ Avrupa’sında biçim değiştirmişken on ve on ikinci yüzyıllarda yalnızca özgür insanlar düello yapabilir hale gelmişti.
Bir mertlik sergileme örneği olarak zikredilebilecek olan ve adına düello denen bu adet geçen yüzyılın Avrupa'sında oldukça yaygın bir surette mevcudiyetini sürdürmüştü.
Geçen asırda Avrupa’da düello o kadar yaygın bir centilmenlik mücadelesi ve üst sınıfın başvurduğu bir üstünlük aracı olmuştu ki bazen olan ile olmayan birbirine karıştırılabilmişti. Bir rivayete göre Kont Torn, Prens Hanry'i düelloya davet ederek kendisine bu maksatla bir davetiye göndermişti. Ancak bu yöndeki haberlerin yani Kont Torn ile Prens Henri Orlean'ın düello yapacakları konusundaki söylentilerin aslının olmadığına dair Paris'ten İstanbul'daki Grosser'a bir telgraf gönderilmişti. Ancak yine Paris'ten Dersaadet'te Ajans National'a çekilen bir başka telgrafta ise Hanry Orlean ile Kont Torn arasında düello yapılmıştı. Hatta Orlean ile Kont Torn arasında düello yapılacağı İtalya tarafından Almanya İmparator ve İmparatoriçesine de bildirilmişti. Düello sonrasında ise İtalya'da büyük nümayişler olmuş, Kilyom, Torn'u samimi duygularla tebrik etmişti.
Sonraki zamanlarda Prens Henri Orlean'ı düelloya davet eden isimlerden biri de Kont Nort olmuştu.
Esasen maruz kalınan bir hakareti yahut rencide olunmuşluğu tamir için iki kişi arasında ve şâhitler önünde yapılan bir çarpışmadan ibaret olan düello, Vodine kasabasında birisi Rum diğeri Bulgar iki kişinin birbirleri ve cemaatleri aleyhine başlattıkları söz düellosunun nihayetinde iki cemaat arasında arbede ve yaralama olaylarının yaşanmasına sebebiyet verme şeklinde sözlü olabildiği gibi, çoğu kere kılıç ve silahla gerçekleştirilmiş bir mücadele tarzıydı. Sosyal tabaka olarak da üst yahut en üst düzeyde olanlar tarafından tercih olunup icra edilmişti.
Hatta subaylar arasında yapılacak düellonun esaslarına ve bazı askerî hususlara dair Petersburg’da üç emirname dahi neşredilmişti.
Düellonun yapılabilmesinin ilk adımı davetti. Kabul ile başlar ve devam ederdi. Fransız milletvekili Floke ile General Bolanje arasında davet ile başlayan ve her iki tarafın da kabulü ile vuku bulan bir düello söz konusu olmuştu. Ancak neticede General Bolonje hayatından olmamışsa da görevinden istifa etmek zorunda kalmıştı.
Ancak her düello daveti her zaman için kabul edilecek anlamına da gelmezdi. Düello davetinden rahatsız olanlar olduğu gibi alenen reddedenler de söz konusuydu.
Atina Sefareti Başkatibi Aziz Bey ile bir Yunan zabiti arasında tiyatroda yaşanan münakaşa üzerine Yunanlı zabit Aziz Beyi düelloya davet etmişti. Fakat Aziz Bey zabitin bu davetinden son derece rahatsız olmuştu. Olay oldukça büyümüş ve nihayet iki devlet arasında bir dizi yazışma yapılmasına sebebiyet vermişti. Miralay Pikar ise Esterhazi’nin düello davetini bütünüyle reddetmişti.
Aziz Bey söz konusu davetten rahatsız olmuşsa da Faler Tiyatrosu’nda meydana gelen bir hadise üzerine tahkir olunan Alfred Bey ile Teğmen Pierako arasındaki düello davetinin karşılık bulmasına ve sözde kalmamasına neden olmuştu. Zira Faler Tiyatrosu’ndaki hadiseden dolayı Atina Osmanlı Sewfareti İkinci Kâtibi Alfred ve Yunan zabiti Pierako arasında düello yapıldığına dair gazete haberler çıkmıştı. Alfred Bey sefaretteki görevinden ayrıldıktan sonra da düello yapmaktan geri durmamış, Paris'te Binbaşı Arjiropolo ile yine bir düelloya girişmişti.
Her konunun olduğu gibi düello etmenin de kendisine göre bir kuralı vardı. Her isteyen her istediği ile düello edemezdi. Düello üst sınıfın başvurduğu bir arınma ve üstünlük kurma vasıtası olsa da düelloda bulunacak tarafların da bir birine statü olarak eşit yahut yakın derecede bulunmaları gerekmekteydi. Düşük bir sınıf yahut oldukça alt statüdeki birinin daha üst statüdeki birine düello teklifini kabul etmek rahatsız edici yahut lekeleyici olabilirdi. Aziz Beye yapılan düello teklifi tam da bu anlamdaki örneklerden biriydi. Yahut Mısır’ın İngiltere tarafından işgal edilmesi sonrasında burada Bakanlar Kurulu’na başkanlık eden ve başbakanlık makamına geçen Nubar Paşanın Damadı Dikran Paşanın ailesiyle münasebette bulunan bir İtalyan ile düello etmiş olması muayyen çevrelerin nezdinde böyle bir düellonun yapılmış olması Nubar ve Dikran Paşa ailelerini lekelediği kanaatinin oluşmasına sebebiyet vermişti. Hatta Mısır Komiseri olarak o sıralarda Kahire’de görev yapan Gazi Ahmet Muhtar Paşa bu konuya dair bir tahrirat kaleme alarak İstanbul’a göndermişti.
Düello bürokrasi ve siyaset dünyasının en üst düzeydeki, en tepe noktadaki isimleri arasında da olabilmekteydi. Mebaş Poloni’nin Başvekil Yanki'yi düelloya davet etmesi bu türden bir düelloydu. Yine Roma'da Dışişleri Bakanı ile bir milletvekilinin düello edecekleri yazılıp çizilmişti. Bükreş Belediye Başkanı Mösyö Nikola Kaleva ile Dışişleri Bakanı arasında da bir düello gerçekleşmişti.
Düello bazen sadece iki kişi arasında yapılan bir mücadele olmaktan çıkmış ve bira abartılarak iki savaş gemisi arasında cereyan eden bir düello tarzında da devam edebilmişti. Bu anlamda Prens Orlean ile General Alberta’nın düello etmek suretiyle Süveyş Kanalı’na ulaştıkları, düellonun Süveyş Kanalı’nda devam edeceği gönderilen telgraf haberleri arasında kendisine yer bulmuştu.
.
Libya’daki İstanbul gösterileri
Prof. Dr. M. Metin Hülagü SuperHaber'e yazdı
İstanbul’un 16 Mart 1920’de İtilaf Devletleri tarafından işgali üzerine Libya’da işgal aleyhtarı gösteriler, meydan konuşmaları, yazılı medyada makaleler yayımlanmış ve çok sayıda eylem gerçekleştirilmişti. Bu durum özellikle 1920 senesinin Nisan ve Mayıs ayları boyunca vuku bulmuştu.
Söz konusu eylemler sadece belirli çizgiler dâhilinde yürütülmemiş, zaman zaman fiili taşkınlıklar şekline de dönüşebilmişti. 8 Mayıs 1920 akşamı, hamal ve arabacı loncası mensubu 50 veya 60 kişi Allah Sultan’ı, Türk İmparatorluğu’nu ve İslam’ın ordularını korusun nidalarıyla hükümet binasına girmeye ve valiyi görmeye çalışmıştı. Ancak bu girişim İtalyan jandarması ve Libyalı muhafızların engellemesi üzerine başarısız olmuştu.
8, 9 ve 10 Mayıs 1920 gece yarısı şehirden geçen bir Müslüman düğün alayı Allah Sultan’ı korusun diye bağırmaktan kaçınmamıştı.
Bu ve benzeri hadiseler neticesinde Trablusgarp’ta kısmî surette de olsa askerî tedbirler alınması gerekmişti.
29 Nisan 1920’de ise Trablusgarp Müslümanları tarafından İstanbul’un işgalini protesto etmek için bir miting organize edilmişti. Mitingde hükümetin geçici konseyi üyesi Fassato’lu Ahmet Bey tarafından bir de nutuk irat edilmişti.
Ahmet Bey’in konuşmasının büyük bir bölümü İngiltere’nin açgözlülük ve ikiyüzlülüğüne işaret ve Fransa’ya uyarı içerikli olmuştu.
İstanbul’un işgali üzerine bir diğer gösteri de Bingazi sakinleri tarafından gerçekleştirilmişti. Müslüman topluluğun lideri Şeyh Dafar, elinde Türk bayrağı olduğu halde bir konuşma yapmış ve konuşmasına, İngiltere’nin halifeliği yıkmak istediği ve bunu yaparken Müslüman inancını tahrip edeceği açıklamasıyla başlamıştı. Protesto toplantısında Bingazi Belediye başkanı da İngiltere’nin İstanbul’un işgalini protesto eden ve İtalyan hükümetinden Sultan’a şehrin geri verilmesi için adımlar atmasını isteyen bir konuşma yapmıştı.
İstanbul’un işgaline Libya basını da tepkisiz kalmamıştı. Er-Rakib, Nuova Italia, El-Vakt ve Liva et-Trablûsî gazeteleri sayfalarında işgale şiddetle karşı çıkan yazılara yer vermişti.
Nuova Italia yarı resmî ve Trablusgarp’ta günlük yayınlanan bir gazete iken El-Vakt Arapça ve İtalyanca olarak haftalık olarak çıkan bir gazeteydi.
Bu gazeteler İstanbul’un işgali hakkında bilgi veriyor ve İtilaf Devletlerini, özellikle de İngiltere’yi şiddetle kınıyorlardı.
El-Vakt, 10 Nisan 1920 tarihli ilk sayısında İngiltere’yi İstanbul’un işgaliyle suçlamıştı. Liva et-Trablûsî ise 1 Nisan 1920 tarihli sayısında, 29 Nisan 1920’de gerçekleştirilen Trablusgarp Müslümanları toplantısının raporunu yayınlamıştı.
Liva et-Trablûsî, sütunlarında halifelik konusuna dair uzun bir makale neşretmiş, halifeliğin; beş yüz yıldır büyük bir Avrupalı güç olan Türkiye’de, tüm İslam dünyasının siyasî ve dinî merkezi halindeki İstanbul’da kalması gerektiğine yer vermişti. İtalya’yı İngiltere’nin dengesiz politikasından, İngiltere’yi ise üç yüz milyon Müslüman’ın kızgınlığından kaçınması gerektiği yolunda ikaz etmişti.
İlginç olan ise adı geçen gazetelerin köşe yazıları İngiltere ve Fransa veya İstanbul’un işgaline muhalif herkesin açıklamalarına açık bulunmasıydı. Örneğin Süleyman el-Bârûnî 1 Nisan 1920’de Roma’dan Nuova Italia ve Liva et-Trablûsî’ye gönderdiği bir telgraf ile hem İstanbul’un işgal edilmesini kınamış hem de halifeliğin lehine yapılan gösteriler sebebiyle Trablusgarplı kardeşlerini desteklemişti. Söz konusu telgrafın mahiyeti şöyleydi:
“İslam’ın temeli olan halifelik lehine düzenlenen gösteriler sebebiyle konuştukları gibi hareket eden Trablusgarplı kardeşlerimi tebrik ediyorum. Çok yaşayın İslam’ın destekçileri Trablusgarplılar! İslam hilafetinin başkenti ve yeryüzündeki ihtişamın en yüce tahtı olan İstanbul’un işgalinden uzak durarak Müslümanlara saygısını deklare eden İtalya çok yaşa!”
Süleyman el-Bârûnî 3 Nisan 1920’de de Nuova Italia’ya gönderdiği başka bir telgrafına ilaveten 9 Nisan 1920’de de Trablusgarp’ın en fazla bilinen camilerinden birinde, Cuma namazından sonra, cemaate hitap etmiş ve onları İstanbul’daki halife ve sultanını desteklemeleri yolunda uyarmıştı.
Libya halkının İstanbul’un işgali üzerine başlatmış oldukları protestoların ciddi manada belirleyici oldukları söylenemezdi. Ancak bu protestoların ve gösterilerin yahut gazetelerde görülen yazıların İngiltere’yi rahatsız ettiğinde de hiç şüphe yoktu. Olaylar karşısında İngiltere’nin endişe duyduğu nokta protestoların siyasî değil dinî içerikli olmasıydı. O tarihlerde İngiltere’nin hâkimiyeti altında yaşayan yaklaşık 100 milyon Müslüman nüfusu mevcuttu. Müslümanlar arasındaki, İngiltere’nin İslami inanış veya prensipleri gasp ettiği veya onlara zarar verdiği şeklindeki görüş, İngiltere’nin kolonilerindeki geleceği için tehlikeli olabilirdi veya kendi Müslüman tebaası arasında beklenmeyen sonuçlar doğurabilirdi. Bu tarzdaki olası şüpheler veya tehditler yüzündendir ki Trablusgarp’taki İngiliz Başkonsolosu Dışişleri Bakanlığı’na müracaat etmiş, başta Trablusgarp olmak üzere Libya’daki tüm şehirlerde, İngiltere’nin halife ve hilafetin İstanbul’dan atılması anlamında hiç bir beyan ve ifadesinin bulunmadığının deklare edilmesi tavsiyesinde bulunmuştu.
Libya Müslümanları, ister Trablusgarp, Bingazi’de yaşasınlar isterse Libya’nın bir başka kentinde ikamet etsinler, Anadolu’daki her siyasî ve askerî gelişme ile yakından alakadar olmuşlardı. Türklerin mutlulukları ile mutlu olmuşlar, hüzünleri ile de mahzun olmuşlardı. Türkiye’nin özgür olması gerektiğini, halife ve İslam hilafeti için saygı gösterilmesi icap ettiğini çeşitli vesilelerle dile getirmişlerdi.
El-Vakt gazetesi sonraki günlerde gündeme gelen ancak olumsuz bir mahiyet arz eden antlaşma konusundaki açıklamalara dair yaklaşımını, büyük bir sitem ve serzenişle, aşağıdaki cümlelerle ortaya koymuştu:
“Kısaca, yapılmak istenen antlaşma böyle bir antlaşmadır. Böyle bir antlaşmanın, Batı’nın İslam hilafetine saygısı ve İslam’ın kudretinden korkusu olmadığının en büyük kanıtı olduğunu iddia ediyoruz. Daha ne kadar sessiz kalacağız veya sadece barışçıl protesto gösterileri gerçekleştireceğiz? Canımız boğazımıza geldi ve son nefesimizdeyiz. Batı güçlerinden ne beklemeliyiz? Müslümanlara onur içerisinde yaşamaları şansını sağlayan bir ulusu lime lime ettiler ve İslam hilafetini ortadan kaldırarak onu bir Yunan İmparatorluğu’na çevirme kararı alındı. Batı uygarlığının mükemmelliğe ulaştığını iddia ettikleri bir çağda tek karar verici güç silahlı kuvvetler idi. Dünya savaşının patlak vermesi üzerine Müttefiklerin savaşa giriş nedeni olarak anlatılan şey sadece ve sadece, diğer ülkeleri yok etmek isteyen Almanya’dan bir medeniyetin heba olmasının önlenmesi olduğu söylenmişti. Fakat bugün acımasız Almanya’yı hepimiz geri istiyoruz, çünkü o Almanya bugünkü medeni İngilizlerden daha yumuşak ve daha kibardı. Buna kanıt istiyorsanız, hem İngiltere’ye karşı Bağdat halkının yaptığı protestolara hem de kötü bir talihsizlik olmak üzere Almanya kontrolündeyken İngilizlerin pençesine düşen ve bu medeni gücün baskısı altında inleyen ve Almanların barbarlık ve kabalıklarına rağmen geri dönüşlerine can atan Afrika ülkelerine bakabilirsiniz.”
.
Enver Paşa'nın kendisi gibi imzası da iddialıydı..
Hususi ve resmî evrakların görülüp mahiyetlerinin onaylandığını veya aidiyetini ifade etmek üzere kullanıla gelen imzanın tarihi eski çağlara ve çeşitli devletlere kadar uzanır.
Yahudilik ve Hıristiyanlıkta da kullanımı malum olan imzanın İslâmî çevrelerde de çok erken zamanlardan itibaren kullanıldığı anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber’in bazı belgeleri ve mektupları sağ eliyle bizzat imzaladığı veya mühürlediği malumdur.
İslam tarihinde Emevî halifelerinin kendilerine sunulan arzuhallere imza ile onay verdikleri belgelerde kayıtlıdır.
Madenî eserler vücuda getirmiş ustalarının eserlerine imzalarını attıkları, Selçuklu döneminde özellikle ahşap minberlere ustasının imzasını nakşettiği görülebilmektedir.
Osmanlı yadigârı eserlerde yahut Mimar Sinan’ın bazı eserlerinde küçük de olsa imzasının bulunduğu bilinmektedir.
Osmanlı padişahları yabancı hükümdarlara gönderdikleri nâme-i hümâyunların kenarına imzâ-i pâdişâhî denilen altın yaldızlı imzalarını koyarlardı.
İmza Osmanlı toplumunda fazlası ile yaygın olan ve her kesim tarafından kullanılır bir haldeydi.
Düne kadar kullanılan imzaların tabii ki bugünkü imzalar ile benzer tarafları olmakla birlikte şekilleri ve mahiyetleri itibariyle aynı değildi. Dünün imzaları genellikle şahsın isminin yazılması ve hayır ve mağfiret dileyen sözler içerir şekil ve tarzdaydı. Çok defa şahsın mesleği ve makamını ifade ederdi.
Osmanlı padişahlarının vesikaların altına Batı’daki kullanım şekli ile imza atmaları geçen yüzyılda ve pek muhtemeldir ki Sultan Abdülhamid ile başlamıştı.
İmzanın bugünkü kullanım şekline benzer şekli ile Batı’daki mevcudiyeti Doğu toplumlarına göre daha erkendi.
İngiliz kral ve kraliçelerinin daha XIV. yüzyıldan itibaren belgelerin altına adlarını yazdıkları bilinmektedir.
Devletlerarası antlaşmaların yürürlüğe girmesinde imza hem önemli hem de bazen bir mesele haline gelebilmiştir.
Sivil halk tarafından resmî makamlara verilen arzuhallerin altında mutlaka verenin ismi ve görevine ilaveten imza yerine geçen kelimeler de konurdu.
Padişaha sunulan arzuhallerin mutlak surette imza taşıması gerekirdi. İmza taşımayanlar dikkate alınmadığı gibi sahibi bulunduğu takdirde cezalandırılırdı.
İmzaya verilen önemden dolayı Osmanlı bürokrasisinde görevli kimselerin sistemli ve usulüne uygun imzalar kullanması için mevki ve makamına münasip imza listeleri hazırlanmıştı.
İmza gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet dönemi anayasalarında kendisine yer bulacak kadar önemsenmiş bir işlemin adı olmuştu.
Günlük yaşantımızda birçok evrakın biteviye tasdiki için kullanmakta olduğumuz imza tarihsel boyutu kadar farklı biçimleri, sahibi ile kendisi arasında taşıdığı bağı göstermesi ve en önemlisi imza sahibinin ilginç ruh halini izhar etmesi bakımlarından son derece önemlidir.
Gerçi sadece önemli değil bir o kadar da enteresandır.
Batı’da Kraliçe Elizabeth, örneğin, ismini yazarak imza atmayı tercih etmişti.
Osmanlı Devleti ricalinden Mimar Sinan’ın imzası meslek ve meşgalesine uygun gözükürken Arap İzzet Paşanın imzası ise kendisi gibi şeytansı bir görüntü hissi vermekteydi.
Mahmut Şevket Paşanın imzası dikkate alındığında kendi suretine benzer bir görünümü var gibiydi.
Mustafa Kemal’in imzası ise aşina olduğumuzdan çok daha farklıydı.
Ulema sınıfının imzası dini mahiyette bir havayı muhtevi gibi gözükmekteydi.
Osmanlı devlet ricalinden en iddialı imza ise Enver Paşaya ait olanıydı.
Enver Paşa Başkumandan Vekili ve Harbiye Nazırı olduğu sıralarda imzasını Arapça/Osmanlıca olarak ara ara Enver diye attığı gibi zaman zaman da Allah şeklinde atmıştı.
Enver bir kuldu. O bir mahlûk yani yaratılmış bir vücuttu. Neden ve niye imzasını Allah diye atma gereği hissetmişti bilinmez. Onun Allah diye imza atmış olmasının nedenini sehven olmuştur diye düşünmek, bir yanlışlık eseri olduğunu varsaymak akla gelebilirse de bu ihtimal, atılan imzanın nizami, estetik ve aşikâr hali dikkate alındığında yanlışlık ile atıldığı asla düşünülemeyecek bir husustur. Ayrıca Enver Paşa önceki zamanlarda Osmanlıcanın ıslahı için kafa yoran ve fikir yürüten bir isimdi. Osmanlıcanın nasıl yazıldığını bildiği gibi
nasıl yazılması için öneride bulunma yetkisini de kendisinde görmüş bir şahsiyetti.
İnsanın, Firavun misali, mevcudiyetinin Allah’a aidiyetini unutarak varlığını ulûhiyet mertebesine yükseltme arayışına girmesi, insanın heva ve hevesine uymasının oldukça tabii bir neticesi olsa gerekir.
.
Hürriyet yolunda Abdülhamid’e kafa tutan kadın
Mısırlı Mustafa Fâzıl Paşa 1829'da Kahire'de doğdu.
Sonra da İstanbul'a gelerek Maarif ve Maliye Nazırı oldu.
Ancak Hıdiv olma hakkını kaybedince Avrupa'ya kaçtı.
Maddi açıdan oldukça zengin ve cömert olduğu gibi bilge de biriydi.
Batı tarzı meşrutî bir idareden yana olan Genç Osmanlılar Cemiyeti mensuplarına Paris’te fazlası ile maddî destek sağladı.
Sultan Abdülaziz'in 1867’deki Fransa seyahati sırasında affedildi ve bu suretle İstanbul'a geri döndü.
Kendisine iltifat edildi, Maliye ve Adliye Nazırlıkları görevlerine getirildi.
2 Aralık 1875’de vefat etti.
Cenazesi önce Eyüp’te Mihrişah Valide Sultan İmareti bahçesine gömüldü. Fakat sonradan Kahire'ye götürüldü.
İstanbul'da ilk maskeli balo, Abdülaziz zamanında, Mustafa Fâzıl Paşa'nın Kısıklı Caddesi üzerinde ve Millet Bahçesi alt kapısının sağ tarafında bulunan, ancak bugün yerinde yeller esen, köşkünde tertiplendi.
O tarihlerde Şehzade olan ve Jön Türklerin faaliyetlerini yakından takip etmiş bulunan Sultan Abdülhamid söz konusu baloya dair:
Baloyu amcam Sultan Aziz zamanında Çamlıca'da Fâzıl Paşa Köşkü'nde yapmış... Bu baloda Namık Kemal Bey, Sami Bey gibi bazı zevat da davetli idiler. Onlar da donsuz bir entari giymişler, kırmızı kravat takmış, yalın ayak, baş açık sofrada ıyş u nuş etmişler.
bilgilerini vermektedir.
Mustafa Fâzıl Paşa'nın dört kızından birisi Prenses Nazlı idi.
Bir Mısır-Osmanlı Prensesi olan Nazlı Hanım, 1853 yılında İstanbul’da doğdu.
Babası Mustafa Fâzıl Paşa'nın Hıdiv İsmail Paşa ile araları bozulunca 1866’da henüz 13 yaşındayken İstanbul’a geldi.
1872’de, Tanzimat Dönemi Osmanlı devlet adamlarından, hariciyeye mensup Halil Şerif Paşa ile evlendi. Ancak Prenses’in bu evliliği fazla uzun ömürlü olmadı.
Prenses Nazlı Hanım Batılı tarzda eğitim almıştı.
Osmanlı toplumundaki üst tabakada yer alanların yanı sıra Avrupa kraliyet aileleri mensupları ile de temas halindeydi.
Prenses Nazlı Hanım 1880’li yıllarda, Kahire’de, fotoğraf kamerasının önünde tebdil-i kıyafete girerek, öz portreler ve benlik temsilleri verebilecek kadar da liberal ve cesurdu.
Onun Ahmet Rıza Bey ile yan yana ve modaya uygun bir surette bir fotoğrafı da mevcuttu.
Fotoğraf her ne kadar iki dosta ait bir birlikteliğin hatırası olsa da, o zamanki Osmanlı-Mısır sosyo-kültürel yapısının çok ilerisinde bir temsilin eseriydi.
Ayrıca fotoğraf masumane bir samimiyetin işaretlerini vermekten ziyade siyasal bir ittifakın da habercisiydi.
Ahmet Rıza Bey Sultan Abdülhamid idaresine muhalefeti ile bilinen tanınmış bir isimdi. Jön Türklerin Paris Şubesi’nin de ayrıca lideriydi.
Gerçi Nazlı Hanım, babasının Paris'te bulunan Genç Osmanlılara olan desteğini hatırlatırcasına, 1896 yılında yine Paris'te Jön Türklerin toplantısına katılmış ve kendilerine destek vermişti. Sadece katılmakla kalmamış Paris’te Cemiyet’e üye bile olmuştu.
O, Yeni Osmanlıların Avrupa’ya firarı esnasında kıyafet değiştirerek Mithat Paşa ile görüşüp Avrupa’ya bilgi ulaştırmaya çalışmış ve daimi surette cemiyet adına yardım faaliyetleri içerisinde olmuştu.
Prenses Nazlı Hanım, sözü edilen toplantıya katılması sonrasında Sultan Abdülhamid’e, Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yayın organı olan Meşveret’te de yayınlamış bulunan[1] ve oldukça keskin ifadelerle kaleme alınmış olduğu bir mektup göndermişti.
Prenses Nazlı Hanım bir gün Hünkâr tarafından kendilerini ikna etmeye gelen büyük bir memura:
Efendimiz erkekleri kadın etti. Ben kadınlığımla erkek oldum. Bana karışmasınlar, başka lütuf ve ihsanlarını istemem
cevabını vermiş, hislerini mert bir surette aşağıdaki mektubuyla da ispat etmişti.
Padişahım;
Bu hafta elime geçen Avrupa gazetelerinde kutsiyet sahibi zatıâlinizin yaptığım işler hakkında fevkalade gücenmiş olduklarını büyük bir esefle mütalaa ettim. Paris’te bulunan Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti müzakerelerinde bulunuyor olmam zatıâlinizin gücenme sebebi olduğunu anladım. Bundan dolayı bu konuda bir iki söz söylemek üzere müsaade-i devletlerini talep ve istirham ederim.
Zatıâlinizin hatırlamaları takdirinde, bir gün merhum Halil Şerif Paşaya; doğru söze aşığım buyurmuş idiniz. Merhum da sevine sevine zatıâlinizin bu hikmetli sözüyle ben cariyenizi müjdelemiş olduğundan doğruluktan zinhar ayrılmamak için birlikte ahd ve yemin etmiştik. Bir vakitten beri cemiyetin neşriyatını ve mükerreren zatıâlinizin ayağının toprağına mutazarrıane takdim edilen layihaları okuduğumdan ve Osmanlı coğrafyasının harabiyet derecesini arz ve beyan için bunlar umumiyeti itibariyle bir doğru söz hükmünde bulunduğundan Paris’te bulunduğum esnada bu cemiyette bulunmayı vecibeden saydım. Cümlenin şanlı hanedanınıza, aziz vatanımıza sadakatle bağlı olduklarını müşahede ettim. İnkıraz ve bozulma girdabında batmakta olan mukaddes vatanımızın canhıraş ahvaline cümlesinin ağlamakta olduğunu gördüm. Heyecanlandım. Efendimizin vaktiyle doğru söze âşık bulunduklarını hatırladım. Bu sevdadan heyhat vazgeçmiş olduğunuzu istemeyerek düşündüm. Fakat aciz biri olarak Cenabı Hakk’a karşı vermiş olduğum ahd ü peyman ve vicdanımı titretti. Aşk fani, ahd bâkî olduğunu yakinen anladım.
Dört sene önce İstanbul’da bulunduğum esnada bir takım bendegânınız zatıâlinizin ayağınızın toprağına yüz sürerek işlemiş olduğum kusurlarımın affını dileyen bir istirham-name takdim etmemi tavsiye etmişlerdi. Ne kusur ettiğimi bilemediğimden böyle bir cürette bulunamazdım.
O vakitten beri bana kızgın bulunmanıza bugün müteşekkirim. Zira Dersaadet’te ahalinin fakr u zaruretini hele bu son iki sene zarfında kurban kanı gibi akan masumların kanını, mazlumların feryat ve figanlarını hamdolsun görmek, işitmek kısmet olmadı. Binaenaleyh Mısır Hükümeti’ne gayrı resmî bir surette evvelce tebliğ buyurulan emr u fermanınızı icradan geri durmayacağım bedihîdir.
Mamafih daha evvelce âşık olduğunuz doğru söze yine âşık olmanız için de dua etmekteyim. Varlığı gerekli olup yokluğu düşünülemeyen Allah hazretleri takdir buyurmuşlar ise bugünkü felaketin dehşeti zatıâlinizin himmetleri ile rüya gibi mahıv ve zail olur gider. Kendinizi o zaman mesut ve bahtiyar bulursunuz. Tebaanızı saadet ve ittihatta kemâl-i hürriyetle bahtiyar görürsünüz. Reayanızın müşfik bir peder muamelesinden başka bir şeye ihtiyacı yoktur.
Haddim olmayarak ihtimal ki pek acı sözler söyledim. Tesirinin ne derecelerde olacağını bilemem. En sadık bir bendenizin, cariyenizin şu zamanda en tatlı olarak söyleyebileceği sözler bundan ibaret olacağına emin olunuz. Mektubunun hulus-i niyet ve kemal-i ubudiyet ile yazıldığına itimat buyurunuz, padişahım.
Cariyeleri
Merhum Mustafa Fazıl Paşa Kerîmesi
Nazlı
[1] Paris, 12 Cemaziyülahır 1314-19 Ekim 1896, Cilt I, Sayı 22, Sayfa 2-3.
.
Gerçeklerin Ters Yüz Edilmesi
Milli Mücadele’nin sonları ile zafer sonrası zamanlarda Sultan Vahdeddin ile Mustafa Kemal’in birbirlerine karşı kullanmış oldukları dil, başta Nutuk olmak üzere, muhtelif kaynaklarda yer almaktadır. Ve kullanılan dil ve üslup gönül alıcı değil, bilakis gönül kırıcıdır. Bu durum her iki taraf için de geçerlidir.
Hal böyle olmakla birlikte bazı yazarlar Sultan Vahdeddin ile Mustafa Kemal’in sonraki yıllarda birbirlerine, sıcak denemese de, takdirkâr bir yaklaşım sergilediklerinden bahsetmişlerdir. Sultan Vahdeddin’e atfen, onun Mustafa Kemal için göstermiş olduğu ve değişik kaynaklarda yaygın bir şekilde ifade edilen takdirkâr yaklaşımlardan birisi şöyledir:
Villa Manolya’da bir sabah, Şahbaba’nın Mustafa Kemal’e bakışını ve kanaatini tam olarak gösteren bir marş hadisesi yaşandı...
Hadisenin kahramanı Hümeyra Hanımsultan, o sabah yaşananları seneler sonra şöyle anlatacaktı:
...Biz daha memleketten çıkmadan önce, Refet Paşa İstanbul’a gelmişti. Her tarafta bayram yapılıyordu. Bu günlerde ‘Yaşa Mustafa Kemal Paşa’ diye bir marş söyleniyordu. Ben de dayımla beraber (Sultan Vahdeddin’in oğlu Şehzade Ertuğrul Efendi’yle) bu marşı ezberlemiştim. Dışarı gitmemize kadar hep söylerdik. Bir gün Villa Manolya’da Şahbabamın penceresi altında dayımla oynarken yine bu marşı söylüyorduk. Kalfalardan biri geldi, ‘Aman cicim, Şahbabanızı kızdırmak mı istiyorsunuz? Sakın böyle ‘yaşa’ demeyin. Hiç ‘Yaşa Mustafa Kemal Paşa’ olur mu? ‘Kahrolsun’ diye söyleyin. Yoksa Şahbabanız kızar’ dedi. Çocukluk işte... İnandık, öyle söylemeye başladık. Birden, Şahbabamın üst kattaki dairesinin penceresi açıldı. Dışarıya sarkarak ‘Çabuk buraya gelin!’ diye bağırdı. Çok kızgındı. Onu ilk defa böyle görüyordum. Bizi her zaman çağırıp konuşan, şeker falan veren Şahbabamızın yerinde sanki bir başkası vardı. Dayımla beraber korka korka yukarı çıktık.
Şahbabamın ciğerlerinden biri yoktu. Ama üst üste sigara içer, birini söndürmeden ötekini yakardı. Kehribar bir ağızlığı vardı. Masasının üzerinde hep büyük bir ‘Regie Turc’ sigarası paketi durur, içtiği sigaraların küllerini Bergama işi, su dolu bir kâseye atardı. Odasına girdiğimizde rengi kıpkırmızıydı. Hiç kimseye yüksek sesle söz söylemeyen Şahbabamı ilk defa böyle hiddetli görüyordum, izmariti su dolu kaba attı. ‘Cızzz’ diye çıkan sesi aradan 60 seneden fazla geçmesine rağmen hâlâ unutamam.
Bize; ‘Bu marşın sözlerini kim değiştirdi?’ diye sordu. Dayımla titreye titreye olanları anlattık. ‘Cahil Kalfa!’ dedi. Elleriyle göstererek ‘Bana bakın! Bir daha böyle bir şey söylediğini işitirsem ağzınızı tutar, kulaklarınıza kadar ayırırım. Mustafa Kemal bir Türk askeridir. Türk Paşasıdır. Benim paşamdır. Hiçbir Türk askerine hakaret edilmesine izin vermem.’
Yine Sultan Vahdeddin’in ablası Mediha Sultan’ın torunu Fethi Sami Baltalimanlı’dan naklen, onun da kuzeni olan ve o sırada Gazi’nin sofrasında bulunan Hamdullah Suphi Tanrıöver’e atfen söylemiş olduğu belirtilen Mustafa Kemal’in Sultan Vahdeddin hakkındaki şu takdirkâr sözleri dile getirilir:
Türkiye’nin Roma Büyükelçisi Suat Beyin; ‘Vahdeddin’in aniden vefat ettiği şimdi haber alınmıştır’ yazan telgrafı Ankara’ya geldiği sırada Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal, Adana’daydı…
Telgraf hemen Adana’ya ulaştırıldı…
Reisicumhur dostlarıyla yemeğe oturmuştu… Haberi işitince:
‘Çok namuslu bir adam öldü’ dedi…
‘İsteseydi Topkapı’nın bütün cevahirini götürür ve öyle bir ordu kurup geri dönerdi ki…’
Nakiller ve rivayetler işte böyle. Ancak her nedense her iki takdirkârlık ifade eden sözün kaynağı da hanedan üyelerinden birileri olmuş yahut hanedan ile akrabalık bağı içerisinde olan birisine ait bulunmuştur. Birinci rivayetin sahibi Hümeyra Hanımsultan’dır.
Hümeyra Sultan, Sultan Vahdeddin’in torunudur. Annesi Vahdeddin’in kızı Ulviye Sultan, babası ise son Osmanlı Sadrazamı Kırımlı Ahmet Tevfik Paşanın oğlu İsmail Hakkı Okday’dır.
Hümeyra Sultan 1924 Mart’ında daha yedi yaşında iken sürgüne giden hanedan üyeleri arasında yer almıştı. Babası İsmail Hakkı Bey Milli Mücadele’ye katılmıştı. Babasının Milli Mücadele’deki hizmetlerinden ötürü Hümeyra Sultan 15 Şubat 1937’de Atatürk’ün talimatıyla kendisine verilen diplomatik pasaportla sürgün hayatından kurtulma şansını elde etmişti. Diğer bir ifade ile Hümeyra Sultan Atatürk’ün verdiği özel izinle Türkiye’ye girebilen sürgündeki ilk ve tek hanedan mensubu olmuştu.
İkinci rivayetin sahibi ise Hamdullah Suphi Tanrıöver’dir. Sultan Abdülmecid’in kızı Mediha Sultan’ın torunu (Samipaşazede Ahmet Necip Paşa’dan olan oğlu Abdurrahman Sami’nin son oğlu) Fethi Sami Baltalimanlı ise bu bilgiyi kuzeni olan ve Sultan Vahdeddin’in ölüm haberinin geldiği sırada Gazi’nin sofrasında bulunduğunu belirtmiş bulunan Hamdullah Suphi Tanrıöver’den nakletmiştir.
İki ismi uzlaştırmaya yönelik bu tür yaklaşımlar kulağa hoş gelip hisleri okşayıcı olmakla birlikte, mevcut belgelere dayalı yazılı ifadelere ters düşmesi yanında eşyanın tabiatına da aykırı bir haldedir.
Sultan Vahdeddin’in, kendisini mutlak surette (irsen ve istihkâken) hakkı olduğuna inandığı taç ve tahtından ederek, vatansız bir şekilde ıstıraplarla dolu bir hayat sürmeye mahkûm etmiş birisi için, bu kişi Mustafa Kemal Paşa da olsa, o kimseye karşı yukarıdaki şekilde bir yaklaşım sergilemiş olması doğrusu hiç de inandırıcı gözükmemektedir. Bir taraftan etrafındakilere yukarıda bahsedilen şekilde uyarılarda bulunarak ‘paşasına’ laf kondurtmamaya çalışmış olması, diğer taraftan ise onun için en galiz kelimelerle en ağza gelinmedik nitelemelerde bulunması birbiriyle çelişik şeylerdir. Bu nedenledir ki Sultan Vahdeddin ve Mustafa Kemal’e atfen yukarıda bahis konusu edilen türden ifade ve anlatımları, gerçekleri yansıtan hatıralar olmaktan ziyade, klasik hamasi yaklaşımların birer devamı olarak değerlendirmek gerekir.
Ülkesine geri dönmeyi ümit eden bir hükümdarın, siyasî manevralara başvurmaktan uzak durarak uzlet hayatına çekilip kendi halinde yaşamasını, taç ve tahtını elinden alanları hayır dua ile anmasını, hayır dua etmese bile onlara karşı hüsn-i niyet beslemesini ummak fazla iyi niyetli olmak demektir.
Samimi bir inanmışlıkla birbiri ile ideolojik bir çatışma içerisine girmiş birey yahut grupların sonraki dönemlerde, hele hele bu sonraki dönemlerde köklü değişiklikler ve vahim mağduriyetlerin yaşanması söz konusu olmuşsa, tarafların birbirlerini toleransla karşılamalarının düşünülmesi oldukça zayıf bir ihtimaldir. Ayrıca Mustafa Kemal’in Sultan Vahdeddin aleyhinde dile getirmiş olduğu 1927 yılındaki değerlendirmesini, yani Sultan Vahdeddin’in ölümünden yaklaşık bir yıl kadar sonra ve Meclis kürsüsünde ifade edilmiş olduğunu da unutmamak gerekir. Mustafa Kemal, söz konusu değerlendirmesinde, Sultan Vahdeddin’i ölmüş olmasına rağmen nefret, hiddet ve şiddetle anmıştır.
Bütün bunların ötesinde, başta Sultan Vahdeddin ve Halife Abdülmecid Efendi olmak üzere, hanedan üyelerinin attıkları her adımın, kimlerle neleri nerede ve ne şekilde konuştuklarının yakından izlendiği, hanedan üyelerinin vatanlarına dönüşlerine ancak 1950 ve 1970’li yıllarda müsaade edildiği bir ülkede, yukarıda söz konusu edilen türden bir aktarım, yakıştırma yahut yaklaşımların doğruluğu pek mümkün gözükmemektedir.
Eğer Sultan Vahdeddin’in için bir büyüklük aranacaksa belki bu büyüklüğü onun herhangi bir şahıs, kurum yahut herhangi bir devletin gizli emellerine alet olmamasında ve ülkesi aleyhinde tek bir söz etmemiş bulunmasında aramak daha isabetli olacaktır. Fakat söz konusu bu durum sadece Sultan Vahdeddin’e mahsus olmayıp, İngiliz siyasilerinin de itiraf ettiği üzere, hanedan üyelerinin hepsi için geçerlidir. Zira hanedan üyelerinin her biri yabancı ülkelerde büyük bir sefalet ve derin bir acı içerisinde yaşamış olmalarına rağmen aziz vatanları aleyhine olacak hiçbir söz söylememiş ve hiçbir davranışta bulunmamışlardı.
XXXXXXX 14
.
Vahdeddin’in Mustafa Kemal'e, Mustafa Kemal'in Vahdeddin’e bakışı
Bir zamanlar birlikte Avrupa’ya giden, biri şehzade iken diğeri ona yaverlik eden, her ikisi de İttihatçılara karşı muhalif olarak bilinen, Milli Mücadele öncesi Yıldız Sarayı’nda diz dize bir surette görüşen, Anadolu’yu işgalden temizlemek için el ve gönül birliği eden iki isim, Sultan Vahdeddin ve Mustafa Kemal, gün gelmiş birbirlerinin hasmı olmuşlardı. Birbirlerine neredeyse demediklerini bırakmamışlardı. Söylediklerini kendi elleri ile kayda dahi geçirmişlerdi.
Peki, birbirlerine ne demişlerdi, neler söylemişlerdi.
Sultan Vahdeddin’in Mustafa Kemal ve arkadaşlarına dair değerlendirmesi ise şu şekilde özetlenebilir:
Sultan Vahdeddin’e göre Anadolu’daki “bir avuç çete” üstünlük sağlamıştı. Bu “çete” sayıları az olmakla birlikte, halkın itaatkârlıkları, çekingenlikleri ve fakirliklerinden istifade ederek onlar üzerinde büyük bir baskı oluşturmuştu.
Ülkenin içinde bulunduğu durumun sorumluluğu, nüfusun ancak yüzde onunu teşkil eden bu “çete”nin üzerinde bulunmaktaydı. Söz konusu “çete”nin güç ve kuvveti, istikbaldeki menfaatlerini düşünen, 16.000 subayın yardımına dayanmaktaydı.
Sultan Vahdeddin’e göre Ankara liderlerini bu ülkeye bağlayan ne kan ne de başka bir bağ bulunmaktaydı.
Vahdeddin, Mustafa Kemal’i bu yöndeki ifadelerle suçlarken İngiliz istihbarat kaynaklarının yaptıkları araştırmaya göre ise Refet Paşa ile çocukluktan beri arkadaş olan Mustafa Kemal ne Yahudi’ydi ne de damarlarında Yahudi kanı bulunmaktaydı. Mustafa Kemal aslen göçebe bir Türk’tü. Ankara’da açılmış bulunan Büyük Millet Meclisi’nde Maliye Bakanı Reşat Beyden başka Yahudi biri de bulunmamaktaydı. Yine İngiliz vesikalarının nitelemesiyle Mustafa Kemal her zaman için üstün meziyetlere sahip olmuş biriydi. Dahası dürüsttü ve birçok önemli makam ve görevlerde bulunduğu halde zimmetine para geçirmemişti.
Sultan Vahdeddin’in beyanına göre ise Bekir Sami, Çerkez’di. Milliyetçilerin hepsi ya Çerkez yahut Arnavut gibi başka kökenlerden olup hiçbirisi aslen Türk değildi. Aralarında gerçek tek bir Türk dahi yoktu.
Durum öyle bir hal almıştır ki gerçek Türk’e, propaganda da dâhil olmak üzere, herhangi bir vasıta ile ulaşmanın hiçbir imkânı kalmamıştı. Gerçek Türk, devletin ve toplumun özüne her zaman sadık kalmıştı. Fakat artık ya korkutularak sindirilmiş veya kendisinin esir durumda olduğu hikâyesi gibi acayip bir yanıltma ile kandırılmıştı.
Bu “bir avuç çete”, Sultan Vahdeddin’e göre, kendisinin de onlara boyun eğerek teslim olmasını istemekteydi. Dış destek arayan bu “bir avuç çete” aradıkları dış desteği Bolşeviklerde bulmuşlardı. Fakat Bolşevikler de Türk sınırlarına dayanmışlardı. Ankara liderleri ise hala Bolşeviklerle oyun oynamaya devam etmektelerdi. Türkiye’nin kaderini Azerbaycan’ın kaderi haline getirdiklerini çok geç olarak görüp esef edebilirlerdi. Müslüman Türk’ün Bolşevizm ile hiçbir işi yoktu. Bolşevizm Türk’ün dini ile uyuşmazdı. Fakat Bolşevizm Müslüman Türk’e zorla kabul ettirilmeye kalkışılırsa o zaman ne olacaktı?
Mustafa Kemal’i gayet iyi tanıdığını söyleyen Sultan Vahdeddin, Londra’da yirmi yahut otuz yıl kalması sağlansa yahut bir dağın tepesinde 24 saat tutulsa bile onun tekrar eski haline döneceğine inanmaktaydı.
Mustafa Kemal’in Sultan Vahdeddin’i ve onun İstanbul’dan ayrılışı hadisesini nasıl değerlendirdiğini öğrenmek için Nutuk’a bakmak kâfidir.
O Nutuk’taki değerlendirmesinde şöyle demekteydi:
General Harrington’un, İstanbul’daki askerî memurumuza yazdığı mektup ile ekinde yazılanlar üzerinde görüş belirtmeyi gereksiz bulurum.
Kamuoyunu gerçek durumla karşı karşıya bırakmayı tercih ederim. O zaman, saltanatı atadan oğula geçirmek gibi yanlış bir usulün sonucu olarak, büyük bir makam, tantanalı bir unvan kazanabilmiş bir sefilin, gururu çok yüksek asil bir milleti nasıl utanılacak bir duruma düşürebileceği kendiliğinden anlaşılır.
Gerçekten de, her ne sebeple ve ne şekilde olursa olsun, Vahdeddin gibi hürriyetini ve hayatını milleti içinde tehlikede görebilecek kadar adi bir yaratığın, bir dakika bile olsa, bir milletin başında olduğunu düşünmek ne hazindir!
Şükre değer bir durumdur ki, bu alçak, mirasına konduğu saltanat makamından millet tarafından atıldıktan sonra, alçaklığını sonuna kadar getirmiş oluyor. Türk milletinin bu işte önce davranması elbette takdire değer.
Aciz, adî, duygu ve anlayıştan yoksun bir yaratık, kendisini kabul eden herhangi bir yabancının koruyuculuğuna sığınabilir; ancak, böyle bir yaratığın bütün Müslümanların halifesi sıfatını taşıdığını ifade etmek elbette doğru değildir. Böyle bir düşünce tarzının doğru olabilmesi, öncelikle, bütün Müslüman milletlerin esir olmaları şartına bağlıdır. Hâlbuki dünyada gerçek böyle midir?
Biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca hürriyet ve istiklâle sembol olmuş bir milletiz! Değersiz hayatlarını iki buçuk gün daha fazla ve sefilce sürükleyebilmek için, her türlü düşkünlüğe katlanmakta bir sakınca görmeyen halifeler oyununu da sahneden kaldırabildiğimizi gösterdik. Böylece, devletlerin, milletlerin biri birleriyle olan ilişkilerinde, şahısların, özellikle bağlı bulundukları devlet ve milletin zararına da olsa şahsî durumlarından ve kendi hayatlarından başka bir şey düşünemeyecek pespayelerin herhangi bir önemi olamayacağı şeklindeki bilinen gerçeği bir defa daha ortaya koymuş olduk.
Milletler arasındaki ilişkilerde mankenlerden yararlanma yöntemine rağbet etme devrine son vermek, medenî dünyanın samimî bir dileği olmalıdır.
.
İmparatorluğa veda
Bundan tam 97 yıl önce yakın dönem siyasi tarihimizin önemli bir isimlerinden biri olan Sultan Vahdeddin İngilizlerin himayesinde İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldı. Onun bugüne değin hayatı, karakteri, siyasi felsefesi ve devlet idaresindeki beceri düzeyi, döneminin şartları ve sair hususlar akademik anlamda yeterince ele alınıp incelenmemişse de İstanbul’dan ayrılışı, o günden bugüne, hep konuşuldu ve sürekli tartışıldı. Sevenleri olduğu gibi nefret edenleri de oldu. Ya yargılanmadığı halde peşinen hain ilan edildi yahut neler başardığı bilinmese de kahraman olarak değerlendirildi. Zihinlerde ve gönüllerde orta ve mutedil bir yol hiçbir zaman olmadı. Akl-ı selim ile hareket etme tercihi hep bir kenara bırakıldı.
Esasen Sultan Vahdeddin’in İstanbul’dan ayrılması 1908 yılından beri Osmanlı siyasi ve idari tarihinde süre gelen hadiseler, uygulama ve değişimlerin tabiî bir neticesi olarak kabul edilebilir. En azından Tanzimat ve Islahat dönemi uygulamalarının gerekçeleri, Yeni Osmanlıların talepleri, Mithat Paşa-Abdülaziz ve İttihatçı-Abdülhamid ihtilafının nedenleri hatırlanabilirdi. Yahut kendisinin firarından daha evvelce gerçekleşmiş olan Enver, Cemal ve Talat Paşa firarları akla gelebilirdi.
İşaret edilen dönemlerdeki tarihî olgunun yanı sıra Sultan Vahdeddin daha 1920’lerden itibaren hayatını tehlikede görmeye başlamıştı. Bu yöndeki kanaati tabii ki onun İstanbul’dan ayrılması için en büyük neden olmuştu. O kendi ifadesi ile bu durumu şu şekilde ifade etmişti:
“Saltanattan ayrılmam ve vatanı terk etmemin sebebi, özellikle savaş sonrasındakiler olmak üzere, umumî harpten sonra yaptıkları işten dolayı hesaba çekilmesi gerekenlerin önündeki mesuliyet korkusundan dolayı değil, fakat bilakis hayatımı, kanun tanımayan, insafı olmayan ve hatta hakkın müdafaa olunmasını kabul kabiliyetinden dahi mahrum bulunan kimselerin eline teslimden sakınmak içindi. Bu, Allahu Teâla’nın ve akl-ı selim kimselerin de kabul etmediği bir şeydir. Ayrıca bu davranışta ‘güç yetirilemeyen şeyden uzak durmak peygamberlerin sünnetindendir’ ifadesinin delâlet ettiği şeye ve müvekkilim Hazret-i Peygamber’in hicretine iktidâ vardır.”
Sultan Vahdeddin’i bu yönde düşünmeye ve hayatını tehlikede görmeye sevk eden siyasi gelişmeleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. 1922 sonbaharına gelindiğinde milliyetçilerin İstanbul’da belli bir güç ve nüfuz elde etmiş oldukları aşikâr bir hal almıştı. İşbaşında bulunan İstanbul Hükümeti ise her geçen gün güç ve kuvvetten düşmeye başlamıştı. Bu şartlar altında Ankara Hükümeti tarafından hain olarak ilan edilmiş bulunan ve milliyetçi taraftarların akın akın İstanbul’a gelmeleri ile hayatı tehlike içine giren Sultan Vahdeddin’in İstanbul’da daha fazla kalması pek mümkün gözükmemekteydi.
2. 1 Kasım 1922’de Büyük Millet Meclisi’nin saltanatın kaldırılmasına dair ilgili kanunu benimsemiş ve Refet Paşa'nın müttefik devletler mümessillerine müracaat ederek İstanbul’daki sivil idareye BMM Hükümeti adına el koymuş olduğunu dile getirmiş olması Vahdeddin’in İstanbul’dan ayrılma konusunda karara varmasında etkili olmuştu.
3. Milli Mücadele’yi İttihatçılığın bir devamı olarak kabul eden ve bu cemiyete olan aleyhtarlığı ile tanınan gazeteci ve Peyâm-ı Sabah başmuharriri bulunan Ali Kemal’in Beyoğlu’nda derdest edilerek zorla İzmit’e götürülmesi ve orada linç edilmesi ve sair hadiselerin yaşanması onu endişeye sevk etmişti.
4. Sultan Vahdeddin daha 1922 yıllı ortalarında milliyetçilerin kendisinden uzun zamandır nefret etmekte olduklarından söz etmiş, iki tarafın artık adeta uzlaşamaz bir duruma geldiklerinin işaretini vermiş, onlarla birlikte çalışmasının artık imkânsız hale geldiğini dile getirmişti. İstanbul Hükümeti, Ankara ile uzlaşma sağlanması ve işbirliğinin gerçekleştirilmesi yolunda her ne kadar belli bir gayret ve çaba sarf etmişse de bu çabalardan olumlu bir sonuç alınamamıştı. İstanbul Hükümeti uzlaşma noktasında son bir teşebbüs olarak Salih Paşa'yı milliyetçi temsilcilerle görüşmek üzere Fransa ve İtalya’ya göndermiş, ancak bu teşebbüsten de müspet bir netice elde edilememişti.
5. Sultan Vahdeddin’e göre müttefiklerin sağladıkları fırsatlar neticesinde milliyetçilerin İstanbul’da idareyi ele almaları kaçınılmaz gözükmekteydi. Böyle bir durumda kendisinin İstanbul’da kalması mümkün olmayacaktı. En doğru hareket İstanbul’u bir an evvel terk etmekti.
6. Milliyetçilerin İstanbul’da idareyi ele almaları halinde Vahdeddin’i tahtından alaşağı edip Sultan II. Abdülhamid’in oğlu Şehzade Mehmet Selim’i padişah olarak ilan edecekleri o günlerde çokça konuşulan bir şeydi. Ayrıca basında Büyük Millet Meclisi’nin Sultan Vahdeddin’i yargılayacağı yolunda yazılar da çıkmaya başlamıştı.
7. Amiral Sir J. de Robeck 14 Ekim 1920’de İstanbul’dan Earl Curzon’a gönderdiği bir yazıda, Türkiye’deki siyasî durum ve Sultan Vahdeddin’in o siyasî yapı içerisindeki konumuna dikkat çektikten sonra, önerilen uygulamanın Sultan Vahdeddin’i mevcut yapıya göz yumarak tahtında kalmaktansa çekilmeye mecbur bırakacağı belirtilmişti. Söz konusu yazıda önerilen usul ve tavsiye edilen metodun ne olduğu anlaşılamasa da bunun, İngiliz Hükümeti’nin Sultan Vahdeddin’e izlemeyi tavsiye ettiği metot olduğu düşünülebilir. Böyle olması halinde ise Sultan Vahdeddin’in İngiltere’nin politik oyunlarına alet olarak onların oluşturduğu siyasî bir ortam neticesinde İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldığı söylenebilir. Bu yaklaşımın doğru olarak kabul edilmesi halinde ise Sultan Vahdeddin İngiliz devlet ricalinin siyasî dehasına kurban gittiği, İngiliz siyasî dehasının onu hem tahtından hem de yurdundan fırlatıp atıvermiş olduğu ifade edilebilir.
8. İstanbul’da bulunan İngiliz yetkilileri Sultan Vahdeddin’in İstanbul’dan ayrılma kararını onun olaylar karşısında paniklemiş olmasından kaynaklandığı şeklinde yorumlamışlardı.
9. İngiltere’ye göre Sultan Vahdeddin’in içinde bulunduğu durum ve meydana gelen siyasî gelişmeler onun İstanbul’da kalarak ülkesine hizmet etmeye devam etmesine daha fazla müsait değildi ve artık Türkiye onun için istikbal vaat etmemekteydi.
10. Sultan Vahdeddin 20 Ağustos 1923’te İngiltere Hariciye Nazırı Lord Curzon’a gönderdiği mektupta İstanbul’dan ayrılış nedenini: Anadolu’da zuhur eden isyan komitesine karşı tek başına olarak açtığı ve fakat bilahare maalesef yalnız kaldığı cihadın neticesinde İstanbul’dan, taç ve tahtından uzaklaşmak zorunda kaldığını ifade etmişti.
11. Sultan Vahdeddin 13 Mart 1924 tarihinde Kral George’a gönderdiği mektupta: Bir hayli neden ve zorunlu haller neticesinde saltanat merkezini terk etmeye zorlanmış olduğunu belirtmişti.
12. Mustafa Kemal ve arkadaşları Anadolu’ya saltanat ve hilâfeti kurtarmak için geldiklerini çeşitli nutuklarında dile getirmiş olmalarına rağmen, elde edilen zaferlerle Milli Mücadele’nin artık sonuna gelinmesi üzerine, öncelikle saltanata karşı cephe almaya başlamışlardı. Bir Cumhuriyet idaresi kurmak isteyen Mustafa Kemal, 1 Kasım 1922’de Büyük Millet Meclisi’nde saltanatın ilgası konusunu gündeme getirmişti. Siyasî gelişmelerden zaten son derece rahatsızlık duyan Sultan Vahdeddin de tabiî olarak, saltanatın ilga edilmesi konusunu kendi sonunu hazırlayan değişimlerden birisi olarak değerlendirmişti.
13. General Refet Paşa'nın 19 Ekim’de İstanbul’a geliş biçimi ve Sultan Vahdeddin ile görüşme şekli ve konuşmalarındaki ifade tarzı Vahdeddin’i rahatsız eden ve kendi geleceğinden endişe duymaya sevk eden en önemli gelişmelerden birisi olmuştu. Refet Paşa şehre bir kahraman edası ile ayak basmıştı.
14. Milli Mücadele’nin özellikle son dönemlerine doğru gazetelerin icra ettiği en önemli fonksiyonlardan birisi Sultan Vahdeddin’e karşı yürütülen aleyhte kampanya oldu. İstanbul’da çıkan gazetelerin hemen hemen tamamına yakın bir kısmı ya Anadolu hareketine destek vermişler yahut da İttihatçı bir çizgi izlemişlerdi. Sultan Vahdeddin, özellikle İstanbul gazetelerinde günden güne artan bir dozla aleyhinde çıkan ve kasıtlı bir şekilde yazıldığı aşikâr olan haberlerden son derece rahatsız olmuş, hayatı ve geleceği hakkında ciddi endişelere kapılmıştı. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının gazeteler yolu ile Anadolu’daki güçlerin her an İstanbul’u ele geçirebilecekleri izlenimini vermiş olmaları ve millî hareket aleyhinde çalışan başta Sultan Vahdeddin ve İstanbul Hükümeti olmak üzere herkesten hesap sorulacağı tarzındaki ifadelerin gazetelerde sık sık dile getirilmiş bulunması adeta Sultan Vahdeddin ve Hükümeti aleyhinde bir basın darbesi olmuştu. Ankara merkezli gazeteler sayfa ve sütunlarında bir taraftan Sultan Vahdeddin’i ruhen huzursuz edecek yazı, haber ve tehditlere yer verirken diğer taraftan da onun olumlu da olsa almış olduğu herhangi bir kararı veya müspet olarak atmış olduğu hiç bir adımı zikretmemişler, tamamıyla görmezlikten gelme politikası izlemişlerdi. Milliyetçilerin İstanbul’da idareyi ele almaları halinde Sultan Vahdeddin’i tahtından alaşağı ederek Şehzade Mehmet Selim’i padişah olarak ilan edeceklerini, Büyük Millet Meclisi’nin zamanı ve sırası gelince Sultan Vahdeddin’i yargılayacağını, yaptıklarının hesabının tek tek kendisine sorulacağını yazıp çizmeye başlamışlardı.
15. Sultan Vahdeddin’in, tahttan indirilemese bile en azından, saltanattan mahrum edilerek sadece dinî yetkilerle sınırlı hale getirilip halife olarak bırakılacağı bazı milliyetçi liderlerin konuşmalarında açıkça görülmekteydi.
Sultan Vahdeddin, basında aleyhinde çıkan ve ileride maruz kalacağı durumları alenen dile getiren yazıların ve yine Ali Kemal’in linç edilmesi örneğinde olduğu gibi zaman zaman meydana gelen bazı olayların aslında milliyetçilerin kendisi üzerinde baskı oluşturmaya yönelik türden girişimler olduğunun ve bu tür baskılar vasıtasıyla kendisinin tahttan ayrılmasının hedeflendiğini bilmekteydi. Vahdeddin’in yaklaşımına göre Ankara Hükümeti’nin sözü edilen tarzda bir politika benimsemiş olmasının gerisinde yer alan neden, kendisini doğrudan doğruya tahtan indirmeye cesaretlerinin bulunmamasıydı. Fakat durum böyle olmakla birlikte Sultan Vahdeddin, şartlar kendisini üstlenmiş olduğu sorumluluktan muaf tutmadığı sürece, kendisine olan güveni yok etmemek için tahttan çekilmeyeceğini belirtmişti. Ancak onun bu kararının geçerliliği, kendi tercihinden ziyade, İstanbul’da bulunan İtilaf devletlerinin tavrına bağlı olmuştu.
.
Yıldız Sarayı ve Bahşiş-Rüşvet
Sultan Abdülhamid’in etrafındakilerin ve kendilerine “Saray Takımı” yahut “Kamarilla” denen kimselerin sözü edildiğinde akla gelen ilk şey “güç ve iktidar” olduğu kadar “yolsuzluk ve rüşvet” de olmuştur. “Saray Takımı”nın hemen hepsinin, yaptığı işlerden, aracısı olduğu şeylerden kendi adlarına menfaat sağlamadan iş yapmadığı genel bir itham ve iddia olarak hep söylenip yazılmıştır.
Yıldız Sarayı ile muhatap olan hem yerli hem de yabancı birçok isim Abdülhamid’in yakın çevresinde olan ve ona danışman, karin, kâtip ve hizmetkâr bulunan isimleri “klik” olmak ve Abdülhamid’in adeta altını oymak ve adını kirletmekle suçlamışlardır. Örneğin Theodore Herzl sözü edilen “kamarilla” yahut “Saray Takımı”nı şu ifadelerle tanımlayıp tasvir etmiştir:
“Sultan’ın benim üzerimde bıraktığı intiba onun zayıf, gevşek fakat tamamen iyi bir insan olduğudur. Onun korkunçluğuna da inanmıyorum, sinsiliğine de. Onu daha çok soyguncular ve reziller, soysuzlardan müteşekkil bir çemberin içinde derinden bedbaht bir mahpus gibi görmekteyim. Siyonist hareketin sorumluluğunu taşımamış olsam gidip şimdi bu zavallı mahpusa özgürlüğünü kazandıracak bir makale kaleme alırdım. II. Abdülhamid Han, ülkeyi güvensiz ve mutsuz kılan ahlaksız düzenbazlar gurubunun adıdır… Bu çevredir ki her türlü rezilliği yapmakta ve onun namına yapmış gözükmektedir… Yıldız Sarayı kliği tam bir mücrimler çetesidir. İcra ettikleri her cürümden sonra şuraya buraya dağılıyorlar ve sanki her şey hükümdar adına yapılmış gibi hiç kimse mesul olmuyor.“
Herzl dönemin bürokratik seçkinleri için bu ifadeleri kullanmışken Alman General Von der Goltz Paşa da Abdülhamid’e sözü edilen saray kliğinden bir an evvel kurtulması tavsiyesinde bulunmuştur.
Saray kamarillasına isnadı layık görülen ithamları, söyleyen ve itham edenlerin isim ve kimliği dolayısıyla, bütünü ile asılsız olarak kabul etmek pek de doğru değildir. Hamidiye idaresinde rüşvetin varlığından öte yaygınlığı bizzat söz konusu eylemin içinde olanlar tarafından bireylere veya kamuoyuna yapılan hususi veya umumi açıklamalarla da sübut bulmuştur.
Rüşvet almak ve rüşvetsiz iş yapmamakla suçlanan ve bu noktada adı şöhrete ulaşan Hamidiye dönemi bürokratik mürtekiplerinin/rüşvetçilerinin kendileri dahi zaman zaman rüşvet illetinden şikâyetçi olmuşlardır.
Sultan Abdülhamid’in “hizmetine girme felaketine uğramadan evvel” onun rüşvete göz yumduğunu ve rüşvetçilere hüsn-i zan ile bakıldığını sadece hissetmiş olduklarını belirtenler, Yıldız Sarayı’na dâhil olduktan sonra ise şahsi menfaatlerin devlet hazinesi zararına öne çıkarıldığına çok kere şahit ve muttali bulunduklarını, daha vahim olanı ise Abdülhamid’in de bu duruma sessiz kalıp müsaade ettiğini ifade etmişlerdir.
Hafiye Teşkilatı şeflerinden olan ve 1908 sonrası Avrupa’ya firar eden Ziya Bey Londra’da basına yaptığı umumi açıklamada;
“Sultan’ı veya etrafındakileri bütünüyle suçlamıyorum. Bir anlamda işler böyle yürüyordu ve herkes kendi menfaati çerçevesinde iş görüyordu” demekteydi.
Gerçi Ziya Bey yaptığı açıklamalar noktasında yalnız da değildi. Tüccardan Yazıcızade Hakkı Beyin vekili dava vekillerinden Mehmed Kuddusi de Tanin’de yer alan bir beyanında;
“İddia ediyorum ve edeceğim ki; Bahriye Nazırı Hasan Rami Paşa yalnız bir senelik yağ alımındaki suiistimalleri neticesi 7 bin lira irtikâp ve ihtilas etmiştir. İddia ediyorum ve edeceğim ki; Bahriye Nazırı bu irtikâp için memuriyet vazifesini suiistimal etmiş ve resmi satın almalara fesat karıştırmıştır. İddia ediyorum ve edeceğim ki; Bahriye Nazırı bu irtikap için muazzez bahriye efradının sıhhatlerini ihlal etmiş ve etmekte bulunmuştur.... İşte mahkeme kapısı!” diyerek meydan okumuştu.
Yıldız Sarayı’nda Abdülhamid’in etrafındakilerin yolsuzluk şekli hakkında Arap İzzet Paşanın hususi suretteki beyanı ise;
“A babam. A oğlum. A kardeşim. Kazın ayağı öyle değil. ...için alınan konyağın en pahalısı… ve içilen şampanyanın en fiyatlısı… …Frank’ı geçmez fakat Kilercibaşı’nın defterine şampanyanın 60, konyağın her bir şişesi 120 franktan geçer.” şeklindeydi.
“Yıldız Saray Takımı”nın içlerinde dürüstleri elbette vardı. Ancak büyük çoğunluğu bütün ruhları ve bedenleri ile rüşvet, yolsuzluk ve suiistimal denizinde boğulanlar arasındaydı.
Devletin kendisini askeri anlamda yeniden teçhiz etme çabası neticesi özellikle Alman mamulü top, tüfek ve savaş teçhizatının satın alınması konusunda oluşturulan resmi komisyonların raporları sivil yahut askeri bürokratlarca çok kolay bir surette değiştirilebilirdi.
Böyle bir halin yaşanmasında “bahşiş”, “hediye” ve “komisyon” alma-vermelerin tabii ki büyük yeri ve etkisi vardı. Esasen bu durum yeni bir şey de değildi ve bahşiş, Hamidiye devri öncesi ve sonrasında da yaygın bir surette mevcudiyetini muhafaza etmiş ve edecekti.
Sultan Abdülhamid devrinde yolsuzluk ve rüşvetle suçlanan saray çevresi ve bazı nazır ve paşalar içinde bulundukları rüşvet beliyyesi dolayısıyla Abdülhamid sonrasında maruz kaldıkları cezai işlemlerden yine rüşvet vermek suretiyle sıyrılmaya çalışmışlardı.
İrtikâplarından dolayı İttihatçıların elinden kurtulabilmek için İttihatçılara binlerce liralık rüşvet teklifte bulunan mürtekiplerin bir kısmının rüşvet teklifleri, ne gariptir ki, adalet umdesi ile iktidarı ele geçirmiş olan İttihatçılarca, miktarı az bulunduğu için, reddedilmişti. İktidara gelmeden önce hürriyetten dem vuran ancak iktidara geçince hürriyetsizlik oluşturan İttihatçılara yapılmış olan bu anlamdaki yüklü rüşvet tekliflerinden mesela birisi, 16 Ağustos tarihli Servet-i Fünun dergisinde “Çirkin Rüşvet Teklifi” başlığıyla kamuoyu ile paylaşılmıştı.
Hürriyete kavuşmak rüşvet teklifinde bulunanlar sadece mürtekipler değildi. Affına vesile olmak ve kendilerine hürriyet bahşetmek üzere, devlete değil de, İttihat ve Terakki Cemiyeti kesesine 100 bin lira bağış yapması için İttihatçılar da bazı paşalara çağırıda bulunuşlardı.
Ancak bu çağrılar rüşvet ile yükünü tutmuş ve kendisini emniyete almış isimlerce kabul görmemiş ve kibarca reddedilmişti.
Genel anlamda bakıldığında son dönem Osmanlı idaresinde yaygın bir surette cari olan rüşvetin mevcudiyet ve belirleyiciliği sadece Osmanlı bürokrasi ve bürokratlarına münhasır bir durum da değildi. “Rüşvet”; “komisyon”, “yüzde” yahut “bahşiş” denilen yetki ve makamının imkânları ve gücünü suiistimal etme unsurunun birçok devlet bürokrasisinde müntesipleri vardı. Diğer taraftan pazar bulma ve o piyasaya egemen olma arayış ve rekabeti içerisinde olan silah şirketlerinin geniş yetkili temsilcilerinin, satın alma komisyonu üyelerine veya son onay merciinde bulunanlara reddedilemeyecek yüzdeler veya diğer finansal sıkıntıların giderilmesi adına gayet cazip tekliflerde bulunmaları, silahlanma sözleşmelerine, resmi olanın yanında bir de kayıt dışı olarak, pazarlama payı ilave etmelerini gerektirmişti. Söz konusu silah şirketlerinin temsilcileri bir yönüyle bu türden ilave ödemeler yapmaya bir yönü ile de mecbur bir haldeydi. Zira bahşiş, Osmanlı özelinde, o tarihlerde, iş yapmanın neredeyse ortak bir özellik ve paydası haline gelmişti. Ticaretin her alanına girmiş, geçerlilik kazanmış ve sistematik bir yapıya bürünmüştü. Rüşvet, yanlışlıkla ya da kendisine ara sıra başvurulan bir çözüm vasıtası da değildi. Öyle ki; Deutsche Bank'ın yönetim kurulu üyeliğinde bulunan Arthur von Gwinner’in ifadesine göre Bağdat Demiryolu imtiyazının elde edilebilmesi için 120.000 sterlin bahşiş dağıtılmak zorunda kalınmıştı. Yine Gwinner’in belirttiğine göre;
“Türkiye ile iş yapmak zorunda olanların gayet iyi bir surette bildikleri üzere, Sultan’ın bürokratlarına ve nazırlarına bahşiş dağıtmadan, ‘Hazine’ adına dahi olsa altın yüklü bir eşeğin, İstanbul'dan geçirilebilmesinin imkânı yoktu.”
.
Kürt çocukları ne zamandan beri dadılar elinde büyüdü?
Ünlü tarihçi İlber Ortaylı, Sultan Abdülhamid'in kurduğu istihbarat teşkilatının başında bulunan ismin Arap lakabıyla tanınan bir Kürt paşa olduğunu ifade etti. SuperHaber yazarı Prof. Dr. M. Metin Hülagü, yazdığı yazısında bu konuya açıklık getirdi.
Sultan Abdülhamid’in etrafındaki en önemli isimlerinden birisi de hiç şüphesiz ki Arap İzzet Paşadır.
Tam adı Ahmet İzzet el-Âbid’dir. Fakat bugünkü anlamda bir soy isim bulunmadığı, insanların baba ve dedelerine nispetle anıldığı bir zamanda yaşadığı için belgelerde geçen biçimi ile İzzet Paşanın şecereli adı Ahmet İzzet bin Muhyiddin Ebu’l-Havl bin Ömer bin Abdilkadir’dir.
Arap isim yazım geleneği bir tarafa bırakılacak olursa o, Türk idare ve siyaset tarihinde kısaca Arap İzzet Paşa şeklinde tanınmış ve surette meşhur olmuştur. Ama zaman zaman en meşhur tarihçiler tarafından bile Mareşal Ahmet İzzet Furgaç (1864-1937) Paşa ile karıştırılmaktan kurtulamamıştır.
Kaynaklarda isminin, az da olsa, Şamlı İzzet, Arap İzzet ve Kambur İzzet, İzzet Holo veya İzzet el-Âbid şeklinde geçtiği de görülür.
İsminin başındaki “Arap” sıfatı kökeni itibarı ile Arap olmasından, “Şamlı” nispeti ise Suriyeli bulunmasından kaynaklanmıştır.
İzzet Paşanın babası, kısaca Holo Paşa diye anılmış olan Muhyiddin Ebi’l-Havl, annesi ise kabri İstanbul’da Yahya Efendi Dergâhı haziresinde bulunan Fatıma Hanımdır.
İzzet Paşa, Holo Paşanın ikinci sırada doğan erkek evladıdır. Müslüman bir ailenin Müslüman bir çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Dolayısıyla kimilerinin dediği gibi o ne bir piçti ne de baldırı çıplak bir sefih.
İzzet Paşa her şeyden önce şehir çocuğuydu. Şehirde doğmuştu. Ailesi Şam eşrafındandı. Dolayısıyla seçkin bir aileye mensuptu. Ailesi ayrıca son derece zengindi. Paşa zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti.
Kürt çocukları ne zamandan beri dadılar elinde büyümüştür bilinmez ama İzzet Paşa dadılar elinde büyümüştü. O günlere dair oldukça ilginç hatıraları dahi vardı. Keşke Kürt çocukları da dadılar elinde büyüselerdi. Keşke bütün Kürtler, Türkler, herkes hep müreffeh bir hayat sürselerdi.
İzzet Paşa, hiç abartısız, muhteşem bir zekâya sahipti.
Sultan Abdülhamid ve İzzet Paşayı eleştirenlerinin galiba aynı fikirde oldukları tek bir husus vardı: İzzet’in zekâsı.
Şüphesiz ki o, sadece dostları tarafından değil, muarız ve muhalifleri tarafında da Yıldız Sarayı’nın “en zeki ve en dahi” üyesi olarak tanındı. Onun “inanılmaz derecede üretken bir beynin sahibi” olduğu inancı herkesçe kabul edildi. İngiliz diplomat Harry Lamb’e göre “İzzet’in Abdülhamid idaresinde süratle yükselişindeki temel sır, aşikâr bir surette onun zekâ ve akıllılığında gizliydi.” Times Gazetesi ise İzzet’i “son derece kurnaz bir adam” olarak tanımlamıştı. İzzet’i ve ailesini yakından tanıyan fakat aynı zamanda kendisinden pek fazla hoşnut kalmayan, Şamlı, fanatik bir Arap kavmiyetçisi Muhammed Kürt Ali dahi ondan bahsederken; “Nadir bir zekâ ve engin bir çözüm sahibiydi” diyerek söz etmek zorunda kalmıştı.
İzzet, zekâsı ve komplimanları sayesinde Yıldız Sarayı’nda kendisine en tepede yer edindi. Kurnazlığı, entrikaları ve insanları iyi tanıması ve işlerin nasıl yürütüleceğine dair bilgisi sayesinde rakiplerini alt ederek 1908 yılına kadar Abdülhamid’in yanı başında onun sağ kolu olarak kalmayı başarabildi.
Bazı kaynaklar, yazarlar yahut taraftarlar dün ve bugün, İzzet Paşanın milliyeti konusunda farklı beyan ve iddialardadırlar. İzzet Paşa bazılarına göre Arap, bir rivayete göre Türk ve bazı iddialar göre ise Kürt asıllıdır.
Yine bazılarınca beyan edilenin aksine o; “kanında Araplıktan Kürtlüğe, Çerkezlikten Türklüğe kadar imparatorluğun hemen her unsurunun özelliklerini taşıyordu.” şeklindeki tanımın da bütünüyle kapsamı dışındaydı.
İzzet Paşa ve soyuna dair yapılan tanıtımlar ve söylenen sözler adeta meçhulü el yordamı ile keşfetme kabilindendir. Dolayısıyla da hemen hepsi yanlış ve çalakalem şeklindeki şeylerdir. Bir kısmı ise oldukça seviyesizcedir. İzzet Paşanın sahip olduğu siyasi güç ve kuvveti hazmedemeyen yahut ondan bir şekilde zarar görmüş bulunan yahut ondan umduğuna nail olamamış olan bazı isimler ve kesimler onu rencide edici bir yola başvurmak suretiyle onu hiçleştirmeye çalışmışlardır. O bir “piçti” veya “bed-tıynet Holo namında Şam’da aslı meçhul bir herifin sulbundan gelmiş” gibi kendi içinde çelişkili ve son derece basit, seviyesiz ve düzeysiz bir ifade tarzı ile bazı muhalifleri ondan intikam alma çabası içerisinde girmişlerdi. İzzet Paşa aleyhindeki bu ve benzeri yaklaşımlar bütünüyle cehalet yahut husumete dayalı bir düşüncenin eseri olup onun soyu sopu ve kökenine dair verilen bilgiler ile yakından ve uzaktan hiç bir alakası olmayan safsata türü şeylerdi.
Onun isminin başına konan “Arap” sıfatının kökleşip derinleşmesi ise İttihatçıların kendisine duydukları husumetinin bir neticesiydi.
El-Âbid ailesinin köken ve milliyetinin ne olduğu konusunu ele alan veya bu aileye dair bilgi veren arşiv vesikaları ve yayımlanmış akademik çalışmaların hemen hepsi onun Arap asıllı olduğu fikrinde hemfikirdi.
El-Âbid soyu İslam öncesi Arabistan’ında bir aşiret boyu olarak mevcut olmuştu. Nihayeti itibariyle Mevali denen Müşrife Araplarına dayandığı birçok araştırmacının mutabık olduğu bir husustu.
Âbid aşireti tarihi kaynaklarda belirtildiğine göre Halife Harun Reşid’e akraba bulunmaktaydı. Onun en yaman muhalif ve muarızı, Ebulhüda es-Sayyadi’nin (İzzet Paşanın ifadesi ile Ebuddalal’in) de paylaştığı kabul ve beyana göre ise El-Âbid ailesinin kökeni Hicaz’daki Hazreti Muhammed’in de bağlı bulunduğu Kureyş kabilesine mensup Adnan oğullarından Bekir bin Vâil’e dayanmaktaydı. Dolayısıyla El-Âbidler sahabeden İbn Abbas’a kadar uzanan en büyük şecere kollarından biriydi.
Ne gariptir ki İzzet Paşa gibi bir şahsiyetin adı, sanı, saraya hangi tarihte girdiği yahut hangi tarihte ve nasıl ayrıldığı doğru dürüst bilinmezken milliyetinin Kürt olduğu şeklindeki açıklamalar, kişinin milliyetinin ne olduğunun hiç bir önemi olmasa da, gayet düşündürücüdür. Hele bunu açıklayanlar yetkin ağızlar ve isimlerse bu daha da düşündürücüdür.
Unutmamak gerekir ki, dirilerle her neyse de, ölülerle helalleşmek gayet zordur
.
İmparator William’ın Sultan Abdülhamid’e duası
Önceki zamanlarda İstanbul’un güzelliğini kıskanarak ona zarar vermek üzere bir dizi afetler vuku bulmuştu. O güzelim konakları ve köşkleri kül eden yangınlar, şehri bütünüyle silkeleyip harap eden depremler ve sakinlerine eman vermeyen kolera, veba ve tifüs türünden salgın hastalıklar söz konusu afet ve musibetlerden sadece bazıları olmuştu.
İstanbul’da 31 Mart 1901’de, daha evvelce çok daha beterleri yaşanmış olan yeni bir deprem gerçekleşmişti.
Depremin olduğu sırada Sultan Abdülhamid ve önde gelen devlet erkânı, töreni seyretme merakında olan ve dolayısıyla ellerinde davet edildiklerini gösterir davetiyeleri bulunan yabancı diplomatlar ile Dolmabahçe Sarayı’nda Bayram Muayedesi için toplanmış bir haldelerdi.
Sadrazam, nazırlar ve diğer devlet ricali el pençe divan bir halde, azami derecede bir sükûn hali ve saygı içerisinde ve belli bir mesafe aralığında, bayramını tebrik maksadıyla Abdülhamid’i selamlayıp edeple önünden geçmekteydiler.
O sırada Saray Bandosu bir biri ardınca neşeli parçalar çalmaktaydı. Bayram havası sadece yüreklere değil, hınca hınç dolu o koskoca koca salonun her tarafına bütünüyle sinmiş ve duvarlarına dahi nüfuz etmişti.
Fakat üst balkonda bulunan ve yukarıdan bakarak aşağıdaki bayramlaşmayı bütün detay ve teferruatı ile izlemekte olan katılımcılar, özellikle de yabancı misafirler ve diplomatlar arasında olmaması gereken bir hareketlilik yaşanmaya başlanmıştı. Bunların büyük bir kısmının panik halinde kendilerini dışarıya atmaya çalıştıkları görülmekteydi. Bütün letafeti ile çalan Saray Bando Takımı da susmuş, neşeli parçalar daha fazla duyulmaz olmuştu. Müzisyenler de açılan kapıdan yahut kırılan camlardan can havli ile fırlayıp dışarıya doğru kaçmaya başlamışlardı.
Kısa bir süre önce bütün sessizliğin, nizam, huşu ve ihtişamın hâkim olduğu salonda artık tümüyle, korku, endişe ve kulakları tırmalayan bir uğultu, çığlık, kargaşa ve intizamsızlık vardı.
Sultan Abdülhamid de ister istemez oturduğu muayede tahtından kalkmış ve gayri tabii olarak ileriye doğru birkaç adım atmıştı. Öyle anlaşılıyordu ki o da Muayede Salonu’nu terk etmek istiyordu. Ancak hemen kendisini toparlamış, zihnini ve duygularını kontrol altına almış ve hadiseyi büyük bir sükûnet ile karşılamaya yönelmişti. Kısa bir süre sonra da tekrar makamına geçmiş, oturmuş ve bayramlaşma töreninin devam etmesini emretmişti.
Deprem sırasında Abdülhamid’in sergilemiş olduğu tavır birçok kimse tarafından bir erdem ve cesaret örneği olarak görülüp değerlendirilmişti. Gerçi depremin gerçekleştiği ilk anlarda biraz korku duymuş, hatta yüzü soluklaşmış ve oturduğu tahtın kenarlarını elleri ile biraz da paniklemiş bir halde sıkıca tutmuşsa da, şokun nedenini öğrenir öğrenmez, kendisini inatçı bir kahraman haline getirebilmeyi de başarabilmişti.
İstanbul’da bulunan Amerikan Elçiliği Sekreteri Lloyd C. Griscom da töreni yakından izlemek ve gözlemlerde bulunmak üzere Bayram Muayedesine katılan yabancı diplomatlardan biri olmuştu.
Griscom, töreni izlemek üzere üst katta diplomatlar için ayırılmış olan localardan birine oturmuş ve yukarıdan aşağıya herkesi ve her şeyi olduğu gibi görebilmişti.
Griscom’un belirttiğine göre deprem sırasında salonda, en üst devlet ricali ve yabancı izleyicilerden oluşan, toplamda 3.000 kişi yer almıştı.
Depremin başlaması ile birlikte katılımcı ve izleyiciler arasında panik havası oluşmaya başlamıştı. Depremin gerçekleşmesi ise törene katılanların tam da Abdülhamid’e bağlılık ve sadakatlerini arz ettikleri sırada, saat sabah 09.00 sularında vuku bulmuştu. Şok anında salonda yer alan süs eşyaları ve duvarlarda asılı daha başkaca şeyler yerinden çıkmış, düşüp kırılmış ve duyulan korkunun şiddetinin daha da artmasına neden olmuştu. Yaşanan panik ve duyulan korku neticesi herkes tabii olarak kapdan yahut camları kırılan pencerelerden dışarı kaçmaya çalışmıştı.
Herkesin kaçmaya çalıştığı bir sırada kapı ve pencere ağızlarında oluşan izdihamın neden olabileceği muhtemel tehlikeleri sezen Abdülhamid, oturduğu yerden derhal ayağa kalkmış, biraz ilerleye doğru çıkmış ve panik halindeki devlet ricaline yerlerinde kalmaları emrini vermişti. Daha sonra da ulemadan birine özel deprem duası olarak bilinen duayı okumasını rica etmişti. Abdülhamid’in emrine anında itaat edilmiş ve salonda bulunanların hiç birisi dışarı çıkmaya teşebbüs etmemişti.
Abdülhamid’in söz konusu deprem sırasındaki tavrını sayfalarına taşıyan The New York Times, anlatılanların doğruluğunun teyit olunduğunu belirttikten sonra; “öyle gözüküyor ki Abdülhamid kaderine rıza göstermiş ve yaşananları tevekkülle karşılamıştı” diye yorumda bulunmuştu.
Sultan Abdülhamid’in Kızı Ayşe Osmanoğlu da tanık olduğu o anı hatıralarında:
"Cümlemiz ellerimizi açarak Cenab-ı Hakk’a dua edip sığındık. Akıllarımızı başlarımıza topladık. Bize gayret gelmişti. O zaman ‘Aman, Efendimize ne oldu?’ diye pencerelere koştuk. Bakmaya başladık. Salon karmakarışık olmuştu. Hiç kimse yerinde değildi. Babam, yalnız başına, tahtının önünde kılıcına dayanmış, ayakta duruyor, Ezan-ı Muhammedi’yi dinliyordu. Yavaş yavaş herkes sükûnete geldi. Paşalar, beyler yerlerini almaya başladılar. Babam, metanetle tahtına oturdu. ‘- Muayede başlasın!’ emrini verdi. Muzıka çalmaya başladı. Muayede devam etti. Babamı böyle görünce hepimiz sevinçle birbirimizi tebrik ettik, geçmiş olsun dedik. Sonradan işittiğimize göre kırılan camdan birçok kimse kendilerini dışarı atmış. Avizelerin düşen parçasının 700 kilo ağırlığında olduğunu söylediler.”
