ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
ehlisunnnetde
.
İbni Teymiye
Sual: Vehhabilerin [selefilerin] Şeyh-ül-İslam bilip yolundan gittikleri İbni Teymiye kimdir, âlimlerimiz onun hakkında ne demiştir? CEVAP Hanbeli fıkıh ve hadis âlimi iken mezhepsiz oldu. Ehl-i sünnete uymayan yazılarından dolayı Mısır’da iki defa hapsedildi. 1263 senesinde Harran’da doğup, 1328 de Şam’da kalede hapiste iken vefat etti.
İbni Teymiye, Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklüğünü anlamamış, tasavvufu inkâr etmiş, Ehl-i sünnetten ayrılmıştır. Kitapları, kendilerineSelefiyyeci diyen mezhepsizlere kaynak olmaktadır. Mezhepsizler, onu övmekte, İslam müceddidlerinin piri demektedirler. İbni Teymiye’nin şaki ve dalalette olduğu Seyf-ül-Cebbar ve farisi Tâlim-üs-sübyanda da yazılıdır.
Camiul-ezherdeki hanefi âlimlerinden Muhammed Bahitin (Tathir-ül-füad min-denisil itikad) kitabı, (Et-tevessüli bin-Nebi ve bis-Salihin), (Şevahid-ül-hak), (Cevahir-ül-bihar), (Seyf-ül-Cebbar) ve(Tâlim-üs-sübyan) kitapları, İbni Teymiye’nin dalalete düştüğünü vesikalarla ispat etmektedir.
İbni Battuta, ibni Hacer-i Mekki, imam-ı Sübki, kendi oğlu Abdulvehhab, izzeddin bin Cema'a, Ebu Hayyan Zahiri, Zahid-ül Kevseri, Yusuf-i Nebhani, imam-ı Şarani, Ahmed bin Seyyid Zeyni Dahlan, Şeyh-ül-İslam Mustafa Sabri Efendi gibi nice âlimler İbni Teymiye’ye reddiyeler yazmışlar, dalalet ve küfürlerini açıklamışlardır. Üstad Necip Fazıl da, (14. asrın irşad kutbu seyyid Abdülhakim Arvasi,“İbni Teymiye dini içinden zedeleyen mülhiddir” buyurdu) diyor.(Türkiye’nin Manzarası)
Dal ve mudil olduğu, Savi tefsiri 107. sayfasında da yazılıdır.
İslam âlimleri buyuruyor ki:
(Allahü teâlânın, sapıtmasına ilmini sebep ettiği kimsedir.) [İbni Hacer-i Mekki - Fetava-yı hadisiyye]
(İbni Teymiye öyle bir kimsedir ki, bozuk sözlerine ve çürük vesikalarına, büyük âlimler cevap vermişler ve düşüncelerinin çirkinliğini ortaya koymuşlardır. [Şam, Mısır ve Kudüs’de kadılık yapmış olan şafii fıkıh ve hadis âlimlerinden Muhammed] İzzibni Cemaa, onun için, Allahü teâlânın dalalete sürüklediği, azdırdığı ve zillet gömleği giydirdiği kimsedir. İslam âlimlerine ve bilhassa Hulefa-i raşidine karşı ahmakça itirazlarda bulunmuştur demiştir.) [İbni Hacer-i Mekki - El-cevher-ül-munzam]
(İbni Teymiye’nin sözlerinin kıymeti yoktur. O, dalalettedir ve Müslümanları dalalete sürüklemektedir. Müslümanların icmasından ayrılmış, bid’at yolunu tutmuştur. İslam âlimleri, onun dalalette [sapık] olduğunu, sözbirliği ile bildirdi. Kutbüd-Berdiri, Şerhi Muhtasarda, bunu uzun yazmaktadır.) [Tahir Muhammed Süleyman - Zahiretül-fıkhil-kübra]
(Kitab-ül Arş onun en çirkin kitaplarındandır. Ona Şeyh-ül-İslam diyenin kâfir olacağını söyleyen âlimler vardır.) [İmam-ı Sübki](Nebras haşiyesinde bildiriliyor.)