şeklinde tasvir etmiştir.
Kansas City Daily Journal ise depremin gerçekleşmesinden çokça zaman evvel okuyucularına tanıttığı Abdülhamid ile ilgili sayfalarında şu ifadelere yer vermişti:
“Günümüzde Abdülhamid’i şüphe uyandırıcı bir korkak olarak kabul etmek modadır. Korkaklık Osmanlı Hanedanı’nın hiçbir zaman vasfı olmamıştır. Hanedan’ın her bir ferdi kalıtsal olarak cesaret yüklüdür. Abdülhamid, hanedan kuşağına ait olduğunu göstermek için gerekli olan cesaret kanıtını -93 Harbi sırası ve sonrasında- yeterince sergilemiştir.
Sultan Abdülhamid’in deprem sırasındaki cesaret ve metanetine hayran olan ve kendisini imrenerek kutlayan çağdaşı bir isim daha vardı: Alman İmparatoru William.
İstanbul gazeteleri depremin hemen ardından İmparator William’ın Sultan Abdülhamid’e göndermiş olduğu ‘geçmiş olsun telgrafı’ metnini yayınlamışlardı. Söz konusu telgrafın Türkçe metni şöyleydi:
“İçeride Bayramlaşma töreni esnasında Majestelerinin büyük bir tehlikeye maruz kaldığını ve Tanrı'nın Majestelerinin değerli hayatını nasıl açıkça koruduğunu derin bir heyecan ile yeni öğrendim.
Tehlikeden kurtulması dolayısıyla Majestelerine en içten tebriklerimi sunarken, ayrıca tehlike sırasında sergilediği tutum ve törende bulunan yabancılara cesaret örneği olması yönüyle de Majestelerine olan hayranlığımı gizleyemiyorum.
Majestelerini merhametinde muhafaza etmesi ve kutsal emanetinde tutması için Tanrı’ya dua ediyorum.”
.
Barış Pınarı Bütün Hulusi ile Akar Güneye
Gazanız mübarek olsun aslanlar. Tek birinizin dahi parmağına taş değmez inşallah.
İnanıyorum ki salimen gittiğiniz gibi ileri, muzaffer olarak da döneceksiniz geri. Zira “Onlar mutlaka zafere ulaşacaklardır. Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir.” buyuruyor Zülcelal Hazretleri.[1] Zira bütün hulusi ile akar güneye Barış Pınarı...
Birkaç günden beri Türk ordusu dosta gurur ve sürur, düşmana keder ve korku salmaktadır.
Fakat ne kadar da az dostumuz varmış. Meğer bütün dünya bize asırlardan beri düşmanmış. Dost diye bildiğimiz bazı hususi isimler de onlara kanmış. Gizli husumetlerini bu vesile ile kusma gereği arzulamış.
Varsın olsun. Zira “Sabah yakındır.” buyuruyor Zülcelal.[2]
Bu harekât vesilesi ile bazı hususlar dikkatimi celp etti:
Öncelikle harekâta verilen isim hakikaten bilinçli bir tercihin eseri. Çünkü harekâtın yapıldığı sahada bol miktarda “Pınar” var.
Mürşitpınar, Aynularap (yani Arap Pınarı), Ceylanpınar, Ra’sulayn (yani Başpınar), Ayn İsa (yani İsa Pınar).
Bu pınarlar, işin ilginç tarafı, sınır boyunca bir şerit halinde dizilmiş haldeler. Bir kısmı bizim tarafta, bir kısmı ise öteki tarafta. Türkiye’den akan Barış Pınarı bu birbirinden ayrı pınarları bir birine ulayıp bağlayacak inşallah.
Daha aşağıda ve içeride ise Fırat nehri var malum. Onun da biraz ötesinde Dicle.
Harekâtı yöneten komutanın adı ve soyadı da önemli bu noktada. En az Barış Pınarı ismi ve amacı kadar ilginç: Hulusi Akar.
Hulusi; samimi, candan, hâlis ve içi temiz olan demek. Bu isim Barış Pınarı’nın ilk kelimesine anlamı itibariyle denk gelmekte. Akar kelimesi ise “Pınar” kelimesine muadili gibi.
Hulusi Akar ismini oluşturan kelimelerin ilki Arapça, ikincisi ise Türkçe. Bu da hoş bir tevafuk.
Bugün Barış Pınarı harekâtının gerçekleştirildiği yerlerle söz konusu pınarlar ve tepeler bir zamanlar Osmanlı idaresindeydi. Birinci Dünya Savaşı sonrası İngiliz ve Fransız kalemiyle bugünkü haritası çizildi. Ortasından sınır geçirilerek Pınarlar ikiye ayrıldı. O güne kadar aynı pınardan su içen insanlar parçalandı. Bir kısmı bizim tarafta diğer bir kısmı ise öteki tarafta kaldı. Barış Pınarı olmaktan çıkan o pınarlardan birlikte su içilmesi de sona erdi. Önce Kral Faysal o topraklarla meşgul oldu. Sonrasında ise Suriye’ye Fransa hâkim oldu. Suriye Fransız mandası oldu. Kamışlı ve Ra’sulayn (Resülayn değil) gibi yerlerde Fransa adına tezahüratlar tertiplendi. Yalakalıklar sergilendi. Bugünlerde Macron’un Barış Pınar’ından derin bir rahatsızlık duyması herhalde o yüzden.
Türk-Fransız uzlaşısı gereği ve çizilen sınır hatları icabı, Suriye dâhilinde kalan ve o tarihlerde birer köy olan Ra’sulayn ve Belan gibi yerlere ait elimizdeki tapu-kadastro kayıtlarının Fransızlara verilip verilmeyeceği konusunda o günlerde müzakereler gerçekleştirildi.
Kabul edilen sınır hattının seyri gereği adına “Pınar” denen veya “Tepe/Kale” diye anılan köyler ve sakinleri birbirinden bıçakla kesilmiş gibi ayırılıp parçalandı. Mürşitpınar ikiye bölünen o köylerden biri oldu. Bu pınarın bizde kalan kısmına Mürşitpınar dendi. Aynı pınarın öteki tarafta kalan kısmı ise Aynularap (Arap Pınarı) diye isimlendirildi.
Sınırda bir başka pınar daha ikiye taksim olundu. Bizde kalan kısmı Ceylanpınar oldu. Karşı tarafta kalan kısmına ise Ra’sulayn (Arap Pınarı) dendi.
Pınarları bölenler tepeleri bölmezler miydi hiç!
Bir köyün bizde kalan kısmı “Akçakale” diye anılırken aynı köyün Suriye tarafında bırakılan kısmı da yine aynı isimle fakat Arapça olarak zikredildi ve Tel Abyad yani Akçakale diye bilindi.
Sömürgeci devletlerin insafı olsa olsa ancak bu kadar olabilirdi. Köyler, pınarlar, tepe ve kaleler parçalandı. Aynı şecereden olan insanların bir kısmı Türkiye’de diğer bir kısmı ise yürekleri parçalanır bir surette Suriye’de bırakıldı. Yıllarca öyle kaldılar. Öyle yaşadılar. Hasret, özlem ve çaresizlik içerisinde hayat sürdüler ve hasretle öldüler.
Barış Pınarı ile bu hasret inşallah bitiyor. Pınarlardan yeniden barış akacak ve tepeler ile kalelerden barış havaları yükselecek gözüküyor. Belki de en önemlisi Sykes-Picot’un çizdiği sınırları Türk askeri beğenmeyip yeniden çiziyor. Emperyalizmin Ortadoğu’daki bir asırlık askeri ve siyasi mevcudiyeti kısmen de olsa ciddi bir çizik yiyor. Bu durum görülüp idrak edildiği içindir ki bütün Avrupa Türk askeri harekâtına karşı çıkıyor. Ancak hiçbirisi sahaya inip de itiraz etme cesareti sergileyemiyor. Zira can tatlı, hasım pusatlı. Dolayısıyla işler vesayet ile yürütülüyor. Vesayet savaşları veriliyor. Bunun için onlarca, yüzlerce tır dolusu silah ve cephane gönderiliyor teröristlere.
Düne kadar düşman olduğunu bilmemize rağmen kendilerine dost demekte ısrar ettiğimiz, fakat artık bu sureta dostların isimlerini gizlemeyip düşmanlıklarını ve düşman olduklarını alenen ifadeden kaçınmadığımız Batılı ülkeler uzaktan uzağa bizi tehdit ediyorlar. Güya Nato’da müttefikimiz olan ve esasen bize destek vermeleri gereken bu ülkelerin her biri, olması gerekenin tam aksine, bizi frenlemeye, durdurmaya çalışıyor. Hatta karşı duruyorlar.
Teröristi alenen silahlandırıyorlar. Onlar da sivilleri bombalıyor. Bizi ise ambargo koyup çaresiz kılmak istiyorlar. Barış Pınarı akmasın, ebediyen kurusun arzuluyorlar. Ama heyhat!
Düne kadar bir Fırat vardı bölgede, bir de Dicle akardı. Artık güneyde akan bir başka pınar daha var. Hem de gürül gürül akan bir pınar: Barış Pınarı.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
[1] Sâffât Sûresi, 172 ve173. ayetler.
[2] Hud Suresi, 81. ayet.
.
Bir İstanbul depremi hikâyesi
Son yaşanan İstanbul depremi, trajik İstanbul tarihini olduğu kadar deprem bilimindeki komik halimizi de gözler önüne sermiş bulunmaktadır.
Memleketin güzide deprem bilimcilerinin her biri kendisine özgü bir üslupla konuştu. Ortak noktaları ise hiçbir konuda ittifak edememeleri oldu. Deprem olacaktı ama zamanı belli değildi. Ama çok yakındı. Şiddeti konusunda da farklı beyanlar vardı. Düşük sarsıntılı da olabilirdi oldukça şiddetli de. Hemen de olabilirdi, sonra da. Belki bir yıl sonra, belki de bin yıl sonra. Ama olacaktı ve korkmak lazımdı. Beklenen deprem için en çok kullanılan kelimeler ise olasılık belirten ve kesinlik arz etmeyen cinstendi.
Açıklamalar korku salmaktan başka hiçbir işe yaramaz türden şeyler. Kendi aralarında varılmış bir uzlaşmadan yoksun ferdi beyanlar…
Deprem bilimcilerin İstanbul gibi bir şehrin ve dolayısıyla Türkiye’nin ve hatta Balkanlar ve Ortadoğu’nun kaderi ile yakından alakalı olan vahim bir tehlike konusunda neden her biri tek başına ve farklı tarzda konuşurlar anlamak hakikaten zor. Bir araya gelip ortak bir açıklama yapma gereği neden duymazlar garip. Sanki her birinin kendisini öne çıkarmak gibi bir tavrı var. Biri depremin olması yakındır derken diğeri endişeye mahal yok. Daha zaman var, diyebilmekte…
İsterseniz bu traji-komik durumu bir tarafa bırakıp geçmişte İstanbul’da yaşanan bir depremin trajik hikâyesine bakalım.
Tarih 10 Temmuz 1894. Günlerden Salı.
Sultan II. Abdülhamid dönemi İstanbul’unda oldukça yıkıcı bir deprem gerçekleşir. Meydana gelen deprem öğle üzeri bir saatte, 12:24’te vuku bulur. Merkez üssü Yeşilköy'e 8 km uzaklıkta Marmara açıkları olan deprem, güneyden kuzeye doğru üç şiddetli sarsıntı halinde hissedilir.
Etki alanı birkaç 400 kilometreyi bulan ve bugünkü araştırmalara göre şiddeti 9 olarak tespit edilmiş bulunan ve 10-12 saniye süren bu deprem neticesinde yüzlerce insan ölür, binlercesi de yaralanır. Evler, camiler, kilise ve sinagoglar ve kurumsal binalar kısmen yahut bütünüyle yıkılır. Kapalı Çarşı ve Harbiye Nezareti binası kısmen yıkılanlardan sadece ikisi olur. Sirkeci İstasyon binası hasar görür. Gazanfer Ağa Medresesi ağır darbe alır. Saraçhane'deki bir başka medrese, Balat'taki Yahudi Okulu ve Bakırköy'deki Nerşabuhyan Ermeni Okulu bütünüyle yerle bir olur. Reuters haber ajansı mevcut durumun vahametini; “şehirde depremin yıkıcı etkisinin görülmediği cadde yoktur” diye duyurur. Durum o kadar kötüdür.
Osmanlı Hükümeti’nin tespitine göre depremde 10,000 bina zarar görmüştür. Hükümet tarafından yaralı ve ölü sayısı yüzlü rakamlarla ifade edilmişe de gerçek rakam binlerce insanın öldüğü yolundadır. Depremin vermiş olduğu maddi zarar ise 5.000.000 Sterlin (25.000.000 Dolar) olarak hesap edilir.
Sarsıntıdan dehşete kapılanlar, pencerelerden fırlayarak, kendilerini açık alanlara atarlar. Sultan Abdülhamid’in bile sarayın birinci katından bahçeye atladığı yollu rivayetler kulaktan kulağa yayılır. Şehrin ana meydanları, park ve bahçeleri hatta mezarlıklar bile insanlarla dolup taşar. Artçı şoklar nedeni ile korku ve endişeden kurtulamayan halk şehrin açık alanlarına kurulan çadırlara sığınır. Yıldız Sarayı bahçesinde yeni bir deprem olabileceği endişesindeki insanların gecelemesi için Sultan Abdülhamid’in emri ile çadırlar dikilir. Depremin olduğu günlerde ziyaret için İstanbul’da bulunan Mısır Hıdivi’nin özel yatı da evsiz barksız insanların geceyi geçirip sabahlamalarına mekân olur. Bu arada Hükümet halkı teskin etmek için İstanbul basınının kulağını çekmek ve acı verip yürekleri hoplatan dilini sansürlemek zorunda kalır. Yabancı basını engellemek ise pek mümkün olmaz.
Deprem günün en popüler konuları arasında yer alır. Yabancı basında, son bilimsel deprem teorileri ışığında sismik sarsıntıların nedenleri tartışılır. New York Times; “Muhtemelen yerin derinliklerinde korkunç bir kasılma oldu.” diye yazar. Fransız gazetesi La Croix ise İstanbul'daki depremin; “Volkanik faaliyetlerin yeryüzünde değişimlere neden olduğu” teorisini haklı çıkardığını ifade eder. Fransız bilim adamı Albert Auguste de Lapparent’e atıfta bulunan Katolik Gazetesi ise depremin; “Balkan Yarımadası’nın denize tam olarak çöküşünün bir işareti olabileceğini” yazar. Bu arada, bazı dergiler depremin asıl sebebinin Marmara Denizi altında yeni bir volkanın doğuşu olduğundan dem vurur.
Devrin deprem bilimcileri ve gazeteleri ne söyleyip ne yazarsa yazsınlar, yaşanan depremin oluş nedeni ve izah şekli halkın ekseriyetinin nazarında bilimsel bir yaklaşımla ele alınmaktan ziyade geleneksel algılara dayalı kalır. Netice itibariyle halk, Halide Edip’in tespitiyle, birkaç ay boyunca dini bağlılık ve dini emirlerin yerine getirilmesi noktasında daha dindarane bir tavır sergiler. Ancak bu tavır ve psikoloji İstanbul’da muayyen bir dini sınıfa mahsus olmayıp toplumun hemen her kesimi ile yakından alakalı olur. Çok uluslu ve çok dinli Osmanlı İmparatorluğu’nun oldukça renkli başkentinde, tüm dini topluluklar arasında benzer davranışlar sergilenir ve dine iltica ile sükûnete erme arayışı gözlemlenir. Basının sayfalarında haber konusu ettiğine bakılacak olursa, deprem sonrasında Ermeni cemaati mensupları sadece dua etmekle kalmaz. Felaha ermek üzere kurbanlar da adar. Katolik Fransız gazetesi La Croix’in İstanbul muhabirinin verdiği bilgiye göre ise; “örtülere bürünmüş bir Rum kadını, elinde tuttuğu haç ve bakire Meryem’in resmiyle sokakta yürürken, bir taraftan gözleri ile göklerdeki cenneti arar, diğer taraftan ise hıçkırıklara boğulmaktan kendisini kurtaramaz bir haldedir.”
Anlaşılan o ki, kriz anında ve dönemlerinde pek çok insan bilimsel açıklamaları aramaya eğilimli olmaz. İnsanoğlu, içinde bulunduğu acziyetin bir neticesi ve yansıması olarak, kendisini yaratan o yüce varlığa yalvarma ve benimsediği inanca daha fazla sığınma lüzumunu her zamankinden çok daha fazla hisseder.
Kâbe örtüsü, Yavuz ve heba olan miras
Örtü deyip geçmemek lazım. O, hakikaten taşa dahi, en az insana yakıştığı kadar, yakışabilmektedir. Örtü, aslen zaten güzel olan insana sağladığı ilave güzellik kadar taşa da ilave bir güzellik sağlayabilmektedir.
Örtü bazen de, Mehmet Akif’in; Hayâ sıyrılmış inmiş, öyle yüzsüzlük ki her yerde / Ne çirkin yüzleri örtermiş, meğer o incecik perde ifadesinde hakiki anlamını bulan iğrenilesi çirkinlikleri gizlemekte, tiksindirici iğrençlikleri örtmektedir.
Taşa örtü giydirmenin, taş bir yapıyı örtüye büründürmenin dünyadaki ilk, tek ve son örneği galiba Kâbe’dir. Sırmalarla süslü siyah renkli kisvesi kendisine gerçekten çok da güzel yakışmaktadır. Ve dolayısıyla siyah rengin ne denli asil ve ne derece vakur bir renk olduğu da bu vesile ile tezahür etmektedir.
Kâbe örtüsünün ilk defa ne zaman ve kimin tarafından icat edildiği ve Kâbe’nin ne vakitten beri kumaş ile örtüldüğü konusunda kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak böyle bir âdetin oldukça kadim zamanlardan beri devam ettiği de muhakkaktır.
Bu konuda bilemediğimiz bir başka husus ise, her ne kadar İslam öncesi dönemlerde Arap kabileleri Kâbe’yi örtmeyi bir görev, şeref ve fazilet olarak görmüşlerse de, Kâbe’yi kumaş ile örtmenin, ona bir kisve giydirmenin belli bir anlamı olup olmadığıdır.
Hazreti Peygamberin de üç defa örttüğü belirtilen Kâbe’nin, Emevi, Abbasi, Fatimi, Memlük ve Osmanlı dönemlerinde değişik kumaş ve nakışlarla işlenmiş kisvelerle örtülmesi hep devam etmiştir.
Kâbe’nin üzerinde bulunan örtünün her yıl yenisi ile değiştirilmesi şeref ve saadetinin Osmanlı Devleti idarecilerine intikali ise Yavuz Sultan Selim ile alakalıdır. Yavuz Sultan Selim 1517’de sadece Mısır topraklarını değil, fakat aynı zamanda hilafeti de Osmanlı Devleti’ne intikal ettirmişti. Kendi adını ise bu intikaller ve Mekke ve Medine’nin hizmetkârlığında bulunmakla tarihe yazdırdı.
Yavuz Sultan Selim’den itibaren, her yıl Kurban Bayramı’nın birinci günü, Kâbe örtüsünün Osmanlı padişahlarınca yenisi ile değiştirilmesi ise devam etti.
Yavuz Sultan Selim, Kâbe örtüsünün hazırlanması maksadıyla öncelikle Mısır’da Kâbe adına bir vakıf kurdurdu. Bu vakfa çiftlikler tahsis etti. Her sene yenisi dokunup hazırlanan Kâbe örtüsünün bütün masrafları söz edilen bu vakıf ve çiftlik gelirleri ile karşılandı.
Dokunup hazırlanan Kâbe örtüsü Mısır Mahmalı yani bir deve kervanı ile Mekke’ye götürülür ve İslam halifesi olan o günkü Osmanlı padişahı adına törenle Kâbe’ye giydirilirdi. Kâbe için dokunan örtünün üzerinde ayrıca zamanın padişahının tuğrası da bulunurdu. Bundan maksat ise hilafetin Osmanlılarda olduğunun simgesel bir surette beyanı ve fiili olarak da ispat edilmesi düşüncesiydi.
Mısır’dan hareket eden Mahmal Mekke-i Mükerreme’ye ulaştığında, içerisinde Kâbe örtüsünün bulunduğu sandık, Kâbe’nin anahtarı kendisinde bulunan kişinin evine götürülerek ona teslim edilirdi.
Osmanlı döneminde Kâbe örtüsü Mısır’da dokunmuşsa da Mısır Hıdivinin Kâbe örtüsü ile hiç bir münasebeti olmazdı. Ayrıca Kâbe örtüsüne Hicaz emaret ve vilayeti tarafından da müdahale edilmesine müsaade olunmazdı.
Kâbe’nin anahtarı kendisine teslim edilmiş olan kişi, örtünün değiştirilme günü olan Zilhicce ayının onuncu günü kisveyi bulunduğu sandıktan çıkarır, teamül üzere, eskisi ile değiştirilmesini sağlardı.(1) Nitekim 1909 yılında Kâbe örtüsü usul-i kadim ve adet olunan şekilde Kurban Bayramı’nın birinci günü, 23 Aralık’ta, Miftahtadar yani Kâbe’nin anahtarını elinde bulunduran kişi tarafından değiştirilmiş ve yeni örtü Kâbe’ye giydirilmişti.(2)
Osmanlı hilafetinin hukukiliğinin sorgulanmaya başlandığı Mısır, Yemen ve Hicaz’da Arap hilafeti düşüncesinin her geçen gün kuvvet kazanması, Haremeyn’e sahip olmanın önemini de artırmıştı. Dolayısıyla Haremeyn yani Mekke ve Medine’nin Osmanlı idaresinde bulundurulması özellikle son dönem Osmanlı idarecileri tarafından fazlasıyla önemsenen bir konu haline gelmişti. Zira Mekke ve Medine’ye dolayısıyla da Kâbe’ye sahip ve hadim olmak, Osmanlı hilafetinin meşruiyet esaslarından birisi olarak gösterilmekteydi.
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı nihayetinde tarihe intikal etmesi neticesinde ise Türk milleti bir dizi vahim hadiselerle yüz yüze geldi. Öncelikle Mısır topraklarını hem resmen hem de fiilen kaybetti. Akabinde 1924’te Hilafet Makamı ilga edilip yerine laik bir devlet inşa edildi. Sonrasında ise Kâbe örtüsünü dokutma ve kendi eli ile değiştirme şerefinden tabii olarak mahrum kılındı. Zira 1927 yılından itibaren Kâbe örtüsü Mekke’de kurulan bir atölyede dokunulur olmuştu.
Evet, tam dört asır sonra Yavuz’dan miras koca bir coğrafya (bir ülke), köklü bir İslam geleneği ve siyasi bir güç unsuru olan hilafet makamı, ne yazık ki, vahim bir surette kaybedildi.
----------------------------------------------------
(1) BOA, DH.MUİ: 35/2-2. 25 Teşrinisani 325/8 Aralık 1909.
(2) BOA, DH.MUİ: 35/2-2. 12 Kanunuevvel 325/25 Aralık 1909.
.
Bre Süleyman, sen böyle giyinirsen anan ne giysin!
Yavuz Sultan Selim, sağlam bir felsefenin, derin bir tefekkürün, müstesna bir azmin ve Allah’a adanmışlığın olduğu kadar engin bir mütevazılığın da adıdır.
“Bu dünya tek bir sultana çok, iki sultana ise azdır” diyen; "Gökte nasıl bir Allah varsa yerde de dünyayı idare eden tek bir sultan olmalıdır” diye düşünen o’dur.
Suriye, Ürdün, Filistin ve Lübnan’ı, sultanı olduğu devletin hâkimiyetine sokan ve Ortadoğu’ya Osmanlı mührünü basan da o idi. Öyle ki, onun Ortadoğu coğrafyasına Osmanlı Devleti adına bastığı egemenlik mührünün sökülmesi ve kalplere nakşettiği dayanışma ruhunun izalesi ancak ve ancak Osmanlı Devleti’nin yıkılması ile mümkün olabilmişti.
O, İsrail oğullarını vaat edilen topraklara ulaştırmak üzere Sina çölünden geçiren Hazreti Musa’yı adeta takip etmiş, cengâver ordusu ile aynı çölü yalın bir surette geçme başarısı gösteren ikinci isim olmuştu.
Ona göre; “Cesaret insanı zafere, kararsızlık tehlikeye, korkaklık ise ölüme götürür”. O, adını “Yavuz”a çıkaran cesaret ve gözü pekliği nedeniyledir ki Ridaniye Savaşı'nda Memluk kuvvetlerini tam anlamı ile tarumar etmişti. Mısır Memluklerine ve ona bağlı Abbasi Hilafeti’ne son veren de yine o olmuştu.
O, Mısır’ı Türkleştirmekle kalmamış, fakat aynı zamanda Abbasi Hilafeti’ni Osmanlı Hilafeti haline de dönüştürmüştü. Nihayet Osmanlı Devleti hilafet sayesinde dört asır müddetle tüm Müslümanların gönlünde ve gözünde müstesna bir değer, güç ve kuvvetin sahibi olmuştu.
Onun, Suriye, Ürdün, Filistin, Lübnan ve Mısır topraklarını Osmanlı Devleti’ne hediye etmesi neticesindedir ki İslam dünyasının en muazzam, en münevver, en mükerrem ve en şerîf şehirleri ve beldeleri Osmanlı sınırlarına dâhil olmuştu. Mekke ve Kâbe-i Muazzama, Medine-i Münevvere ve Mescid-i Nebevi, Kudüs-i Şerif ve Şam-ı Şerif’in elde edilmesi Osmanlı Devleti’ni İslam’ın yegâne temsilcisi, Müslümanların tek hamisi ve sözü edilen yerlerin ise bütünüyle hadimi kılmıştı.
O, söz konusu şehirleri Osmanlı’ya kazandırmakla bir anlamda Osmanlı Devleti’ni kutlu kılmış, Anadolu insanının imanını gönlünde daha da sağlamlaştırmıştı.
Onun emeli ne şan ne de şöhretti. Zira o; “Biz bunca meşakkate alkış uğruna katlanmadık, halis niyetimiz rızâ-yı ilâhidir” demekteydi. Ayrıca onun Mısır seferi dönüşünde oğlu Süleyman'ı süslü elbiseler içinde görünce oğluna; “Bre Süleyman, sen böyle giyinirsen anan ne giysin!” diye hitap ettiği herkesçe gayet iyi bilinmekteydi.
Onun içindir ki kendisi için yapılan “Hâkimu'l-Harameyni'ş-Şerifeyn” nitelemesini “Hadimu'l-Harameyni'ş-Şerifeyn” olarak düzelttirme gereği hissetmişti. Çünkü o; “Biz, Müslüman gönüllerin birliğini sağlamak için kendimizi harap etmiş bir milletiz” diye belirtmişti.
Onun ne gözünde ne de kalbinde; ne saltanat, ne sahip olduğu kuvvet ve azamet, ne şan ve şöhret, ne hükmettiği coğrafyaların serveti yahut daha başka şeyler yer edinmişti.
Vefatından önce en yakın dostu olan Hasan Can'ın; "Şimdi Allah ile olmak zamanıdır Sultanım" sözüne; "Bre Hasan Can, sen bunca zamandır bizi kiminle sanırsın?" cevabıyla mukabele etmişti.
O güne kadar önünde herkesin diz çöktüğü “Yavuz”un göğsünde taşıdığı emaneti sahibine teslim etmeden önceki son sözleri ise:
"Hasan! Sure-i Yasin oku... " olmuştu.
.
Her insanın yüreğinde hem aslan hem de ceylan vardır
"Ruhu çalınmış olan insanlar başka ruhların mevcudiyetine tahammül edemez bir haldeler. Eşini sürükleyerek sokağa atanlar, kendisini kasap yerine koyup hayvan boğazlar gibi eşini boğazlayanlar, onlarca bıçak darbesi ile can almaya çalışanlar… "
Gün geçmiyor ki insanın içini karartan, hayata karamsar bakmaya sevk eden haberler duymayalım.
Yurdumun her köşesinden her sınıf insan grubundan birilerinin işlediği kötülükleri hepimiz izliyor ve diniliyoruz. Duyduğumuz ve gördüğümüz her bir kötülük haberi iç burkuyor, asap bozuyor, mide bulandırıyor ve tabii ki fazlasıyla canımızı sıkıyor.
Bir iki TV kanalı da, maalesef ki maalesef, o türden haberlerin adeta tellalı gibi. Hemen her akşam sundukları her bir haber bir öncesinden daha kötü ve iç acıtıcı. Haber mi veriyorlar, kötülüğün kanıksanıp yaygınlaşmasına mı çalışıyorlar orası da tartışılabilir.
Ülkemizde insan olduğunu ifade edenlerin hemcinsleri ve etraflarına karşı işlediği kötülükler uzun bir zamandır ağırlıklı olarak kadın, çocuk ve hayvan üçgeninde oldukça yoğunlaşmış durumda. Zaman zaman unutulsa yahut üstü küllense de patlak vermemesini beklemek beyhude.
Ruhu çalınmış olan insanlar başka ruhların mevcudiyetine tahammül edemez bir haldeler. Eşini sürükleyerek sokağa atanlar, kendisini kasap yerine koyup hayvan boğazlar gibi eşini boğazlayanlar, onlarca bıçak darbesi ile can almaya çalışanlar… Yahut yeni doğmuş olanlar yahut henüz kundak safhasındaki bebekler ile daha rüştüne dahi tam olarak ermemiş taze beden ve dimağları, dimağı bozulmuş ve ruhları dejenere olmuş insanlar bedenen ve ruhen telef ediyorlar. Kendisini inançlı sanan da inançsız kabul eden de bu noktada maalesef hiç fark etmiyor...
Beyinlerinde azıcık akıl, kalplerinde zerre kadar merhamet olmayan zavallılar ise sokak köpeklerinin kolunu kanadını kesiyor, akla hayale gelmedik biçimde onlara zulümde bulunuyor.
İşlenen cinayetler, kirletilen bedenler, dökülen kanlar noktasında ne yazık ki cahili veya okumuşu, fakiri yahut zengini, bekârı veya evlisi, yaşlısı ya da genci hiç mi ama hiç fark etmiyor. Bu noktada, ortak günahı işlemek konusunda, insan olma faziletini yitirip süfli sıfatlarla bezenmiş olan taşradaki cahil diye görülen ve karnını kaşıyan diye anılanlar ile TV ekranlarında ve magazin sayfalarında yer alan şımarık ve müptezellerin hiçbir farkı yok. Sokaktaki sefil, karısını bıçaklayıp, kızına ve hatta oğluna tecavüz ederken yahut sokakların sahibi köpekleri doğrarken veya işlediği haltın ve yaşadığı çirkef hayatın cezasını o saf ve masum bebeğe yüklerken ekranlardaki son derece şımarık, hayâsız, gafil ve hiçbir hususiyeti olmayan cahiller ise ya arkadaşının hanımına, eşine asılıyor yahut başkalarının kız arkadaşına sulanıyor.
Taşradaki zalimlerin de ekranlardaki zavallı, hayâ ve haysiyeti olmayan cahillerin de ortak yanları; değersizlik, süflilik, vicdansızlık, taarruz ve tecavüz, çirkinlik ve utanmazlık.
Maalesef toplumda müthiş bir yozlaşama söz konusu. Dejenerasyon tam hız sürüyor. Kültür, toplumsal değerler, milli ve manevi unsurlar her geçen gün eriyip tükeniyor. Bencil, hodbin, saygısız ve merhametsiz, duyarsız ve yalnız, rahatına düşkün, çalışmak ve terlemek istemeyen, emek vermeden ekmek kazanmayı seven, okumayan, okusa dahi okuduğunu dahi idrak edemeyen bir hal, ruh ve mantalitenin hâkim olduğu bir toplum haline dönüştük galiba.
Öyle anlaşılıyor ki bugüne kadar verilen eğitimin hiçbir anlamı ve faydası da yok. Zira ne kalite olarak dünya ile rekabet edebilir bir sonuç sağlıyor ne de bireyleri ruhi ve zihni olarak geliştirip olgunlaşmalarına vesile oluyor.
Kırsaldaki insan da şehirdeki insan da aynı zulmü işliyor ve aynı ruh halini sergiliyorsa toplumun büyük ekseriyeti ruhen çöküntü içerisinde olsa gerekir.
Değer ve ilke sahibi olma eğitim sistemimizin ve öğreticilerimizin maalesef veremediği iki temel unsur olarak gözükmekte.
Galiba sadece salt eğitim yapmamak icap ediyor. Mevcut durum, öyle anlaşılıyor ki, biraz da değerler manzumesini öğretmemiz gerektiğini gösteriyor. İnsana önce insanın, insanlığın ne olduğunu anlatmak, tanıtmak ve öğretmek… Var olan her şeyin bir de canı olduğunu, acı duyduğunu yahut kırılabildiğini, örselenebildiğini zihinlerine nakşetmek icap ediyor.
Duyarlı, sorumluk sahibi, merhamet duyguları olan ve empati yapmasını bilen bir toplum haline gelebilmek için galiba insanlarımıza Mevlana’yı, Yunus Emre’yi, Hacı Bektaş-ı Veli’yi ve emsali isimleri tanıtmak gerekiyor… Bu isimlerin duygu ve düşünce dünyası ile bireyleri tanıştırmak ve kaynaştırmak icap ediyor. Zulm ile âbâd olanların kahr ile berbat olduklarını her sınıftan her ferdin bilmesi… Merhamet etmenin, affetmenin, yardım etmenin, mütevazı olmanın… erdemli olmanın temel gereklerinden olduğunu bilmesi ve öğrenmesi gerekiyor. Her ferdin; her insanın yüreğinde hem aslan hem de ceylan olduğunu, bunlardan hangisini sever ve beslerse bir gün mutlak surette ona dönüşeceğini de bilmesi ve idrak etmesi gerekiyor. Bunu da anlatmak ve öğretmek icap ediyor. Yunus Emre’nin kırık yılını geçirdiği dergâha bir gün olsun eğri odun taşımamasının hakikatini izah etmek… İnsanların nefsani duygularla hareket etmekten sakınarak iyi ve güzel olarak yaşayabilmeleri ve o suretle de anılabilmeleri için kötülük ve çirkinliklerden iyiliğe ve güzelliğe hicret etmeleri gerektiğini kendilerine kalıcı bir surette öğretmek gerekiyor.
Eğitimde maalesef bugüne kadar ihmal ettiğimiz bu tür şeyleri de öğretmek gerekiyor ki toplumda sulh ve sükûn olsun ve toplum da, çevremiz de huzur bulsun. Zira tek başına servet ve şöhret yahut cehalet maalesef daimi surette hiçbir şey sağlamıyor ve insanı deruni olarak hiçbir surette mutlu etmiyor.
İkinci Sivas Kongresi ve Bilinmeyenleri
İkinci Sivas Kongresi ve Bilinmeyenleri
Eylül ayının geride bıraktığımız ilk günleri Sivas Kongresi’nin yıldönümü günleri idi. Dolayısıyla haklı olarak gündemimizdeki konulardan biri oldu.
Şüphesiz ki Sivas Kongresi Türk Kurtuluş Savaşı’nın iki temel dinamiğinden biridir.
Sahadaki mücadelenin ruhu ve felsefesi, elde edilen galibiyetlerin reçetesi ve nihai kurtuluşa erilmesi Erzurum ve Sivas Kongrelerinde alınan kararlar neticesinde mümkün olabilmiştir.
Ancak tarihe at gözlüğü ile bakmak, hadise ve gelişmeleri o suretle okumak hem eksik, hem yanlı hem de netice itibariyle toplumda kutuplaşmaya sebebiyet verecek bir durumdur. Kaldı ki Mustafa Kemal’in son derece önemsediğim; “Atatürk'ün Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır” tespitine de aykırıdır.
Dünden bugüne yakın tarihimizin resmi ve gayri resmi tarih diye tartışma konusu edilmesinin ve tarih konusunda herkesin kendisine göre bir doğrusunun olması da hep bu durumdan ötürü değil midir?
Türk Kurtuluş Savaşı’nın tam olarak anlaşılması ve doğru değerlendirilebilmesi için hiç şüphe yok ki son dönem hadiselerinin derinlemesine bir surette bilinmesi gerekir. O dönemde kurulmuş olan teşkilatların her birinin yakinen bilinmesini icap ettirir. Pek tabii ki o devrede kurulmuş olan teşkilatları yerli ve yabancı, gizli ve aşikâr, yararlı ve zararlı diye kısımlara ayırmak mümkündür. Ancak ister yurt içinde isterse yurt dışında kurulmuş olsunlar o devirde kurulmuş olan teşkilatların hemen hepsi Anadolu’ya yönelik faaliyette bulunmuşlardır.
Döneme dair yerli ve yabancı belgeler yakından incelendiğinde Kurtuluş Savaşı’nın mutlu son ile tamamlanabilmesi için Anadolu’nun, bugün bize öğretilenlerin ve bilinenlerin dışında başka kongrelere de ev sahipliği yapmış olduğu görülür. Bu noktada hepimizin çok iyi bildiği Sivas’ta 4 Eylül 1919 - 11 Eylül 1919 tarihleri arasında gerçekleştirilmiş olan ulusal nitelikli kongrenin dışında, çoğu insanın ve hatta birçok tarihçinin dahi bilmediği, bir de uluslararası nitelikte bir başka kongre daha düzenlenmiştir.
İkinci Sivas Kongresi diye adlandırabileceğiniz bu kongre Muvahhidin Cemiyeti’nin öncülüğünde gerçekleştirilmiştir.
Muvahhidin Cemiyeti’nin temel gayesi, tüzük maddelerinden ifade edildiğine göre, her türlü vasıta ve imkânı kullanmak suretiyle hali hazırda yabancı devletlerin koruması veya istilası altında bulunan Müslüman ülkelerin tam bir bağımsızlığa kavuşmalarını sağlamaya çalışmak ve bu ülkeleri Osmanlı hilafetinin liderlik edeceği evrensel İslam Birliği çerçevesinde birleştirmekti. Cemiyet’in Osmanlı hilafetine, Osmanlı hanedanlığına ve Türk devletine bağlı kalmakta karlı olduğu hususu tüzük maddelerinde hassasiyetle dile getirilmiştir. Türkiye’nin adaletsiz bir barış anlaşması ile karşı karşıya kalmaması için Cemiyet tüm gayretini bu noktaya teksif etmiştir. “Hicaz Kralı” müstesna, tüm Müslümanlar genel olarak cemiyetin gerçekleştirmeyi öngördüğü hedefler üzerinde ittifak etmişlerdir.
Ankara Büyük Millet Meclisi’nin yüzden fazla üyesinin prensiplerine bağlanmasını sağladığı ve hedeflerinin tahakkuku yolunda Suriye, Mısır ve Irak halkı tarafından büyük destek gören Muvahhidin Cemiyeti, Şam, Humus, Baalbek, Kahire, Tanta, Reşid, Hayfa, Halep, Zor, Bağdat, Necef ve Kuveyt’te merkezler oluşturmuş, Mısır ve Bombay’da ise şubeler açmıştır.
Cemiyet’in ilk genel kongresi ise 11 Kasım 1919’da Sivas’ın Zara kazasında bulunan bir Rüştiye’de yapılmıştır.
Gerçekleştirilen bu ilk kongrede dünya Müslümanlarına hitaben, İslam’ı ve Müslüman milletleri yok etmeğe çalışan Hristiyan güçlerin saldırılarına karşı mücadele etmekte tek vasıta durumundaki bu cemiyete destek vermeğe çağıran, dini esaslara dayanılarak hazırlanmış, şu beyanname yayınlanmıştır:
“Müslümanlar,
(Selam ve dua kısmından sonra)
Bugün İslam dünyası yeni bir Haçlı seferi tehlikesiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Her gün birçok Hristiyan hükümetlerinin hakları tam olarak tanınır ve teyit edilerek bağımsızlıkları kabul olunurken maalesef Türk milletleri ise sürekli olarak varlık haklarının ellerinden alındığına şahit olmaktadır. Eğer takınılan bu tavra karşı hareketsiz kalacak olursak Allah ve onun peygamberi nezdinde lanetlenmiş olacağız. Hem bu dünyada hem de ahirette emniyetten mahrum kalacağız.
Hazreti Peygamber bütün Müslümanların kardeş olduğunu ilan etmiştir. Eğer onun şefaatine nail olmak istiyorsak onun tüm arzularını yerine getirmek zorundayız.
Müslümanlar ortak tehlikeye karşı birleşik bir mukavemetle karşı koymalıdırlar. Böyle bir mukavemet ise ancak teşekkülünde tüm İslam dünyasının yer almış olduğu Muvahhidin Cemiyeti’ne yapılacak olan her türlü maddi ve manevi destekle mümkündür.
Tüm din kardeşlerimizi Allah ve Peygamber aşkına ve İslam’ın emniyeti adına bize yardımda bulunmaya davet ediyoruz.”
İlk genel kongreye katılan ve isimleri belli olan 37 delegenin 12’sini, Mustafa Kemal ve Rauf Beyin de dâhil oldukları, Türk Milli Mücadele hareketi temsilcileri oluşturmuştur. Geriye kalanların dokuzu hariç, diğerleri ise yöresel Türk temsilcilerden teşekkül etmiştir. Dokuz kişi olarak hariç tutulanlar ise Mısır, Suriye, Arabistan, Güney Kafkasya ve Kırım delegeleri olmuştur.
Cemiyet’in Yürütme Kurul Üyelerini, başkanlığını Hasibzâde Vecihi Efendinin, sekreterliğini eski Bahriye Nazırı Rauf Bey ve İsmail Beyin yürüttüğü üyeler teşkil etmiştir.
Bekir Sami Bey yapılan toplantının gayesini şu sözlerle dile getirmiştir:
“Türkiye’nin, nasıl olduğu bir yana, son savaştan mağlup olarak çıkması bize bir gerçeği göstermiştir:
Hristiyan dünyası Müslüman dünyasını kendi despotik boyunduruğu altına almak arzusunu taşımaktadır. Müslüman unsurlardan alınan haklar, ki bu haklar daha küçük Hristiyan milletlere verilmiş olacaktır, tersine çevrilmiş durumlardır. Mısır, Hindistan, Fas, Cezayir, Tunus ve Afrika’da Trablusgarp’ın haline bakınız. Tüm bu ülkeler İngiliz, Fransız veya İtalyan boyunduruğu altında inlemektedirler. Despotizm altında inleyen bu halkların Müslüman olmaktan başka bir suçları var mıdır? Bunların Habeşistan ve Karadağ halkı kadar bağımsızlığa liyakatleri yok mudur? Bu vaziyet karşısında, bağımsızlığımıza ve mevcudiyetimize karşı ittifak içerisinde bulunan Hristiyanlığın fanatik saldırılarına karşı koyabilmek için samimi bir şekilde İslam’a sarılmak zorundayız. Peygamberin talimatları doğrultusunda, tüm Müslümanlar arasında ittihadı ve kardeşliği tesis etmek durumundayız. Zira emniyetimiz için başka bir yol söz konusu değildir. Bundan dolayıdır ki, programını okumuş olduğunuz, cemiyet kurulmuştur.
İslamcılık, bazı fanatiklerin inandığı gibi, tecavüzde veya baskıda bulunmayı gaye edinmez. Sadece meşru müdafaayı hedef alır. Faydasız sözlerle vakit geçirecek durumda değiliz. Bundan dolayı, İslam ittihadının gerekliliğini takdir ederek, şuan burada mevcut olan kıymetli temsilcilerini bize göndermiş bulunan kardeşlerimize şükran borçluyuz.
Şu anki kongremize delege gönderememiş olan Hindistan, Afganistan, Buhara, Cezayir, Fas ve Muskat’lı kardeşlerimizin, Allah’ın izni ile ikinci kongremize katılacaklarını ümit etmekteyiz.
Kongreye katılanların Yönetim Kurulu Üyelerini seçmelerini öneriyorum.”
Bekir Sami Beyin teklifi sonrası Mustafa Kemal Paşa, Rauf Bey, Ahmet Bey Attar, Cilanizâde Necip, Ahmet Zafer el-Nebai, Yahya Tehmasab, Rauf Peşdili ve Cevherizade Ahmet Nimet altı ay süre ile Yürütme Kurulu Üyeliğine seçilmişlerdir.
Muvahhidin Cemiyeti’nin üçüncü toplantısı ise 10 Aralık 1919’da Sivas’ta İdadi Mektebi’nde gerçekleştirilmiştir.
Kurtuluş Savaşı’nın önderi Mustafa Kemal Paşa bu cemiyetin müdavim ve üyelerinden biri olmuştur. Kongre üye ve temsilcilerine hitaben bir de konuşma yapmış ve Cemiyet’in Yürütme Kurulu Merkezi’nin Ankara’ya aktarılmasının gerekliliği üzerinde durmuştur.
Mustafa Kemal Paşa ile Rauf Bey ve ayrıca seçilecek olan üç kıdemli kurmay subaydan oluşan bir askeri kurul oluşturulması kararlaştırılmıştır. Bu kurul mevcut olan ve olması planlanan Milli Mücadele kuvvetlerini tanzim ve idare etmeğe çalışmakla görevlendirilmiştir.
Arşiv kayıtlarında belirtildiğine göre yapılan Sivas’ta yapılan bu toplantı ayrıca kamera ile kayıt altına alınmıştır.
.
Kâbe’yi perdeleyen Osmanlı revakları
Osmanlı padişahlarının Haremeyn yani Mekke ve Medine’ye özel bir önem verdikleri malumdur.
Yavuz Sultan Selim’e atfedilen ifade ile Hâdimu’l-Haremeyn (Haremeyn’in hizmetçisi) olan Osmanlı padişahlarının her birinin Mekke ve Medine’de mutlak surette bir izi, bir eseri var olmuştur. Sözü edilen eserlerden birisi de, bir ara gündemi oldukça meşgul eden, Kâbe’nin etrafına yaptırılan revaklardır.
Yapım tarihi 16. asrın sonlarına kadar uzanan Kâbe etrafındaki Osmanlı revakları, mimarisi, estetiği ve felsefesi ile hakikaten oldukça ince bir düşüncenin eseri olmuştur.
Onaltıncı asırda Kâbe’nin çevresinde hiçbir betonarme çirkinliğin bulunmadığı bir zamanda Kâbe’yi bir bilezik gibi sarıp kucaklamıştı. Onlarca kubbesi ile adeta gökyüzünü yeryüzüne, kumların seviyesine indirmişti. Yapımında kullanılan taşların rengi oldukça latifti ve altında ve etrafında yer alan kumlarla aynı renk tonunasahipti. Kâbe’nin taşı ve örtüsü rengi ile de gayet mütenasip bir durum arz etmekteydi.
Revakların, Kâbe ve çevresi ile renksel bütünlüğünün ötesinde, oldukça mütevazı bir mimarisi de söz konusuydu. Kâbe’den boy/yükseklik olarak alçaktı. Cüsse olarak daha zayıf ve ufaktı. Kâbe, kendisini altın bir kuşak gibi saran revakların ortasında hem son derece heybetli bir haldeydi hem de uzaklardan gayet net bir surette görülebilmekteydi. Mimari sanatımızın en yüce ismi Mimar Sinan’ın kalemiyle çizilmiş bir revak projesinin Kâbe’den daha yüksek olması ve onu gölgede bırakması, dünya yıkılsa dahi, mümkün olmayacak bir şeydi. Revakların halinde ve duruşunda mütevazılık vardı ve bu esastı. Kubbesinin altında ve gölgesinde oturup Kâbe’yi ve tavaf edenleri doya doya seyretmek bambaşka bir güzellikti…
Bugün sözü edilen o güzellikten maalesef hiçbir eser yoktur. O müstesna güzellikten kısmen esintiler sunan on yıl öncesinin letafet ve zarafeti dahi maalesef söz konusu değildir. Zira artan hacı sayısı ve Kâbe’yi ziyaret edip dini vazifesini ifa etmek isteyenlerin tavaf yaptıkları sırada maruz kaldıkları sıkıntı ve rahat ibadet yapılabilmesi için baş gösteren ihtiyaç tabii olarak her şeyin değişmesine sebebiyet vermiştir.
Tavaf alanı genişletilmeli ve ibadet için rahat bir ortam oluşturulmalıydı. Bunun için hemen harekete geçilmişti. Kâbe’nin etrafı açılmaya, tavaf alanı genişletilmeye ve muhtelif iklimsel alanların yer aldığı konforlu ibadet alanların inşa edilmesine yönelinmişti.
İşte tam da bu sırada Osmanlı yadigârı revaklar da sökülüp bir kenara kaldırılmıştı… Bu durum üzerine tabii ki itirazlar yükselmiş ve ricalar olmuştu… Ve nihayet revakların yeniden inşa edilmesine Suudi yönetimi razı edilmişti...
Ama heyhat! Heyhat ki ne heyhat! Zira artık ne revaklar eski revaklardı ne de estetik ve kendince bir felsefesi olan o revaklar Osmanlı yadigârıydı.
Eskiden revaklar Kâbe’yi bilezik gibi kuşatırken mevcut revaklar U biçiminde yeniden inşa edilmiş ve Kâbe’nin bir ciheti açık bırakılmış. Çünkü ilk yapıldığı yerden 25-27 metre kadar geriye çekilmişler. Revaklar mevcut mimarisi ile Kâbe’nin kuşağı yahut bileziği olmaktan çıkmış, adeta maşası haline gelmişler.
Eskiden revaklar kendi içinde bir mimari konsepte sahipken yeniden inşa edilen revaklarda o konseptten hiçbir eser kalmamış.
Eskiden revaklar Kâbe’den daha alçak inşa edilmişken yeniden inşaları sonrasında revaklar yaklaşık 3 metre uzatılıp yükseltilmişler.
Eski revakların kubbeleri ve kubbe tavanları gitmiş yerlerine betondan tavanlar dökülmüş.
Eskiden revaklar kendilerini temsil ederken şimdilerde revaklar beton kalıpların, direklerin ve tavanların birer kaplama malzemesi durumunda kalmışlar.
Esasen eski revaklar da öyle büyük ölçüde yok artık. Sökülürken tabii olarak büyük oranda kırılıpparçalanmışlar. Dolayısıyla orijinal revakların temin edildiği Şemasî Dağı'ndan yeni taşlar kesilip yeni revaklar icat edilmesi gerekmiş.
Eskiden revakların altında dinlenirdi. Kâbe seyredilirdi. Kimseye ve hiçbir şeye engel olmazlardı. Ancak revaklar şimdilerde tavafa engel olur bir hale gelmişler.
Her şey bir tarafa,işin en kötü ve en vahim tarafı, revaklar ikinci kattan bakıldığı zaman Kâbe boyunda ve Kâbe’nin ¾’ün görülmesine engel durum getirilmişler. Kâbe’nin görülmesine mani olan kötü bir perde haline dönüştürülmüşler…
Kısacası artık Kâbe’de eski revaklar yok, yeni revaklar var. Kâbe’yi temaşa etmeye yarayan o eski revaklar yok, onu perdeleyen yeni revaklar var. Revaklar eski estetiğinden, eski havasında ve felsefesinden mahrum bir haldeler. Revaklar; Kâbe ile Kâbe’nin etrafında yeni yapılan beton yığını inşaat arasına sıkışmış, arada ezildiği için de boyu uzamış, boyu uzadığı için de Kâbe’nin görünmesine ve görülmesine engel olan modern bir revak olmuşlar…
Keşke revaklar oraya değil de Kâbe etrafında yeni yapılan binanın çatısına yapılsaymış. Hem orijinal haline daha yakın bir surette inşa edilebilirdi hem de yine eskiden olduğu gibi güneşten insanları korur, kubbelerinin gölgesinde daha serin ve daha ferah bir ortamda tavaf yapılmasına imkân verirdi.
Kâbe’nin etrafında yapılan yeni yerlerin hali mi? Onu hiç konuşmayalım. Medine mimarisindeki estetik ve letafete inat derecesinde o tam bir mimari vahamet, estetik yoksunu, Sibirya soğukları derecesinde soğuk beton dağlar havzası… Dünyanın beğeni ve takdirini kazanmış onca güzel eseriinşa ederekİslam mimarisine kazandıran Müslümanların mimari ve estetik noktasındaki ortak aklının kullanılmamış olmasına hayfa ki ne hayfa!
.
Türk hacıları gençleştirmek lazım
Diyanet İşleri Başkanlığı her yıl binlerce insanın hac ibadetini yapmalarına vesile oluyor. Yüz bine yakın insanın hac ibadetlerini en güzel şekilde yapabilmeleri için büyük emekler sarf ediyor. Mahşeri andıran bir mekânda müthiş bir kalabalığın içerisinde en az zayiat, en az kargaşa ve en az düzeyde problem yaşanmasını sağlamaya çalışıyor.
Kendilerine şükran borçluyuz. Ancak, kanaatim o ki, şu birkaç hususun dikkate alınması ile söz konusu organizasyon daha mükemmel bir hale getirilebilir ve hacca gidenler daha rahat ibadet etme fırsatı bulabilirler.
Öncelikle Türkiye’den her yıl hacca gidenlerin, yaş, cinsiyet, bölge, meslek, tecrübe, hastalık ve sair hususiyetlerinin teferruatlı bir istatistiği çıkarılıyor mu bilemiyorum. Böyle bir çalışma yapılmıyorsa yapılmalı ve şayet yapılmaktaysa kamuoyu ile paylaşılmalıdır. Söz konusu bilgilerin paylaşımı son derece yerinde olur kanaatindeyim. Böyle bir paylaşım birçok yönden de faydalar sağlayacaktır diye düşünüyorum.
Hacıların kendilerine verilen hizmetten ne derece memnun kaldıkları konusunda hâlihazırda yapılan tespitlerin “laf olsun” kabilinden olduğu aşikârdır. Bir hacının akşam sabah beraber olduğu görevli bulunan kişileri ve onların verdiği veya temsil ettiği hizmetlerin eksiklerini yine kendilerine şikâyet etmeleri ne derece gerçekçi olmaktadır bilemiyorum. Yapılması gereken şey her hacının memleketine ve evine döndükten sonra internet ortamında sunulmuş olan değerlendirme sorularına mutlak surette yanıt vermesini ve varsa özel şikâyetlerini yazması mutlak surette sağlamaktır. Aksi takdirde taşıdığı müftü olma, din adamı bulunma, haddini bilme gibi hususiyetlerini bir tarafa bırakarak, maddi ve manevi sorumluluğunu üstlendiği hacı adayına, “indira gandiliğe gerek yok” diyerek konuşan bir “Kafile Başkanı Müftü Efendi”nin, o ve ona bağlı görevliler nezdinde yapılan bir değerlendirme toplantısının, hacılar tarafından müftü efendi aleyhinde dile getirdikleri şikâyetlerin hiç bir zaman için sonuç sağlaması mümkün olmayacaktır. Yapılan şikâyetlerin hiçbir surette dikkate alınma imkânı bulunmayacaktır. Zira aksi olmuş olsaydı, vedalaşmaya bile yüzü bulamayan “indira gandi” söylemli müftü “efendi”ler tekrar tekrar kafile başkanı tayin edilmezlerdi.
Şu bir vakıa ki Türkiye’den hacca gidenlerin yaş ortalaması oldukça ileri düzeydedir. Tevellütleri oldukça eskidir. Büyük ekseriyeti, neredeyse Türkiye Cumhuriyeti ile aynı yaştadır. Bu durum hem yapılan organizasyonun gereğince tatbikini engellemekte hem de hacıların gönüllerince ibadet etmelerine müsaade etmemektedir.
Diyanet İşleri Başkanlığı’na naçizane teklifim Türk hacıların yaşlarının gençleştirilmesi çalışmasının başlatılmasıdır.
Mevcut hac kontenjanından ayırmak yahut Suudi Arabistan Hükümeti’nden ilaveten 10 bin kontenjan koparmak suretiyle elde edilen söz konusu kontenjan, sadece ve sadece, 25-35 yaş arasındaki hacca gitmek isteyen gençlere tahsis edilmelidir. Gerekiyorsa bu “Genç Hacılar” için yüzde 50 gibi bir de fiyat indirimi yapılmalıdır. Bu “Genç Hacılar” ile hac sonrasında da münasebet içerisinde olunmalıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi sadece yaşlı insanları hacca götürmek olmamalıdır. Sadece cami cemaatini Arafat’a taşımamalıdır. Zengin gençler için farkındalık oluşturulmalı, geleneksel hac yapma kültürü değiştirilmeli ve “Genç Hacılar” programı ivedilikle başlatılmalıdır diye arzu ederim.
Hac ibadetinin organizasyonu konusunda dikkate alınması gerektiğini düşündüğüm bir başka husus ise organizasyonun, müracaat edenler noktasında, kategorik olarak yapılması gereğidir.
Mevcut uygulamada, görülen o ki, hiçbir hacı adayı hiçbir hususi ayrım ve tasnife tabi tutulmaksızın ve büyük oranda gelişigüzel bir şekilde, hacca gitmek üzere gruplandırılmaktadırlar. Oysaki bu durum seksen bin kişilik bir hacı kitlesinin nizam ve intizam içerisinde hareket etmesini oldukça zorlaştırmaktadır.
Hacca gitme hakkı elde edenlerden alınacak teferruatlı bir bilgi çerçevesinde daha sistematik organizasyonlar ve gruplandırmalar yapılabilir diye düşünüyorum.
İlk defa hacca giden biri ile çok defa umreye gitmiş birini; kendi halindeki ev hanımı yaşlı Ayşe Teyze yahut yaşlı Ali dayı ile genç ve cevval, kanı kaynayan Ahmet Beyi yahut özürlü ve özel ilgi gerektiren biri ile aksi haldeki birini aynı gurupta tutmak, birlikte hac yapmalarını istemek oldukça sıkıntılı olmaktadır. Dolayısıyla yapılan organizasyon ne kadar mükemmel olarak tasarlanırsa tasarlansın neticede bir noktaya kadar işler olacaktır. Bunama evresindeki bir hacı, yaşlı bir hacı, tekerlekli sandalyede ibadet etmek zorunda kalan bir hacı, ilk defa Mekke ve Medine’ye giden bir hacı adayı ile aksi haldeki; belinde şemsiye asılı, sırtında ağır bir çanta, sol elinde bir değil iki emanet sandalye, diğer elinde sürekli havada tuttuğu gurup levhası olan Hacı Müslüm Bey misali bir hacı adayının birlikte hareket etmeleri her iki taraf için de son derece uygunsuz bir durum oluşturmaktadır. Yahut tavafa 45 kişi olarak gidilip 7 kişi ile ancak geri dönülebilmektedir. Bu bir vakıadır. Hacılar kaybolmaktadır. Bu da bir vakıadır. Gruptaki görevli hoca kime ve neye göre hareket edeceğine karar verememekte, sonra da haklı olarak, klasik tabirle, bildiğini okumaktadır… Başka ne yapabilir ki! Oysaki daha genç, deneyimli ve bilinçli guruplar daha kalabalık tutulup daha az görevli ile idare edilirken; yaşlı, ilgiye muhtaç, tecrübesiz ve daha az sayıdaki gruplara daha fazla görevli tayin edilebilir.
Hacı adaylarının, muayyen bir mekân, muayyen bir zaman ve gayet yorucu ve yıpratıcı bir ibadeti en güzel ve en mükemmel şekilde ifa edebilmeleri için tecrübe, yaş, sağlık ve meslek hususiyetleri dikkate alınarak kategorize edilmeleri şeklindeki bir uygulamaya gidilmesi önerisi bütünüyle organizasyonun işlevsel olmasını sağlama amaçlıdır. Bu yöndeki bir yaklaşım hacı adaylarının kendi içlerinde tanışma, dayanışma ve dostluk ve münasebetlerini hac sonrası da sürdürebilmelerine matuf bir tekliftir. Böyle bir tekliften dolayı “öküz altında buzağı aramanın” yahut “şeytanın avukatlığını yapmanın” hiçbir gereği ve faydası yoktur. Böyle bir önerinin hor görme, küçümseme ve dışlama ile de hiçbir ilgisi bulunmamaktadır. “Allah’ın, insanların yüzlerine ve bedenlerine değil, kalplerine baktığı muhakkaktır.”
Öneri makul bulunması halinde, önümüzdeki yıl, birkaç ilde pilot uygulamalar yapılabilir. Dolayısıyla da uygulamadan elde edilecek netice akıbeti belirleyebilir.
Selime Teyze
Bu yıl 80 bin kişi hac vazifesini yerine getirmek üzere Türkiye’den Mekke ve Medine’ye gitti.
Çok şükür, Türkiye’de hac görevini yapmak isteyenlerin sayısı olukça bereketli. Yıllar yılıdır kur’a çekilişine katılıp sabırla Ya Nasip! deyip sıranın kendisine gelmesini bekleyenler var. Bu yıl hacca gidenlerden bir kısmı 10, 11 ve hatta 12 yıl beklemişler. Dile kolay onca zaman niyeti bozmadan beklemek. 12 yıl bekledikten ve kendisine hacca gitme kur’ası çıktıktan sonra tam hareket arifesinde ölenler, gidemeyip geride kalanlar… Bunların hikâyesi ise apayrı bir konu.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nı hac organizasyonu konusunda şüphesiz ki tebrik etmek gerekiyor. 80 bin insanı dünyanın dört bir tarafından gelen renk renk, boy boy ve çeşit çeşit 3 milyon insanın içinde organize bir surette sevk ve kontrol etme başarısını gösterebiliyor. Hemen her hacı sağ salim haccını yapıp sağ salim geri dönebiliyor.
Halk arasında denir ki; bir insanı hacca Allah, Rasulullah yahut şeytan davet eder. Allah’ın davet ettikleri orada kalır, dönemezler. Rasullullah’ın davet ettikleri ziyaret ve haclarını yaparak geri gelirler. Şeytan’ın davet ettikleri ise malum.
Bu yıl 28 hacı adayı Allah’ın daimi misafirleri oldular ve orada kaldılar. Diğerleri ise ya döndüler ya da dönme yolundalar.
Diyanet İşleri Başkanlığı hacca gidecekleri kafile ve gruplara ayırmış. Her grupta 45 kadar hacı var. Her kafile de yaklaşık 6 gruptan oluşuyor.
Her bir kafile ve grubun kâğıt üzerindeki organizasyonu ve teorideki uygulamaları gayet güzel düzenlenmiş. Kim, nerede ne yapacak, nereye ne zaman gidecek veya kalacak, hepsi güzelce şekillendirilmiş. Fakat gel gör ki teori ile pratik birbirine hiç uymuyor. 3 milyon insan denizinde Türk hacıların büyük bir ekseriyeti adeta boğuluyor. Nefes alamıyor. Akıntıya kapılıyor ve sürüklenip gidiyor. Ya kıyıya vuruyor ya da Selime Teyze gibi kayboluyor.
Bizim toplumda iki şey önceden hazır edilir ve el sürülmemek üzere bir kenara konulur(du). Hac parası ve kefen. Bunlara hiçbir surette ilişilmez(di).
Selime Teyze hacca niyet etmiş. Hazırlığını görmüş. Özlem ve hasretle yola çıkmış. Ve nihayet Kâbe’ye ulaşmış. Ancak Selime Teyze yaşlı. Selime Teyze hasta. Selime Teyzenin dizlerinde derman yok. Selime Teyze bir yandan yıllardır hasretini çektiği Kâbe aşkı, Rasulullah sevdası, nereye gideceği, ne yapacağını bilememesi ve bir yandan da dâhil olduğu ancak kendisini kollayıp koruyamadığı insan seli karşısında tutunamamış… Sürüklenip çok uzaklara atılmış. Selime Teyze bütün kollamalara, gözetlemelere, göz ucu ile takip edilmelere rağmen bir anda kaybolmuş. Sonra haber alınmış ki Selime Teyze çok uzaktaki bir Türk hacı oteline misafir edilmiş.
Selime Teyze birkaç gün sonra kendi oteline ancak dönebilmiş. Allah’tan sağlığı ve genel halini muhafaza edebilmiş.
Ancak aksilik bu ya, Selime Teyze birkaç gün sonra yine kaybolur. Belli ki alışık olmadığı coğrafya, insan seli, ileri yaşı ve dermansız bacakları ona yine azizlik etmiş.
Yakınları Whatsaap’tan grup ile hemen yazışmaya başlamış; Selime Teyze yok, bulamıyoruz, yine kayboldu diye. Görenlerin insanlık namına haber vermeleri…
Selime Teyze nihayet bulunuyor. Yine başka diyarlara ulaşmış. Başka otellere zorunlu misafir olmuş. Birkaç gün sonra yine alıp getiriliyor kendi yurduna ve oteline. Selime Teyze artık grubun fenomeni oluyor. Herkes onu konuşuyor. Ondan bahsediyor…
Bu durumun muhatabı sadece Selime Teyze mi? Hayır. Gurubun en az yarısı Selime Teyze durumunda. Çoğu yaşlı. Elleri titreyenler... Yaşlanmış vücutlarını zoraki ve ancak sürükleyerek götürenler… Tekerlekli sandalye ile hizmet görenler ve ancak o şekilde ibadetlerini yerine getirebilenler… Bunama emareleri açıkça çehreleri ve davranışlarında izlenebilenler… Ama hepsinin gönlünde ve gözünde ilahi aşktan pırıltılar var… Hasret ve yakarış var… Halleri, yüzleri ve gönülleri sükûn ve huzur dolu… İlahi affa nail olmak için çaresizliklerine ve dermansızlıklarına bakmadan ve olabileceklere aldırmadan tavaf ediyor, sa’ya koşuyor… Her biri yüzünü Kâbe’ye, gönlünü rabbine çevirmiş içli içli dua ve yakarışta bulunuyor…
Hasibe Teyze, yeni beyin ameliyatı olmuş… Gözleri daha tam olarak görmüyor… Ancak içinde bulunduğu kendi alacakaranlığına rağmen tavaftan, sa’yden ve beş vakit namaza gitmekten de geri kalmıyor…
Kendisine ziyaret tavafı yaptıran, onca vakit beraber olduğu zatı bazen tanıyan, bazen tanımayan Ali amaca da Hasibe yahut Selime Teyzeden pek farklı değil…
45 kişilik guruptan sorumlu hoca gecenin nihayetinde Whatsaap’tan grup üyelerine bir fotoğraf bir de mesaj atmış: Tavafa 45 kişi ile gittik 7 kişi ile dönüyoruz diye…
Türkiye’den hacca gidenlerin yaş ortalaması oldukça ileri. Tevellütleri oldukça eski. Neredeyse Türkiye Cumhuriyeti ile aynı yaştalar… İnsan bu insanları yürürken, ibadet ederken gördükçe bir taraftan katlandıkları sıkıntıya acıyor, bir taraftan da sergiledikleri iradeye ve aşka hayranlık duyuyor…
Selime Teyze en son Cidde Havaalanı’nda görüldü. Rutubetle birlikte hava sıcaklığının en az 45 dereceye ulaştığı bir ortamda bir bankın üzerine uzanmış yatıyordu. Ama onun vücudunu saran sıcaklık mevcut hava sıcaklığından hiç de az değildi. Vücudu, yüzü gözü alev alev yanıyordu. Selime Teyze hastalanmıştı. Selime Teyze için için ama teslimiyet içinde acı çekiyordu… Hemen bir ateş dürücü verilebilirdi ama bu doğru olur muydu, kaş yaparken göz çıkarılabilirdi… Herkeste bir acıma hissi vardı… Herkes el uzatmak ve yardımcı olmak istiyordu… Ama herkes çaresizdi… Yapılabilen tek şey Selime Teyzenin yüzünü gözünü bir avuç su ile yıkamasına yardımcı olmak olmuştu.
Sultan Abdülhamid Hacc’a gitti mi?
İçinde bulunduğumuz günler, Kurban Bayramı'nı da kapsayan hac mevsimidir.
Mekke’de Kâbe, Medine’de Mescid-i Nebevi, dünyanın dört bir tarafından gelen iman, muhabbet ve sadakat dolu nasipli gönüllerin kardeşleriyle, esirgeyip bağışlayan rableri ve merhamet elçisi olan peygamberleri huzurunda, bir kez daha buluşmalarına şahitlik edecektir.
Hac, mali ve bedeni bir ibadet olup İslâm’ın beş şartından biridir. Şartlarını taşıyan her Müslümana ömründe bir defa hac etmek Allah’ın emridir.
Osmanlı padişahlarının hiç biri, dini hassasiyet sahibi olmalarına rağmen, hac görevlerini yerine getirmemişlerdir.
Padişahlar bir tarafa şehzadeler de hacca gitme konusunda çok şanslı olmamışlardı.
“Genç” lakaplı Sultan II. Osman hacca gitme arzusu duymuşsa da onun bu yöndeki isteği gönül dünyasındaki tezahürü ile sınırlı kalmıştı. II. Beyazıt da şehzadeliğinde hacca niyetlenmiş ve hatta yola dahi çıkmışsa da babasının vefatı üzerine maneviyata uzanan yolculuğunu maddi gücün merkezine doğru değiştirmişti. Hanedan-ı l-i Osman’a mensup onlarca şehzade arasında Kâbe’ye ulaşmak ve Hazreti Peygamberin huzuruna çıkarak onu saygı ile selamlayıp teslimiyet arzında bulunmak, annesi ve hanımı ile birlikte, 1482 yılında Cem Sultan’a nasip olmuştu. Altı asırlık bir zaman diliminde Kâbe’yi ziyaret etmek bir başka şehzadenin kısmetinde yoktu.
Osmanlı padişahların hacca gidememelerinin temel nedeni öncelikle siyasî ve askerî sebeplere müstenitti. Yol güvenliği ve zaman meselesi belirleyici bir etkendi. Sözü edilen nedenler yolculuğa izin vermeyen fıkhî fetvaların da dayanağı olmuştu. İkinci Osman hacca gitme niyetini izhar ettiğinde kendisine ilk muhalefet eden en yakını, kayınpederi Şeyhülislam Esad Efendi olmuştu. “Padişahlara hac lazım değildir, oturup adaletle muamele etmek daha evladır…” demiş, fitneye fırsat vermemek gerektiğini fetvasına mesnet etmişti. İstese de hacca gitme imkânından mahrum olan ancak;
Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Rasûlallah
Nasıl bilmem bu nîrâne dayandım yâ Rasûlallah
Ezel Bezmi’nde dinmez bir figândım yâ Rasûlallah
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallâh
...
Ne devlettir yumup aşkınla göz, râhında can vermek
Nasîb olmaz mı Sultânım, haremgâhında can vermek
Sönerken gözlerim âsân olur âhında can vermek
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallah
Halet-i ruhiyesinde günden güne bunalan Osmanlı padişahlarından bir kısmı, hac vazifesini, Kâbe hasretini ve peygamber muhabbetini Mekke ve Medine’yi ihya etmeye çalışmak, halkına ihsanlarda bulunmak, Haremeyn için tasarrufta bulunacak vakıflar tesis etmek suretiyle gidermeye çalışmışlardı. Diğer bir kısmı ise, Sultan I. Ahmet örneğinde olduğu gibi, içindeki vuslat hasretini ve muhabbet ateşini maddileştirmek suretiyle kâğıda dökmüşlerdi:
N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim
Kadem-i nakşını ol Hazret-i Şâh-ı Rusul’ün
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidür
Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün
Osmanlı padişahları hacca gidememişlerse de, en azından bir kısmı, vekâlet vermek suretiyle hac vazifelerini yerine getirmeyi ihmal etmemişlerdi. Özellikle son dönem Osmanlı padişahlarının bu yöndeki tercihleri arşiv vesikalarında gayet açık bir surette görülebilmektedir. Bu anlamda Sultan Abdülmecid, Sultan Abdülaziz yahut Sultan II. Abdülhamid’i zikretmek mümkündür. Gerek Sultan Abdülmecid ve Abdülaziz gerekse Sultan II. Abdülhamid kendi adlarına hac vazifesini ifa etmek üzere birer vekil tayin etmişlerdi.
Padişahlar adına hac vazifesini ifa edecek isimlerin seçimi de ihtimamla yapılmış ve özellikleri bulunan şahıslar arasından tercih edilmiştir. Hac yapmak üzere tayin edilecek vekil Mekke veya Medine’de ikamet eden kadı, müderris, hatip veya imam gibi ilmiye sınıfı mensuplarından olmalı, maddi makamlarının seçkinliği yanında züht ve takva sahibi olmak gibi manevi makamları da haiz bulunmalıydı.
Bu anlamda Sultan Abdülmecid adına hac farizasını yerine getirmek üzere tayin edilen isim Mekke-i Mükerreme Kadısı İmameddin Efendi olmuştu. Sultan Abdülaziz adına aynı görevi ifa etmek üzere tercih edilen kişi ise Medine'nin tanınmış âlimlerinden Müderris Ömer Zahit Efendiydi. Sonraki zamanlarda ise aynı vazife ile Zahit Efendinin oğullarına vekâlet verilmişti.
Herhangi bir padişahın kendi adına hac yapmak üzere bir veya birden fazla vekil tayin etmesi mümkün olabildiği gibi her yıl hac yapılmasını istemesi de mümkündü.
Yakın dönemin önemli padişahlarından biri olan II. Abdülhamid de yaklaşık 33 yıl saltanat sürmesine rağmen hacca gidememişti. Ancak sağlam bir itikat sahibi olan, beş vakit namazını kılan, Ramazan orucunu tutan ve genel olarak ibadetlerinde kusurlu olmamaya çalışan Sultan Abdülhamid 1897 yılında kendisi adına hac yapması için bir vekil tayin etmişti.
Sultan II. Abdülhamid adına hac yapmak üzere Mescid-i Nebevi imam hatibi merhum Mehmet Zahit Medeni’nin oğlu Ahmet Efendi tercih edilmişti. Ahmet Efendi, Sultan Abdülhamid adına vekâlet haccını, şartları ve kurallarını en güzel surette ifa etmek suretiyle vazifesini tamamlamıştı.
Ahmet Efendi kendisine verilen vekâlet gereği padişah adına hac vazifesini yerine getirdiğini 16 Mayıs 1897 tarihinde Mekke’de kadı/hâkim başkanlığında toplanan şer’i mahkeme huzurunda beyan etmiş ve ayrıca şahitler göstermişti. Şahitler de Ahmet Efendinin hac vazifesini kusursuz bir şekilde yerine getirdiğine şahit olduklarını ifade etmişlerdi.
Ahmet Efendinin beyanı ve şahitlerin şahadeti üzerine 1897 yılı hac mevsiminde Sultan Abdülhamid adına hac vazifesinin vekâleten yerine getirildiği hüccet-i şer’i ile tespiti ve tescil olunmuştu.
Mahkeme tarafından yazılan şer’i hüccette Ahmet Efendinin; Müslümanların sultanı, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi ve temsilcisi, İslam mülkünün hamisi, Hazreti Peygamberin şeriatının müeyyidi, karaların ve denizlerin sultanı, Mekke ve Medine’nin hizmetkârı, merhum ve mebrur Sultan Mahmud’un oğlu olan merhum ve mebrur Sultan Abdülmecidin oğlu gazi Abdülhamid Han… adına hac vazifesini ifa etmek üzere ihrama girdiği, Arafat’ta vakfeye durduğu, Müzdelife’de bulunduğu, Mina’da şeytanı taşladığı… ve haccın sair şartlarını yerine getirdikten sonra tıraş olmak suretiyle ihramdan çıktığı ve padişah adına Allah’tan mağfiret ve hoşnutluk talebinde/duasında bulunduğu belirtilmiş ve bütün bu duruma şahit olanların şahadetleri dolayısıyla isimlerine yer verilmişti.
Hac mali ve bedeni bir ibadet olması ve şartlarını taşıyan kişi üzerine farziyet gerektirmesi nedeni ile hac yapmak üzere kendilerine vekâlet verilenlerin bütün masrafları ilgili padişahın Ceyb-i Hümayunundan yahut Hazine-i Hassa’dan yani kendi kesesinden karşılanmaktaydı.
Şehzadeliği ve veliahtlığı sırasında murakabeye tabi tutulan, İttihatçılar sayesinde tahta çıkınca da ileri yaşı ve hastalığına ilaveten siyaseten İstanbul’dan fazla uzaklaşması çok da uygun görülmeyen Sultan Reşat da hac görevini ifa edememişti. İktidarda bulunduğu sırada, Bursa, Edirne, Selanik, Üsküp, Priştine, Kosova ve Manastır’ı kapsayan üç haftalık bir Rumeli seyahati yapmışsa da bütün bunlar onun kendi tercihinden ziyade İttihatçıların cebri ile gerçekleşmişti.
Son dönemin oldukça tartışmalı ismi olan Sultan Vahdeddin gerek şehzadeliği gerekse oldukça kısa süren padişahlığı sırasında hac yapamamıştı. İstanbul’dan ayrıldıktan sonra bir kısım yerlerde bulunduktan sonra Şerif Hüseyin’in davetlisi olarak Mekke’ye gitti. Hac mevsimi de yaklaşmakta olduğunda haccını eda etme niyetindeydi. Ancak İngiliz etkisindeki Şerif Hüseyin’in Sultan Vahdettin’i Hicaz’a davetten maksadının Vahdettin’in de desteği ile halife olma maksatlı olduğu anlaşılınca Sultan Vahdettin Hicaz’dan haccedemeden ayrılmak zorunda kaldı.
İyi bir kütüphanesi olan, Fransızca kitaplar çalışma masasında eksik olmayan ve aynı zamanda “nu” tablolar çizecek kadar da liberal bir tavırla resme düşkünlük gösteren son halife Abdülmecid şehzadelik yıllarında Sultan Abdülhamid’in murakabesinden, veliahtlık yıllarında mevcut siyasi şartlar ve İttihatçı idarenin yaklaşımından ve nihayet güdümlü halifelik döneminde ise Ankara’nın tarassudunda kalmaktan hiçbir surete kurtulamadığından dolayı Kâbe’yi ziyarete imkân bulamamıştı.
XXXXXX 15
.
Şam-ı Şerif’ten Şam’a
Bir zamanlar Osmanlı sınırları dâhilinde bulunan Suriye idari olarak vilayet statüsüne sahipti. Suriye vilayetinin en önemli şehri yahut başkenti ise Şam’dı.
Şam’ın Osmanlı idaresinde olduğu kadar kültür dünyasında da önemli ve farklı bir yer vardı. Her şeyden evvel Şam’a, bugünkü gibi alelade ve gelişi güzel bir ifade ile Şam denmezdi. Hususiyeti bulunan insanları, şehirleri, özel belde ve hatta en dar ve küçük dahi olsalar bazı mekânları zikretmenin bir adabı vardı. İnsanlar gibi bazı mekânlar da mübarek görülür, şerefli sayılır ve saygı ile anılırdı.
Mekânlar içerisinde en değerli olanı ve dolayısıyla mübarek diye anılanı hiç şüphesiz ki Mekke, Medine ve Kudüs’e aitti. Mübarek olmasa da bazı mekânlar ise şerefli kabul edilirdi. Müşerref olarak görülen yerlere atfedilen şeref o yerin kendi zatından kaynaklanmayıp bünyesinde barındırdığı unsurlar vesilesiyleydi. Ayrıca mübarek olan bir şehir yahut bir mahallin şerefli olması da tabii idi.
Mübarek ve şerefli sıfatına sahip olan söz konusu şehirler, beldeler ve mahaller vasıflarına uygun bir şekilde anılırlardı. Değerli ve özellikli bir insan nasıl saygı görüp hürmet ve ihtiramla anılıyorsa hususiyeti olan yerler de o şekilde anılırlardı. İnsanın değerlisine nasıl muhterem, muhterem efendim, hazreti yahut hazretleri diye hitap edilir, dua ve övgü ile anılırsa şehirler de benzeri bir saygı ve hürmetle yâd olunurdu.
Bu anlamda “Mekke” denmez “Mekke-i Mükerreme” denirdi. “Medine” diye söylenmez “Medine-i Münevvere” diye zikredilirdi. “Kudüs”, “Kudüs-i Şerif” diye bilinir ve o şekilde anılırdı. “Şam” ise Şam olarak değil, “Şam-ı Şerif” diye dillendirilirdi. Zira Şam, bünyesinde barındırdığı dini şahsiyetler ve sahne olduğu tarihi vakalar nedeni ile “şerefli” kabul edilmişti. İnsanın şereflisi olur da şehrin yahut mekanın şereflisi olmaz mıydı! İnsanın ruhsuzu olduğu gibi bazı şehirlerin yahut mahallerin de ruhsuz olması söz konusuydu. Nurani çehreli insanlar gibi ruhaniyeti olan ve maneviyatı hissedilen şehirler/mahaller de vardı. Bazı şehirler ise ruhaniyetleri ile değil tarihî dokuları ile anılır ve bilinirlerdi. Bir şehrin hem ruhaniyeti hem de tarih kokması da garipsenecek bir durum değildi. İstanbul ve Bursa tam da bu türden şehirlerdi. Bazı şehirler daha farklı sıfatlarla da anılabilirdi. “Gâvur”, “Gazi” yahut “Kahraman” gibi…
Böyle bir yaklaşım ve yaşam bir dönem kültürel medeniyetimizin temel unsurları arasındaydı. İnsan ve eşyanın ruhaniyetine öncelikle ve özellikle duyarlılık söz konusuydu. Fakat çağdaşlaşma ve modernleşme neticesi bütün bunlar ayarsız ve duyarsız bir hayat felsefesinin işgaline maruz kaldı.
Şam’a Şam-ı Şerif denmesinin ve yakın bir zamana kadar dillerde ve ifadelerde her daim hürmetle anılmasının nedeni, kendisini kutsamak anlamında değil ama kıymetli, değerli, seçkin ve özellikli manasında “mübarek sıfatını haiz insanlara ve hususi mekânlara ev sahipliği yapması”ndandı.
Yeryüzünün en önemli, en hususi ve en kadim beldelerinden birisi olan ve İslam medeniyetinin asırlarca en önemli şehirlerinden birisini oluşturan Şam ve çevresinde peygamberler, sahabeler, velilerden kimlerin kabri yok ki:
- Hazreti Eyüb (Aclun’da)
- Hazreti Yahya (Emevi Camii’nde)
- Hazreti Hud makamı (Kaysun Dağında)
- Hazreti Hüseyin (Emevi Camiinde)
- Hazreti Hatice (Babussağir’de)
- Hazreti Rukiye (Babussağir’de)
- Hazreti Sekine (Babussağir’de)
- Hazreti Şeyhulekber (Salihiye’de)
- Hazreti Ümm-i Gülsüm (Babussağir’de)
- Hazreti Zeynep (Babussağir’de)
- Abdülgani Nablusi (Salihiye’de)
- Ashab-ı Kehf (Salihiye’de)
- Beyazıd-ı Bestami (Humus’ta)
- Bilal-i Habeşi (Babussağir’de)
- Cabir ibni Malik (Meydan’da)
- Dırar (Babu Şarkiyye’de)
- Ebudderda (Şam kalesinde)
- Ebulleys Semerkandi (Hama’da)
- Halid ibn-i Velid (Humus’ta)
- İmran ibn-i Yasir (Leca’da)
- Mevlana Halit (Salihiye’de)
- Muaviye ibn-i Ebi Süfyan (Cami-i Cerrah’ta)
- Muaz ibn-i Cebel (Gavur ve Kasir’de)
- Ömer ibn-i Abdülaziz (Humus ve Kanavat’ta)
- Pamuk Dede (Salihiye’de)
- Sa’d ibn-i Ubade (Meliha’da)
- Sultan Nurettin Zengi (Hayyatin Çarşısında)
- Sultan Selahaddin Eyyubi (Emevi Camii civarında)
- Şeyh Hasan Râî (Kuneytera’da)
- Tacettin Ebulvefa makamı (Kaysun Dağında)
- Temim Dârî (Tıybe’de)
- Zeyd ibni Sabit (Babu Sarıca’da)
- Zeynelabidin (Kaysun Dağında)
- Zülküfl makamı (Kaysun Dağında)
Uzun bir listenin en fazla bilinenlerinin verildiği bütün bu mübarek isimler Şam ve civarında metfun bulunmaktalar ve dolayısıyla Şam’ı da “Şam-ı Şerif” yapmaktalar
.
Arap İzzet Paşa, Hz. Peygamberin mescidini elektrikle aydınlatmıştı
Prof. Dr. Metin Hülagü: Medine’ye elektriği ilk getiren isim Arap İzzet Paşa oldu. O, İstanbul’da kendi adına kurmuş olduğu vakfın gelirlerinden bir kısmını Medine-i Münevvere’de tesis ettiği hayır kurumlarına sarf etti. Medine toplumunda ihtiyacı olanlara hayır ve hasenatta bulundu.
Elektrik enerjisinin Osmanlı coğrafyasında kullanılmaya başlanması telgrafın kullanımı ile yakından alakalı olmuştur.
İmparatorluğun elektrikle aydınlatılması için imtiyaz alınmaya çalışılan ilk meskûn mahalleri ise İzmir, Şam, Beyrut, Edirne, Adana, Halep, Eskişehir ve Samsun gibi belli başlı şehirleri olmuştu.
Kudüs şehri ve Yafa kasabası da elektrik ile aydınlatılabilmesi için müsaade talep edilen yerler listesindeki yerini almıştı.
Geçen yüzyılda, Şeria nehrinin sularından yararlanarak Kudüs’ün ve hemen yanı başında bir mesafede bulunan Uca suyundan istifade ederek Yafa’nın elektrikle aydınlatılabileceği ve hatta Kudüs’te tramvay bile işletilebileceği beyanıyla hazineden mali destek ve müsaade talebinde bulunulmuştu.
Şam’ın elektrikle aydınlatılması ise 1903 yılında söz konusu olmuştu. Yapılan ihale neticesinde şehri aydınlatacak olan ilgili firma Şam’a 30 km mesafede Barada şelalelerin bulunduğu araziyi satın almış ve Belçika’dan ithal ettiği tribünleri şelalenin bulunduğu yere yerleştirmiş ve bu suretle ürettiği elektrik enerjisi ile manen zaten aydınlık olan Şam’ı maddeten de aydınlatmıştı. Ayrıca Şam’da şehrin taşrası durumundaki Salihiye ile Hicaz Demiryolu Hattı’nın şehirdeki son istasyonunu oluşturan Kadem Camii arasında işleyen bir tramvay hattı da döşenmişti.
Şam’ın dar, çamurlu ve çıkmaz sokakları aydınlatmak üzere dikilmesi öngörülen 1000 elektrik direğinin yarısı ise kısa bir süre içerisinde dikilmişken geriye kalan 500 elektrik direğin dikilmesi ise Abdülhamid’in doğum yıl dönümü olan 1908 Eylülüne kadar ikmal edilmişti. Ancak ilginçtir, imparatorluk dâhilinde ilk elektrik santralinin kurulduğu yer büyük şehirler değil, 1902 yılında küçük bir su santrali vasıtasıyla elektriğin üretildiği Tarsus olmuştu. Bu tarihlerde İstanbul bile henüz elektrikle aydınlanmış değildi.
Elektriğin aydınlattığı yerlerden birisi ise Medine-i Münevvere’de Hazreti Peygamberin kabrinin de içinde olduğu Mescid-i Nebevi ve Harem-i Şerif olmuştu.
1900 yılı ve sonrasında Medine’de elektrik yoktu. Şehir klasik aydınlatma tarzı olan fenerler ile aydınlatılmaktaydı. Gece Medine sokakları, elektriksiz bütün şehirlerin sokakları gibi, tabii olarak karanlıktı.
Medine’ye elektriği ilk getiren isim Arap İzzet Paşa oldu. O, İstanbul’da kendi adına kurmuş olduğu vakfın gelirlerinden bir kısmını Medine-i Münevvere’de tesis ettiği hayır kurumlarına sarf etti. Medine toplumunda ihtiyacı olanlara hayır ve hasenatta bulundu.
Bu anlamda Arap İzzet Paşa Vakfı’nın Medine’de bir külliye çerçevesinde inşa ettiği binalar ve yapmış olduğu hayırlar söz konusu oldu. Guraba ve Muhacirin Hastahanesi, Guraba ve Muhacirin Misafirhaneleri (Darülaceze), Mescid-i Şerif Fakirleri için Erkek ve Kız Mektepleri, Medine’de bir mescit, Yetimhane, Ravza-i Mutahhara’da Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerif okutulması ve Harem-i Şerif’in elektrikle aydınlatılması Arap İzzet Paşa Vakfı’nın hayır hizmetleri arasında yer aldı.
Arap İzzet Paşa'nın Medine’de inşa ettirdiği okul 200 kişilik genç bir nüfusa eğitim verebilecek bir kapasiteye sahipti.
Yine onun Medine’de kendi parası ile yaptırmış olduğu hastane 50 hastanın tedavi görmesine müsaitti. Hastanede 3 ay zarfında, 51 hasta tedavi görmüştü.
Darülaceze diye adlandırılan tesis ise 50 ailenin barınmasına imkân tanımaktaydı.
Arap İzzet Paşa Medine’de ayrıca, Sultan Abdülhamid’in doğum gününe denk gelecek şekilde, 12 yetim ve fakir çocuğun sünnetinin yapılmasını da sağlamıştı.
Paşa, yaptırmış olduğu bu hayır kurumları ile kamuya hizmet etmiş, Medine halkının yetimleri, fakir ve düşkünlerinin, kısmen de olsa, tedavi görebilecekleri, ihtiyaçlarını temi edebilecekleri bir barınma yeri ve maddeten ve manen ilgi görebilecekleri bir sığınak oluşturmuştu.
Arap İzzet Paşa, vakıf gelirlerinden ayırıp Medine’de harcanmak üzere tahsis ettiği bir miktar para ile de Medine’de Harem-i Şerif’in daimi surette elektrik ile aydınlatılmasını sağlamıştı. Bu maksatla cami çevresine elektrik üretmeye mahsus makinalar yerleştirilmişti. Söz konusu makinaların idaresiyle meşgul olmak üzere iki de makinist görevlendirilmiş ve hizmetleri karşılığında kendilerine yıllık 180 lira ücret ödenmesi karara bağlanmıştı.
Şüphesiz ki elektrik motorlarının işleyebilmesi için yakıta ihtiyaç vardı ve lazım gelen petrolün satın alınması için ise her yıl 120 lira verilmesi Paşa tarafından uygun bulunmuştu.
Arap İzzet Paşa'nın Medine’de bir başka hayratı ise Ravza-i Mutahhara’da yani Hazreti Peygamberin mezarının da bulunduğu camide Kur’an-ı Kerim okunarak sevabının evvela Hz. Peygamberin ruhlarına ve sonra da vakfın kurucusu (kendisi ve çocuklarına), babası Holo Paşa, annesi Fatma hanım ve tüm geçmişleri ile bütün Müslümanların ruhlarına hediye edilmesi. Paşa bu işin gerçekleştirilmesi için 4 hafızın görevlendirilmesini sağlamış ve bunlara da hizmetlerine mukabil 22 lira verilmesini münasip görmüştü.
.
Meşalelerin aydınlığında İstanbul
Prof. Dr. Metin Hülagü: 1856 yılına kadar Osmanlı Devleti’nde; başta payitaht İstanbul olmak üzere imparatorluğun bütün şehirleri modern anlamda şehir aydınlatmasından yoksundu. İstanbul’da gece olup havanın kararmasıyla birlikte sosyal yaşantı sona eriyordu. Evler mum ve yağ kandilleriyle, belli başlı sokaklar, önemli kamu binaları, varlıklı ailelerin konak ve yalılarının önleri de fenerlerle aydınlatılıyordu.
Edmondo de Amicis yaşadığı dönemin İstanbul’unu; "İstanbul Avrupa’nın gündüz en parlak, gece en karanlık şehridir. Tek tük ve birbirinden çok uzak olan fenerler belli başlı sokakları ancak aydınlatır; ötekiler mağara gibidir, kimse elinde bir fener olmadan bu sokaklara girmeyi göze alamaz." şeklinde tasvir etmiştir.
İstanbul’un elektrikle olan ilişkisini Ahmet Aktepe ise konuya dair yaptığı inceleme ve değerlendirmesinde; “1856 yılına kadar Osmanlı Devleti’nde; başta payitaht İstanbul olmak üzere imparatorluğun bütün şehirleri modern anlamda şehir aydınlatmasından yoksundu. İstanbul’da gece olup havanın kararmasıyla birlikte sosyal yaşantı sona eriyordu. Evler mum ve yağ kandilleriyle, belli başlı sokaklar, önemli kamu binaları, varlıklı ailelerin konak ve yalılarının önleri de fenerlerle aydınlatılıyordu. Belediye çalışanları tarafından havanın kararmasıyla yakılan kandiller havanın aydınlanmasına kadar yanık tutulup, havanın aydınlanmaya başlamasıyla söndürülüyordu. İnsanlar güvenlik nedeniyle geceleri fenersiz dışarıya çıkamıyorlardı. Oysa aynı dönemlerde Avrupa’nın çoğu şehirlerinde caddeler, sokaklar, parklar vb. açık mekânlar ile evler, sinemalar, tiyatrolar, tren garları vb. kapalı mekânlar güneş battıktan sonra, gece boyunca havagazı ile aydınlatılıyordu. Sosyal yaşantı gündüz gibi olmasa da geceleri geç saatlere kadar devam ediyordu. İstanbul, bu olumsuzluğuna rağmen konumu, tarihsel zenginliği ve doğal güzellikleriyle sadece Osmanlı Devleti’nin başkenti olmayıp dünya başkentlerinin en önemlilerinden sayılıyordu.” diye anlatmaktadır. Ancak ilginçtir, imparatorluk dâhilinde ilk elektrik santralinin kurulduğu yer büyük şehirler değil, 1902 yılında küçük bir su santrali vasıtasıyla elektriğin üretildiği Tarsus olmuştu.
İstanbul’un elektriğe kavuşması çok daha sonraki yıllarda gerçekleşmişse de bu yöndeki ilk girişim Sultan II. Abdülhamid’in tahta geçmesinden iki yıl sonra, 1878’de gündeme gelmişti. Fakat ne 1878’deki teklif ne 1898’de Siemens tarafından İstanbul’un elektrikle ışıklandırılması önerisi yahut daha sonraki yıllarda gündeme getirilen projeler Abdülhamid tarafından dikkate alınmıştı.
Gerçi o tarihlerde Batı’nın isimleri fazlaca zikredilen şehirleri de henüz istenildiği gibi aydınlığa kavuşmuş değillerdi. 1817’de Baltimore şehrinde, 1826’da Berlin’de ve 1829’da Paris’te sadece birer sokak havagazıyla aydınlatılabilmişti. Dünyanın önemli şehirlerinde olduğu gibi havagazı 1856 yılında İstanbul’da da şehrin muayyen sokak ve caddelerinin aydınlatılmasında başvurulan bir enerji kaynağı olmuştu. 1856’da resmi törenle açılışı sonrası Dolmabahçe Sarayı ve müştemilatı havagazı ile aydınlatılan İstanbul’un en şanslı mekânları arasına katılmıştı. O tarihte Beyoğlu’nda bulunan cadde ve sokaklar da havagazı ile aydınlatılmaktaydı.
Abdülhamid döneminde İstanbul’un ana arterleri, caddeleri, sokakları, konak ve yalıları, devlet daireleri havagazı ile aydınlatılmış ve nihayet İstanbul’un havagazı ile aydınlatılma oranı doruk noktasına ulaşmıştı. Dolmabahçe Gazhanesi, Yedikule Gazhanesi ve Kadıköy Gazhanesi onun döneminde hizmete girmişlerdi. Bu gazhanelerden beslenen sokak lambalarının toplamı 10.000’e yakın bir sayıya ulaşmıştı.
Hal böyle olsa da sonraki tarihlerde Avrupa'daki birçok başkent yahut imparatorluk dâhilindeki bir dizi şehir elektrikle aydınlatılırken payitaht sokaklarının 1856 yılından bu tarafa hala meş’alevari bir surette havagazıyla aydınlatılması da gayet tuhaftı. Ancak bu durumun kendine özgü nedenleri vardı.
Yabancı elektrik şirket ve firmaları kadar Osmanlı aydınları da çağdaş medeniyetin gereği olan elektriğin dünyadaki önemli şehirleri ve başkentleri aydınlattığı gibi İstanbul’u da aydınlatmasını arzu ediyorlardı. Elinde İstanbul’un elektrikle aydınlatılmasına dair planlar ile dolaşan yabancı şirketler tercih ve önceliğin kendilerine verilmesi için Abdülhamid’e en yakın isimleri etkilemeye çalışıyorlardı. Bu anlamda Alman, İngiliz ve Fransız şirketleri sürekli rekabet halindelerdi. Yabancı elektrik şirketleri arasındaki rekabet o kadar yoğundu ki, kimi zaman şirketlerin yöneticileri, kimi zaman bu ülkelerin elçileri ya da parlamenterleri hatta devlet başkanları bile devreye girebilmektelerdi. Sir Ellis Ashmead Bartlett, Alman Mösyö Ferdinand Rayz, ‘’Campany General De Traksion’’ Anonim Şirketi Vekili Edvard Tokas, Alman Büyükelçiliği ve Alman İmparatoru II. Wilhelm ve daha birçok isim bu rekabette aktif rol almışlardı. Mösyö Şarl Tokas, bir Fransız şirketi adına, Bayındırlık Bakanlığına müracaatta bulunmuş, bütün Avrupa şehirleri elektrikle aydınlatıldığı halde İstanbul’un halen gaz ile aydınlatılmasının yanlış olduğunu belirtmiş ve İstanbul’un elektrifikasyonu için bakanlıktan 50 yıllık bir imtiyaz talebinde bulunmuştu.
Birçok yazar Abdülhamid’in İstanbul’a elektriğin getirilmesine karşı çıkışının sebebini onun güvenlik noktasında duymuş olduğu kaygıya bağlar. Bu tespit doğru olmakla birlikte elektriğin İstanbul’a geç gelmesinin nedenini sadece Abdülhamid’in kişisel kaygılarına bağlamak oldukça yanlış olacaktır. İstanbul’un elektrifikasyonu için yapılan ilk girişimin 93’teki Osmanlı-Rus harbi ile baltalandığını, İstanbul’un ahşap bir kent olmasının doğurduğu mahzurları, genel eğitim düzeyinin çok düşük olmasının olumsuzluklarını, şehirde hizmet veren mevcut havagazı şirketlerinin menfi propagandalarını da göz ardı etmemek gerekir. Öte yandan konu şahsi kaygılardan ziyade zaten bir türlü ayar tutturulamayan bütçenin yeni bir harcama ile daha da sıkıntılı hale gelmesi ile de yakından alakalıydı. Ayrıca ahşap köşk ve konaklarla süslü bulunan ve meşhur yangınları hala hatıralarda olan İstanbul'un en ufak bir kazada bütünüyle yanıp kül olmasından endişe duyulması şahsi kaygıdan ziyade toplumsal bir kaygıydı. Şayet öyle olmasaydı, şehir genel olarak gazla aydınlatılmışken, yabancıların kontrolünde bulunan bazı yerlerde elektrik mevcut olmazdı ve Beyoğlu’nda Büyük Kulüp (Cerc D’orient) 1906 yılı başlarından itibaren elektrik ile tanışmazdı.
.
Abdülhamid ve Sihirli Fener: Sinema
Ali Özuyar’ın gayet güzel bir surette ifade ettiği üzere, adını Lumiere Kardeşler'in icadı Cinematographe'tan alan sinema, görsel dilinin yarattığı evrensellikle, geride bıraktığımız yüzyılın en etkili ve en popüler kitle sanatı oldu. Ancak sinemanın teknolojik bir buluş olarak gerçekte kimin tarafından icat edildiği ise yıllar boyunca tartışılıp durdu.
Sinemayı kim icat etti?
Bu suale muhatap olan bir Fransız ise hiç şüphesiz ki cevap Mösyö Lumiere olacaktı. Aynı suali bir Amerikalıya sorarsanız, sinemanın doğrudan doğruya Edison tarafından icat edildiğini belirtecekti. Bir Belçikalı ise muhakkak ki Plateau'nun ismini ileri sürecekti. Ancak şurası muhakkak ki, doğal veya suni bir görüntünün perdeye aksettirilmesine son noktayı koyanlar Fransız Lumiere Kardeşler olmuştu.
Osmanlı topraklarının sinemayla buluşması Sultan Abdülhamid iktidarının son evresine denk gelmektedir. 1896 yılı bu anlamda diğer yıllardan farklı olmuştur. Sinema siyasal iktidarın muhalefeti yerine 29 Mart 1903’de yazılı bir onay ile karşılık bulmuştu. Yirmi beş maddeden oluşan ve şartları oldukça ağır olan "Memalik-i şahanede sinematograf temaşa ettirilmesinin şerait-i imtiyaziyesi" adıyla bir sinema nizamnamesi hazırlanmıştı. Nizamnamede, daha ziyade film gösterimi şeklindeki, sinema faaliyetlerinde bulunma hakkına kimlerin sahip olabileceği tafsilatlı bir şekilde ifade edilmişti.
Yürürlüğe girip girmediği konusunda kesin sonuçları olmamakla birlikte, 1903’de Cinematographe imtiyazının hazırlanması dönemin somut bir ürünü olmuştur.
Batı’ya ve Batı’da icat edilen her bir şeye yakın alaka duyan Abdülhamid dünyada yavaş yavaş yayılma temayülü içerisinde olan film ve sinemadan da bihaber değildi.
O, Almanya, Avusturya, Çin ve Britanya gibi ülkelerin liderlerinin perdeye akseden görüntüleri bilgisine sahip biriydi. Belki de bu nedenledir ki Çin'de yaşanan son hadiselerden bahseden filmler getirtip izleme arzusu göstermişti. Ancak o "Cinematographe” teriminden Mabeyincisi ve şifahi emirleri sözcüsü Arap İzzet Paşa marifetiyle haberdar olmuştu. Mabeyncisi vesilesi ile konuya tam anlamı ile muttali olan Abdülhamid Cinematographe’a ilgisiz kalmamış; Lumiere kardeşlerin icadından sadece bir yıl sonra bu alet Yıldız Sarayı'na da girmişti.
Sermet Muhtar Alus, “İstanbul’da sinemayı ilk seyreden bahtiyar kimdir biliyor musunuz?” diye soruyor ve cevabı da yine kendisi veriyordu: Karin-i Sani, Arap İzzet Paşa.” Sonra da devam ediyordu: “Kimden duyduysa duymuş yahut resmini nerede gördüyse görmüş. Ayıp değil a, merak bu. Derhal Avrupa’ya sipariş etmiş ve konağına getirtmiş. Koca kâşane, film parlaması yüzünden kül olup gitmişti.”
Abdülhamid döneminin paşaları arasında film ile tanışan sadece İzzet Paşa değildi tabii ki. Yıldız Sarayı tercümanı Sabuncuzade Louis Alberi de filme merak duyan isimlerden biri olmuştu.
Louis Alberi, 9 Eylül 1902’de seyrettiği bir filmin aniden durduğunu yazmış ve bu durumu elektrik kesintisine bağlamıştı. Fakat belirttiğine göre, “Seyirciler makinede bir infilâk vuku bulduğunu” zannetmiş ve birbirlerini çiğner bir vaziyette can havli ile kaçmaya başlamışlardı.
Bu hadiseye rağmen, Louis Alberi 1904’te, Sultan II. Abdülhamid’in tahta cülusunun yirmi sekizinci yıl dönümü münasebetiyle, Büyükada’daki evinde ahaliye bir film gösterimi düzenlemişti. Fonograf ve projektörün kullanımını bizzat öğrenen Louis Alberi anılarında o geceyi şöyle tarif etmişti:
“1 Eylül – Bugün Zât-ı Şâhane’nin tahta cülûsunun yirmi sekizinci yıl dönümüdür. Bu münasebetle evimin elektrik tezyinatını hazırlamakla meşgul oldum. Güneş battıktan sonra fenerleri ve elektrik lambalarını yaptık. Asetalin ışığı ve sinema makinesiyle halka manzaralar seyrettirdik.”
Arap İzzet Paşa'nın film, sinema ve Cinematographe terimleri ile tanışması Abdülhamid’e nazaran biraz daha erken bir vakitte gerçekleşmiştir.
Arap İzzet Paşa, İran’da Bâbîler tarafından Şah’ın suikasta kurban gitmesinden sonar, gizli bir görevle Tahran’a gitmiştir. Ölen Şah, Avrupa'ya yaptığı son ziyarette, makul bir fiyata, satışa sunulan bir Cinematographic film ve gerekli projeksiyon cihazını satın almıştı. Şah, en yakın arkadaş çevresi ve en sadık ve çok sevdiği saraylılar ile birlikte, fakat büyük bir mahremiyet içerisinde ve Saray’ın yüksek duvarlarının gerisinde, haremağasının idaresinde sinematografik seanslar izlerdi.
Arap İzzet Paşa, gerçekleştirdiği resmi ziyaretinin ötesinde yeni Şah’ın sarayında eski Şah’tan kalan başka şeylere de tanık olmuştu. Zira kendisi İstanbul’dan, Yıldız Sarayı’ndan gelen biri olarak değerli görülmüş ve hususi misafirlerden kabul edilmiş, özel muameleye tabi tutulmuştu. Dolayısıyla Arap İzzet Paşa film ile ilk kez İran'da tanışmış ve orada sarayda, pek muhtemeldir ki biraz da müstehcen bir mahiyetteki, filmler seyretmişti. Film, tam bir sanat meraklısı olan Abdülhamid’in bulunduğu Yıldız’a girmeden önce her nasılsa İran’da Şah’ın sarayına girebilmişti. İzzet Paşa İstanbul’a geri döndüğünde Cinematographe denen bu yeni icattan Abdülhamid'e de söz etmişti. Ancak film, sinema ve Cinematographe terimleri elektrik ile yakından alakalıydı. Bir filmin seyri için olması gerekenlerin en başında gelen unsur ise elektrikti. Ancak İstanbul’da elektrik maalesef yoktu veya kısıtlı bir surette ve belli yerlerde mevcuttu.
.
Arap İzzet Paşa'nın hem konağı hem yüreği yanmıştı
Yakın dönem tarihimizde daha ziyade isminin başına konulan “Arap” sıfatı ile birlikte anılan ve o şekilde meşhur olan İzzet Paşa el- bid, hayatı filmleştirilmiş olsa, herhalde reytingi gelmiş geçmiş en yüksek film olurdu. Öyle bir filmin Guinness rekorlar kitabına girmemesi için hiçbir sebep olmazdı.
Kendi hayatı bir film aratmayacak kadar zengin ve enteresan olan Arap İzzet Paşa, Yıldız Sarayı’ndaki mesaisi yorgunluğunu Beşiktaş - Yenimahalle’de bulunan konağında zaman zaman film seyretmek suretiyle atmaya çalışırdı.
Konağının bir tarafında Fırın Sokağı, tam aksi tarafından ise Posta Caddesi ve bu iki yolu birbirine bağlayan ve Serasker Paşanın (Milli Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı ) bahçesine paralel bir surette seyreden başka bir cadde olmak üzere üç taraftan yollarla çevriliydi. Serasker Paşanın bahçesine sınır olan yola paralel, Posta Caddesi tarafta ve İzzet Paşanın evine bitişik bir surette Binbaşı Ömer Efendinin evi ve bahçesi, yine aynı cephede ancak Fırın Sokağı taraftaki köşede ve Paşa’nın konağına yine bitişik bir surette farklı bir şahsa ait bir ev yer bulunmaktaydı. Konağın diğer bir cephesinde ise iki farklı kişiye ait 2 ev ve bu evlere ait bahçeler vardı. Konağın müştemilatını oluşturan bir ev, mutfak, hamam, külhan ve sonradan ilave edilen elektrik dairesi Fırın Sokağı’na sınırdı.
Tabii ki o tarihlerde İstanbul’da elektrik henüz yoktu. Müstesna yerlerde varsa olsa da bu durum istisnai idi ve genel kullanıma henüz sunulmuş değildi.
Arap İzzet Paşa teknolojik yeniliklere açık biriydi. Konağının elektrikle aydınlatılmasını arzu etmiş ve gereği için hemen harekete geçmişti. İşi, Weinberg ve Otto adında Yahudi asıllı iki Alman vatandaşı üstlendi. Elektrik için lâzım olan tesisat Beyoğlu’nda ithalat ve fotoğraf işleriyle uğraşan Weinberg tarafından bir hafta gibi çok kısa bir sürede tedarik olunarak Almanya’dan İstanbul’a getirildi.
Weinberg ve Otto, elektriği üretecek kazanı konağın bahçesinde düzenlenen özel bir yere yerleştirip konağa kablolar çekilmesini ve konağın iç tesisatının tamamlanmasını sağladılar. Konakta yapılan çalışmalar tamamlandıktan sonra da konağın elektrik sistemi devreye alınmaya hazır hale getirildi. Ve nihayet herkesin heyecanla beklediği bir sırada elektrik şalteri indirilerek konağa elektrik verildi.
Konağın ışıl ışıldır parlaması, başta İzzet Paşa olmak üzere, Weinberg ve Otto ve diğer herkesin heyecanını emsalsiz bir sevince dönüştürmüştü. İzzet Paşanın konağı, yakında yahut uzakta yaşayan meraklılar tarafından geceleri görülmesi gereken bir yer haline gelmişti.
Rivayet o ki, yapılan bütün çalışmalardan haberi olan Sultan II. Abdülhamit’in elektriğin sebebiyet verebileceği tehlikeler konusundaki vesvesesi, Paşa’nın evi elektrikle aydınlanmış olsa da, azalmamıştı. O, kazara çıkabilecek bir yangının İstanbul’a vereceği zarardan son derece endişe duymaktaydı. Elektrik konağı aydınlatmışsa da, her zaman temkinli olmayı tercih eden Abdülhamid; “biraz zaman geçsin ve görelim’’ demekle yetinmişti.
Konağın elektrikle aydınlatılmasını sağlayan Alman şirketi, Paşa’nın sadece teknolojik ürün ve unsurlarına değil, sinema ve film konusuna da ilgi duyan biri olması hasebiyle, kendisine bir sinema makinası hediye etmişti.
İzzet Paşa, kendisine hediye edilen sinema makinası sayesinde ailesi ve yakın dostlarıyla birlikte konağında zaman zaman, Almanya'da bile yeni gösterime giren, sessiz filmler izlemekteydi.
Paşa, 18 Ocak 1908’de, akşam vakti, konağında yine film seyrine dalmıştı. Aniden ve hiç beklenmedik bir surette etrafı alevler sardı. Konak kısa sürede üstesinden gelinemez bir surette tutuştu ve alev alev yanmaya başladı. Yangını kontrol altına almak ve söndürmek için tulumbacı yani o dönemin itfaiyecileri gelmiş miydi ve gelmişlerse çabaları ne derece başarılı olmuştu bilemiyoruz.
Elektrik dairesi konağın Fırın Sokağı tarafında ve birbirlerine bitişik surette bulunan ve konağın müştemilatını oluşturan bir ev, hamam ve mutfak ile aynı kısmında yer almaktaydı.
Bu kısma, içe doğru uzanan, bitişik bir haldeki külhan odası yapılmıştı. Yangında bunların hiç birisi zarar görmemişti. Konağın kendisi ve bahçesi ise bütünüyle yanıp kül olmuştu.
Konağın alevleri Paşa’nın komşusu Binbaşı Ömer Efendinin evine de sıçramış, o da bütünüyle yanmıştı. Yangında bir de can kaybı vardı. O sırada üst katta her şeyden habersiz bir surette uyumakta olan genç hizmetkâr bir kız da yangında hayatını kaybetti.
İzzet Paşanın konağının yandığı sırada Sultan II. Abdülhamid Yıldız Sarayı’nda Mabeyn'de Fransa elçisi ile görüşme halindeydi. Görüşme henüz yeni başlamış ve bir kaç dakika ancak geçmişti. Mabeyndeki görevli o ana kadar, belki de ilk defa, huzura destursuz bir surette girmiş ve yine destursuz bir surette Abdülhamid’i endişesinde haklı çıkaran yangın haberini kendisine haber verdi...
İzzet Paşa yaşanan yangın hadisesi ile hakikaten ciddi bir felakete maruz kalmıştı.
Evsizdi. Kendi ifadesi ile büyük felaketlere uğramıştı. Parası, eşyası ve mücevherleri ile beraber Yenimahalle’deki evi yanıp kül olmuş, yaşadıklarından fazlasıyla ıstırap duymuştu.
Maddi ve manevi olarak kendisini oldukça sarsmış olan yangından sonra ailesiyle birlikte İstanbul’un şehremini yani belediye başkanı olan dünürü Reşit Paşanın Bebek’teki yalısına taşınmak zorunda kaldı.
Paşa’nın film seyretme merakı, adeta bir film gibi, yangın nedeniyle vahim bir sonla bitmişti. Ancak yangının nedeni elektrik değil, seyredilmek üzere film makinasına konan film şeridiydi.
Erken sinema döneminde, elektrik veya kullanılan diğer enerji türlerinden kaynaklı sıkıntılar ve filmin kopması sıkça yaşanan sorunlar olmakla birlikte en önemli problem nitrat tabanlı filmlerin kullanılması ve muhafazası meselesiydi.
Nitrat film yapısından kaynaklı veya kullanılan enerji türüne bağlı olarak (elektrik, kömür, gaz, petrol ve diğerleri) oluşan yangınlar film yapımı, dağıtımı ve gösterim koşullarını ciddi bir surette etkilemekteydi.
Bu dönemde üretimi yapılan film şeritleri çoğunlukla 35 mm genişliğinde ve nitrat tabanlı filmlerdi. Temel sorunları ise kolaylıkla yanabilmeleriydi. Nitrat filmler zaten oksijen içerdiğinden yanmak için ayrıca oksijene de ihtiyaç duymazdı. Zaman bağlı olarak çürüdükçe yanıcı olma özelliği daha da artmakta ve çıkardığı patlayıcı gazlar ile alev almaya daha müsait bir hal kazanmaktaydı. Nitrat kaynaklı yangınları söndürmek ise oldukça zordu ve yangının söndürülmesinde suyun pek bir faydası da yoktu. Ayrıca şeridin yanması sırasında yoğun bir duman çıkması da normal bir haldi.
Özel muhafaza gerektiren nitrat tabanlı filmlerin, bilgisayar hard diskleri misali, güneş ile doğrudan teması, her türlü ısı kaynaklarına yakın olması yahut sigara içilmesi halinde kıvılcım kapmaya müsait bir ortamda tutulması son derece tehlikeli sonuçlara sebebiyet verebilirdi. Ve nitekim İzzet Paşanın uğradığı felaketin nedenini de bütünüyle bunlar oluşturmuştu. Ancak Arap İzzet Paşanın daha sonraki zamanlarda yaşadığı felaketler dikkate alındığında konağının yanması adeta bir hiç mesabesindeki bir afetti.
.
Arap İzzet Paşa gibi kızı da firar etmişti
Dubai Emiri Şeyh Muhammed bin Reşit El-Maktum'un 31 milyon sterlinle Londra'ya kaçan eşi Prenses Haya'nın haberini okuyunca yakın tarihimizin önemli simalarından biri olan ve Sultan II. Abdülhamid’in hafızası diye anılan, İttihatçıların başının “karabelası” Arap İzzet Paşanın kızı Lem’a Hanımın da benzer bir surette Avrupa’ya kaçması hatırıma geldi.
O zamandan bu zamana değişen galiba sadece isimler olmuştu.
Hayatı aşk ve macera yüklü Lem’a Hanımın, babası Arap İzzet Paşa misali, Avrupa’ya firar edişinin çok kısa hikayesi şudur:
Lem’a El-Âbid Arap İzzet Paşanın kızlarından biriydi. Sultan Abdülhamid tarafından Arap İzzet Paşaya hediye edilen Çerkes Nibrakis Hanımdan İstanbul’da dünyaya gelmişti.
Batı tarzı bir eğitim görmüş, Batı kültürüne ve hayat felsefesine onu bütünüyle benimseyecek ve hatta âşık olacak derecede ilgi duymuştu.
O, karakteri itibarıyla baş edilmesi hakikaten zor biriydi. Babası Arap İzzet Paşanın Avrupa’da yaşamak zorunda kaldığı zamanlarda kendisine bir hayli zorluklar çıkarmıştı.
Arap İzzet Paşa kızı Lem’a Hanımı kardeşi Musul eski valisi Mustafa Paşanın oğlu Muzhir ile evlendirmek istemişti. Ve nihayet düğünün 1913 yılı baharında Mısır’ın İskenderiye şehrinde yapılması kararlaştırılmıştı. O sıralar Avrupa’da bulunan Arap İzzet Paşanın da Marsilya’dan gelerek düğüne katılması kararlaştırılmıştı.
Kuzenler kararlaştırıldığı şekilde evlendirilmişlerdi. Lem’a Hanım Muzhir el-Âbid ile evlendiğinde henüz 17, Muzhir Bey ise 35 yaşındaydı.
Lem’a Hanımın amcazadesi Muzhir Bey ile evlenmesi kendi arzusundan ziyade babası Arap İzzet Paşanın isteği ile gerçekleşmişti. O, düğünden sonra Şam’da ikamet etmeye başlamışsa da gerçekleşen evlilikten hiçbir surette memnun kalmamıştı. Kendisinin ifade ettiğine göre o, kendi iradesi dışında yaşlı bir adamla evlendirilmişti.
Muzhir Bey Şam’ın gayet iyi tanınıp bilinen eşrafındandı. Ancak onun Lem’a Hanımdan başka hanımları da mevcuttu.
Lem’a Hanım düğünden sonra Muzhir Bey ile 8 ay kadar birlikte olmuştu. Ancak bir gece yarısı, bir fırsatını bularak, kendisine eşlik eden iki bayan ile birlikte, eşinden, evinden ve Şam’dan kaçmıştı. Önce Beyrut’a gitmiş, oradan da, Avusturya bandıralı bir vapura binerek, İskenderiye’ye ulaşmıştı.
Muzhir Bey bu nahoş durumun farkına varınca derhal harekete geçmiş, İskenderiye’ye ulaşmış ve Lem’a Hanımı geri dönmesi için bütün yeteneğini kullanarak ikna etmeye çalışmıştı. Maalesef hiç bir sonuç elde edememişti. Geminin Avusturyalı kaptanı rızası olmadığı için Lem’a Hanımı Muzhir Beye teslim etmemişti. Lem’a Hanım akıllılık etmiş, kaçarken yanına mücevherlerini de almıştı. Muzhir Bey 6.250 Sterlin değerindeki bu mücevherleri geri almak istemişse de gemi idaresi mücevherlerin Lem’a Hanıma ait olduğuna kani olarak alınmasına izin vermemişti.
İskenderiye’ye vardıklarında Lem’a Hanımın beraberindeki hanımlar Şam’a geri dönmeye ikna edilmişlerdi. Fakat Lem’a Hanım geri dönmeyi hiçbir surette kabul etmeyerek Avrupa’ya kaçmakta kararlılık göstermişti.
Lem’a Hanım traji-komik bir yolculuk sonrasında Trieste’ye ulaşmış, polis refakatinde karaya çıktıktan sonra bir otele yerleşmişti.
Arap İzzet Paşa durumu haber alınca hemen Trieste’ye geçmiş, kızının kaldığı otele varmıştı. Paşa, Lem’a Hanımı Şam’a geri dönemeye ikna etmek için kendisine çok dil dökmüşse de ikna çabaları bütünüyle sonuçsuz kalmıştı. Şam’a döndüğü takdirde daha hür olacağı vaadine veya baba mirasından mahrum edileceği tehdidine rağmen Lem’a Hanım yine de geri dönmeye rıza göstermemişti.
Lem’a Hanım daha sonra Viyana’ya gitmiş, Ringstrasse adlı otele yerleşmişti. Sonrasında ise eşinden boşanmak üzere mahkemede boy göstermişti. Mahkemede duygulu anlar yaşanmıştı. Sağ elini yukarıya kaldıran Lem’a Hanım, kocası yahut babasının yanına geri dönmektense canına kıyacağına dair Kur’an üzerine yemin etmişti. Dahası, o bu yöndeki kararını mahkeme heyeti önünde defalarca tekrarlamıştı. Geri dönmemekte son derece kararlıydı. Şam’dan ayrılırken mücevherlerini de yanına almıştı. Mahkemede, geçinebilmek için beraberinde getirdiği mücevherleri şayet babası kendisinden geri isterse Türkçe dersleri vermek suretiyle hayatta kalmaya çalışacağını ifade etmişti. Duruşmadaki son sözleri ise “daha fazla baskı ve zorbalık istemiyorum” şeklinde olmuştu.
.
Abdülhamid, Atatürk ve Millî Piyango
Piyango denince akla yılbaşı; yılbaşı denince de akla piyango gelir. Bugün Türkiye’de maalesef Millî Piyango ile yılbaşı özdeşleşmiş bir durumda. Toplum böyle bir çağırışımla tam anlamı ile bütünleşmiş bir halde.
Piyango bizde fakir olan devletin fakirliğine çare olması için başvurduğu bir araç, fakir vatandaşın da ümit kapısı oldu hep. Ne de olsa ümit fakirin ekmeğidir demişler. Velhasıl Millî Piyango çekilişleri toplumunun sosyal ve kültürel hayatının yerleşik bir parçası halini kazanmış durumda.
Günümüzde hala piyango çekilişleri yapılıyor ve bu çekilişler devlet eli ile gerçekleştiriliyorsa bu uygulama o devletin fakirliğinin ve o milletin yoksulluğunun devam ettiğinin en bariz göstergesi demektir. Bir devlet ve millet, kurtuluşun gerçekleşmesi, ümidin tahakkuku veya en azından biraz soluklanmanın kolay bir yolu olarak piyangodan medet umuyorsa, ondan gelecek paraya bel bağlamış, piyangodaki şansa odaklanmışsa, o devlet ve millet boyutunda fakirlik de had safhaya ulaşmış haldedir.
Millî Piyango’nun yani fakirliğimizin tarihi Cumhuriyet’ten çok daha eskidir. Anadolu topraklarında düzenlenen ilk piyango çekilişi İzmir’de 1836 yılında gerçekleştirilmiştir. Sonrasında ise İstanbul’a da taşınmıştır.
İstanbul’da piyangonun ilk çekiliş yeri ise daha ziyade ecnebilerin ikamet ettiği ve Avrupalıların gelip gittiği Pera olmuştur. Pera’da piyango usulü satılmak istenen bir ev o tarihlerde hemen herkesin ilgisini çekmiştir.
Piyango ve piyango çekilişlerinin devlet ve millet ekseninde algılanma biçimi de, dün ve bugün itibarıyla, birbirinden oldukça farklıdır.
Başlangıçta piyango bir şans oyunu yahut havadan ve bedavadan para kazanmak ve bir çırpıda zengin olma hayalinin aracı olarak değil, ağır bir tempo ile devam etmiş olsa da, sosyal ve ekonomik kapsamlı ve yardım amaçlı bir uygulama olarak kendisine başvurulmuştur.
Bu nedenledir ki Osmanlı Devleti’nin mali açıdan içinde bulunduğu zafiyet kendisini bu tür vasıtalara müracaat etmeye mecbur kılmıştır. Piyango, yapımı yahut yapılması düşünülen şeylerin gerçekleştirilebilmesi için ihtiyaç duyulan nakdin elde edilmesinin aracı olarak görülmüştür.
Sultan Abdülhamid, piyango çekilişlerine ve bunun yaygınlaşmasına ve hele hele devlet eli ile yapılmasına menfi olarak yaklaşmıştır. Ancak o öyle düşünse de 1900’lü yıllarda Osmanlı Devleti piyango çekilişlerine sahne olmaktan azade kalamamıştır. İzmir Hamidiye Sanayi Mektebi yahut kız öğrenciler için yapılan Kandilli Mekteb-i Sultanisi piyango çekilişlerinden elde edilen gelirlerle inşa edilmiştir. Yine kaybedilen topraklardan Anadolu’ya göç eden binlerce, yüzbinlerce göçmenin iskânları için piyango, yapılacak harcamaların temel kaynaklarından biri olarak değerlendirilmiştir.
Uygulama olarak böyle bir vasıtaya müracaat olunmasına olumsuz olarak yaklaşması sebebiyle Sultan Abdülhamid piyango çekilişlerinin yapılmasına iktidarının son yıllarında geçici olmak şartıyla izin vermiştir. Ancak alınan bu geçici izin bir piyango nizamnâmesi oluşturulmasına mani olamamıştır. Piyango, kendisine devlet ve toplum nezdinde yer bulabilmiş ve sosyal ve ekonomik boyutlu çok sayıda çekilişler gerçekleştirilebilmiştir. Bu noktada Ziraat Bankası Piyangosu göçmenlerin iskânı amacıyla, Donanma Cemiyeti Piyangosu ise adından da anlaşılacağı üzere, Türk deniz gücünün kuvvetlendirilmesi maksadıyla icat ve tatbik edilen vasıtalar olmuştur.
Önceki zamanlarda piyangolar insana para kazandırmazdı. Kazanılan ikramiyenin bir eşya olarak ödenmesi gibi bir uygulama vardı. Bu tür piyangolara Eşya Piyangosu adı verilmiş olması da bundandı.
İkramiyesi nakit para olarak ödenen piyangolar, çok eskilerin değil, Cumhuriyet döneminin ürünüdür. 1926’da kurulan Türk Tayyare Cemiyeti Piyangosu bu türden çekilişlerin gerçekleştiği bir piyangoydu.
Fakirliğin devlet ve toplum nezdinde mevcudiyetini muhafaza etse de günümüzde piyango çekilişleri daha ziyade şans oyunları ve eğlence kültürünün bir parçası haline gelmiş gözükmektedir. Oysa ki Cumhuriyet’in ilk yıllarında piyango çekilişlerindeki amaç ile Osmanlı’daki amaç hemen hemen aynıdır: Devletin boş kalan kasasına mübrem ihtiyaçlar için para kazandırmak. Bu nedenle Cumhuriyet’in ilk yıllarında piyango düzenleme salahiyeti sadece ve sadece Türk Tayyare Cemiyeti’ne mahsus kılındı.
Kurban derilerini toplama imtiyazı da Tayyare Cemiyeti’ne verildi.
Bugün herkesin neşredip istediği fiyattan satabildiği Atatürk’ün Nutuk adlı eserinin basılıp satılması yetkisi de sadece Tayyare Cemiyeti’ne ihsan edildi.
Atatürk büstlerinin yaptırılıp satılması da yine o dönemde tekel haline getirildi ve tasarrufu da yine adı sonradan Türk Hava Kurumu olarak değişecek olan Tayyare Cemiyeti’ne verildi.
Osmanlı döneminde sarraf dükkânları ve banka şubelerinde satışı yapılan piyango biletleri Cumhuriyet döneminde ise sadece piyango bileti satan (bayiler) vasıtasıyla halka arz edildi. Gazeteler her iki dönemin de piyango çekilişlerinin ilan ve reklam aracı oldular. O nedenle 1950’li ve 60’lı yıllarda piyango bilet ve çekilişleri, üzülen, hayıflanan, sevinen ve mütereddit kalan kimselerin hallerinin karikatürlere aksettirildiği yıllar oldu.
Yardıma ihtiyacı olanlara yardım edebilmek, kamuya daha fazla hizmette bulunmak, donanmayı güçlendirmek, “İstikbal göklerdedir” ifadesini sözde değil fiilen gerçekleştirmek amacıyla tayyareler satın alabilmek ve sair hedef ve düşüncelerin gerçekleştirilebilmesi vasıtası olan piyango milli olmayıp Batı’dan ithal ettiğimiz yabancı bir unsurdu. Ancak piyangoyu önce millileştirdik, sonrasında ise kurumsallaştırıp köklü bir surette içselleştirdik. Devlet ve millet olarak, kısmen şans ve eğlence vasıtamız, kısmen de ümit kapımız oldu. Ancak alınışındaki asıl amaç uzun zamandan beri ve büyük oranda unutuldu.
.
Kaçkaç: Anadolu'nun öteki yüzü
İnsan denen unsura mahsus olan dramın diğer bir adıdır “Kaçkaç.”
İstanbul başta olmak üzere bütün Anadolu bir Türk yurdu olduğu kadar aynı zamanda bir göç yurdudur. Dün olduğu gibi bugün de İstanbul’da ikamet eden her türden milliyete rastlamak ve hatta aynı milliyetten insanların teşkil ettikleri mahallelerde ikamet ettiklerini görmek mümkündür. Pek çok şehrimizin de bu anlamda İstanbul’dan fazla bir farkı yoktur. Yakın zamanda e-devlet marifetiyle öğrenme imkânı bulduğumuz soy kütüğümüz de bu güzel memleketin insanlarının nerelerden ve ne zaman geldiğini bir iki asırlık mazisiyle de olsa ortaya koymuştur.
Anadolu’ya hemen her zaman her yerden göç olmuştur. Ancak göçlerin asıl başlama tarihi olarak 93 Harbini kabul etmek doğru olur. O tarihten bu yana Anadolu, çok şükür ki, hep göç kapısı olmuştur. Evsiz barksız, yersiz yurtsuz biçare insanlara her daim kucak açmış, ekmeğini kendisine gelenlerle paylaşmıştır.
Halk dilindeki ifadesi ile 93 Harbi olan 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşının mağlubiyetle sonuçlanması özellikle 1878 yılı başlarında Balkanlar'da kaybedilen topraklardan İstanbul’a doğru kesif bir surette göçler olmasına sebebiyet vermiştir. Göçler, imparatorluğun toprak kayıplarına bağlı olarak sonraki yıllarda da artan bir şekilde devam etmiştir.
93 Harbi sırasında olduğu gibi sonrasında da şartlar Müslüman ahali için hiç de kolay olmamıştır. Rus ordularının Balkanlar'a girmesi; büyük Bulgaristan'ın kurulması yolunda atılan adımlar ve dolayısıyla Sırbistan, Romanya ve Karadağ’ın bağımsız devletler olarak şekillenmeye başlaması; Tuna'dan Ege Denizi'ne kadar uzanan büyük bir Bulgaristan kurulacak olması ve imparatorluğun Rumeli topraklarının tam ortadan ikiye bölünmesi; en batıdaki Tesalya, Epir, Arnavutluk vilayetleri ile İstanbul’un irtibatının kalmaması ve Doğu’da Ardahan, Kars, Batum ve Bayezid'in kaybedilmesi, Romanya ve Bulgaristan'da yaşayan Müslümanlara ilaveten, Kafkas Müslümanlarını da adeta bir sel gibi yollara dökmüştü.
Rus yayılmacılığı ve tazyiklerinden kaynaklanan nedenlerden ötürü, çoğunluğu Çerkezlerden oluşan 200.000 Müslüman Kafkaslardan göç etmek zorunda kalmıştı. 1881 ile 1914 yılları arasında imparatorluğa sığınmak zorunda kalan Çerkez nüfusu yaklaşık 500.000’e ulaşmıştı.
Balkanlardan gelen yüzbinlerce muhacir ise öncelikle Trakya ve Ege bölgesine ve tabii ve nihai olarak da İstanbul'a ulaşmıştı.
Balkanlar, Kafkaslar ve Girit'ten kesif bir surette gerçekleşen göçler neticesi kısa bir süre içerisinde imparatorluğun müstakbel sakinlerinin sayıları 1.500.000’i aşmış, aç ve sefil bir halde bulunan bu muhacirleri misafir edebilecek uygun ve yeterli yerler olmadığı için İstanbul sokakları tıka basa dolup taşmıştı.
Kırım ve Kazan Tatarlarının, Boşnakların, Müslüman Gürcülerin, Çeçenlerin, Çerkezlerin, Giritli Müslümanların; Rusya ve Romanya'daki katliam ve kıyımdan kaçan Eşkenaz Yahudilerinin gelişiyle birlikte, imparatorluğun insani mozaiği iyice öne çıkmıştı.
İngiliz seyyah ve arkeolog William Ramsay, on dokuzuncu yüzyıl sonunda Doğu Anadolu'daki bir kasabanın sakinlerinin yedi farklı dinde ibadet ettiklerini ve en az on beş ayrı dil konuştuklarını belirtmişti.
Ancak İstanbul ne söz konusu edilen boyutta büyük bir göç dalgasına hazırdı ne de sefalet içerisindeki bu insanların ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzeyde yeterli barınak mevcuttu. Kaçınılmaz olarak camiler muhacirlerin meskeni olmuştu. Göçmenler Tekkelerde dağıtılan çorba kabilinden şeyler ile halkın kendilerine karşı sergilemiş olduğu cömertlik sayesinde yaşama zoraki tutunabilmişlerdi. Payitaht dâhilinde muhacir mahalleleri oluşmuştu. Fakat bu nevzuhur mahalleler Yedikule'de, Bizans’tan kalan surların dibinde ve ancak derme çatma bir şekilde, teneke cinsinden evlerden oluşmuştu. Sefalet ve çaresizliğin gerçek anlamda görselini oluşturan o ucube evler dizisine “Teneke Köy” adı verilmişti. Payitaht’ın maddi desteğine ve şefkatine sığınan biçare insanlara Sultan Abdülhamid’in bir İslam halifesi olarak kol kanat germesi olmaz ise olmaz bir mecburiyetti.
Sultan Abdülhamid’e göre bu muhacirlerin imparatorluğa kabulleri ve iskân edilmeleri adeta bir "ölüm kalım meselesi"ydi. Muhacirlere yardım etmek üzere ne gerekiyorsa yapılmalı, az ve kifayetsiz de olsa her halükarda kendilerine yardımda bulunulmalıydı.
İrade buyuruldu ve öncelikle göçün tabii neticesi olan insanî, ekonomik ve mali problemlerin çözüme kavuşturulması için komisyonlar teşkil olundu. 1878'de kurulan Muhacirin-i İslamiye Komisyon-ı Âlisi (Müslüman Göçmenler Yüksek Komisyonu) sözü edilen anlamdaki komisyonlardan biriydi. Yıldız Sarayı'nda teşkil edilen Muhacirin Komisyonu’na Sultan Abdülhamid’in bizzat kendisi başkanlık etmişti.
Yıldız Sarayı’nda toplanıp görev yapan Göçmen Komisyonu, Payitaht’a gelen ve yersiz yurtsuz ve ilgiye muhtaç bir durumda bulunan göçmenleri doğru şekilde kanalize etmek, temel ihtiyaçlarını karşılamak ve imparatorluk dâhilinde uygun yerlere iskân edilmelerini sağlamak ve denetlemek maksadıyla teşkil olunmuştu.
Göçmen Komisyonu muhacirlerin nakli ve iskânını sağlamak üzere bütün gayreti ve samimiyeti ile mesai yaptı, çaba sarf etti. Nihayet bu komisyon sayesinde özellikle Suriye taraflarında yüzlerce göçmen köyleri inşa olundu.
Göçmenler için kurulan bu köylerin kuruluş masraflarını Sultan Abdülhamid kendi kesesinden karşıladı. Her bir köye bir cami ve bir de okul yaptırıldı. Köylere, çoğu kere isim olarak da "Hamidiye" adı verildi.
(Benim doğup büyüdüğüm köyün adı da “Hamidiye”dir. Rus Çarı III. Aleksandr'ın on dokuzuncu asrın sonlarına doğru yürüttüğü Ruslaştırma politikasından kaçıp kurtulmak isteyen dedelerimin Kafkaslardan Adana’ya gelmek zorunda kalması neticesi 1905’te kurulmuştur. Dedelerimiz Rus Çarı Aleksandr'ın zulmünden kaçarak İslam İmparatorluğu Osmanlı Devleti’ne ve İslam halifesi Sultan II. Abdülhamid’e müracaatta bulunmuşlar. Kendisinden eman dileyip yardım istemişler. Ferman çıkmış, gelmelerine izin verilmiş. Bugün Ermenistan’ın işgali altında buluna Karabağ’dan kalkılıp yollara düşmüşler. Telefat, zayiat… Yollarda birbirlerinden kopup ayrılan aileler, eşinden ve kardeşlerinden ayrı düşenler… Annemin annesinin annesini hatırlıyorum. 110 yaşında ölmüştü. Ancak gönlü kederli, yüreği yanık ve garipti. Kocası ve kardeşlerinden “Kaçkaç” sırasında her nasılsa ayrı düşmüş, izlerini ve yüzlerini ebediyen kaybetmişti... Kardeşlerinin her birinin ismini her fırsatta hasretle zikrederdi… Ölenler ölmüş, kalanlar Anadolu’ya ulaşmış… Bir kısmı Kars’ta, Iğdır’da kalmış... Bir kısmı Adana’ya Çukurova’ya yerleşmiş… Bir kısmı da ver elini Sivas demiş, ikilimi daha serin, suları daha soğuk yerleri tercih etmiş… Dönemin siyasi iktidarı köye bir cami, bir de okul yaptırmış… Tarımsal ekonomiye katılımlarının sağlanması amacıyla toprak dağıtmış, bağ, bahçe, tarla verilmiş bizimkilere…)
Dolayısıyla Muhacirin Komisyonu, kaybedilen topraklardan yahut gayrimüslim idaresinde bulunan beldelerden gelen Müslüman göçmenleri Osmanlı coğrafyasında uygun bulunan yerlere iskân edilmeleri görevi ile sorumlu tutulmuştu. Osmanlı topraklarına hicret eden Müslümanların refahlarını temin etmenin dini bir vazife olduğu kadar iskân edilmelerinin her açıdan devlet ve memleket adına faydalı olacağı da kabul edilmişti.
Göçmen Komisyonu yaptığı çalışmalar neticesi Ankara, Adana, Konya, Ereğli, Mersin ve İskenderun taraflarına yüzlerce göçmen köyünün kurulmasını ve göçmenlerin iskânını sağlamıştı. Ayrıca Şam ve Halep vilayetleri dâhilindeki muhtelif yerlere iskânı öngörülen binlerce Müslüman muhacirin iskân edilmesi tamamlanmıştı.
Göçmen Komisyonu’nun aldığı kararlar doğrultusunda muhacirlerin ihtiyaçları, vilayetlerde vali ve defterdarlar ile mahalli komisyonlar marifetiyle karşılanmıştı.
1878’de kurulan ve hizmet verdiği süre içerisinde evsiz, yurtsuz ve kimsesizlere el uzatan Göçmen Komisyonu 1908 yılına kadar görev yapmaya deva etmişti.
İttihatçılar 1908 yılında gerçekleştirdikleri “Darbe” ile mevcut siyasi iktidara son verdikleri gibi Göçmen Komisyonu ve çalışmalarına da son vermişlerdi.
Tarihsel bir olgu olan göç ve göçmenlik, Balkan Savaşları sonrasında daha bir kesafet kazandı. Rumeli’den Anadolu’yu kendisine yeni bir vatan yapmak üzere yollara koyulanların hikâyesi daha bir vahimdir. Ayrı ama acı bir dramdır. Vahamet sahnelerinin en özgünlerine şahit olmak son derece sıradan bir haldir.
Rumeli göçlerine dair yaşanan ve yaşatılanlar cilt cilt kitaplaştı, kayda geçti. Ama göçler bitmedi Birinci Dünya Savaşı Müslümanlara ilaveten Rus göçmenleri ve daha başkalarının da İstanbul’u mesken tutmasına sebebiyet verdi.
Milli Mücadele yılları ve Cumhuriyet devri ayrı ve yeni göçlerin yaşandığı bir dönemin adı oldu. Balkanlardan gelenler, Balkanlara gidenler söz konusuydu. Mübadele vardı. Sonrasında ise iç göçler –iç hareketlilikler– yaşandı. Yerinden yurdunda muhtelif sebeplerle ayrılanlar Anadolu’nun daha ziyade batısına doğru kamyon kamyon taşındı.
Dış göçler birazcık durmuş ve unutulmuşken önce Irak’ta, sonrasında ise Suriye’de yeni ve garip bir insanlık dramı söz konusu oldu. Cömert Anadolu insanı ve toprağı bu insanlara da hemen gönlünün ve yurdunun kapılarını araladı. Belki de yarın, inşallah olmaz ama İran’dan da akın akın göç olacak. Şüphe yok ki onlar da Anadolu’ya kaçacak ve sığınacak.
Göç sefalettir, dramdır. Acımak, yardım etmek, el uzatmak hoş ve gerekli şeylerdir. Ancak iyi organize etmek, iyi yönetmek gerekmektedir. Fakat bazıları gibi mazisini, nereden, nasıl ve hangi şartlarda, sırtında hangi yükler, cebinde kaç para ile geldiğini çabuk unutanlar gibi olmak ise hakikaten bahtsızlıktır.
Unutmayalım ki Anadolu bir göç ve göçmen yurdudur. Belki de bu hakikatten dolayıdır ki Anadolu insanının, nerede olursa olsun, tanıştığı insana ilk sorduğu sorulardan birisi “Nerelisiniz?” sorusudur.
Anadolu’nun toprakları oldukça geniş, arazisi fazlası ile mümbittir. Yeter ki işlemesini, yaşamasını ve paylaşmasını bilelim.
Hangi Kazım Karabekir Paşa?
Bugün haklarında hüsn-i zan beslediğimiz ve hatta bazılarını abartılı bir şekilde taçlandırdığımız geçen asrın birçok ismi biraz yakından incelendikleri takdirde inişli çıkışlı bir hayat felsefesinin yolcuları olarak karşımıza çıkarlar. Belki de bu nedenledir ki geçen asrın siyasete karışmış hemen her bir şahsiyetinin bir “eski”, bir de “yeni” yahut bir “önceki” bir de “sonraki” ismi ve şahsiyeti vardır. Tıpkı bazı şehirlerin, “eski şehir”, “yeni şehir” diye anılan kısımlarının olması gibi.
Eski ve Yeni hayatlı söz konusu isimlerin hemen hepsi mevcut iktidarı beğenmeyip ona karşı cephe almışlardır. Hatta bazıları iktidar sahibini sadece iktidar koltuğundan değil, canından da mahrum etmeye çalışmışlardır.
Bu isimlerden biri, hepimizin de çok iyi bildiği, Kazım Karabekir Paşadır.
Kazım Karabekir Paşa, İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1896-1909, adlı kitabında İttihatçıların Abdülhamid’i dize getirmek maksadıyla onun hafızası mesabesindeki Arap İzzet Paşayı, muhtemeldir ki Talat Paşa'nın fikri gereği, bir suikast sonucu öldürmek istediklerinden bahseder...
Karabekir Paşa'nın verdiği bilgilere göre; Enver Bey konuyla ilgili kendisi ile görüşmek üzere 17 Ağustos 1907’de Manastır’da bulunan evine gelmiştir. Çok mühim bir meseleyi kendisi ile görüşmek istediğini söylemiş, İttihat ve Terakki Cemiyeti Genel Merkezi’nin, Sultan Abdülhamid’in bir süreden beri cemiyet hakkında bilgi edinmesi ve Manastır taraflarında bazı soruşturmalar yapılmasını istemesi nedeniyle İstanbul'da bir terör hareketi yapılmasına ve Arap İzzet Paşa'nın öldürülmesine karar verdiğini belirtmiştir. Bu suretle İttihat ve Terakki Merkezi’nin Abdülhamid'i sindirmek gerektiği fikrine vardığından söz etmiştir.
Kazım Karabekir Paşa, Genel Merkez’in bu kararını şekil bakımından doğru bulmaz. Manastır’dan fedai temininin cemiyetin oradaki mevcudiyetine zarar vermesi yanında Abdülhamid üzerinde de istenilen etkiyi sağlamayacağını ifade eder. İttihatçıların zoraki bir fedai bulduklarını ve onu da Manastır’dan temin edebildikleri şeklindeki istihza söylemlerine muhatap olacaklarını dile getirir. Kendisinin alınan suikast kararına uyacağını ancak zarar görmemek için tedbirli ve temkinli olmak gerektiğine dikkat çeker.
Fikrini beyana devamla; “İstanbul Manastır'ı ezmeye kalkar. Selânik kendisi bile zayıf bir halde olduğundan, mühim merkezlerde cemiyet henüz tam olarak teşkilatlanamamış bulunduğundan Sultan Hamid cemiyeti ezerse Türk Milleti çok uzun yıllar için hürriyete kavuşamaz. Türk Milleti ebediyen hürriyete veda etmiş olur… Bence asıl olan meselenin kendisini iyice münakaşa edelim. Selânik'teki arkadaşların yanlış düşündüklerini de kendilerine anlatarak yapılması lâzım gelen işler hakkında esaslı bir program kabul ettirmeliyiz.” der.
Karabekir Paşa Enver Paşayı ikna etmeye çalışarak; suikast için seçilen hedefin yanlış olduğunu, hedefin Sultan Hamid olmasının daha isabetli olacağını, böyle bir hedefin seçilmesi halinde kendisinin tereddütsüz bir şekilde ortaya atılacağını… dile getirir ve bu fikrinde ısrar eder.
İlaveten de Sultan Hamid'i öldürmek teşebbüsü için gayet iyi bir surette teşkilatlanmış olmak gerektiğini, suikastın başarılı olamaması halinde neticenin yalnız cemiyetin değil birçok aydın kimselerin de felâketine sebep olabileceğini izah eder. Muvaffak olunsa bile işin bir merkezden idare edilmesi gerektiğine vurgu yapar. Kazım Karabekir’in sözünün özü; “tam teşkilât, tam icraat” demek olur.
Enver Paşa Karabekir’in sözlerine kani olur ve; “… Sultan Hamid'i Ramazan'daki Hırka-i Şerif ziyaretinde öldürme vazifesini biz üzerimize alalım. Sen veya ben yahut her ikimiz. Buna ne dersin. …Beşiktaş'ta bizim evin Yıldız'dan gelen yola bakan bir penceresi var. Bir tüfek temin ettin mi mesele kalmaz…” der.
Sonra da her iki isim, başarılı olsun veya olmasın, İstanbul'da bir terör hadisesi çıkarmanın faydadan çok zarar vereceği, İstanbul'da kuvvetli bir merkez kurularak ordu ve donanmaya el atılması, aynı zamanda Edirne, İzmir, Üsküp'te de teşkilâtlar oluşturulması ve bu şekilde civar ordularla ve oralardaki hürriyet severlerle temasta bulunulması şeklinde bir fikir geliştirirler. Onların bu fikri İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Selanik Merkez-i Umumisince de değerlendirmeye alınır.
Gerek münferit suikastlardan sakınılması ilkesi gerekse İstanbul'da bu tür teşebbüslerde bulunulmasının cemiyetin vaktinden önce ortaya çıkmasına neden olacağı ve ayrıca tehlikeli sonuçlar doğurabileceğine Merkez-i Umumi de kani olur. Neticede Arap İzzet Paşa suikasta hedef olmaktan kurtulursa da yeni hedef Sultan Abdülhamid olur.
Abdülhamid’e karşı tertiplenecek suikastın Cuma Selamlığı’nda yapılması konuşulursa da bunun mümkün olamayacağına karar kılınır. Zira Kazım Karabekir Paşa daha evvelce selamlık merasimine davet olunduğunu ve ortam ve şartları yakinen gözlemlemiş olduğunu belirtir. Dolayısıyla suikastın Ramazan’ın on beşinci günü Hırka-i Şerif ziyareti esnasında olması daha makul bulunur.
Ramazan ayı gelmeden çok önceden Beşiktaş'ta bir ev kiralanması için Selânik İttihat ve Terakki Merkez-i Umumisi ile yazışmalar yapılır. Hemen faaliyete geçilir. Beşiktaş'ta yol boyunca uzanan ancak sınırlı sayıda olan evler bütünüyle Sultan Abdülhamid'in hizmetinde olanlar tarafından tutulmuş olduğundan suikastın icrası için uygun bir ev bulunmasına çalışılır. Nihayet Fındıklı'da İttihatçılardan Topçu Binbaşısı Nahit Beyin evi hem caddeye baktığından hem de çok münasip olduğundan suikast için uygun bulunur.
Karabekir Paşa Nahit Beyi ziyaret ederek evi yakından inceler. Ev, gerektiğinde kullanılmak üzere hazır tutulur.
Ancak kafalar biraz karışıktır. Abdülhamid birkaç fedainin saldırısı neticesi Hırka-i Şerif ziyareti esnasında mı yoksa selâmlık törenine katılması sırasında öldürülmesi gerektiği konusunda tam bir karara varılamamıştır. Bu hususu görüşmek üzere Karabekir Paşa Manastır'a gitmeye karar verir.
Organizatörleri arasında Kazım Karabekir Paşa'nın da yer aldığı Abdülhamid’e yönelik söz konusu suikast hazırlığının akıbetini bilemiyoruz. Ancak sonraki tarihlerde Abdülhamid’e karşı suikast düzenlendiğini farklı haber kaynaklarında okuyabiliyoruz.
Söz konusu haberlerden en son birinin 1908 Temmuzunda Sultan Abdülhamid’i hedef alan bir suikastın yapıldığı şeklindedir. Ancak bu suikast haberinin doğruluğu yanında Kazım Karabekir Paşa'nın bahsettiği suikastla ne derece alakası vardır buna vakıf değiliz.
Suikastın olup olmaması bir tarafa, tertibinin düşünülmüş olması dahi dönemin aydın, asker ve siyasi yapı ve şartlarını tanımak bakımından oldukça önemlidir. Ayrıca Abdülhamid suikasta uğramamış olsa dahi onun tahttan indirilmesi konusunda kimlerin ne şekilde etkili olduğunu göstermesi bakımından da yeterince ibret vericidir.
.
Mustafa Kemal’in Şeyh Sunusi’ye halife olması teklifi
Sireneyka’da Sunusi kardeşliğinin sabık lideri Şeyh Ahmet eş-Şerif es-Sunusi Milli Mücadele yıllarında Mustafa Kemal Paşa ile temas halinde olan Arap liderlerinden biri olmuştur.
Şeyh Ahmet es-Sunusi, Libya’daki Sunusiye tarikatının şeyhidir. Sunusiye tarikatı ise 1837 yılında Sunusi Muhammed bin Ali Sunusi tarafından kurulmuştur. Aktivizm ve Sufizmi savunan Sunusiye tarikatı Batılı devletlerin işgal ve istilalarına karşı duruşu ile tanınmıştır. Bu tarikatin mensupları 1911’de İtalya’nın Trablusgarp’ı işgal etmesi üzerine Osmanlı orduları ile İtalyanlara karşı omuz omuza savaşmışlardı. Cezayir ve Sahra’da Fransızlara, Mısır’da İngilizlere karşı silaha sarılmışlardı. Libya’nın milli kahramanı Ömer Muhtar da Sunusiye tarikatına mensup biriydi. Trablusgarp savaşı sırasında Mustafa Kemal hem Ömer Muhtar ile hem de Şeyh Ahmet es-Sunusi ile tanışmıştı. Şeyh Sunusi, Enver Paşa ve Mustafa Kemal ile sıkı bir ilişki içerisinde olmuş ve kendileri ile dostluk kurmuştu. Mustafa Kemal’in 1921’de Mahmut Hayri Beyefendiye “Mefkûre Hatırası” diyerek hediye ettiği resimde giymiş olduğu görülen elbisesi de ona Sunusiye tarikatı reisi Es-Seyyid es-Sunusi tarafından hediye edilmişti.
Şeyh Ahmet es-Sunusi Trablusgarp savaşından sonra Türkiye’ye gelmiş ve Bursa’ya yerleşmişti.
Anadolu’da Milli Mücadele başladığı sıralarda Bursa’da ikamet etmekte olan Şeyh, Bekir Sami Bey aracılığı ile Mustafa Kemal’e haber göndermiş ve kendisinin de kurtuluş mücadelesine katılmak istediğini ifade etmişti. Mustafa Kemal de bir mektup yazarak Şeyh Sunusi’yi Ankara’ya davet etmişti. O sıralarda İtalyan hükümeti ise Şeyh’in geri dönmesini ve Trablusgarp Müslümanlarının kendisine bağlı olmasını sağlamak üzere kendisine bir dizi vaatlerde bulunmaktaydı.
Şeyh Sunusi, Mustafa Kemal tarafından İslam ülkelerindeki halkın dinî duygularını İtilaf Devletleri aleyhine galeyana getirmekle görevlendirilmişti. O bu vazife ile Anadolu’nun muhtelif yerlerini dolaşmıştı. Sivas’ta Cami-i Kebir’de bir hutbe okumuş, cihadın önem ve ehemmiyetinden bahsetmiş; Müslümanların esaret altında yaşamalarının mümkün olamayacağını anlatmış; İslam düşmanlarının muamelelerinden bahisle Müslümanları cihat ve düşmana karşı mücadeleye teşvikte bulunmuştu. Yine gittiği Mardin’de çeşitli isimlerle temaslar sağlamış ve şehirdeki camilerin birinde halka hitap etme fırsatı bulmuştu. Konuşmalarında Sultan Vahdeddin ile Mustafa Kemal’in tam bir ittifak içerisinde olduklarını belirterek Milli Mücadele’ye karşı sürdürülen olumsuz tavırları bertaraf etmeye çalışmıştı.
Şeyh Sunusi Mekke ve Medine arasında yer alan Benû Harb kabilesini ve Asir Emiri İdrisî’yi ziyaret etmek amacıyla Hicaz’a gitmek istemişse de Mustafa Kemal onu Irak’a göndermeyi tercih etmişti. Mustafa Kemal’in bu arzusundan dolayı Şeyh Sunusi de Hicaz’a gitmekten bir süre için vazgeçmişti.
Çukurova’nın İngilizler tarafından boşaltılması sonrası Fransızlar tarafından işgal edilmesine teessüf etmiş olan Mustafa Kemal ile Türk Milliyetçileri, Arap kamuoyunu Fransızlar aleyhine ve Arap milliyetçilerini de Irak yönetimine karşı kışkırtmak ve Irak aşiretlerini İngilizlere karşı birleştirmek amacıyla Şeyh Ahmet es-Sunusi’nin yardımına başvurmuşlardı.
Şeyh Sunusi Sivas düzenlenen ikinci bir kongreye de katılmış ve bir ifadeye göre bu kongrenin başkanlığını da yapmıştı. Dini unsurlara başvurularak propaganda yapılması şeklinde kongrede alınan karar gereği Anadolu’da bulunan Şeyh Sunusi ile Mustafa Kemal Paşa ve Selahaddin Eyyubi’yi Kuran-ı Kerim’in kuşatmış olduğunu gösteren bir resim halkın elinde dolaşır hale gelmişti.
Yapmış olduğu propaganda faaliyeti ve önde gelen İslamî hüviyeti ile Milli Mücadele’ye destek çıkan ve liderleri ile münasebet içerisinde olan Şeyh Sunusi, İstanbul tarafından Milli Mücadele aleyhinde verilen fetvayı tasvip etmediği gibi Ankara adına yayımlanan ve bütün Müslüman ve Türkleri Milli Mücadele’ye katılmaya çağıran mukabil fetvanın ise yanında yer almıştı.
Bu sıralarda Konya Mevlevileri dervişi veya halk tarafından da hüsn-i kabul göreceği umulan Şeyh Sunusi’nin adının, “Anadolu’daki milliyetçilerin Şeyhülislam’ı” olarak ilan edileceği konuşulmaya başlanmıştı.
Şeyh Sunusi Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’da dünya İslam ülkeleri temsilcilerinin iştirak edecekleri bir kongrenin tertiplenmesinde de yer almıştı.
Mustafa Kemal söz konusu toplantı için dönemin Matbuat Müdürü Ragıp Bey’e bu yoldaki girişimlerin bir an evvel başlatılmasını ve bu işlerle alakadar olmak üzere yine o dönemin Şer’iye Vekili Bursalı Mustafa Fehmi Gerçeker, Meclis Başkâtibi Recep Peker, yazar Eşref Edip ve şair Mehemed Akif’ten oluşan bir heyetin teşkilini istemişti. Bu heyet Ankara İstasyon Binası’nda konuyu müzakere etmek ve gereken girişimlerde bulunmak amacıyla bir kaç defa toplanarak tüm dünya İslam milletlerine gönderilmek üzere beyanname ve davetiyeler hazırlamaya başlamışlardı.
Ankara’da böyle bir kongrenin toplanması yolunda yapılan girişimler, gerek Mustafa Kemal ile olan münasebetleri ve gerek kendilerine yapılan davet üzerine Kerbela baş müçtehidi ve Necef Şeyhi tarafından da olumlu karşılanmıştı. Necef Şeyhi, 24 Mayıs 1920’de Mustafa Kemal’e ulaşan bir mektubunda, Ankara’da toplanacak olan kongreye tam yetkili bir delegenin gönderileceği vaadinde bulunmuştu. Afganistan Emiri ise idarî reformlardan dolayı kongreye katılamayacağını, Afganistan’ı o tarihlerde terk etmesinin mümkün olmayacağı mazeretini bildirmişti.
İslam Kongresi’nin toplanma planı Ankara’da, Mustafa Kemal Paşa, Ankara Hükûmeti Din İşleri Vekili Abdullah Azmi, Şeyh es-Sunusi, Acemi Sa’dun Paşa, Diyarbakır bölgesi komutanlarından Cevad Paşa, Fevzi Paşa, Afgan Büyükelçisi Sultan Ahmed Han, İran Elçisi Mümtazüddevle, Azerbaycan Elçisi İbrahim Abiloff’dan oluşan bir heyet tarafından ayrıca müzakere olunmuştu. Kongre tertip heyetinin yaptığı toplantıya birçok mebus ve gazeteci de katılmıştı. Şeyh Sunusi, Acemi Sa’dun Paşa ve Cevat Paşa Ankara’da olmadıklarından dolayı toplantıya şahsen katılamamışlar, ancak temsilcileri vasıtası ile görüşlerini beyan etmişlerdi.
Şeyh Sunusi mücadelesini verdiği Milli Mücadele hareketinin tabii olarak başarısını da kutlamıştı. İnönü muzafferiyeti münasebetiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanı Mustafa Kemal’e bir tebrik telgrafı göndermişti. Ayrıca Mustafa Kemal’e kendi kılıcını da hediye etme inceliğini göstermişti.
Mustafa Kemal de Şeyh Sunusi’ye 1924 ve 1925 yıllarında iki defa halife olması teklifinde bulunmuştu. Teklife göre Kureyş soyundan gelen Şeyh Sunusi “ruhani” anlamda halife olacak ve ayrı bir mekânda oturacak, bir anlamda Müslümanların Papası olacaktı. Fakat o kendisine yapılan bu yöndeki teklifin bizzat Mustafa Kemal tarafından yapıldığını belirtmişse de kabul etmemeyi tercih etmişti.
.
Mustafa Kemal ve Suriye
“Despotizmin eline düşmüş ve düşmanın kötü emellerine maruz kalmış mahzun bir milletin sesine kulak verin”
Milli Mücadele sırasında başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, Anadolu’da bulunan milliyetçi liderlerin Suriye ile olan ilişkilerine ve Suriyelilerin Milli Mücadele’ye karşı takındıkları tutuma bakıldığı zaman iki tarafın da birbirleriyle yakın bir temas içerisinde oldukları söylenebilir.
Tarihî bağların yanında coğrafî durumun da etkisi ile Suriye halkı Milli Mücadele ile yakından alakadar olmuştu. Özellikle alt ve orta derecedeki Suriyeliler Türk taraftarlıkları ile dikkat çekmişlerdi. Milli Mücadele’ye karşı gösterilen sempati ve tezahürat Şam ve Halep’te belirgin bir şekilde mevcudiyetini ortaya koymuş, istemedikleri bir Avrupa Devleti’nin hâkimiyeti altında yaşamaktansa Türkiye ile birleşmeyi tercih etmişlerdi. Dolayısıyla da hususiyle bu iki şehir ve çevresinde Türk tarafgirliği ve tesiri oldukça etkin ve belirgin bir hale gelmişti. O kadar ki, bölge halkı Faysal’ı, Suriye’yi Fransızlara satmak ve savaş sırasında Türkiye aleyhinde ve İngiltere lehinde bir politika takip etmek suretiyle İslam’a ihanet etmekle suçlayacak kadar ileri gitmiş ve Anadolu’daki harekete karşı duymuş oldukları ilgi ve sempatiyi açıkça sergilemekten kaçınmamışlardı. Şam ve Halep’e ilaveten Nablus kentinde de Türk tesiri etkili olmuştu.
Mustafa Kemal tarafından Şam müftüsüne, Anadolu’da Yunanlılara karşı elde edilen galibiyeti bildiren ve mezkûr müftüden İslam davasının başarıya ulaşmasına vesile teşkil etmesi için mevlit ve dua okunmasını isteyen bir telgraf gönderilmişti. Zafer haberleri Şam ve Halep’te büyük bir sevinçle karşılanmış, şenliklerle kutlanmış, Mustafa Kemal’e Şam ahalisi ileri gelenleri tarafından tebrik telgrafları çekilmiş ve hatta kendisine Seyfu’l-İslam unvanı verilmişti. Ayrıca bu başarıdan dolayı bir kısım camilerde 22 Eylül akşamı mevlit okutulduğu gibi Beyrut’ta toplanan on bin altın lira da yardım olarak Anadolu’ya gönderilmişti.
Özellikle Halep ve Şam bölgelerinde olmak üzere Suriye’de, Anadolu’daki mücadeleye karşı duyulan sempatinin oluşmasında ve gelişmesinde buralarda kurulan cemiyetlerin büyük etkisi görülmüştü. Bu cemiyetlerden biri 1921’de Milli Mücadele taraftarlarının Halep’te kurduğu ve Şam’da da bir şubesinin bulunduğu İstikbal adlı cemiyet olmuştu. Buna ilaveten diğer bir cemiyet ise Türk taraftarı bazı Suriyeliler tarafından kurulan Yakındoğu Kurtuluş Cemiyetiydi. Cemiyet, Anadolu’daki mücadeleyi desteklemeleri yolunda Suriyelileri teşvik etmiş ve bu yönde faaliyetlerde bulunmuştu. Berlin’de kurulup üyeleri değişik İslam ülkeleri ileri gelenlerinden oluşan, Şam’da da bir şubesi bulunan ve Mısır, Ankara ve daha başka yerlerde faaliyetleri olan bir başka cemiyet ise İslam Cemiyeti olmuştu.
İngiliz temsilcilerinin hazırlamış oldukları bir rapora göre, bölge halkını işgalci kuvvetlere karşı ayaklandırmak ve harekete geçirmek üzere Mustafa Kemal tarafından Halep ve Şam’a iki subay gönderilmişti. Ayrıca Mustafa Kemal’in kumandası altındaki ordu ile birlikte hareket etmek üzere tüm Arabistan’da genel bir ayaklanmayı sağlamaya yönelik; karakter itibariyle Avrupa aleyhtarı, özü itibariyle İslami esaslara dayalı bazı planlar hazırlanmıştı. Bu doğrultudaki tasarıları müzakere etmek üzere Şam’da bir de toplantı yapılmıştı. Bu toplantıya Halep Askerî Valisi Cafer Paşa el-Askerî, Halep Tümen Kumandanı Rüştü Bey Safedî, Amman Askerî Valisi Reşit Bey el-Medfaî, Yasin Paşa ve Emir Zeyd’in danışmanlığını yapan Mevlut Paşa da iştirak etmişlerdi.
Bütün bu faaliyetlere ilaveten Mustafa Kemal ayrıca 9 Ekim 1919’da Halep ve Şam’da Suriye halkına hitaben bir beyanname yayımlamıştı. Beyannamesine “despotizmin eline düşmüş ve düşmanın kötü emellerine maruz kalmış mahzun bir milletin sesine kulak verin” cümlesi ile başlayan Mustafa Kemal Paşa, daha sonra Suriye halkını, Müslümanları birbirine düşüren ve parçalayan çekişmelere boyun eğmemeleri; aralarındaki yanlış anlamaları terk etmeleri; kuvvet ve güçlerini ülkelerini parçalamaya çalışan inançsız düşmana karşı birleştirmeleri ve bu imansız ve İslam düşmanlarının vaatlerine kapılmamaları; bu düşmanların kendi aralarında ittifak ettikleri ve Gladstone’un mevcut uygulamasının bunu anlamaya gayet yeterli bulunduğu noktalarında uyarmış; maksatlarının ülkeyi ve İslam’ı yok olmaktan kurtarmak olduğunu; Allah’ın yardımı ile düşmana karşı savaşmaya karar verdiklerini; Konya ve Bursa’dan düşmanın atıldığını ve hakka güvenen mücahitlerin yakında Arap kardeşlerinin ziyaretine geleceklerini, düşmanı defedeceklerini ve artık dinde kardeş olarak yaşamak gerektiğini ifade etmişti.
Suriye halkına yönelik propaganda faaliyetleri Milli Mücadele’nin sonraki zamanlarında artarak devam etmiştir. Bu propaganda metinlerinin bir kısmı bizzat Mustafa Kemal imzasıyla yayımlanırken bir kısmı da diğer şahıslarca kaleme alınmış ve neşredilmiştir. Türk propagandası yapan neşriyat, ya ücretsiz veya gerçek ücretinin çok altında bir fiyatla halka dağıtılmıştır. Söz konusu propaganda malzemeleri arasında en çok dikkat çekeni Anadolu’da bulunan Şeyh Senûsî ile Mustafa Kemal Paşa ve Selahaddin-i Eyyubi’yi Kuran-ı Kerim kuşatmış bir şekilde gösteren resim olmuştur. Yine Türk ve Arap halklarının kardeşliğini simgeleyen ve üzerlerinde “inananlar kardeştir, kardeşlerinizin arasını bulunuz” ayetlerinin yer aldığı bayraklar taşınmıştır.
Mustafa Kemal Paşa Suriye halkına hitaben neşrettiği başka bir beyannamesinde ise yine işgal devletlerinin baskı, zulüm ve tefrikasından bahsetmiş; İslam düşmanlarına karşı askerî ve fikrî dayanışmadan, aradaki yanlış anlaşılmaların terkedilmesinden ve artık gafletten uyanılması gerektiğini belirtmiş, gayelerinin İslam ülkelerinin hâkimiyetini ele geçirmek değil, düşmandan kurtarmak olduğunu belirtmiştir.
Bu dönemde Suriye halkı ile gerçekleştirilen manevî dayanışmaya ilaveten, idarî kademede olan ve önder durumunda bulunan kimseler ile de askerî ve siyasî yakınlaşma söz konusu olmuştur. İşgal devletlerinin Türkiye ve Suriye topraklarının büyük bir kısmını kontrolleri altına almaları ve daimi bir genişleme faaliyeti içerisinde bulunmaları, özellikle Fransa’nın Suriye topraklarının tümünü işgale yönelik tutumu Türkiye ve Suriye yetkililerini adeta askerî dayanışma ve yardımlaşma içerisine girmeye zorlamıştır.
Suriyeli milliyetçiler Mustafa Kemal’i Irak ve Çukurova’daki İngiliz ve Fransız nüfuzunu ortadan kaldırmak gayesiyle kendileri ile işbirliğinde bulunmaya çağırmışlardır. Mustafa Kemal Paşa her fırsattan yararlanarak Halep, Şam ve diğer şehirlerde dağıttırdığı bildirilerle Suriyelileri Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak suretiyle silahlarını ülkelerini parçalamak isteyen “hainlere” çevirmeye davet etmiştir. Yine o, Suriyelilere, Fransızlara arkadan saldırarak kıyamda bulunmalarını önermiştir.
Mustafa Kemal, Suriye milliyetçileriyle olan yazışmalarında, Suriye, Irak ve Türkiye arasında, bu ülkeler özgürlüğe kavuştuktan sonra, bir konfederasyon kurulması yönünde milliyetçi örgütler tarafından ileri sürülen önerileri kabule hazır olduğunu da bildirmiştir. Suriye basını ise Müslümanlara, bağımsız durumdaki tek İslam ülkesi olan Türkiye’nin etrafında toplanmaları doğrultusunda sürekli olarak uyarıda bulunmuş, Feta’l-Arab, Umran, Muktabas, ve Tunus’ta yayımlanan El-Vezir ve Umma gibi gazeteler, Milli Mücadele propagandası yapmış, Müslümanları Mustafa Kemal Paşa ve Halife’nin etrafında birleşmeye davet etmişlerdi.
Suriyelilerin Türkiye ile olan münasebetleri sonraki yıllarda da aynı sıcaklıkla devam etmişti. Öyle ki, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sadakat ve bağlılık mektubu dahi gönderebilmişlerdi.
.
Tarihin sesine kulak ver!
Duydum ki; orta öğretimde müfredattaki tarih dersi pek yakında seçmeli olacakmış. İnkılap Tarihi ise zorunlu kalacakmış.
Hâlihazırda Atatürk İlke ve İnkılapları Tarihi Dersi’nin (dersin adı bile yanlış) okutulması anayasanın âmir hükmü. Anayasayı şu an değiştirmek ise pek olası gözükmüyor. Belki de o sebeple İnkılap Tarihi Dersi müfredatta bâki.
Orta öğretimde tarih dersinin seçmeli hale gelmesi kanaatimce zararları sonraki yıllarda gözükecek türden bir devrim. Kapitalizmin her geçen gün değer kazandığı, her şeyin maddi yönü dikkate alınarak kıymetlendirildiği bir zaman diliminde; para getirmeyen, istihdam fırsatı sağlamayan ve genç bir dimağ için hiçbir cazibesi bulunmayan bir dersi kim niye seçsin ki. Gerçekçi olalım. Bu ülkede seçmeli demek seçilmez demektir genelde.
Dolayısıyla böyle bir kararın uygulamaya konması adeta bir devrimdir. Harf devrimi gibi bir şey. Okuyamadığımız tarihi artık öğrenmeyeceğiz de.
Son derece üzücü ve bir o kadar da hakikaten düşündürücü bir karar.
Bilindiği üzere sosyal bilimler toplumları anlamada, yönlendirmede, kitlelere hâkim olmanın yanı sıra devletlerin ve cemiyetlerin mevcudiyetlerini belirlemede önemli bir role sahiptirler. Fen-teknik ve sağlık bilimleri bir anlamda devletlerin ve cemiyetlerin bedeni mesabesinde iseler Sosyal Bilimler de ruhu ve şuuru makamındadırlar. Ruhsuz ve şuursuz yaşamak ne denli mümkün ise Sosyal Bilimlersiz yaşamak da o derece mümkündür.
Fertler için ruh ve şuur berraklığı, zindeliği ve sağlamlığı ne denli ihtiyaç ise toplumların ruhu mesabesindeki Sosyal Bilimlerin de söz konusu hususiyetlere o denli haiz olması gerekir. Sosyolojisi ile psikolojisi alt üst olmuş ve temel toplumsal değerlerden mahrum bırakılmış kitlelerin hayatiyetlerini sürdürmedeki başarısı, hastalıklı bir ruha yahut yozlaşmış bir şuura sahip fertlerin durumundan pek farklı değildir.
Devlet ve cemiyet hayatında uzun soluklu mevcudiyetler ancak ve ancak toplumsal dinamiklerin yerli yerinde olması, sosyal problemlerin zamanında teşhis ve tedavi görmesi, ulusal ve uluslararası düzeyde meydana gelen hadiselerin izlenerek analiz edilmesi, sosyo-politik ve sosyo-kültürel alanlardaki gelişim ve değişmelerin küresel çapta ve derinlikte yakından takibinin sağlanması, bilgiye vukufiyet, bilgi üretimi, elde edilen bilginin paylaşımı ve benzeri hazırlıklar ve donanımlarla alakalıdır.