(İbni Teymiye’ye uyanın malı ve canı helaldir.) [Miratül-cenan, Nebras haşiyesi]
İbni Teymiye, Kitab-ül Arş isimli eserinde, “Allah Arş'ın üzerinde oturur, kendisi ile beraber oturması için Resulullaha da yer bırakır” diyor. Essırat-ul-müstekim kitabında da, ibni Abbas gibi büyük sahabilere kâfir demiştir. (Keşfüzzunun)
El-ubudiyyet kitabında ise, Allahü teâlânın ismini zikretmenin bid’at ve dalalet olduğunu bildirmekte ve tasavvuf âlimlerine çirkin iftiralar yapmaktadır.
Abduh’un yetiştirdiklerinden olup, onun yolunda giden Abdürrazık paşa bile diyor ki:
(Vehhabilik, bir bakımdan ibni Teymiye’ye bağlı olduğu gibi, son asrın müceddidi denilen Abduh’daki dinde reform fikirleri de, ibni Teymiye’ye bağlıdır.)
(Kaza namazı kılmak lazım değildir) derdi. Halbuki dört mezhepte de farzdır.
Cehennem azabı sonsuz olmadığını söylerdi. Kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalacaklarına dair bir çok âyet-i kerime vardır. (Bekara 81,Ahzab 65, Fussilet 28, Zuhruf 74)
(Ömer çok yanılmıştır) diyerek, imam-ı Ahmed’in bildirdiği (Allahü teâlâ, doğru sözü, Ömer’in dili üzerine koymuştur. [O hiç yanılmaz]) hadis-i şerifine karşı gelmiştir. Eshab-ı kiramın çoğu, ictihad ile anlaşılacak işlerde yanılmış olsa da, onların yanılmaları, ictihadi mesele idi. İctihadda müctehidin yanıldığı bilinemez. Çünkü ictihad ictihad ile nakzedilmez. Bunun için, müctehid olan o büyükler tenkit edilemez. Dört mezhebin ictihadları farklı olduğu halde, benimki doğru diyerek biri ötekini tenkit etmemiştir.
Sadreddin-i Konevi, İbni Arabi hazretleri gibi tasavvuf büyüklerine de saldırmıştır. “Gazali’nin kitapları uydurma hadis ile dolu” derdi.(Hadika)
İmam-ı Süyuti hazretleri buyuruyor ki:
(İbni Teymiye kibirliydi. Kendini beğenirdi. Herkesten üstün görünmek, karşısındakini küçümsemek, büyüklerle alay etmek âdeti idi.) [Kam-ul Muarıd]
Muhammed Ali Bey; Hitat-uş-Şam kitabında diyor ki:
(İbni Teymiye’nin hedefi, Luther adındaki papazın hedefine benzer. Fakat, Hıristiyanlığın reformcusu muvaffak oldu. İslamınki olamadı.)
İbni Hacer-i Askalani hazretleri buyuruyor ki:
(İbni Teymiye; “Kabri Nebeviyi ziyaret için sefere çıkmak haramdır. [Hazret-i] Ali iman ettiği zaman çocuk olduğu için Müslümanlığı sahih olmadı. [Hazret-i] Osman malı çok severdi” diyerek eshab-ı kiramın büyüklerine dil uzattı.) [Ed-Dürer-ül-Kamine]
İbni Hacer-i Mekki hazretleri buyuruyor ki:
(İbni Teymiye, Peygamberlerin masumiyetini (günahtan korunmuş olduklarını) reddetmiştir. Halbuki, masumiyet Peygamberlerin sıfatlarındandır.
Başta Peygamber efendimizin kabri şerifleri olmak üzere eshab-ı kiramın, velilerin, âlimlerin ve salih Müslümanların kabirlerinin ziyaret edilmesine karşı çıkmış, bunları şefaate vesile kılmayı da haram saymıştır.) [Fetava-i Hadisiyye]
Sual: Selefilerin vazgeçilmez üç prensibi varmış, bunlara uymayan Allah’ın gönderdiği din ile amel etmezmiş. Bu hususta açıklama yapar mısınız? CEVAP İbni Teymiye, Furkan isimli kitabında dini üç kısma ayırmaktadır. Selefilere göre bu üç prensip vazgeçilmez esaslardır. İslamiyet ancak bu üç kaide gereğince, aslına uygun olarak bilinebilirmiş. Yoksa İslam pınarını, etraftan karışmış bulanık sulardan yani mezhep imamlarının ictihadlarından arındırmak mümkün değilmiş. Çünkü fıkıhçılar, kelamcılar ve tasavvuf ehli, dinin aslına ilaveler yapmışlar, bu bakımdan din çok genişletilmiş ve içinden çıkılmaz bir hâl almışmış. Dine yapılan bu ilaveleri çıkarmak gerekirmiş.
Selefilerin sımsıkı bağlandıkları üç prensip şöyle: 1- Münezzel din: Kur’an-ı Kerimden ve sahih kabul ettiği hadis-i şeriflerden kendi anladıkları. 2- Müevvel din: Mezhep imamlarının Kitap ve sünnetten çıkardıkları hükümler. 3- Mübeddel din: Geçmiş dinlerin hükümleri ve uydurma saydığı hadis-i şerifler.
İbni Teymiye’ye göre, Münezzeldine uymak bütün müslümanlara farzdır. Çünkü Allahü teâlâ bir müctehidin Kitap ve Sünnetten neyi anladığını bir başka mükellefe sormaz. Hatta onu mükellef de tutmaz. Herkesi Kitap ve Sünneti anladığı ölçüde sorumlu tutar. Bu bakımdan herkes, Münezzel din ile amel etmelidir.
Müevveldine, tevil edilmiş olana, ictihaddan aciz olan mukallitlere caizdir. Ama müctehid olanlara bu caiz değildir.
İbni Teymiye’nin selefiye yolunu savunan bütün mezhepsizler, kendilerini birer müctehid zannettikleri için, mezhep hükümleri onlar için muteber değildir, Kitap ve Sünnetten anladıklarına tâbi olurlar. Kendilerine selefiyiz diyen bugünkü mezhepsizler, kraldan çok kralcı olup, İbni Teymiye mukallit halk için müevvel din ile [mezhep imamlarının hükümleriyle] amel etmeyi caiz görürken, onlar cahillerin de, mezhep hükümleriyle amel etmesini caiz görmezler, herkesi Kitap ve Sünnete el atmaya iterler.
İbni Teymiye’nin Mübeddel din diyerek eski dinleri bir kalemde silip atması caiz olmaz. Çünkü geçmiş dinlerin iman yani inanılacak hususları (yani amentüdeki esaslar, insanlar tarafındanbozulmadan önce) bütün dinlerde aynı idi. İslamiyet bozulan bu hususların doğrusunu bildirmiş, amele ait hükümlerin de, hepsini değil bazılarını nesh etmiştir.
Uydurma hadislerle amel edilen bir din yoktur. Uydurma hadis meselesi de ayrı bir konudur. Bir müctehidin usulüne göre, uydurma sayılan bir hadis, başka bir müctehidlerin usulüne göre sahih olabilir. İbni Teymiye, aklının almadığı hadis-i şeriflere hemen uydurma damgasını basmıştır. Fıkıh, kelam ve tasavvufun ortaya koyduğu hükümleri, usulleri, uydurma hadislerden çıkarıldığı havasını uyandırmak istemiştir. Onun bu mugalatasına İslam âlimleri gerekli cevaplar vermiştir.
Mezhepsizler, imamları olan İbni Teymiye’nin görüşlerine uyar ve onun usulüne uyup Kitap ve Sünnetten ahkam çıkarmaya çalışırlar. Bunu da gayet normal sayarlar ve buna münezzel din derler.
Biz de mezhep imamımız olan imam-ı a'zam hazretlerinin hükümleriyle amel edince, onun usullerine uyunca, Allah’ın gönderdiği din ile değil, mezhep imamlarının çıkardığı din ile amel ettiğimizi söylerler.
İbni Teymiye’ye uyup Kitap ve Sünnete el ve dil uzatan mezhepsizler, bizim de imam-ı a'zama uymamıza ne hakla karşı çıkarlar ki?
En kötü insan kimdir?