Bunu sağlamanın en temel ve en başta gelen unsurlarından biri ise hiç şüphesiz ki sosyal bilimler ve alanlarında uzmanlaşmış sosyal bilimciler ve kurumsallaşmış müesseselerdir.
Kanaatimce, toplumun aydınlatılması, gerçeklerin paylaşımı ve daha da önemlisi milli ve manevi değerlere bağlı, varlık sebebinin şuuruna vakıf, asrın hakikatini müdrik ve bir o kadar da onurlu nesillerin yetişmesi için Tarih Dersi ilgili müfredatın olmaz ise olmaz unsurları arasında yer almalı, ülkemizin haiz olduğu stratejik konum, maruz kaldığı ulusal, bölgesel ve küresel problemler ve risklere ilaveten devir aldığı tarihi miras, hale ve istikbale dair üstlenmesi gereken sorumluluklar dolayısıyla da “geleceği inşa edici” kurumsal bir kimlikle yürütülmelidir.
Tarih derslerinin yeni bir yapılanma ile kısa ve uzun soluklu bir mastır çalışma planı çerçevesinde “geleceği inşa” noktasında etkin kılınması kaçınılmazdır.
Tarih küçümsenip görmezlikten gelinemeyecek kadar mühimdir ve tüm insanlığın tecrübesini haizdir. Ondan yararlanılması bilinirse, hali anlamak ve istikbali daha iyi kurgulamak mümkün olacaktır.
Bir imparatorluk bakiyesi olan, bulunduğu coğrafya itibari ile her an hayati riskler yaşayan, tarihi ve sosyolojik meseleleri elan devam eden Türkiye gibi bir devletin tarih dersini seçmeli hale getirmesi kendi istikbalini adeta dinamitlemesi gibi bir şeydir.
Bilgili toplum ve yetişmiş insan kavramları kulağa hoş gelen ve olması da gereken zaruri bir durum iken fertlere bilgi ile birlikte şuur, iz’an, feraset, mantık, felsefe ve merhamet hususiyetlerinin de kazandırılması gerekir. Aksi takdirde anne babasını zehirlemeyi “bilen” ama neticesini “akıl” edemeyen; eşini yahut yakınını kesip parçalamayı yahut bir köpeğin gözlerini çıkarabilmeyi “bilen” ancak merhamet duygularından mahrum kalan nesiller yetiştirilmiş olur.
Unutmamak gerekir ki milli meseleler, ulusal değerler ve sosyal hadiseler mutlak anlamda fen türünden bilgiler ile çözümlenip muhafaza edilemezler.
Fen bilimleri maddi ve somut güç üretirler. Soğuk ve duygusuz bir yapıları vardır. Ayrıca fazla da eğilip bükülmez bir haldedirler. Sosyal bilimler ise soyut, manevi hallidirler ve tabii olarak da sıcak, duygusal ve hatta coşkulu ve elastikidirler.
Toplumlar, silah, tank ve tüfekler ile değil sosyal bilimler ile şekillendirilirler. Milletleri maddi güçleri değil, manevi güçleri olan sosyal bilimler inşa eder. Öyle olmasaydı yokluk içinde yola çıkılan, ölenlerin “şehit”, kalanların “gazi” soyut kavramları ile anıldığı Kurtuluş Savaşı gerçekleşmez ve kazanılmazdı. Vatan bilinci, millet dayanışması ve istiklal sevdası, bayrağa atfedilen kutsiyet hep sosyal bilimlerin yani tarih bilgisinin neticesi oluşmuş inanç ve kavramların eseridir.
Yeterli ve doğru tarih bilgi ve bilincine sahip olunamadığı içindir ki Mustafa Kemal’in Milli Mücadele yıllarında ve sonrasında Suriye halkı ile nasıl kucaklaştığını, nasıl bir dayanışma içine girdiğini ve onlara niçin “Despotizmin eline düşmüş ve düşmanın kötü emellerine maruz kalmış mahzun bir milletin sesine kulak verin” diye seslendiği bugünkü Türkiye’de maalesef yeterince idrak edilememektedir. Sahip oldukları tarih bilgisi fukaralığı dolayısıyla büyük bir şuursuzluk ve idraksizlik içerisinde olan kesimler tarafından, dün Anadolu’nun işgalden kurtarılmasında kendisine yardımcı olan bugünün vatansız Suriyelilerine “defolun gidin” deme hadsizliği gösterilebilmektedir.
Unutmamak gerekir ki bugünkü Bulgaristan istiklalini, geçen asırda kendisini inşa etmek üzere Robert Koleji’nden yola çıkanların sahip oldukları tarih bilinci sayesinde elde etmişti. O güne kadar sahip oldukları onca silah ve cephane ise hiçbir işe yaramamıştı.
Yine unutmamak gerekir ki bugünkü İsrail’i kuran irade şu veya bu isme ait değildir. Yahudilerin sahip hep birlikte sahip oldukları tarih şuurudur. Kutsal topraklar, vaat edilmiş yerler ve benzeri tarihsel terminoloji ve ruhtur işin hakikati. Babil’in yıkılması ile dünyanın dört bir tarafına dağılmış Yahudi milletini sahip oldukları kapital değil, dinsel-tarihsel sorumluluk ve şuur bir araya getirmiştir her vakit.
Tarih bilgisinden ve bilincinden mahrum olan bir Türk çocuğu, fazla değil, çok yakın bir zamanda, doğru bilgisine sahip olmadığı atalarının “barbar” ve “katil” olduğunu yahut olabileceklerini büyük bir gaflet eseri olarak kabul edebilecektir. Neticede bir asrı aşan bir zamandır iddia şeklinde sürmekten öte geçemeyen “Ermenileri katlettiğimiz” meselesi de, zaten çatlak seslerin olduğu bir ortamda, tarih bilgi ve şuurundan mahrumiyetin neticesi şuursuzca kabullenilme tehlikesine daha açık bir hale gelecektir.
Tarih bilgisi fukarası bir nesil, başta Kıbrıs olmak üzere Ege’deki adalar konusunda Yunanistan’a hak verebilecektir. Yahut nüfusunun bir kısmının dünkü davranışlarında tezahür ettiği üzere, adadaki Türk askerini “işgalci” sayabilme cehaleti gösterebilecektir.
Türk Tarih Kurumu 1931’de tarih bilincini geliştirmek üzere kurulmuştur. Onu kuran irade ayrıca tarih ders kitapları da kaleme almıştır. Bu kitaplar içerikleri açısından tenkit edilebilirler ve hatta kabul edilemezlerle dolu oldukları dahi söylenebilir. Bu doğrudur. Ancak bir başka doğru ve bir başka daha önemli olan bir şey daha vardır. O da Mustafa Kemal’in kazandığı siyasi ve askeri başarıların gerisinde onun iyi bir tarih bilgisi ve idrakinde olduğu gerçeğidir. Tarihin gerekliliğine inanmış olmasıdır. Bütün mirasını, tarih bilgi ve bilincinin gelişmesi için Türk tarih Kurumu’na tahsis etmesidir. Çünkü o, Türk milletinin kökü mazide ati olduğunun farkındaydı. O, emperyalizm ve Batı’nın iç yüzü bilinmeden, kendi öz tarihimiz öğrenilmeden atılacak her adımın yetersiz kalacağının ve hatta hiçbir işe yaramayacağının gayet iyi farkındaydı. O Matematik kitabı da yazmıştı ama İslam tarihini de satır satır baştan aşağı okumayı ihmal etmemişti.
Bu ülkede neden onlarca televizyon kanalı varken, dağların, taşların ve hatta hayvanların bile hayatı insanlara anlatılırken, uyduruk belgeseller ve kılıcından kan damlayan diziler yayımlamak yerine Türkiye’yi, Ortadoğu’yu, Aya’yı ve dünyayı mazisi ve hali ile ele alıp anlatacak bir “TRT Tarih” veya özel bir TV kanalı yoktur bilemiyorum.
Tarih derslerinin seçmeli hale getirilmesi şuursuzluğun eseri değil de Türkiye’de şovenizmin yüksek dozajlı olmasından ileri geliyorsa bunun vebali halkın değildir ve çözümü de yeni bir kültür tahribatı ile olmaması gerekir. Köksüz ve öksüz bırakılarak iğdiş edilmiş bir tarih eğitimiyle yeni bir nesil ve yeni bir Türkiye inşa edilmek isteniyorsa, Anadolu’nun işgalden kurtulması için canını vermiş ancak henüz yerdeki kanı bile kurumamış onca şehidin hatırası ve destanı adına bu durumun da yüzüncü yılı etkinlikleri çerçevesinde herhalde kayda geçeceği unutulmamalıdır.
Şuursuz akıl zehirler, boğazlar, parçalar ve nihayet yok eder.
Değer, ruh, maneviyat, kıymet ve vefa ise muhafaza unsurlarıdır, besler ve büyütür.
15 Temmuz darbesini önleyen fennin icadı olan silahlar değildi. Fennin icat ettiği tankları durduran kökü mazideki atiydi. Bu vatanın korunması gereken bir namus ve gelecek nesillere devredilmesi icap eden bir emanet olduğu bilinci silahlara, tanklara ve uçaklara, insanların hayatları pahasına, göğüslerini germelerini gerektirmişti. Çünkü tarihten de biliyorlardı ki yedi düvelin gözü bu topraklar ve sakinleri üzerindeydi. Her birinde vatan ve millet bilinci vardı ve de canlıydı. Memleketin ve milletin mahremiyetinin haleldar edilmek istendiğinin herkes farkındaydı.
Seçmeli Tarih Dersi demek; mazisini bilmeyen, mevcudiyetini idrak edemeyen ve kızıl elması olmayan bir nesil yetiştirmek demektir. Böyle bir nesil emperyalistlerden başka bilmem ki kimin işine yarar!
Şimdi nedense Mustafa Kemal’in “Gençliğe Hitabesi” aklıma geldi birden.
Okuması ve tarihi kapsamı içerisinde anlaması bazıları için zor olabilir.
Ayrıca okumak için “Yarın” da geç.
.
Mustafa Kemal Samsun’a nasıl çıktı?
Çok değil, kısa zaman önceydi.
Hararetle ve inatlaşırcasına tartışılan tarihi bir konu vardı.
Mustafa Kemal Atatürk 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmıştı ama nasıl?
Onu kim göndermişti?
Kendisi mi gitmişti, Sultan Vahdettin mi göndermişti?
Nasıl gitmişti?
Kimlerle gitmişti?
Niye gitmişti?
Bu konulardan bir kısmı artık günümüzde hiç tartışılmıyor. Sözü dahi edilmiyor.
Zira tarihi hakikatler karşısında inkârcı iddiacıların sözleri tükenmiş, artık mecalleri kalmamış bir haldeler.
O “red ve ispat” konusu ne idi bir hatırlayalım.
Mustafa Kemal Samsun’a çıkmıştı ama nasıl?
Gayet iyi hatırlıyorum. Ben emsal nesil de dönemin resmi tarih kitaplarında bu soruya verilen ve öğretilen şu minvaldeki tarih öğretisini gayet iyi hatırlayacaklardır:
Mustafa Kemal Samsun’a gitmek üzere bir iki yakın arkadaşı ile gizli bir surette yola çıkmıştı… Her tarafta İngiliz askerleri vardı… Her yer İngilizlerce tutulmuştu… Onlara yakalanmadan çürük dökük eski bir gemi ile gecenin karanlığında kıyıdan kıyıdan büyük bir endişe içerisinde Samsun’a doğru hareket ettiler… Geminin pusulası da bozuktu…
Onun Samsun’a çıkışı sadece İngilizlerden gizlenmemişti. Yolculuk Sultan Vahdeddin’e rağmen de yapılmıştı. Mustafa Kemal’in Samsun’a yolculuk ettiğini Vahdeddin de bilmiyordu. Şayet bir bilseydi kim bilir neler olurdu neler… Zira o zaten İngilizlerle işbirliği halindeydi. Ondan ne beklenebilirdi ki…
Yıllar yılı bu kurgu okutuldu, anlatıldı, propagandası yapıldı. Karşı çıkanlar, gerçeğin hikâyesini başka türlü anlatanlar adeta aforoz edildi. Sindirildi. Reddedildi. Hainler sınıfına sokuldu. Hatta resmi öğretinin iyi gitmediği, mürtecilerin, milliyetçilerin, muhafazakârların ve rejim düşmanlarının işi karıştırdığı belirtilerek, arkasını bir yerlere yaslamış, şeflik dönemi uzantısı bir demokrasinin, Ortaçağ tarzı bir ilim ve tarih anlayışının sahibi, kıymet-i harbiyeleri kendilerinden menkul o dönemin “Baba” tarihçiler tarafından YÖK’te “İnkılap Tarihi Dersleri nasıl okutulmalı” seminerleri dahi verildi.
Bu “Baba” tarihçilerin geride bıraktıkları ne kayda değer bir tarih çalışmaları oldu ne de buz gibi suratlarından ve çatık kaşlarından başka bir özellikleri.
Kurguya göre:
Sultan Vahdeddin İngiliz uşağıydı.
Sultan Vahdeddin haindi.
Evet, o bir haindi…
Ayrıca o bir hırsızdı. İstanbul’dan ayrılırken Topkapı Sarayı’ndaki hazinelerin en kıymetlilerini çalmış ve beraberinde götürmüştü.
….
Ancak yıllar sonra anlaşıldı ki gerçekler hiç de öyle değildi.
Mustafa Kemal’i Samsun’a gönderen bizzat Sultan Vahdeddin’in kendisiydi. Hiçbir şey ondan gizli de değildi. Mustafa Kemal ile Yıldız’da görüşmüşler, diz dize konuşmuşlar, o günün kasvetli havasını beraberce aynı duygularla solumuşlardı…
….
Mustafa Kemal’e dönemin en iyi gemilerinden birisi tahsis edilmişti. Cebine para, altına araba verilmişti.
Ayrıca Mustafa Kemal Samsun yolculuğunda yalnız da değildi. Ona iyi bir kurmay heyeti de eşlik etmişti.
Mustafa Kemal ve beraberindekiler gizli gizli, kıyıdan kıyıdan değil, resmen ve alenen, vizeleri alınmış bir surette ve İngilizlerin bilgisi dâhilinde ve de güpegündüz bir vakitte Samsun’a maiyetiyle birlikte hareket etmişti.
….
Günümüzde kabul edilmeyen, hala itiraz edilen bir tek şey / “fiske” kaldı:
“Mustafa Kemal’i Samsun’a Vahdeddin gönderdi ama vatanı kurtarmak için değil, vatanı kurtarmaya niyetlenenleri susturup dağıtmak için…” iddiası.
Yani işin son kertiğine gelinmiş durumdadır. Bir asırlık kurgunun ters yüz olması için son bir “fiske” kalmıştır.
….
Temel karakteri resmi işlerini sözlü olarak değil yazılı olarak yapmak olan bir devletin her nedense son ve en önemli devresine dair işleri ve sözleri ile ilgili (arşiv) vesikalarına bugün dahi bir türlü ulaşılamamasına rağmen hakikatin bütünüyle kabul edilmesine tek bir “fiske” kaldı.
Ortaya konan bilgi ve belgeler neticesi iddialarının yıkılışı ile birlikte isimleri de unutulan o “Baba” tarihçilerin temsil ettiği tezlerin tümüyle çürütülmesine bir tek “fiske” kaldı.
Konuya dair ellerindeki belgeleri gizleyen, veremeyen ve dolayısıyla gerçeği saklayanlara rağmen hakikatin bütünüyle kabul edilmesine sadece bir “fiske” kaldı.
….
Bu yılki 19 Mayıs 2019 Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Samsun’a gönderilişleri ve çıkışlarının 100. yıldönümü. Diğer bir ifade ile Milli Mücadele’nin resmen başlatılmasının yüzüncü sene-i devriyesi.
Bazı gerçeklerin kabul edilmesi için aradan maalesef bir asır geçmesi gerekiyormuş.
Bazı bilgilerin söylenebilmesi için üniversite tekelinin yıkılması, Anadolu’nun tüm şehirlerinde –günümüzdeki ayağı yere basmayan söylemlere rağmen– üniversitelerin açılması icap ediyormuş.
Bazı hakikatlerin resmileşmesi için nesli tükenmeye yüz tutmuş “Baba” tarihçiler elindeki tarihçiliğin “gerçek” tarihçilik şekline dönüşmesi gerekiyormuş.
Bazı hakikatlerin anlatılabilmesi ve anlaşılabilmesi için sömürgeci tarih anlayışından; bilimsel, araştırıcı, sorgulayıcı, çağdaş verileri ve vasıtaları hakkaniyetle kullanabilen ve ama esasta sömürgeci değil, milli ve yerli olan bir tarihçilik anlayışına geçmek icap ediyormuş.
….
Amacım tartışma çıkarmak değil; sadece hatırlatmak ve hakikati vurgulamaktır.
Milli Mücadele’de işgalcilere karşı hep birlikte mücadele ettik. Çok kan ve can verdik. Canımız ve yüreğimiz yandı.
Sonra döndük kendi içimizde birbirimize karşı mücadele etmeye başladık. Birilerini yüceltirken, birilerini hain ilan etme aşırılığına kapıldık. Neticede zihnen ve toplumsal olarak parçalandık. Birbirimizle amansız bir şekilde mücadele ettik.
Sonuçta ne kazandık? Bu tabii ki tartışılabilir.
Ferdi ve şahsi olarak bir şeyler kazanmış olanlarımız olabilir, ama millet olarak, ülke olarak ne kazandık? Önemli olan herhalde bu olsa gerekir.
Fakat çok şey kaybettik. Burası muhakkak.
Her şeyden önce toplumsal bütünlüğümüzü kaybettik. Zihnen hep birlikte sağa sola savrulduk… Fırsatçılara, Anadolu’nun tarihi düşmanlarına, bizi birbirimize kırdırmak isteyenlere fırsat verdik, kapı araladık. Onlar da kendi emelleri için ya maşa yapmak istediler bizi ya da uşak.
Oysaki karıştıran değil dayanıştıran; ayrıştıran değil uzlaştıran olmalıydık.
Bu toprakları vatan yapan herkese minnet duymalıydık.
Anadolu’yu koruma ve kurtarma azminde olmuş her insanı, Sultan’ı, Paşa’sı, erleri ve fertleri ile emeği geçen herkesi saygı ve şükranla anmalıydık.
Ve unutmamalıydık ki:
“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.”
Son derece doğru, son derece yerinde ve son derece yol gösterici bir söz.
Dün ve bugün; bu vatan ve millet için toprağa düşen, bu vatan ve millet için mücadele eden, bu vatan ve millet için ter döken, bu vatan ve millet için mesai sarf eden, bu vatan ve millet için taş üstüne taş koyan herkesi minnetle anıyorum.
.
Abdülhamid’in hizmetindeki Ermeniler
Ermeni Meselesi Sultan II. Abdülhamid idaresi sırasında (1876-1909) ortaya çıkan ve bugüne de devam eden bir konudur.
Konu bütünüyle siyasidir.
İngiltere, Rusya ve Fransa Anadolu’daki Ermeni azınlığı Abdülhamid döneminde Osmanlı Devleti’nin içişlerine müdahale etme aracı olarak kullanmaya çalmıştı.
Osmanlı Devleti de kendi mevcudiyetini, sulh ve sükûn halini muhafaza ve idame ettirebilmek için bir dizi siyasi, idari ve askeri tedbirler almıştı.
Söz konusu devletler ve daha başkaları, bugün de Türkiye’yi dizayn etmek üzere PKK’yı aynı şekilde kullanmaktadırlar.
Ermeni meselesi denen şeyin özü ve esası esasen budur. Konuya dair sair hususlar işin ifade edilen öz ve esasına bağlı tâli şeylerdir.
Ermeni Meselesi Sultan Abdülhamid devrinde özellikle İngilizlerce başlatılmış olmakla birlikte Abdülhamid’in Osmanlı coğrafyasındaki diğer unsurlar gibi Ermeni azınlığı ile de herhangi bir şahsî, siyasî, dinî veya ırkî problemi olmamıştır. Bilakis o Ermeniler ile yakın bir münasebet içerisinde olmuş ve bulunmuş bir padişahtır.
Hazine-i Hassa yani Sultan Abdülhamid’in öz malları idaresi Ermenilerce idare edilmiştir.
Hazine-i Hassa’ya ait olup vilayet ve illerdeki işletmelerde ve muhtelif çiftliklerde Ermeni asıllı mühendis, kâtip, muhasebeci, usta, mimar, doktor, cerrah, müdür, müfettiş, marangoz, uzman, inşaatçı, saatçi, mücevherci, tahsildar, bekçi, muhafız, hizmetli, itfaiyeci, tulumbacı, kahveci, aşçı ve bahçıvan gibi bir hayli insan çalıştırılmıştır.
1897 yılı itibarı ile Hazine-i Hassa’ya ait yerlerde çalışmış olan Ermenilerin isimleri ve kendilerine ödenen maaş miktarı ve aylık gider toplamı şöyledir:
No |
İsim |
Kuruş |
|
1 |
Michael Paşa: Hazine-i Hassa Bakanı |
24. 000 |
|
2 |
Artin Zeki Efendi: Gayrimenkuller Bürosu Müdürü |
3. 000 |
|
3 |
Mıgırdıç Hekimyan Efendi: Orman Müfettişi |
3. 000 |
|
4 |
Agop Efendi: Gayrimenkuller Bürosu Müdür Yardımcısı |
2. 000 |
|
5 |
Josef Efendi: İzmir Şube Müdürü |
2. 500 |
|
6 |
Kevork Efendi: Edirne Şube Müdürü |
2. 500 |
|
7 |
Leon Efendi: Torbalı Çiflik-i Humayun Müdürü |
2. 000 |
|
8 |
Kirkor Pasbyalan: Selanik Çiflik-i Humayun Müdürü |
2. 500 |
|
9 |
Avedis Efendi: Halep Gayrimenkul Bürosu Muhasebe Memuru |
2. 250 |
|
10 |
Andon Efendi: Komisyon Üyesi |
2. 000 |
|
11 |
Musul’da Muhasebe Memuru |
2. 500 |
|
12 |
Nikolaki Efendi: Mimarlık Bürosu Müdürü |
1. 850 |
|
13 |
Navum Efendi: Muhasebe Bürosu Kâtibi |
1. 500 |
|
14 |
Parsek Efendi: Hukuk İşleri Bürosu Kâtibi |
1. 500 |
|
15 |
Yusuf Efendi: Ardiye Başkâtibi |
1. 500 |
|
16 |
Kioseyam Efendi: Gayrimenkul Bürosu Kâtibi |
1. 400 |
|
17 |
Karabet Efendi: Hereke Fabrikası Muhasebecisi |
1. 400 |
|
18 |
İbrahim Efendi: Baba-ı Atik Müfettişi |
1. 200 |
|
19 |
Sahak Efendi: Muhasebe Bürosu Kâtibi |
1. 100 |
|
20 |
Stepan Efendi: Mevduat Kâtibi |
1. 100 |
|
21 |
Mohis Aralam: Mevduat Kâtibi |
1. 100 |
|
22 |
Agop Efendi: İzmir Gayrimenkul Bürosu Sekreteri |
1. 000 |
|
23 |
Mıgırdıç Efendi: Gayrimenkul Sekreteri |
1. 950 |
|
24 |
Melkon Efendi: Sekreterlik Büro Kâtibi |
900 |
|
25 |
Behran Efendi: Satınalma Memuru |
800 |
|
26 |
Apik Abro Efendi: Altı Şubeden Sorumlu Kâtip |
800 |
|
27 |
Horsak Efendi: Selanik’te Mühendis |
750 |
|
28 |
Nikolaki Efendi: Ebu Kalkal’da Başkâtip |
800 |
|
29 |
Armenak Efendi: İnegöl Müdür Yardımcısı |
900 |
|
30 |
Ohanes Efendi: Vodina Çiftliği Kâtibi |
800 |
|
31 |
Tomas Efendi: Hereke Fabrikası’nda Memur |
950 |
|
32 |
Bedri Efendi: Memur |
700 |
|
33 |
Ohanes Efendi: Hereke Fabrikası’nda Marangoz |
700 |
|
34 |
Basil Efendi: Halep’te Kasiyer |
700 |
|
35 |
Kerop Efendi: Bağdat’ta Kasiyer |
700 |
|
36 |
Abdelnur Efendi: İdare Bürosu Mensubu |
700 |
|
37 |
Ohanes Efendi: Tahsildar |
800 |
|
38 |
Artin Bakonyan: Büro Mühendisi |
600 |
|
39 |
Karabet Efendi: İpsala’da Başkâtip |
600 |
|
40 |
Diran Mehendisyan: Ambar Kâtibi |
400 |
|
41 |
Agop Yaver Efendi: Çorlu’da Asistan |
750 |
|
42 |
Nahoum Efendi: Halep’te Kâtip |
550 |
|
43 |
Artin Efendi: Antakya’da Müfettiş |
500 |
|
44 |
Goglis Zeki Efendi: Çorlu’da İkinci Kâtip |
400 |
|
45 |
Levon Efendi: Halep’te Satınalma Memuru |
350 |
|
46 |
Miharn Efendi: Baba-ı Attik Orman Muhafızı |
300 |
|
47 |
Karabet Efendi: Bağdat’ta Ambar Sözleşme Kâtibi |
300 |
|
48 |
Thomas Efendi: Uzman Memur |
300 |
|
49 |
Abraham Efendi: İnegöl’de Yazıcı |
350 |
|
50 |
Dikran Efendi: Musul’da Kâtip ve Muhasebeci |
350 |
|
51 |
Serkis Efendi: Musul’da Kasiyer |
400 |
|
52 |
Hakil Efendi: Bağdat’ta Kâtip Yardımcısı |
135 |
|
53 |
Şaysan Efendi: Bağdat’ta Mühendis Yardımcısı |
600 |
|
54 |
Siron Efendi: Hereke Ambar Kâtibi |
400 |
|
55 |
Usep Efendi: Fabrika Mimarı |
2.500 |
|
56 |
Dikran Efendi: Yapı Mimarı |
1.700 |
|
57 |
Hurşiya Efendi: İnşaatçı |
750 |
|
58 |
Mığırdıç: Boyacı |
500 |
|
59 |
Hazar: Hamamda Görevli |
750 |
|
60 |
Baron: Hamamda Görevli |
750 |
|
61 |
Hamparzun: Tahta Ayakkabı İmalatçısı |
300 |
|
62 |
Arakel: İnce İş Marangozu |
300 |
|
63 |
Meluk: Baca Temizleyici |
300 |
|
64 |
Karabet: Yıldız Sarayı’nda Kutu Yapımcısı |
600 |
|
65 |
Mihran: Saat Tamircisi |
350 |
|
66 |
Mıgırdıç: Mücevherci |
800 |
|
67 |
Vartar: Kahve Takımı Şefi |
1.500 |
|
68 |
Agop: Şef |
1.000 |
|
69 |
Obiner: Istabl-ı Amire Seyisi |
400 |
|
70 |
Mıgırdıç: Bahçivan |
150 |
|
71 |
Dikran: Saat Tamircisi |
800 |
|
72 |
Karabet: Tulumba Ustası |
360 |
|
73 |
Karabet: İtfaiyeci |
370 |
|
74 |
Artin: İtfaiyeci |
310 |
|
75 |
Markar: İtfaiyeci |
310 |
|
76 |
Minass: İtfaiyeci |
310 |
|
77 |
Leon: Tulumba Tamircisi |
360 |
|
78 |
Garabet: Malkara’da Tahsildar |
400 |
|
79 |
Vanghel: Bahçıvan |
350 |
|
80 |
Garabet: Bahçıvan |
550 |
|
81 |
Stapan: Cebel-Has’ta Bahçıvan |
200 |
|
82 |
Stepan: Bağdat’ta Muhafız |
150 |
|
83 |
Artin: Akköprü’de Muhafız |
150 |
|
84 |
Garabet: Halep’te Uygulama Çiftliğinde Muhafız |
250 |
|
85 |
Garabet: Hereke Fabrikası’nda Muhafız |
300 |
|
86 |
Dundciyan Efendi: Hekim |
2.000 |
|
87 |
Hamparsun: Hekim |
1.500 |
|
88 |
Vahan Bey: Hekim |
1.000 |
|
89 |
Utudciyan Manuel Efendi |
800 |
|
90 |
Artin Efendi: Eczacı |
500 |
|
91 |
Eliya Efendi: Hekim |
400 |
|
92 |
Kevork Efendi: Cerrah |
500 |
|
93 |
Dicran Efendi: Hekim |
200 |
|
94 |
Avadis: Bekçi |
250 |
|
95 |
Kevork: Bekçi |
250 |
|
96 |
Kirkor: Bekçi |
250 |
|
97 |
Sahak: Kahveci |
170 |
|
98 |
Antranik: Temizlikçi |
200 |
|
99 |
David: Aşçı |
200 |
|
100 |
Margoz: Aşçı |
120 |
|
101 |
Hatchik: Fincanhane Hizmetlisi |
300 |
|
102 |
Antranik: Fincanhane Hizmetlisi |
300 |
|
103 |
Serkis: Fincanhane Hizmetlisi |
300 |
|
104 |
Ohanes: Aşçı |
150 |
|
105 |
Artin: Aşçı |
230 |
|
106 |
Vartan: Aşçı |
80 |
Aylık Toplam |
110.655 |
|
1.327.860 |
.
Türkiye’de çok petrol var çoook!
Türkiye’de geçen yüzyılda petrol çıkarılıp işletilmemiştir. Fakat bu durum Anadolu’da petrol olmadığı anlamına gelmez.
Türkiye topraklarında petrolün olmaması bir tarafa Batılı araştırmacıların bir asır öncesinde yapmış oldukları tespitlere ve mevcut kayıtlarına bakılacak olursa Türkiye toprakları ve özellikle de doğudaki coğrafyası petrol madeni bakımından son derece zengindir.
Esasen bu konuya daha önceki “Van-Erzurum-Bitlis Petrol Denizi” başlıklı yazımda temas etmiştim.
Konunun önem arz etmesi ve son zamanlarda Trakya’da doğalgaz bulunması ve Siirt’te su ararken petrole rastlanması, yine bizim petrol bulamadığımız veya yok dediğimiz Siirt’te bir ABD’li şirketin petrol arama ruhsatı alması tesadüflerini! de dikkate alarak Türkiye’nin petrol rezervlerine daha geniş bir açıdan bakmanın faydalı olacağına kanaat getirdim.
Petrol ve maden zengini bu ülkenin il il, şehir şehir, cins cins, kalite kalite bütünüyle maden sicilini yazmak ve yerlerini göstermek belki daha doğru olabilir. Fakat bunu yapmaya şimdilik vaktim müsait değil.
Geçen asırda Osmanlı coğrafyasında ve Anadolu havzasında başta Almanlar olmak üzere Batılı ülkeler maden ve petrol rezervlerinin inceleme ve araştırmasını yapmışlardı. Yapılan bu araştırmaların kayıtları bugün elimizde mevcuttur.
Hemen ifade edelim ki öz konusu araştırmalar gayet bilinçli bir şekilde ve büyük bir hassasiyet içerisinde yapılmıştı. Belki inceleme ve araştırmaların yapıldığı tarihlerde bugünkü manada teknik imkânlar yoktu. Ancak sözünü ettikleri yerlerde petrol cevherinin olduğunu gösterir emare ve işaretlerin fazlasıyla mevcut olduğu kesin bir surette ifade edilmekteydi.
Yine belirtildiğine göre konuya dair hazırlanan araştırma raporlarında ifade ve işaret edilen her bir yerde daha o tarihlerde petrolün varlığına işaret eden nafta formunda sızıntılar, çok fazla derinlerde değildi. Sadece ve sadece iki metre gibi bir gizlilikte bulunanları dahi vardı ve petrol Anadolu’da yeterince mevcuttu. Ayrıca günümüzün değerli madeni ziftli şist ve asfalt petrol tortularıyla bileşke halindeydi.
Malum; Batı’nın Anadolu’ya olan ilgisi hiçbir zaman bitmemiş, ona olan ilgi ve alakaları siyasi, askeri, kültürel, dini ve nihayet iktisadi olarak her vakit devam etmiştir. Batı, bırakın normal zaman dilimlerini, Anadolu’da Yunan işgalinin sürdüğü yıllarda dahi maden ve petrol aramayı sürdürülmüştür. Örneğin İzmir’in Yunan işgalinde bulunduğu tarihlerde Standard Oil İzmir ve çevresinde petrol aramaktan geri durmamıştır. Diğer taraftan o tarihlerde daha kurulma aşamasında olan bir Avusturya-Alman şirketi de ateşkes/mütarekenin gerçekleşmesi halinde İzmit bölgesinde zift şistlerinin işletimini gerçekleştirmeyi planlayabilmiştir. 1923 yılı itibariyle Türkiye’de ciddi derecede petrol çıkarılan bir bölge yahut bir kuyu olmamıştır. Fakat Suriye, Filistin ve Irak müstesna, ki bunlar 1923’te hala Osmanlı Devleti sınırları kapsamında görülmekteydiler, Anadolu’da petrol bulmak ve işletmek isteyen 33 şahıs veya şirkete arama ve işletme izni verilmiştir.
İzin verilen söz konusu yerler şu şehirlerdi:
Yukarıda verilen bilgide görüldüğü üzere petrol arama ve işletme ruhsatının en fazla verildiği yahut talep edildiği yer Edirne ve civarı olmuştur.
İzmir’in kenar mahalleri, Adana ve Kızılırmak’ın kuzey tarafı petrol madeninin bulunduğu yerler arasındadır.
Manisa-Salihli, İzmir-Bergama, Sinop-Boyabad ve Ekinviran, Edire-Keşan, Mulkvar ve Gelibolu petrol barındırdığına dair tespitlerin yapıldığı yerlerdir. Kayıtlarda Mulkvar ve Gelibolu’daki rezervlerin çok fazla zengin olmadığının, tahmini olarak, altı çizilmiştir.
Trakya bölgesinde Marmara Denizi kıyısında Ganos ile Şarköy arasında olup 24 km uzunluğunda ve 5 km genişliğindeki alanın petrol madeni bakımından en verimli yerler olduğu kayıtlarda yer almaktadır. Ayrıca Şarköy yakınlarında açılan 0.0381 mm çapında ve 91.5 metre derinliğindeki bir kuyudan, ilkel bir surette de olsa, 24 saatte 2 ton sıvı nafta çıkarılabildiği yazılıdır.
Yüz yıl öncesi gibi bir zamanda ABD vatandaşı Lucien İbranik Thomas Gelibolu Sancağı Şarköy mevkiinde petrol aramalarında bulunmak üzere Osmanlı Ticaret ve Tarım Bakanlığı Maden Müdürlüğü’nden ruhsatname almıştır.. Tekirdağ ve Gelibolu bölgesindeki petrol alanlarını Thomas adeta kimseye bırakmayacak bir hırs ve hevesle sahiplenmeye çalışmıştır. Neticede Tekirdağ, Şarköy Mürefte’de üç ayrı yerin, Gelibolu Şarköy’de ise dört mevkiin petrol işletme ruhsatı Thomas Efendiye ihsan olunmuştur.
Sabri ve İhsan Beyler de Gelibolu-Keşan’da petrol arama ruhsatı elde eden bir başka müteşebbis isimdir. Bu dönemde Gelibolu-Keşan’da petrol sondajı yapabilmek üzere toplamda 17 ayrı ruhsat elde edilmiştir.
Yunan asıllı bir Osmanlı vatandaşı olan Mandimos Ralli hem Gelibolu-Şarköy’de hem de Tekirdağ'ın yaklaşık 51 km güneybatısında, Marmara Denizi'nde, Şarköy ilçesinde Mürefte adlı köyde petrol arama ve işletmek üzere 4 ayrı ruhsat elde etmiştir.
Erzurum-Tercan, Bayburt-Çamağı, Erzurum, Hasankale-Katranlı, Van-Kurzat, güney Bitlis ve Diyarbakır Türkiye’nin doğusundaki vilayetlerde petrolün bulunduğu bölgeler olarak raporlarda sıralanmıştır.
Bitlis’in güneyindeki rezervler ile Diyarbakır’ın sahip olduğu petrol yataklarının oldukça zengin ve değerli olduğu özellikle belirtilmiştir.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Rusların Erzurum ve Van’da bulunan petrol havzalarını oldukça sathi kuyular açmak suretiyle çıkarıp ve kullandıkları da belirtilmiştir.
Doğu Anadolu’nun petrol bulunan mahallerinden bir diğeri olan Diyarbakır’da petrolün kendiliğinden toprak yüzeyine çıktığı yerler olduğu ilgili belgelerde ifade edilmektedir. Bu yerlerden birisinin Çalık ve Cezire arasında bulunan Fırat nehrinin bazı noktaları olduğu raporlardaki ilginç beyanlardır.
Yine Doğu Anadolu’da Van ve çevresinde petrol bulunan yerler olarak şu bölgeler kayda geçirilmiştir:
Van-Kurzat bölgesindeki petrol tortuları Van Gölü’nün 12 km güney doğusunda ve Naftizor ovasının aynı isimle anılan köyüne 6 km mesafededir diye bahis mevzuu olmuştur.
Kurzat petrol havzasının ilginç bir tarafının olduğu, mevcudiyet emarelerinin gayet aşikâr bir surette bulunduğu, gözle görülebilir bir durum arz ettiği, sadece 20 metre derinlikte olup 200 metre uzunluktaki bir mesafede yer aldığı ve kolay bir surette tespit edilebilir bir durum arz ettiğinin belirtilmiş olması yine ilginçtir. Yine belirtildiğine göre Ruslar 1917 yılında buraya el atmışlar ancak savaş şartları dolayısıyla fazla bir üretim yapamamışlar.
Van’da varlığı bilinen ve gayet zengin rezervi olan petrol kuyuları Avrupalı bir yatırımcı tarafından belli bir süre işletilendi denilmektedir belgelerde. Ancak aksilik o ki işletmeci şahıs/müteşebbis kısa bir süre sonra ölmüş ve dolayısıyla sözü edilen işletme kapanmak zorunda kalmış.
Kayıtlarda bahsi geçen Kurzat’taki petrol haylice katı olması, yataklarının yapısı, dışa taşkınlığı ve kalitesi itibariyle önemli rezervler sınıfına dâhil edilmiştir..
Erzurum’un 40 km güneyinde, Palandöken dağlarının güneyinde ve Şeytan Deresi denen yerin hemen kenarındaki Katranlı köyünde de petrolün mevcudiyetinden söz edilmiştir. Buradaki petrol rezervleri bulunduğu köyün adı dolayısı ile Katranlı petrolleri diye kayıtlara geçmiştir.
Ruslar 1917 yılında buradaki petrolden de istifade etmek maksadıyla harekete geçmiş, savaş şartlarında belli bir çaba sarf etmişlerse de günde ancak 300 kg petrol elde edebilmişlerdi.
Belirtildiğine göre Şeytan Deresi petrolü özellik olarak bünyesinde fazlaca gaz içeren, temiz yeşilimsi renge sahip bir mahiyet arz etmekteydi.
Magalisor petrol rezervlerinin ise Hamur dağlarının kuzey yamaçları ile Megalisor ve Divanı Hüseyin köyleri arasında olduğu belirtilmiştir. Rezerv alanı uzunluğunun 60, genişliğinin ise 20 metre olduğu belirtilmiştir.
Ulaşmak için sadece 4 metre derinliye inmek gerektiği bilgisi verilen buradaki petrol rezervlerini elde etmek için bir kısım kuyular/çukurlar açıldığı belgelerde kayıtlıdır.
Naft rezervleri ise Hamur Dağı eteklerinde ve Naft köyüne yakın bir mesafede bulunmaktadır.
Birkaç kuyunun açıldığı Naft rezervi de bir iki metre gibi bir derinlikte yer almıştır. Mahiyet ve muhtevası itibariyle sulu olup kalın bir yatağa ve kesif bir petrol zenginliğine sahip olduğu belirtilmektedir.
Pulk mevkii Erzurum’un sahip olduğu bir başka petrol alanı olarak gösterilmiştir.
Pulk köyüne 4 km, Nenehatun’a ise 30 km uzaklıkta bir mevkidedir. Dumantepe’nin kuzey doğu eteklerinde yer almaktadır.
Ruslar yine 1917 yılı işgalleri sırasında buradan günlük 32 kg petrol çıkartabilmişlerdi.
Belgenin ifadesine göre Pulk petrolü açık ve mükemmel bir kaliteye sahiptir. Savaş sonrası Rusların buralardan çekilmesi nedeniyle petrol çıkarma işi de öylece kala kalmıştır.
Hasankale petrolleri Erzurum bölgesine ait bir başka zenginliktir.
Buradaki petrolün yüzyıl öncesinde yapılan alelade ölçüm neticeleri ben anlamam ama: C: 58.87; H: 8.88; N: .74; O: 27.46; S: .25; ASH: 3.80 şeklindedir denmektedir.
Ruslar Birinci Dünya Savaşı sırasında buradaki petrolden, sadece 17 metre derinlikte kuyular açmak suretiyle istifade etmeye çalışmışlardı.
Yukarıda verilen bilgiler dikkate alındığında Doğu Anadolu bölgesinin petrol rezervine sahip olduğu ve kendine özgü bir katman yapısı bulunduğu söylenebilir. Doğu Anadolu vilayetlerinde bir asır öncesi teknoloji ve bilgiyle petrol ve doğal gazın varlığına dair tespitler yapılmışsa da bunlar yüzeysel çalışmalar şeklinde olmuştur ve tabii olarak daha teknik ve daha geniş ve derin çalışmaların yapılmasına muhtaç gözükmektedir.
Doğu vilayetlerine ilaveten Türkiye’nin petrol rezervine sahip bulunan şehirlerinden bir başkası da Trabzon çevresinin olduğu şeklinde zikredilmektedir.
Trabzon esasen madenleri ile dikkat çeken ve en zengin maden çeşitliliğine sahip bulunan Anadolu illerinden birisi olarak gözükmektedir.
Kayıtlarda sahip olduğu petrolün mahiyeti hakkında fazla bir detay verilmemekle birlikte mevcut petrol rezervinin son derece değerli olduğu ifade edilmiştir. Esasen Karadeniz ile Hazar Denizi arasında çok ciddi petrol rezervlerinin olduğu belgelerin üzerinde durduğu bir başka önemli husustur.
Karadeniz sahilinde petrolün varlığından bahsedilen bir başka yer ise Sinop-Boyabat ve Ekinveran mahalleridir.
Kayıtlara göre bu mevkilerde de petrol rezervi mevcuttur.
Sözü edilen yerlerde bulunan rezervin tasarrufu için önceki yüzyılda 137.550 m2lik alanı kapsayan bir ruhsatın alınmış olduğu ve hatta işletilmesi için harekete geçildiği belgelerde söz konusu edilmiştir.
Denizli’de Sarayköy ve Kumluca Tirkaz mevkileri de petrol rezervine sahip olan yerler şeklinde kayıtlara geçmiştir.
Bu yerler Mehmet Rifat Efendi tarafından işletilmek üzere ruhsatlandırılmışlarsa da akıbetleri hakkında fazla bir bilgi yoktur.
Yüzyıl öncesinin Batı’ya ait arşiv belgeleri aynen yazdıklarımı söylüyor. Bilemiyorum; belki doğru söylüyor belki de yanlış! Ancak işaret ettiği bazı yerlere günümüzde bakıp varlığından söz edilen madenlerin işletildiğini görünce de acaba diyorum….
.
24 Nisan; Demokles’in Kılıcı!
Türk-Ermeni İlişkilerinin dönemsel çerçevesi;
1. 1071 – 1877 yılları arası dostluk dönemi
2. 1877 – 1923 yılları arası muhalefet, isyan, terör ve düşmanlık dönemi
3. 1923 – 1973 yılları arası yönelişler ve antlaşmalara dâhil olma arayışları dönemi
4. 1973 – 1994 yılları arası terör ve suikastlar dönemi ve
5. 1994 – 2019 yılları arası siyasallaşma arayışları dönemi şeklinde seyretmiştir.
**
Türk-Ermeni ilişkilerinin başlangıç tarihi Ermenilerin 1071'de Selçuklu hâkimiyetine girmeleri iledir.
Selçuklu Sultanı Melikşah bütün kilise, manastır ve ruhanileri vergiden muaf tuttu ve bir kısım fermanlarla Ermeni Katolikosluğuna haklar tanıdı.
**
Ermeniler 1473’te Osmanlılar hâkimiyetine girdi.
Gürcistan, Kefe, Tebriz ve Karaman Ermenileri İstanbul’a getirilip Samatyakapı – Topkapı – Edirnekapı – Kumkapı – Balat – Narlıkapı’ya iskân edildi.
1461'de İstanbul’da Ermeni Patrikliği kuruldu. Ermenilerin dini ve toplumsal işlerine müdahale olunmadı. Kendilerine hukuki imtiyazlar sağlandı. Devlet kademelerinde görevler verildi.
Dadyanlar, Düzoğulları, Balyan Ailesi ve Kazaz Artin Osmanlı idaresi ve bürokrasisinde adı en çok bilinen Ermeni aileler oldu.
Ermeniler uzun bir süre Osmanlı Devleti’nin Milleti Sadıkası / Teb’a-i Sadıkası olarak vasıflandırılarak anıldı.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'nı izleyen Ayastefanos Antlaşması ve Berlin Konferansı Ermenilere özerklik verilmesi, Ermeniler lehine ıslahat yapılması, Avrupa devletlerinin Ermeniler lehine Osmanlı Devleti’nin içişlerine müdahalede bulunması ve Ermeni konusunun uluslararası problem haline gelmesini sağladı.
**
Rus, İngiliz ve Fransız tahriklerine kapılan ayrılıkçı Ermeniler terör, isyan, mücadele ve bağımsızlık maksadıyla bir çok cemiyet ve dernekler kurdular:
Doğu Anadolu’da;
1. Kara Haç Cemiyeti (1878-Van)
2. Anavatan Müdafileri Derneği (1881-Erzurum)
3. İhtilâlci Amerikan Partisi (1885-Van)
Anadolu Dışında;
1. İttihat ve Halas Cemiyeti (1872)
2. Silahlılar Cemiyeti (1880)
3. Karahaç Cemiyeti (1882)
4. Hınçak İhtilal Komitesi (Cenevre 1887)
5. Taşnaksutyun Cemiyeti (Tiflis-1890)
6. Ramgavar, Ermenistan'a Doğru Cemiyeti
7. Genç Ermenistan Cemiyetleri
kurulan cemiyet ve dernekler oldu.
Bu dernek ve cemiyetlerin organizasyonunda geçen asrın son çeyreğinde başlayan ve biteviye devam eden Ermeni isyanlarının bazıları ise şunlar oldu:
1. 1890 - Kumkapı Hadisesi ve Erzurum İsyanı
2. 1894 - Sasun İsyanı
3. 1894 - Babıali Gösterisi ve Zeytun İsyanı
4. 1896 - Van İsyanı ve Osmanlı Bankası'nın işgali
5. 1903 - İkinci Sasun İsyanı
6. 1905 - Sultan II. Abdülhamid'e suikast girişimi
7. 1909 - Adana İsyanı
Geçen yüzyılda sadece Ermeni İsyanları yoktu, bir de Ermeni Hadiseleri/Patırtısı vardı ve şöyleydi:
1 Adana Olayları
2 Adapazarı Olayları
3 Ankara Olayları
4 Antep Olayları
5 Bitlis Olayları
6 Bursa Olayları
7 Çorum Olayları
8 Diyarbakır Olayları
9 Elazığ Olayları
10 Erzurum Olayları
11 Halep Olayları
12 İstanbul Olayları
13 İzmir Olayları
14 İzmit Olayları
15 Kayseri Olayları
16 Maraş Olayları
17 Merzifon Olayları
18 Musa Dağı Olayları
19 Muş Olayları
20 Sivas Olayları
21 Trabzon Olayları
22 Urfa Olayları
23 Van Olayları
24 Yozgat Olayları
25 Zeytun Olayları
Ermeni ayrılıkçıları Birinci Dünya Savaşı sırasında da rahat durmayıp şunları yaptı:
1 Ruslar hesabına casusluk
2 Seferberlik gereği yapılan askere alma çağrısına uymaksızın askerden kaçış
3 Silâhaltına alınanların silahları ile birlikte Rus ordusu saflarına geçerek vatana ihanet
4 Cephe gerisinde de köylere baskınlar düzenleme
5 Katliamda bulunma ve sivil halka zarar verme
6 Anadolu'yu harabe haline çevirme
7 ....
**
Nihayet 24 Nisan 1915'de Ermeni komiteleri kapatıldı.
27 Mayıs 1915'de tehcir kanununun çıkarılması, zorunlu sevk ve iskân uygulaması kaçınılmaz oldu.
Ağırlıklı olarak Suriye ve Irak (Halep, Rakka, Zor, Kerek, Havran, Musul)’a sevk edildiler.
25 Kasım 1915’te sevkiyata önce geçici olarak, sonra da bütünüyle son verildi.
Birinci Dünya Savaşı sonrası Ermeni terör üyeleri:
1 Talat Paşa
2 Cemal Paşa
3 Said Paşa
4 Bahaeddin Şakir Bey
5 Cemal Azmi Bey
suikast düzenleyerek öldürdüler.
Milli Mücadele yıllarında Ermeniler başlangıçta Ruslarla beraber Gönüllü Alayları adı altında; İngiliz ve Fransızlar ile birlikte ise Ermeni Lejyonları halinde Antep - Maraş – Adana’da yine işbirliği yaptılar.
Sevres ve Lozan antlaşmalarında Azınlıklar Meselesi başlığı altında kendi yarattıkları Ermeni Sorununa, anlamsız bir şekilde Türkiye Cumhuriyeti'nin çözüm bulmasını isteyecek kadar ileri gittiler.
Ayrılıkçı Ermeni teşkilatları Gladstone’un açtığı propaganda kapısından geçerek İngiliz savaş propaganda bürosunun hazırladığı; Bir Milletin Katli (1916) ve Hanry Morgenthan’ın Hikâyesi (1918) ile Naim Beyin Hatıraları (1920)’na inanmak isteyerek dünyaya soykırıma uğradıkları yaygarasında bulundular.
Nihayet yüzyıldır bitmeyen yalan ve sözde katliamı, 24 Nisan gibi, yine sözde bir tarihle Ermeni soykırım günü olarak ilan ettiler ve herkes inansın ve kabul etsin istediler.
Gelin yuvarlak bir masa etrafında konuşalım dendi; gelmediler.
Hamasetle olmaz, belgeniz varsa görelim dendi; gösteremediler.
Arşivinizi açın da bir bakalım dendi; açamayız dediler.
Sınırlar kapandı, iki komşu ülke birbirinden koptu.
Konu İtalya’nın, Fransa’nın ve Amerika’nın… diline dolandı.
Nihayet konu Demokles’in Kılıcı gibi başımızın üzerinde hep sallanır bir hal aldı.
.
Notre mosquée Çamlıca
Notre Dame Katedrali, Türkçedeki tam ifadesiyle, cayır cayır yandı.
Yanan sadece Notre Dame olmadı. Hristiyan dünyasının ciğeri de yandı.
Notre Dame sıradan bir mabet değil; oldukça eski bir katedral.
Hem de bin yıl kadar eski.
Katedral, Katolikler ve Anglikanlar açısından geçerli bir terim olup, bir piskoposluğun merkezi olan, başka bir deyişle kilise hiyerarşisi içinde idari bir organ olan, piskoposun devamlı olarak bulunduğu, içinde kilisenin de yer aldığı, mekân demek.
Notre Dame’ın başka bir hususiyeti daha vardı. O hakikaten tam bir sanatsal anıttı. Onu yapan usta, sanatkâr, mimar ne muazzam, hakikaten ne müthiş marifet ve maharet erbaplarıydı. O insanları takdir etmemek gerçekten çok büyük haksızlık olur.
Ciğeri yananlar sadece Paris ve Hristiyan dünyası değildi tabii ki. Katedralle birlikte sanatsal zekâvet konusunda, küçük bir parçacık da olsa, behresi olanlar da yandı.
Notre Dame’ın başka bir hususiyeti ise dünyadaki dinleri tek din; dünyadaki devletleri de tek bir devlete dönüştürmek isteyenlerin nezdindeki yeriydi. O da yandı.
Bütün bunlar bir tarafa, benim daha ziyade dikkatimi çeken ise şu birkaç husus oldu.
Notre Dame, her şeyden evvel, Hristiyan dünyasının, Hristiyanlık inancının bir simgesi olarak ve asırlara kök salmış bir vaziyette ve fakat somut bir halde bugüne kadar var ola gelmişti. Mutantan hali, tarihi açıdan eskiliği ve derinliği, sanat bakımından tekliği ve görkemliliği hakikaten dikkate ve takdire değerdi. Bu, Batı’nın Doğu’ya karşı dini açıdan bir meydan okuma biçimi miydi acaba?
İslam dünyasının bin yıl ve daha eski anıtsal özelliği olan ve her Müslümanın zihnine sinmiş, gönlüne işlemiş acaba hangi coğrafyalarında kaç muhteşem, müstesna ve mutantana bidevi eseri var diye düşündüm bir an.
İslam sadelik dinidir. Hâmân yapımı kulelere ihtiyacı yoktur denebilir. Amenna. Ancak inancın simgeler ve sanatsal eserler ile ebedileştirilmesinin de herhâlde, niyet halis ise, dini bir mahzuru olmasa gerekir. Bu anlamda, Çamlıca Camii’nin yapımını, içsel zenginliği ve müdavimleri adedinin ne olduğu veya ne olacağı açısından değil de, simgeselliği bakımından son derece önemsediğimi ifade etmek isterim.
Çamlıca Camii’nin, günümüzde cami mimarisindeki ufki fakirlik nedeni ile kilise mimarisi ile yapılan yahut bakıldığında insanda kilise imajı uyandıran, ne olduğu muamma mimari cami çizimlerini de dikkate aldığımda, “simgesel anlamda” istikbalin Süleymaniye’si, Sultanahmet’i yahut Selimiye’si olacağı konusunda hiç kuşkum yok. Çamlıca, Süleymaniye, Sultanahmet yahut Selimiye misali eserlerin bulundukları çevreye ruh kattıklarına ve manevi atmosferler oluşturduklarına kaniyim. Bu tür abidevi yapıların inşa olundukları belde yahut kente kutsiyet kazandırdıklarına, o memleketin hangi inanca gönül verdiğine işaret ettiklerine ve de o memleketin tapusunu oluşturduklarına inanırım.
Bu anlamda, bu memleketi İslam beldesi kılanlardan, dün olduğu gibi bugün de, bu ülke için taş üstüne taş koyanlardan Allah razı olsun.
Notre Dame’ın bana hatırlattığı diğer bir husus ise Fransa gibi Laisizmin ana vatanı bir ülkede dini bir yapı için ne denli hassasiyet gösterilmekte olduğudur.
İhtilaller görmüş, devrimler geçirmiş, bir zamanlar dinin kapı dışı edildiği Paris’te, hem de şehrin göbeğinde, dün olduğu gibi bugün de mabede gösterilen saygı ve sahiplenme olgusudur. Fransız Devrimini yapanların dahi taşımadığı bir hınçla, Belediye başkanı oldum ya deyip ilk nezih icraat olarak, belediye binası duvarlarındaki Osmanlı gravürlerini ve minyatürlerini sökme mahareti gösterenlerin kulağı çınlasın!
Avrupa deyince, efendim ekseriyeti ateisttir denilirse de, galiba bu yaklaşım çok garip bir fanteziden ibarettir. Zira Laik Fransız devleti ve idarecileri yüreği yanarak katedralin yanışını seyretmeye gitmişler. Beş yıl gibi kısa bir sürede de katedrali yeniden inşa etmeye, tabir-i caiz ise, and içmişler. Kapitalist ve ateist denen bir toplumun burjuvazileri kese ve kazalarındakini bir çırpıda katedral için boca edebilmişler. Dinlisi dinsizi, inananı inanmayanı, mevzu katedral olunca, hemen dayanışma sergileyebilmişler. Ayasofya’yı unutmayan Hristiyan dünyası katedraline de sahip çıkmayı önemsemiş ve kısa bir süre içerisinde, kapitalin en büyük değer olduğu bir diyarda, milyonlarca kapital bağış yolu ile toplanabilmiştir. Bizde ise ezan okununca ıslık çalınması Paris gereceği karşısında ne kadar da garip ve bir o kadar da komik bir haldir.
Galiba Batı insanı ateist olsa da Batı kültürü bütünüyle Hristiyan bir kültürdür. Et ve kemik mesabesinde bir birliktelik içindedir. Görülen o ki Laisizm, ateizm ve kapital tutkusu, söz konusu Hristiyanlık olunca, teferruat kalmaktadır.
Bir katedralin yanmasına, tabii ki arzu edilen yanmamasıydı, bu denli üzerine titreyip titizlenen ve onu yeniden inşa etmeye azmi gösteren Batı’nın, Ortadoğu misali, bütün bedeni yansaydı acaba tepkisi ne olurdu,merak ettim.
Ortadoğu, dünüyle bugünüyle, tarihiyle, kültürüyle, insanıyla, kısacası bütün yönleri ile her gün, ama her gün yanıyor.
İslam coğrafyalarında anaların bağrı, çocukların canı parçalanıyor. İnsanlar perişan, insanlar sefil, insanlar kan revan içinde. İnsanlar çaresiz ve evsiz. İnsanlar daha doğrusu insanlık yerlerde sürünür bir vaziyette.
Evet, Ortadoğu, İslam dünyası yanıyor. Hem de cayır cayır, çatır çatır yanıyor. Ama bu durum kimin umurunda!
Ortadoğu’da, o mütevazı ama muhteşem yüzlerce sanat harikası eser ve abide her gün ve her saat yerle bir ediliyor .Ama bu durum Batı’da hiç kimsenin ama hiç kimsenin nazr-ı dikkatini çekmiyor.
Sayısı binleri bulan ve her biri ayrı bir güzellik olan tarihi eserle süslü Suriye, maalesef yıllardır yaşanan çatışmalar nedeniyle neredeyse bütünüyle tahrip edilmiş bir durumda.
Halep’te bulunan o muhteşem Emevi Camii'nin minaresi acımasızca yıkılmış vaziyette. Yazık ki hemen herkes bu yıkılış ve yok oluş karşısında kılı kıpırdamaz bir halde. Halep’te El-Medine Çarşısı, çıkan yangın nedeniyle, neredeyse tümüyle kül oldu gitti.
Unesco mu?
Paris, bir gün yanmış. Paris’te bir katedral yanmış!
Yanan koskoca Ortadoğu’ya, İslam coğrafyasına mukabil, o da ne ki!
Ortadoğu ve İslam coğrafyası maalesef her gün yanıyor.
İnsanlar Ortadoğu ve İslam coğrafyasında maalesef her gün ölüyor.
Bir insan, her kim olursa olsun, eğer öldürülüyorsa, hemcinsi için bir değer ifade etmez mi?
Batı kendisi dışında olan ve kendisi dışında kalan her şeyi, petrol uğruna, doğalgaz yoluna, sömürgecilik adına kurban ediyor acımasızca.
Ortadoğu ve İslam coğrafyası maalesef her gün çatır çatır, cayır cayır yanıyor.
Paris, bir gün yanmış. Paris’te bir katedral yanmış!
İnsanlığa geçmiş olsun.
.
İzmir'in dağlarında altın çiçekler açmış…
Prof. Dr. Metin Hülagü: Ne gariptir ki biz İzmir'in dağlarında çiçekler açar diye söyleyip eğlenirken, İzmir’in dağlarının dışı ve üzerindeki çiçekler ile meşgul olmuşken, elin yabancısı, Bayan Christine Wilson İzmir'in dağlarında altından çiçekler aramış ve tabii ki bulmuş da…
Bir zamanlar dünyada hüküm sürmüş krallar ve hükümdarlar altından yapılmış tahtlarda ve koltuklarda otururlardı. Bu durum o zamanki kral yahut hükümdarların ne nedenli güç ve kuvvet sahibi oldukları yolunda imaj oluşturma gayretlerinden kaynaklanmıştı. Krallar altın tahtlara oturmak suretiyle dostları kadar düşmanlarına da mesaj vermiş olurlardı.
Yine bir zamanlar hükümdarlar altın sikke bastırırlar ve o sikkelerle çarşı ve pazarda alış veriş yapılmasını sağlarlardı. Bu durum ise söz konusu hükümdarlar idaresindeki devletlerin mali yapısının ne denli sağlam olduğunun bir göstergesi sayılırdı… Pectolus tam da bu türden bir kral, Lidyalılar ise bahsi geçen türden para kullanan bir toplumdu.
Bursa, Aydın Biga Sancağı bir zamanlar Lidya, Firikya, Misya ve Bithynia krallıklarının egemenliğindeydi ve bu krallıklar bu beldelerin altın cevherlerini işleyerek gerçekleştirdikleri mamullerle asırlar boyu kendilerini efsaneleştirmişlerdi. Zira bu krallıklar Ege Denizi ve Akdeniz sahillerinin Karasu ve kollarının ve daha başka yerlerin kendilerine cömertçe sunduğu altın cevherlerini elde edebilmek için binlerce sayıdaki köleyi sabah akşam demeden acımasızca çalıştırmaya sevk etmişti.
Günümüzde Anadolu’da Kral Pectolus ve Lidyalılar yoksa da onların bir zamanlar hüküm sürdüğü mekân ve mahaller hala altın cevherine sahip haldedir. Ancak Türkiye’de altın cevherinin aranması, bulunması ve işlenmesine dair tutulan kayıtlara bakıldığı zaman, görülen o ki, Anadolu’daki bu cevher metodik bir şekilde aranmış, bulunmuş ve işlenmiş değildir.
Yine belgelerin ifadesine göre Türkiye’de altın üretimi önceki yüzyılda oldukça düşük düzeyde gerçekleştirilmiştir. Önceki asırda Anadolu’da çıkartılabilen yıllık altın miktarı tonlarla değil, sadece basit miktardaki kilogramlarla sınırlı olmuştur. Diğer bir ifade ile altın cevherinin dünkü Türkiye’de bulunup işletilme nispeti, ona maalesef kazançlı bir cevher olma hüviyetini kazandıramamıştır.
Peki, bu durumun nedeni nedir, altın Anadolu’da nadir bulunan türden bir cevher midir ki netice böylesine vahim bir haldedir.
Değil. Tam tersine Anadolu’nun altın cevheri bakımından gayet zengin olduğu yazılıp çizilmiştir. Örneğin Trabzon, Çoruh vadisi, Ergani, Konya’da Bulgar Dağı, Gümüşhacı Köy, Çanakkale’nin Asya cenahı, Kars ve çevresi, Erzurum ve yöresi, örneğin İspir, Tire ve Bayındır, Elazığ ve Bitlis’te Sasun Anadolu’da altın rezervlerinin olduğu yerler olarak arşiv belgelerinde ifade edilmiştir.
Bu yerlerde bulunan altın cevherinin işlenen her bir ton malzemede 1 gramdan 30 grama kadar farklı zenginlikte olduğu yabancı rapor ve yazışmalarda kayıtlıdır.
Geçen asrın başlarına kadarki tarih dilimini kapsayan raporların beyanına göre Türkiye’de altın arama ve işletimi için sadece ve sadece 21 adet ruhsat verilmiştir. Ancak bunların da hepsi işlem görmüş değildir.
Altın işletme ruhsatı verilen yerler ise şöyledir:
Altın madeninin Türkiye’de bulunduğu yerlerden birisi olarak Konya vilayeti dâhilinde kalan Bulgar Dağı vesikalarda adından çokça söz edilen yerlerden birisi olmuştur.
Verilen bilgilere göre Bulgar Dağı cevherleri için ruhsat alınmakla kalınmamış, bilakis işletilmeye de açılmış ve ton başına 28 gr cevher elde edilmiştir.
Altının bulunduğu bir diğer yer ise Ödemiş ve Tire’nin bazı mevkileri olarak gösterilmiştir. Tire’deki altın cevherinin arsenik ile birleşik bir halde olduğu belirtilmiştir.
Çanakkale Sancak’ta da Birinci Dünya Savaşı öncesinde altın cevheri elde etmek üzere harekete geçilmiş ve değişik yerlerde ocaklar açılmıştır. Çalışmalar savaş nedeni ile kesintiye uğramış, fakat savaş sonrası çalışmalar devam ettirilmiştir. Buradan çıkarılan ham haldeki malzemenin her bir tonunda 40 gram altın cevheri elde edilmesi gibi bir hesaplama yapmanın doğru olduğu da ayrıca ifade edilmiştir.
Çanakkale’nin 25 km güney doğusunda bulunan Sarıçay nehrine 4 km mesafede bulunan Saraylı Köyü de çok eskilerden beri altın cevherinin bulunup işlendiği bir yerdir diye belirtilmiştir.
Güzel İzmir petrol ve demir gibi sair madenlerine ilaveten altın cevherine de sahip olarak gösterilmiştir. Mesela Burunabat’da yahut Kavacık Çukuru’nda. Yahut da Bayındır’da. Buralarda altın cevheri arsenik, kurşun ve gümüş ile hep bir aradadır diye kayıtlara geçmiştir. İzmir’de yine bir başka yerde, mesela Çilek Dağı ve Arapgöz Dağı’nda altın cevheri olduğu belirtilmiştir.
Ne gariptir ki biz İzmir'in dağlarında çiçekler açar diye söyleyip eğlenirken, İzmir’in dağlarının dışı ve üzerindeki çiçekler ile meşgul olmuşken, elin yabancısı, Bayan Christine Wilson İzmir'in dağlarında altından çiçekler aramış ve tabii ki bulmuş da…
Manisa ili, Salihli ilçesi, Sart beldesi sınırları içerisinde bulunan Sardis, Sardes Antik Kenti, Demir Çağı Lidya Krallığının başkenti ve sikkenin doğum yeridir.
İzmir’in çiçekli dağlarına komşu olan Sardis altın cevheri bakımından dikkate değer bir mahal olarak belirtilmiştir.
Sardis ve Bayındır arasındaki coğrafya bu anlamda dikkat çekicidir.
Bakan ama bakmakla kalmayıp görebilen gözlerin bu mahallerde daha evvelce altın cevheri çıkartıldığının ve etrafa saçılmış cüruflarının farkına varmamasının imkânı yoktur; önceki zamanlarda yapılan çalışmaların izlerini ve birkaç metre derinlikteki maden cevherini görmek ve bulmak mümkündür biçimindeki ifadeler belgelerde altı çizilen beyanlar olmuştur.
İzmir’in Urla’sı ve diğer bazı mahalleri hep altın cevheri ile birlikte anılmış ve buralarda altın cevherinin cıva ile birlikte bulunduğundan, bu mahaldeki rezervler için 35.000 m2lik bir alanın ruhsatlandırılmış bulunduğundan bahsedilmiştir kayıtlarda.
Kayıtlarda altın cevherinin bulunduğu bir başka yer olarak tabii ki İstanbul ismine yer verilmiştir.
İstanbul’da altın şehrin merkezinde değil fakat hudutları dâhilindedir denmektedir. Şehrin coğrafi sınırlarının biraz ötesinde, Gebze civarında yani Taşköprü ve Naib’tedir diye belirtilmiştir.
Buradaki altın cevherinin gümüş, çinko, bakır ve kurşun ile birleşik bir halde bulunduğu ve 1.130.000 m2lik bir alanın işletme için ruhsatlandırılmış olduğu da ifade edilmiştir.
Arşiv belgeleri aynen böyle söylüyor. Bilemiyorum ki, acaba yalan mı söylüyor.
İstanbul alınmalı ama nasıl?
1892 tarihli bir Amerikan dergisinde;
“İstanbul sıradan bir şehir gibi görünse de, Osmanlı Devleti’nin idare merkezi ve dünyadaki diğer şehirlerden çok farklı bir nüfusa sahip olması bakımlarından, bütün Osmanlı İmparatorluğu’nun tümüne değer bir kıymettedir” şeklinde tarif edilmiştir.
Philip Mansel ise İstanbul’dan bahsederken:
“İstanbul Basra'dan Bosna'ya ve Trablus'tan Trabzon’a uzanan bir imparatorluğun başkenti, Balkanların ve Yakın Doğu'nun siyasi, ticari ve entelektüel merkeziydi. Yunanlılar, İtalyanlar ve Ermenilerin yanı sıra Türkler, Kürtler ve Arapların yaşadığı, dünyanın en büyük ve en kozmopolit şehirlerinden biriydi. Paris ve Viyana'dan gelen en son moda, Kafkasya ve Arnavutluk'un geleneksel kostümlerinin yanında görülebilirdi. Türk nüfusunun yarısı, türban ve diğerleri ise fes ve Stambouline giyerdi. Modernleşmenin sembolü olan Osmanlı frakı ceketti. İstanbul, onu ziyaret eden her sanatçının ve yazarın hakkında yazı yazdığı, mazi ile halin, Doğu ve Batı'nın bir karışımıydı.” demektedir.
Lale Devri’nin meşhur şairlerinden Nedim ise İstanbul’un kıymetini daha o vakitler idrak etmiş olmalı ki:
Bu şehr-i sitanbul ki bi misl ü behâdır
Bir sengine yek pâre acem mülkü fedâdır
Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında
Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezâdır
diyerek adeta bugünlere seslenir gibiydi.
Yakın zaman şairlerimizden Yahya Kemal ise İstanbul’u Aziz yani Yüce olmakla meth ü sena etmişti.
İstanbul’u ziyaret eden bir Batılı ise sonradan kaleme aldığı notlarında:
“Genç bayanlardan biri beni temin ederek; Rusya Büyükelçiliği mensupları iki hafta önce ülkelerine dönerken, Boğaziçi’nin güzelliklerini bir daha göremeyecekleri için İstanbul’a gözyaşları içinde veda ettiler, dedi. Ben de; Rusların tümü Boğaziçi’ne hayrandır ve kalmak üzere buraya gelmektedirler diye kendisini teselli ettim.” diye belirtmişti.
Hakikaten Rusya’nın İstanbul aşkı hiçbir zaman bitmemiş, sonraki zamanlarda da hep devam etmişti.
Büyük Petro’nun kaleme aldığına inanılan vasiyetinde:
“Madde 9: İstanbul ve Hindistan'a mümkün olduğunca yaklaşmalıdır. Zira İstanbul’u yöneten dünyayı yönetir.” diye hedef gösterilmişti.
Karadeniz ve Karadeniz ticaretini kontrol etmeyi mümkün kıldığı için İstanbul’a sahip olmak Rusya açısından adeta hayati bir zorunluluk arz etmekteydi.
Rusya, büyük Petro ve II. Catharine zamanından itibaren İstanbul’u hâkimiyeti altına alarak denizlere serbestçe açılmak istiyordu. Onun Osmanlı ile yaptığı neredeyse bütün savaşların gerisinde hep İstanbul’a sahip olabilme emeli yatmaktaydı.
93 Harbinde aslında çok büyük bir fırsat yakalamış, Rus kuvvetleri Yeşilköy’e kadar ilerlemişti. İstanbul’un elden çıkmasına hakikaten ramak kalmıştı. Şükür ki İngiltere, kendi menfaatleri gereği de olsa, imdada yetişmişti.
Avusturya-Macaristan ile İngiltere ise Rusya'nın İstanbul özlemine her zaman karşı çıkıp direnmişti. Ancak Rusya’nın İstanbul aşkı hiçbir zaman bitmemişti. Zira Sazonov 1921 yılında yaptığı bir konuşmada İstanbul’un aşktaki vefasızlığından bahsetmişti.
Evgraf Kovalevsky ise; “Boğazlar evimizin anahtarıdır. Bize verilmelidir” demişti.
I. Miliukov da zamanı gelince gerek diplomatik gerek askeri yollarla İstanbul ve Boğazların bizim olacağından eminiz” şeklinde açıklamalar yapmıştı.
İstanbul tarih boyunca stratejik ve ekonomik açıdan hep önemli oldu. Bunun idrakinde olan I. Napolyon;
“İstanbul’a sahip olan millet, dünyaya hâkim olmuş demektir” diyerek biraz abartılı da olsa esasen bir gerçeğe işaret etmişti.
Napolyon Bonapart, sürgünde bulunduğu St. Helen adasında, hayatının sonuna doğru bir itirafta bulmuş ve İstanbul’a dair bir başka hakikati ifşa etmişti:
“Türkiye'yi Rusya ile paylaşabilirdim; bu konuyu Çar I. Alexander ile uzun bir süre müzakerede bulundum. Fakat her defasında müzakeremiz İstanbul yüzünden tökezleyip sekteye uğradı. Çar I. Alexander İstanbul’un Rusya’da kalması konusunda her defasında ısrar etti. Ben de kabul etmedim. Çünkü İstanbul son derece kıymetli bir anahtar ve hakikaten bir imparatorluğa bedeldir.”
İstanbul sadece Rusya’nın değil, adeta bütün dünya devletlerinin elde etmek için oldukça arzu duydukları bir şehirdi.
İngiltere öteden beri İstanbul ve Çanakkale boğazlarına sahip olmayı gündem konusu etmişti. Ancak o İstanbul ve Boğazları tek başına elde etmesinin oldukça riskli olduğunun da fazlasıyla farkındaydı. Zira Britanya’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun bu önemli parçalarını istila etmeye kalkışmasında kendisine müttefik olacak devlet bulamayabilirdi. Dolayısıyla İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını ele geçirmek amacıyla tek başına hareket etmesi oldukça riskliydi. Böyle bir girişim en başta Rusya tarafından kendi güvenliği ve çıkarlarına yönelik bir tehdit olarak görülebilirdi.
Mağlup olan Osmanlı karşısında galip olan İngilizler adına Lord Robert Cecil 23 Şubat 1920’de Evening Standard’a bir demeç vermiş ve:
“İstanbul, bir ulusun başkenti değil, zaferlerin bir ödülüdür.” demişti.
Arthur Balfor imzasıyla İngiltere tarafından müttefiki devletlere sunulan bir notta ise Türklerin İstanbul’da neden kalmaması gerektiği izah edilmeye çalışılmıştı. Ancak İngiltere İstanbul’u işgal etmeye muvaffak olmuşsa da Türkleri oradan atma emelinde başarı gösterememişti.
İstanbul’a göz koyanlardan birisi de Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa olmuştu.
Paşa isyan etmiş ve Mısır idaresini eline geçirmişti. Sonra da isyanını savaş dönüştürerek Filistin ve Suriye’yi geride bırakarak Anadolu’ya girmiş, Nizip ve Kütahya’ya kadar ilerlemişti. Daha ötelere gitmek ve İstanbul’a özlemle ulaşmak istemişti. Oysaki İstanbul’a Rusya da âşıktı ve Mehmet Ali Paşanın o sevgiliye erişmesine kesinlikle müsaade etmemesi gerekmişti.
Birinci Dünya Savaşı çıktığında şehirlerin kraliçesi İstanbul yine herkesin ne olacağını merak ettiği bir yer olmuştu.
Uluslararası platformda zaman zaman İstanbul ve Boğazların Yunanistan veya Bulgaristan'a verilebileceği şeklinde haberler söz konusu olmuşsa da bu durum hiçbir zaman için mümkün olmamış ve olma şansı da bulunmamıştı.
Hal böyle olmakla birlikte Yunanlılar İstanbul’a yönelik taleplerini çeşitli vesilelerle dile getirmeye devam etmişlerdi.
Yunan Yüksek Komiseri M. Canilopulos Başbakan Venizelos’un müttefiklerin İstanbul’un işgalini Yunan ordusuna devretmeleri ve Anadolu’da ilerlemelerine müsaade buyurmaları talebinde bulunduğunu belirtmişti.
İstanbul’a sahip olma tutkusu Yunanlılarda o kadar fazlaydı ki bir Yunan papazı 1921 Kasımından önce Yunan kuvvetlerinin İstanbul’a gireceği kehanetinde bulunmuştu. Yunan halkı, Birinci Dünya Savaşı’nın çıkacağını önceden haber veren, savaş sırasında ve sonrasında olacakları daha vuku bulmadan kendilerine bildiren kehanetleri ile meşhur bu papaza samimiyetle inanmışlardı.
Türkiye’nin kaderi Pomeranlı bir askerin tek kemiği bile etmez diyerek Rus dostluğuna önem veren Bismarck konu İstanbul olunca Rusya’ya sırt dönmüş ve bu inancından vazgeçmişti. Fransa ve İngiltere gibi o da İstanbul’un Rusya’ya kaptırılmaması gerektiğini savunmuştu. Bismarck’ın kafasının gerisindeki asıl niyet ise Berlin-Bağdat arasında bağlantı noktası olacak İstanbul’un Almanya’nın mülkü olması gerektiğiydi.
Bismarck’ın bu yöndeki inancı İmparator William tarafından da sürdürülmüş, daha 1913 yılında İstanbul’un bağımsız bir şehir olması düşünülmeye başlanmıştı.
ABD’de 200 din adamı “adalet ve medeniyet adına” diye yazıp imzaladıkları dilekçelerini Beyaz Saray’da Başkan Wilson’a sunmuş ve kendisinden bütün siyasal gücünü kullanarak Sultan Vahdeddin’in Avrupa’nın herhangi bir yerinde yönetimde bulunmaktan ebediyen mahrum kılınmasını talep etmişlerdi.
Savaş yıllarında sadece İstanbul arzu edilmemiş, şehrin adeta üzerine titrenilmişti.
Fransız kaynaklı bir telgrafta İttihatçılar İstanbul’u saflarına katılması karşılığında Bulgarlara sattı deniyordu.
Yine Fransızların Matin adlı gazetesinde, Maraşal Von der Goltz’un Asya’da kurulacak geniş bir imparatorluk karşılığında İstanbul’un Almanlara verilmesi teklifinde bulunduğu ama bu teklifin, İttihatçıların bütün ısrarlarına rağmen, Sultan Mehmet Reşat tarafından reddedildiği haberleri yer almaktaydı.
Diğer taraftan Kral Ferdinand’dan, gözleri coşku ve sevinçle dolu bir halde, İstanbul’a büyük bir zaferle gireceği günlerin hülyası içinde bulunmaktadır diye bahsedilmekteydi.
16 Mart 1920’de İstanbul işgal edilmişti.
İngilizler Pera’da karargâhlarını oluşturmuşlar ve şehri kontrolleri altına almışlardı. Fransızlar ise Yıldız Sarayı’na yerleşmişlerdi. İtalyanlar da Üsküdar’ı sahiplenmişlerdi.
Millerand ve Tittoni hükümetleri, Clemenceau ve Orlando’ya göre daha ılımlı siyasetler izlenmesini savunmuş; Millerand İstanbul’un Türklerde kalmasını belirtmişti. İtalyan Dışişleri Bakanı Nitti ise “siyasi değişiklikler değil, ekonomik avantajları hedeflemenin daha anlamlı olacağını dile getirmişti.
İşgal altında kalan İstanbul Misak-ı Milli kararlarına da konu olmuş ve söz konusu kararlarda:
“İslam Halifeliğinin ve Yüce Saltanatın merkezi ve Osmanlı Hükümetinin başkenti olan İstanbul” şeklinde tanımlanmıştı.
İstanbul’un bu tanımına Ankara’da Mustafa Kemal Paşa tarafından “İslam Âlemine Beyanname” içeriği ile hitap edilmiş ve İstanbul’un işgal edilmesi şiddetle kınanmış, işgalin bütün Müslümanların istiklaline tehdit olduğu belirtilmişti.
Ağa Han da 18 Eylül 1922’de verdiği bir demeçte “İstanbul Türklerde kalmalı, Türkiye’nin merkezi ve hilafet makarrı olmalıdır” demişti.
Kudüs, Roma ve İstanbul Batı’nın gönül ve zihin dünyasında derinden derine yer etmiş şehirlerdir.
Kudüs ve İstanbul, bu iki kutsal şehir, 500 yıl kadar bir zaman ve kesintisiz bir surette Türklerin hâkimiyetinde kalmıştır.
Birinci Dünya Savaşı neticesi Batı’nın bir savaş mağlubu olarak Osmanlı'yı cezalandırması pek tabii ki mümkündü. Ancak Batılı devletleri İstanbul’un geleceği konusunda tek bir uzlaşma noktasında toplamak da adeta imkânsız olmuştu.
İstanbul’u bir şekilde ele geçirmek lazımdı ama nasıl?
Zira kimilerine göre İstanbul Türklerde kalmalıydı. Kimilerine göre ise bu asla ama asla olmamalıydı ve olacak şey değildi.
Yahut bir İngiliz subayı olan David Davis’in önerdiği gibi İstanbul Milletler Cemiyetince uluslararsılaştırılmalıydı. Başına da ABD’li General Leonard Wood atanmalıydı. İslam dünyasının ve özellikle Hint Müslümanlarının tepkisini pasifize etmek için de Osmanlı Padişahı İstanbul’da halife sıfatıyla bırakılmalıydı. Vatikan örneğinde bir uygulama söz konusu edilebilirdi. Halife yine sarayda oturmalı ancak hâkimiyet alanı sadece ve sadece kutsal mekânlar ve camilerle sınırlı bulunmalıydı.
Yine benzer bir görüşe göre; İstanbul sıradan bir şehir değildi. O emperyal ve sembolik bir yerdi. Hiç bir surette bir Yunan kolonisi olamazdı. Avrupa devletlerinin garantisi altında bütün avantaj ve dezavantajlarıyla, belli sınırlar dâhilinde ve seçilmiş üyelerden oluşan senatosuyla bağımsız bir şehir olarak idare olunmalıydı.
Bu da nihayetinde bir görüştü.
İstanbul’u bir şekilde ele geçirmek lazımdı ama nasıl?
Bu Batı’nın kendi kendine tarih içinde sürekli sorduğu bir soru oldu. Bundan dolayıdır ki İstanbul’a hiçbir zaman İstanbul demedi. Ondan bahsederken Konstantinapol demeyi tercih etti.
Oysaki bu sorunun cevabı hiç yoktu ve de olmayacaktı.
Zira dedem Fatih, bir gece ansızın, gemileri karadan yürüterek ve savaşıp yüzlerce şehit vererek orayı fethetmişti.
.
Fethin en büyük şahadeti Ayasofya
Ayasofya kilise iken de cami olduktan sonra da dillerden hiç düşmedi. Dikkatleri her vakit ve her dönem üzerinde topladı. Hep önde ve hep gözde oldu. Hatta Ayasofya mimarisinde veya ona çok benzer biçimlerde camiler dahi yapıldı. Bu durum bazen şuurlu bir şekilde oldu, bazen de çaresizlikten kaynaklandı. Ancak netice itibariyle Ayasofya cami mimarisi olarak da kopyalanıp çoğaltıldı. Hem dün hem de bugün bu hep böyle oldu.
Bu durum bir tarafa, Ayasofya, toplumsal tahrikin bir unsuru, bir vasıtası olarak da, kullanıldı veya kullanılmaya çalışıldı. Dün de bugün de bu hep böyle oldu. Yakın bir zaman içinde kendini Ayasofya’da çırılçıplak teşhir edenler örneğinde olduğu gibi. Yahut Yeni Zelanda’da yaşasa da Ayasofya’nın minarelerini yıkmaya niyetlenmek gibi.
Kanaatimce bu tür girişimler bütünüyle tahrik içerikli ve ince hesaplı şeylerdir. Tümüyle toplumsal kargaşayı ve çatışmayı hedeflemektedir. Ve uluslararası bir krize kapı aralama gayreti özlenmektedir. Fakat tahrik unsuru olarak kullanılan şey Ayasofya’nın kiliseleştirilmesi yahut Hristiyanlık bağlamında olan şeyler değildir. Böyle bir suretle gerçekleştirilecek tahrikin oluşturacağı hiddet yahut asabiyet ancak ve ancak çok sınırlı olur ve hatta klasik bir mahiyet ifade etmekten de öte geçemez. O nedenle tahrik unsuru olarak kullanılan şeyler inancı rencide edici ve dozu fazla cinsten şeylerdir. Yapılanlar bilerek yapılmakta ve inanç, din, itikat ve imana saldırı tarzında ve bunları radikal bir şekilde aşağılayıcı surette yapılmaktadır.
Devlet bugüne değin Ayasofya’yı cami olarak yeniden hizmete açmayı galiba hiç düşünmedi. Kim bilir belki de düşünemedi.
Ayasofya nasıl cami olmaktan çıkarıldı yahut nasıl müzeye dönüştürüldü tam bir hikâyesini bütün yönleri ile bilenimiz de galiba yok. Bu konuda devlet elindeki belgeleri ve bilgileri bugüne kadar bütünüyle paylaşma cömertliğini de, bildiğim kadarıyla, göstermedi.
Devletlerin siyaseten ve iktisaden zayıf oldukları süreçlerde fazla derin ve engin şeyler düşünemeyecekleri aşikârdır. Böyle durumlarda uluslararası sorumluluklarını ve imza attığı sözleşmeleri de göz ardı edemezler herhalde. Ayrıca devletler anlık ve hissi olarak da hareket edemezler ve etmemelidirler. Devletlerin çeyrek, yarım ve yüz yıla sâri politikaları olur, olmalıdır ve vardır herhalde.
Biz mevcut halimiz ile ne ABD’yiz ne de Rusya. Rusya ve ABD ile iyi geçinmeye çalışmaktayız hepsi o kadar.
Ruh ve gönül iklimimizde çok şeylere arzu duyulursa da unutmamak gerekir ki İstanbul’u fethederek Ayasofya’yı cami yapan ismin ve iradenin hem yüreği hem bileği fazlasıyla güçlüydü.