Sual: İbadet etmemek, günah işlemek kibirden midir? İbni Teymiye’nin bir mezhebe bağlanmaması da mı kibirdendir? CEVAP İki âyet-i kerime meali şöyledir: (Allahü teâlâ, ibadet etmekten çekinip kibirlenenleri[cezalandırmak için] kıyamette toplar.) [Nisa 172]
(Dünyada kibirlenip, günah işlediniz. Bugün şiddetli azap göreceksiniz.) [Ahkaf 20]
Cahiliyet döneminde Araplar kibirlerinden ayakkabılarının bağı kopsa eğilip bağlamazlardı. Asr-ı saadette iman edenler, eğilip toprağa secde ettiler; ama müşrikler yine kibirlerine devam ettiler. Kâfir kalmalarına kibirleri sebep oldu.
İmam-ı Süyuti hazretleri buyuruyor ki:
İbni Teymiye, kibirliydi, kendini beğenirdi. Herkesten üstün görünmek, karşısındakini küçümsemek, büyüklerle alay etmek âdetiydi. (Kamul-muarıd)
İşte bu kibri yüzünden bir mezhebe bağlanmayıp, mezhepsiz olmuştu. İmam-ı Ebu Yusuf, İmam-ı Muhammed, İmam-ı Züfer gibi büyük âlimler, müctehid oldukları halde, İmam-ı a’zama bağlanıp Hanefi mezhebinin mensubu oldular. Hiç kimse onları tenkit etmedi. Hâlbuki İbni Teymiye, tenkid yağmuruna tutuldu, hatta küfre girdiği bile bildirildi.
Dalalet fırkalarının hepsi de, kibirleri yüzünden çeşitli fırkalara bölünmüştür. Her fırka kendilerinin doğru olduğunu, diğer fırkaların sapık olduğunu ilan etmişlerdir. Hâlbuki tevazu, hakkı çocuk söylese bile kabul etmektir. İmam-ı Rabbani hazretleri, (Kötü sıfatların en aşağısı, kibir sıfatıdır) buyuruyor. Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki: (Kibir, hakka razı olmamak, hakkı kabul etmemek ve insanları küçük görmektir.) [Müslim]
(En kötü kimse, katı kalbli ve kibirli olandır.) [İ. Ahmed]
(Kibirden sakın! Kibir şeytanı, hazret-i Âdem’e doğru secdeden alıkoydu.) [İ. Asakir]
(Güzelliğin âfeti kibirlenmektir.) [Harâitî] (Her güzelliği kibir yok eder.)
İbni Teymiyye vemücessime Sual: İbni Teymiyye’nin, Allahü teâlâyı bir cisim olarak kabul eden mücessime fırkasından olduğu, kendi kitaplarında yazıyor mu? CEVAP Evet, kendi kitabında, hâşâ Allah’ın Arş’ın üstünde olduğunu ispat etmek için diyor ki: Allah dilerse, bir sivrisineğin sırtına yerleşir de, sivrisinek Onun kudreti ve rububiyetinin lutfü ile Onu yüklenip kaldırır. Böyleyken Allah Arş’ın üzerine nasıl yerleşmez? (Beyan Telbis el-Cehmiyye, 1/568) Bu konuda, Zahid-ül-Kevseri diyor ki:
İbni Teymiyye’nin Allahü teâlâ hakkındaki sözü işte budur. Sanki mabudunun sineğin sırtına oturması, gerçek bir işmiş gibi, bunu, Allahü teâlânın, sineğin sırtından daha geniş olan Arş’ın üzerinde karar kılmasına delil olarak ileri sürüyor! Allahü teâlâ, bundan münezzehtir. İbni Teymiyye ve yandaşlarından önce, insanlardan, böylesi akılsızca bir söz söyleyen bir kimseyi bilmiyorum. Bu öyle bir cinnet getirmektir ki, üzerinde hiçbir cinnet getirmek yoktur. Allah, onların vasfettiklerinden münezzehtir. Sineğin taşıdığı bir mabud tasavvur eden birisi, muhatap bile alınmaz. (Makalat-ül-Kevseri, 301)
İBN-İ TEYMİYYE
On dördüncü asırda yetişen din adamlarından. İsmi Ahmed bin Abdülhalîm bin Abdüsselâm bin Abdullah bin Muhammed bin Teymiyye’dir. İbn-i Teymiyye diye meşhûr olmuştur. Künyesi, Ebü’l-Abbâs, lakabı Takıyyüddîn’dir. 1263 (H. 661) senesinde Şam civarındaki Harran’da doğduğu için Harrânî nisbesiyle bilinir. Şam’da, Hanbelî fıkıh ve hadîs âlimi idi. Çok kitap yazdı. Şiîleri ve eski Yunan filozoflarını reddetti. Ehl-i sünnete uymayan yazılarından dolayı Mısır’da iki defa haps edildi. Şam’daki kalede, hapisde iken hastalanarak 1328 (H. 728)’de öldü.
Moğolların zulmünden kaçan babası, ailesiyle birlikte bugünkü Urfa civarında yerleşti. Harran’da doğan İbn-i Teymiyye küçük yaşından îtibâren babasından, Zeynüddîn Makdisîve İbn-i Asâkir gibi zâtlardan Hanbelî fıkhını ve hadîs ilmini öğrendi. Tahsilini yirmi yaşındayken tamamladı. 1282 (H. 681)’de babasının vefatı üzerine, yerine müderris oldu. İlminin çokluğuna aldanarak babasının ve hocalarının doğru yolunu bıraktı. Kendi görüşlerini üstün görerek, çeşitli konularda fetva ve sözleri ile Ehl-i sünnet îtikâdından ayrıldı. Bozuk fikirleri sebebiyle müderrislik vazifesinden alınarak Kâhire’ye vaiz olarak tâyin edildi. Yine sapık fikirlerini yaymaya çalışan İbn-i Teymiyye, Kâdıl-kudât Zeynüddîn-i Mâlikî başkanlığındaki Ehl-i sünnet âlimlerinin suâllerine cevap veremeyince, 1305 (H. 705)’de habs edildi. İki sene sonra tövbe edince serbest bırakıldı. Sözünde durmadığı için tekrar habs edildi. Yine tövbe etti ve tekrar serbest bırakıldı. Bundan sonra Şam’a gelerek orada yerleşti.
Talâk (boşama) ve Resûlullah’ın kabrini ziyaret hususlarında dört mezhebe de uymayan fetvalar verdiği ve fetvasında ısrar ettiği için, Şam kalesine haps edildi. Kısa bir müddet sonra affedilip, serbest bırakıldı. Bozuk fikirlerini ve sapık inanışını yaymaya ve yanlış fetvalar vermeye devam ettiği için Şam kalesinde kendisine bir oda verilerek insanlardan tecrid edildi. Burada bozuk inanışlarını anlatan risaleler yazmaya başladı ise de bundan men edildi. 1328 (H. 728) senesinde yakalandığı hastalıktan kurtulamayıp öldü.
İyi bir tahsîl gören, çok kitap okuyan ve ilim sahibi olan İbn-i Teymiyye, önceleri Hanbelî mezhebi müderrisliği gibi büyük bir vazifeyi îfâ etti. Hanbelî mezhebinde olanların sorularına cevap ve fetva verdi. Şülerin ve Yunan filozoflarının bozuk fikirlerini tenkid etmek için kıymetli kitaplar yazdı. Fakat îtikâdî ve amelî konularda kendi fikirlerini beğenmeye, kendini ve fikirlerini Ehl-i sünnet âlimlerinden üstün görmeye başlayınca, Ehl-i sünnet yolundan ayrıldı. Hulefâ-i râşidîn (dört büyük halîfe), diğer Eshâb-ı kiram ve din büyüklerini küfürle itham edecek derecede ileri geri sözler sarfetti. İlk müslümanların, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uyduklarını, sonradan gelen mezheb imamlarının kendi görüşlerini de işe karıştırdıklarını iddia etti. Kendisini zamanının imâmı olarak tanıtmak istedi. Allahü teâlânın ve peygamberlerin sıfatlarını ve tasavvufu inkâr edip, evliyayı küfürle itham etti. Bilhassa İmâm-ı Eş’arî, İmâm-ı Gazâlî ve Muhyiddîn-i Arabî’ye dil uzattı. Kendi düşüncesi hâriç her düşünceyi tenkîd etti. Onun bu sapık fikirleri gerek zamanında, gerekse sonra gelen Ehl-i sünnet âlimleri tarafından şiddetle, reddedilip, tuttuğu yolun bozukluğunu isbât eden yüzlerce kitap yazıldı. İbn-i Teymiyye’nin fikirlerinin sapıklığını bildiren âlimler arasında, İbn-i Battûta, İbn-i Hacer-i Mekkî, Takiyyüddîn Sübkî, oğlu Tâcüddîn Sübkî, Abdülvehhâb Sübkî, İzzeddîn bin Cemâa, Ebû Hayyân, Zâhid-ül-Kevserî, Yûsuf-i Nebhânî, Muhammed bin Ali Zemlikânî, Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, Zeynî Dahlan, İmâm-ı Rabbânî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî, Mustafa Sabri Efendi ve Abdülhakîm Arvâsî gibi sözü senet âlimler zikr edilebilir.