Kendimi işin dini boyutuna dair söz sarf edebilecek derecede ehil görmüyorsam da Fatih’in “bed-dua”sından da bihaber değilim.
Fatih’in yani ceddimizin bize emanet ettiklerine sahip olmamanın, emanete bir anlamda hıyanet etmenin, ondan bize intikal eden şan ve şeref sancağını göğsümüzü gererek ve başımızı dik tutarak omuzlarımızda taşıyamamanın mahcubiyeti yüzlerimize ve gözlerimize ve tabii ki sözlerimize sinmiş durumdadır. Bunun da farkındayım.
Ayasofya, kanaatimce, ne bir kilisedir, ne bir cami yahut müze. O her şeyden önce bir simge ve imajdır. Güç ve kuvvetin simgesidir. İnancın alametidir. Fethin en büyük şahadetidir. Fatih’ten bize intikal eden en mukaddes emanettir. İktidar olmanın yahut muktedir bulunmanın göz ardı edilemez nişanesi ve ölçüsüdür. Hilafetin ilgasının kökleşmesine sağladığı katkı kadar yeniden tesisinin arzulanması halinde de, hem psikolojik açıdan hem de siyasi bakımdan, katkı sağlayacak olması bakımından da oldukça önemlidir.
Söz konusu olan mesuliyet ise evet hepimiz mesulüz.
Her şeyden önce Ayasofya’nın bir mabet, cami iken müze olması, çok farkında olmasak da, her Müslüman’ı yakından ilgilendiren dini bir konudur.
Bir cami olarak Ayasofya sadece Türklere ve Türkiye’ye emanet bırakılmış bir değer de değildir. Bu değer her Müslümanın ortak paydası ve sorumluluğundadır. Ulus devletler olabilirse de ulusal İslam’dan yahut ulusal Müslümanlıktan söz edilemeyeceği aşikârdır. Zira İslam evrenseldir ve bütün Müslümanlar kardeştir. Cami inşası ve imarı Kur’an’ın övgüsüne mazhardır. Aksi hal ise Kur’an’ın hem yerdiği hem de uyarıp sakındırmaya çalıştığı konular kapsamındadır.
Madalyonun bir de diğer yüzü var tabii ki.
Ayasofya; Batı için dini, siyasi ve kültürel açılardan oldukça köklü ve önemli bir kıymetler hazinesidir. Bu durum malumun ilamı kabilinden bir hakikattir.
Ayasofya; Batı’nın bir anlamda inanç tarihidir. İstanbul’u İkinci Roma kılan veya yeniden kılabilecek olan siyasi bir şaheserdir.
Ayasofya; Batı medeniyetinin olmazsa ise olmaz denilebilecek derecede ehemmiyetli ve en temel unsurlarından birisidir.
Ayasofya; kaybedilen İstanbul’un, Yeni Zelanda katilinin de muhtevasına dâhil olduğu tüm Batı tarafından yeniden elde edilebilmesi noktasında belki de son umut halkası yahut limandır.
Ve belki de sahip olamamanın sebebiyet verdiği psikoloji dolayısıyla olmalıdır ki Ayasofya; İslamafobinin, Barbar Türklüğün, Hilal-Haç mücadelesinin kaynak ve vasıtaları arasındadır.
Cami, kilise yahut havra, bedenlerin değil ruhların mekânıdır. Beden, her bir mabedin kapısında, ayakkabı misali, çıkarılıp dışarıda bırakılır. Ruh o mabet denen manevi istasyonda onu yaratan yüce varlıkla özel olarak buluşur. Manevi huzurunda ona itaat ve sadakatini bir kez daha sergiler ve yeniler.
Ayasofya geçen onca zaman içinde değil yeterince, her zerresi ziyadesiyle kirlendi. Pak olan her toprak gibi onun da aslen pak olan zemini Hakka ve hayra hizmet etmelidir. Zemininde iman dolu göğüsler ve başlar beş vakit eğilmelidir.
İslam’ın sancaktarlığı herhalde bunu icap ettirse gerekir.
.
İslam’ın sancaktarlığı
Öğrenip sadece seyretme bahtsızlığında bulunduğunuz Yeni Zelanda’da vahşeti, genel bir ifadeyle, Batı’nın sinsi ama gerçek yüzünü, bugüne kadar görmesini bilemeyenler için, bir kez daha ortaya koymuş oldu.
BUGÜN BATI
Bugün Batı; Ortaçağ’ın ve Haçlı zihniyetinin düşünce, inanç ve ruh halini hala muhafaza etmekte ve fırsat bulunca da o ruh halini izhar etmekten kaçınmamaktadır.
Bugün Batı; modern ve çağdaş gözükse de ruhsuzdur, acımasızdır ve hakikaten tek dişi kalmış bir canavardır.
Bugün Batı; İslam’a ve Müslümanlara karşı kadim bir kinin, nefret dolu bir yüreğin ve intikamcı bir zihnin esiri bir haldedir.
Bugün Batı; Hristiyan olsa da ne yazık ki ondan nasibini yeterince alamamıştır. Hazreti İsa’yı bir Müslüman kadar dahi sevmemiştir ve sevemez de.
ÖYLE OLMASAYDI
Öyle olmasaydı Christchurch yani İsakilisesi adı verilen dini hüviyete sahip bir şehirde katliam yapılabilir miydi?
Öyle olmasaydı katliamın ardından o ülkenin senatörü Anning, oh olmuş, iyi olmuş yollu açıklamalarda bulunabilir miydi? Yaşına, başına, boyuna posuna ve konumuna bakmadan genç bir çocuğa yumruk atabilir miydi?
Öyle olmasaydı Fransa'da bölge meclis üyesi Catherine Blein, büyük bir mutluluk içerisinde, Yeni Zelanda'daki katliama dair paylaştığı mesajında “göze göz” diyebilir miydi?
Öyle olmasaydı Trump, Pompeo, BBC, Le Figaro, New York Times yaşanan olaya "terör" ve 50 masum insanı bir anda, acımasızca ve kin dolu bir surette şehit eden katile “terörist” demekten kaçınabilirler miydi?
Öyle olmasaydı İngiliz Daily Mirror gazetesi ölen onca masum Müslümana acıma hissi göstermezken terörist için "Melek Çocuk" deme şefkatini gösterebilir miydi?
Öyle olmasaydı dün Tunus’ta, Cezayir’de ve bütün Afrika’da… ve bugün Myanmar’da, Ortadoğu’da ve nihayet Yeni Zelanda’da sergilenen vahşet boyutundaki katliamlara fırsat ve sebebiyet verebilir miydi?
Öyle olmasaydı yerle bir edilen Ortadoğu’nun halkları reddedilip, önlerine beton yahut tel çitler çekilip, çelme takılıp yerlere düşürülüp, dışlanıp, ruhsuz bedenlerinin sahile vurmasına, tecrit edilip ülkelerinden, şehirlerinden, insanlarından ve nihayet insaniyetlikten mahrum edilmelerine rıza gösterebilirler miydi?
Öyle olmasaydı senatör sıfatına sahip birinin; "Yeni Zelanda sokaklarında bugün kan dökülmesinin gerçek nedeni, her şeyden önce Müslüman fanatiklerin Yeni Zelanda'ya göç etmesine izin veren göçmen programıdır." diye bir açıklama yapma cesareti gösterebilmesi mümkün olabilir miydi?
FERTLERİNİ ZEHİRLEYEN BATI KÜLTÜRÜ
Kültürü, tarihi ve siyaseti yönüyle yozlaşıp ölümcül değerler manzumesi mahiyetli Batı medeniyeti ve onun bugünkü siyasetçilerinin hodbin halleri Batı’daki en masum fertleri dahi zehirlemektedir.
Batı’nın hâlihazırdaki insani hususiyet ve hassasiyetlerden yoksunluğu, canavarlık ve kana susamışlık hali asırlar, asırlar, onlarca asırlar, binlerce yüzyıllar geçse de her zaman ve her halükarda var olacak ve devam edecektir. Zira bu hüküm değişmez hakikatin nihai ifadesidir.
DİNLER ARASI DİYALOG
Şahit olduğumuz elim Yeni Zelanda vahşeti bu arada iki önemli hususu da bariz bir surette açıklığa kavuşturmuştur.
Hüküm bulan ilk husus, hoşgörü, dinler arası diyalog ve medeniyetler ittifakı gibi arayış ve çabaların, verdikleri mesajlar bakımından hoş olsalar da, neticeleri itibariyle bütünüyle boş ve safsata şeyler olduğu gerçeğidir. Bunlar olsa olsa dostlar alışverişte görsün kabilinden meşguliyetlerdir. Bu tür şeylere fazlaca inanıp kanma saflığı göstermemek her halde lazım olsa gelir.
İSLAM’IN SANCAKTARLIĞI
Vahşetin ortaya koyduğu çok daha önemli ikinci husus ise günümüzde İslam’ın sancaktarlığını kimin, hangi siyasetçi-idarecinin veya hangi ülke liderinin yaptığı meselesidir.
Sancaktarlık konusunda İslam ülkeleri, Türkiye müstesna, hakikatte fazlasıyla lâl u ebkemdir. Her biri üzerlerine ölü toprağı serpilmişçesine derin bir sessizliğe gömülmüşlerdir. Her birine, öldüklerine ve yaşamadıklarına içtenlikle inanarak, birer Fatiha okunsa herhalde gayet meşru ve caiz olsa gerekir.
Filistin, Kudüs, Myanmar ve daha başka örneklerinde olduğu gibi Türkiye mazlumların, ezilenlerin ve kimsesizlerin sesi olmak, zalime dur diye bilmek ve yaraları sarmak hususlarında bugünkü İslam dünyasının, geçmişte olduğu gibi, bir kez daha sancaktarlığını yapmaktadır. Onun bu yöndeki duruşu hem doğru hem haklı ve dahi son derece meşrudur.
İMAJ TAMİRİ Mİ - NECAŞİ ÖRNEĞİ Mİ?
Yeni Zelanda başbakanının sağduyulu, duygudaşlık ve insaniyet muhtevalı yaklaşımı ise bugüne kadar alışıla gelinmiş olan cinsten tercihler değildir. Alınan kararlar ve yapılan şeyler, şimdilik kayıt ve şartıyla, hakikaten takdire şayandır. Zira Yeni Zelanda’da şahit olduğumuz uygulamaların gerçek nedeni dünyanın huzur ve sükûn limanı olmakla maruf bu ülkenin çizilen uluslararası “imajını tamir” maksatlı bir siyasetin neticesi midir yoksa gerçek medeniliğin asırlar öncesindeki tanımı ve icrası denebilecek olan “Necaşi” emsali bir duruştan mı ileri gelmektedir, bunun cevabını, her hadisenin tanığı ve hafızası olan zaman gösterecektir.
.
Bir kez daha iman ederiz ki küfür tek millettir
Canavarın Pençesindeki Müslümanlar
Yeni Zelanda’da onca yiğidin tek dişli adi bir canavarın pençesinde şehadete ermeleri dünyadaki hemen her Müslümanı derinden kederlendirip hüzünlendirdi. Gönüllere inen elem gözlere yaş olarak sindi. Öfke ve hiddet, vahşetten haberdar olan her Müslümanın en haklı tepkisi oldu.
O aşağılık canavar maalesef içgüdüleri ile harekete eden bildiğimiz cinsten masum bir kurt değildi. Keşke, keşke o bir kurt olsaydı. Yazık ki değildi. Ancak o tam anlamı ile bir mankurttu. İnsanlığını yitirmiş, köhne Batı fanatizminin kölesi olmuş modern görünümlü, tek dişi kalmış tam bir şövenistti. Haçlı zihniyetinin maalesef günümüze kadar ulaşabilmiş iğrenç örneğiydi.
Zannedilmesin ki o bir meczup, bir şizofren yahut kendini bilmez cahil biriydi. Bilakis o son derece bilinç sahibiydi. Arkasında kimler, hangi güçler var bilinmez ama tez hazırlar, kitap yazar gibi oturup 70 sayfalık bir manifesto hazırlayacak kadar da bu vahşete önceden kafa yormuş, hazırlık görmüştü. Yeni bir düzen kurmanın hesaplarını yapmış ve o düzende Müslümanlara yaşama hakkı tanımaya da gerek duymamıştı.
Evet, anlaşılan o ki Viyana’da Osmanlı’dan yediği şamarın etkisi asırlar geçmesine rağmen hala yüzünde ve yüreğinde bakiydi. Şamarın tesiri ile ruhu kavrulmuş, çok derinden derine içine sızmış, sindikçe sinmiş, işledikçe işlemişti. Yoksa Osmanlı nere Yeni Zelanda nere…
Bir kez daha iman ederiz ki küfür tek milletti. İslam ve Müslüman nefreti hepsinde bir, tek ve değişmez bir gerçekti.
Silahının ve şarjörlerinin üzerine, nasipsiz ve kararmış ruhundaki, köhne beyni ve merhamet fukarası yüreğindeki, İslam’a, Müslümanlara ve Türklere karşı beslediği nefreti açık açık yazarak zavallı, acınası halini aşikâr etmişti.
Anlaşılan o ki Kosova Savaşı’nda Sultan Murat’ı sinsice şehit eden Sırp Miloş Obiliç’in izini takip etmekteydi. Sultan Murat’ı kalleşçe şehit eden adi Miloş gibi o da onca Müslümanı kalleşçe ve sinsi bir surette şehit etmişti.
Bu çağdaş haydudun nefreti aslında sadece Türk’e değil, Türk adı altında tüm
Müslümanlaraydı ve bütünüyle İslam tarihini kapsamaktaydı. Nefretinin mazisi ta Endülüs Emevileri'ne kadar uzanmaktaydı. Edülüs Emevi ordularının 732’de Tours’da Franklara yenilmeleri ve Avrupa'daki ilerleyişlerinin durdurulmuş olması, anlaşılan o ki, bu vampiri son derece keyiflendirmekteydi.
Bu modern zamanlar gangsteri, içinde bulunduğu sapkınlık ve sergilediği vahşetinin
meşruiyetini ise Haçlı seferlerinin mottosu olan “Deus Vult -Tanrı bunu istedi" gibi kadim bir saçmalığa bağlamaktaydı.
Bu cani, şayet varsa, kalbi, ruhu ve beyni gibi kullandığı silahının üzerini de kendisi gibi insanlıktan nasibini almamış aşağılık katil ve cani isimleri ile süslemişti.
Şahit olunan vahim tablo karşısında bu Ortaçağ Avrupası zihniyetli, Haçlı bakiyesi vampiri sadece kınamak ve ona lanet okumak hiçbir şey yapmamak demek olacağı gibi yeni vahşetlere de davetiye çıkartmak anlamına gelecektir. Müslümanların dünyada her bir diyarda şehit edilmelerinin vak’a-yi âdiye haline gelmesi ile kan deryasına dönen İslam coğrafyasını bu durumdan kurtarmak ve İslam dünyasını hakikaten yasa boğan bu kabil menfur hadiselere son verecek adımlar atmak tabii bir haktır, hukuktur, şarttır, elzemdir, zaruridir, farzdır ve acilen adım atmayı gerektirmektedir. Barış Ertem ve Haşmet Babaoğlu beylerin saldırıda şehit olanlar için Ayasofya Camii'nde gıyabi cenaze namazı önerisi son derece yerinde ve son derece makul bir tekliftir. Ancak bu teklif daha da genişletilmelidir. Mademki bu şehadet, bu elim hadise bütün Müslümanların meselesidir o halde bütün Müslüman diyarlarda, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın üyesi olan tüm ülkelerde, en azından İslam dünyasının muayyen beldelerinde, Ayasofya’da, Kudüs’te, Mekke’de, Medine’de, İslamabat’ta, Kerbela’da, Meşhed’te, Kahire’de ve daha başka şehirlerde aynı anda ve organize bir surette gıyabi cenaze namazları kılınmalıdır.
Ayasofya’da salalar okunması, gıyabi cenaze namazı kılınması ise olmaz ise olmaz bir şeydir ve her biri Bedr’in aslanları kadar şanlı olan o şehitlere karşı ifa edilmesi gereken en son mesuliyettir.
Sivil Toplum Örgütleri ve İslam İşbirliği Teşkilatı’nın işe yarayacağı, mevcudiyetini ispat edeceği gün ise bugündür, zaman bu zamandır.
.
İstanbul’da hangi madenler var?
İstanbul kutlu bir şehir. Yahya Kemal’in ifadesiyle Aziz İstanbul.
İstanbul’un dünyanın en güzel şehirlerinden birisi olduğu muhakkak. Her tarafı tarihten bir levha. Her köşesi bir başka güzellik. Mazisi, kendisini elde etmek isteyen Doğu’lu Batı’lı muhtelif devlet ve milletlerin tutkusuyla dolu. Şahit olduğu her devrin, her dönemin, her idarenin ve her milletin renkleri ve izleri çehresinde hala kazılı. Sokak ve hanelerinin her biri farklı bir âlemin mensubu insanlarla hemhal. Kışı başka bir tat, baharı başka bir hava.Söylene geldiği üzere İstanbul taşı toprağı altın bir şehir. Bir taşı, değil Acem’e, bütün dünyaya bedel vesselam.
İstanbul’un yer üstü hazineleri, maneviyat rehberleri, uhrevi hayata kapıların açıldığı mekânları bilenlerine malum. Bilenine, ihtiyaç duyanına, arayanına her daim hazır ve müsait bu tür yerler…
İstanbul’un toprağının üstü kadar bünyesinde muhtelif cinsten bir şeyler barındıran bir de altı mevcut. İstanbul’un toprağının üstünde var olanlar adeta misli ile altına da yansımış durumdalar. Tarihi eserleri, mekânları, tarihi şahsiyetleri, manevi önderleri, ağaçlarının, çiçeklerinin ve tüm bitkilerinin kökleri, suları, pis suları, çeri-çöpü her şeyi adeta yukarıdakilerin birer örneği şeklinde toprağının altındalar. Zaten her şeyi önce topraktan çıkartıp alıp sonra yine toprağa gömmüyor muyuz ki!
Bir şekilde topraktan çıkarıp sonra yine bir başka şekilde toprağa gömdüğümüz bir başka şey de toprağın öz cevherleri. Yer altı zenginlikleri. Yerin muhtelif derinliklerindeki madenleri,mineralleri…
İstanbul toprağının cevherleri bakımından fazlaca araştırılmış ve incelenmiş bir diyar değildir.Bu duruma ise galiba onun tabii güzelliği ve sakinleri engel olmuş gibidir. Mesela 1917 yılında Meclis-i Vükela’da görüşülen konulardan birisi İstanbul’da Balat’ta Tekfursarayı Molla Aşkî Mahallesinde bulunan Haym Bahar'ın evi önünde olduğu belirtilen petrol cevherinin rezervinin müzakeresi gündem konusu olmuştur.
Meclis-i Vükela’da yapılan görüşmenin neticesinde nihai karar olarak emareleri görülen bu petrolün kaynağının tespiti sonrasında işletilmesi için özel kanunla ruhsat verilmesi de münasip görülmüştür.
Oysaki İstanbul’un da bağrında diğer beldelerin bağrında olduğu gibi muhtelif cinsten
cevherler vardır ve gizlidir.
Biz araştırmasak da maden-sever Avrupalılar bizden önce ve bizden sonra araştırmışlar bütün İstanbul’u ve Anadolu’yu. Bakıp incelemişler nerelerde ne var, hangi hazineler hangi diyardalar.
Bu anlamda İstanbul’a da merak salmışlar. Şehri merakları kapsamına almışlar… Kara
toprağının koynundaki madenlerini tek tek tespit ederek kaydını tutmuşlar… Dosyalayıp
arşivlemişler… Sonra da gelip bizden o yerler için işletme ruhsatı istemişler... Ya kuyular açıp, ocaklar kazıp işletmişler yahut hiç dokunmamışlar ve dokunulmasını da bir suretle engellemişler. Fakat ikili anlaşmalar yapılacağı zaman arşivdeki o dosyaların mahiyetini iyi belleyip o bilgilere bağlı bir surette ön şartlarla, koşullarla, koşutlarla müzakereye girişmişler…
İstanbul’un yer altı zenginliği ve madenlerinin mevcudiyeti ve işletilmesi konusunda
devletlerden birinin arşivlik dosya muhtevasında çok şeyler söylenmişse de özetle deniyor ki:
LİNYİT
İstanbul’un yeraltı zenginliklerinden birisi linyit madenidir. Esasen linyit Anadolu
coğrafyasının fazlaca sahip olduğu bir cevherdir. Türkiye’deki mevcut linyit ocakları kalite bakımından standart bir durum arz etmeyip ocaktan ocağa, damardan damara farklılık arz etmektedir.
İstanbul’da bir kaç yerde linyit rezervleri tespit edilmiştir.Bunlardan mesela birisi İstanbul yakınlarındaki Ağaçlı civarında bulunanıdır.Bu ocak açılmış ve işletilmiştir. Özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında askeri ihtiyaçları karşılamak üzere askeri makamlarca bu ocaktan çokça yararlanılmıştır.
Ağaçlı’daki linyit madeni odunsu bir mahiyettedir ve Soma ve Bursa-Mustafakemalpaşa
ocaklarındakiler gibi kömüre benzemektedir. Selüloit içerikli olması nedeniyle kalite
itibariyle düşüktür.İstanbul’da linyit madeninin bulunduğu yerlerden bir diğeri ise Terkos gölüne yakın bir yerde, Karaburun’dadır.
Karaburun’daki linyit madeni ilk defa Birinci Dünya Savaşı münasebetiyle işletilmeye
başlanmıştır. Ocaktan çıkarılan linyitler, hafif raylı sistem kullanılmak suretiyle İstanbul’a taşınmıştır. Karaburun linyit cevheri kalitesi itibariyle düşüktür ve diğer kömür cevherleri ile karışık bir haldedir.
1917’de Birinci Dünya Savaşı sırasında buradaki linyit ocaklarından günde 70-80 ton üretim yapılmıştır. Çıkarılan bu miktarın tümü o tarihlerde İstanbul’da satılmıştır.
Savaş sırasında İstanbul ve İstanbul halkının ısınma ve sair ihtiyaçlarını karşılayabilmek için sadece Karaburun’da çıkarılan linyit yetmemiş, Mustafakemalpaşa ve Mihailiç kasabalarından da İstanbul’a kömür sevkiyatı yapılmıştır. Savaşın sonlarına doğru bu yerlerden İstanbul’a gönderilen bir aydaki kömür miktarı 300 tonu bulmuştur. Linyit madeninin yine İstanbul’da bulunduğu bir başka yer de Beykoz, Sırapınar-Çekmeköy ve Ayvalık olarak geçmektedir. Madenin bulunduğu 62 m2lik yer için işletme ruhsatı dahi alınmıştır.
BAKIR
1920’lerde Türkiye’de bakır cevherinin bulunup çıkartılması için 143 adet ruhsatname
verilmiştir. Bunlar arasında en verimli olan Ergani Bakır yatakları olarak kayıtlara geçmiştir. İstanbul özelinde ise bakır cevherinin bulunduğu beş yer mevcuttur. Diğer bir ifade ile bakır işletmesi için verilen 143 ruhsatnamelerden beşi İstanbul’a mahsustur. Bakır madeni konusunda en zengin şehir Trabzon, sonra İzmir ve İzmit, Edirne, Adana ve Kastamonu iken İstanbul bütün bu illerden sonra gelmiştir.
İstanbul’da toplam beş alan için işletme ruhsatı alınmışken bunlardan sadece ikisi kullanılmış ve ruhsatı alınan yerlerde ocaklar açılmış ve işletmeye geçilmiştir.
İstanbul’da Avrupa yakasında Rumelikavağı bahsi geçen ruhsatlı yerlerden birisi olmuştur.
Buradaki bakır rezervi kapasitesi itibariyle ümit verici olarak değerlendirilmiştir.
Rumelikavağı’ndaki bakır madeninin ruhsatı Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde bir
İngiliz vatandaşınca alınmıştır. Ocak açılıp işletilmeye girişilmişse de ocakların Boğaz’ın tahkim edildiği yerlere yakın olması nedeniyle işletme ruhsatı sonradan iptal edilerek çalışmalar sona erdirilmiştir.
Tepecik-Gebze İstanbul’da bakır madeninin bulunduğu bir başka yer olarak belgelerde
gösterilmiştir.
DEMİR
1920’lerde Türkiye’de demir cevherinin bulunup çıkartılması için verilen ruhsatname sayısı 54’tür. Adana ve İzmir ise demir işletme ruhsatının en fazla talep edildiği yerler olmuştur. Bu tarihlerde İstanbul’da ise işletilmekte olan iki adet demir ocağı açılmıştır. Bu yerlerden birisi Kartal Soğanlık’tır ve işletme ruhsatı alınan arazi genişliği 36.5 m2 olarak kayda geçmiştir.
ÇİNKO VE KURŞUN
Çinko ve kurşun İstanbul coğrafyasında var olan ve işletilen bir başka yeraltı zenginliğidir. Bir adet çinko ve beş adet kurşun cevheri işletmesi için ruhsat verilmiştir. Kurşun madeni için alınan ruhsatlar işlem görmüş ve beş yerde kurşun çıkarılması söz konusu olmuştur. Örneğin İstanbul’da Beykoz semti zehirli kurşun cevherinin olduğu mekânlar arasında yer almıştır.
Gebze’de Pelitli mevkii çinko ve zehirli kurşun cevherinin olduğu yerlerden birisi olarakbelirtilmiştir. Yine Gebze’de Tepecik civarı kurşun rezervlerinin olduğu bir başka yer olarak gösterilmiştir.
MERMER / TAŞOCAKLARI
Geçen asırda Fırat nehrinin muhtelif noktalarında değişik cinsten mermer yatakları
bulunmuşsa da en kaliteli mermer yatakları Keban Madeni ve Perteg civarında yer alanlar olarak gösterilmiştir. Zira burada bulunan mermerler o tarihlerde kaliteleri ile öne çıkmıştır. Fakat her nedense sonraki zamanlarda bu ocaklar kapatılmıştır.
Önceki yüzyılda Osmanlı Devleti’nin mermer ihtiyacı daha ziyade İtalya, İngiltere, Belçika, Yunanistan ve Fransa’dan ithalat yolu ile karşılanmıştır. Oysaki yine önceki yüzyılda en değerli taşocakları Osmanlı İmparatorluğu’nda yer almıştır. Mesela Eskişehir, Karahisar, İzmit, Bandırma ve Suriye en iyi taş rezervlerinin bulunduğu yerler olarak gösterilmiştir. Marmara adaları ise sahip olduğu taşocaklarının değeri ve zenginliği açısından ayrı bir öneme sahip olmuştur. Sivriada ocaklarından mesela, çıkarılıp nakledilen taşlarla İstanbul sahilinde rıhtım ve limanlar oluşturulmuştur.
Önceki dönemde taşocaklarının işletilmeyip Avrupa’dan mermer ithal edilmesinin gerekçesi taşocaklarını işletme konusundaki alet-edevat yetersizliği ve fazlaca zaman kaybına bağlanmıştır.
Marmara Denizi’nin küçük adası mermerleri ile meşhur olmuştur. Adada geçmişte farklı
zamanlarda beş yüz kadar taşocağı açılmıştır. Adanın kuzeyinde yer alan ocaklarda fiilen üretim dahi yapılmıştır.
Marmara adası jeolojik olarak granit, amfibolik katmanlar ve mermerden oluşmuştur.
Katmanlaşmalar tek bir şekilde eğilimler içermeyip bazı yerlerde kalınlık, hiçbir çatlak olmaksızın, 9-10 metreye ulaşmaktadır.
Marmara adasında çıkarılan mermerler renk olarak parlak beyazdır ve Yunanistan’ın Paros ve İtalya’nın Carrare mermerleri ile mukayese edilebilecek düzeydedir. Mermerlerin yoğunluğu ise 2.7’dir. Teknolojinin gelişmesi ile birlikte 1912 yılında hem mermerlerin çıkarılması hem de işlenmeleri noktasında elektrikli aletler birkaç ocakta kullanılmaya başlanmıştır.
KROM
İstanbul hudutları dâhilinde Gize-Yarımca krom madenin bulunduğu yerlerden birisi olarak kayıtlarda zikredilmektedir.
BOYA
Kayıtlarda Beykoz, Arnavutköy, İstanbul’da beyaz, kırmızı ve sarı boya cevherinin
bulunduğu belirtilmektedir.
GRAFİT
Maden parlaklığında, kurşuni siyah renkli, yumuşak, kolayca toz durumuna gelebilen, yapay olarak da billurlaşabilme kabiliyetinde olan, kurşunkalem ve kimi aygıtların yapımında kullanılan, bir tür doğal karbon olan grafit İstanbul’un sahip olduğu bir başka zenginliktir.
Geçen asırda grafit madeninin çıkarılıp işletilmesi için biri Bursa diğeri İstanbul için olmaküzere sadece iki işletme ruhsatı talebi gelmiştir.
İstanbul’daki grafit madeni rezervleri Çatalca’dadır ve saf olmayıp kum ve kömür maddesi ile katışık bir halde bulunmaktadır.
ALTIN
Taşı toprağı altındır diye meşhur olan İstanbul’da altın cevheri hakikaten var mıdır sorusunun cevabı, tespitlere ve kayıtlara göre net bir şekilde “evet”tir.
Altın, İstanbul hudutları dâhilinde olmakla birlikte, şehrin coğrafi sınırlarına yakın bir yerde, Gebze civarındadır. Buradaki altın cevherinin gümüş, çinko, bakır ve kurşun ile birleşik bir halde bulunduğu da kayıtlarda ifade edilmiştir. Bu madenleri işletmek üzere Gebze’de 1.130.000 m2lik bir alan için daha o tarihlerdeişletilmek üzere ruhsatı alınmıştır.
İstanbul için arşiv kayıtları böyle söylüyor…
.
Seçkin ölüler
Batı ve Amerikan basını geçen asrın son çeyreğinden ve özellikle de 1890 yılından itibaren ciddi ve profesyonel bir şekilde kendisince istenmeyen ve işine gelmeyen dönemin siyasilerine karşı gayet yıpratıcı bir imaj politikası yürütmüştü. O dönemin gazetelerinin sütunları bu istenmeyen siyasileri konu alan aleyhteki onlarca, yüzlerce yazıyla süslüdür.
Günlük olarak çıkan gazetelerin özellikle iç sayfaları, haber sütunları ve hatta satır araları,koltuklarından alaşağı edilmek istenen muhtelif ülkelerin yöneticilerinin rencide edildiği, alaya alındığı, küçümsendiği ve hatta ithamlara maruz bırakıldığı cümlelerle doludur.Günümüzde önemini büyük ölçüde yitirmiş olan yazılı basının bu tarihsel misyonu artık televizyon kanalları ama daha ziyade dijital dünyanın muhtelif vasıtalarıyla icra edilmektedir.
Teknoloji alanındaki yeni icatlar marifetiyle bireysel dünyamız ve toplumsal bünyemiz alt üst hale gelmiş durumdadır. En sevimsiz insanlar ve konular en önemli, en güzel ve en vazgeçilmez hale getirilebilmekte, buna mukabil en değerli olan şeyler ise tam aksi bir istikamette kıymetlendirilebilmektedir.
Çok kolaylıkla ve acımasız bir surette haklı olanlar haksız, haksız olanlar ise haklı kılınabilmektedir. Yeter ki sunum ve pazarlama noktasında maharetli olunabilsin. Geçmişte yaşanan ve bugünde yaşanmakta olan Venezuela-ABD siyasi ve psikolojik çatışması yahut Sultan II. Abdülhamid aleyhindeki ABD yaklaşımı ve nihayet kamuoyunda menfi bir imaj oluşturarak karşı tarafı değersiz kılıp ondan kurtulmanın yolunu meşru hale getirme gayreti konumuz açısından tam da örneklendirilmesi gereken bir haldedir. Zira ABD bugün olduğu gibi dün de Venezuela’ya hâkim olma emel ve gayreti içindeydi. ABD basını bugün Nicolas Maduro aleyhinde olduğu gibi dün de yoğun bir şekilde gerek Venezuela Devlet Başkanı General Cipriano Castroya muhalifti. Dolayısıyla Cipriano aleyhinde onlarca, yüzlerce istihzai yazı kaleme alınmış yahut alınması sağlamıştı. Yüz yıl önce Venezuela’da yine bir devlet başkanı ABD tarafından hedef tahtası haline getirilmişti.
Daha kapsamlı bir ifade ile ABD’nin geçen asırda yıpratmak ve sonra da kendisinden kurtulmak maksadıyla başlatmış olduğu olumsuz imaj oluşturma kampanyası sadece Venezuela Devlet Başkanı General Cipriano Castro ile de sınırlı kalmamıştı. O dönemdeki ABD aleyhtarı veya ABD çıkarlarını sınırlayan bütün devlet başkanları, şahlar ve sultanlar ABD için hep aynı durumdaydı: Gereksiz ve baş belası. Bu maksatla başta Sultan II. Abdülhamid olmak üzere ABD menfaatlerine ters düşen yahut ABD menfaatlerine sınırlama getiren her bir hükümdarın yıpratılması ve rencide edilmesi politikası birinci elden ama amansız bir şekilde sürdürülmüştü.Hiç abartısız olarak belirtmek gerekir ki, o dönemde ABD basını hemen her gün Cipriano Castro veya Sultan Abdülhamid’i, sütunlarında belki metin/cümle olarak az ama anlam olarak ziyadesiyle zengin bir aşağılayıcı üslup, hikâye, alay veya mizah unsuru haline getirerek ele almayı ihmal etmemişti.
Dünyanın ömür ucundaki General Cipriano Castro (Venezuela) ile dünyanın bu tarafındaki Sultan Abdülhamid’in yazılı basının aynı sayfa ve satırlarında yer almasının anlamı ne olabilirdi ki.
Osmanlı-Venezuela ilişkileri bu tarihlerde son derece zayıf bir haldeydi. İstanbul'da bir Venezuela konsolosluğu açılması fikri daha ancak 1874’te gündeme gelmişti ve Blengini'nin Venezuela’nın İstanbul konsolosu sıfatıyla tayini ise 1885’te vuku bulmuştu. Venezuela Cumhuriyeti ile imzalanacak konsolosluk mukavelesi için 1917’yi, Venezuela'nın Başkenti Caracas’da bir Türk elçiliği ihdası için ise 1957 yılını sabırla beklemek gerekmekteydi. Zira Venezuela'daki Osmanlı/Türk varlığı hemen hemen yok denecek kadardı ve belki ancak yakın zamanlarda ve daha ziyade çok az sayıdaki Lübnan ve Suriyeli yani
Arap asıllı Osmanlı tebaasının mevcudiyeti ile kaim olup bunların himaye edilmesi (1914) kapsamında söz konusuydu.
Dünyanın öbür ucundaki General Cipriano Castro ile dünyanın bu tarafındaki Sultan Abdülhamid’in aynı fotoğrafta yer almalarının temel nedeni o tarihlerde her iki liderin de Batı’ya ve dahi ABD’ye hiç de hoş bir yaklaşım içerisinde bulunmamalarıydı.
Gerek Cipriano Castro gerekse Abdülhamid emperyalizme rıza göstermeyip aleyhtar bir tutum içerisindeydi. Bu duruma mukabil her iki liderin de sömürgeci devletler nazarındaki ortak paydası bu iki ismin koltuklarından biran evvel uzaklaştırılmaları gerektiği kanaat ve kararıydı.
1905 yılında “Abdülhamid ve Castro” başlığı ile kaleme alınan bir yazıda Sultan Abdülhamid ve Venezuela Devlet Başkanı Cipriano Castro şöyle tanımlanmaktaydı: “Dünyanın şimdiye kadarki en küçük hükümdarlarının en ilginci Venezuela Devlet Başkanı Cipriano Castro ve Türkiye Sultanı Abdül'dür. Bu küçük idarecilerin her ikisi de bir şekilde sürekli olarak dünyanın gözü önündedir. Bu ikiliden birinin kendisinden çok daha güçlü ve kuvvetli bir devletle, genellikle meydan okuma şeklindeki, bir çatışma içerisinde bulunmadığı bir an yoktur. Bu devletlerin her ikisi de; Abdülhamid, mutsuz ve küçük ülkesinin Avrupa satranç tahtasında benzersiz stratejik ve politik önemi nedeniyle; Cipriano ise azgın ve savaşçı doğası nedeniyle, devletlerle daimi bir çatışma halindedir. Esasen bunların her biri kendi tarzında olabildiğince güzel ve ilgi çekicidir.
Bu ikiliden Bay Cipriano Castro daha sert, daha gaddar ve daha acımasızdır. Şu anda, Fransa gibi büyük ve güçlü bir ülkeyle olan küçük bir sorununu oldukça endişe verici bir noktaya sürüklemektedir. İstanbul’da ikamet eden Abdül ise genellikle daha yumuşak ve daha mülayimdir. Geçmişte pençelerini sık sık gösterdiği doğrudur, ancak çoğu zaman geri çekilmesi gerektiği zaman geri çekmesini bilmiştir. Abdül’ün politikası karşı tarafın gerçekten ciddi olduğunun anlaşılması halinde daima boyun eğmeye dönüktür.
Avrupa'nın altı büyük devletinin, bir süredir Sultan’ın Makedonya’daki mali temsilcilerinin bu vilayetin refahını ciddi şekilde yaralayan suiistimallerde bulunduklarına inanmaları için gayet makul nedenleri vardı. Bu devletler, mevcut kötülüklerin ancak Makedon maliyesinin kontrolünün Babıali’nin elinden alınması ve kendilerince seçilip oluşturulan uluslararası bir komisyona havale edilmesiyle çözüme kavuşabileceğini düşünmekteydiler. Bu inançları neticesidir ki fikirlerini ve planlarını somut bir şekilde ifade eden ortak bir notayı Abdül’e bildirdiler. Bu bildirimde bulunmalarının üzerinden neredeyse altı ay gibi bir zaman geçti. Devletler geçen zaman içerisinde de taleplerini ayrı ayrı zamanlarda üç defa tekraren dile getirdiler. Ancak yapılan tüm hatırlatmaları Abdülhamid sürekli olarak duymazlıktan geldi. Anlaşılan o ki, devletlerin dile getirmiş oldukları söz konusu taleplerinin icrası, cezasız kalmayacak surette zorlayıcı bir usule başvurulmadığı takdirde Abdül tarafından hiç bir zaman için gerçekleştirilmeyecek gözükmektedir.Uluslararası kıskançlıklar Türkiye’nin varlığını uzun bir zamandır koruyabilmesinin en güçlü faktörü olmuştur. Kimse bunu Sultan'dan daha iyi anlayamaz. O bu durumu son noktasına kadar kullanmaya çalıştı. Sultan, Avrupa’nın uzun zamandır Hasta Adam’ı olan halini o kadar maharetli bir surette istismar etmektedir ki hastalık ayrıcalıklarını bile devredilemez doğuştan kendi hakkıymış gibi değerlendirmeyi düşünebilmektedir. Hal böyle olmakla birlikte, bu hususi konuda, devletlerarasındaki farklı yaklaşımların kendisine bir etkisi olmayacaktır.
Devletler tam bir uyum içindedirler ve söylenmesi gereken söylenmiş olup gerekeni yapmak için de yeterince hazır bir haldedirler. Ancak cezalandırma eyleminin gerekmesi halinde bunu kimin yapacağı konusunda şüphe duyulan oldukça fazla husus da söz konusudur. Doğal olarak böyle bir görevi üstlenmesi beklenen Avusturya-Macaristan’ın geçici de olsa bazı sıkıntıları mevcuttur. İngiltere’nin ise Sultan ile uzlaşma noktasında küçük ama farklı bir
düşüncesi bulunmaktadır. Berlin’den yayılan son rivayetlere göre İngiltere, İtalya ve Fransa ile birlikte, yakın bir zamanda Türk sularında askeri tatbikat yapacaktır. Türkiye ya da Venezüella’nın ise dünya ülkeleri arasında çok yüksek bir sırada yer aldığı söylenemez. Hal böyleyken tatbikata katılacak ülkelerin arasında kendilerine yer bulmaya çalışıyorlar. Şu anda,
geçmişte de sık sık olduğu gibi, her ikisi de Avrupa'nın çeşitli idarecileriyle ciddi derecede temas içerisinedirler. Castro'nun bu devletlerden sadece birisini ikna etme gibi bir şansı var.
Abdül'ün ise ikan edebileceği devlet sayısı altıdan daha az değildir. Bu iki ilginç şahsiyetin büyük devletlere karşı şu anki direnişlerini ne kadar uzun bir süre devam ettirebilecekleri ise gözlemlemeye değer bir husustur. Bu arada, kendilerini görkemli bir şekilde geleceğe hazırlamayı da ihmal etmiyorlar. Büyük olasılıkla ünlerinin tadını çıkarıyorlar ve kesinlikle
kendileri ile ilgili dünyadaki gazetelerde çıkan haberlerin bir kopyasını temin etmekten de geri kalmıyorlar.”
Hakikaten de gerek Cipriano Castro gerekse Sultan Abdülhamid ortak kaderleri gereği aynı yıl iktidardan düşmanları olan aynı ülkeler tarafından uzaklaştırıldılar. İran’da iktidarda bulunan Muhammed Ali Şah da 1909’da makamından çekilmek zorunda kaldı.General Cipriano Castro tedavi gerekçesi ile bir daha iktidar yüzü görmemek üzere Almanya’ya gitmişken Sultan Abdülhamid ise 1908 Devrimi ile önce etkisiz hale getirilmiş ve nihayet 1909’da tahttan indirilerek Selanik’e sürgün edilmişti.
Günümüzden yaklaşık bir asır önce ABD’de çıkan günlük gazetelerin sütunlarında yer alan ABD tarafından istenmeyen İran’da Şah Muhammed Ali Mirza, ABD’de Carrie Nation ve Senatör Hopkins, Tibet’te Dalai Lama, Nikaragua’da José Santos Zelaya López, Venezuela’da Cipriano Castro, Türkiye’de Abdülhamid ve Dr. Cook, Kont Boni de Casetliane, General Reyes ve Emma Goldman gibi dönemin hükümdarlarına yahut önde gelen isimlerine dair bir kısım ifade, yaklaşım ve betimlemelerden seçilmiş olanları şöyledir:
BOĞAZİÇİ VE ÜLTİMATOM
Boğaz'ın kıyısında oturan Abdülhamid, Başkan Cipriano Castro'nun bu ültimatomlara neden
boyun eğdiğini anlayamıyor. Abdülhamid, ültimatomların sadece pitoresk amaçlar için üretildiğini biliyor.
BORÇLAR, ABDÜLHAMİD VE CASTRO
Başkan Cipriano Castro faturaları ödemekten kurtulmak için Abdülhamid gibi davranabilir.
HER İKİMİZ DE AYNIYIZ
Türk, Türk’le tanıştığında Abdülhamid tahttan alaşağı edildiğini fark etti ve tahmininde de yanılmadı.Abdülhamid Cipriano Castro’ya “her ikimiz de aynıyız” içerikli bir telgraf gönderebilir; ancak Cipriano Castro, bunu bilgi ya da haber olarak dikkate almayabilir.
CASTRO, ABDÜL VE DİĞER KOMİKLER
Bir kadın yazar dünyada sadece on bir şaka var diyor. Bakalım.
Bryan, Hisgen, Debs, Watson, Chafin, Abdülhamid, Castro, Belediye Başkanı "Jim", Tom
Lawson. John
DÜŞÜKLER SINIFI
Türkiye’den Abdülhamid, Fas’tan Abdülaziz ve Venezuela’dan Abdülhamid Castro yeni bir
“Düşükler Sınıfı” oluşturabilirler.
SERSERİ YÖNETİCİLER
İran Şahı, yakın zamanda Abdülhamit, Cipriano Castro ve General Reyes ile uyum
sağlayabilecek bir konumda olacak. Bu serseri yöneticiler için kötü bir yıl.
TESELLİ DERNEĞİ
Abdülhamid ve Castro bir teselli derneği oluşturabilirler.
BAŞSAĞLIĞI TOPLANTISI
Durum müsait olduğunda, Abdülhamid ve Cipriano Castro başsağlığı toplantısında bir araya
gelmelidirler.
BANKA HESAPLARI
Abdülhamid ve Cipriano Castro, banka hesaplarını açıkladıkları takdirde tekrar sahnede yerlerini alacaklar.
ABDÜLHAMİD VE CASTRO’NUN SERVETİ
En azından bir tek özellikte Abdülhamid ve Cipriano Castro aynıdır. İkisi de ayı şansı kollamaktaydı. Görevdeyken özel servetleri milyonları bulmuştu.
KAMUSAL HAYATA GERİ DÖNME
Abdülhamid şüphesiz Cipriano Castro'nun kamusal hayata geri dönme arzusunu son derece aptalca olarak görüyor.
SÜRGÜNLER KULÜBÜ
Geçen gün Kimsenin Salonu’nda, Asla Asla Toprakları’nda hiçbir yerde istenmeyen adamlar toplantısı yapıldı ve aşağıdaki isimler seçildi:
Başkan: Cipriano Castro
Başkan Yardımcısı: Abdülhamid
Sekreter: Çılgın Yılan
Resmi Hatip: Emma Goldman
CİPRİANO CASTRO VE ABDÜLHAMİD
Cipriano Castro sade bir ucube ve Abdülhamid ise bir bilmece. Bu, dünya barışının kronik rahatsızlık vericileri arasındaki temel farktır. Her ikisi de mutlak ve acımasızdı. İhanet ve gasp yoluyla iktidara geldiler. Zamanın müsait hale gelmesi halinde Abdülhamid’in Türkiye'deki koşulları daha iyi bir hale getirmesi bir zamanlar muhtemel bir haldi.
Abdülhamid düzeni sağlama konusundaki ihmalleri için çoğu kere mazeret beyan etti ve dış dünyanın bu noktada gösterdiği tepkilere karşı icraat yapma imkânının olmadığını beyan ile mukabelede bulundu. Son yıllarda mağdur uluslar onu birkaç defa şartları yerine getirmesi için zorlamak zorunda kaldı.
Abdülhamid Genç Türkler ile ittifak halinde, onların vatansever olduklarını varsayarsak, Türk devletini uygar bir güç yapabilirdi. Ancak o çoğu zaman kaderci olarak davrandı ve istenilen sonuca ulaşmak için yeterli gücü göstermedi.Dış güçler tarafından bunun hesabı sorulduğunda, Cipriano Castro gibi davranarak, vaatlerde bulundu, yan çizmeye başladı veya blöf yapmaya koyuldu ve nihayet bir ödlek gibi boyun eğmek zorunda kaldı. İnsan hakları fikri, adalet ve uluslararası saygınlık, kendisini duvarları arkasına hapsettiği Yıldız Sarayı’na hiçbir zaman için girmemiş gibi görünüyor. Fransa, Orleans ve Bonaparte prenslerini; İspanya Carlist sahtekârlarını; Sandviç Adaları Kraliçe Lil’i; Haiti Nord Alexis’i; Fas Abdülaziz’i; Venezuela Cipriano Castro’yu; Sırbistan Prens George’u ve Türkiye’de Abdülhamid’i başında defetti. Sıradaki!
UZUN VE SÜKÛN DOLU BİR RÜYA
Cipriano Castro şimdi Venezüella'ya bir hava aracı vasıtasıyla inmeyi bekliyor. Başka bir deyişle, beklenmedik şekilde havaya uçmayı bekliyor.
Sorgulayıcı bir okuyucu, Castro'nun Mombasa'ya inmesine izin verilip verilmeyeceğinibilmek istiyor. İstenilen bilgilere sahip olan herhangi biri, bildiklerini paylaşırsa iyilik etmiş olur vs.
Cipriano Castro, Afrika’da Roosevelt’le birlikte açık denizlerde. Abdülhamit ise serseri hayatı yaşamakta, ABD Kongresi ise gümrük tarifeleri ile meşgul olmakta. Göstergeler yaklaşmakta olan yazın uzun ve sükûn dolu bir rüya olacağına işaret etmekte.
UMARIM UYANMAZLAR
Hem Cipriano Castro hem de Abdülhamid uyku hastalığına yakalanmış gözüküyorlar.
SEÇKİN ÖLÜLER
1909 yılında “Bir Varmışlar Kulübü”ne dört gözde isim eklendiği için tarihte bu yıl hep dikkat çekecektir: Venezuela Diktatörü Cipriano Castro, Osmanlı Sultanı Abdülhamid, Nikaragua Diktatörü Zelays ve kuzey kutbu kâşifi Dr. Cook.
BU İKİSİ BİR ARAYA GELDİĞİNDE
Dünyanın en büyük savaşları, Abdülhamid ve Cipriano Castro'nun birbirlerinden borç almayı denemeleri gerektiği sonucuna varmaları durumunda, orantılı önemsizliğe yol açacak.
DAVET
Bizi en kısa zamanda ziyaret etmeleri için tüm dünyalılara açık bir davet veriyoruz. Herkese hoş geldin. Abdülhamid, Cipriano Castro ve Carrie Nation hariç.
İŞSİZ DESPOTLAR SERGİSİ
Zelaya, Cipriano Castro ya da Venezuela, Abdülhamid ve devrik İran Şahı için en uygunarkadaştır. Dünya daha önce hiç bir zaman işsiz despotlar sergisine aynı anda sahne olmadı.
CASTRO, ABDÜLHAMİD VE İTTİHATÇILAR
Cipriano Castro ve Abdülhamid vakalarını göz önünde bulundurarak, Genç Türklerin büyük sorunluları kilitleme fikrini desteklediğimize inanıyoruz.
HAYAT YAŞAMAYA DEĞER Mİ
Eski Cumhurbaşkanı Cipriano Castro, eski Sultan Abdülhamid ve eski Savaşçı Çılgın Yılanla birlikte, eski ABD Senatörü Hopkins “Hayat yaşamaya değer mi?” sorusuyla karşı karşıya.
CASTRO, ABDÜLHAMİD VE ŞAH
İran Şahı Muhammed Ali Mirza, Cipriano Castro ve yaşlı Abdülhamid'in yönelmek zorundakaldıkları istikamete yönelmiş gibi görünüyor. Muhtemel bir devrim onu da işinden etmek üzeredir.
CASTRO, ABDÜLHAMİD, ŞAH VE ANAYASA
İran Şahı yakında, Abdülhamid, Cipriano Castro ve General Reyes ile uyum içinde olacak. Bu yıl serseri yöneticiler için kötü bir yıl.
İran Şahının başına gelenler, hükümdarların anayasalardan daha üstün olmadığı hususundaki giderek artan düşünceyi doğrulamaktadır.
DÜŞÜKLER KULÜBÜ
Cipriano Castro ve Abdülhamid şimdi "Düşükler Kulübü”nün şanlı üyeleri olarak uygun yerlerini alacaklar.
HAREKETLİ GÜNÜN KORKULARI
"Hareketli Günün Korkuları.” Cipriano Castro ve Abdülhamid'in ortak makalesi.
GERİ DÖNEMEYENLER
Geri dönemeyenler arasında Abdülhamid, İran Şahı, Cipriano Castro, Kont Boni deCasetliane ve Bay Zeylaya ve Dr. Cook sayılabilir.
DALAİ LAMA, ZELAYA, CASTRO, ABDÜLHAMİD VE DR. COOK
Dalai Lama sanki Zelaya, Cipriano Castro, Abdülhamid ve Dr. Cook ile aynı sınıfa girmeye çalışıyor.Dalai Lama, Çin tarafından Tibet hükümetinin başından alaşağı edildi. Şayet kendisi iyi bir tenorsa, Abdülhamid, Cipriano Castro ve Bay Zelaya vodvil turuna çıkmadan önce, dörtlü takımlarını tamamlayabilmek için adam arıyorlar.
PERİŞANLAR KULÜBÜ
Manuel, Abdülhamid ve Cipriano Castro’nun Senor Diaz’a “Perişanlar Klübü”ne hoş geldin etmek için acele etmelerine gerek yok.
.
Gel de şimdi Maduro'yu sevme!
Nicolás Maduro’ya selam olsun!
Venezuela bir anlamda kahramanlar diyarıdır. Mesela “En çok canımı sıkan fakirliktir. O
da beni asi hale getirmektedir” sözünün sahibi Hugo Chávez ve nihayet, ne yalan
söyleyeyim, benim de kendisini yürekten takdir ettiğim ve haklı mücadelesinde içtenlikle
kendisine başarılar dilediğim, günümüzün kahramanı Nicolás Maduro.
İnsan Maduro’ya ait aşağıdaki ifadeleri okur da ona nasıl sempati duymaz ki:
"Biz kimsenin kölesi, dilencisi, hizmetçisi değiliz. Biz, özgür kadın ve erkekleriz.
İçimizde taşıdığımız bu haysiyet bizim en büyük şevkimiz ve memnuniyetimizdir."
Maduro, BBC’ye de verdiği demeçte yine diyor ki: "Kimseye dilencilik yapmamıza gerek
yok."
Belki Maduro “Maduro” olarak bir zaman gelecek unutulacaktır. Ama onun bu duruşu, bu
söylemi ve bu ilkesi her daim payidar kalacaktır. Bunda hiç şüphe yok.
Zaten onun bu yöndeki ifadelerine kim itiraz edebilir ki! Sadece emperyalistler, ABD yahut
ortakları…
ABD, Maduro yönetimini insan hakları ihlalleri ve yolsuzluklarla itham ediyor. Venezuela’ya askeri müdahaleyi meşru kılmak için her yolu deniyor.
Hatta Maduro’nun ifadesiyle ABD bu hedefi doğrultusunda “insani kriz yaratmayı (dahi)
amaçlıyor.”
Maduro’ya göre Trump “Beyazları üstün görüyor ve onları kayırıyor.” Trump, ABD'nin
çıkarları gereği ve yalnızca ABD çıkarları olduğuna inanması neticesi beyazları tutmakla
yetinmiyor. Trump siyahlardan “nefret edip onları küçümsüyor” da.
Yine Nicolas Maduro geçenlerde başkent Caracas'ta BBC muhabirine verdiği röportajda: "Bu,
Birleşik Devletler İmparatorluğu'nun, Beyaz Saray'ı yöneten aşırı sağcı grubun, Ku
Klux Klan'ın çıkarına, Venezuela'yı ele geçirmek için verdiği siyasi bir savaş"tır
açıklamasını yaparak Trump ve yönetiminin mahiyetini tahlile çalışıyor.
Hakikaten de Venezuela halkı yıllardır gıda ve ilaç gibi temel tüketim maddelerinin sıkıntısını yaşıyor. Ülkenin maruz kaldığı bu sürekli sıkıntı neticede süper değil, hiper enflasyonların yaşanmasına ve fiyatların sürekli ikiye katlanmasına sebebiyet veriyor. Ancak Maduro dikduruyor. ABD ve taraftarları karşısında yıkılmıyor. O, ABD’nin bir Ku Klux Klan idaresi olduğunu, lafı sağa sola bükmeden, çok aşikâr bir surette ifade ediyor. Ve ABD ve emsali düşünce ve tavırdaki devletlere "… Bu yüzden, tüm gururumuzla, sizin kırıntılarınızı,zehirli yiyeceklerinizi, artıklarınızı istemiyoruz,..." diyerek son derece onurlu ve alkışlanası bir tavır ve duruş sergiliyor.
Maduro "Seçimi tekrarlamanın mantığı, gerekçesi ne ki?" diye sorup "yaklaşık 10 kadar
ülkenin muhalif lider Guaido'ya destek verdiğini ve hiç kimsenin seçmediği bir
hükümeti dayatmaya çalıştığını" söyleyerek ABD’nin özgürlükler, demokrasi ve halkın
iradesi konularındaki ikiyüzlülüğüne işaret ediyor.
Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman ülkesinin ABD'den 30 yıl önce var
olduğunu cevaben belirtse de Trump’ın Suudi Arabistan idaresi için yakın zamanda sarf etmiş olduğu “Biz olmasak iki hafta bile dayanamaz” şeklindeki rencide edici sözleri hala
hafızalardadır ve Trump’ın şahsında ABD idaresinin insanlara ve yönetimlere bakış
mantalitesini tanımak için bu söz fazlasıyla kâfidir.
Trump’ın yukarıdaki seviyesiz ve rencide edici ifadesine karşılık Ortadoğu idarecilerinin
Filistin davası konusundaki suskunluğu ve fakat bu suskunluğa mukabil Güney Amerik’daki
bir gayrimüslimin yani Maduro’nun, aşağıdaki, siyaseten de olsa, haklı feryadı ise son derece düşündürücüdür:
"Filistin, dayan, yıkılma, diren. Dünya uyanıyor artık ve halkların ortak çığlığı dünyaya
hükmedecek. Daha önceden de söylediğim gibi, tekrar söylüyorum, öncelikle İsrail
halkı, Allah aşkına bu Filistin'e yapılan katliama karşı koyup “dur” demelisiniz. Sessiz
kalmayın. Bütün kalbimizle diliyoruz ki, Filistin halkının katilleri hak ettikleri cezayı
alacak, adalet yerini bulacak. İsrail halkı, durdurun bu katliamı, yeter artık, sessiz
kalmayın. Bu katliamın hiçbir açıklaması, bahanesi olamaz. Bu bir soykırım meselesidir
artık. Ve Müslüman halklar, Arap halkları, Latin Amerika'nın halkları, tüm dünya
halklarına çağrımız; Filistin halkının davası en temiz, en haklı davadır, en insancıl
davadır. Bu desteklememiz gereken yaşam hakkıdır. Kendi topraklarında, huzur içinde
yaşam hakkıdır. En haklı davadır bu. Yüzyıllardır yaşadığı topraklardaki yaşam
hakkıdır."
Maduro’nun bu seslenişi Alman İmparatoru Wilhelm’in 1898 yılı Ekim ayında ikinci kez
İstanbul-Kudüs seyahatine çıkması sırasında Şam’daki Emevi Camiinde metfun bulunan
Selahaddin Eyyubi’nin kabrini ziyaret etmesi ve Şam’daki yöneticilerin ‘hoş geldiniz’
ifadelerine karşılık tarihe geçen şu nutkunu hatırlattı bana:
“Burada bütün zamanların en kahraman askeri Sultan Selâhaddin'in mezarı
önündeyim. Majesteleri Sultan Abdülhamid'e misafirperverliğinden dolayı teşekkür
borçluyum. Gerek Majeste Sultan, gerekse Halifesi olduğu dünyanın her tarafındaki 300
milyon Müslüman bilsinler ki, Alman imparatoru onların en iyi dostudur."
Venezuela’nın maddeten zayıf ama manen gür sesi Nicolás Maduro bugün belki zor
durumdadır. ABD desteği ile gerçekleştirilecek bir darbe girişimiyle koltuğundan indirilmek istenmektedir. Ancak iktidarına son verilmek istenen Venezuela Devlet Başkanı Nicolás Maduro değildir. Maduro’nun şahsında alaşağı edilmek istenen haktır, hakikattir, adalettir,şahsiyetliliktir, asalettir, dik duruştur, hakkaniyettir, emperyalizme, zulme ve zalime karşıçıkıştır, direniştir.
Maduro’nun kendi sözlerinden alıntı yaparak biz de diyoruz ki "Maduro, dayan, yıkılma,
diren…. Bütün kalbimizle diliyoruz ki… katiller hak ettikleri cezayı alacak, adalet
yerini bulacak. …”
Evet. Nicolás Maduro bugün belki zor durumdadır. Ama şüphesiz, hiç şüphesiz ki sabah
çok yakındır.
Nicolás Maduro’ya selam olsun!
Selam Nicolás Maduro’ya olsun!
.
Emperyalizmin Venezuela ile dansı
Prof. Dr. Metin Hülagü: Yani emperyalizmin kurguladığı oyun hep aynı. Teslim olursan ne âlâ!...
Venezuela, Güney Amerika’nın kuzey ucundaki bir ülke.
Bize çok uzak, çok ötelerde ve çok ötemizde bir ülke. Sesini pek duymuyoruz. Rengini, dokusunu ve kokusunu pek tanımıyoruz. Halini ise yeterince bilmiyoruz.
Ülke bugünlerde ciddi bir sıkıntının içinde. Ancak Venezuela’nın “kâbus” ile tanışması Chistophes Colombus ile tanışmasıyla başlamış. Ülkenin İspanyol sömürgeciliğinden yakasını kurtarabilmesi ise bir hayli zor olmuş. Ülke 1811’de kısmen selameti bulmuş. Tam bir bağımsızlığa kavuşabilmesi 1830’da ancak söz konusu olabilmiş.
Venezuela coğrafyası itibarı ile Fransa ve Almanya topraklarının birleşiminden daha büyük. 30.000 kadar nüfusa sahip. İspanyol, İtalyan, Portekizli, Arap, Alman, Afrikalı ve yerli insanların yaşadığı bir “birleşmiş milletler” ülkesi. İspanyolca resmi dil. Yerel ve azınlık diller de söz konusu. Katolik Hıristiyan çoğunluğa ilaveten diğer inanç mensupları da, az olmakla birlikte, mevcut. Başkent Caracas. Caracas aynı zamanda ülkenin endüstri, ticaret, eğitim ve turizm şehri.
Buraya kadarki bilgiler gayet normal, tabii ve sıradan şeyler. Anormal olan şey ise sahip olduğu doğal zenginlikleri ve dolayısıyla maruz kaldığı siyasi kriz ve kâbusları.
Ülke tam anlamıyla bir petrol, doğal gaz, demir cevheri, altın, elmas boksit ve diğer mineraller cenneti. En temel zenginlik unsuru olan petrol rezervleri noktasında dünyanın bir numaralı devleti.
Venezuela’nın ilk devlet başkanlığını José Antonio Páez (1790–1873) yapmış. Daha sonraları ise pek çoğunu hatırlamadığımız bir dizi isim… ve nihayet Nicolás Maduro iktidara gelmiş.
Venezuela’nın devlet başkanları arasında adını pek bilmediğimiz ama önemli bir ismi ve kahramanı ise General Cipriano Castro (1858–1924). Bu isim, üzerinde hakikaten durulmaya değer.
Cipriano Castro 1899-1908 yılları arasında Venezuela Devlet Başkanlığı görevinde bulunmuş. Sanal dünyanın “propaganda dolu” rivayetine göre dokuz yıllık iktidarı döneminde iç muhalefeti bütünüyle yok etmiş; tek parti idaresini katı bir şekilde hâkim kılmış; federal tekeller yaratarak, keyfi ticaret politikalarını uygulayarak ve yabancı ulusları karşısına alarak ulusal ekonomiyi baltalamış ve bitirmiş. Özellikle dış güçlerle ilişkileri oldukça zayıflatmış.
Hayır, hayır, Cipriano Castro sadece bunları yapmakla yetinmemiş…
General Cipriano Castro’nun uluslararası borçları ödemeyi reddetmesi ya da yapamaması Venezüella’nın İngiltere, Almanya ve İtalya’nın deniz ablukası ile sonuçlanmasına sebebiyet vermiş. Yabancı misyonların Venezuela tarafından diplomasiye yakışmayan bir şekilde muamele görmeleri ve yine yabancı şirketlerin taciz edilmeleri nedeniyle 1901’de Kolombiya, 1906’da Fransa, 1908’de Hollanda ve yine 1908’de Amerika Birleşik Devletleri ile resmi münasebetlerinin kesilmesine yol açmış. Ayrıca İngiltere ve İtalya ile de ilişkilerinin gerilmesini kaçınılmaz kılmış.
Hollanda filosu1908 yılı sonlarında Venezüella kıyılarına sevk ettiği savaş donanması ile bir kısım eylemlere başlamış. Amerika Birleşik Devletleri ise Venezüella kahvesi ve kakaosunu boykot edip etmeme konusunu müzakereye koyulmuş!
Bir kısım Venezuelalı siyasiler ile bazı dış hükümetler ve devletler General Cipriano Castro’nun görevden uzaklaştırılması gerektiğini belirtmiş. Nihayet muhaliflerin ondan kurtulma temennisi, dört yıldır böbrek rahatsızlığı nedeniyle ölümün eşiğinde olan Cipriano Castro’nun Almanya'ya ameliyat olmaya gitmesi şeklindeki kansız bir sürgün hayatı ile problem olmaktan 1908'in sonlarında çıkmış. Boş kalan başkanlık koltuğuna da tabii ki başkan yardımcısı Juan Vicente Gómez geçmiş.
Yani emperyalizmin kurguladığı oyun hep aynı. Teslim olursan ne âlâ!...
Osmanlı belgelerine göre Venezuela'nın bir Alman demiryolu şirketine olan taahhütlerini yerine getirmemesi ve Alman tebaaya kötü muamele yapması sebebiyle Almanya ile Venezüella arasındaki ilişkiler 1902’de gerginleşmiş. 1903 yılında ise Venezuela limanları ile Orenogue Irmağı ağzı İngiltere, Almanya ve İtalya tarafından abluka altına alınmış. Nihayet 7 Mayıs 1903’te Venezuela ile Almanya, İngiltere ve İtalya arasında Washington Protokolü imzalanmış.
Ancak General Cipriano Castro dönemi Venezuelası ile ABD, İngiltere, Almanya, İtalya ve Hollanda arasında sadece siyasi bir kriz ve mücadele yaşanmamış fakat aynı zamanda yoğun bir imaj savaşı da gerçekleşmiş. İşin garibi bu imaj savaşının tek unsuru yalnızca General Castro değil, Sultan II. Abdülhamid, İran Şahı, Fas Sultanı, Nikaragua’da Zelays, Kont Boni de Casetliane yahut Dalai Lama gibi eski ve yeni isimler için de söz konusu edilmiş. O dönemde bu ve sair isimler basın üzerinden yürütülen aşağılama ve dalga geçme şeklindeki hakikaten yoğun bir propaganda çalışmasına muhatap kılınmış. Bu konuyu sonraki bir yazımda ele alırım inşallah.
Söz konusu imaj savaşının nedeni ise özetle şu: Emperyal güçlerin Venezuela bağlamında ülkenin petrollerini ve yer altı zenginliklerini istedikleri gibi tasarruf edememeleri. Bugün Venezuela’da yine olduğu gibi.
Venezuela dışındaki diğer liderlerin kötü propaganda ve rencide edilmeye maruz bırakılmalarının nedeni ise haysiyet ve şahsiyetlerine ilaveten ülkelerini de sömürgeci güçlere teslim etmemeleri olmuş.
XXXXXXXX
İttihatçıların mason yüzleri - I/IV
Prof. Dr. Metin Hülagü: Yeni Müslüman nesillerin oluşumuna kadar Osmanlı coğrafyasındaki Müslümanlar mason olmaktan hep uzak durmuşlardı. Masonluk dinsizlikten daha kötü bir şey olarak görülüp o şekilde kabul edilmişti.
Masonluğa dair rütbe, unvan, işaret ve sair şeyler masonların bulunduğu her ülkede genel olarak aynıdır, değişmez. Değişen sadece masonluğa hayatiyet kazandıran ruh ve onu mevcut kılan objelerdir.
Gerçekte fazla bir değere sahip bulunmayan detay hususlar bir tarafa bırakılacak olursa yüzyıl öncesinde masonluğu iki kısma ayırmak mümkündü: Kuzey Locaları ve Güney Locaları.
Kuzey Locaları İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri, İngiliz sömürgeleri, Almanya, İskandinavya, Hollanda ve birkaç Latin organizasyonundan ibaretti.
Bu locaların faaliyet alanı esas itibariyle hayır ve iyilik işlerine münhasır olmuş ve daha ziyade Hristiyanlık esaslı dini bir dile sahip bulunmuştu. Yine bu localar siyasi bir role soyunmaktan kaçınmışlardı. Zira kendilerine mahsus anayasaları onları siyasetle meşgul olmaktan alıkoymuştu.
Latin yahut Doğu Locaları din ve din adamları ile monarşi karşıtı kurumlara şiddetle muhalifti. Bunların esrarengiz faaliyetleri çoğu kere siyasi skandallara sebebiyet vermişti. Mesela Fransa’daki “Masonik Kayıtlar Vakası” ve İtalya’da 1913 yılında Savunma ve Denizcilik Bakanlarını, mensuplarından hiç kimsenin mason olması ve kalmasına izin vermemeye mecbur kılması skandalı. Yahut üyelerinden hiç birinin gizli bir cemiyete girmesine müsaade etmeyen ve masonluğa karşı çıkan Roma Kiliseleri ile açık bir savaşa girişilmesinin kaçınılmaz hale gelmesi gibi.
Geçen yüzyılda Türkiye, kendisini idare edenlerinin karakterleri gereği, Latin Masonluğunu benimsemişti. Öte yandan İstanbul’da 1870’den bu tarafa bir İngiliz Locası hep mevcut olmuştu. Önde gelen muayyen isimler bu locanın mensupları arasındaydı. V. Murat yahut meşhur bir dini şahsiyet olan Cemalettin Efendi gibi.
Bazılarına göre Cemalettin Efgani’nin Mısır’da mason cemiyetine katılımı İstanbul’dan kovulmasından sonra olmuştu. Diğer bir iddiaya göre ise o daha 1878 yahut 1879 yılında İstanbul’da bulunan İngiliz-Osmanlı Locası’na kaydını yaptırmıştı.
Sultan II. Abdülhamid tahta çıktıktan sonra, selefi V. Murat’ın, cinnetine rağmen veya cinneti nedeniyle, İngilizler ve diğer yabancılar tarafından sıkça devam edilen mason locasına üye olduğunu fark etmişti. Oysaki Abdülhamid masonluğa şiddetle karşı biriydi. Vakıf olduğu bu duruma öfkelenen ve cemiyete mensup olanların komplocu olduğuna inanan Abdülhamid Osmanlı tebaasından her kim mason olursa böyle bir tercihin riskine de hazır olması gerektiğinin bilinmesini istedi.
Kuzey tarzı masonluk şekli, Türkleri ilgilendiren yönüyle, Türkiye’de netice itibarıyla sona erdi.
Yeni Müslüman nesillerin oluşumuna kadar Osmanlı coğrafyasındaki Müslümanlar mason olmaktan hep uzak durmuşlardı. Masonluk dinsizlikten daha kötü bir şey olarak görülüp o şekilde kabul edilmişti. Böyle davranılmasının temel nedeni ya basiretli hareket edilmesinden yahut muhafazakâr din adamlarının; İslam zaten kardeşliği öngörüp iyiliği emretmektedir; masonluğa ne gerek var, şeklindeki öğretilerinin kabul edilmiş olmasından ve yahut da mason locasına dâhil olanların, kolayca tasavvur edilebilecek bazı durumlarda, İslam’ın emirleri yerine masonluğun talimatlarına uymak suretiyle maneviyatlarını riske atmış olacakları endişesinden kaynaklanmaktaydı.
Osmanlı Devleti’ndeki Müslümanların tavrı bu yönde iken gayrimüslimlerden ise çok az kişi masonluğa ilgi duymuştu.
Osmanlı Devleti’nde bulunan birkaç mason locasının çalışma alanı ise Etniki Eterya şubelerini desteklemek ve elverişli zamanlarda vatanperver nutuklar atılması ile meşgul olmaktan ibaretti. Türk toplumu tarafından Rumlara hoş bakılmadığı zamanlarda ise bu localar hareketsiz kalınmasını tercih etmekteydi.
Osmanlı azınlıklarından Ermeniler ve Slavlar masonluğun hiçbir çeşidine fazla bir ilgi göstermediler. Zira bu milletlerin kendilerine ait yeteri derecede gizli teşkilatları zaten vardı. Lübnanlı Hıristiyan Arapların ise birkaç locası mevcuttu. Bu localardan bazıları İskoçya Büyük Locası’na bağlıydı. Diğerleri ise Marunî din adamlarını muayyen ölçü ve tarzda taciz etmekte olan Fransız Büyük Locası’na tabi bulunan Cedar Locasın’a merbuttu.
On dokuzuncu asrın sonlarına doğru Latin Masonluğu Selanik’teki İspanyol Yahudileri arasında itibar görmeye başladı. Bu tarihlerde İspanyol Yahudileri 130.000-140.000 kadar olan Selanik nüfusunun yarıdan fazlasını (80.000) teşkil etmekteydi. Bunlar İtalyan vatandaşlığını da elde etmiş olup İtalyan localarına bağlı masonlar arasına dâhil olmuşlardı. Yahudi Locasına kabul edilen şehrin Dönme Müslümanlarının sayısı ise 12.000 ila 20.000 kişi arasındaydı.
Dönmeler Türk masonluğunda önemli bir nüfuza sahip oldular. İzmirli bir Yahudi olup Sabatay Sevy diye isimlendirilen Annus Mirabilis 1666 yılında beklenen Mesih olduğunu iddia etmiş ve kendisine geniş bir taraftar kitlesi edinmişti. Fakat aynı zamanda Ahdi Atik’e olan muhalefeti ve dürüst iş yapılmasını savunmasından ötürü Akdeniz havzasında çok sayıda düşman da kazanmıştı. Nihayet Osmanlı Sultanını altın zincirlere vurarak Kudüs’e gönderme niyetinde olduğunu ilan etti. Osmanlı Sultanı da bu sözde Mesih’in huzuruna getirilmesini emretti. Ona, Müslüman olması teklif edildi, aksi takdirde kazığa oturtulma cezasına maruz kalacağı bildirildi. Sabatay Sevi yaşamayı tercih edip din değiştirdi. Ancak Müslüman olup büyük bir çoğunluğu Selanik’te yaşayan taraftarları ona tabi olmaya devam ettirdiler. Dönmeler ve torunları zahirde Müslümandılar. Fakat mezarlıkları ayrıydı ve gerçek Müslümanlar ile asla evlenmiyorlardı. Yahudi ayinlerini gizli bir surette icra ettikleri yolunda da şöhret bulmuşlardı.
Sultan Abdülhamid dönemi Selanik’i mason localarının bulunduğu şehirlerden birisiydi. Buradaki loca İtalyan Büyük Locası’na bağlıydı. Selanik Locası mensupları İtalyan veya diğer devletler vatandaşlarının mülkiyetindeki binalarda buluşup görüştükleri için de polis takibatına uğramaktan nispeten emin durumda bulunmaktaydılar.
Yahudiler ve bilhassa Dönmeler Selanik’te büyük bir nüfuza sahipti. Siyasi temayülleri ise Slav ve Rum karşıtlığı şeklinde bilinmekte, Avusturya-Macaristan veya Türklere karşı sempati duymakta, Makedonya’nın Osmanlı’dan kopmasından ise endişe duymaktaydılar.
Jön Türkler kendilerine taraftar edinmeye çalıştıkları ve Makedonya garnizonuna mensup subaylar arasında bir teşkilat oluşturmaya başladıkları zaman Yahudi masonlar onlara Makedonya Risorta Locası’nın kapılarını açmışlardı. Emanuel Carasso Selanik’li bir Yahudiydi ve İtalyan Locasına bağlı bulunan Makedonya Risorta’nın Selanik şubesinin kurucusu ve kıdemli üstadı olmakla birlikte adı gayet kötüye çıkmıştı.
Carasso, belgelerdeki tanımıyla; içki içme alışkanlığında olan ve içki içerken çok konuşkan biri hale gelen, düşük sınıftan dürüst olmayan bir avukattı. Yaltakçı, rüşvetçi ve rezil bir alçak; İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin aslan ve kaplanlarına oldukça yararlı olmuş bir çakaldı.
Bilindiği gibi, Paris’teki Jön Türk hareketi Selanik’teki hareketten hem oldukça ayrı hem de oradaki iç işleyişten tamamen bihaberdi.
Carasso’nun görevi Talat, Cavit, Dr. Nazım ve Manastırlı Bahattin’i mason teşkilatına kazanmaktı. Bu nedenle Jön Türkleri, memurları ve sivilleri, görünmeyen bir Yahudi etkisi altında masonluğu benimsemeye zorladı. Onlara Selanik Locası’nın kapılarını açtı. Sözde İtalyan yahut İspanyollara ait evlerde, diplomatik dokunulmazlıktan yararlanmalarını sağlamak suretiyle, güven içerisinde Sultan II. Abdülhamid’e karşı komplo tertibinde bulunmaları imkânı tanıdı. Sultan Abdülhamid’in istihbarat elemanları bütün bu olup bitenlerin farkında olsa da yapabilecekleri fazlaca bir şeyleri olmadı.
İttihatçıların mason yüzleri - II/IV
Prof. Dr. Metin Hülagü: Masonluk adeta bir moda haline gelmişti. Bahsi geçen isimlerden başka İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne mensup daha birçok isim mason olmuştu. Tanin’in editörü ve İstanbul milletvekili olan ancak geçmişte Sultan Abdülhamid için sayfası 4 kuruştan Türkçeye roman tercümeleri yapan Hüseyin Cahit Bey, Dr. Behaeddin Şakir, Bayındırlık Bakanı Halaçyan Efendi, Adalet Bakanı Necmettin Molla ve Şeyhülislam Musa Kazım masonluğu tercih edenler arasındaydı.
Makedonya Risorta Locası’nın kapılarının kendilerine açılması üzerine Talat, Cavit, Dr. Nazım, Bahattin ve Jön Türklerin daha birçok önemli ismi nihayet mason olmuştu.
İttihatçıların Sultan Abdülhamid’e karşı elde ettikleri başarı İstanbul’da mason localarının yeniden açılmasını sağladı. Zira 1908 Devrimi başarılı olmuşsa da Sultan Abdülhamid İttihatçılar için endişe kaynağı olmakta devam etmekteydi.
Selanik’te durum bu merkezde iken İstanbul’da yaşanan bir iki hadise ise masonluğa, Selanik’te olduğunun aksine, muhafazakâr ulema tarafından pek de hoş bakılmadığını göstermişti. İttihat Terakki Cemiyeti’nin önde gelen isimlerinden biri olup Adalet Bakanlığı’nda bulunmuş olan Manyâsizâde Refik Paşanın cenaze töreninde Selanik Mason Locası üyelerinin Manyâsizâde’nin masonik nişanlarını kefeninin üzerine koymaları birçok yorumun yapılmasına sebebiyet vermişti. Selanik’i iyi bilen İstanbullu bazı Türkler İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin simgeleri ile Makedonya Risorta Locası ve Yahudi Beni Brith Cemiyeti arasındaki garip benzerliğe işaret etmiş ve ileri geri yorumlarda bulunmaktan kaçınmamışlardı. İttihatçıların sloganı olan “Hürriyet”, “Eşitlik” ve “Kardeşlik” sözcükleri aynı zamanda İtalyan masonlarının da klişeleşmiş sözleriydi. Kırmızı ve beyaz renklerinin İttihatçılarca seçilmiş olması da tesadüfi bir şey değildi ve İtalyan Locası ile paylaşılan ortak bir felsefenin tabii eseriydi.
Diğer taraftan Türk masonluğu zuhur eden istismarcılar marifetiyle suiistimal edilmeye de başlanmıştı.
Kendisini gayrinizami bir şekilde oluşturulan Kudüs Büyük Doğusu (Grand Orient of Jerusalem) için Baş Üstat olarak atattıran ve az sayıdaki takipçileri arasında Memphis’in Büyük Yorumcusu” gibi tumturaklı unvanlar dağıtmaya başlayan Mısırlı meşhur Urfi Paşa 1909 Martında İstanbul’da görülmüşse de 31 Mart Askeri Darbesi’nden endişe duyarak Mısır’a geri dönmüş ve bir daha da ortalıkta gözükmemişti.
Sahnede görülen bir başka maceracı ise biraz daha ilgi duyulmayı hak eden, Fransız korumasında olup milliyeti hiçbir surette bilinmeyen fakat muhtemelen Suriyeli bir Yahudi olan, İskenderiye’de ikamet eden Akdeniz havzasının muhtelif bölgelerinde masonluğu istismar ederek yaşayan, Hıdiv’e, İngiliz ve Alman ordularında hizmet görmüş Alman-Türk tabiatlı Mısırlı Prens Aziz Paşa Hasan’a ve tanınmış daha başka isimlere muhtelif suretlerde esrarengiz hizmetler sunan Yusuf Sakakini olmuştu.
Yusuf Sakakini de İstanbul’a gelmiş ve kendisi ile Aziz Hasan’ın reklamını yapma noktasında hiçbir fırsatı kaçırmayarak Selanik Locası’na hizmet etmeye hazır bulunmuştu. Yusuf Sakakini Belçika Yüksek Masonluk Konseyi üyesiydi ve 33. dereceden mason biriydi.
Bu tarihlerde masonluk adeta bir moda haline gelmişti. Bahsi geçen isimlerden başka İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne mensup daha birçok isim mason olmuştu. Tanin’in editörü ve İstanbul milletvekili olan ancak geçmişte Sultan Abdülhamid için sayfası 4 kuruştan Türkçeye roman tercümeleri yapan Hüseyin Cahit Bey, Dr. Behaeddin Şakir, Bayındırlık Bakanı Halaçyan Efendi, Adalet Bakanı Necmettin Molla ve Şeyhülislam Musa Kazım masonluğu tercih edenler arasındaydı.
Gerçek şu ki Temmuz 1908’deki devrimden kısa bir süre sonra, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelen üyelerin çoğunun mason olduğu anlaşılmıştı. Öyle ki insanlar 31 Mart Devrimi’nin bir Türk devriminden ziyade bir Yahudi hareketi olduğunu konuşmaya başlamışlardı. Zaten Makedonya’dan gelen kuvvetlerin İstanbul’a girmeleri masonların rehberliği ve yönlendirmesi ile gerçekleşmişti.
1909 Haziranında Türkiye Büyük Doğu (Grand Orient of Turkey) Mason Locası teşekkül etti. İtalyan Büyük Doğu (Grand Orient of Italy) Mason Cemiyeti, Türkiye Büyük Doğu Mason Cemiyeti’ni himayesine aldı. 33. dereceden Belçikalı meşhur mason Comte Goblet d’Aviella Türkiye Büyük Doğu Mason Cemiyeti’nin açılış seremonisine başkanlık etti. Açılış töreni oldukça azametli olmuş ve Hasköy’den, İzmir’den, Macaristan’da birçok şehirden ve merkezi imparatorluklardan birçok Yahudi genci ve çok sayıda tanınmış İttihatçı törende hazır bulunmuşlardı.
Türkiye Büyük Doğu Locası Yüksek Kurulu da ilk defa açılış merasimi sırasında oluşturulmuş ve üyeleri şu isimlerden teşkil olunmuştu:
Üstad-ı Azam : Talat Bey (Müslüman)
: Faik Bey (Müslüman)
: Prens Aziz Hasan (Müslüman)
: Fethi Bey (Müslüman)
: Carasso Efendi (Yahudi)
: Faraggi Efendi (Yahudi)
: Cohen Efendi (Yahudi)
: Cavit Bey (Dönme)
: Sârim Kibar (Dönme)
: Mehmet Talat (Dönme)
Sekreter : Sakakini Efendi (? Muhtemelen Yahudi)
Talat Beyin üstad-ı azamı olduğu bu Büyük Doğu Locası esasen bir loca olmaktan öte bir şeydi ve adeta ülkenin görünmeyen hükümeti halindeydi. Talat Bey locanın başkanıydı. Bir zamanlar 3 lira aylık maaşı ile sıradan bir telgraf memurluğu görevinde bulunmuş olan Talat Beyin mason olması son derece önemliydi. Zira o, İttihatçılar Türkiyesinin ordusu, finansal yapısı, örf-i idaresi, parlamentosu, kısacası genel olarak imparatorluğun kaderi üzerinde son derece etkili bir şahsiyetti.
Türkiye’deki bu yeni Masonluk, İngiltere ve Amerika’nın aksine, büyük ölçüde gizli ve politikti. Locaya dair bilgi yalnızca kendisine kesin bir güven duyulan birine verilebilirdi. Locanın siyasi sırlarına ihanet edenler mafyanın ellerine düşmekten kurtulamazdı. Bu anlamda locanın benimsediği işaretleri ifşa eden yerel bir locaya ait bir mason divanı harpte yargılanmakla tehdit olunmuştu.
Bu noktada Temmuz 1908'de devrimden kısa bir süre sonra İsmail Mahir Paşanın gizemli bir şekilde öldürmüş olması hatırlanabilir.
İsmail Mahir Paşanın öldürülmesinin temel nedeni locanın bir kısım sırlarını öğrenmiş olması ve bunları Yıldız Sarayı'na bildirmiş bulunması olarak yorumlanmıştı.
31 Mart hadisesi sonrasında İttihatçı Darbesi’nin Yahudi-Mason örgütlenmesine ve masonların üst düzey görevlerde bulunmalarına fırsat sağladı.
Aralık 1909’da Hamburg’daki Dokuzuncu Siyonist Kongresi, Yahudi dünyasındaki “Bölgeselciler” ve “Siyonistler” şeklindeki bölünmeye “Türk devriminin bir mucize şeklinde” şifa sağladığını açıklamıştı. Ayrıca o güne kadar meydana gelişi tatmin edici bir şekilde açıklanamamış olan 31 Mart hadisesi sırasında Selanik'ten başkente özel olarak gönderilen ve Kamil Paşa'nın III. Ordu Birliği'ne geri gönderilmesini istediği dört taburun ayaklanmayı başlatmış olduğu da dikkatlerden kaçmış değildi.
İsyan ya da gerici hareket olarak nitelenen 31 Mart hadisesi sırasında bu dört taburun idaresi bir kripto-Yahudi ve mason olan Albay Remzi Beyin komutasında bulunmaktaydı. Albay Remzi Bey bu tutumu nedeniyle divanı harpte yargılanmak ve mahkûm olmak yerine, Sultan Reşat’ın başyaveri olarak atanmakla ödüllendirilmişti.
Emmanuel Carasso bir Yahudi ve mason sıfatıyla icra etmiş olduğu hizmetlerinden ötürü olsa gerekir ki Sultan Abdülhamid’e hal edildiğini tebliğ eden heyette yer aldı.
Sultan Abdülhamid ise tahtan indirildikten sonra Selanik’e gönderildi. Ancak kalması için tahsis edilen mekân esas itibariyle Jön Türk komitesinin bankerleri olan bir İtalyan Yahudisinin eviydi. Abdülhamid’in bu evdeki güvenliğinden sorumlu olan kişi de yine bir mason olan Remzi Beydi.
.
İttihatçıların mason yüzleri - III/IV
Prof. Dr. Metin Hülagü: İttihat ve Terakki’nin ordu üzerindeki hâkimiyetinin devam edebilmesi için subay sınıfı, özellikle gençler subaylar, başkanlığını Niyazi Bey'in kardeşi Binbaşı Osman Fehmi Beyin yürüttüğü ve Niyazi Beyin doğum yerinden adını alan “Resne” locasına alınıp masonlaştırıldı.
Selanik’in Yahudi gazeteleri şehrin misafiri Abdülhamid’i, Siyonist lider Theodore Herzl’in Yahudilerin Filistin’e yerleşmesine müsaade edilmesi yolundaki talebine iki defa kulak tıkaması ve ayrıca Polonyalı Yahudilerin hicretlerine izin vermeyerek Filistin’de Siyonizm’in ön gördüğü düşüncelerin gerçekleşmesine engel olması nedeniyle, “Yahudi düşmanı” diye lanse etmiş ve bu suretle onunla dalga geçmişti.
Bu dönemde, son derece zeki ve yetenekli bir Kripto-Yahudi ve mason olan Selanik milletvekili Cavit Bey Maliye Bakanı oldu.
Yine bu dönemde bir mason olan Talat Bey İçişleri Bakanlığı vazifesini üstlendi.
Talat Bey İçişleri Bakanı olduktan sonra vali ve vali yardımcıları gibi çeşitli yerlere masonları atamak ve meclis üyesi yapmak suretiyle masonluk ağını imparatorluk geneline yaymaya çalıştı. Böyle davranmaktaki en basit maksadı ise her şehirdeki idare meclislerinin kendisi ve Cavit Bey aleyhinde karar almaları veya menfi bir harekete kalkışmaları durumunda bu meclisleri kolayca feshederek yerlerine yenilerini oluşturma imkânını elinde tutmaktı.
Sadrazam/Başbakan Hilmi Paşa da mason olmak için bu dönemde başvuruda bulundu, fakat müracaatını daha fazla sürdürmedi.
31 Mart vakası üzerine ilan edilen ve iki yıl boyunca devam eden sıkıyönetimde mahkemelerde görev yapan askeri hâkimlerin ekserisi masondu.
Parlamentonun çok katı bir Basın Yasası’nı kabul etmesinin ardından Basın Ofisi Müdürlüğü’ne Selanikli bir Kripto-Yahudi ve mason biri atandı.
Osmanlı Telgraf Ajansı Bağdatlı bir Yahudi’nin yönetimine bırakıldı.
Sadrazamlığı/Başbakanlığı sırasında Hakkı Paşanın emrine, özel sekreterliğini yapmak üzere, bir Yahudi getirildi.
Bu dönemde yine Selanikli bir Yahudi-mason olan bir avukatı Adalet Bakanlığı’na danışman olarak atama girişimi başarı ile neticelendi.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin İstanbul Merkez Şubesi yine bir Selanikli Kripto-Yahudi ve mason olan biri tarafından idare olundu.
Bir başka Selanikli Kripto-Yahudi ve mason, başkente belediye başkanı olarak atanmak istediyse de bu emelinde muvaffak olamadı. Mısırlı bir mason olan Prens Said Halim, başkan değilse de, başkentin belediye başkan yardımcısı oldu.
Yapısal bir değişim geçirmesinden sonra polis ve jandarmayı da kapsar hale gelen Polis Nezareti/Bakanlığı’na Selanikli bir mason atandı.
İtalyan Hükümeti, kariyeri itibariyle konsolosluk ve sefaretle alakası bulunmayan ancak Yahudi ve aynı zamanda Mason olan Primo Levi adında birini Selanik'e başkonsolos olarak tayin etti.
Diğer taraftan Mezopotamya'ya göç etmeleri yönünde Amerikan Yahudilerine Jacob Schiff ile birlikte tavsiyelerde bulunan Oscar Strauss da Amerikan Büyükelçisi olarak İstanbul’a atandı.
Bu dönemde çıkarılan bir kanunla Bulgar, Yunan ve sair kesimlerce kurulmuş olan tüm cemiyetlere sınırlama getirilmişken mason locaları, başta Makedonya olmak üzere mantar gibi açılıp çoğalmaya başladı. Başkentte bir yılda açılan loca sayısı 12 adedi bulmuştu. Açılan bu mason cemiyetleri doğru dürüst soruşturmaya bile maruz kalmadı.
İttihat ve Terakki’nin ordu üzerindeki hâkimiyetinin devam edebilmesi için subay sınıfı, özellikle gençler subaylar, başkanlığını Niyazi Bey'in kardeşi Binbaşı Osman Fehmi Beyin yürüttüğü ve Niyazi Beyin doğum yerinden adını alan “Resne” locasına alınıp masonlaştırıldı.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin milletvekilleri ile senatörlerinin büyük bir kısmı, İçişleri Bakanı Talat Bey ve bir zamanlar aylık 10 lira maaş ile öğretmenlik yapmış olan Maliye Bakanı Cavit Beyin baş üyeliğini yaptığı “Anayasa” adlı locaya bağlıydı.
Bazı muhalefet milletvekilleri, özellikle de Araplar, kendilerinin “ayazda” ve yerel siyasi kulis ve entrikaların dışında bırakıldıklarını düşünerek “Uhuvvet-i Osmaniye” (yani Osmanlı Kardeşliği) ve “Muhibban-ı-Hürriyet” (yani Özgürlük Dostları) gibi localara kayıt olmaya başlamıştı.
Dahası, çoğunlukla Güney Arnavutluk ve Makedonya'da bulunan ve Sünni İslam’a dâhil olmayan, masonlarınkine benzer gizli bir öğreti ve örgütlenme içinde yer alan 1.000.000 kadar Bektaşi, mason olma arzusunda olduklarını ifade etmişti.
Dolayısıyla 1909-1910 döneminde İstanbul’da kurulan mason locaları şöyleydi:
- Vefa Oryantal (veya Oryantal Sadakat)
- Les vrais Amis de l'Union et Progres (İttihat ve Terakki’nin Gerçek Dostları)
- Bizans Risorto
- La Véritas (Roma mitolojisinde hakikatin vücut bulmuş hali ve tanrıçası)
- La Patrie (Anavatan)
- La Reneissance (Yeniden Doğuş)
- Makedonya Risorta (Makedonya Risorta’nın şubesi)
- Şafak
Sonuncu loca Mısır’ın gizli siyasetine ilgi duyan öğrenciler tarafından hiç de bilinmeyen bir isim ve yer değildi.
Selanik ve Makedonya masonluk örgüsünde olduğu gibi bu locaların tümü büyük oranda Yahudiler, Rumlar, Ermeniler ve diğer yerli Hristiyan unsurlarca ya yönlendirilmişlerdi veya kendilerinden esinlenmeleri kaçınılmaz hale gelmişti.
Diğer taraftan Genç Türkiye masonluğunun Selanik aracılığıyla başkente tanıtılması süreci de Mısır masonluğuyla yakından alakalı bir seyir izlemişti.
İskoçya Büyük Locası tarafından tanındığı söylenen Mısır Büyük Locası Üstadı İdris Bey Ragıp, Mısır, Suriye, Filistin ve Lübnan’daki bir dizi locanın kurucusu ve yöneticisiydi.
Muhammed Urfi Paşa da Mısır, Kudüs ve Güney Suriye’de bir kısım locanın kurucusu olmuştu ve İstanbul’u da bu örgü içine sokmak için fazlasıyla çaba sarf etmekteydi. Hatta bu arzusuna binaen 1909 baharında İstanbul’a gelmiş, ancak muayyen olumsuzluklarla karşılaşmıştı. 31 Mart hadisesi vuku bulunca da durumdan endişelenerek süratle Mısır’a kaçmıştı.
Bundan daha önceki bir zamanda ise İdris Ragıp, İskenderiye’de İtalyan locasına 17. dereceden mason olarak bağlı bulunan Prens Aziz Hasan’ı İstanbul localarını Mısır Büyük Locası’na dâhil etme görevi ile yetkilendirmişti.
Mason güdümlü Makedonya kuvvetleri İstanbul’a girdikten sonra daha evvelce masonluğa kati bir biçimde karşı çıkmış olan Sultan Abdülhamid tahttan indirildikten sonra İstanbul localarını Mısır Büyük Locası’na dâhil etme konusunda müzakerelere başlanılmıştı.
İtalyan Büyük Doğu Locası ve Prens Aziz Hasan’ın muvafakatleri alınarak Türkiye Büyük Doğu Locası'nı oluşturması için yetkilendirildi. 1909 Temmuz yahut Ağustosunda locanın kurulmasının gerçekleşmesinden sonra İçişleri Bakanı olan, Kırcaalili ve Roman kökenli Mehmet Talat Bey bu locaya “Üstad-ı Azam” seçildi. Böyle bir gelişme neticesi 1909 Nisanında (31 Mart) Makedonya kuvvetlerinin Abdülhamid karşısında elde etmiş oldukları başarı ve İstanbul’a hâkim olmaları aynı zamanda İtalyan güdümlü mason teşkilatının İngiliz onaylı Mısır Büyük Doğu Locası’na karşı zafer kazanması anlamını da taşımaktaydı. Dolayısıyla İstanbul ve Makedonya’daki bütün localar kademe kademe bu locaya bağlandılar. Ayrıca Suriye ve Mısır’daki tüm locaların Osmanlı Büyük Doğu locasına bağlanmasına karar verildi. Kendisine Sakakini’nin eşlik ettiği Prens Aziz Hasan bu maksatla tekrar Mısır’a döndü. Fakat İdris Bey Ragıp ve daha başkaları, Mısır ve Lübnan’ın imtiyazlı eyaletler olduğunu, masonluk konusunda da bağımsız olmaları gerektiğini ileri sürerek alınan karara itirazda bulundu. Bu gelişme sonrasında Prens Aziz Hasan ile İdris Ragıp’ın arası açıldı. Osmanlı Büyük Doğu Locası “Üstad-ı Azam”ı Talat Bey Mısırlı milliyetçi lider Muhammed Ferit’i İstanbul Büyük Doğu Locası’na Mısır temsilcisi olarak atadı. Bu atamanın töreni Mısır’ın Tanta şehrindeki locada icra edildi. Halil Hamade Paşa, Mukaddem’den Şahin Makaryos ve milliyetçilere sempatik bakmayan daha başka Mısırlı masonlar ve hatta Hıdiv bu atamaya fazlası ile itiraz ettilerse de artık yapılan atamanın değişmesi mümkün değildi.
İttihatçıların mason yüzleri - IV/IV
Prof. Dr. Metin Hülagü: İttihatçılar mason locaları ile irtibatlı olmanın ötesinde fanatik Ermeni ayrılıkçı örgütü Taşnaklar ile de temas halindeydi. Kısmen masonların etkisinde kalarak ve kısmen bir Avrupa lisanı olarak Fransızcanın Akdeniz havzasının etkili dili olduğunu kabul ederek Fransız Devrimi’nin dinsiz ve eşit kılma prensibini taklit etmekteydiler.
İttihat ve Terakki liderlerinin Yahudi masonik rütbe ve nişanlarını Türkiye’ye kazandırma konusunda neden bu kadar zora ve zahmete katlandıklarının nedeni irdelenebilir.
Böyle davranmalarının muhtemel nedeni şu hususlar olabilir:
- Diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de belli bir kesim masonları gizemli ve habis varlıklar olarak varsaymaktaydı. Yeni rejimin ilk günlerinde İttihat ve Terakki’yi saran gizem bulutunu derinleştiren her şey, İttihat ve Terakki idaresinin prestijine katkıda bulunmaktaydı.
- Türkiye Büyük Doğu Mason Cemiyeti üyesi olan eğitimli Selanik Yahudileri Dönmeler ve müfrit Jön Türkler serbest düşünceliydiler. Çoğu kere de, ister kilise sınıfı isterse ulema bağlamında olsun, dini sınıfa aşırı derecede düşmandılar. Dini sınıf aleyhtarlığı, Yahudi etkisinin nispeten etkin olduğu, İtalya ve Fransa Büyük Doğu localarının itici gücüydü. Yahudiler, devrimci bir cemiyet olan İttihat ve Terakki Cemiyeti için Latin dünyasında destek bulma ümidi ile Jön Türklerin bu “aşırı” unsurlarla temas içerisinde olmalarını sağlama arzusunu taşımaktaydılar. İttihatçılar da zaten bu duruma ters düşer bir halde değildi.
- Birkaç mason locasının İstanbul’da kurulması İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin öncü simalarını, cemiyetin “aşırı sol”da yer alanlarını, oldukça hızlı bir şekilde genişlemekte olan teşkilat dairesi içerisinde cemiyet yemini ve masonik prensipler çerçevesinde birbirine bağlı “bir iç muhit” oluşturma noktasında görece bir gizlilikle bir araya getirmekteydi.
Eugene Tavernier bir makalesinde Fransız İhtilalini “Büyük Doğu’nun kızları” olarak betimler. Aynı betimleme burada rahatlıkla İttihat ve Terakki’ye de uyarlanabilir gözükmektedir. Zira nüfusun büyük bir kesimi masonluğun kaidelerine muhalifti. Fransız Cumhuriyetçileri ve masonları gibi, halkın dilindeki en sık kelime “tepki” ve “ruhaniyet” kelimeleri olmuştu. İslam’ı hukuki açıdan değiştirmek veya modernleştirmek gibi bir yola gidilmek yerine öncelikle içi boşaltılmaya ve erozyona uğratılmaya çalışılmıştı. Liderlerinin çoğu, açık bir şekilde rasyonalist olsalar da, paradoksal olarak, kitlelerin İslami tutkularını politik bir silah olarak kullanmaya ve onu ulusal, yani Asya, Pan-İslamcılık sınırlarında şovenist kanallara yönlendirmeye gayretindeydi.
Diğer taraftan muhalefete karşı gayet toleranssız davranılmış ve rakipleri yok etmenin temel yöntemlerinden biri, onları öncelikle açık bir muhalefet içerisinde bulunmaya itmek ve sonra da “gerici” ithamıyla ezme metodunu uygulamaya koymaktı. Takip edilen bir başka yöntem ise ulemadan bazı kimseleri mason olmaya teşvik etmek ve onlar örnek gösterilmek suretiyle halkın endişe ve önyargılarının üstesinden gelinmeye çalışmak olmuştu. O günkü bir tarihsel tanım ile bu durum tam da “halkı Yahudi esrarı ile uyuşturma” çabasıydı.
Jön Türk hareketi daha yakından incelendiği takdirde İttihat ve Terakki’nin Araplar, Yunanlılar, Bulgarlar, Ermeniler gibi Osmanlı unsurlarına muhalif oldukları görülür.
İttihatçılar devrim süreci içerisinde kendilerini bütünüyle Yahudilerle yakın bir dayanışma içerisine sokmuşlardı. Bu dayanışmanın en azından görünürdeki nedenlerinden birisini İttihatçıların ciddi derecede paraya olan ihtiyaçları oluşturmuşken Yahudi-mason Siyonistlerin hedefleri ise İttihat ve Terakki idaresinde bulunan mukaddes yerleri ele geçirmek olmuştu. Zira Siyonistler, yıllardır mücadelesini verdikleri Filistin’e sınırsız göç edebilme imtiyazını elde etmeyi başarmaları halinde bir taşla iki kuşu birden vurmuş olacaklardı: Jön Türkleri maddeten kendilerine muhtaç kılmak ve Filistin’de otonom bir devlet kurarak Rusya ve Romanya esaretindeki birkaç milyonluk Yahudi dindaşlarını oraya yerleştirebilmeyi başarmak.
Osmanlı vatandaşı olmayan Yahudilere sınırlama getirilmeksizin Filistin’e hicret etmelerine müsaade olunması halinde Siyonistler Türkiye’nin mali borçlarını bütünüyle üstleneceklerdi. Selanik komitesinin etkin ismi Yahudi asıllı Dr. Nazım, beraberinde yakın dostu Selanikli kripto Yahudi Faik Bey Toledo olduğu halde, Yahudi Kolonizasyon Derneği’nin Paris şubesini ziyaret etmişti. Bu ziyaret sonrasındadır ki Dr. Nazım Bey iştiyaklı bir surette 200.000 Romen Yahudisinin Makedonya’ya ve ayrıca birkaç milyon Rus Yahudi’sinin de Mezopotamya’ya intikal ettirilmesine hep taraftar olmuştu.
İttihatçılar ağır askeri harcamalarda bulunmaya devam ettikleri sürece mali borçlanmada bulunmaktan kurtulamayacaklardı. Bu da Yahudi bankerlerin baskılarına daha fazla maruz kalacakları anlamına gelmekteydi. Sultan Abdülhamid mali sıkıntı içinde olduğu dönemde Siyonist lider Herzl tarafından kendisine yapılan benzer bir teklifi reddetmişti. Oysaki Mezopotamya ve Filistin Yahudilerin elde etmek istedikleri temel bir hedef ve aşikar bir gerçekti. Dolayısıyla Yahudilerin nihai olarak ulaşmak istedikleri nokta Türkiye’yi iktisaden hususi bir tarzda ele geçirmek ve bu ülkede karşılığını fazlasıyla alacakları yeni yatırımlara yönelmekti.
Daha evvelce de ifade edildiği üzere Yahudiler, koltuğunda aslen bir Ermeni olan Halaçyan Efendinin oturup imtiyazları tasarruf etme gücünü elinde bulunduran Bayındırlık Bakanlığı vasıtasıyla İttihat ve Terakki Hükümeti çarkındaki her önemli makamı elde etmişler veya kontrolünü kendi ellerine geçirmişlerdi. Görevi sona eren birinin yerine, bir Yahudi ya da Yahudi adayı birinin atanması için kararlı bir şekilde girişimde bulunmuşlardı. Fakat Adana Ermeni olaylarından sonra Ermenilerin de, devlet çarkının bir bölümünde de olsa, bulunmaları gereği hissedilmiş ve Halaçyan Efendi, görevine son verilmesi umulurken, Talat ve Cavit Beyin bağlı olduğu mason kocasına kayıtlı bir mason olmak vesilesiyle vazifesini devam ettirebilmişti. Fakat bu durum Yahudi sermayeli Le Jeun Turc / Jön Türk gazetesinin kendisini ağır bir üslupla ele alıp saldırı konusu etmesine ise engel olamamıştı. Saldırının arkasındaki temel neden ise Halaçyan’ın yerine bir Yahudi’nin veya Yahudi güdümlü bir Türkün o makama getirilmesi arzusuydu. Hiç şüphe yok ki İttihatçılar idaresinde etkin bir yer edinme gayretinde olan bir Yahudi’nin rakibi olarak gördüğü diğer azınlık unsurlar ile Türklerin arasını açmak gibi bir tutum benimsemesi olmaz ise olmaz bir şeydi.
Yahudi eksenindeki uluslararası denge gereği Yahudiler İttihatçılara zihin desteği sağlamak, yatırımda bulunmak, Avrupa basınındaki hâkimiyetinden yararlandırmak ve ekonomik avantajlı para desteği sağlamak suretiyle İsrail’in kurulması emelini tahakkuk ettirme arzusundaydı. Gördüğü Siyonist destekle İttihatçılar Türkiyesi de milli bağımsızlığını yeniden elde edebilir ve Avrupa kıskacından kurtulabilirdi.
İttihatçılar mason locaları ile irtibatlı olmanın ötesinde fanatik Ermeni ayrılıkçı örgütü Taşnaklar ile de temas halindeydi. Kısmen masonların etkisinde kalarak ve kısmen bir Avrupa lisanı olarak Fransızcanın Akdeniz havzasının etkili dili olduğunu kabul ederek Fransız Devrimi’nin dinsiz ve eşit kılma prensibini taklit etmekteydiler.
İttihatçı politika netice itibariyle özellikle Suriyeliler ve Araplar olmak üzere Rum ve Bulgar gibi Osmanlı unsurlarının ülkede gerçek bir anayasal düzen kurulabileceği ümidini sona erdirdi ve bu unsurları kendisinden uzaklaştırdı. Bu durum tabii olarak onları Türklerden nefret edip küçümsemeye ve kendilerini entelektüel ve kültürel olarak daha üstün görmeye sevk etti. Türkleştirme politikasına rıza göstermemeleri, Siyonizm ve Yahudilerin Suriye ve Mezopotamya’yı işgal etmelerinden endişe duymaları ve kendi aralarında birliktelik sergileyememeleri de onların birçoğunun bir Arap hükümeti olarak Hıdiv idaresine yönelmelerine sebebiyet verdi.
.
Said-i Nursi’nin Sultan II. Abdülhamid’e nasihati
Sultan II. Abdülhamid tahta çıktığında Osmanlı Devleti o güne kadarki siyasi tarihinin en bunalımlı günlerini yaşamakta; ekonomik, sosyal ve askeri açıdan oldukça zayıf bir vaziyette bulunmaktaydı. Hemen her tarafta çözülme ve dağılma hareket ve temayülleri de açık bir şekilde kendisini göstermekteydi.
Amcası Sultan Abdülaziz döneminde başlamış olan Bosna-Hersek ve Bulgar ayaklanmalarına ve ağabeyi V. Murad döneminde patlak veren Sırbistan ve Karadağ savaşlarına İngiltere ve Rusya’nın kışkırtması ve desteği ile sonraki zamanlarda Doğu ve Güneydoğu’da kurulmak istenen Ermeni ve ayrıca Yahudiler tarafından Filistin toprakları üzerinde tesis edilmek istenen İsrail devleti meseleleri de ilave olunmuştu.
Bu minvalde bir siyasi atmosfer içerisindeki imparatorluğa onu selamete erdirecek bir çıkış yolu bulma mücadelesindeki Sultan Abdülhamid’e o zamanı ulemasının bir kısmı ise muhalif ve muarız bir tutum sergilemekteydi.
Sultan Abdülhamid’e muhalif ve muarız olunmasının tabii ki birden fazla sebebi mevcuttu. Ancak Abdülhamid’e ve Yıldız Sarayı’na muhalefet edilmesinin temel dayanağı çoğu kere idari ve siyasiydi. Fakat muhaliflerin muhalefetlerine dayanak teşkil eden şeyler yersiz, asılsız, çelişkili, bilgisiz, cahilane, bağnazca yahut nefsaniydi. Ayrıca akıl verme, kıskançlık sergileme, düşmanlık besleme ve bireysel çıkar gözetme gibi etkenleri de yukarıdaki nedenlere ilave etmek gerekmekteydi.
O dönemde Saray’a muhalefet eden hemen her şahıs ya Sultan Abdülhamid’in şahsından ziyade onun etrafında yer alan bürokratlar ve saray bendegânını üzerinden kendisine saldırıda bulunarak onu yermiş yahut Saray’ı hadsiz ve hesapsız derecede israf içinde bulunduğu ithamıyla padişaha yüklenmeye çalışmıştı. Nihayeti itibariyle yöneten ile yönetilenler arasında ciddi bir güven bunalımının söz konusu olduğu bir ortamda ulema sınıfından bazı isimler de yönetme arzusu ve akıl verme hali ile Abdülhamid ve idaresine karşı hareket etmişlerdi.
Bu garip ve acayip hal ve tavır, akıl verme veya akıldânelik etme durumu ulema sınıfı mensuplarından bazıları için genel bir ruh haline dönüşmüş ve Abdülhamid ile aralarında çatışmayı kaçınılmaz kılmıştı.
Said-i Nursi’nin bu noktadaki tavrı, hakikaten ilginçtir.
Devrin diğer şair ve yazarlarında olduğu ve görüldüğü gibi Said-i Nursi’de de kendisini mürşit, rehber, en doğruyu ve en iyiyi bilen, akilane, akildâne olma ve öyle görme halet-i ruhiyesi söz konusu olmuş gözükmektedir.
Ancak o bu husustaki düşüncesini bir rüya formunda ifade etmiş, Sultan Abdülhamid’e mana aleminden seslenerek idari ve siyasi noktada kendisini uyarmıştır.
Şöyle ki:
“Yedinci Madde*:
Hilafete dair bir rüyadır. Mana âleminde padişahı gördüm.
Dedim: Sen ömrünün zekâtını İkinci Ömer (Ömer b. Abdülaziz)’in yolunda sarf et; ta ki Meşrutiyet yönetimi için gerekli olan ve biatin anlamı demek olan herkesin sevgisini kazanasın.
Padişah dedi: Ben onun (Ömer b. Abdülaziz’in) yolunda gideyim, siz de o zaman onun ehlini taklit edebilirsiniz. Nerede sizde onlardaki İslâm kuvveti, saffet ve ahlâk?
Ben dedim: Bizdeki kamuoyundaki farkındalık, prensiplerin olgunlaşması ve vasıtalar ve medeniyet anlayışı, o noktaların yerini tutmakla, hem o noktaları elde etme, hem de umulan bir sonuç olarak adalet ve terakkiyi sağlayabilir.
Yabancı devletlerin adaleti bunu ispat eder.
O dedi: Nasıl yapacağım?
Dedim: İstibdat, Osmanlı memleketlerinin kalbi durumundaki İstanbul’da kan bırakmadığından iyi niyet gösterir bir şefkat ile Meşrutiyet’i kansız kabul ettiğin gibi iğrenç hale gelmiş olan Yıldız Sarayı’nı da gönüllerin sevgilisi durumuna getirmek için, eski zebaniler yerine rahmet melekleri gibi, hakikati bulup meydana çıkaran âlimleri doldurmak ve Yıldız’ı üniversite gibi etmek ve İslami ilimleri ihya etmek ve şeyhülislamlık makamının ve hilâfetin gerçek mevkiini yükseltmek ve milletin kalp hastalığı olan inanç zaafı ve baş hastalığı olan cehaleti servet ve iktidarınla tedavi etmekle Yıldız’ı (gökteki) yıldız kadar yücelt; öyle ki Osmanlı Hanedanı o hilâfet burucunda adaletin ışık saçanı olabilsin.
Ayrıca, zaruri ihtiyaçlar konusunda tasarruflu ol; ol ki alışılmış olan israfa gücü olmayan biçare millet de uysun. Madem ki halifesin!..
Birden rüyadan uyandım. Gördüm ki asıl rüya bu uyanıklık âlemidir, asıl uyanıklık hali de o gördüğüm rüya imiş.”
.
Büyükada'daki gizemli köşkün hikayesi...
Arap İzzet Paşa’dan Leon Troçki’ye...
Bir köşkün biyografisi
İstanbul’un tarihi güzelliklerinden birisi de bünyesinde önceki asırlardan günümüze intikal etmiş olan yalıları, köşkleri ve konaklarıdır.
Bir zamanlar Boğazın iki yakasında, Kâğıthane, Kadıköy, Çamlıca, Adalar ve daha pek çok yerde bugünkülerden çok daha güzel, sanat ve zarafet örneği köşkler ve kâşaneler vardı. Ancak İstanbul’un meşhur olan bir başka tarihi unsuru daha mevcuttu. Yangınlar. Günlerce süren ve her şeyi yakıp yok eden yangınlar. Yangınlardan insanlar kadar köşkler de az çekmemişti.
Söz konusu yangınlardan tabii ki Büyükada’daki Arap İzzet Paşa Köşkü de nasibini almıştı.
Büyükada’da yer alan ve denize sahili olan bu müstesna köşk fiziki konumu ve sanatsal değeri kadar malikleri ve içerisinde oturanları bakımında da hep dikkat çekici oldu. Köşk, tarihin ileri gelen şahsiyetlerinden Şehzade Sultan Mehmet, Banker Konstantinos İliaskos, gölge padişah Arap İzzet Paşa ve sürgünde bir devrimci Leon Troçki ile hemhal oldu.
Öncelikle Arap İzzet Paşa Köşkü’nün üzerine yapıldığı arsa bir vakıf malıydı. Bu durum Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bilgisi dâhilinde midir bilemeyiz ama arşiv belgelerinde “Adadaki köşkün zemini Şehzade Sultan Mehmet Han Hazretleri vakfına mukataalı tahsisat kabilinden vakfedilmiş araziden olması dolayısıyla bu arazinin kadim mukataası ait olduğu vakfa verilmek ve daha sonra tesis olunacak vakfa ilhak olunmak üzere…” denilmektedir.
Bu ifadeden anlaşılan o ki Arap İzzet Paşa Köşkü’nün arazisi bir vakıf malıdır; mukataalarının ait olduğu vakfa verilmesi gerekmektedir ve ayrıca arazinin ait bulunduğu vakfa ilhak olunması icap etmektedir.
Şehzade Sultan Mehmet Han Hazretleri Kanuni Sultan Süleyman’ın çok sevdiği şehzadelerinden biriydi. Hürrem Sultan’dan 1521’de dünyaya gelmişti.
Şehzâde Mehmet, babasıyla önce 1537’de Korfu ve 1541’de Budin seferlrrine katıldı. Bu başarılı seferlerin ardından 1542’de Manisa Sancağı’nda sancağa çıktı, sancak beyi oldu. Ancak Şehzâde Mehmet Manisa’da fazla yaşayamadı. Bir yıl kadar sonra (1543) hastalandı ve kısa bir süre sonra da vefat etti. Cenazesi İstanbul’a getirilerek defnedildi.
Evlat acısı ile ciğeri yanan ve ıstırabını gözyaşları ile atmaya çalışan Kanuni Sultan Süleyman genç yaşta ölen bu çok sevdiği, kibar, alımlı, sevgi ve şefkat dolu ve aynı zamanda cömert oğlu Şehzâde Mehmet adına sadakalar dağıttırdı. İstanbul’daki imarethanelerde fakirlere yemekler ikram ettirdi. Ama sadece bunları yapmakla yetinmedi. Bu çok sevdiği oğlunun ruhu için ayrıca bir türbe, bir câmi, bir imarethane ve bir de medrese yapımı için İmparatorluğu’nun en parlak devrinin en büyük mimarı Mimar Sinan’a emirler verdi. Oğlunun adını bu dünyada baki kılmak istedi. Her daim hayır dua ile yâd olunsun diledi.
Mimar Sinan yıllar sonra sanat ve maharetinin değerlendirmesini yaparken; “Şehzade çıraklık, Süleymaniye kalfalık, Edirne’de Selimiye ise ustalık eserimdir” dediği Şehzade Camii ve Külliyesi’ni 1544-1548 tarihleri arasında dört yılda tamamladı.
Kanuni Sultan Süleyman ile oğlu Şehzade Mehmet ilişkisi Süleymaniye-Şehzadebaşı Camii bağlamında aşağıdaki alıntıda ne de güzel ifade edilmiştir:
“Süleymaniye ve Şehzadebaşı arasında bir sevgi hikâyesi vardır. Süleymaniye babanın, Şehzadebaşı ise oğulundur. Baba, anne gibi değildir; sevdiğini uzaktan seyreder; kollarıyla değil, gözleriyle sarar; yanağından değil, gözlerinden öper; yüzüne bakmaz, yanında yürütür; sakınarak korumaz, bırakarak korur; yüzüne gülmez, başını çevirerek güler; arkasından feryat etmez, içli içli, gizli gizli ağlar. Ve Süleymaniye her gece Şehzadebaşı’na ağlayan ver her sabah gülümseyerek uyandıran bir baba gibidir…”
Kanuni, “Şehzâdeler güzîdesi Sultan Mehemmedüm” diye ölüm tarihi düştüğü oğlu Mehmet adına Şehzâde Mehmet Vakfı adıyla bir de bir vakıf kurup vakfiyesini hazırlattı.
Oluşturulan Şehzâde Mehmet Vakfı için 1 kasaba, 121 köy, 3 mezra, 11 çiftlik, 3 değirmen, 2 bostan, 2 çayır, 1 bahçe, büyük bir arazi ve pirinç ekiminin yapılabileceği bir alan vakfedildi.
İstanbul sınırları dâhilinde ise 2 hamam, 1 aşhane, 13 dükkân, 1 mahzen, 2 ev ve 2 çeşme vakfa bağışlandı.
İşte yukarıda sözünü edilen ve köşkün üzerine yapıldığı 9762(?) metrekare genişliğindeki arazi genç yaşta yakalanıp kurtulamadığı hastalık vesilesi ile vefat eden Şehzade Mehmet Vakfı’na tahsisli bir araziydi.
Her ne halde ve her ne surette olmuşsa olmuş vakıf malı olan Büyükada’daki söz konusu 9762 metrekare genişliğindeki arazi üzerine yıllar sonra bir köşk inşa edilmişti.
Kayıtlara ve tarihe İlyasko Yalı Köşkü diye geçen bu köşk Büyükada’da Çankaya Caddesi üzerine 9762 metrekarelik bir alanda bodrum ile birlikte 3 katlı, çatı arası ve geniş bahçesi olan yarı ahşap olarak yapılmıştı.
Köşk yapıldığı günden bugüne dillerden hemen hemen hiç düşmedi. Bazen unutuldu, ama bir şekilde hatırlandı ve kamunun gündemini zaman zaman meşgul etti.
Köşkün ilk sahibi Galata Yüksek Kaldırım’da Atina Bankası’nın müdürlüğünü yapan 1880-1913 yılları arasında yaşamış olan Konstantinos İliaskos adlı biriydi.
Büyükada’da 1884’te bu köşkü yaptıran İliaskos aynı zamanda Heybeliada’da Rum nüfus için bir de İlkokul yaptırmıştı.
İlyasko Yalı Köşkü 1900’ün başlarında el değiştirdi. Sultan Abdülhamid’in İkinci Kâtibi ve şifahi iradelerinin tebliği ile görevli, Şamlı olması nedeniyle Arap İzzet diye anılan İzzet Paşanın mülkiyetine geçti. Bu suretle köşkün adı da değişti, Arap İzzet Paşa Köşkü diye anılır olmaya başladı.
Arap İzzet Paşa ailesi ile birlikte bu köşkte kaldı. Ancak o ne adanın ne de sahildeki bu muhteşem köşkün fazla tadını çıkarabildi. 1908 Devrimi olunca ailesini köşkten alarak can havli ile Avrupa’ya firar etmek zorunda kaldı.
1908 İttihatçı Devrimi üzerine İzzet Paşa Avrupa’ya kaçtı ama İttihatçılar tarafından takipten vazgeçilmeyip siyaseten linç edildi. Bütün mallarına el konuldu. Onun hayatta olmasına tahammül edemeyen anacak Paşayı ele de geçiremeyen İttihatçılar ancak onu gıyaben idama mahkûm ederek kendilerini teselli ettiler.
Arap İzzet Paşanın el konulan mülkü arasında Büyükada’da olup sözünü ettiğimiz yalı köşkü de vardı.
Zaman geçip şartlar değişince İzzet Paşanın malına ve canına konan müsadere de kaldırıldı. Nihayet köşk 1928 yılında varislerinden oğlu Abdurrahman El-Abid’e intikal etti. Fakat köşkün tarihsel macerası devam etti.
950 metrekare kullanım alanlı ve üç katlı olan, 18 odası, 5 salonu, 4 banyosu, balkonu ve bahçesi bulunan bu ahşap köşk 1929 Nisanından itibaren 1929-1933 yılları arasında Sovyet lideri Stalin ile görüş ayrılığına düştüğü için sürgün edilen Sovyet devrimcisi Leon Troçki’nin ikametgâhı oldu. Troçki bu köşkte yaşadı, adada balık tuttu, kitaplarını yazdı. O günden itibaren köşkün adı da Troçki Köşkü olarak zihinlere kazındı.
Ancak Leon Troçki’nin bu tarihi köşkteki ikameti köşkün bir gaz kaçağı neticesi 1931’de sabaha karşı yanması üzerine sona erdi.
Arap İzzet Paşadan mühendis olan oğlu Abdurrahman El-Abid’e, ondan da çocuklarına intikal etmiş olan köşk 1976 yılında satış yolu ile yeni sahibinin mülkiyetine geçti.
Birinci derecede tarihi eser özelliğine sahip olan köşk 1980’de yıktırılarak kâgir olarak yeniden inşa ettirildi. Ancak köşkün çehresi ile birlikte zemininde de bir usulsüzlük yaşandı... İnşaatla birlikte köşk kat mülkiyetine çevrildi…
Köşkün ilk sahibi Konstantinos İliaskos’un akıbetinin ne olduğunu bilemiyoruz. Ancak sonraki sahiplerinden İzzet Paşanın canını ancak kaçmak suretiyle kurtarabildiğine vakıfız. İttihatçılar şayet Paşayı yakalasalardı Kaşıkçı cinayetinin herhalde ilk örneği daha o vakit ve hatta daha kötü bir surette icra olunacaktı.
Köşkün sahibi değilse de yüksek misafiri olan Leon Troçki’nin köşkteki akıbeti de vahim bir surette nihayete erdi.
Troçki 1931 yılında köşkte çıkan yangından canını zoraki kurtardı. Buna da vakıfız. Ancak Troçki köşkteki yangından ve dumanlarını soluyarak zehirlenip ölmekten şans eseri kurtulduysa da sonraki bir zamanda küçük ama öldürücü bir kar kazması darbesiyle hayata veda etmekten kurtulamadı.
Nihayet köşk 1931’de bir gece yarısı yandı. Köşkün kendisi de kötü kaderinden kurtulamadı.
Yakın siyasi tarihimize tanıklık etmiş olan bu köşkün sahipleri ve sakinlerinin her birinin hayatı hep maceralı ve hüzünlü geçti.
Bütün bunlar kim bilir belki köşkün arazinin bir vakıf malı olmasından yahut vakfiyesindeki bedduadan yahut Kanuni’nin yahut da Sultan Mehmet’in ahına uğranılmasından kaynaklandı.
Hatırlamak gerekir ki vakıf malı haramdır… Ve hemen her vakfiyenin duası gibi bedduası da vardır.
.
Fikret ve Akif’in gözüyle Sultan Abdülhamid
Yıldız’a fırlatılan zehirli oklar
yahut
Fikret ve Akif’in gözüyle Sultan Abdülhamid
Sultan Abdülhamid ve iktidarına karşı en ziyade ve en şedit muhalefet, sol cenahtan Tevfik Fikret, sağ cenahtan ise Mehmet Akif tarafından yapılmış gözükmektedir.
Aslında bu iki şairin Abdülhamid’e karşı sergilemiş oldukları tavrı muhalefet olarak isimlendirmek Abdülhamid ve yönetimine karşı duydukları hislerin izharını, ret ve itirazlarının şiddetini tam anlamıyla ifade etmeyecektir. Zira her iki şair de Abdülhamid ve idaresine karşı son derece derin bir nefret ve adavet hissi içerisinde dalmış gözükmektedirler.
İki farklı ekolün, Haluk hayali ve Âsım özleminin, önde gelen temsilcileri olmalarına rağmen Tevfik Fikret ve Mehmet Akif, Sultan Abdülhamid ve iktidarının yıkılması ve yok olması gerektiğine deruni olarak inanmak, bu hali gönülden temenni etmek ve bunu bugünlere kadar ulaşacak bir şekilde dillendirmiş olmak gibi ortak bir paydada, Abdülhamid düşmanlığında, ittifak etmişlerdir.
Tevfik Fikret:
Ey şanlı avcı, dâmını bîhûde kurmadın
Attın… fakat yazık ki, yazıklar ki vuramadın
mısraları ile Sultan Abdülhamid’in ölmesini iştiyakla temenni ve terennüm etmişken, Mehmet Akif de aynı arzu ve iştiyakı:
Ortalık şöyle fena böyle müzebzep işler
Ah o Yıldız’daki baykuş ölüvermezse eğer
endişe dolu manzumesi ile ifade etmiştir.
Daha kısa bir süre öncesine kadar Sultan Abdülhamid hakkında:
….
Büyük, büyüksün evet bîadîlsin, birsin
Uluvv-i haslet ile ekberü’l-ekâbirsin
…..
Eyâ veliyy-i niâm dâdgârımız sensin
Yegâne melce ü vâlâ tebârımız
Medâr-ı muhteşem iftihârımız sensin
Senin vücuduna muhtâcız ey veliyy-i niâm
İle’l-ebed sana densin halîfe-i âlem
şeklinde övgü dolu şiirler yazan, onu en müstesna ifade ve teşbihlerle meth ü sena eden ve açılan yarışmada Sitâyîş-i Hazret-i Pâdişâhî adlı eseri ile birinciliğe layık görülen Tevfik Fikret, ortada hiçbir makul sebep yokken, Sultan Abdülhamid’e karşı sınırsız bir nefret deryasına boğulacak kadar dalmıştır.
Kanun-ı Esasi’nin yürürlükten kaldırılması ve meclisin tatil edilmesi, Mithat Paşa ve arkadaşlarının saray çevresinden uzaklaştırılması, Yıldız’ın idareyi ele alması ve Abdülhamid’in yeni bir saray çevresi oluşturarak kendine özgü politikalar izlemeye başlaması ve nihayet saraydan ümit edilenlerin hayal kırıklığına sebebiyet vermesi onu saraya ve Abdülhamid’e karşı tavır almaya sevk etmiştir. Artık Tevfik Fikret’in Saray’a bakışı bütünüyle olumsuzdur.
Bu yeni dönemde gerek Sultan Abdülhamid’in kendisi gerekse ve özellikle saray çevresi zaten yoğun bir şairler saldırısı altında kalmıştır. Manzumenin her bir türünden üretilen zehirli oklar, Abdülhamid’in ve bendegânının göğsüne ve gönlüne saplanmak üzere Yıldız’a fırlatılmıştır.
Kısa bir süre önce en parlak ifadeler ve en şaşaalı kelimelerle Abdülhamid’i yere göğe sığdıramayan Tevfik Fikret, her ne olmuşsa olmuş, en ağır kelimeler, en galiz küfürler ve en hayâsız ifadelerle ona lanetler okumuş, ona karşı düzenlenen suikastı adeta ayakta alkışlamış, ölmedi diye üzülmüş, kederlenmiş, kahrolmuş ve Sultan Abdülhamid’in bir an evvel terk-i dünya etmesi temenni ve niyazında bulunmuştur.
İstanbul bağlamında “kanlı, kal’alı, zindanlı, menfur ve mel’un” şeklinde niteleyip lanetlediği Abdülhamid’e olumsuz manzumeler yazmaktan çekinmeyen Tevfik Fikret, yine ona karşı duyduğu nefret nedeniyle İngiltere’nin Türkiye üzerindeki emellerine körü körüne hizmet etme ihanetinde bulunmaktan da kaçınmamıştır.
Hüseyin Sîret, İsmail Safa ve Ubeydullah Efendi gibi bazı yakın dostlarının 1899 yılında İngiliz Sefaretine giderek Transval Savaşı’nda Boerlere karşı İngiltere’nin galibiyetini temenni beyanlı Elçi Sir Nicholas O’Connor’a takdim ettikleri metni Tevfik Fikret de imzalamıştır.
Tevfik Fikret’in Sultan Abdülhamid’e karşı duymuş olduğu nefret, tercih ettiği meşrep ve benimsediği hayat felsefesi bakımlarından bir dereceye kadar anlaşılabilir olmakla birlikte Mehmet Akif’in Yıldız Sarayı’na karşı duymuş olduğu husumet ve okumuş olduğu lanete makul bir gerekçe bulmak veya bu durumun izahını yapmak pek mümkün gözükmemektedir.
Dönemin hürriyetperverlerinden Türkçe öğretmeni Hersekli Hoca Kadri Efendinin etkisinde kaldığı ifade edilen Mehmet Akif, Sultan Abdülhamid ve idaresine gayet şiddetle muhalif bir tavır takınmıştır.
Özgürlüğüne son derece düşkün ve pervasız bir şair olan Akif ile iktidarının başarılı olması şansının siyasi gücün tek bir merkezde toplanması gerektiğine inanan ve bu yönde hiç tereddüt etmeden gerekli adımları atmış bulunan Sultan II. Abdülhamid aynı davanın temsilcileriydi.
Akif ve Abdülhamid, biri şair diğeri sultan olarak, her ikisi de muhafazakâr olmalarına rağmen, aralarındaki ilişki, özellikle Şair’in Sultan’a bakışı, hiç mi ama hiç iyi duygularla yüklü değildi.
Sultan Abdülhamid’in Mehmet Akif ’e karşı ne düşündüğüne tam olarak vakıf olamasak da, Akif’in Abdülhamid hakkındaki düşüncelerini oldukça açık ve kesin bir surette okumak mümkündür.
Akif Efendi, Abdülhamid idaresine muhalif olmuş, karşı durmuş ve duyduğu öfkeyi de bazen İstibdat ve Âsım gibi şiirlerinde, doğrudan doğruya ve pervasız bir şekilde; bazen de, Acem Şahı şiirinde olduğu gibi, dolaylı bir surette dile getirmeyi tercih etmiştir. Yine o, Âsım isimli eserinin sonlarında Abdülhamid’e karşı gayet aleni bir surette hakaret dili kullanmaktan kaçınmamıştır.
Aynı meşrep ve mezhepten birinin kendi saffında ve hatta saffın en başında yer alan ve daha önemlisi Müslümanların halifesi (halîfe-i rûy-i zemîn) olan birine karşı en galiz, en şedit, en ağır, en menfi ve en hadsiz kelimelere muhatap kılıp tavsif etmesi İslam ahlakı ve inancı ile hiçbir surette mütenasip değildir.
Akif, Abdülhamid’i “baykuş, korkak, hayvan, merkep, zâlim, mel ’un, kızıl kâfir, hanımlar gibi saklanan, İblis’e rahmet okutan, müstebit” gibi menfi sıfatlarla nitelemekle yetinmemiş fakat aynı zamanda halkı, emirü’l-Mü’minîn ve halîfe-i rûy-i zemîne karşı dolaylı bir şekilde isyana da teşvik etmiştir.
Ağlasın inlesin de bir mazlûm
Olayım seyre sade ben mahkûm
Yalınız ben miyim fakat câni
Kim çıkıp, yapmayın! demişti, hani
Sustu herkes duyunca feryâdı
Kimsecikler yerinden oynamadı.
Ancak Akif Efendi, umduğu ve fakat vuku bulmadığı için sitem ettiği isyana öncülük etmek yerine çıkması halinde onu kenardan seyretmeyi tercih etmiş gözükmektedir. Değil kıyama öncülük etmek;
Çoktan beridir vardı benim bir derdim
Gideyim zâlimi îkaz edeyim isterdim
demesine rağmen gidip Abdülhamid’e ikazda bulunmaya cesaret edememiştir.
Ayrıca o, nefretini ve adavetini bazı şiirlerinde aleni olarak dile getirmekten çekinmiş, kapalı bir üslupla Abdülhamid’e hitap etmeyi tercih etmiştir.
Sahip olduğu dinî salâbet ve hassasiyeti nedeniyle İslam’ı temsil ve icrada kusurlu ve yanlış olarak görmesinden ötürü Sultan Abdülhamid’i acımasızca yerden yere vurup devrini bir devr-i müstebit, devr-i şeamet diye niteleyen Mehmet Akif her nedense aynı dinî hassasiyeti, taşıdığı itikadî hassasiyet ve hiddeti, ne sözlerinde ne de manzumelerinde, ne İttihat ve Terakki yönetimine ne de Cumhuriyet hükümetine karşı izhar edebilmiştir.
Hilafet kaldırılmış…
Emirü’l-Mü’minîn ve halîfe-i rûy-i zemîn sindirilmiş ve sürgün edilmiş…
Tarikat ve zaviyeler kapatılmış…
Şer’î hukuk lağvedilerek beşerî hukuka geçilmiş…
Cumhuriyet ilan edilmiş…
Her şey değişmiş…
Ka’be Arabın olsun… Ve daha neler neler söylenmiş…
Batılılaşma adına radikal inkılaplar gerçekleştirilmiş…
Bütün bunlar ve yapılan sair şeyler karşısında Akif Efendi, belli ki sadece biraz daralmış… Darılmış… Ve küsüp Mısır’a gitmek kâfidir sanmış…
İnanç sahibi bir şahsiyet olduğuna hiç şüphe olmayan Akif’in Sultan Abdülhamid ve idaresine karşı sergilemiş olduğu muhalefeti, o taşkınlık ve gazabı öncelikle onun kişilik ve karakter yapısında görmek ve aramak doğru olsa gerekir. Ailevi durumu, yetiştiği ortam ve şartlar, döneminin hadiseleri, beklentileri, çaresizlikleri, kaynayan ama taşmaması gereken fakat bazen:
Nûr istiyoruz, sen bize yangın gönderiyorsun
Yandık diyoruz boğmaya kan gönderiyorsun
Mademki ey adl-i ilâhî, yakacaktın
Yaksaydın ya mel’unları, tuttun bizi yaktın
Yetmez mi mus’ab olduğumuz bunca devâhî
Ağzım kurusun yok musun adl-i ilâhî
manzumesinde olduğu gibi eldeki ve avuçtakilerle gönüldekilerin gayr-ı muadil ve gayr-ı mütenasip olması nedeniyle, gayr-ı iradî bir şekilde taşıp, kelime ve mısralarda tecessümleşen bir hâlet-i rûhiye… sergilemiştir.
Bütün bu nedenler etkili olmakla birlikte onun Sultan Abdülhamid ve idaresine karşı duruşunun temelindeki esas etken galiba Meşrutiyetçi bir yönetim arayışı ve arzusundan kaynaklanmış olsa gerekir.
Sultan Abdülhamid ve idaresine muhalefetin belki en bariz muhalifleri Tevfik Fikret ve Mehmet Akif ise de dönemin diğer şair ve yazarlarının da farklı meşrep ve mezhepten olmalarına, farklı inanç ve sanat tercihlerine sahip bulunmalarına rağmen Sultan Abdülhamid aleyhtarlığında kaleme aldıkları şiirlerde ortak bir yaklaşım içerisinde olmuşlardır.
Batıcılığın savunucusu Tevfik Fikret’i, Türkçü şair Mehmet Emin ve İslâmcı Mehmet Akif’le ortak yaklaşıma iten etken; Recaîzade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hâmid, Fâik Âli, Celâl Sâhir ve Ahmet Haşim gibi sanatı bireysel plânda kabul eden şairleri de sosyal nitelikli eserler kaleme almaya sevk etmiştir.
Neticede farklı görüş ve yaklaşımlara sahip olmalarına rağmen, Saray’a ve hükümdara karşı ortak bir duygu ve yaklaşım oluşturabilmişler ve birbirlerine çok yakın ifade ve hükümlerle dönemlerinin idaresini yerebilmişlerdir.
.
Toplumun aklı ve ruhu olmak yahut muarızlaşmak
Bir toplumun münevverleri muhakkak ki o toplumun ruhu, kalbi ve aklı mesabesindedirler.
Toplumu aydınlatmak, onları doğruya ve güzele doğru yönlendirmek aydınların topluma karşı ifası gereken en temel vazifeleridir. Aydın diye adlandırılan insanların kendi aralarında uyum içerisinde olmaları gerektiği gibi devleti, milleti ve yönetimi ile de barışık olmaları icap eder. Kavgadan değil barıştan yana; ayrıştırıcı değil birleştirici; yıkıcı değil yapıcı ve nihayet nefret ettiren değil sevdiren olmaları olmaz ise olmaz kabilinden unsurlardandır.
Aydın yahut münevver dediğimiz insanların yukarıdaki vasıflara haiz olabilmeleri için öncelikle kendi iç dünyalarında huzura ve sükûna ermiş olmaları iktiza eder. Akılı kemale ermemiş, ruhu sükûn ve tatmin bulmamış olanlar herhalde gerçek aydınlığa ulaşamamış kimseler demektir. Gerçek aydın yahut münevverin duygularının, hislerinin, arzuları ile nefsani emel ve isteklerinin ölçülü ve hatta geri planda kalması gerekir. Aydın, nefsaniyeti ve hisleri ile değil, aklı ve vicdanî melekeleri ile hareket eder ve etmelidir.
Hamidiye Devri, muhteşem Osmanlı medeniyetinin artık var olmakla yok olmak arasında gidip geldiği bir dönem olmuştur.
Bu dönem, devletin siyasî, iktisadî, askerî ve daha birçok açıdan oldukça zor durumlara maruz kaldığı tarihsel bir fasıldır. Her ne kadar devlet-i ebet-müddet dense de eski şaşaalı dönemler artık çoktan sona ermiştir. Bu durum, o günkü toplumda olduğu gibi o günün aydınları arasında da ciddi bir rahatsızlığa yol açmış ve kurtuluş için hemen her aydın kendince bir arayış içerisine girmiş gözükmektedir.
Yirminci asrın ikinci yarısı ve özellikle sonları ile sonraki asrın başları Osmanlı İmparatorluğu bakımından bir savrulma, parçalanma ve yeni bir kimlik edinme dönemi olmasına ilaveten söz konusu dönem; Türk aydınları, siyasileri, üdebası, şairleri ve yazarları için de bir bocalama, erozyona uğrama, halden hale girme ve hatta bütünü ile değişip başkalaşma dönemi arz eder bir mahiyettedir. Zira Sultan Abdülhamid iktidarının ikinci yarısı sonrasında var olan ve aydın yahut münevver diye adlandırılan söz konusu sınıf ciddi bir bunalım içerisine düşmüş gözükmektedir.
Aydınların bu dönemde imparatorluğun her geçen gün süratle yıkılışa doğru gittiği gerçeğine şahit olmaları, yaşanan isyanlar, gerçekleşen savaşlar, acı ve sefalet dolu göçler, her biri bir yıkım olan afetler ve felaketler ile toplumsal ayrışmalar onları derinden etkilemiş ve ciddi bir fikrî kargaşa içerisine itmiştir. Neticede bu hal aydınları kendi içlerinde ve ruhlarında ve nihayet kendi aralarında ve çevrelerinde fikrî ve ruhî bir hesaplaşmada bulunmaya sevk etmiştir.
Bu dönemde aydınlar önceleri mevcut iktidar ile birlikte hareket etmişken sonraki zamanlarda idari noktada başta padişah olmak üzere iktidar sahipleri ile fikri anlaşmazlık içerisine düşmüşler ve nihayet söz konusu uyuşmazlık ve ihtilaflar kalıcı tarzdaki bir aydın-iktidar çatışmasına evrilmiştir.
Bu durum dolayısıyladır ki son dönem Osmanlı aydınları ile onların devamı durumundaki Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk dönemi münevverlerinin birçoğunu, inançları, fikirleri, tavır ve yaşamları bakımından aynı görmek ve saymak mümkündür. Aradaki zaman farkına rağmen her iki devirde de aynı dönemsel tezahürler söz konusu olmuştur. Abdullah Cevdet ve Tevfik Fikret bu durumun sadece çok bilinen iki örneğidir.
Sözü edilen kesitte aydınların bir kısmı inançtan inançsızlığa doğru savrulurken inancını muhafaza eden münevverlerin ise kendi içlerinde bir türlü sükûn bulmayan bir fırtınaya maruz kaldıkları söylenebilir. Mehmet Akif ve Said-i Nursi bu noktada ilk akla gelen örneklerdir.
Tanzimat’tan itibaren aydınlar arasında başlayan zihni ayrışma ve fikri çatışma ile yenilikçi-gelenekçi tavsifindeki saflaşma Sultan Abdülhamid’in saltanatının ikinci devresinde had safhaya ulaşmış ve uzlaşma kavramı adeta bütünüyle unutuluvermiştir.
Aydın-münevver kapsamındaki şahsiyetler kendi aralarında birliktelikten koparak farklı noktalarda kamplaştıkları gibi iktidara karşı da ekseriyetleri itibarıyla muarızlaşmışlardır.
Kendi aralarında uzlaşıp anlaşamayan aydınların, ister ilerici-yenilikçi ister gelenekçi-gerici olsun, bir anlamda ortak noktaları, Sultan Abdülhamid’e ve iktidarına karşı olumsuz duruş sergilemeleri olmuştur.
Gerek yenilikçi gerekse gelenekçi sınıfın temsilcileri Sultan Abdülhamid’i hep birlikte yermişler, tenkit etmişler, onun ve iktidarının meşruiyetini ve idarî siyasetinin gayri makuliyetini birlikte telaffuz etmişlerdir. İktidar-aydın kaynaşması yerine iktidar-aydın çatışması bu dönemin maalesef en belirgin özelliklerinden birisi olmuştur. Yenilikçi aydınlar aleni muhalefet tarzıyla iktidara karşı çıkmakta ısrar ettikleri için akıbetleri, daha ziyade, ya Rodos’a veya Kıbrıs’a yahut da Fizan gibi daha uzak yerlere sürgün edilmek olmuştur. Böyle bir cezayı arzu etmeyen ancak cezasız kalması da mümkün gözükmeyenlerin duruma dair öz çözümleri ise bir Avrupa ülkesine ve çoğu kere Paris ve Londra’ya firar etmek olmuştur.
Gelenekçi aydınların önemli bir kısmının tavrı ise içten içe muhalefet etmek olmakla birlikte görünürde daha ziyade sessiz kalmak, suret-i haktan görünmek ve ancak zaman zaman itirazlarda bulunmak suretleriyle seslerini yükseltmek şeklinde seyretmiştir.
Bu nedenledir ki döneminin yenilikçi-gelenekçi saflarından birinde yer alıp Sultan Abdülhamid ve iktidarı muhtevalı şiirler inşa eden şairlerin şiirlerini yukarıda özetle tasvir edilmeye çalışılan aydın profili çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Aksi takdirde ilk zamanlar Abdülhamid’e övgüler yağdıran bir şairin veya bir edebî şahsiyetin, Abdülhak Hamid, Tevfik Fikret veya İsmail Safa örneğinde olduğu gibi, sonraki zamanlarda yergilerde ve hatta sövgülerde bulunmasını anlamak mümkün olmayacaktır. Problemi karaktersizlik yahut şahsiyet bozukluğu veya kişisel problem şeklinde açıklamak da, bu tür örnekler birkaç fertle sınırlı kalmadığı ve istisnai bir durum da arz etmediği, bilakis bir neslin neredeyse tümünü kapsadığı için, anlamlı da değildir.
.
Bizde şair ve sanatçının halet-i ruhiyesi
Sultan II. Abdülhamid dönemi şairleri, edipleri, ulema ve sanatçıları genel olarak iktidar ile kavgalı olmuşlardır.
İmparatorluğun hakikaten zeki, iyi tahsil görmüş, Doğu ve Batı’yı tanıyıp öğrenmiş bir kısım münevverleri her nedense dönemlerinin birer gerçek aydını, sanatçı yahut şair ve edebiyatçıları olarak topluma örnek olmak ve ona müspet anlamda yön vermek sorumluluğunu üstlenmek yerine çatışmacı bir ruh hali örneği olarak mazide iz bırakmayı tercih etmişlerdir.
Dönemin münevver, şuara, üdeba ve sanatçılarından bazılarının böyle bir halet-i ruhiye sergilemiş olmaları galiba bir dimağ yahut ruhiyat hastalığının eseriydi. Ancak söz konusu topluluk üyelerinin bazıları müzmin ve iflah olamayacak derecede hasta, bazıları ise tolere edilebilir derecede, ama maalesef hastaydı.
İmparatorluk hasta olur da hane halkı masun kalabilir miydi?
O dönemde yaşamış söz edilen türden şair, edebiyatçı yahut sanatçıların müptela oldukları hastalığın tezahürleri ise muhtelif ve muhtelitti.
Bazıları itimat edilmez bir haldeydi…
Bazıları riyakârlık hastalığına müptelaydı…
Bazıları güya gayet bilgiç, ukalâ ve akıldâneydi…
Bazıları hal-i hayaldeydi. Hayatı tozpembe görmekteydi…
Bazıları gayet mütekebbirâne bir tutum sergilemekteydi…
Bazıları afaki davranmakta, hakikatler dünyasından uzaklarda yaşamaktaydı…
Bazıları ise hayatı sadece ve sadece güzel ve dolu dolu yaşamak arzu ve emelindeydi…
Sultan Abdülhamid devri şairlerinin genel karakterleri arasında kendilerini büyük görme, her şeyi bilme, her şeye vakıf olma, âkildânelik ve kendi nefsini merkez kabul etme ile doğrudan doğruya kendi ilhamına bağlı kalarak hemen her şeye isyanda bulunma gibi bir halet-i ruhiye, tavır ve davranış, edebî üslup ile estetik anlayış ve ifade tarzı yaygın bir haldeydi.
İnsan edince kendi kemali ile imtizaç
Tenzil-i kadr-i ahara hissetmez ihtiyaç
tarzındaki bir düşünüş yerine:
Humkun zekâya karşı ta’rizi şöyle dursun
Takrizi bir musibet, tebriki bir beladır
hali adeta geçerli olmuştu.
Bu noktada şair ve ediplerin birbirleri ile olan yazışmalarına, birbirlerine bakışlarına, birbirlerine seslenişlerine, birbirlerini ne şekilde ve ölçüde takdir edip değerlendirdiklerine bakılacak olursa; âlem-i hayalde yaşayan, afaki laflar ve sözler eden, ayağı yere basmayan, dâhiyane davranan, sırların keşfine eren ve hatta dünyayı geçip ukbâda seyreden, biraz da ölmezlik-ebedilik kesp eden bir halet-i ruhiye içinde oldukları, en azından bir kısım şairler ve sanatçıların böyle bir durum sergiledikleri, rahatlıkla söylenebilir.
Ahiretten Mektuplar
Büyük ve Muhalled Üstat
Celle Celâl
Celle Celâlü
Edîb-i Necib
Hazreti İsa’ya Açık Mektup
Irk-ı Vatanımın Mefahiri Üstad-ı Azimüşşan
Kemal-perver
Necip ve Âlicenab Üstat
Necip ve Büyük Üstat
Şair-i A’zam
Türk İlahisi
Ukbâdan Bir Ses
Üstad-ı Azimüşşan
Üstad-ı İdrak-âra Efendimiz
Üstad-ı Lemyezel
Yukarıdaki başlıklar ve hitaplar, Sultan II. Abdülhamid devri şair ve edebiyatçılarının birbirlerine seslenişte, kendilerine biraz da ilahilik, uhrevilik, mistizm ve sır katarak birbirlerini tavsifte kullandıkları ve birbirlerini nasıl görüp idrak ettikleri gerçeğinin ilginç ama bir o kadar da düşündürücü, üzücü ve dahi oldukça acayip ifadeleridir.
Hayatı tozpembe gören, hal-i hayal içerisinde olan, her biri kendisini bir üstat mesabesinde farz eden, şuara, üdeba, ulema ve sanatçılar ile ülkenin idaresinde her şeyin ciddi bir hesap kitap ve siyasetle yürütüldüğünün; dengelerin mutlak surette muhafaza edilmesi icap ettiğinin; ilişkilerde ve kararlarda hamaset ve hayalin değil hakikatlerin geçerli olduğunun; hissin yerini hakikat ve rasyonalizmin aldığının idrakinde olan Sultan II. Abdülhamid arasında ve kimin sultan kimin teb’a; kimin yöneten kimin yönetilen olduğu hakikatinin idrakinden sarf-ı nazar edilen bir ortamda ihtilaflardan uzak nasıl bir birliktelik olabilirdi ki!
.
Ben edepsizliğin ve edepsizlerin düşmanı idim
Prof. Dr. Metin Hülagü: Acaba Abdülhamid aleyhinde yazılıp konuşulanların ve ona izafe edilen olumsuzluk ve ithamların gerçeklik payı nedir, hakikati ne derece aksettirmektedir, ona isnat edilen menfilikler ne derece doğru ve isabetlidir…
Sultan Abdülhamid devri iktidar – aydın ilişkisi, fikir ve basın hayatı öteden beri hep olumsuz olarak tanıtılmış, anlatılmış ve yansıtılmıştır.
Abdülhamid tam bir müstebit, dönemi ise devr-i istibdat olarak vasıflandırılıp o şekilde adlandırılmıştır. Söylendiğine göre Abdülhamid kimseye hayat hakkı tanımamış, hele hele dönemin aydınları ile hiçbir surette uzlaşamamıştır. Kendi iktidarı, rahatı ve refahı için her türlü vicdansızlığı icra etmekten kaçınmadığı için “taçlı gaddar” olarak adlandırılmayı da hak etmiştir…
Onun özellikle fikir hayatının gelişmesine engel olduğu, kendisi gibi düşünmeyen ve iktidarına hizmet etmeyenleri sürgüne gönderdiği hep yazılmış ve söylene gelmiştir… Örneğin Mithat Cemal Kuntay Abdülhamid ile dönemi şairleri arasındaki ilişkiyi “mihverinde sahte bir saygı ve sevginin yer aldığı idare sanatı” olarak tanımlamıştır.
Kuntay’a göre, Namık Kemal başta olmak üzere eski Yeni Osmanlıları ve yine Kemal başta olmak üzere tanınmış edebiyat adamlarını, Abdülhamid, “içi olmayan bir sevginin dış taraflarıyla oyalıyordu. Kemal ile inkılap arkadaşları ve edebiyatçılar da, Abdülhamid’i, kinin pusu kurduğu sahte kasidelerle idare ediyorlardı.”
Acaba Abdülhamid aleyhinde yazılıp konuşulanların ve ona izafe edilen olumsuzluk ve ithamların gerçeklik payı nedir, hakikati ne derece aksettirmektedir, ona isnat edilen menfilikler ne derece doğru ve isabetlidir… Bu yöndeki sorular pek tabii ki tam ve etraflı bir araştırma yapmayı gerekli kılmaktadır.
Bugünün siyasi problemleri ve sosyal hadiselerinin başlangıç ve dayanak noktasını oluşturan Hamidiye Devri’ni tam olarak anlamadan, dönemin fotoğrafını bir bütün olarak görmeden Sultan Abdülhamid’in şahsiyetini tanımak ve devri uygulamalarını bihakkın anlamak kanaatimce imkânsız olacaktır.
Daha bir yüz yıl öncesinde, Drone’un henüz icat edilmediği bir devride, balonunun drone olarak kullanılabileceğini tasavvur edebilen; siyasi meselelerde herkesin iki adım sonrasını ancak düşünebildiği bir durumda yirmi adım sonrasını öngörüp hesaplayarak ona göre adım attığı ittifaken kabul ve itiraf edilen bir hükümdarın siyasi, idari, askeri, iktisadi ve fikri karar ve icraatlarını hakkıyla anlayabilmek, imkânsız olmamakla birlikte, deha derecesinde ince bir zekâ, zengin ve derin bir bilgi, geniş bir zaman ve sağlam bir tahlil ve ince bir muhakeme kabiliyetine sahip olmayı gerektirmektedir.
Hamidiye Devri şairleri aynı zamanda dönemlerinin münevverleri de olmaları hasebiyle Abdülhamid ile bu aydınlar ve şairler arasındaki fikri uyumsuzluk ve bu uyumsuzluğun nedenlerine ilaveten aydınların genel ahvaline kısaca bakmak doğru olacaktır.
1919 yılında Utarid mecmuasında Sultan Abdülhamid’e izafeten yayınlanan hatıratta Abdülhamid - Şair ilişkisine de yer verilmiştir.
Söz konusu hatıratın Abdülhamid’e ait olmadığı bilinmektedir. Ama ona izafeten yayımlanmış ve oldukça tanınmıştır. Hatırat Abdülhamid’in kaleminden çıkmadığı gibi dikte şeklindeki bir eseri de değildir. Ancak Hamidiye devrini yakinen bilen, Abdülhamid’e karşı muhalif bir çizgide hareket etmiş bulunan, onun muhaliflerini hakkıyla tanıyan, eylem ve söylemlerine yakından şahit olan Süleyman Nazif tarafından yazılmış olması hasebiyle hatırattaki bilgiler değerlidir ve Abdülhamid devri uygulamalarıyla da paralellik içinde olması ve ayrıca başka kaynaklarda yer alan bilgiler ile de teyit edilebilir durumda bulunması dolayısıyla kullanım kıymetini haizdir.
Utarid mecmuasında Abdülhamid’in şairlere olan yaklaşım ve muamelesinden bahsedilirken şöyle denmektedir:
“Ah… beni edebiyata düşman zan ve böyle ilan ederlerdi. Hayır! Ben edebiyatın değil, edepsizliğin ve üdebanın değil, edepsizlerin düşmanı idim. Ziya Beyi vezaret ve vilayetle İstanbul’dan teb’îd etmeğe beni sevk etmiş olan kuvvet, efkâr-ı umumiye değil, onun ilim ve fazlına hürmetim idi. Mithat Paşa halk nazarında daha ziyade zînüfuz ve iki hal’in de en mühim âmili iken Avrupa’ya nefyedildiği zaman kaç âdem ses çıkardı?
“Ben edebiyata düşman olsaydım, Kemal Beye vefatı gününe kadar kesmeden maaş vermez ve oğlunu hizmetime almazdım. Ben edebiyata düşman olsaydım, Ekrem ve Ebüzziya Beylerin o kadar cevr ü nazını çekmezdim. Ben edebiyata düşman olsaydım, Abdülhak Hâmid Beyi dolgun maaşlarla terfih ettikten başka, ara sıra borçlarını da vermek gibi hayırhahlıklarda bulunmazdım. Ben edebiyata ve fenn-i târihe düşman olsaydım, bir aralık tâc u tahtımla uğraşmak istemiş olan Murat Beyin her münasebetsizliğine katlanarak saltanatımın son demine kadar müstavfî maaş ile hizmet-i devlette kalmasına kâil olmazdım! Hayır, tekrar ederim ki ben üdebanın hakiki ve müşfik bir dostu idim. Eğer onlara düşman olsaydım, benim de sokak ortalarında edip ve muharrir öldürecek adamlarım yok değildi.”
.
Mazi ile âti arasında bir kültür köprüsü
Hemen hepimizin hafızasında kayıtlıdır ve zaman zaman da telaffuz ederiz:
“Gönül ne kahve ister ne kahvehane
Gönül sohbet ister kahve bahane”
Gönlün sözünü ettiğimiz bu sohbet iştiyakına Osmanlı toplumunda kahvehaneler vesile olmuş ve daha 1500’lerin başından itibaren Mekke, Kahire ve Şam gibi şehirlerde kahvehaneler açılmaya başlamıştır.
Mekke, Kahire ve Şam örneğindeki kahvehanelerin İstanbul’da görülmesi ise birazcık gecikmiş, asrın ortalarını yani 1550’lü yılları beklemeyi gerektirmiştir. Doğuya mahsus bu sosyokültürel nev icat oluşumun Viyana, Paris ve Londra gibi Batı dünyasındaki örneklerini görmek ise asrın sonlarında ancak mümkün olabilmiştir.
Başlangıçta örneklerine az rastlanan kahvehanelerin itibar görmesi sayılarının zaman içerisinde artmasına sebebiyet vermiştir. Özellikle siyaset ve idare merkezi olmasının yanında bir kültür merkezi de olan İstanbul’da bahse konu kahvehaneler, sayıları, mahiyetleri ve faaliyetleri itibarı ile dikkat çekici bir hal almıştır.
Arşak ve Cafe Flamme gibi Galata ve Pera’daki alafranga kafelere ilaveten Şehzadebaşı Direklerarası’ndaki Fevziye Kıraathanesi; Divanyolu’ndaki rif’in Kıraathanesi; Beyazıt’taki ünlü Marmara Kahvehanesi; Nuruosmaniye’deki İkbal ve Letafet Kıraathaneleri; Galata’daki Hendek; Defterdar’dki Kâhya İsmail; Karagümrük’tei Uzun Ahmet; Okçularbaşı’ndaki Uzun Kahvehane…
Sözünü ettiğimiz kahvehane örneklerinin en meşhurlarından bazıları olmuştur.
Tulumbacı kahvehaneleri ise geleneksel Türk sanatının mükemmel suretteki mimari yansımaları ile göz doldurmuştur.
Adları sayılan kahvehanelerin müdavimleri arasında o dönemin yahut geleceğin meşhur şahsiyetleri de yer almıştır.
Namık Kemal, Ahmet Muhtar Paşa, Süleyman Paşa, Ahmet Rasim, Halit Ziya Fuat Köprülü, Yusuf Ziya Ortaç, Falih Rıfkı, Faruk Nafiz, Yahya Kemal, Rıfat Ilgaz, Abidin Dino ve bu minvalde daha birçok şahsiyeti kahvehanelerde görmek mümkün olmuştur.
Bu isimler ve daha bir hayli yazar-çizer ve entelektüel kişiler kahvehanelerde toplanır, edebiyattan, şiirden, sosyolojiden, idare ve siyasetten, hemen her şeyden konuşur sohbet ederlerdi. Dolayısıyla kahvehanelerden bazıları tam bir şiir, edebiyat ve sohbet ortamına dönüşmüş bir haldeydi. Geçen asrın ilk çeyreğinde Beyazıt’taki Küllük kahvehanesi o kadar fazla ilgi odağı olmuş ve uğrak mekânı haline gelmişti ki bu kahvehane için:
“Sanma ki avare bülbüller gibi güllükteyiz
Biz yanık bir kor gibi sabah akşam küllükteyiz”
şeklinde şiir dahi yazılmıştı.
Kahvehaneler işlevsellikleri itibariyle birer kültür membaı olmalarının yanında sosyalleşme mekânı ve idare edenler ile edilenler arasında bir köprü; halkın sesini duyurabildiği veya en azından tezahür ettirebildiği bir mekân olma görevini de icra etmişlerdi.
Bir zamanlar fikir tartışmalarının yaşandığı, idare ve siyasetin gündem edildiği kahvehanelerde pek tabiidir ki hafiyeler olmadan olmazdı.
Kahvehanelerin tarihi seyri içerisinde edebi ve kültürel etkinliklerini fazlası ile gölgeleyecek şekilde yönetme ve yönlendirme hevesi ile siyasallaşması; faaliyetlerinin, sahiplerinin ve müdavimlerinin ciddi takibata uğramalarına, ceza görmelerine ve hatta kapatılmalarına yol açmıştı.
Nihayet kahvehaneler uzun mazileri içerisinde, verilen talimatlar ve yapılan uygulamalar neticesi, “Okuma Evi” anlamına gelen “Kıraathane”lere dönüşmek zorunda kalmıştı. Bu değişimin belirleyicisi ise kahvehanelerin kapatılmasının çare olmadığını düşünen Kânûnî idaresi olmuştu.
Yapılan düzenleme gereği kıraathanelere, halkın zevkle okuyacağı kısa-uzun, kapsamlı yahut basit eserler gönderilmiş, kahvehanelerin sadece kahve içilen, sohbet edilen ve eğlenilen mekânlar olması haline son verilmişti. Böylece kıraathaneler, müdavimlerine sohbet etme yanında okuma imkânı da sunan mekânlar haline gelmişti. Bu aşamadan sonra kahvehane ve kıraathane kullanımda aynı manayı ifade etmekteydi.
Başlangıçta adları kahvehane olsa da ana ikramı hemen hemen çaydan ibaret bulunan, fakat daha sonraları adı değişerek çay içmenin yanında gazete okuma imkânı da sunan kıraathaneler beklendiği kadar yararlı olmuş muydu tartışılabilir. Özellikle son zamanlarda ataletin hüküm sürdüğü, kâğıt veya tavla oynanan duman altı mekanalar haline dönüşüp bu durumdan bir türlü kurutulamadığı malumdur.
Kültür tarihimizin bu kadim unsuru kahvehane-kıraathaneler, yakın bir zamanda alınan bir kararla yeniden canlandırılma, yeni bir yapılanma ve yeni bir anlayışla günümüz toplumunun hizmetine tekrar sunulma programına dâhil edildi.
Kanaatimce bu yöndeki karar ve politika son derece isabetli olmuştur.
Bereketli ve bir o kadar da hareketli genç nüfusu olan bir ülkenin eğitimi sadece okullara hasretmesi doğru değildir.
Boğucu mimari yapısı ve itici bir mekân psikolojisi üzerine kurulmuş olan o köhne kütüphanelere, ayaküstü bilgiye erişen ve ayaküstü beslenen çağdaş gençlerin gitmesi ve girmesini beklemek fazla iyimserlik olur.
Genel olarak araştırmayı fazla sevmeyen, zora fazla tahammülü bulunmayan günümüz nesline çağa uygun mekânlar daha cazip gelmektedir.
Okurken çay da içilebilen, dar odaları yerine daha ferah ortamları olan ve biraz da popülaritesi bulunan mekânlar her zaman cazip olmuştur.
Bir Üsküdar sakini olarak Bağlarbaşı’ndaki Nev Mekân’ı biliyordum. İlk duyuşta insanda çağdaş bir isim algısı uyandırsa da her kelimesi tarih kokan bu mekân ile tanışıklığım vardır.
Ve hatta fakir, bakımsız ve köhne günlerini gayet iyi bilirim. Komşum sayılır.
Üsküdar sahilinde yeni açılan yeni Nev Mekân’ı da görme fırsatım oldu. Tek kelime ile hayran oldum. Gurur duydum. Mekânı, mimarisi ve atmosferi ile harika olmuş. Adına ister kütüphane deyin ister kafeterya. İsterseniz dershane. Yahut Kitap-Çay-Hane… Üçü bir arada zira. Gayet mahirane.
Müteşekkirim. Ama aynı zamanda şikâyetçiyim. Zira bir şeyler alıp, oturup, maziden esintiler sunan bu yeni nev baharın taze ve deniz kokulu havasını soluyup o nezih ortamında bir bardak çay yahut bir fincan kahve içme şansı bulamadım.
Otobüsleri, metroları, metrobüsleri, caddeleri, sokakları, kısacası toprağının üstü kadar altı da ölü ve diri insanı ile lebalep dolu İstanbul’un bu yeni, çağdaş, ama maziden miras, hal ve istikbal ile mütenasip Nev Mekânları da ziyadesiyle dolu. Hem de dopdolu.
Kanaatimce, bir değil, birden fazla sayıda olacak şekilde, her semtte, her mahallede, her ilçede, her şehirde ve nihayet bütün ülkede, bu kitap, çay ve kahve kokulu ve tarih dokulu mekânları açmak ve her yaştan insanın zihnini ve bünyesini besleyip sağlıklı tutmaya çalışmak son derece yerinde olacaktır.
Bu vesile ile gençlerimiz en azından internet kafelerden, milli ve yerli olmayan zeminlerden ve o tür yerlerde sunulan içeceklerden azade kalacak, elinde kitabı çayını yahut Türk Kahvesi’ni yudumlama imkânı bulacaktır.
.
Tarihin Basamaklarındaki Yahudi Ulus Devleti - I
Theodor Herzl 26 Aralık 1901’de başkanlığını yaptığı Basel Kongresi’nin açılış konuşmasında “Yahudi problemini ancak Yahudiler çözebilir” demekteydi.
O, döneminin problemi olarak gördüğü anti-Semitizmin nedenlerini bertaraf etmeye çalışmak yerine ondan yararlanmanın daha doğru olacağını düşünmekteydi. Yine o, anti-Semitizm iyi kullanıldığı takdirde “Yahudiler arasında safların sıklaştırılması, dayanışmanın gerçekleşmesi ve bunların neticesinde hürriyetin elde edilmesi kaçınılmazdır” diye inanmaktaydı. Ne de olsa Yahudiler, Herzl’e göre; “milletti, hem de tek milletti. İnançları gereği kendilerini millet olarak görmeleri gerekmekteydi.” Dolayısıyla da Herzl Yahudilere “takibata maruz kalmadan, toplumdan kovulup dışlanmadan ve rencide edilmeden… barış içinde yaşayabilecekleri, kendilerine ait bir vatan” kazandırmak niyetindeydi.
“Yahudi Devleti bir dünya zorunluluğudur!” yaklaşımı ile atılan adımlarda yeni kurulacak vatan için anti-Semitistlerin bir hakiki dayanak, anti-Semitik ülkelerin ise gerçek müttefik” olacakları hesaplanmaktaydı. Şayet Devletler, Osmanlı Sultanı’nın da kabulüyle, Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasını onaylarlarsa Yahudiler de Osmanlı maliyesini düzene sokma sorumluluğunu üstlenecekti. Böylece Avrupa’nın ileri karakolu olarak Filsitin’de “olağanüstü bir şey. . . sosyal deneyler için bir model ülke ve sanat eserleri için bir hazine evi. . . uygar dünya için bir hedef” gerçekleşmiş olacaktı.
Sion'a dönüşün ancak Museviliğe dönüş ile gerçekleşebileceğine inanan Herzl, 9 Haziran 1895’te hatıratının sayfalarına:
“Öncelikle Rus Çar’ı ile Rusya’daki Yahudilerin oradan göç etmelerine izin vermesi konusunu müzakere edeceğim… Sonra da Alman Kaiser’i, Avustruya ve de Fransa ile Cezayir Yahudilerinin durumunu ele alacağım… Duruma göre hareket edeceğim”
diye not düşmekteydi.
O, modern anti-Semitizm’in doğum yeri olan Almanya’dan elde edeceği destek konusunda çok ümitliydi. 1895’te Baron de Hirsch ile yaptı görüşmede:
“Alman Kaiserine gideceğim, beni anlayışla karşılayacaktır… Bırak halkımızı gitsinler! Biz burada zaten bir ecnebi halindeyiz… Bırak buradan çekip gidelim”
diyeceğim diyerek duyduğu heyecanı ona ifade etmekteydi.
Herzl’e göre, Siyonizm eski bir fikrin politik bir ifadesiydi. O, Yahudi Sorunu’nu modern vasıtalarla çözmeyi amaçlamaktaydı. İşin özü ise asırlara sâri Sion’a dönüş özleminin gerçekleştirilmesiydi. Yahudi atalarının vatanı, yerleşim ve işlenmeye elverişli olan Sion, Yahudi halkını kendisine çağırmaktaydı. Yahudi halkı arasında da o yerleri işlemeye ve ekip dikmeye arzulu insanlar vardı.
Herzl’in vatan arayışı Yahudilerin gönlünde yatan vatan duygusu ve hasretini yeniden hareketlendirip alevlendirmişti. Almanya ve İngiltere’nin korumasında neden bir Yahudi vatanı kurulmasındı ki!
Ancak başlangıçta ona inanan ve etrafında yer alan inanmış insan sayısı çok fazla değildi. Hatta uçuk kaçık fikirlerinden ötürü bir kısım kimseler Herzl’i tenkit dahi etmekteydi. Örneğin Herzl Amerikan ve Avrupalı Yahudiler ile birlikte Filistin’de yurt kurmak üzere harekete geçmişken Chicago Israelite böyle bir fikrin gerçekleşebileceğine inanmayanlar arasında yer almaktaydı. Hatta böyle bir fikri, kurulan yeni ülkeler ve Arjantin gibi yerler mevcut iken, gülünç olarak görmekte ve o çerçevede değerlendirmekteydi.
Ancak Herzl çevresindekilere, eğer yeniden bir devlet inşa etmek niyetindelerse her türlü ön kabullerden sıyırılıp her işi her daim yapmaya hazır olmalarını tavsiye etmekteydi.
Evet, gerçekten de Yahudiler Almanya’da, Rusya’da ve daha başka yerlerde yaşamaktaydılar ve yaşadıkları ülkelerin vatandaşı olsalar da esasen onlar öncelikle ecnebiydiler. Zira Hechler’in de ifade ettiği gibi bu ve sair ülkelerdeki Yahudiler, önce ve öncelikle Yahudi milletindendiler, daha sonra Alman, Rus yahut Osmanlıydılar.
Herzl’in geçen asrın sonunda başlattığı yeni eski vatanı oluşturma noktasındaki gayretlerini üç ana başlık altında toplamak herhalde mümkündür. Bunlar:
Bir dizi kongrenin tertip edilmesi; diplomatik faaliyetlerin icrası ve vakıf çalışmalarının başlatılması idi.
Geçen yüzyılın nihayetinde, Hıristiyanlığın gelişi sonrasındaki yıllarda Titus'un esirleri olarak hayatlarını idame ettirebilmiş olan Yahudiler için Siyonist önderlerin vatan arayışı çalışmaları, Avrupa'nın büyük güçleri tarafından, görünürde de olsa, dostane bir ilgi ile karşılanmaktaydı.
Yahudiler Hristiyanlık öncesinde iki kraldan, Cyrus ve Alexander’dan, ata mirası topraklarının kendilerine iade edilmesi konusunda oldukça fazla ilgi ve destek görmüşlerdi. Yirminci asrın sonunda ise 8.000.000 vatansız Yahudi’nin, hâlihazırda hüküm sürmekte olan bir kısım kralın yeniden ilgi ve alaka sahasına dâhil olmaları için görünürde hiçbir engel mevcut değildi.
Bu dönemde Filistin’de bir Yahudi kolonizasyonunun kurulması ve nihayeti itibariyle Yahudi yurdu haline getirilmesinin belirleyici temel unsurları Osmanlı Sultanı, Alman İmparatoru ve Roma’nın manevi kralı Papa olarak gözükmekteydi.
Wilhelm, öyle veya böyle, Filistin’de bir Yahudi kolonizasyonu oluşturulmasına sıcak bakıyor gözükmekteydi. Hatta Herzl’in Abdülhamid ile görüşmesini sağlamak için aracılık bile etmişti. Yine o, Kudüs’e giderken Herzl’i de refakatine almıştı.
Devletlerarası siyasi zemin dönem itibariyle Yahudilere vatan edinilmesini sağlamak üzere hususi toplantıların yapılmasına ve kongrelerin gerçekleştirilmesine uygun gözükmekteydi. Dolayısıyla bu durumun ilk adımı 1897’de Basel’de atılmıştı.
1897’de Basel'de düzenlenen ilk Siyonist Kongre, Yahudi halkının gerçek bir millet olarak yeniden bir vatana kavuşmaları yolunda tarihin basamaklarında atılan en büyük adımlardan birisi olmuştu.
İlki 1897’de gerçekleştirilen Siyonist Kongre’nin ardılları ise sonraki yıllarda birbirini takiben vücut bulmuştu.
Avrupa liderleri bu kongrelere engel olmak bir tarafa genel olarak sempati ile yaklaşmışlardı. Hatta Alman İmparatoru güvendiği bir temsilcisini resmi olarak kongreye göndermiş ve ona toplantının her dakikasını yakından takip etmesi ve alınan her bir kararı doğrudan kendisine bildirmesi görevini vermişti.
Herzl, Siyonist Kongrelerin tertibine ilaveten daha 1896’dan itibaren diplomatik görüşmeler için de harekete geçmişti. Ancak onun gerçek anlamda diplomatik görüşmeler yapmaya başlayabilmesi 1898’den sonra gerçek anlamını kazanmış gözükmektedir. Zira 1898 yılında İsviçre’de ikincisi gerçekleştirilen Siyonist Kongre’ye Amerikan delegesi olarak katılan ve kongrede bir de konuşma yapan Rev. Dr. Stephen S. Wise, Filistin’de yurt edinmeyi Sultan Abdülhamid, İmparator Wilhelm ve Papa ancak mümkün kılabilir demekteydi.
Bu yerinde tespit nedeniyledir ki Herzl tasavvurlarını hayata geçirebilmek için uzun bir süre İstanbul, Kudüs ve Roma arasında mekik dokumak zorunda kalmıştı.
O, ilk olarak ve birkaç defa Alman İmparatoru ile görüştü…
İmparator Wilhelm’in Herzl’in Filistin’deki tasavvurlarına müspet olarak baktığı belirtilse de, fiili katkısı Herzl’i refakatine kabul ederek onunla Kudüs’e kadar gitmesi ile sınırlı kaldı.
Herzl, Dr. Stephen’ın da tavsiyeleri gereği, Kudüs ziyaretinden sonra Papa’nın gönlünü ve olurunu almak üzere Roma’ya gitti…
Lahey Barış Konferansı’na katıldı ve katılan birçok devlet adamı tarafından kabul edildi…
Herzl 1902 ve 1903 yıllarında göçmenlik konusunda görüşmelerde bulunmak üzere İngiliz Kraliyet Komisyonu’na davet edildi.
Bu vesile ile İngiliz hükümeti üyeleri, özellikle de Sömürgeler Bakanı Joseph Chamberlain ile yakın temas içinde oldu. Chamberlain’in vesilesiyle Filistin’in güneyinde Sina Yarımadası’ndaki El-Ariş’te Yahudiler için bir yerleşim yeri oluşturabilmek adına anlaşmaya varmak üzere Mısır hükümeti ile müzakerelerde bulunma imkânı elde etti.
Bu planın, siyasi ve coğrafi şartların elverişsizliği nedeniyle, başarısızlığa uğraması üzerine Herzl, L. J. Greenberg’in aracılığıyla, İngiliz Doğu Afrika'sında geniş bir saha üzerinde ve İngiliz hükümetinin hükümranlığında özerk bir Yahudi hükümeti kurulması konusunu görüşmek üzere tekrar Kahire'ye gitti. Fakat onun bu yön ve yoldaki arayışları da çeşitli nedenlerden ötürü sonuçsuz kaldı.
Herzl, Siyonist hareketin Rus hükümetinin tehdidine maruz kalması üzerine St. Petersburg'a yöneldi ve orada De Witte ile görüştü. Rusya’daki Yahudilerin durumlarının iyileştirilmesi için tekliflerde bulundu.
Nihayet bütün bu koşuşturmalarının hikâyesini, Rusya’nın yaklaşımlarını ve İngiltere’nin teklifini, Ağustos 1903'te toplanan Altıncı Siyonist Kongre'sinde gündem konusu yaptı.
.
Tarihin basamaklarındaki Yahudi Ulus Devleti -II
Herzl, Abdülhamid’in huzurunda…
Yahudi devletinin bütün dünyada Filistin’de kurulabilmesinin gerçek irade gücü ve tasarrufunu elinde bulunduran, ne muhtelif cihetlerden ve memleketlerden düzenlenen kongrelere gelen temsilciler ne de Karun kadar serveti olan Rothschildler, Bleicbroderler yahut Hirschler... Yahut bir başkası değil, sadece ve sadece Sultan II. Abdülhamid idi.
Sultan Abdülhamid iktidarı döneminde Yahudilere hep kibar davranmış ve onların herhangi bir zarara uğramamaları veya bir kötülüğe maruz kalmamaları için elinden geleni yapmıştı. Bu görünürde ümit verici bir durumdu. Fakat aksilik o ki, Sultan Abdülhamid daha 1883’te Yahudilere toprak ve mülk satışına yasak getirmişti. Bu durum dolayısıyla “vaat edilmiş topraklar” olarak işaret edilen Nil ve Fırat nehirleri arasında yer alan bölgede bir Yahudi devleti kurmak için Herzl’in defalarca İstanbul'a gelmesi gerekmişti.
Herlz daha 1896 yılında İstanbul’a gelmişse de onun Sultan Abdülhamid ile ilk görüşmesi ancak Mayıs 1901'de söz konusu olabilmişti. Herzl’in bu görüşmeyi yapabilmesi, kendisi gibi bir Macar Yahudi’si olan ve Sultan Abdülhamid ile yakın bir dostluk içerisinde bulunan Arminius Vambery’nin Sultan’dan bir randevu koparmayı başarması sonucu mümkün olabilmişti.
Herzl, beraberinde Yahudi Kolonyal Vakfı Başkanı D. Wolffsohn ve Eylemler Komitesi’nin Sekreteri o. Marmorek Rothschildler ile Bleicbroderlerin temsilcileri olduğu halde, Sultan Abdülhamid ile görüşmek üzere 16 Mayıs 1901’de İstanbul’a geldi.
Onun bu bankerler ile birlikte İstanbul’a gelmiş olmasının nedeni ise Filistin’de yapılması ön görülen kolonizasyon projesinin hayata geçirilmesinin Sultan Abdülhamid tarafından kabul edilmesi halinde Osmanlı Devleti’ne verilecek mali desteği müzakereye yönelikti. Zaten mali destek konusunda onun bu hususa dair daha evvelce Saray’a gönderdiği bir mektubu da söz konusuydu.
Herzl 17 Mayıs 1901’de, bir Siyonist olarak değil, bir Yahudi lideri ve etkin bir gazeteci olarak, huzura kabul edilmişti.
Herzl’in Sultan Abdülhamid ile görüşmesi gayet tabii bir şekilde gerçekleşmiş ve hatta biraz da uzayarak iki saati bulmuştu. Görüşmenin detayına tam olarak vakıf değilsek de Herzl’in beyanlarından bazı kesitlerini anlayabilmekteyiz.
Herzl, Sultan ile yaptığı bu görüşme neticesinde Filistin’de bir Yahudi kolonizasyonu oluşturulmasına izin alma başarısını elde edememişti. Abdülhamid Herzl’e koloni oluşturma iznini vermemişse de hükümranlığı boyunca Yahudi halkının bir dost ve koruyucusu olduğunu ilan etme izninde bulunmayı ondan esirgememişti.
Herzl’in Sultan Abdülhamid ile gerçekleştirdiği bu ilk olumsuz görüşmenin olumlu tarafı ise sonraki zamanlarda yapılacak yeni görüşmelerin kapılarını aralamış olmasıydı.
İlk neticesiz görüşmenin müstakbelde kapı araladığı ikinci görüşme 1902 Şubatında söz konusu olmuştu.
Yılız Sarayı’ndan çekilen bir telgrafla Herzl İstanbul’a davet edilmiş ve Herzl Sultan Abdülhamid ile yeni bir görüşme yapabilme imkânına kavuşmuştu.
15 Şubat 1902’de Herzl bir kez daha İstanbul’a geldi.
Onun 1902 yılı Şubatındaki İstanbul seyahatine, Baron Hirsch’in büyük meblağla maddi katkıda bulunduğu, Yahudi Kolonizasyon Cemiyeti temsilcileri de iştirak etmişti. Ancak Sultan Abdülhamid ile görüşmek üzere İstanbul’a gelen Herzl’in Yıldız Sarayı’ndaki arayışları 25 Temmuz 1902’de bir kez daha beyhude olarak sona ermişti.
Sadrazam Mehmed Said Paşanın ifadesiyle Herzl’in “insani ve övgüye değer” olan vizyonunu Abdülhamid müzakere etmeye değer bulmakla birlikte içinde bulunulan şartlar böyle bir müzakereyi imkânsız kılmaktaydı.
Her şeyden önce vatan olmuş ve yolunda canlar feda edilmiş bir coğrafyanın Türk siyasi hayatında satılması gibi bir örnek yoktu, söz konusu olamazdı ve dahi edilemezdi.
Diğer taraftan Osmanlı Devleti büyük devletlerle bir komplikasyon süreci yaşamak da istememekteydi. Talep edilen yerlerin bir kısmı stratejik önem taşımaktaydı ve bu yerlerin kolonizasyona açılması uluslararası arenada ciddi sıkıntılara sebebiyet verebilirdi. Sultan Abdülhamid Herzl’e toprak satmak yerine, Mabeyn Teşrifatçısı İbrahim Bey vasıtasıyla İstanbul’u terk etmeye hazırlanan bu mücadeleci Siyonist’e:
“Size Zât-ı Şâhâne’nin son derece sempati ve hürmeti vardır. Sizin kavminiz için yapmak istediğiniz asil bir şeydir. Siyonizm esasen asildir” mesajını iletmiş, Herzl’e ve gerçekleştirmek istediği idealine karşı olan duygularını takdir etmekle yetinmeyi kâfi görmüştü.
Sultan Abdülhamid’in ifadesiyle “Siyonizm övgüye değerdi” ancak yapılacak fazla bir şey de yoktu. Ayrıca tarafların görüşme masasındaki ilgi duydukları konular da birbirinden son derece farklı olmuştu.
Sultan’ın ilgisi Yahudilere Filistin’de yerleşim yerleri açılmasına müsaade etmekten ziyade Osmanlı Devleti’nin maruz kaldığı ve vücuduna saplanmış bir diken gibi onu derinden rahatsız eden ve hatta kıpırdayamaz kılan moratoryum ilan etme aşamasına gelmiş bulunan kronik mali çaresizliğe çözüm bulmaktı. Bunun için o, Herzl’den ve özellikle de onun mali çevresinden yararlanma arayışı içerisindeydi. Dolayısıyla Herzl’in toprak satın alımı yahut yapılacak bir proje ile sınırlı da olsa Filistin’de bazı yerlerin Yahudi yerleşimine açılması, gerekçesi doğru yahut hayali bile olsa, Avrupa devletlerinin durumdan rahatsız olacakları ve konunun uluslararası bir probleme dönüşebileceği ve dolayısıyla da Filistin’in uluslararası müdahale ve mücadeleye açık hale gelebileceği mazeretiyle izah edilmişti.
Abdülhamid’e atfedilen ancak ona hiçbir surette ait olmamakla birlikte döneminin siyasi yaklaşım ve mantalitesini gayet güzel bir şekilde yansıtmış olan kitapta (hatıratında) da, Herzl’e verilen ret cevabının nedeni ve Yahudilerin Filistin’e yerleşme girişimlerine olumsuz olarak bakışı ve sebepleri:
“Yahudileri ne kadar takdir edersem, Filistin hakkındaki parlak projelerine de o kadar düşmanım” şeklinde izah edilmiştir.
Fakat Sultan Abdülhamid’in böyle düşünmekle birlikte 1908 sonrasında Yahudilerin Filistin’de koloni oluşturmalarına, doğru veya yanlış tartışılabilirse de, ani bir kararla olumlu bakmaya başladığı ifade edilmiştir. Onun bu yöndeki karar değişikliği dolayısıyla o güne kadar Filistin projesinin bir hayal olduğu inancında olan Siyonist teşkilatın önde gelen isimlerinden David Wolffsohn yakın bir gelecekte, 10-15 yıl sonra söz konusu projenin gerçekleşme şansının olduğuna inanmaya başlamıştır.
Fakat Sultan Abdülhamid’in Filistin’i paylaşmamasının en doğru ve kesin nedeni Herzl’in hatıratında yer alan ve ona atfen beyan ettiği gerekçedir.
Sultan Abdülhamid Herzl’in teklifini reddetme nedenini daha ikili arasındaki görüşmenin en başında, belirtildiğine göre, Abdülhamid, Nevlinsky’ye şöyle ifade etmiştir:
“Eğer Bay Herzl senin, benim arkadaşım olduğun gibi arkadaşın ise, ona söyle bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış bile olsa toprak satmam, zira bu vatan bana değil milletime aittir. Milletim bu imparatorluğu kanlarını dökerek kazanmış ve yine kanlarıyla mahsuldar kılmıştır. O bizden ayırıp uzaklaşmadan, tekrar kanlarımızla örteriz. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın askerleri birer birer Plevne’de şehit düşmüşlerdir. Hiç biri baş eğmedi; hepsi muharebe meydanlarında can verdi. İmparatorluk bana ait değildir. Milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını vermem. Bırakalım Yahudiler milyarlarını saklasınlar. Benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistin’i karşılıksız olarak ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade edemem.”
Filistin’de bir Yahudi yurdunun oluşumu önündeki en büyük ve en aşılmaz engel şüphesiz ki Sultan Abdülhamid’in olumsuz tavrı olmuştur.
Abdülhamid’e atfedilen hatıratta, hatırat her ne kadar ona ait değilse de, onun Yahudilerin Filistin’e yerleşme girişimlerine bakışı güzel bir şekilde özetlenmiş olması dolayısıyla burada zikredilebilir:
“Yahudilerin Avrupa’daki nüfuz ve kudretleri Şark’takinden çok fazladır. Her halde Sâmi unsurlarının fazlasını başlarından atabilmek üzere birçok Avrupa hükümetlerinin Filistin’e yapılacak bir Yahudi muhâceretini hoş görecekleri muhakkaktır.
Fakat bizim memlekette esasen kâfi miktar Yahudi mevcuttur; onun için eğer Filistin'de Müslüman Arap üstünlüğünü idâme ettirmek istiyorsak, Yahudi iskânı fikrinden vaz geçmeliyiz. Öyle bir iskân bizim için dindaşlarımızın idam hükmünü kabul demektir. Çünkü Yahudi ırkının az zamanda memlekete tamimiyle hâkim olacağı muhakkaktır.
Siyonistlerin reisi (Herzl) kendi delilleriyle hiç bir zaman beni iknaa muvaffak olamayacaktır. O kendi nokta-i nazarınca; Yahudi çiftçisinin dermansız eli kuvvetlenip yeniden sapana sarıldığı gün Yahudi meselesi kendiliğinden halledilmiş olacaktır, demekte haklı olabilir. (Herzl) dindaşları için arazi istiyor; galiba artık yalnız zekâları kendilerine kâfi gelmiyor! Fakat Siyonistlerin maksatları Filistin'de yalnız ziraatla meşgul olmaktan ibaret değildir:
Krallık kurmak, devletlerini temsil edecek elçiler göndermek vesaire de istiyorlar. Ben bütün bu milli ihtiras projelerine vakıfım: Her halde Siyonist efendiler benim günün birinde böyle bir teşebbüse yanaşabileceğimi zannetmekle büyük bir safderunluk göstermiş oluyorlar.
Memleketimizin muhtelif taraflarında teb’a sıfatıyla bulundukça ve Babıali’de muktedir memurlar vaziyetini muhafaza ettikçe Yahudileri ne kadar takdir edersem, Filistin hakkındaki parlak projelerine de o kadar düşmanım.”
Filistin’in Yahudi yurdu haline getirilmesi yolunda atılan adımlardan birisi de Ümit Fonu adında bir kolonizasyon fonunun kurulması olmuştur.
Herzl, 1896’da İstanbul’dan dönüşü akabinde konuyu gündeme taşımış ve Filistin’in vatan haline getirilmesi yolunda atılacak adımları finanse etmek üzere böyle bir fonun kurulmasını hararetle teşvik etmiştir.
Herzl’in de Yönetim Kurulu Üyesi olduğu Ümit Fonu’nun temel amacı Osmanlı Devleti’nden Filistin’de toprak satın alınması ve buraya Yahudilerin yerleştirilmesi olmuştur.
Bu anlamda daha o tarihlerde Filistin’de arzu edilen yerleri alabilmek adına Ümit Fonu organizasyonunda bağış kampanyaları başlatılmış ve Yahudi halkı bu kampanyaya maddi destek vermek üzere davet edilmiştir.
Fonun kampanya çerçevesinde öncelikli hedefi 1.000.000 dolar toplamak olmuştu. Zira böyle bir para toplanmadan Filistin’de toprak satın alınmasının gerçekçi olmayacağı düşünülmüştür. Toplanacak 1.000.000 doların 500.000 dolarının arazi satın alımı için harcanmasına, geriye
kalan kısmının ise elde tutularak diğer masrafların karşılanması için sarf edilmesine karar verilmişti. Fakat başlatılan ilk bağış kampanyası ile sadece 250.000 dolar toplanabilmiştir.
Ümit Fonu faaliyetlerini sadece Filistin’de toprak satın alımı ile de sınırlamamıştı. Örneğin 1908 Temmuzunda dünyada Yahudi nüfusunun olduğu her yerde toplantılar düzenlenmesi sağlanmış ve Filistin’e zeytin ağacı dikim kampanyası başlatılmıştır.
Herzl Zeytin Koruluğu / Bahçesi adı verilen bu etkinliğe Filistin’in vatan olması özlemi içindeki her şahsın Ümit Fonu’na 1.5 dolar ödemek suretiyle bir zeytin fidanı alması ve kendi adına koruluğa diktirmesi fırsatı sunulmuştu. Fidan alarak bağışçı olanların isimleri de kayıt altına alınmıştır.
Filistin’e ağaç dikim kampanyası basit gibi görünse de esasen siyasi, dini ve ekolojik açıdan son derece önemli ve anlamlıydı. Böyle bir kampanya ile her şeyden evvel Yahudi halkının ilgisi Filistin’e, eski vatan topraklarına yönlendirilmeye çalışılmış, her bir Yahudi ferdi ile Filistin arasında duygusal bir bağ oluşturulmaya veya var olan bağ daha da güçlü bir hale getirilmeye çalışılmıştır. Yine böyle bir kampanya ve kurulmak istenen manevi bağ ve bağlılık ile pek tabii ki Filistin’in istikbalde Yahudi vatanı haline getirilmesi kolaylaştırılmaya çalışılmıştı. En azından Filistin’i bir Yahudi vatanı haline getirme çabası daimi bir hale sokulmak istenmişti. Ayrıca Filistin’e dikilen her fidan, bu toprakların temel eksikliği olan ormansızlık ve aşırı sıcak olma halinin azalmasına, coğrafyanın daha yaşanır bir yer durumuna dönüşmesine yardımcı olacaktır. Gerçekten de o güne kadar gerçekleştirilmiş olan ağaçlandırma çalışmaları Filistin’i sonraki zamanlarda belli ölçüde yağmurlu hale getirmiş ve kuraklık muayyen ölçüde azalma emareleri göstermeye başlamıştır.
.
Rüyamda Sultan Mahmut’u gördüm! Öfkeliydi...
Rüya denen şey; insan istese de göremez, istemese de görür. Benimki de o kabilden bir şey oldu.
Ben de, ayaküstü, rüyamda Sultan II. Mahmut’u gördüm...
Hani rüya bu ya!
Sultan II. Mahmut çok, ama çok öfkeliydi.
“Sultanım”, dememe kalmadı…
“Çok zaman oldu. Çok özledim. N’olur Donizetti Paşa'yı dinlemek istiyorum. Torunlarım bunu benden esirgemesinler. Ben de onların dedesi değil miyim”, diye sorar gibi hayıflanarak konuştu.
Baktım, Sultan Mahmut’un hemen ayakları ucunda Sultan II. Abdülhamid vardı. Acı acı gözlerini ovalıyordu.
Gördüklerim karşısında hem şaşırdım, hem sevindim. Merak edip yanlarına biraz daha sokuldum…
Tam “Sultanım”, diyecektim ki, Sultan Abdülhamid:
“Haşarı torunlarım tramvay yoluna ışık döşetmişler… Hem de nar gibi, ateş gibi, kan gibi kıp kırmızı. Her bir tramvayın önümüzden her bir gelip geçişinde yanıp sönüyor… Aç kapa, aç kapa… Yahut gazino ışığı gibi… Yanıp yanıp sönüyor… Güya ruhaniyetime saygı duyulduğu için böyle bir icatta bulunmuşlar. Ama bu durum bana fazlasıyla ıstırap veriyor. Bu durumdan zinhar hoşnut değilim.
Dedem Mahmut’u yeniliklerde kendime örnek edindim. Hayal, hissiyat ve hamaseti değil, her daim akıl, hakikat, teknik ve teknolojiyi benimsedim.
Bu nedenledir ki saltanatım döneminde memlekete yüzlerce kilometre demiryolu döşettim. Türk tarihinde benden daha fazla demiryolu yaptıran olmadı. Ta Bağdat’a, Selanik’ten Manastır’a, Şam’dan kilometrelerce uzaklara, ıssız çöllerin ötesindeki Medine’ye kadar demiryolları hattı inşa ettirdim. En fazla ve en ziyade demiryolu yaptıran sultan nihayet ben oldum.
Evet, memleketi raylarla donattım. Ancak hakikati de hiçbir zaman göz ardı etmedim. Bilim ve teknoloji ne dediyse hep onun ışığında hareket ettim.
Medine’ye uzanan Hicaz Demiryolu rayları gerek yapılırken gerekse yapıldıktan sonraki işletmesi sırasında rayların, trenlerin daha bilmem nelerin sesinden Hazreti Peygamberin ruhaniyeti rahatsız olmasın diye güya raylara keçe döşetmişim… Aman Allah’ım! Hani, “şeyh uçmaz, mürit uçurur” derler ya. Bu bilgi de işte o kabilden bir şey.
Evladım siz tarih okumaz mısınız? Hadi tarih bilmiyorsunuz diyelim, sorup öğrenmesini de mi akıl edemiyorsunuz…
Eee... Yalan tarih okur, yalan diziler izlerseniz… Netice bellidir. İşte böyle olur… Ben o filmlerden, dizilerden ve orada bana izafeten söylenenlerden berîyim.
Dede-torun burada güller içinde gül gibiyiz. Torunlarımız aramıza girip de fitne çıkarmasınlar. Ayrıca malum, toprağa hapsedilen sadece ve sadece ruhsuz cesetlerimiz ve bedenlerimizdir. Onlar da toprak oldu ve olur nihayeti itibariyle. Ruhumuz ise göklerde, cennette ve her yerde. Hem özgür, hem de hür.
Kabirler esasen sizlere ölümü hatırlatsın diyedir. Türbelerimiz ise bizden size kalan birer sembolik hatıra.
Bırakın bu medeniyet unsuru gemileri, tramvayları, metroyu ve metrobüsleri keyfince koşuşturup dolaşsınlar insanlar sırtlarında… Gelip gitsinler… Düdüklerini, havalı kornalarını, sirenlerini üfleyip öttürsünler en had safhada… Gemiler denizlerde, tramvay ve metrolar kendi raylarında, ağlarında…
Ben trenden, tramvaydan, bu medeniyet unsurlarından hiçbir zaman rahatsız olmadım ki… Yıldız’daki sarayımın bahçesine dahi raylar döşetmiştim. Trencikler dolaşırdı bahçesinde… Elektrikli botlar vardı göletlerinde… Biner tenezzüh ederdik bazen dar bazen keyifli zamanlarda…
Selam söyle torunlarıma. Vakitlerini, nakitlerini ve gayretlerini israf etmesinler böyle aslı faslı olmayan türden şeylere. Benim ruhumu şad etmek istiyorlarsa adıma üniversite kurup aydın nesiller yetiştirsinler istikbaldeki güzel günlere. Araştırma merkezleri açıp idaremi ve siyasetimi yetkin zihinlerin araştırmalarına emanet etsinler. Müzeler tesis edip dönemim ve sanatını sergilesinler taze beyinlere ve geleceğin nesillerine. Güzel şeyler ve faydalı işler yapsınlar. Beni günlük ve gündelik işleri ve siyasetlerine lütfen ama lütfen alet etmesinler.
Dedemi de kırmasınalar, buluştursunlar kendisini Donizetti Paşa'yla. Operayı, musikiyi, piyanoyu, tiyatroyu ben de severim. Ben de dinlemek isterim Donizetti Paşa'yı imkân elverirse. Keşke mümkün olsa da Mahmudiye, Aziziye, Hamidiye Marşlarını yahut benim derlediğim bestelerden, dinlediğim musiki eserlerinden operadan, operetten bir hava çalınsa. Hep birlikte bir yerlerde biraz dinlesek, dinlensek ve biraz da nefeslensek.” dedi.
Sultan Abdülhamid sözünü tam bitirmişti ki birden Sultan Abdülaziz’i fark ettim az biraz ötede.
Daha kendimi toparlayıp ağzımı açamadan:
“Daha evvelce de söylemiştim, tekraren bir kez daha söylüyorum:
"Memleketime demiryolu yapılsın da, isterse sırtımdan geçsin, razıyım." dedi ve konuşmaları nihayete erdirdi.
Ben de uyandım âlem-i hayalden hepsine selam verdim, ayrıldım huzurlarından.
.
Şimdi, tam da, şiir okuma zamanı…
Şiir; edebî bir lisandır… Bir tarife göre, hikmet…
Şiir; bazen bir siyasettir… Algıdır, imajdır, propagandadır…
Bazen zehirli bir ok, öldürücü bir silah... Yahut zırh ve kalkan…
Şiir; hicran, hasret, umuttur bazen… Sevgidir, sevdadır, aşktır…
Yahut nefret, öfke, lanet, en galizinden küfür…
Şiir; çoğu kere dua, niyaz, yakarıştır… En hakirlerden en ulviye…
En fakirlerden en müstağniye…
Şiir; insan ve yaşamdır bütünüyle… Nihayeti ve esas itibariyle…
Şüphesiz ki şiir, Türk kültürünün en zengin unsurlarından birisidir.
Şairler, halk ozanları… Onlarca Divan, Divançeler… Ve şiir risaleleriyle...
Türk kültürü, bünyesinde barındırdığı son derece muhteşem, anlam dolu her renkten şiirle farklı bir güzelliğe ulaşmıştır o nedenle.
Türk tarihi siyasi veçhesi yanında aynı zamanda adeta bir şiir tarihidir.
O, tarih-i kadim tarzdaki şiirlere ilaveten çağdaş tarzda yazılmış şiirlerle de donanmıştır.
Şiir; doğrudan gönüllere hitap ettiği için toplumun ekseriyeti tarafından oldukça müspet bir surete karşılanmış ve ruhlarda müspet bir ma’kes bulmuştur.
Ancak Türk toplumunun bu psiko-sosyolojik ve kültürel olgusu, onun tarih-i kadiminin güzel bir değeri olması yanında, kötü bir zaafı da olmuştur.
Belki de bu değer ve zaaf dualitesinden ötürü Türk toplumda hem Asım’ın Nesli hem de Haluk’un Amentüsü bugüne değin hep var olagelmiştir.
Sultan Abdülhamid şiir yazmamıştır. Fakat şiire fazlasıyla ilgi duymuştur.
Onun şiire olan ilgisi, salt edebî bir zevk yahut sıradan bir merak olarak da şekillenmemiştir. O,
sanatın bütün şubelerini bir siyaset unsuru olarak görmüştür. Bu anlamda şiiri de, bazen bir kalkan, bazen bir silah olarak kullanmayı temel ilke olarak benimsemiştir.
Onun teşvikleri nedeniyledir ki, Osmanlı dünyasında şiirin yazılıp okunduğu en zengin devirlerden biri onun saltanatı dönemi olmuştur. Onlarca şair onun için şiirler yazmış, kendisine, idaresine ve hizmetlerine methiyeler dizmiştir. Adına yazılan şiirler Anadolu, Balkan coğrafyası yahut Arap yarımadası gibi sadece Osmanlı coğrafyası ile sınırları kalmamış; halife-i rû-yi zemîn olması hasebiyle bütün gönül coğrafyasını kapsamış, Fransa’dan, Almanya’dan ve bütünü ile Avrupa’dan ve hatta tâ Hindistan’dan onun için ve onun adına methiye, kaside, mersiye ve bir hayli şiir yazılıp gönderilmiştir.
Adına ve devrine dair kaleme alınan manzumeler (şiirler), pek tabii ki, tümüyle müspet de değildir. Olumsuzları, yergide bulunanları ve hatta küfre varacak ölçüde düzeysizleri de mevcuttur. Tevfik Fikret gibi tetikçi şairlere ilaveten Şair Eşref gibi seviyesiz hicivleri olanlar yahut Mehmed Akif gibi hakaretamiz şiirler kaleme alan muhafazakâr kalemler de söz konusu olmuştur.
Hal böyle olmakla birlikte Sultan Abdülhamid, her halükarda şahsına, hizmetlerine ve dönemine dair güzel şiirler yazılmasını istemiş ve şiir yazımını her daim özendirmeye gayret göstermiştir.
Onun izlemiş olduğu şiir siyaseti nedeniyledir ki gerek saltanatı döneminde gerekse sonrasında, adına binlerce, on binlerce güzel-çirkin, iyi-kötü, öven-söven, seven-yeren mahiyetli şiirler yazılmıştır.
Evet, şiirin siyasî kültürümüzdeki yeri oldukça kadimdir ve şiir Türk toplumunun sosyolojik ve
psikolojik bir olgusudur. Türk toplumu ile şiir adeta et ve kemik mesabesindedir.
Uzun bir değerlendirme yazısının ardından sağdan soldan, istisnasız her isimden ve kesimden şairlerin şiirlerini derleyerek oluşturduğum Sultan II. Abdülhamid Şiirleri Antolojisi I-II (Altınordu Yayınları, Ankara 2018), bir dönem Abdülhamid’e karşı duyulan muhabbet ve nefretin tezahürlerinin oluşturduğu bir çalışmadır.
Kitabı okurken bazen gülmek bazen öfkelenmek; bazen de ya donup kalmak yahut hülyalara dalmak adeta kaçınılmaz olacaktır. Fakat en önemlisi bu çalışma vesilesi ile Türk kültürünü, Türk sanatını, Türk düşüncesini, Türk felsefesini, Türk aydınını, Türk siyasetini, Türk idaresini, Türk zihniyetini… “Hamidiye Dönemi” çerçevesinde de olsa, okumak ve anlamak mümkün olacaktır.
.
Yahut, ben yaparsam mubah, o yaparsa günah
“Fesli Deli Kadir, Fesli Türk Düşmanı, Fesli Müptezel”
Yahut
Ben yaparsam mubah, o yaparsa günah
Anlamak ve uzlaşmak yerine linç etmeyi toplum olarak çok seviyoruz.
Genlerimizde var vurunca devirmek, ne yaparsın.
Konuşmak, anlamaya çalışmak, iyi tarafından bakmak, empati yapmak en son tercih edebileceğimiz seçenekler.
Kamplaşmayı seviyoruz. Çünkü adrenalin temel toplumsal gıdamız.
Diyanet İşleri Başkanı Kadir Mısıroğlu’na geçmiş olsun ziyaretinde bulunmuş.
Aman yarabbi, kıyametler koparılıyor, nasıl gidersin, nasıl ziyaret edersin diye.
Başkan’ın üzerinde makam elbisesi varmış. Sivil kıyafetle gitse, yaya gidemeyeceğine göre, altında da makam aracı olsaydı o zaman bu normal mi olacaktı acaba.
Bu “esef verici” durumdan yani “Fesli Türk Düşmanı”nı ziyaretinden dolayı parti liderleri, bazı vekiller ve yazarlar Başkan’dan derhal “gereğini yapmasını" yani istifasını istemişler.
Üslup çok düşük. Hatta dibe vurmuş durumda.
Başkan’dan erdemli davranmasını isteyenler erdemliler, Kadir Mısıroğlu’nu bir çırpıda linç ettiler. Nasıl mı?
“Fesli Deli Kadir”, “Fesli Türk Düşmanı”, “Fesli Müptezel”.
Bu hitapların sahipleri topluma lider olma iddiasındaki en üst düzey kişiler. Akşam sabah göz önündeki insanlar. Erdemli olunmasını isterlerken ifadeleri ile erdemlerini sergiliyorlar. Topluma örnek olmaları gerekirken kötü örnek oluyorlar.
Eski tarihli bir habere göre Başak Demirtaş, eşi Selahattin Demirtaş'ı cezaevinde ziyaret etmiş. Son derece yerinde ve gayet makul.
Ancak bir Cumhurbaşkanı adayı, Atatürk’ün kurduğu ülkeyi bölmek ve Cumhuriyet’i yıkmak ve onca insanın kanını dökenler ile işbirliğinde bulunmaktan suçlanıp içeri atılan birini ziyaret ederse…
Bir parti lideri mafya babasını hastanede, (yanılmıyorsam) hem de iki defa ziyaret ederse…
……
Bunlar, ziyaret sahiplerinin şu Başkan’ın ziyaretine yaklaşımlarına göre, gayri makul şeyler.
……
Diyanet İşleri Başkanı bu ziyaretleri yapan bu siyasi şahsiyetleri örnek almış olmasın!
Bazı vatandaşlar da Başkan’ın ziyareti vesilesi ile iki uçtan birinde yer almayı tercih ediyor.
Birileri, Atatürk ilah değildir, derken diğer birileri ise o benim ilahım, tapıyorum, diyor.
……
Durum o ki toplumsal ruh halimiz dengesini yitirmiş ve aklî melekemiz şirazesinden çıkmış gözüküyor.
Mevcut mantığa göre bu Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı “Fesli Deli Kadir”i, “Fesli Türk Düşmanı”nı ve “Fesli Müptezel”i esasen sadece ziyaret etmemek yetmez. Onu hastaneye alanlar, hastanede tedavi edenler; markete girmesine, lokantada yemek yemesine… müsaade edenler de suçlu.
Bu “hadsizi” tedavi edip, ona bir anlamda hayat verip erdemsizlikler etmesine vesile oluyorlar çünkü.
Anlamadığım şey şu:
“Fesli Deli Kadir” madem deli niye tımarhanede değil ki?
“Fesli Türk Düşmanı” neden bugüne kadar yargılanıp cezaevine konulmamış ki?
“Fesli Müptezel”in neden müptezelliğine müsaade edilir ki?
Memlekette delilikten anlayan doktor, suç işleyenleri yargılayıp cezalandıracak hukukçu, hâkim ve savcı yok mu ki?
Doktorlar, hâkimler ve savcılar yerlerine birilerini vekil mi tayin etmişler ki birileri topluma erdemli olma dersi veriyor bütün erdemsizlikler içerisinde.
……
Mustafa Kemal Atatürk ile hiçbir problemim olmadı. Olmaz da. Hakkında hem kitabım hem makalelerim var.
……
“Ben yaparsam mubah, o yaparsa günah” felsefesinde olanlar oldukça bu memleket bu tür problemlerden zor kurtulur.
Ben, “Fesli Deli Kadir”, “Fesli Türk Düşmanı” ve “Fesli Müptezel” deyip kendisini doktor, hâkim ve savcı makamına koyanların yerinde olsam, Kadir Mısıroğlu için bu tür kelimeleri kullanarak topluma kötü örnek olmaktansa, 10 Kasım Günü onu hastanede ziyarete gider, kendisine içtenlikle geçmiş olsun der ve de satın alıp güzel bir şekilde paket ettirmiş olduğum Atatürk’ü anlatan o güzel kitabı imzalayarak kendisine hediye ederdim.
Bu, birçok açıdan daha makul, daha anlamlı ve toplumsal uzlaşma için çok daha doğru olurdu sanırım.
.
Sadece Müslümanlara ve Yahudilere güvenirim"
Sultan II. Abdülhamid ve Theodor Herzl
- Centilmence bir mücadele -
Hamidiye döneminin en önemli konularından birisi Filistin Meselesi yahut Sultan II. Abdülhamid – Theodor Herzl ilişkisidir.
Bugüne değin her iki konuya dair pek çok şey yazılıp çizildi. Bazen abartılar, bazen kutsamalar yahut lanetlemelerle dolu ifadelerle ikili ve ilişkileri anlatılmaya çalışıldı. Bütün bunlara rağmen konu hala önemini ve güncelliğini devam ettirmektedir ve uzun bir süre de devam ettirecek gözükmektedir.
Sultan Abdülhamid şüphesiz ki bir imparatordu. Theodor Herzl ise vatansız kalmış bir millete vatan kurma çabasındaki idealist bir Siyonist. Orantısız konumdaki bu iki ismin yolları Filistin coğrafyası dolayısı ile kesişmişti.
Sultan Abdülhamid ve Theodor Herzl İstanbul’da Yıldız Sarayı’nda bir kaç defa görüşmüş ve birbirleri hakkında karşılıklı kanaatler edinmişlerdi. Sonraki zamanlarda da birbirlerini yakından izleyip çalışmalarını takip etmişlerdi.
Sultan Abdülhamid’in Theodor Herzl hakkındaki kanaatini tam olarak bilemesek de Theodor Herzl’in Sultan Abdülhamid hakkındaki kanaatini, hatıratında yansıttığı kadarıyla, az çok öğrenebilmekteyiz.
Şunu hemen belirtmek gerekir ki, ne Sultan Abdülhamid Theodor Herzl’e karşı, ne de Theodor Herzl Sultan Abdülhamid’e karşı kişisel bir kin ve nefret içinde olmamışlardır. Her ikisi de birbirlerine karşı oldukça ince bir siyaset izlemiş ve centilmence davranıp mücadele etmişlerdir. Bu durum en azından konuya dair kâğıda dökülen satırlarda ve kaleme alınan kitaplarda bu şekildedir. Hüküm de, malum, zahire göredir.
Taraflar arasında ince bir siyaset üzerine kurulu olduğunu gördüğümüz ilişki tabii ki bütünüyle çıkarlara dayalıydı.
Sultan Abdülhamid, emanetindeki imparatorluğu parçalanmaktan ve dağılmaktan kurtarmaya gayret etmişken Theodor Herzl ise kendi milletine vatan oluşturma idealini realize etmeye çalışmıştır.
Sultan Abdülhamid’in politikasının esası, her alanda olduğu gibi bu noktada da, barıştı. O iktidarı süresince her halükarda barıştan yana olmuş ve barışçı bir siyaset izlemeyi tercih etmişti. Onun bu siyasi tercihi dış politikada geçerli olduğu gibi insani ilişkilerde de geçerliydi. İnsanları kaybetmek, onları karşısına almak ve onları düşman edinmek yerine onları kazanmayı her daim tercih eden bir siyaseti mevcuttu. Bunu sağlamak için de o kendince muayyen politik unsurlar ve uygulamalar geliştirmişti. Gönülleri hoşnut etmek ve kalpler arasında sıcak ilişkilerin kurulmasına kapı aralamak, en azından olumsuz bakış ve yaklaşımları nötürize etmek, hatırı sayılır gördüğü veya kendince siyasi öneme sahip bulduğu kimseleri kazanmak niyeti ile değer bulup önem verdiği kimselere hediye ve nişanlar takdim etmişti.
Bu anlamda o Theodor Herzl ile Mayıs 1901’de gerçekleştirdiği görüşmenin akabinde onu, bir defa daha nişanla taltif etmişti. Birinci Dereceden Mecidiye Nişanı ile onu teshir (büyülemeye) etmeye çalışmıştı. Bu o dönem Osmanlısının en büyük ve en önemli nişanıydı.
Abdülhamid, Herzl’e sadece Mecidiye Nişanı vermekle kalmamış, sonraki yıllarda gerçekleşen görüşmelerinden birinde de yine ona elmastan bir kravat iğnesi hediyesi etmişti.
Herzl de Abdülhamit’e hediye edilmek üzere Eski Türkçe harfli ilk daktiloyu özel olarak onun için imal ettirmişti.
Kendisine verilen hediyenin Herzl için anlamı tabii ki sembolikti. Abdülhamid için ise uygulamaya çalıştığı gönül alma politikasının icrasından başka bir şey değildi. Her iki taraf da bunun kat’i surette bilincindeydi. Örneğin Herzl, Sultan’ın kendisine takdim ettiği nişan ve hediyeler için hatıratında;
“Sultan’ın bana takdim ettiği ne kırmız kurdele ne de sarı elmas beni etkiledi. Bu tür şeyler her duyarlı insan gibi beni de bütünüyle etkilemedi. Bunların bana göre, ne eksik ne de fazla olmadan sükûnetle takdir edebileceğim, sadece politik önemleri vardı…”
demekteydi.
Ancak böyle bir nişan ve hediyenin takdim edilmiş olması iki isim arasındaki ilişkinin son derecede düzeyli ve centilmence gerçekleşmiş olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.
Herzl’in Dilinden Abdülhamid
Herzl 21 Mayıs 1901'DE İstanbul’dan ayrıldığında günlüğüne Sultan Abdülhamid’e ilişkin intibalarını şu ifadelerle kaydetmişti:
“Sultan’ın benim üzerimde bıraktığı intiba onun zayıf, gevşek fakat tamamen iyi bir insan olduğudur. Onun korkunçluğuna da inanmıyorum, sinsiliğine de. Onu daha çok soyguncular, reziller ve soysuzlardan müteşekkil bir çemberin içinde derinden bedbaht bir mahpus gibi görmekteyim. Siyonist hareketin sorumluluğunu taşımamış olsam gidip şimdi bu zavallı mahpusa özgürlüğünü kazandıracak bir makale kaleme alırdım. II. Abdülhamid Han, ülkeyi güvensiz ve mutsuz kılan ahlaksız düzenbazlar grubunun adıdır… Bu çevredir ki her türlü rezilliği yapmakta ve onun namına yapmış gözükmektedir… Yıldız Sarayı kliği tam bir mücrimler çetesidir. İcra ettikleri her cürümden sonra şuraya buraya dağılıyorlar ve sanki her şey hükümdar adına yapılmış gibi hiç kimse mesul olmuyor.”
Siyonist yazar Marvin Loventhal de, Menrah Journal’de kaleme aldığı bir yazısında Herzl’in Sultan Abdülhamid ile yapmış olduğu görüşmelerden birini şu şekilde tasvir etmişti:
“Sultan, tam olarak resmini çizdiğim üzere, küçük, ince, kanca burunlu, tümüyle boyalı sakalı, zayıf, titrek sesiyle karşıma oturdu. Üzerinde, elmaslarla süslü Selamlık üniforması vardı, eldiven takmaktaydı… Bana elini uzattı ve oturduk. Son derece rahat olan minderlere gömülü verdim. Kendisi, kılıcı dizlerinin arasında olduğu halde, bir divana oturdu. İbrahim de bazen oturdu bazen kalktı. Sultan, (Mabeyn Teşrifatçısı) İbrahim’e hitap ederken kendisini dikkatle gözlemledim. Ben tercümana Fransızca olarak konuşurken Sultan da beni gözlemliyordu.”
Herzl Aralık 1901’de Basel’de gerçekleştirilen Siyonist Kongre’nin açılış konuşmasında Mayıs 1901’de yaptığı görüşmenin tecrübesiyle;
“Abdülhamid ilgili ve Yahudilere karşı iyi niyetli biridir”
demekteydi.
London Daily Mail’e vermiş olduğu bir demeçte Sultan Abdülhamid ile ilgili izlenimlerini ise yine o şöyle ifade etmişti:
“Sultan benimle gayet nezaketli bir şekilde konuştu. Onu o kadar nazik ve hoş bir beyefendi olarak gördüm ki insan nerede ise onun kudretli bir hükümdar olduğunu unutuveriyordu. Görebildiğim kadarıyla modern yaşamın en son gelişmeleriyle temas halinde olup Osmanlı İmparatorluğu’nun bir şekilde içinde bulunduğu bazı ortaçağ fikirlerinden de aşikâr bir surette uzak durmaktaydı.”
Herzl’in Abdülhamid’i Selamlaması
Herzl, Aralık 1901’de Basel’de gerçekleştirilen Beşinci Siyonist Kongre’nin açılış konuşmasında, Mayıs 1901’de yaptığı görüşmenin tecrübesiyle,
“ilgili bir dosttur ve Yahudilere karşı iyi niyetli biridir”
diye tarif ettiği Sultan Abdülhamid’e bir de mesaj göndermişti.
O, Yıldız Sarayı’na göndermiş olduğu mektubunda, daha evvelce topladığı ve başkanlığını yaptığı ilk iki Siyonist Kongresi’nde, kendi ifadesiyle;
“Toplanan ilk iki kongrede açıktan açığa ve halisane bir surette müzakerede bulunduk. Tüm yanlış anlaşılmaları bertaraf etmek üzere her bir toplantımızın başlangıcında padişaha kulluğumuzu arz etmeyi vazifeden saydık”
demekteydi.
Herzl, tahta çıkışının 24. yıldönümü dolayısıyla Abdülhamid’in gönderdiği bir telgrafla saltanatını bütün dünya Siyonistleri adına tebrik etmekteydi.
“Yüce Haşmetmeab Hazretlerine
Halife Abdülhamid Han,
Yıldız, İstanbul.
Yüce Haşmetmeab Hazretlerine görkemli hükümdarlığının refahı ve uzun ömürlü olması için tüm ülkelerin Siyonistleri adına en sıcak ve en içten dileklerimi tahtınızın eşiğinde sunmaktan şeref duyarım.
Theodor Herzl,
Merkezi Siyonist Komitesi Başkanı,
Turkenstrasse 9, Viyana.”
Sultan Abdülhamid de Herzl’e;
“Kalbi teşekkürlerini ve en samimi ve halisane temennilerini”
ifade eden mukabil cevâbî telgrafını göndermişti.
Abdülhamid’in Yahudilere Bakışı
Sultan Abdülhamid Filistin’e göç yasağı getirmekle birlikte Yahudilere karşı gayet olumlu davranmaktaydı.
Sultan Abdülhamid iktidarı döneminde Yahudilere hep kibar davranmış ve onların herhangi bir zarara uğramamaları veya bir kötülüğe maruz kalmamaları için elinden geleni yapmıştı.
Ayrıca Abdülhamid Herzl’e koloni oluşturma iznini vermemişse de hükümranlığı boyunca Yahudi halkının bir dost ve koruyucusu olduğunu ilan etme izninde bulunmayı Herzl’den esirgememişti.
O Herzl’e hitaben bu duygularını şöyle ifade etmişti:
"Ben her zaman Yahudilerin dostu oldum. Sadece Müslümanlara ve Yahudilere güvenirim. Teb’amdan diğerlerine aynı ölçüde itimadım yoktur."
Sultan Abdülhamid kendilerine Filistin’de toprak satmak yerine, Mabeyn Teşrifatçısı İbrahim Bey vasıtasıyla İstanbul’u terk etmeye hazırlanan bu mücadeleci Siyonist’i:
“Size Zât-ı Şâhâne’nin son derece sempatisi ve hürmeti vardır. Sizin kavminiz için yapmak istediğiniz asil bir şeydir. Siyonizm esasen asildir”
şeklinde bir mesajla uğurlamış, ona ve idealine karşı beslediği duygularını beyan etmiş ve mücadelesinde kendisini takdir etmekle yetinmeyi kafi görmüştür.
Herzl’in İbrahim’in aktardığı bu mesaja mukabil cevabı ise,
“teşekkür etmek ve Türkiye’nin dostu ve Yahudi yanlısı Sultan’ın bağlısı olarak kalacağını”
ifade etmek olmuştur.
Abdülhamid bu kişisel tutumu ve Yahudiler hakkındaki iyi temennilerine rağmen Filistin’de kurulması ön görülen Yahudi yurdunun oluşumu önündeki en büyük ve en aşılmaz engel olarak da mevcudiyetini sürdürmüştür.
.
Suudiler ve Büyük Arap Krallığı fikri
Arap yarımadası coğrafi farklılıkları yanında demografik olarak da çeşitlilik arz eder.
Yarımada tarihte, Yahudi’si, Hristiyan’ı, Müslüman’ı ve hatta inançsızları ile muhtelif kabilelerden oluşan bir nüfus kütlesine sahipti. Söz konusu kabileler, yaşam yerleri dikkate alınarak, Hicazlılar ve Necidliler şeklinde iki ana başlık altında toplanmaktaydı.
Yüzlerce kabileden oluşan yarımadada askeri ve siyasi gücü itibari ile özellikle son asırda öne çıkanlar ise Reşidiler ve Suudiler olmuştu.
Reşidiler ve Suudiler aynı milliyetten olmalarına ve aynı coğrafya üzerinde yaşamalarına rağmen siyasi olarak farklı temayüller sergilemekteydi.
Birbiri ile hiç geçinemeyen, bazen birinin ötekine, bazen diğerinin berikine galebe çaldığı bir askeri ve siyasi mücadele aralarında hep var ola gelmişti.
Varlıklarını daimi kılma ve askeri ve siyasi üstünlüklerini koruma arayışında olan bu iki kabile/emirlik on dokuzuncu ve yirminci asrın başlarında kendilerine birer hami edinmek sureti ile birbirlerine karşı tarihi mücadelelerini devam ettirdiler.
Arap yarımadası ve tabii olarak Hicaz bölgesi Osmanlı idaresi altındaydı. Reşidiler Osmanlı Devleti’ne bağlı bir siyasi politika izlemekteydi. İbni Suud ise İngilizlere temayül etmiş ve onlardan da destek görmüştü.
Reşidiler ve Suudilerin belki ortak yanı her ikisinin de yarımadada mutlak söz sahibi olma arayışı içerisinde bulunmalarıydı.
Suud ailesinin nihai hedefinde Arap yarımadasında nihai olarak büyük bir Arap Krallığı kurma fikri yer almaktaydı.
Gerçi İbni Suud’un bu hedefi sadece ona mahsus olarak da kalmamış ve kalmayacaktı. Şerif Hüseyin liderliğindeki Mekke Arapları yani Haşimiler de aynı amaç için çalışmış ve fakat bunu Osmanlı Devleti’ne karşı isyan etmek suretiyle gerçekleştirmeye kalkışmışlardı.
İbni Suud idaresinde arzu edilen büyük Arap krallığının kurulabilmesi ise o tarihlerde ancak Osmanlı idaresinin bölgede etkisiz hale getirilmesi veya ondan müsaade alınması ile mümkün olabilirdi. Abdülaziz bin Suud, Şerif Hüseyin’in tercihinin aksine, Büyük Arap Krallığı’nı Osmanlı Devleti ile karşı karşıya gelerek kurmak yerine onunla anlaşarak gerçekleştirmek istemişti.
Bu isteğin somutlaşmaya başladığı tarihlerde Osmanlı tahtında Sultan II. Abdülhamid vardı. Ve tabii ki neticeye ulaşabilmek için onunla bir şekilde anlaşmak gerekmekteydi.
Abdülaziz bin Suud arzusunu gerçekleştirmek üzere Sultan Abdülhamid’e, üzerinde Osmanlı bayrağı dalgalanmak ve yıllık belli bir vergi ödenmek şartıyla kendisinin tüm Arap Yarımadası’nın valisi olarak tayin edilmesini teklif etmeye karar vermişti. Bu maksatla Mesud bin Suvayla adlı şahsı teklifini Sultan Abdülhamid’e sunmak üzere İstanbul’a göndermişti.
Mesud bin Suvayla Basra’ya kadar gitmiş ve fakat o sırada İstanbul’da 31 Mart hadisesi gerçekleştiği için yola daha fazla devam edemeyerek tekrar Necid’e dönmüştü.
Abdülaziz bin Suud, belirtildiğine göre, Osmanlı Hükümeti’ne tabi olarak uzun bir süre valilik yapamayacak derecede hırslı biriydi. Gerek kendisi gerekse kendisine bağlı Arapların nihai hedefi şüphesiz ki tam bağımsızlıktı. Fakat o tarihlerde arzu edilen bağımsızlığı doğrudan elde etmek üzere başlatılması gereken hareketin gerektirdiği maddi olanaklar ellerinde mevcut değildi. Dolayısıyla da tabii bir hareketsizlik içerisinde olmaya mecbur kalmışlardı.
Birinci Dünya Savaşı bağımsız bir Arap Krallığı kurma yolunda hem İbni Suud ailesine hem de Şerif Hüseyin’e büyük bir fırsat sağladı.
İbni Suud, öteden beri yakın bir temas içinde olduğu İngilizlerle Birinci Dünya Savaşı sırasında uzlaşıp anlaştı. İngiliz Hükümeti’nden siyasi ve coğrafi güvence elde etti ve Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali ile birlik sağlayarak Osmanlı kuvvetlerine karşı saldırı başlattı.
Sadece Osmanlı kuvvetlerine karşı saldırıda bulunmakla kalmayan İbni Suud Osmanlı hükümeti ve kuvvetleri ile birlikte hareket eden İbni Reşid kuvvetlerine de saldırdı. Neticede 1924’te İbni Reşid ailesini ve idaresini bütünüyle tarihe intikal ettirdi.
İbn Suud kuvvetleri 1925'te Mekke'yi ele geçirdi. Bu vesile ile Şerifi Hüseyin bin Ali ve asırlara sâri iktidarına da sona verdi. Ve nihayet İbni Suud 1926'da Hicaz Kralı olarak taç giymeye hak kazandı.
1927'de bölgede otoritesini perçinleştiren İbni Suud idaresi İngiliz Hükümeti tarafından da hüsn-i kabul gördü.
Ancak İbn Suud elde ettiği bu başarılarla yetinmedi. 1927 yılı ve sonrasında Arabistan yarımadasının kontrolünü ele geçirmek maksadıyla bir dizi askeri operasyonlar icra etti. Nihayetinde Irak'ın bir kısmını işgale de muvaffak oldu.
1932 yılında gelindiğinde Arap Yarımadası’nın neredeyse tamamını İbni Suud hâkimiyeti altına girmişti.
İngiliz destekli bu başarılar neticesinde Necid ve Hicaz bölgelerinin de içinde bulunduğu bir coğrafya üzerinde bugünkü Suudi Arabistan Krallığı böylece tesis edildi.
İbni Suud idaresi dün her ne kadar Arap Yarımadası’nda büyük bir Arap Krallığı tesisi için çalışmış ve bunda muvaffakiyet gösterememişse de görünen o ki bu tarihi düşüncesinden hala vazgeçmemiştir.
Bugün Suudi Hükümeti’nin izlemiş olduğu dış politika; Körfez ülkeleri ile yürüttüğü işbirliği; Mısır Hükümeti ile sergilediği sıkı dayanışma; Yemen’deki askeri mevcudiyeti; Lübnan üzerindeki yönlendiriciliği; İsrail ile olan dirsek temasları; ABD ile olan dayanışması ve Türkiye ile alenen görünmeyen çatışması Suud ailesinin ve Suudi Hükümeti’nin Ortadoğu’da etkin bir devlet haline gelmeyi başarmak suretiyle, coğrafi olarak değilse de, siyasi olarak bir Büyük Arap Krallığı oluşturma arayışı içerisinde olduğuna işaret eder gibidir.
.
Sam Amca ve Sultan - Tarihsel bir izdüşüm
Harput tarihte, kalesi kadar türküleri ve bir o kadar da koleji ile meşhur olmuş bir Anadolu beldesidir.
1852 yılında Harput’ta (Elazığ) Amerikan misyonerleri tarafından Fırat Koleji adı altında bir okul açılmıştı. Daha o tarihlerde İngilizce eğitim veren bu kolejin kampüsünde kız ve erkekler için lise binaları, hastane ve yetimhane ve çeşitli hizmetler sunan 12 adet bina bulunmaktaydı.
Fırat Koleji (Euphrates College) Anadolu’daki Amerikan misyoner eğitim kurumları arasındaki en önemli okullardan birisi olmuştu. Kolej, 1878–1919 yılları arasında özellikle Ermeni teb’a üzerinde yoğun bir eğitim ve kültür faaliyeti içerisinde bulunmuş ve Amerikalı misyonerler adına büyük hizmetler icra etmişti.
Harput’ta bulunan Fırat Koleji ve Maraş’taki Amerikan Misyoner Okulu binaları asrın sonlarına doğru Anadolu’da baş gösteren Ermeni hadiseleri neticesi yanmış ve ciddi derecede zarar görmüştü.
Okul binaları Kürtlerin yoğun olduğu bir mahaldeydi ve konsolosluk korumasından da uzak bir mevkide bulunmaktaydı.
Amerikan misyonerleri vuku bulan yangınların Osmanlı askerlerinin yardımı yahut tedhişçilere göz yummaları neticesi gerçekleştiğini ileri sürmüşler, binaların yakılmasına ilaveten bölgedeki iki misyonerin de darp edildiğini belirtmişlerdi.
Osmanlı Hükümeti ise iddia edilen darp hadisesini hiçbir surette kabul etmemiş, yangın hadisesinin ise Kürtler ve kontrol edilemeyen gruplar tarafından gerçekleştirilmiş olduğunu ifade etmişti.
Amerikan yönetimi yangının çıkış nedenine dair iddialarını misyonerlerin beyanına; Osmanlı hükümeti ise kendi resmi kayıtlarına, subay ve paşalarının şahitliğine istinat ettirmekteydi.
Konu karşılıklı iddia ve retler arasında sıkışıp kalmış, fakat adliyelik olmamış ve herhangi bir yargılamaya da tabi kılınmamıştı. Yangının gerçekleşmesi noktasındaki tek somut gerçek, olayın Ermeni hadiseleri sırasında meydana gelmiş olmasıydı.
Amerikan yönetimi bütün Anadolu’yu bir ağ gibi kaplamış olan Amerikan Board’a bağlı kurumsal yapının bir parçasını oluşturan Harput ve Maraş misyoner okullarının maruz kaldığı yangın ve zararın Osmanlı Hükümeti tarafından tazmin edilmesini istemiş ve 100.000 Dolarlık maddi bir talepte bulunmuştu.
Talep Amerikan yönetimi tarafından yakinen takip edilmiş, her daim dile getirilmiş ve Osmanlı Hükümeti’nin zararı tazmin etmesi konusunda oldukça ısrarcı davranılmıştı.
Amerika’nın İstanbul’daki maslahatgüzarı da Türk Dışişleri Bakanı (Hariciye Nazırı) Tevfik Paşa nezdinde tazmin konusunu takipten geri kalmamıştı.
Ancak onca ısrar ve takibe rağmen Osmanlı Hükümeti’nin Amerikan taleplerine ya olumsuz cevap vereceği yahut da hiçbir surette cevap vermeyeceği şeklinde bir intiba oluşmuştu.
Bir başka genel kanaate göre ise tazmin talebine Osmanlı Hükümeti tarafından cevap verilse dahi bu işin basit diplomatik girişimlerle sonuçlandırılması mümkün olmayacaktı. Yıldız Sarayı’nın askeri güce maruz kalmadan maddi tazmini yerine getirmeyeceği o tarihlerde özellikle dile getirilip vurgulanmiştı. Zira belirtildiğine göre Yıldız, dünyadaki tek Müslüman gücün kendisi olduğunu tazmini reddetmek ve Amerika’ya direnmek suretiyle tüm Müslümanlara göstermek niyetindeydi. Dolayısıyla konuyu en kestireme ve kesin şekli ile çözüme kavuşturmanın yegâne yolu Akdeniz’e bir Amerikan savaş gemisinin gönderilmesiydi. Böyle bir yola başvurulması halinde problemin 24 saat içinde çözülüvereceği hâkim kanaatti. Fakat askeri güce başvurulması önerisi Amerikan siyasileri nezdinde fazla rağbet görmemişti.
Hakikaten de birkaç yıldır gündemde olan ve Amerikan sefirleri James Burrill Angell, Oscar S. Straus ve maslahatgüzar Griscom’un ısrarlı gayretlerine rağmen bir çözüme kavuşturulmayan ve kazandırılamayacağı da aşikâr olan tazmin konusuna nihai bir sonuç sağlaması gerekmekteydi. Bu maksatla, 1900 Kasımı sonlarında, Nepal taraflarında bulunan ve Filipinlere doğru ilerlemekte olan Kentucky adlı birinci sınıf Amerikan savaş gemisi, ilk kez müzakere konusu edildiği tarihten (Nisan 1900) yedi ay sonra, İzmir Limanı’na yönlendirilmişti.
Personelinin kendisi ile mağrur olduğu Kentucky savaş gemisi 11.525 ton ağırlığın olup 10.000 beygir gücüne sahipti. Ana bordasında 22 top taşımaktaydı. Uğradığı limanlarda her görenin gıpta ile baktığı Kentucky İzmir Limanı’na ateş açmaktan ziyade gövde gösterisi için gönderilmekteydi.
Kentucky’nin İzmir’e doğru rota belirlediği tarihlerde Amerika’nın İstanbul’daki maslahatgüzarı (Orta Elçi) Bay Griscom ise 17 Kasım 1900’de Yıldız Sayın’da Sultan Abdülhamid’in davetlisi olarak akşam yemeğini Abdülhamid ile yemiş ve sarayda tertip edilen müzikal safhanın sefa dolu dakikalarına dalmıştı. Sultan Abdülhamid ise Amerika’da yeniden Başkanlığa seçilmiş olmasından dolayı McKinley’i kendi adına tebrik etmesi için Griscom’dan ricada bulunmaktaydı…
Uzun bir zamandır devam eden ve Türk-Amerikan ilişkilerinin bozulmasına sebebiyet veren ancak Babıali ve Dışişleri Bakanı nezdinde kayda değer hiçbir gelişme elde edilemeyen tazmin konusunun çözüme kavuşturulması için Amerikan Sefareti Yıldız Sarayı ve Washington’da bulunan Osmanlı sefareti ile doğrudan temasa geçmek zorunda kalmıştı.
Nihayeti itibariyle Sultan Abdülhamid 1902 yılı Ağustosunda çıkardığı bir irade ile Amerika Birleşik Devletleri’nin tüm taleplerinin yerine getirilmesini ve Türk-Amerikan ilişkilerinde normale dönülmesini uygun görmüştü.
Tazmin konusunun uzun bir süre bir türlü çözülememiş olması, Türk-Amerikan ilişkilerini, siyasi ve entelektüel çevrelerini o kadar çok meşgul etmişti ki konu Amerikan basınında şiirsel bir dille olumsuz bir Abdülhamid algısı oluşturulmasına kadar götürülmüştü.
1901 yılında ABD basınında yayımlanmış olup tazmin konusundaki tutumu nedeniyle Sultan Abdülhamid ile istihza edilen şiir şöyleydi:
En Büyük Sürpriz
Yüzyılın başından bu yana bazı büyük sürprizler yaşandı
Birçoğu, en kapsamlı plan üzerine tertip edildi
Fakat hepsinden büyük olanı ve en büyük şöhreti kazanan biri
Abdül Hamid’in Sam Amca’nın alacağını ödemesi gerçeği oldu
Yıllar önce Sultan’ın askerleri ezip ve yağmalamaya başlamışlardı
Harput’ta bulunan bazı binaları bir çırpıda yıkmışlardı
Hiçbir şekilde üzülmezken onlar, zavallı Abdul Hamid inledi
Bu çarpık binaların Amerikalılara ait olduğu öğrenildiğinde
Sonra hemen Sam Amca’ya şikâyet edildi ve derhal işe konuldu
Tazminat talebi kısa sürede Türk’e duyuruldu
Abdül gayet nazik davrandı, özürlerde bulundu
Borcun yakında ödeneceğine dair Sam Amca’ya teminatlar sundu
Ama aylar geçip gitti, fakat paradan bir haber yoktu
Zira faturaları ödemekte Sultan’ın yavaş hareket huyuydu
Sam Amca ona bir kez daha ödemenin zamanı geldiğini duyurdu
Türk yine, para geciktirilmeksizin ödenecek diye buyurdu
Sonra aylar yıllar geçti, fakat padişahın nakdi yine gecikti
Oysa yüzlerce defa çok geçmeden ödeyeceğine dair sözler etmişti
Bazen de dostane bir şekilde üzülerek züğürdüm demişti
Neticede padişah ve çekleri hep alay konusu edilmişti
Fakat beklenmedik bir şey oldu, şimdi ve sonra olacağı gibi
Benzerleri, bu yüzyılda tekrar oluşmayabilir
Zira beklentinin en az olduğu bir sırada Abdül Hamid faturayı ödedi
Dünyanın bütün ulusları arasında harika bir heyecan oluştu
Ah, parayı ödemiş olması bütçesine zarar vermiştir
Kalbinin atışı, korkarız, Sultan’ın kaburgalarını zedelemiştir
Ancak ıstırap sona erdi, çünkü paralar sonunda ödendi
Artık, geciken ödemeden dolayı Türk ve çek hakkında
Daha fazla şaka yapamayacağız
Not:
Şiir, (Prof. Dr. M. Metin HÜLAGÜ, Sultan II. Abdülhamid Şiirleri Antolojisi, c. I-II, Altınordu Yayınları, Ankara 2018) adlı kitaptan alınmıştır.
.
Sultan Abdülhamid’den medet ummak yahut tarihi iğfal etmek!
Sözcü yazarı Yılmaz Özdil, Halk TV'de katıldığı programda Sultan Abdülhamid'in Mustafa Kemal Atatürk için dua ettiğini ifade etmiş.
Keşke etmiş olsa. Ne güzel, ne âlâ olurdu. Biz de memnun olurduk.
Düğün değil, bayram değil, Sultan Abdülhamid'in böyle bir şey dediğini Sayın Özdil acaba niye ifade etmiş!
Aklıma birkaç ihtimal geliyor. Başka da bir şey gelmiyor.
Malum, bugünlerde Mustafa Kemal’e dair bir kitabı çıktı. Satışta. Öncelikle hayırlı olsun. Tebrik ediyorum.
Sayın Özdil muhtemeldir ki kitabını daha iyi tanıtmak ve satışına hız vermek için Sultan Abdülhamid'e dair böyle bir açıklamada bulunmuş olabilir.
Hani malum ya, Sultan Abdülhamid iyi pirim yapıyor. Bir süredir bilen de bilmeyen de Abdülhamid limanına demir atmış durumda yahut atmaya çalışmakta… Dolayısıyla da, istisnalar bir tarafa, Sultan Abdülhamid adına, özel ve tüzel kesimlerce, emsalsiz rezillikler sergilenmekte. Hem de adına “hizmet” denilerek. Sayın Özdil, tam bir felaket numunesi Payitaht Abdülhamid’i fazlaca mı seyretti acaba!
Yahut Özdil de iktidara yanaşmak istiyor olabilir mi dersiniz! Bu ihtimal biraz zor görünüyor... Ama bence bir mahzuru yok.
Mustafa Kemal’i savunmak ve tanıtmak için Sultan Abdülhamid’e sığınmak!
Bu bence çok garip bir durum. Kemalizm kan mı kaybediyor ki Sultan Abdülhamid’den medet umulsun. Mustafa Kemal’in buna ihtiyacı var mı ki.
Sayın Özdil böyle bir açıklama yapmışsa, yazdığı kitabın özgün bir tarafının olmadığı, akademik bir hassasiyet gözetilmediği ve kitabın tarihsel bir ağırlık taşımadığı gibi bir durum ortaya çıkıyor. Kesin kanaate varmak için tabii ki kitabı okumak lazım.
Bence Atatürk’ü anlatmak için Sultan Abdülhamid’e sığınmak yerine Sultan Abdülhamid – Mustafa Kemal ihtilafını; Sultan Abdülhamid’in Mustafa Kemal’i sorgulatıp günlerce karakolda tutmasını, sonra da sürgüne göndermesini ele almak daha fazla alaka görürdü. (Bu konuyu faydası olacaksa belki daha sonra yazabilirim.)
Sayın Özdil’e, mazur göreceğine inanarak, iki hatırlatmada bulunmak isterim:
Öncelikle Sultan Abdülhamid’in kaleme almış olduğu yahut yazdırdığı bir hatıratı, anıları, güncesi vs. yoktur maalesef. Keşke olsaydı. Keşke yazsaydı. Keşke yazdırsaydı da bir de onun dilinden dinleseydik olup bitenleri. Ama yazmamış ve yazdırmamış olmasının vebali İttihatçılara aittir.
Piyasada Sultan Abdülhamid adına basılıp satılan hatıratlar merdiven altı cinsten markasız mamullerdir. Çin malı bu türden ürünlere itibar etmemek gerektiğini ehli bilir. Bunlar, milletin son derece saf ve deruni Sultan Abdülhamid sevgisini, Payitaht Abdülhamid dizisinde olduğu gibi, suiistimal etme araçları olmuştur maalesef.
İkinci olarak belirtmek istediğim ve şahsen her zaman ve her halükarda son derece takdir edip bağlı kalmaya çalıştığım prensip ise Mustafa Kemal’in:
“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.”
sözüdür.
Mustafa Kemal’in hayatının kitaplaştırıldığı bir çalışmada bile ona ait bu söze iltifat edilmiyorsa, bu durum, en basit ifadeyle “Tarihi İğfal” etmek demektir. Şüphesiz ki buna da hiç kimsenin hakkı yoktur.
.
Sultan Abdülhamid ve Otomobil –I/V
Yıldız Sarayı’na Gelen Otomobilin Hikâyesi
Otomobil geçen yüzyılın başlarına kadar yalnızca zenginlere ait pahalı bir meta ve seçkin bir zevkti. Bu hususiyetini kaybedip yaygın olarak kullanılır hale gelebilmesi için daha bir hayli zamanın geçmesi gerekmekteydi.
Geçen asrın otomobilleri teknoloji olarak bugünün otomobilleri ile tabii ki kıyaslanamayacak derecede bir gelişmişlik düzeyine sahipti. Şasileri basit ve silindirleri iptidai idi. Hız noktasında da hiçbir iddiaları yoktu. 1905’in başlarına Boston - Newport arası otomobil ile 247 dakikada gidilebilmişti. Geri dönüşte ise bir başka rota takip edilerek 120 km’lik bir mesafe ancak 3 saatten biraz daha az bir sürede kat edilmişti.
Geçen asırda otomobil üretiminde Amerika Birleşik Devletleri etkindi ve kaliteli ürünleri ile oto pazarının ileriki zamanlarda lideri olacak gibi gözükmekteydi. Ayrıca daha geniş, rahat ve incelikli otomobiller üretmek Amerikan firmalarının ileriye yönelik istekleriydi. Özellikle üretmiş oldukları hafif ağırlıklı, hızlı, dayanıklı ve özellikli turne araçları büyük bir beğeni ve şöhret kazanmıştı. Ancak otomobil Amerika’da gördüğü rağbetten çok fazlasını başka ülkelerde görmeye başlamıştı. Bu ülkelerin başında ise Fransa gelmekteydi.
Uzunca bir icat süresi olan otomobil belki de tam olarak tamamlanıp tanımlanamamış olmasından dolayı olmalı ki geçen asrın başlarına kadar kendisine karşı hep korku ve ürküntü ile yaklaşılmıştı.
Otomobillerin sıra dışı görünümlerine ilaveten basit ama iptidai motorları nedeniyle çıkan ses hayvanlar kadar insanları da endişeye sevk etmişti.
Söz konusu korku hem icat edildiği Batı dünyasında hem de Doğu coğrafyalarında geçerliydi. Otomobil denen garip şeyle karşı karşıya gelmekten korkanlar olduğu gibi içine binip biraz dinlenip nefeslenmekten çekinenler de vardı.
Hristiyan din adamları ilk çıkan otomobilleri insandan çok şeytana benzetmişler ve mevcudiyetine karşı çıkmışlardı. Bir kısım hükümdarlar ve krallar da otomobile hiçbir surette ilgi ve muhabbet beslememişlerdi. Otomobili başlangıçta "şeytan arabası" olarak gören krallar ve hükümdarlar arasında, belirtildiğine göre, Sultan Abdülhamid de yer almaktaydı.
Yaymış olduğu gürültü ve tükettiği yakıttan kaynaklanan kokusu ve hiç beklenmedik yerlerden aniden insanların ve hayvanların karşısına çıkıvermesi ve zaman zaman kaza ve zarara yol açması nedeniyledir ki halkın ve hayvanların emniyet ve sükûnetini bozan otomobilin yasaklanması gündeme gelmişti.
Avrupa’da ilk yasaklama 1889 yılında kaçınılmaz bir surette gündem konusu olmuştu. İtalya’da Nice şehri belediye başkanı halkın talep ve şikâyeti üzerine yasak talebini gayet makul bulmuştu. Nihayet 1893’te şehir merkezinde otomobil ile turlamak yasak edilmişti.
Otomobil kullanımına yasak ve sınırlama getirenler sadece yerel yöneticiler değildi. Dönemin en bilindik ve kudretli kralları, hükümdarları ve sultanları da yer almaktaydı. Örneğin Fas Sultanı Mulay Abdülaziz Fas’ta otomobil kullanımını yasaklayan idarecilerden biri olmuştu. Yine Sultan II. Abdülhamid de çıkardığı bir irade ile Osmanlı şehirlerinde ve kasabalarında otomobil kullanılmasını yasaklayan bir başka hükümdardı.
Sultan Abdülhamid’in getirmiş olduğu otomobil kullanım yasağı otomobil üreticilerini rahatsız etse de başta eşek sahipleri, katırcılar, at sahipleri olmak üzere bu hayvanlar vasıtasıyla ulaşım ihtiyaçlarını karşılayan halk getirilen yasaktan son derece memnun olmuş ve keyif duymuşlardı.
Sultan Abdülhamid’in getirmiş olduğu yasağın dayanağı, öyle anlaşılmaktadır ki, sadece toplumun emniyet ve sükûnu sağlama arayışından kaynaklanmamış fakat aynı zamanda sosyo-ekonomik koşullardan da ileri gelmişti.
Otomobilin yeni ve acayip bir şey olması 1900’lerin başında kadar krallar ve hükümdarlar tarafında kendisine temkinle yaklaşılması ve karşılanmasına neden olmuştu. Hatta bazı kral ve hükümdarlar otomobilden uzak durmayı özellikle tercih etmişlerdi.
Avusturya İmparatoru Francis Joseph otomobilden hiç hazzetmemiş ve bir defacık dahi olsa cesaretini toplayıp, acep bu nasıl bir şeydir deyip otomobile binmemişti. Otomobilden ilk zamanlar uzak duran ve ona kuşku ile bakan hükümdarlardan biri de yine Sultan II. Abdülhamid olmuştu.
.
Sultan Abdülhamid ve Otomobil –II/V
Yeni bir icat olarak otomobil bazı insanlar tarafından garipsenip tehlikeli olarak görülmüşse de dünyanın dört bir tarafında her geçen gün kendisine rağbet gösterilen ve satın alınarak kullanılan bir özelliğe de sahip olmuştu. Özellikle iş dünyasının ve sosyal hayatın ileri gelenleri açısından otomobil sahibi olmak nerdeyse zaruret halini almıştır. Öte yandan zengin sınıfa dâhil bazı insanların bir değil, birden fazla otomobili olmuştu.
Tütün tüccarı James B. Duke, eskiden otomobilden nefret ederken, tutku ve yaşamında değişiklik yapmış ve piyasadaki en iyi otomobillerden birisini almıştı.
Andrew Carnegie, iyi bir otomobilciydi ve güzel otomobillere sahipti.
İngiltere Kralı Edward, otomobiliyle bir yere gideceği zaman ilk yardım setini de beraberinde götürürdü!
William Rockefeller, iyi bir otomotiv uzmanıydı. Muhtemelen yarım düzine arabası ve bu arabaları koyabileceği bir de, her otomobil sahibine nasip olmayan, garajı vardı.
Harlan ve Hollingsworth’un eski müdürü Harry T. Gause otomobillere son derece düşkün bir isimdi. Ülkesini ve dünyayı daha o zamanlar otomobiliyle dolaşmanın keyfini tatmıştı.
Muhterem Evelyn Ellis, İngiltere’de motorlu arabanın, Daimler marka ve firmasının, ilk uzak mesafeli sürüşlerin öncü ismiydi. Ancak daha sonraları yatalak hale gelmekten de kurtulamadı. Fakat yatalak da olsa otomobillere ve otomobil işlerine olan ilgisini hiçbir zaman kaybetmedi. Evelyn Ellis aynı zamanda Büyük Britanya ve İrlanda Otomobil Kulübü’nün de üyesiydi.
Bir zamanlar otomobil ile ilgilenip de Charles J. Glidden’i bilmeyen hemen hemen yok gibiydi. Çünkü Bay Glidden otomobil ile dünyada en fazla yol kat eden bir isimdi. O, otomobiliyle Avustralya ve Yeni Zelanda’da bulunmuş, Fiji’de 320 km, Havai’de ise 50 km yol kat etmişti.
Sultan Abdülhamid’in de dostu olan Alman İmparatoru William’ın yaklaşık 12 adet otomobili olduğundan söz edilmekteydi. Otomobillerinden en az biri Fiat markaydı.
Amerika Birleşik Devletleri sinyal servis şefi General Greely otomobille ilgilenmeye çok çok önceden başlamıştı.
New York’lu Dr. A. F. Norris 40 beygir gücünde bir Decauville yarış otomobiline sahipti ve Guy Vaughan bu otomobille 1903-1906 yılları arasında birden fazla yarış kazanmıştı.
Mercedes’ci O. L. Charley’in 1905’te 4.000.000 dolarlık satış yaptığı hararetle konuşulan konular arasındaydı. Ayrıca 1906 yılı için Mercedes firmasına 864 adet yeni sipariş vermişti.
John Jacob Astor otomobil sahipleri içerisinde şampiyonluğu elinde bulunduran kişiydi. Elinde kıymeti 100.000 doları bulan 20 adet otomobil vardı. Bu arabaların ona yıllık maliyeti, şoför maaşları, muhafaza ve yakıt giderleri hariç olmak üzere, 15.000 doları bulmaktaydı.
Fransa Başkanı Émile François Loubet 1905’te icra edilen askeri manevralar vesilesiyle halkı ile ilk buluşmasını otomobiliyle gerçekleştirmişti.
Amerikan bankerlerinden New York’lu Jefferson Seligman’ın ise aynı anda 15 adetten fazla otomobile sahipti.
Atina’da bulunan 12 otomobilin 3’ü Yunan Kralı ve Kraliçesine aitti. Bu otomobillerden birisi Prens Andreas’ındı ve kendisine Rus Çarı tarafından hediye edilmişti.
İtalya Kralı, Milan Uluslararası Sergisi’nde katılımcılar arasında ödül olarak dağıtılmak üzere 7.000 dolar ayırmıştı. Ödüllerin en iyilerinden birisi de 1.000 dolar kıymetindeki güzel bir motorlu tekne idi.
Amerika’yı ziyaret etmek istediğinden bahsedilen İtalya'nın Dowager Kraliçesi Margherita otomobili ile İsviçre, Almanya, Hollanda ve Fransa’yı kapsayan 800 km’lik bir seyahatte bulunmuştu.
Aktris Leslie Carter Decauville marka otomobil kullanmaktaydı. Hatta Decauville firması tarafından Bayan Leslie Carter adına, tasarımı bütünüyle kendisine ait olan, bir otomobil bile imal edilmişti.
İspanya Kralı’nın da birkaç otomobili vardı. Fakat o elektrikli Amerikan otomobilleri onun daha ziyade tercih ettikleriydi.
Son Vanderbilt Kupa Yarışı’na katılmış olan Binanuel Cedrlno İtalya Kraliçesinin en gözde şoförüydü. İtalyan kraliyet ailesi otomobile her yıl 100.000 dolar harcamaktaydı. Kraliyet ailesinin en fazla kullandığı marka ise Fiat’tı.
Fransız aktris Sarah Bernhardt, Amerika’da elektrikli otomobil kullananlar arasında yer almaktaydı.
Dünyanın en büyük şirketlerinden birinin avukatı iken sonradan hâkimlik mesleğine geçen James B. Dill, Amerika Otomobil Kulübü Hukuk Komitesi Başkanlığı görevini de yürütmekteydi.
Boston’lu milyoner Williame Wallace da Amerikan Otomobil Derneği’nin Yarış Yönetim Kurulu üyesiydi.
St. Regis’in en yüksek fiyatlı süitinde ikamet eden ve ismi dillerde dolaşan E. R. Thomas Amerikan Otomobil Derneği Yarış Komitesi üyeliğini icra etmekteydi.
Otomobil kullanımında gösterdiği performanstan dolayı C. M. Charley, daha evvelce ikisini Fransız hükümetinden aldığı madalyalarına üçüncüsün ise Bulgar Ulusal Liyakat Madalyası olarak ilave etmişti.
Amerikalı milyoner Clarence Gray Dinsmore, ölmeden evvel, Herkomor Komitesi’ne otomobil yarışlarında verilecek ödüller için harcanmak üzere toplam 10.000 Frank bağışlamıştı.
Genç Manchester Dükü otomobil sahibi olan tüm İngiliz asilzadelerini canlı sarı renkteki otomobili ile geride bırakmıştı.
.
Sultan Abdülhamid ve Otomobil – III/V - Kazalar, fuarlar, turlar ve turneler
Otomobil Kazaları
Otomobilin varlığı genel olarak daha bütünüyle kabullenilememiş ve kullanımı da tam olarak öğrenilememişken otomobil kullanmaya kalkmak doğrusu biraz da maceralı bir işti. Ancak her ülke ve coğrafyada adrenalini yüksek olan veya onu yüksek tutmaya çalışan insanlar da az değildi.
Otomobil yolculuğu zahmetli olduğu kadar tehlikeliydi de. Öncelikle otomobilin çalıştırılması başlı başına bir tecrübeyi ve azami dikkati gerektirmekteydi. Otomobili çalıştırmak için önünde doğrudan motora bağlı bir manivelayı belli bir hız ve ivmede döndürmek icap etmekteydi. Bir zamanlar Türkiye’de bulunan bazı otomobiller ve özellikle traktörler aynı usulle çalıştırılan motorların numuneleriydi.
Otomobili bu tarzda çalıştırmak pek kolay bir iş olmadığı gibi işlemin tamamlanmasından sonra manivelanın doğru bir biçimde çıkartılıp alınması da son derece önemliydi. Aksi halde el, kol gibi uzuvların manivelanın süratle çarpması neticesi kopması veya yaralanması kaçınılmaz olabilirdi.
Diğer taraftan otomobili doğru kullanmak da büyük bir marifet gerektirmekte ve hatta sahip olunan marifet ve tecrübe yetersiz dahi kalabilmekteydi. Bazen şoförün iradesi dışı yoldan ve otomobilin kendisinden kaynaklanan aksilikler nedeni ile ölümcül kazalar yaşanabilmekteydi.
Örneğin Neely Brooke & Price firmasından J. H. Brooke maruz kaldığı bir otomobil kazası sonucu ağır bir şekilde yaralanmıştı. Otomobili ile hızlı bir şekilde giderken tekerlerinden birisinin patlaması üzerine kaza kaçınılmaz olmuştu.
İlk otomobil kullananlardan biri olan Sir Thomas Lipton ve Fas Sultan’ı geçirdikleri otomobil kazası neticesi yaralanmışlardı.
Fransız hükümeti Fas Sultanı Mulay Hafid Abdülaziz’e güzel bir araba hediye etmişti. Ayrıca arabayı kullanmak ve Fas Sultanına şoförlük etmek üzere bir de son derece deneyimli bir şoför göndermişti.
Fransız hükümetinin hediye etmiş olduğu otomobil duruşu ve görünüşüyle hakikaten çok güzeldi. Mulay Hafid otomobili çok ama çok beğenmiş ve bundan böyle atlara ve arabalara ihtiyaç yok, onların bundan sonraki yerleri ahırlardır diye düşünmüştü.
Bir gün Mulay Hafid otomobiliyle virajlı bir yolda giderken otomobili aniden bozulmuş ve şoförünün kontrolünden çıkmıştı. Aksilik bu ya, tekerlerinden biri de patlayıvermişti. Bütün bunlar yetmezmiş gibi otomobilin direksiyon kutsu da kilitlenmişti. Fakat otomobil durmayıp ilerlemeye devam etmişti.
Mulay Hafid otomobilin durdurulmasını istemişse de otomobil bir türlü durdurulamamıştı. Şoför gidişatın sonucunun ölmek olduğunu düşünürken otomobil bir kayaya çarpmış, Mulay Hafid ile şoförü arabadan dışarı fırlatılıp atılmış ve nihayet otomobil de tekerleri döner bir halde ters yüz olmuştu.
Allah’tan Mulay Hafid’e fazla bir şey olmamıştı. Vücudu sadece ufak tefek yaralara maruz kalmıştı. Olanların en kötüsü otomobile olmuştu. Kazadan sonra şehre geri dönen Sultan Mulay Hafid otomobilin önce devlet balyozuyla ezilmesini, sonra da parça parça edilmesini emretmişti.
Otomobil Fuarları
Otomobilin olduğu yerde tabii olarak otomobil fuarlarının olması da kaçınılmaz bir şeydi.
Otomobil firmaları satışlarını artırmak üzere tanıtımlar yapmakta ve bu amaçla da fuarlar düzenlemekteydi. İngiltere ve Fransa arasında bu konuda ciddi bir rekabet vardı. İlk otomobil fuarlarından birisi olan Olympia, 1905 yılı Kasımında Londra’da düzenlenmişti. Piyasayı İngiliz firmalarına kaptırmak istemeyen Fransızlar Aralık ayında düzenledikleri fuarı sonraki yıllarda ekim ayına çekme kararı almışlardı. Amerikan şirketleri de Amerika’daki eyaletlerde fuarlar düzenlemeye başlamışlardı.
Chicago Otomobil Fuarı düzenlenen şehirlerden bir başkasıydı ve beklentilerin üzerinde bir ziyaretçi sayısı elde etmişti. Fuarda 100 katılımcı firma vardı ve 426 araç sergilenmişti. Fuarı ziyaret edenlerin sayısında da önceki yıla nispetle iki kat artış gerçekleşmişti. Chicago Otomobil Fuarı’nı 7 günde 263.000 kişi ziyaret etmişti. Dolayısıyla fuarda daha evvelce benzeri görülmemiş derecede fazla satış yapılmış ve binlerce otomobil sahiplerine ulaştırılmıştı. Toplam satış miktarı 7.100.000 doları bulmuştu. Fuarda 1.000 büyük, 3.000 de küçük araç pazarlanmıştı.
Tur Otomobilleri
Yirminci asrın başlarında otomobilin kullanım alanı oldukça dardı. Bugünkü gibi toplumsal ulaşım aracı denecek bir hüviyeti henüz kazanmamıştı. Üretim bakımından sayılarının sınırlı, fiyat yönünden pahalı ve elverişli yolların olmaması dolayısıyla da yaygınlıkları çok fazla değildi.
Otomobilin önceki asırda satın alınmasının öncelikli nedeni muayyen bir sınıfa mensup kişilerin, zenginlerin ve kral ve hükümdar gibi şahsiyetlerin sosyal statü belirlemede ve prestij oluşturmada otomobili bir vasıta olarak görmeleri olmuştu.
Otomobillerin bu dönemde temel kullanım nedenlerinden biri de seyahatlere aracılık etmesi olmuştu. Otomobil sahipleri otomobilleri ile şehir şehir, kasaba kasaba ve hatta ülke ülke turlara çıkmayı bir ayrıcalık olarak değerlendirmişlerdi.
Dar muhitli dolaşımlar yahut uzun soluklu turneler için kullanılan vasıtalar ilk zamanlar Reo otomobilleri idi. Ancak daha sonraları daha rahat ve performanslı dolaşım sağlayan otomobiller üretilmeye başlanmıştı. Fakat sadece konforlu ve performanslı arabaların olması turlar ve turneler için yeterli değildi. Bunun için elverişli yollara da ihtiyaç vardı. Bu noktada Fransa fazlaca dikkat çekmekteydi.
Fransa kelimenin tam anlamı ile baştanbaşa otomobillerin rahatlıkla gidebileceği ve hatta sürat bile yapabilecekleri yollara sahipti. Bu durum Fransa’yı otomobil yarışlarının düzenlenebileceği gayet elverişli bir yer haline getirmişti.
Bu dönemde en son teknoloji ile imal edilmiş olan dolaşım aracı otomobiller, Reo otomobilleri ile aynı beygir gücüne sahipti. Ancak motoru daha performanslı halle getirilmişti ve milli ekonomi testinden geçmişti. İki saat on dakika boyunca saatte 20-30 km hız yapabilme kabiliyeti vardı. Dolayısıyla dönemin otomobil üreticisi firmalar arasında rekabet daha o günden itibaren söz konusu olmaya başlamıştı. O nedenledir ki Reo Motor Araba Şirketi kendisini yenileme gereği hissetmişti ve 1906 yılı modellerinin daha cazip üretimler olacağını halka ilan etmişti.
Hakikaten de yapılan reklam ve tanıtımlar dikkate alındığında yeni imal edilecek olan Reo Coupe, 16 beygir gücünde, 816 kg ağırlığında, saatte 45-55 km hız yapabilen ve fiyatı 1800 dolar olacağı bildirilen bir teknoloji ve kıymete sahip görünmekteydi.
İlan edilip söz verildiği gibi gerçekten de Reo Coupe modeli görenlerde hayranlık uyandırma ağırlıklı bir tasarımla imal edilmişti. Soğuk, yağmurlu veya fırtınalı havalarda yolcularını muhafaza edebilme imkânı mevcuttu. Sürücü dışında daha üç yolcu rahatça bu yeni otomobile binebilmekteydi. Teknoloji ve konforu aynı anda bünyesinde toplayabilmenin yanı sıra, fazla sayıda binici taşıma ve iç döşemeleri bakımlarından zarif, lüks ve sanatsal bir zevkle imal edilmişti. Ayrıca kış aylarında önde tarafında cam cephe ve yanlarda pencereleri sebebiyle tamamen muhafazalı bir durum söz konusuydu. Arka koltuklar oturanlar konuşulabilen bir tüp vasıtasıyla sürücü ile iletişim sağlayabilmekteydi. Yine arkada bulunan koltukta iki yetişkin insan rahatlıkla yolculuk edebilirdi. Yaz mevsiminde ön cam çıkarılabilir ve tüm pencereler sökülebilir bir şekilde tasarlanmıştı. Bazı parçaların sökülüp takılabilir olması otomobili oldukça havadar, gölgeli, serin ve konforlu kılmaktaydı. Ayrıca bütün çıkarılabilir aksam söküldüğünde araba tabii bir turne aracına dönüşebilmekteydi.
Cadillac Otomobil Şirketi de dönemin zenginlerinin teveccüh ettiği otomobil üreten bir başka firmaydı.
Cadillac geniş ve rahat alanlarda 24 saat satış hizmeti vermekteydi. Turne için de elverişli olan Cadillac markasının fazlasıyla alıcısı mevcuttu.
Turneler
Otomobil ile günü birlik turlar yapıldığı gibi birden fazla sınır aşılıp ötelere, çok daha ötelere yapılan turneler de söz konuş olmaktaydı.
Los Angles halkından seçkin kimselerin, örneğin, beraberlerinde eşleri ve yakın arkadaşları olduğu halde ırmak kenarında araba gezintileri yapmaları artık kanıksanmış bir haldi.
Uzak turlara çıkanların sayısı da azımsanmayacak derecede çoktu. Townsend Burden, mesela, 35 beygir gücündeki otomobili ile turne kapsamında İsviçre ve merkezi Avrupa şehirlerini geçmiş, dönmüş dolaşmış tekrar Paris’e gelmişti.
New York’lu W. V. S. Thorne 32 beyir gücündeki otomobili ile Almanya’yı dolaşmıştı. Charles M. Schwab Amerikan yollarında turlamak üzere 25 beygir gücünde yeni ve yedinci otomobilini satın almıştı.
Otomobilin başta Amerika ve Avrupa kıtası olmak üzere dünyada giderek yaygınlaşması, tabii bir ihtiyaç olarak yeni yollar ve köprülerin yapılması İstanbul basınında kendisine yer bulmuştu. Ancak bu yer buluş bir garipseme olarak değil, imrenip hayıflanılan bir durum olarak tezahür etmişti.
Sultan Abdülhamid ve otomobil –IV/V
OTOMOBİLE YASAK ÜLKELER
Dönemin yayın organlarından biri olan Şehbal’de, mesela, Times nehrinin üzerinde inşa
olunan köprünün fotoğrafına yer verilerek; “Daha uzun süre bigâne (kayıtsız) kalmaya
mahkûm olduğumuz asar-ı temeddün (medeniyet eserleri)” denmekteydi.
Bu hayıflanmanın yer aldığı aynı sayfanın hemen altında ise başka bir fotoğrafa yer verilerek
“Ma’mûre-i Konstantiniyye’de görülmeyen umranlardan biri (Bayındır İstanbul’da
görülmeyen gelişmişliklerden biri)” denilerek hayıflanılmakta ve “İstanbul’a nispetle
İngiltere’nin ikinci derecede bir şehri olan Doncaster’de otomobil nakliyatı” ile fotoğrafı
verilen bir otomobile işaret edilmekteydi.
Bu hayıflanmalar pek tabii ki belli ölçüde hem isabetli hem de doğruydu. Zira bu tarihlerde
Osmanlı ülkesine otomobilin girişi yasaktı. Hatta dönemin etkin ve zengin zümresi
otomobilin imparatorluğa bir an evvel girmesine izin verilmesini sağlamak maksadıyla
yıllarca mücadele etmek zorunda kalmışlardı. Asya’nın birçok geri kalmış bölgeleri modern
araçların işgali altında bulunurken otomobilin Osmanlı sınırlarından içeriye girmesine izin
verilmemesi itiraz konusu olmuştu. Uluslararası otomobil firma ve üreticileri de Osmanlı
ülkesindeki yasağın kaldırılması yahut değiştirilmesi için çok gayret sarf etmiş fakat netice
itibariyle hiçbir şey elde edememişlerdi. Zira yasakların serbestiyete dönüşmesi için sadece
Osmanlı Devleti, idarecileri ve halkının değil, genel anlamda dünyada bütün ülkelerin,
kralların ve halkların muayyen bir zamanın geçmesine ihtiyaçları vardı.
Serbestiyetin gerçekleşmesi öyle hemen bir çırpıda olacak bir şey de değildi. Olabilmesi için
öncelikle bu yeni icat otomobillerin kanıksanması, ihtiyaç duyulur hale gelmesi, yol ve köprü
gibi altyapının oluşması gerekmekteydi. Bunlar da doğrusu, zamanla olabilecek şeylerdi.
Hakikaten de aradan geçen muayyen bir süre sonra Osmanlı ülkesine de otomobil ithal
edilmesine izin verilmişti. Fakat verilen izine, ülkeye sokulacak otomobillerin şehir ve
köylerde bulundurulmaması kısıtlaması ilave edilmişti. Otomobil sahiplerinin otolarını sadece
şehir dışında bulunan yollarda kullanmaları mümkün olabilirdi. Şehre girmek isterlerse
otomobillerini adeta kucaklarına alıp taşımaları gerekmekteydi. Fakat şu da bir gerçekti ki,
yasa varsa mutlaka bu yasaların her zaman için kullanılabilecek açıkları da vardı. Ancak bu
yasal açıklar derde deva olmaları bakımlarından tek başlarına yeterli olmayıp ondan
yararlanmak için ilgili avuçlara sıkıştırılacak birkaç kuruşa ihtiyaç duymaktaydı. Böyle
davranıldığı takdirde otomobillerin kucakta değil, tekerleri üzerinde şehre sokulmaları
mümkün olabilirdi.
YASAĞIN DELİNMESİ
Bazen olmadık şeyler olur, o güne kadar olagelenler de bütünüyle değişmek zorunda kalır.
Bu anlamda günün birinde yürürlükteki yasağa rağmen bir otomobilin hiçbir yasak yokmuş
gibi İstanbul’da Pera Caddesi’ne kadar geldiği görülmüştü.
Otomobilin şoförü, yaşlı, genç, hiç kimsenin korku dolu bakışlarına aldırmamış, aralarından
geçerek ilerleyip gitmişti.
Otomobil Homolles adlı bir Fransız’a aitti ve Paris’ten İstanbul’a kadar hiçbir sıkıntı
yaşamadan günde 300 km yol kat ederek Pera’ya kadar gelebilmişti.
Homolles’in bu başarısının ardındaki sır tabii ki bütünüyle duygusal sempati ile alakalıydı. O
duygusal sempatiye gayet iyi bir surette hitap etmiş ve yolculuk güzergâhı boyunca muhatap
olduğu memurların gönüllerini hoşnut kılmıştı. Dolayısıyla da tarihte düşmanın bir türlü
geçemediği Şıpka Geçidi’nden, hiçbir savunma ve saldırıya uğramadan ve oradan da Pera’ya
kadar var olan bütün kasaba ve şehirleri hiçbir engellemeye maruz kalmadan, rahatlıkla
geçebilmişti.
SULTANÎ DEĞİŞİMLER
Gerçi bu tarihlere gelindiğinde dönemin Sultanı II. Abdülhamid’in de otomobile bakışında
ciddi bir değişim söz konusu olmaya başlamış, o da kendi hayatında otomobiller için yeni bir
sayfa açmış, yeni bir safha başlatmıştı. Sayıları az da olsa otomobillerin yurt içine
sokulmasında herhangi bir sakınca görmemeye yönelmişti.
Ulaşım için dönemin yolları otomobillerin kullanımı için henüz yeterince hazır değildi. Hele
hele bu noktada Avrupa ile mukayese edilebilecek ve Fransa’daki yollarla rekabete
girişilebilecek bir durumdan ise hiç söz edilemezdi.
Yasakların delinmesi ve Sultan’ın çağdaşı birçok kral ve hükümdar gibi otomobile “Şeytan
Arabaları” diye bakmaktan artık vazgeçmeye yönelmiş olması; imparatorluk sınırlarının
mahdut bir şekilde de olsa otomobillerin girişine açık hale getirilmesi talepleri; yasakların
ihlal edilmesi ve otomobille şehir merkezlerine girişi için talep ve baskıların giderek artması
eskisine nispetle daha belirgin bir hal almıştı.
Tam da bu tarihlerde, 1904 yılının ilk ayında, İstanbul’daki Alman Konsolosluğu
çalışanlarından birinin Almanya’dan elektrikli bir otomobili şehre getirme teşebbüsü ortalığı
birbirine katmak için yetmişti.
Beyoğlu Mutasarrıflığı ve Zaptiye Nazırlığı konu ile yakından ilgili olmuştu. Muhatap Alman
Sefareti olunca Zaptiye Nazırlığı talebe nasıl cevap vermesi gerektiği konusunda mütereddit
kalmıştı. Verilecek olumlu bir cevabın benzer talepleri kamçılayacağı gibi tabii bir endişe
vardı. Endişenin doğruluğu muhakkak ise de neticede kerhen de olsa talebe olumlu bir cevap
verilmişti. Ve hakikaten korkulan da olmuş, kısa bir süre sonra Fransız Konsolosluğu da
Marsilya’dan getirmek istediği araçlar için izin talebinde bulunmuştu. Ona da istemeye
istemeye evet denilmişti.
Sultan Abdülhamid ve Otomobil –V/V
Prof. Dr. Metin Hülagü: Sultan Abdülhamid diğer hükümdar ve krallara nispetle en son otomobil alan hükümdar olmuşsa da 1900’ün başından itibaren Yıldız Sarayı’nın geniş bahçesinde kendi kullanımı için birkaç otomobil alıp muhafaza etmesi tabii bir hale gelmiştir. O sadece otomobil almakla kalmamış, 1905’te edindiği araba nedeniyle son derece mutlu olmuş ve kullandığı arabanın mucidini memnun etmişti.
Kabul, istihza ve realite
Çağdaşı krallardan bazıları otomobili hemen ilk başlarda kullanmaya başlamış olsa da bazı hükümdarlar gibi Sultan Abdülhamid de otomobile ilk zamanlar ihtiyatla yaklaşmayı tercih etmiştir. Ne de olsa atsız, beygirsiz olarak kendiliğinden hareketli, sesi ve kokusuyla insana ister istemez tedirginlik veren otomobil denen şey garip bir şeydi ve bilinmeyen akıbetlere sebebiyet verebilirdi.
Gerçi Sultan Abdülhamid teknolojiye açık bir insandı. Demiryollarını önemsemiş, kara treni memlekete getirmiş ve onu ülkesinde yaygın bir hale sokma çabası içine girmişti. Telgraf yine onun döneminde etkin bir biçimde kullanım kazanmıştı. Döneminin yeniliklerinin temel kriterlerinden birisi Batı’nın kültürünü değil, teknik yönünü transfer etmekti. Devlet işlerinde olduğu gibi onun tüm hususi işlerinde de aşırılıktan kaçınıp mutedil bir yol izleme prensibi geçerliydi.
Osmanlı ülkesinde otomobil Sultan Abdülhamid döneminde ülkenin sosyo-ekonomik yapısından ötürü önce yasaklanmış, sonraları ise kısmi kullanım serbestiyeti kazanmıştı.
Ancak Sultan’ın kendisi otomobil ile mesafeli bir temas içinde olmayı tercih etmişti. Oysa ki otomobil teknolojik bir ürün olması, Sultan’ın teknolojiye duyarlı bulunması… ve dolayısıyla onun otomobile karşı daha ilgili olması gerekirdi diye düşünülebilir. Ancak bu ilgi konusu “şeytanarabası” yeni bir şeydi ve nelere sebebiyet vereceği henüz tam olarak belli değildi. Fas Sultan’ı Mulay Hafid gibi kazaya uğramak da söz konusu olabilirdi. Ayrıca Abdülhamid’in hayat prensiplerinden birisi de azami derecede dikkat ve tedbirdi. Bu husus onun biraz karakteri gereği, biraz da dönemindeki krallar ve hükümdarlara yönelik terör ve suikast teşebbüslerinin kaçınılmaz eseriydi. Zaten o, Yıldız Sarayı’nı bu tür tehlikelerden dolayı terk etmemeyi de itiyat haline getirmişti.
Hal böyle olmakla birlikte geçen süre içerisinde Abdülhamid de otomobile ilgiden azade kalamamıştı. Resmi yazışmalara göre Londra’da bulunan Osmanlı sefareti vasıtasıyla Magnus Volk'a Abdülhamid adına 1888 başlarında elektrikli bir otomobil siparişi verilmişti.
Sipariş olunan araba teslim alınmış, tecrübe edilmiş ve deniz yolu ile İstanbul’a gönderilmişti. Elektrikli arabaya ilaveten bir de elektrikli deniz botu alınması istenmişti.
Otomobil ve elektrikli botun fiyatı altı yüz elli sterlin etmekteydi ve bu para ilginçtir, Hazine-i Hassa hesabından yani Abdülhamid’in kendi kesesinden ödenecekti.
Abdülhamid’in otomobile olan ilgisi, Meşveret’te çıkan bir haber göre, sonraki yıllarda da devam etmiştir. Verilen bilgiye göre Sultan Abdülhamid’in en yakın adamlarından biri olan Mareşal Şakir Paşa 1901’de Berlin’deki son ikameti sırasında padişah için son derece nefis bir otomobil satın almış, İstanbul’a getirerek Yıldız Sarayı’nda onu Sultan Abdülhamid’e takdim etmişti. Muhteşem görünümü ile herkeste hayranlık uyandıran araba Yıldız Sarayı bahçesinde bir pazar günü tecrübeye tabi tutulmuştu.
Tecrübe sırasında Abdülhamid otomobilin yanına fazla sokulmamış, deneme sürüşleri için yapılan hazırlıkları Yıldız Sarayı’nın pencerelerinden birinden bakıp takip etmeyi tercih etmişti. Otomobil hareket edince test sürüşünü seyreden meraklı kalabalık büyük bir korkuya kapılmış, can havli ile sağa sola dağılıvermişti. O kadar çok korkanlar olmuştu ki onları sükûnete kavuşturmak bir hayli zorluk çekilmiş ve kendileri ile bir hayli zaman uğraşılmıştı.
Bu dönemin otomobil meraklılarında biri de Mısır Hıdivi olmuştu.
Mısır Hıdivi 1905 yılı Ocak ayı başlarında Fransa’dan beygir gücü yüksek iki adet son derece güzel bir otomobil satın almıştı. Otomobil üreticisi Sultan Abdülhamid’i de bir otomobil almaya ikna etmesi halinde Hıdiv’e bir otomobili de bedava vereceği vaadinde bulunmuştu.
Hıdiv tabii ki Sultan Abdülhamid’i otomobil almaya ikna edememiş, fakat otomobil üreticisine bir telgraf çekerek Abdülhamid’in hediye olarak verilecek bir otomobili kabul etmeye hazır olduğunu bildirmişti.
Üretici, Abdülhamid’e hediye edeceği otomobil ile büyük bir reklam yapmış olacağını hesaplayarak cevabî telgrafında Sultan’a otomobil hediye etmeyi kabul ettiğini belirmişti.
Böylece hem Hıdiv hem de Sultan Abdülhamid birer otomobil sahibi olmuştu. Ancak Abdülhamid, otomobili oluşturan her bir parçanın sökülüp mahiyeti ve güvenirliği kendisine anlatılıncaya kadar bu otomobile binmemişti.
Sultan Abdülhamid diğer hükümdar ve krallara nispetle en son otomobil alan hükümdar olmuşsa da 1900’ün başından itibaren Yıldız Sarayı’nın geniş bahçesinde kendi kullanımı için birkaç otomobil alıp muhafaza etmesi tabii bir hale gelmiştir. O sadece otomobil almakla kalmamış, 1905’te edindiği araba nedeniyle son derece mutlu olmuş ve kullandığı arabanın mucidini memnun etmişti.
Almanya Achen’deki bir otomobil fabrikasında çalışan mühendislerden birine Beşinci rütbeden Mecidi nişanı vermişti. Bir yıl kadar sonra ise Aix-la-Chapelle Otomobil Fabrikası müdürüne Dördüncü rütbeden Osmanlı nişanı verilmesini uygun görmüştü.
Hal böyle olmakla birlikte olumsuz bir Abdülhamid imajı oluşturma çabasında olan Batı basını, Abdülhamid’in otomobil kullanmamasını eleştirdiği gibi onun otomobil edinmesini de eleştirip alay etmiştir.
Polly Pry bu noktada zikredilmesi gereken isimlerden biridir. O, yazmış olduğu dört mısralık beytiyle Abdülhamid ile alay etmiştir.
Bir başka alaylı yaklaşım ise Abdülhamid’in 1905’te otomobil edinmesinin hemen ardından bu durumun istihzai bir haber şeklinde basında yer alması olmuştur.
Basında yer alan bu istihzaî haber “Türkiye'nin Sultanı bir otomobil aldı. Belki de Ermeni tebaası arasında kişisel olarak dolaşmayı amaçlamaktadır.” biçiminde okuyuculara duyurulmuştur.
Şurası bir gerçek ki, teknolojinin son ürünü olan otomobilin Sultan Abdülhamid için önemi, diğer kral ve hükümdarlar nezdinde kendisi için imaj oluşturma vesilesi teşkil etmesinden yahut hükümdarlar arası imaj rekabetinde kendisini geri kalmaktan kurtarmasından başka bir işleve sahip olmamıştır. Çünkü Sultan Abdülhamid otomobil almışsa da, Yıldız Sarayı’ndan hemen hiçbir zaman dışarı çıkmadığı için onu hiç ama hiç kullanma şansına sahip olmamıştır. Belki haftada bir kez Cuma günü Cuma Selamlığı’na giderken otomobili kullanma imkânı olabilirdi. Fakat o bunu da tercih etmemiştir. Cuma Selamlığına klasik tarzdaki atlı faytonu ile gitmeyi her daim tercih etmiştir. Onun böyle davranmasının gerisindeki temel nedenlerden biri onun yüzünü görmek üzere yol boyunca kordon oluşturmuş yerli ve yabancı misafirleri selamlayabilmek iken, bir diğeri de kaza durumunda yeterince hızlıca atlayıp kurtulmaya çalıma imkânı bulmak olmuş gözükmektedir. Dolayısıyla onun en çok sevdiği araç üstü açık türden at koşumlu Victoria olmuştur. Onun atlı arabası bir Fransız ve Alman yapımı olmamışsa da arabacıbaşıları Alman ve Fransız asıllı olmuştur. Arabacıbaşılığını 1882-1890 yılları arasında Fransız, 1890 sonrasında ise Alman asıllı biri yürütmüştür.
.
Hint Müslümanlarının Mustafa Kemal sevgisinin sırrı!
Hint Müslümanları Osmanlı Devleti’ne ve Anadolu Türküne, özellikle Milli Mücadele döneminde mücadelenin önderlerine büyük bir ilgi göstermiş ve itibar etmişlerdi.
Bu durumun sırrı nedir diye sorulabilir.
Bu sorunun cevabı Hint Delegasyonu Lideri Muhammed Ali ile İngiltere Başbakanı Lloyd George arasında geçen bir diyalogda çok açık bir surette verilmiştir. O diyalogda Muhammed Ali bu hususun sırrını Lloyd George’a şöyle ifade etmiştir:
“Bizim buraya gelmemizi gerektiren Hilafet ile ilgili bazı dini yükümlülüklerimiz olduğu gibi, Türklere ve Araplara da yakınlaşmamızı gerektiren, eşit derecede bağlayıcı başka dini yükümlülüklerimiz bulunmaktadır. ‘Bütün Müslümanlar kardeştir, kardeşleriniz arasında barışı sağlayın’ ifadesi ise Kur’an’ın emridir. Buraya barış ve uzlaşma çıkarları doğrultusunda geldik ve aynı amaçla Araplara ve Türklere gitmeyi de ön görmekteyiz.”
Muhammed Ali’nin ifadesinde de yer aldığı üzere Hindistan Müslümanlarının Mustafa Kemal’e yakınlık duymalarının nedenini aynı dine ve inanca sahip olmaları ve kendilerini dini yönden Türkiye’ye bağlı hissetmeleri oluşturmaktaydı. Bu nedenledir ki Ekim 1923’te, Hint İslam Âlimleri Cemiyeti yapmış olduğu bir toplantı neticesinde Hindistan Şeriat Emîri’nin Halife Abdülmecid tarafından seçilmesi talebini Türk Dışişleri Bakanlığı’na iletme gereği hissetmiştir.
1922 yılı Temmuzunda o tarihlerde Hindistan’a bağlı olan Karaçi’de toplanan Hint Müslümanları, İslam adına savaşan Mustafa Kemal Paşa’ya “Seyfü’l-İslam” yani “İslam’ın Kılıcı” ve “Mücâhid-i Hilafet” yani “Hilafet Savaşçısı” unvanlarının verilmesini uygun görmüşlerdi. Gerçi Mustafa Kemal için yapılan bu tanımlamalar o tarihlerde sadece Hint coğrafyasıyla sınırlı kalmamış, Ortadoğu’da Suriyelilerce de aynı yönde bir tanımlamaya muhatap kılınmıştı. Zira Mustafa Kemal Anadolu’da sadece düşman kuvvetlerini mağlup etmemişti; muhakkak ki o, kazandığı zaferlerle aynı zamanda, Müslümanların İslam adına gurur duymalarını da sağlamıştı.
O günlerde Hindistan’da bulunan Zeki Velidi Toğan, Hint Müslümanları arasındaki Mustafa Kemal sevgisini;
“Bombay’da bir camiye girmiştim. Duvarda ‘Zinde bad Mustafa Kemal’ diye yazılmış bir levha asılmış olduğunu gördüm. Yani ‘Yaşasın Mustafa Kemal’ deniyordu… Hindistan Müslümanları Mustafa Kemal Paşayı kendi milli kahramanları sayıyor ve seviyordu” diye belirtmişti.
İşgalci Batılı emperyalistlere karşı kazandığı başarılar nedeniyledir ki Mustafa Kemal tüm İslam coğrafyasında bir “İslam Kahramanı” haline gelmişti. Camileri dolduran Hintli Müslümanlar onun başarısının devamı için samimiyetle dua ederken, diğer taraftan onula ilgili icat edilen efsaneler, işgal edilen ve ezilen bütün İslam topraklarında, dillerde her daim devam etmekteydi.
İslam toplumları Mustafa Kemal Paşanın İslam adına savaştığına öylesine yürekten inanmışlardı ki, Hz. Muhammed’in Mustafa Kemal’e yardım ettiği söylemi, asılsız bir rüyanın rivayet edilmiş bir hali olmakla birlikte, sanki gerçekmiş gibi, etkili bir üslupla anlatılıp efsaneleştirilmişti.
“Güya” Milli Mücadele’nin sürdüğü yıllarda Anadolu’da bulunan Libya’daki Senusiyye tarikatı lideri Şeyh Ahmet es-Senusi rüyasında peygamberimiz Hz. Muhammed’i görmüştü. Koşup derhal elini öpmek istemişti. Hz. Muhammed ona sol elini uzatınca bu duruma şaşıran ve de üzülen Şeyh Senusi;
“Ya Rasullullah, niçin bana sağ elinizi uzatmadınız”diye sormuştu.
Hz. Muhammed de kendisine;
“Sağ elimi Ankara’da Mustafa Kemal’e uzattım” diye mukabele etmişti.
Tabii ki böyle bir şey, rüyada dahi, hiç, ama hiçbir surette ve hiçbir zaman gerçekleşmemişti. Fakat böyle “Güya”lı hikâyeler, Mustafa Kemal’in o tarihlerde İslam dünyası ve ezilen dünya Müslümanları için emsalsiz bir bağımsızlık sembolü olması nedeniyle dinleyenlere gayet inandırıcı gelmişti.
Hakikaten Mustafa Kemal’in liderliğini yaptığı Anadolu insanının varlıkla yokluk arasındaki ince bir dengede gerçekleştirdiği hürriyet mücadelesi dünyada ve işgal altındaki tüm İslam âleminde meşru ve takdire şayan bir karşılık bulmuş, içten ve samimi bir muhabbet görmüştü. Zira daha düne kadar bağımsız denebilecek sadece ve sadece tek bir İslam devleti olan Osmanlı mevcuttu. O da maalesef Cihan Savaşı’nda mağlup olması neticesi işgal edilerek taksimata maruz bırakılmıştı.
İşte böyle bir ortamda İslam dünyası İslam’ın şanını yeniden yükseltecek bir kahramana iştiyakla özlem duymaktaydı. Tam da bu aralıkta Mustafa Kemal’in, Halife’yi kurtarmak, İslam’ı layık olduğu izzet ve şana ulaştırmak, makarr-ı hilafeti, İstanbul’u, işgalden arındırmak şeklindeki söylemlerle yüklü dalga dalga yükselen o güçlü sadası İslam coğrafyasının hemen her tarafına ulaşmış ve duyuluvermişti. Bu yaklaşımıyla o, siyasi tarihimizdeki hilafetin gücünden yararlanmaya çalışan çok az sayıdaki Türk devlet adamlarından biri ve sonuncusu olmuştu.
Öyle ki, Mustafa Kemal bir çırpıda boydan boya bütün Asya’da, Asya Müslümanlarının gözünde mutlak bir sembol oluvermişti. İslam dünyasının geleceğine dair bütün ümitler ve özlemler tabii olarak onun adında ve şahsında toplanmış, etrafında lüle lüle halkalanmıştı.
The Times gazetesinin sütunlarında yer aldığı üzere, Milli Mücadele’de kazanılan her galibiyet haberi o günlerde Hindistan’da bulunan her bir İslam merkezinde büyük bir keyif, neşe ve eğlence ile karşılanmaktaydı. Fakat bu kutlamaların yine her biri barış ve sükûn içerisinde olmakta ve kanun ve nizamlar ihlal edilmeden gerçekleştirilmekteydi. Hilafetçi diye bilinip tanınan her Hintli Müslüman İngiltere’nin bu savaşta en azından tarafsız kalması temennisi içindeydi. Hintli Müslümanalar ve Hilafet Komitelerinin bu yöndeki arzuları İngiliz idarecileri kızdırmak pahasına da olsa Mustafa Kemal’e sonuna kadar direnmesi eylem ve söylemine evirilmişti. Türk milletinin bağımsız bir siyasi yapıya kavuşmasının önündeki tüm engellerin İngilizler tarafından ortadan kaldırılmasına kadar onun Anadolu’daki mücadelesini devam ettirmesi tüm Hintli Müslümanların ortak dileğiydi. Bu nedenledir ki Muhammet İkbal, Başkomutanlık Meydan Muharebesi dolayısıyla Anadolu’da kazanılan o büyük zafere, yazdığı bir şiirle yüreğinin derinliklerinden gelen en samimi duygularla alkış tutmuştu.
Milli Mücadele’nin başından beri hilafet konusunu özel bir hassasiyetle ele alan Hint Müslümanları Lozan Konferansı süresince de Türk milleti ve Anadolu’ya karşı duydukları hassasiyeti sürdürmüşlerdi.
Hilafet hukukunun konferansta muhafaza edilmesini arzu eden ve bunun için büyük çabalarda bulunan Hint Müslümanları Celalettin Arif Bey vasıtasıyla Nisan 1923’de Türk Dışişleri Bakanlığı’na ulaştırdıkları mektuplarında Milli Mücadele neticesi kazanılan zaferleri tebrik ettikten sonra:
“En büyük arzumuz hilafet merkezi olan Türkiye’nin nüfuzunun İslam âleminde ve özellikle de mukaddes beldelerimizin bulunduğu Hicaz, Suriye ve Filistin’de hâkim olmasıdır. Hilafet hukukunu kapsamayan bir barış Müslümanları memnun edemez.”diye ifade etmişlerdi.
Mustafa Kemal tarafından Hintlilere gönderilen cevapta ise elde edilen zafer dolayısıyla yapılan tebriklere teşekkürle mukabele edilmiş, fakat hilafet konusunda herhangi bir şekilde değinilmemişti.
İşte Mustafa Kemal’in bu yarı cevâbî mukabil mektubundan sonradır ki, asırlara sâri Türk-Hint Müslümanları arasındaki sıcak ve samimi münasebetler, çok kısa bir müddet sonra, Ankara’da İslam ve hilafet konularında atılan adımlar, alınan kararlar üzerine yaşanan radikal değişimler ve Avrupaî devrimler sonucunda, bir birinden kopacak ve farklı mecralara savrulacaktı.
.
Hint Müslümanlarının İş Bankası öyküsü
Türk-Hint ilişkileri M.Ö. II. yüzyılda Saka Türklerine kadar uzanabilen, o denli engin ve zengin bir maziye sahiptir.
Aradaki uzun tarihi safhaları ve yaşanan olayları bir tarafa bırakır biraz daha günümüze doğru yaklaşırsak söz konusu ilişki ona altıncı asırdan itibaren Osmanlı-Hindistan münasebetleri şeklinde karşımıza çıkar. Türk-Hint ilişkilerinin ikinci dönemini oluşturduğu söylenebilecek olan bu fasıl aynı zamanda Türk-İngiliz yakınlaşma ve ayrışmasının da tarihidir. Bu dönem, günümüze yansıyan etkileri yanında daha canlı ve daha heyecan verici unsurları bünyesinde barındırması bakımından daha fazla ilgi konusudur.
Kıta derecesindeki coğrafyası, kurulan Türk devletleri ve medeniyetlerine ev sahipliği yapması ve topraklarında milyonlarca Müslümanı barındırması ve sair nedenlerden ötürü, Hindistan özelinde Uzak Doğu’ya ilginin ziyadesi ile yoğunlaştığı bu faslın yakın dönemdeki en dikkat çekici süreci ise Sultan II. Abdülhamid’in saltanatta bulunduğu yıllardır.
İmparatorluğunun mevcudiyetini, aldığı ve uygulamaya koyduğu somut tedbirler kadar İslamcılık gibi soyut teşebbüsler ile de muhafaza etmeye çalışan II. Abdülhamid döneminde Türk-Hint ilişkileri ciddi bir ivme kazanmıştır. Hamidiye İdaresi İslamcılık cereyanı ve hilafet propagandası ile Hindistan Müslümanları nezdinde son derece değerli hale gelmiş, iki coğrafya arasında kurulan inanç yüklü gönül köprüsüyle de İstanbul’un hilafet merkezi olduğunun kabul edilmesi neticesi ilişkiler pozitif anlamda gelişerek had safhaya ulaşmıştır. Bu durum dolayısıyla olmalıdır ki Pakistanlı büyük şair Muhammed İkbal “İslam Şehirleri” adlı şiirinde İstanbul’u “İslam toplumunun kalbi” olarak tanımlamıştır.
Hamidiye Dönemi’nde adeta yeniden yeşerip gürbüzleşen Türk-Hint ilişkileri Abdülhamid idaresi sonrasında da, giderek solmaya yüz tutmuşsa da, mevcudiyet ve merbutiyetini özellikle Milli Mücadele yıllarında bütün varlığı ile ortaya koymuş ve hissettirmiştir.
Milli Mücadele yılları ile başlayan ve günümüze kadar uzanan dönem ise Türk-Hint ilişkilerinin yeni ve modern tezahürlerine sahne olmuştur.
Genel olarak ifade etmek gerekirse Hint Müslümanları Müslüman Türk idaresine, aşağıda da ifade edildiği üzere, her daim maddi ve manevi destek verme çabasından azade olmamışlardır.
1853 KIRIM SAVAŞI’NDA
On dokuzuncu asrın ikinci yarısında Hint Müslümanlarının Osmanlı İmparatorluğuna yakınlığının somut bir şekle bürünerek yardım kampanyaları şeklinde tezahür ettiği görülür. Bunun ilk adımı 1853’te Kırım Savaşı vesilesi ile gerçekleşmiştir. Bu dönemde Müslümanların yaşadığı muhtelif Hint şehirlerinde Osmanlı askerleri adına maddi destek kampanyaları başlatılmıştır.
1877-1878 OSMANLI-RUS SAVAŞI’NDA
1853 Kırım Savaşı’nda başlatılan maddi destek kampanyaları 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı dolayısıyla yeniden tekrarlanmıştır. Bu savaş dolayısıyla Güney Asya Müslümanları ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişki yeni bir boyut kazanmıştır. Güney Asya Müslümanları Osmanlı’nın düşmesini İslam’ın istikbali için en büyük risk olarak görmüş ve değerlendirmişlerdir.
İnanç birlikteliği ve İslam kardeşliği gereği Hint Müslümanları; “Türkler için yapabileceğimiz her şeyi yapmak bizim için farzdır; zira yeryüzünde Müslümanların taşıdıkları haysiyet Türkler yüzündendir.” yaklaşımı ile başlattıkları yardım kampanyaları neticesi Osmanlı Kızıl Haç Cemiyeti’ni 125.000 Osmanlı Lirası maddi destekle uğurlamışlardı. Ayrıca İngiltere Kraliçesi Victoria’ya da Osmanlı’ya destek vermesi ve Balkanlarda yaşanacak zulümlere bigâne kalmaması konusunda uyarıda bulunmuşlardı.
1897 OSMANLI-YUNAN SAVAŞI’NDA
O günkü tarihlerde Hindistan sınırlarında, günümüzde ise Pakistan dahilinde bulunan Karaçi şehri halkı 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı sırasında yine Müslüman Türk kardeşlerinin yardımına koşmuştu.
Karaçi halkınca İstanbul’a çekilen bir telgrafta; “Bütün servetimiz, evlerimiz, mülklerimiz, bedenimiz ve ruhumuz büyük İslam hükümetinin yoluna feda olsun.” denilmekteydi.
Savaş zaferle neticelenip Yunanistan mağlup edilince Bombay’da bulunan bütün camiler ışıl ışıl aydınlatılmış, zafer muştuları en kalbi sevinç tezahürleri ile paylaşılmıştı.
TRABLUSGARP SAVAŞI’NDA
1911’de Trablusgarp’ta İtalyan işgaline karşı savaş başlayınca bu savaşta şehit düşen Türk askerlerinin ailelerine bağışlanmak üzere Hindistan’da yardım sandıkları açılmıştı. Nihayet toplanan paralar bir kez daha Türk Kızılayı’na teslim edilmişti. Ayrıca 1912’de hastabakıcılarıyla birlikte yüz yataklı seyyar bir hastane ve 10.000 İngiliz lirası gönderilmişti.
BALKAN SAVAŞI’NDA
Balkan Savaşları sırasında Bombay’daki Hint Müslümanlarının ilk bağışlarını sonraki bir dizi bağışları izlemişti. Kalküta Hilâl-i Ahmer Cemiyeti örneğin 1.700 İngiliz Lirası tutarındaki bir bağışla maddi destek kampanyasındaki yerini hemen alıvermişti.
Lahor Müslümanları Osmanlı halifesine ulaştırılmak üzere 300 liralık bir bağış çekini Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’ne teslim etmekte gecikmemişti. Rangon Müslümanları da İngiliz Elçiliği vasıtası ile Kızılay Cemiyeti’ne 3.500 İngiliz Lirası göndermişti.
Balkan Savaşlarında Hint Müslümanlarının Osmanlı Devleti’ne maddi olarak ulaştırdıkları bağışların miktarı 22.399 İngiliz lirasına ulaşmıştı.
MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİNDE
Hint Müslümanları Müslüman Türk milletini Milli Mücadele yıllarında da yalnız ve desteksiz bırakmamıştı.
Geleneksel bir hal alan bağış kampanyaları çerçevesinde Hindistan’da hemen her yerde Hint Hilafet Komitesi’nin yardım çağrıları duyulmaktaydı. Hint Müslümanları ise bu kutsi çağrıya büyük bir samimiyet ve cömertlikle cevap vermişti.
İlk zamanlar Türkiye’ye ulaştırılmak üzere 106.666 İngiliz lirası toplanmıştı. Bu para vakit kaybetmeksizin Ankara’ya iletilmek üzere Bombay’daki Hilafet Komitesi Başkanlığı’nın hesabına yatırılmıştı.
Daha 1919’da Nisan ayında Türk basınında, Emir Ali Efendinin Hariciye Nazırı Ferit Paşaya 1.287 lira 25 kuruş gönderdiği haberleri yer almıştı.
1921 Ekiminde ise Hint Hilâl-i Ahmer Başkanı Emir Ali, Anadolu’da baş gösteren Yunan işgali dolayısıyla Türk Hilâl-i Ahmerine 500 İngiliz lirası takdim etmişti.
Mayıs 1920 - Ocak 1921 tarihleri arasında Bombay şehrindeki Hilafet Cemiyeti’nin yaptığı bağış 33.000 İngiliz lirasını bulmuştu.
1921 yılı başlarında Hilal-i Ahmer Genel Merkezi tarafından Ankara’ya toplanan 250.000 lira gönderilmişti.
1921 yılının yalnızca Nisan – Ağustos ayları arasında toplanarak öksüzler ile savaşta şehit düşen askerlerin yoksul ailelerine ve Hilâl-i Ahmer’e yardım maksadıyla toplam 58.650 lira verilmişti.
1922 yılı itibarı ile Hindistan Müslümanlarının Milli Mücadele’ye 750.000 lira kadar bir yardım sağladığı anlaşılmaktaydı.
Milli Mücadele’de Hint Hilafet Komitesi’nce sadece Mustafa Kemal’e 781.570 Türk Lirası (122.000 İngiliz Lirası) ve muhtelif yerlerden de 254.038 Türk Lirası (8.252 İngiliz Lirası) olmak üzere toplam 1.035.608 Türk Lirası (130.252 İngiliz Lirası) yardım gönderilmişti.
Hint Hilafet Komitesi ayrıca 1921–1922 yıllarında Anadolu’da savaşan Türk askerlerinin ihtiyaçlarına derman olur ümidi ile 40.000 parça eşya da sevk etmişti.
Hint Müslümanlarının muhtelif tarihlerde kendi aralarında çeşitli yollarla toplayarak değişik tarihlerde Ankara’da Mustafa Kemal ve arkadaşlarına gönderdikleri parasal bağışların toplamı 130.252 İngiliz Lirasıdır. Bu meblağ o günkü değerle, 1.035.608 Türk Lirası etmekteydi… Mustafa Kemal Paşa bu paralar için Hint Hilafet Komitesi’ne ve Müslümanlarına teşekkür mektupları yazmış, Anadolu halkı adına şükranlarını sunmuştur.
Hintlilerce yapılan en büyük yardım ise 782.000 Lirayla Hint Hilafet Komitesi’nden gelmişti. Mustafa Kemal Paşa bu paraları savaşın yaralarının sarılmasına ve tabii ki savaş sonrası elde kalanları da İş Bankası’nın kurulmasına harcamıştı. Bu inkârı nâkabil, gayet aleni bir vakıadır.
Mustafa Kemal, tabii ki tüccar değil, bir askerdi. Gelir olarak sadece maaşı vardı. Bazen onun bile ödenmesi, mali sıkıntılar nedeniyle, ödenmez sonraya kalırdı. Osmanlı Devleti’nin, İttihatçı Hükümetler döneminin ve Cumhuriyet devri idarelerinin mali yapıları da herkesçe malumdu. Peki, Mustafa Kemal İş Bankası’nı kurmakla kötü mü etmişti. Tabii ki hayır. Hem de koskoca bir hayır. O elindeki parayı çarçur da edebilir, birilerine kıyak da geçebilirdi…
İş Bankası bugün başlı başına bir devlettir. İşletmecilik adına takdire şayan bir noktaya gelmiştir. CHP’nin İş Bankası idaresindeki rolü de bellidir. Ancak 1923’ler ile günümüz şartları işletmecilik, devletçilik, devlet maliyesi, üretim ekonomisi ve en önemlisi demokratik açıdan aynı değildir. Mustafa Kemal Atatürk’ün İş Bankası’nı kurup CHP’ye teslim ederken ne niyette olduğu da bellidir. CHP o dönem bizatihi devletti… İş Bankası'nı o başka kime teslim edebilirdi ki… Bugün artık İş Bankası’nın yeri kuruluşu tarihinde kuruluşunu gerekli kılan felsefe çerçevesinde yeniden ele alınıp belirlenmelidir…
.
Sultan II. Abdülhamid’in Amerika ve Amerikan Kadınlarına Bakışı
“Çağdaş medeniyet bütünüyle yanlıştır. Bugünkü Amerikalılar, kadınları mevcut konumlarına sokmakla, içsel (aile) mutluluğun temel prensiplerini yok ediyorlar.”
“Erkek esas itibariyle çok eşli olma yaradılışındadır. Tek bir kadın nominal bir erkeği memnun edemez.”
Sultan II. Abdülhamid kadın-erkek ilişkisine dair görüşlerini kendisini Selanik’te sürgünde ziyaret eden Avusturyalı bir diplomata bu şekilde açıklamıştı.
Abdülhamid, bir dizi yanlış işler yapan iktidardaki İttihatçıların hallerine buruk bir şekilde tebessüm ettiği Selanik’te kendisini ziyaret eden Avrupalı misafirine;
“Türkiye ve Avrupa’da hâlihazırda yaşanmakta olan problemler Amerika’dan kaynaklanmaktadır” diye belirmişti.
Abdülhamid, sözlerine devam ederek, daha o tarihlerde, Amerika için şu tespitlerde bulunmuştu:
“Bu Amerikalılar asla dünyadan, kendilerinden veya herhangi bir şeyden hoşnut ve tatmin olmuş değiller. Her zaman dünyayı altüst etmek istiyorlar. Evet, onlar harika şeyler yaptılar, ama kadınların evlenmelerini imkânsız hale getirmek suretiyle de her şeyi berbat ettiler.
Geleneksel ekolün mensubu Müslümanlar olarak bizler her zaman kendi usulümüzce kadınlara saygı gösterip onurlandırdık. Kur’an’ın emri bu yöndedir; doğmuş olan her kadını onurlandırın veya saygı duyun, demektedir dinimiz. Allah, kadınlara karşı sevgi ve şefkatli olmayı biz Müslümanlara görev kılmıştır. Bu durum kesinlikle düşük bir sosyal düzey yahut kadınlarımıza boyun eğmek anlamına gelmez. Kur’an, esasen, kadının erkeğe tabi olduğunu belirtir. İncil de öyle. Avrupalı kadın gibi, Müslüman kadının da ailesi üyeleri ve tabii ki arkadaşları üzerinde az veya çok etkinliği söz
konusudur. Kadın kamusal yaşamdan bütünüyle el çekse ve her şeyi erkeklere bıraksa dahi evde mutlak bir hâkimiyeti mevcuttur.
Özellikle bugün Amerika’da olduğu gibi, kadınların çok fazla özgürlüğe kavuşmaları ve her alanda yöneticilik yapmaya başlamaları, erkeklerin de onların sadık hizmetkârları haline gelmeleri durumunun, bir millet için ne derece iyi olduğu hususu, dünyanın dört bir yanındaki sözüne itibar edilir şahsiyetlerin düşüncesinde hep şüphe ve tereddüt ile karşılık bulmuştur.
Pera’da ve Selamlık'ta kadın çevrelerinde etrafıma baktığımda, sert, otoriter ve komuta özelliği olan bayanların varlığını gözlemlemişimdir. Bu noktada kadınlar arasındaki mukayesem hep bizim kadınlarımız lehine sonuçlanmıştır.
Batılılar neden bizim kadınlarımıza dil uzatırlar? Doğulu bir kadın mı daha içten, daha sadık ve daha güzeldir yoksa Avrupa kadını mı?
Bize göre kadının yeri evidir; kadın tek bir erkeğe aittir. Avrupa’da ise kadın, kadın olarak kalmak için çok fazla özgürlüğe sahiptir. Gazetelerde ve kitaplarda Batı ülkelerindeki kadınların durumları hakkında okuduklarımızın sadece yarısı bile doğruysa, oradaki erkeklere acımak gerekir. Ancak, Jön Türkler’in fanatik olanları Amerikancılık şarabı içtikleri için kadınımızı süslü tavus kuşlarına çevirmeye çalışıyorlar. İnsanların haremlerine dahi vergi konulmasını öneriyorlar. Böyle bir şeyi yapmaya kalkmak anlamsız ve imkânsız.”
.
Bir zamanlar Sahib-i "Enverland"dı, ama girişi yasaktı
Türk tarihinin dünyada dengi var mıdır, bilemiyorum. Amma velakin, hiç sanmıyorum. Uzuuun bir tarihimiz var… Oldukça uzun…
Milattan çok öncelere kadar uzanıp da bugünlere kadar ulaşabilen, dünyanın dört bir tarafına yayılmış, kol kanat germiş bir tarih… Coğrafyası, insanları, idarecileri ve idare tarzları ile son derece dalgalı, renkli, enteresan ve bir o kadar da özgün bir tarih… Varsın bir yerlerde üzerinde güneş batmayan ülkeler olsun! Biz güneşi istediğimiz zaman batırmış, istediğimiz zaman doğdurmuşuz kök saldığımız coğrafyalarda. Zira bir düzineden fazla devleti bir çırpıda hem kurmuşuz hem de sonlandırmışız yıldızlarla süslü, mavi gök kubbenin altında. En son batırıp sonlandırdığımız devlet ise devlet olmaktan çok öte, bir imparatorluk olmuş. Hem de koskoca bir cihan imparatorluğu… Oysa ki o devleti kurarken “devlet-i ebed-müddet / Sonsuza dek hükmet” diyerek kurmuşuz. Ama sonra gözlerimizi kırpmadan ve hiç bir acıma duygusu duymadan, bin bir emekle inşa ettiğimiz o muhteşem devletin adını da önceki yıktıklarımızın listesine yazmışız ve topraklarını teb’a-i şahane arasında pay etmişiz tereddütsüzce.
Biz, devlet-i ebed-müddeti yıktığımızda boş durmamışız elbette. Yıkılan imparatorluğun yerine, yeni bir düzenlemeyle bir yenisini, Türkiye Cumhuriyeti’ni tesis etmişiz büyük bir dirençle.
Tabii ki önceki devletlerimizi sadece siyasi ve coğrafi sınırlarıyla yok etmeyip inşa ettiğimiz o dönemin kültürel zenginlikleri ile birlikte ortadan kaldırmışız. Yıktığımız devletlerle birlikte hem sözde “devletlü erkân”ı hem de hakikaten “devletlü” olanları veya “Padişahım çok yaşa!” dediklerimizi, hiç ayırım yapmaksızın, tarihe gömüp def etmişiz düşüncesizce. Keşke sadece tarihe gömmekle yetinseydik, fakat yetinmemişiz… Bir de “efendim”, “devletlüm” dediklerimizi devletsiz, vatansız, yurtsuz ve milletsiz bırakmaktan geri durmamışız. Sürgün etmişiz, kendisini ve ailesini mukaddes bildiği topraklardan… Sınırlarına dahi yaklaştırmadan ta uzaklara…
Evet, son derece enteresan bir siyasi tarihimiz var geçmişimizde! İfrat ve tefritlerin bol bol sahnelendiği bir tarih... Önceki ile sonraki günlerinde taban tabana zıt uygulamalara maruz kalmış, hatta lanetlenmiş siyasi şahsiyetlerimiz mevcuttur mazimizde. Koltuğundan azledilerek dışlanan, atılan, değersizleştirilen bir siyasi şahsiyetler tarihidir bu. Gerçek senaryoların ve gerçek kahramanların ters yüz edilebildiği bir tarih anlayışıyla birlikte...
Özel haber konusu olmuş Superhaber.tv’de...
“Enver Paşa'nın nüfus kütüğünde kaydı yokmuş! Hatta nüfus kütük kaydında olması gereken bilgilerin bulunduğu sayfalar dahi her nasılsa yırtılıp atılmış!”
Gerçi böyle bir durum karşısında şaşırmaya ne gerek var ki… Biz küçük bir kabileden koskoca bir imparatorluk kurmuş bir aileyi, Osmanlı Hanedan üyelerini bütünüyle nüfus kütüğünden silmeyi becermiş ve tarihsel mevcudiyetlerine son vermiş bir milletiz. Hal ve istirhamlarına bakmaksızın, topunu birden silip atmış, ülkeyi kendilerinden temizlemişiz. Hatta inşa ettikleri imparatorluğu bile dünya devletleri defterinden silme marifetini dahi göstermişiz.
Enver Paşa bir zamanlar bu toprakların en güçlü adamıydı. Denilebilir ki, memlekette tek söz sahibiydi. Tek bir işareti, tek bir ifadesi adeta kanun hükmündeydi. Tek bir sözüyle, “İleri, hep ileri!” emri gereğince, binlerce kişi gözünü bile kırpmadan Sarıkamış’ın karlı dağlarında soğuktan donmuş, şehit olmuştu.
Bir zamanlar “koca cihan imparatorluğu” diye bilinen Osmanlı adeta yoktu. Yalnızca “Enverland” vardı. İmparatorluk, “Enveristan” diye bilinir, ülke, Türkiye diye zikredilmezdi. Enver Paşa, önceleri “sade ve sıradan” bir paşa idi. Fakat sonra Harbiye Nazırı, Başkomutan Vekili… derken tam anlamıyla bir “paşa” oldu. Güç ve kuvvetin gerçek anlamda zirvesine ulaştı. Padişahın değil, onun adı daha öndeydi ve onun ne dediği son derece önemliydi.
Enver Paşa'nın söz konusu emsalsiz siyasi gücü 1918’de maruz kalınan cihan savaşı mağlubiyeti ile son buldu. Paşa, mağlubiyet vesilesiyle gözden düşünce vatan sınırlarının çok ötesine gitmek zorunda kaldı.
Oysa ki sözde bir padişahın yanında gerçek bir imparator olan Enver Paşa devletin kaderini on yıl boyunca hep elinde tutmuştu. Fakat yaşanan mağlubiyet her şeyi yıkmış ve yapılan tüm güzellikleri de bir çırpıda bütünüyle hiçleştirmişti. Düne kadar “devletlü” olan Enver’e İstanbul’da kurulan Divan-ı Harp da acımamış, yaşanan hezimetten ötürü onu yargılamış, apoletlerini sökmüş ve kendisini, vakit kaybetmeksizin, idama mahkûm etmişti. Dahası, çok sevdiği ve hayatını verdiği askerlik mesleğinden de çıkarıp atmıştı.
Divan-ı Harb’in bu insafsız, acımasız kararına rağmen Enver Paşa memleketinden uzakta, sınırlar ötesinde memleket sınırlarını yeniden çizmenin mücadelesini vermekteydi. Bir Turan ve İslam gücü oluşturma gayret ve azmindeydi.
Ancak şu bir gerçekti ki artık Devr-i Enver bitmişti. Enverland veya Enveristan denilen dönem de çoktan sona ermişti. Enver Paşa artık istenmeyen bir şahsiyetti. Hatta ülke için zararlı ve hatta son derece tehlikeli addedilmekteydi.
Zira Bakanlar Kurulu 13 Mart 1921’de aldığı bir kararla, “Enver ve Halil Paşalar ve benzeri kimselerin Anadolu’nun herhangi bir mahalline gelmeleri iç ve dış siyasetimize aykırı görüldüğünden geldikleri takdirde derhal memleketten çıkarılmalarına” hükmetmişti. Enver Paşa Ankara’daki Bakanlar Kurulu’nun almış olduğu bu kararla Enverland’a girme hakkından resmen mahrum edilmişti. Bir zamanlar bütün haşmetiyle at koşturduğu öz yurdundaki siyaset sahnesinden silinip atılı verilmişti. Gerçi sadece Enver değil, Halil Paşa da ülkesine ayak basma noktasında yasaklıydı. Halil Paşa da Enver Paşa misali bir zamanlar büyük kahramandı. Hem de Kutü’l-Emare kahramanıydı. 1916’da Irak Cephesi'nde Kutü’l- Emare kasabasında İngiliz General Charles Townshend komutasındaki üzerinde güneş batamayan bir ülkenin ordularını esir almış, gündüzlerini geceye çevirmek suretiyle güneşlerini söndürmüştü.
Maceralı bir hayat yaşadı Halil Paşa… Önce Türkiye’den sınır dışı edildi, sonra, "çok pardon, lütfen buyurun" denildi kendisine.
Enver Paşa Ankara’nın almış olduğu yasak kararından sonra çok yaşamadı. Ruslar tarafından ani bir surette geçekleştirilen bir saldırı üzerine Çegan Tepesi’nde, mukaddes ülküsü yolunda en ön safta çarpışırken kurşunlara hedef oldu. 4 Ağustos 1922’de, göğsü son defa indi kalktı, buz gibi havayı bir daha teneffüs edemedi.
Ancak siyaset sahnesindeki Enver Paşa dönemi onun vefatı ile son bulmadı. Kendisinden sonra çocukları ile bir süre daha devam etti.
Enver Paşa'nın eşi Naciye, bir “sultan” idi. Sultan olmasından dolayı da Osmanlı hanedanı üyesiydi. 1924’te hanedan üyelerinin sınır dışı edilmeleri kararı alınmıştı. Ancak o sınır dışı kararının alındığı tarihlerde zaten ülke dışında yaşamaktaydı.
Enver Paşa’nın Naciye Sultan’dan Mahpeyker, Türkan ve Ali adlarında üç çocuğu olmuştu. Çocuklar da annelerinden dolayı hanedan üyesi sayıldıkları için diğer hanedan üyeleri gibi Türkiye’ye girişleri kanunen yasaklanmıştı. Ama bu durum Enver Paşa’nın çocukları için hiç de kabul edilebilir bir durum değildi. Dedeleri Hacı Ahmet Paşa da durumdan son derece rahatsızlık duymaktaydı. Buna binaen resmi anlamda harekete geçti, “el insaf” diyerek kaleme aldığı şu mektubu Başbakanlığa gönderdi:
Yüksek Başvekâlete
Oğlum merhum Enver Paşanın iki kızı ve bir oğlu, analarının sakıt
hanedana mensup bulunması yüzünden vatan haricinde, Fransa’da
yaşamaktadırlar.
Yüksek tahsillerini muvaffakiyetle bitiren ve büyüğü yirmi, küçüğü
on dokuz yaşına giren merhumun çok sevdiği kızlarının yabancı
topraklarda daha ziyade kalmalarına ve Türk’ten gayrısı ile
evlenmelerine yüksek vicdanınız da razı olmayacağından eminim.
Torunlarımın, karındaşlarından biri ile evlenmelerini ve on beş
yaşına giren oğlanın da talim ve terbiyesini milli mekteplerde ikmal
etmesi için ana vatana dönmelerine müsaadelerini yürekten gelen
saygılarla dilerim.
Merhum Enver’in Babası
(İmza)
Hacı Ahmet Paşa'nın Başbakanlığa arz ettiği mektubu müspet bir karşılık buldu. Konu Meclis’e intikal ettirildi. Nihayet 5 Temmuz 1939’da anneleri soylu bir sultan, babaları kahraman bir asker olan hanedan mensubu beş çocuğa Türkiye’ye dönmeleri için izin verildi.
Sürgünde bulunan Osmanlı hanedanı üyelerinden bazıları Enver Paşa'nın kardeşi ve Naciye Sultan’ın ikici eşi Kamil Bey'den olan çocuklarının da özel muamele kapsamasına dâhil edilerek yurda dönüşlerine izin verilmesine birazcık alınmıştı. Ancak genel çoğunluk kararı makul karşılamıştı. Bu durumu makul görenler ileride kendilerini de kapsayacak bir affın çıkarılmasının mümkün olabileceğini düşünmüşlerdi.
Af üzerine Enver Paşa'nın çocukları derhal öz memleketlerine, yani İstanbul’a dönmüşlerdi. Paşanın kızlarından Mahpeyker doktor, Türkan ise kimya mühendisi olmuştu. Oğlu Ali Enver ise baba mesleği askerliği tercih etmişti.
Enver Paşa'nın bütün çocukları kendi ülkelerinde görüp beğendikleri kişilerle evlenmişlerdi. Tabii ki dedeleri Hacı Ahmet Paşa'nın torunları hakkındaki kaygıları da böylece mutluluğa dönüşüvermişti.
Enver Paşa'nın ülkeye giriş yasağı ise 5 Ağustos 1996’da sona ermiş; cansız bedeni doğup büyüdüğü, uğruna her şeyini feda ettiği, yaşarken hasretle özlemini çektiği İstanbul’da, bir daha kopmamak üzere, vatan toprağıyla bütünleşmişti.
Ne garip bir tarihimiz var, değil mi…
Önce överiz, sonra yerer ve hatta söveriz, o da yetmez süreriz… Sonra da; “Affedersiniz
beyim!” der ve buyur ederiz…
Bilmem ki! Kime ne demeli… Ne etmeli…
.
Sultan II. Abdülhamid’in Amerikası
Sultan Abdülhamid’in iktidarı süresince Amerika’da iktidara gelen Başkan sayısı ondur. Hamidiye Dönemi diye adlandırılan bu döneme paralel olarak en kısa süre iktidarda kalan başkan William Howard Taft, en uzun süre yönetimde bulunanı ise Theodore Roosevelt olmuştur. Sultan Abdülhamid, saltanatta bulunduğu süre boyunca muhatap olduğu Amerikan Başkanları ile yakın bir temas içerisinde olmaya çalışmıştır.
Sultan Abdülhamid’in iktidarı süresince Amerika’da iktidara gelen Başkan sayısı ondur.
Hamidiye Dönemi diye adlandırılan o dönemde; Ulysses S. Grant, Rutherford B. Hayes, James A. Garfield, Chester A. Arthur, Grover Cleveland, Benjamin Harrison, Grover Cleveland, William McKinley, Theodore Roosevelt, William Howard Taft Amerika’ya Başkan olmuşlardı.
Bu başkanlardan Hamidiye Dönemi’ne paralel olarak en kısa süre iktidarda kalanı William Howard Taft, en uzun süre yönetimde bulunanı ise Theodore Roosevelt olmuştur.
Sultan Abdülhamid, saltanatta bulunduğu süre boyunca muhatap olduğu Amerikan Başkanları ile yakın bir temas içerisinde olmaya çalışmıştır. Ancak iki ülke arasındaki coğrafi uzaklık ve o dönemin ulaşım vasıtalarının sağladığı kısıtlı imkânlar, Amerika’nın Avrupa devletlerine nispetle yeni kurulmuş olması ve uluslararası siyasi arenadaki nüfuzunun sınırlı bulunması ve sair nedenlerden ötürü Türk-Amerikan ilişkileri belli bir düzeyde ilerleme göstermiştir.
Sultan Abdülhamid ABD Başkanları ile kurmak istediği teması öncelikle İstanbul’da bulunan ABD sefirleri vasıtasıyla gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu nedenle o, İstanbul’da görev yapan Amerikan sefirleri ve Orta Elçilerine ziyadesi ile iltifat etmiş ve onlarla yakın bir dostluk kurmaya çalışmıştır.
Sultan Abdülhamid döneminde İstanbul’da ABD sefiri yahut maslahatgüzarı olarak görev yapan Horace Maynard, James Longstreet, Lewis Wallace, Samuel S. Cox, Oscar S. Straus, Solomon Hirsch, David P. Thompson, Alexander W. Terrell, James Burrill Angell, Oscar S. Straus, John G. A. Leishman Yıldız Sarayı’nın bir numaralı misafirleri haline gelmiş, onurlarına Yıldız’da yemekler verilmiş, her biri Yıldız Tiyatrosu’nun her daim özel davetlileri olmuşlardı.
Bu sefir yahut maslahatgüzarlar arasında Lewis Wallace, Alexander W. Terrell ve John G. A. Leishman’ın Sultan Abdülhamid nezdinde özel bir yeri ve önemi vardı.
Abdülhamid Yıldız’a yemeğe ve tiyatroya davet ettiği Amerikan sefirleri ile özel sohbetlerde bulunur, onlara kalp kazandırıcı sözler eder, Amerikan idaresine ve politikasına dair sorular sorarak dostane sohbetler açardı.
Hamidiye Dönemi İstanbulunda görev yapan ABD sefirlerinden biri tarafından kaleme alınarak Washington’a gönderilen bir raporda yer alan aşağıdaki kesit, bir dönemin Türk-Amerikan ilişkilerini göstermesi bakımından olduğu kadar Abdülhamid - Amerikan sefirleri münasebetini ifade etmesi bakımından da dikkate değerdir.
Sultan Abdülhamid ABD sefirine bir sohbeti sırasında:
“İmparatorluğumun topraklarından bir yerleri elimden koparıp alma niyeti taşımayan tek millet Amerikalılardır”
demek suretiyle Amerika’ya görünürde dostane mesajlar gönderirken dönemin Amerikan sefiri de Osmanlıdaki Amerikan algısını:
“Diplomatik ilişkilerimiz olabildiğince dostane bir durumdadır. Türkiye’de şovenizmin dünyanın başka yerlerindekinden daha fazla olduğunu düşünmek yanlıştır. Sultan, Türk -Amerikan ilişkilerine ziyadesi ile alaka duymaktadır… Sultan, sadece 25.000 kadar askeri gücümüz olduğunu öğrendiğinde bu durumdan gözle görülür bir biçimde etkilendi ve: Mutluluklar ülkesi Amerika! dedi”
şeklinde Washington’a raporlar etmişti.
Sultan Abdülhamid payitahtta bulunan Amerikan sefirleri aracılığı ile Türk-Amerikan ilişkilerini, görünürde de olsa, sıcak, samimi, dostane ve yakın tutmaya çalışmakla sınırlı kalmamış, Amerikan Başkanlarına da çeşitli vesilelerle gönderdiği telgraflar yoluyla aynı yakınlaşmayı onlarla da sağlamaya ve sürdürmeye çalışmıştı.
Bu nedenledir ki tam bir siyaset ustası olan Sultan Abdülhamid ABD Başkanları ile çeşitli vesilelerle temas içerisinde olmayı ve özel günlerinde kendilerine kutlama mesajları ile iyi duygularını iletmeyi hiçbir zaman için ihmale etmemiştir.
William Howard Taft’ın Hamidiye Dönemi’nin son kırk gününde Amerikan Başkanı olmasını bir tarafa bırakacak olursak son iki Amerikan Başkanı Abdülhamid’in yakından takip ederek dostane ilişkiler kurmak istediği ABD Başkanları olmuştur denebilir.
Örneğin Cumhuriyetçi Parti mensubu olan William McKinley Amerika Birleşik Devletleri'nin 25. Başkanı olarak 1897 – 1901 yılları arasında görev yaptı. Sultan Abdülhamid seçimleri 1900’de ikinci defa kazanması üzerine McKinley’e, Amerikan Maslahatgüzarı Griscom vasıtasıyla bir mesaj göndermiş ve mesajında McKinley’i en samimi duygularla kutlamıştı. Ayrıca o McKinley’in yeniden seçilmesinden dolayı büyük bir memnuniyet duyduğunu Yıldız Tiyatrosu’na davet ettiği Griscom’a şifahi olarak da ifade etmişti. McKinley’in ABD Başkanlığına devam edecek olmasının Türk-Amerikan ilişkilerinin dostluk esasları üzerine devam etmesini mümkün kılacağını Griscom’a vurgulu bir şekilde belirtmeyi de ihmal etmemişti.
Ancak McKinley’in ikinci dönemki ABD Başkanlığı dönemi çok fazla sürmemiş, 6 Eylül 1901’de Polonya asıllı Leon Czolgosz tarafından suikasta uğramış ve bir hafta kadar sonra, 14 Eylül 1901’de ölmüştür.
McKinley’in tedavi gördüğü günlerde Sultan Abdülhamid Amerikan Maslahatgüzarı Griscom’a McKinley’in sağlık durumunu sorarak bilgi almayı sürdürmüştür.
Bütün çabalara rağmen McKinley uğradığı suikasttan kurtulamayarak ölmesi üzerine onun yerine Başkan Yardımcısı Theodore Roosevelt Amerikan Başkanı olmuştur.
Başkan Roosevelt dönemi Türk-Amerikan ilişkileri açısından sıkıntılı bir dönemi oluştursa da nezaket kurallarının yerine getirilmesi yönüyle olumlu olarak devam etmiştir.
Örneğin Roosevelt, Sultan Abdülhamid’e Abdülhamid’in 1901’deki doğum yıldönümü vesilesi ile bir kutlama mesajı göndermişti.
Roosevelt’in bu noktadaki hassasiyeti Sultan Abdülhamid’in daha evvelce Roosevelt’in doğum gününü kutlaması dolayısıyla bir anlamda mukabil bir kutlama olmuştu. Roosevelt de, Washington’da bulunan Osmanlı sefirinden edindiği bilgi ışığında, Sultan Abdülhamid’in doğum gününü tebrik etmeyi unutmamıştı.
Roosevelt - Abdülhamid yazışmaları Theodore Roosevelt’in Sultan Abdülhamid’e göndermiş olduğu bir başka kutlama telgrafı ile devam etmiştir.
İdrak edilen Kurban Bayramı dolayısıyla Theodore Roosevelt 24 Mart 1902’de Sultan Abdülhamid’e göndermiş olduğu mesajında:
“Bayram dolayısıyla majestelerine en samimi tebriklerimi arz ederim.”
demekteydi.
Sultan Abdülhamid de 25 Mart 1902’de kaleme aldığı cevabi mesajında Roosevelt’e;
“Bayram vesilesiyle şahsımı tebrik etme nezaketiniz dolayısıyla çok mütehassis oldum. Mukabil teşekkürlerimi arz ederim.”
diyerek Roosevelt’e karşı nezaketini belirtmiştir.
ABD’nin İstanbul’daki elçisi John G. A. Leishman’ın Washington’a gönderdiği raporunda ifade ettiğine göre Sultan Abdülhamid Roosevelt’in bayram vesilesi ile kendisini tebrik etmesinden son derece mutlu olmuştur. Sultan Abdülhamid, bayram dolayısıyla düzenlenen ve yabancı elçilerin de davet edildiği bayramlaşma töreninde Amerika elçisi Leishman’a, Roosevelt tarafından kendisine yapılan kutlamadan ötürü duyduğu memnuniyet hislerini ifade etmiş ve Başkan Roosevelt’e samimi teşekkürlerinin hususiyle iletilmesi ricasında bulunmuştur. Ayrıca Roosevelt’in kendisini bayram vesilesi ile tebrik etmesinin Türk-Amerikan ilişkilerinde ilk defa söz konusu olduğuna da dikkat çekmiştir.
Abdülhamid - Roosevelt tebrikleşme ve telgraflaşmaları siyasi krizlere rağmen sonraki zamanlarda da söz konusudur. Örneğin Başkan Roosevelt 1902 yılında Pittsfield’de bir kısım parti mensupları ile birlikte halkı selamlamakta iken ana caddeden geçmekte olan tramvay Roosevelt ve arkadaşlarının kullandığı arabaya çarpmış, kazada Roosevelt’e bir şey olmamışsa da bir kişi ölmüştü.
Bu kaza hadisesi üzerine diğer ülke kral ve hükümdarları Roosevelt’e üzüntülerini bildiren telgraflar göndermişlerdi. Sultan II. Abdülhamid de 4 Eylül 1902’de göndermiş olduğu aşağıdaki telgrafıyla Roosevelt’e geçmiş olsun dileklerini iletmiştir:
"Yıldız, 4 Eylül -
“Ekselansları, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Theodore Roosevelt: “Büyük bir üzüntü ile kazaya maruz kaldığınızı öğrenmiş bulunmaktayım. Şükür ki ekselansları ciddi bir felakete uğramamışlardır. Bu durumdan ötürü duyduğum memnuniyeti ve iyi dileklerimi ifade etmek isterim.”
Abdul Hamid”
Sultan Abdülhamid’in geçmiş olsun telgrafına Başkan Roosevelt de duyarsız kalmamış ve hemen bir gün sonra 5 Eylül 1902’de:
“Majestelerinin samimi mesajları memnuniyet vericidir, teşekkür ederim.”
cevabı ile kendisine mukabele etmiştir.
O tarihlerde İstanbul’da Amerikan sefiri olarak bulunan ve sefirlikten öte Abdülhamid ile yakın bir dostluk içerisinde bulunan Mr. Leishman bu tür kutlamaların Türk-ABD ilişkilerine olumlu etkilerde bulunacağına, iki devlet arasındaki siyasi krizlerin çözümünü kolaylaştıracağına ve Amerika’nın, diğer devletler gibi, Osmanlı Sultanı nezdindeki değerini artıracağına emin olduğuna dair Washington’a raporlar yazmıştır.
Geçen asırdaki kral ve hükümdarların kendi aralarında bu türden kutlama telgrafları yazıp göndermeleri garip bir şey olmayıp özellikle Avrupa’daki idareciler arasında yaygın bir haldi. Kraliçe Victoria örneğin, kutlamalar konusunda gayet hassas bir karaktere sahipti.
Sultan Abdülhamid’e “Kardeşim – My Dear Brother” diye hitap eden Kraliçe Victoria Amerikan Başkanlarına kutlama telgrafları göndermeyi hiç bir surette ihmal etmez ve doğum günlerinde mutlaka kendilerine tebrik mesajları gönderirdi.
Tabii ki dönemin kral ve hükümdarları arasındaki bu türden yazışmalar siyasi nezaket ve etik gereğiydi. Sultan Abdülhamid de bir cihan imparatoru olarak Amerikan Başkanları da dâhil olmak üzere çağdaşı olan hemen her kral ve hükümdara, yukarıda ifade edilmeye çalışılan tarz ve mahiyette, mutluluklarını kutlayan, acılarını ise paylaşan mesajlar göndermişti.
Evet, krallar ve hükümdarlar arası hal böyle olmakla birlikte, şahsi dostlukları aşan ve ülkelerin geleceğini yakından etkileyen meseleler zuhur ettiği zamanlarda ise krallar ve hükümdarlar arasındaki ilişki kıyasıya siyasi bir mücadele haline dönüşmekten kurtulamamaktaydı.
Geçen asrın Merzifon Amerikan Koleji Tazminat Davası ve bugünkü Brunson Meselesi Türk-Amerikan ilişkilerinin tam da sözünü ettiğimiz türden bir krizi ve mücadele örneği halindedir.
.
Tabii ki Hamidiye!
Hamidiye bir devrin adıdır. Tıpkı Kanuni Devri, Fatih Dönemi, Tanzimat Dönemi yahut Cumhuriyet Devri gibi.
Hamidiye Dönemi fiilen 1876’da başlamış ve resmen 1909’da sona ermiştir.
Hamidiye Dönemi, hüküm süren padişahının şahsiyeti, siyaseti, muhtevası, icraatları yanında unsurlarından bugüne yansıyanları itibarıyla da hakikaten son derece önemlidir.
Hamidiye Dönemi’nin padişahı Sultan II. Abdülhamid’dir. Kritik bir zaman diliminde iç ve dış muhalefete rağmen yaklaşık 33 yıl iktidarda kalmayı başarabilmiştir.
Hamidiye Dönemi, genel muhtevası bakımından, muhafazakâr çağdaşlaşma anlayışının hâkim olduğu bir dönemdir. Yenileşme hareketlerinin durduğu değil, durulduğu bir süreçtir.
Çağdaşlaşmanın kültürel değil, modernleşme boyutu ile öne çıktığı bir devredir. Batı taklitçiliği yerine idari açıdan özgün uygulamaların gerçekleştirilmeye çalışıldığı bir süreçtir… Devlet-i Osmaniye’nin ömrünün bir anlamda 33 yıl uzatılmasının adıdır. (Hamidiye Dönemi’nde çok toprak kaybedildi ifadesi; 1909 sonrası İmparatorluğun bütünüyle kaybedildiğini ve hatta Türk milletinin vatansız ve topraksız kaldığını görmek istemeyenlerin en basit ifadeyle tam bir zırvasıdır…)
Hiç şüphesiz ki Hamidiye Devri bugünün fikri, siyasi ve kurumsal temellerinin de oluşmaya başladığı bir zamanın adıdır. Cumhuriyeti inşa edenlerin doğdukları, büyüdükleri, fikren ve zihnen şekillendikleri bir dönemin, idarenin ve zihniyetin ta kendisidir.
Hamidiye Dönemi 1908’de fiilen, 1909’da ise resmen bitmişse de idari, siyasi ve kültürel mirasıyla, belli ölçüde de olsa, bugün hala etkin bir vaziyettedir.
Osmanlı tarihinde, tabii ki o tarihi inşa edenlerin isimleri önemli bir yer tutmuştur. Ancak özellikle padişahlar bakımından durum ele alındığı zaman konunun farklı bir vaziyet kazandığı görülür. Osmanlı tarihinde padişahların saltanatları süresince icra ettikleri hizmetler, bizatihi padişahın salt adı ile isimlendirilmek yerine, eğer yapılan iş padişahın adını içermek durumundaysa padişahın ismine nispet edilerek adlandırılmış ve kayda geçirilmiştir. Diğer bir ifade ile hemen her padişahın saltanatı zarfında inşa ve icra ettiği şeyler mümkün mertebe iktidarları sürecine izafe edilerek anılmıştır. Osmanlı coğrafyasında Sultan Reşat Kasabası yoktur örneğin. Reşadiye Kasabası vardır. Sultan Abdülaziz Gemisi yoktur mesela. Aziziye, Hamidiye zırhlısı vardır. Sultan Abdülhamid Camisi yoktur söz gelimi. Ama Hamidiye Camisi, Süleymaniye Camisi yahut Selimiye Camisi, Selimiye Kışlası söz konusudur. Bu anlamda örnekleri daha da artırmak mümkündür. İcra edilen işin isme nispet edilmesi mümkünse bu hep bu şekilde, yani isim ile ilgi kurularak yapılan iş veya nesneye ad kazandırılmıştır. Yapılan işin veya inşa edilen bir nesnenin salt kişi adı ile adlandırılması ve anılması, yanlıştır demiyorum ama bu durum daha ziyade Cumhuriyet Dönemi’nde söz konusu olduğuna da dikkat çekmek istiyorum. Bu yaklaşımın nedeni biraz da devirden devire değişebilen hayat felsefesi ve zihniyet meselesi ile alakalı gözükmektedir…
Cumhuriyet Dönemi kendi meşruiyetini tesis edebilmek için Osmanlı ile tarihi, siyasi, insani ve hatta coğrafi alakasını belli bir süre inkâr etti. Bu inkâr, besbelli ki siyasi idi ve belki belli ölçüde mazur da görülebilirdi. Osmanlı Devleti’nin yediyüzüncü kuruluş yıldönümü vesilesi ile devletçe yapılan kutlamalarla söz konusu inkâr ve süreci nihayet sona erdi… Bu inkârı zihninde ve gönlünde hala sona erdirememiş veya erdirmek istemeyen insanlarımızın olması hem muhtemel hem de tabiidir. Ancak şurası muhakkak ki binlerce yıllık bir mazi olarak ifade ettiğimiz tarihimiz bir bütündür, galibiyetleri, mağlubiyetleri kadar barındırdığı her ismi ve şahsiyeti ile de bize aittir. Bu isimlerin bazılarını bazılarımız az, bazılarını bazılarımız çok sevebiliriz. Bu da gayet tabiidir.
Yeter ki niye çok ve niye az sevdiğimizi veya hiç sevmediğimizi rasyonel olarak bilebilelim.
Ben şahsen hem çalışma alanım hem de hizmetlerini yakinen bilmem dolayısıyla Hamidiye Dönemi’ni ve bu dönemin son derece önemli bulduğum padişahı Sultan II. Abdülhamid’i minnet ve şükranla anarım. Bir insanın, padişah dahi olsa, her insan gibi, doğruları kadar hataları da olabilir diye düşünürüm. Dolayısıyla da Sultan II. Abdülhamid’in ne Ulu Hakan ne de Kızıl Sultan olduğuna kaniyim. Onu, yıkılmakta olan bir imparatorluğun kurtarıcısı olmaya çalışan birinci derecede sorumlu siyasi lideri olarak görürüm. İfrat ve tefritin bir hastalık olduğuna, cehalete dayandığına ve bir an önce böyle bir durumdan kurtularak akıl ve izan içinde davranılması gerektiğine inanırım.
Hakkı ile yapılmış araştırmalara dayanan tespitlerden ziyade yönlendirmelerle kendisini fazlaca mağdur ettiğimiz ve Hamidiye Dönemi adı verilen bir devri görmezlikten gelerek bugünkü meselelerimizin dahi nereden ve nasıl kaynaklandığını öğrenmekten kaçındığımız bir devrin padişahının da bizim tarihimizin önemli bir siması olduğunu kabul etmemiz gerektiğini, hak ettiği hakkı kendisine teslim adına yeni yapılmakta olan havalimanının adının Abdülhamid Han Havalimanı değil de; Türk tarihinin önemli bir kesitini oluşturması nedeniyle “Hamidiye Havalimanı” olarak isimlendirilmesini arzu ederim. Hatta Sultan Abdülhamid’in eğitim noktasındaki gayret ve hizmetlerinin yakinen bilinen bir gerçek olması, Cumhuriyeti kuran neslin dahi onun açtığı okullarda yetişmiş bulunması sebebiyle ayrıca İstanbul’da bir de “İstanbul Hamidiye Üniversitesi” kurulmasını öteden beri temenni etmişimdir…
Bu ülke bizim, tarihi de bizim, bu ülkeye hizmet edenler de bizimdir. Tabii ki paylaşmayı becerebildiğimiz sürece…
.
Roosevelt’ten Trump’a, Abdülhamid’den Erdoğan’a Türk - ABD ilişkileri
Metin Hülagü: Aslında bugün Trump - Erdoğan iktidarının icraatları dünkü Roosvelt - II. Abdülhamid yönetiminin uygulamalarının bir asır sonraki tezahüründen başka bir şey değildir.
Malum, Amerika’nın İngiliz egemenliğinden Fransızların yardımı ile kurtularak tarih sahnesine bağımsız bir devlet olarak çıkması 1783’te söz konusu oldu.
Amerika’nın Osmanlı Devleti’ne ilk resmi ziyareti ise 9 Kasım 1800’de George Washington firkateyninin İstanbul’a gelmesi ile gerçekleşti.
Osmanlı - Amerika devletlerinin birbirlerine yakınlaşmalarına ise Fransız, İngiliz ve Rus savaş gemilerinin 1827’de Navarin’de Osmanlı Donanmasını yok etmeleri vesile oldu.
Yaşanan Navarin faciasından sonra İngiliz ve Fransızlara güvenilemeyeceğine kanaat getiren Sultan II. Mahmud 1830’da Amerika ile bir ticaret antlaşması imzalanmasını uygun buldu.
Bu antlaşma ile Amerikan tüccarları ile ticaret gemileri en çok kayırılan devlet olurken Osmanlı coğrafyasında yaşayan Amerikalılar ise yabancılara tanınan imtiyazlardan yararlanma hakkına sahip oldu.
Sonraki zamanlarda Türk - Amerikan ilişkileri daha ziyade ticari ve eğitim ağırlıklı olarak gelişti. Özellikle 1820’lerden sonra Anadolu’da birçok şehirde Amerikan Misyoner Okulları açıldı.
Türk - Amerikan ilişkileri yaklaşık 1900’ün başına kadar büyük ölçüde sükûn içerisinde gerçekleşti ve normal bir seyir izledi. Çok fazla dikkat çekici bir yanı yahut çok belirgin bir hususiyeti olmadı.
Ancak Sultan II. Abdülhamid döneminin sonlarında, Cumhuriyetçi Parti’den Theodore Roosevelt’in 26. ABD Başkanı olarak 1901-1909 yılları arasında başa geçmesi Türk-Amerikan ilişkileri bakımından hem dalgalı ve hem de oldukça sancılı bir devrin yaşanmasına neden oldu.
Trump - Erdoğan iktidarı döneminin Türk - Amerikan ilişkileri bugün artık herkesçe ve ziyadesiyle malumdur.
İkili ilişkiler maalesef, ciddi siyasi, askeri, ticari ve ekonomik zorluklar ve anlaşmazlıklara maruzdur. ABD’nin tehditkâr tavırları, kural tanımaz yaklaşımları ve hatta bir takım manipülasyonları her geçen gün yeni bir şekliyle kendisini göstermektedir. Bunları burada tek tek saymaya ise gerek yoktur.
Aslında bugün Trump - Erdoğan iktidarının icraatları dünkü Roosvelt - II. Abdülhamid yönetiminin uygulamalarının bir asır sonraki tezahüründen başka bir şey değildir.
Roosvelt - II. Abdülhamid idarelerinin 1900-1908 yılları arasında kriz şeklinde cereyan eden ilişkileri, ana başlıklar halinde ele almak gerekirse, öncelikle Sultan Abdülhamid’in Roosvelt’i Başkan olmasından ötürü kutlamasıyla ve iyi olarak başlamıştı. Bu kutlamayı sonraki günlerde çeşitli vesilelerle gönderilen karşılıklı telgrafları takip etmişti.
Ancak güzel bir şekilde başlayan ikili ilişkiler, bugün Brunson meselesinde olduğu gibi, Harput Misyoner Okulunun yakılması ve Amerika’nın tazminat istemesi dolayısıyla ciddi bir krize dönüşmüştü.
Yaşanan siyasi kriz ticari ilişkilere de yansımış ve ek vergiler getirilmesine ve gümrük meselesi gibi yeni meselelerin ortaya çıkmasına sebebiyet vermişti. Beyrut’ta 1903’te Amerikan viskonsülünün öldürülmesi ile işler daha da sarpa sarmış ve kötüye gitmişti.
Yaklaşık on yıl süren bu dönemde Türk - Amerika ilişkileri içinden çıkılmaz bir hale almışken Türk - Rus ilişkileri ise belki de tarihinin en uyumlu ve en dostane dönemlerinden birisine sahne olmuştu.
.
.
.