İmâm-ı Süyûtî, Kam’-ul-muârıd kitabında buyuruyor ki: “İbn-i Teymiyye kibirli idi. Kendini beğenirdi. Herkesden üstün görünmek, karşısındakini küçümsemek, büyüklerle alay etmek âdeti idi.” Muhammed Ali Bey; Hitat-uş-Şâm kitabında diyor ki: “İbn-i Teymiyye’nin hedefi, Luther adındaki papazın hedefine benzer. Fakat, hıristiyanlığın reformcusu muvaffak oldu. İslâmınki olamadı.” İbn-i Hacer-i Askalânî, Ed-Dürer-ül-kâmine’de buyuruyor ki: “İbn-i Teymiyye; “Kabr-i Nebevîyi ziyaret için sefere çıkmak haramdır. Ali radıyallahü anh îmân ettiği zaman çocuk olduğu için müslümanlığı sahîh olmadı. Hazret-i Osman malı çok severdi” dedi.”
İbn-i Teymiyye’nin bozuk fikirlerinden bâzılarını İbn-i Hacer-i Mekkî, Fetâvâ-i hadsiyye kitabında şöyle bildirmektedir.
1-Allahü teâlâya oturmak, kalkmak, yürümek, inmek, çıkmak gibi insanlara mahsus sıfatlar izafe etmektedir. Hâlbuki; Allahü teâlâ, hiç bir bakımdan insanlara (ve diğer mahlûklara) benzemez, zamandan ve mekândan münezzehtir, uzaktır.
2-Peygamberlerin günahsız olduğunu reddetmiştir. Hâlbuki, mâsumiyet (günahsızlık) peygamberlerin sıfatlarındandır.
3-Cehennem’in ebedî olmadığını ve kâfirlerin Cehennem’de ebedî kalmayacağını, söylemiştir. Hâlbuki Cehennem’in ebedî olduğunu ve kâfirlerin burada ebedî kalacağını Kur’ân-ı kerîm haber vermektedir.
4-Muhyiddîn-i Arabî, Sadreddîn Konevî gibi bâzı tasavvuf büyüklerini küfürle itham etmiş, tasavvufu reddetmiştir.
Hâlbuki tasavvuf, Peygamber efendimiz zamanından beri vardı ve tasavvuf büyüklerine hiç bir Ehl-i sünnet âlimi dil uzatmadı.
5-Başta Peygamber efendimizin kabr-i şerîfleri olmak üzere Eshâb-ı kiramın, velîlerin, âlimlerin ve sâlih müslümanların kabirlerinin ziyaret edilmesine karşı çıkmış, bunları şefaate vesile kılmayı da haram demiştir.
İbn-i Teymiyye bunlar gibi bir çok mes’eleye dâir yanlış ve çirkin sözlerinden dolayı Ehl-i sünnet âlimleri tarafın dan şiddetli bir şekilde reddedilmiştir. Şifâ-üs-sikâm fi ziyâreti-hayril-enâm, Şevâhid-ül-hak, el-Fetâvâ-el-hadsiyye, Er-Reddü li-İbn-i Teymiyye, Hidâyet-ül-hâlik gibi kitaplar onun sapık fikirlerini reddetmek için yazılan kitaplardan bâzılarıdır.
İbn-i Teymiyye’nin İslâm alemindeki şöhreti; dindeki büyüklüğünden değil, kendisinden sonra ortaya çıkıp, mezhepsizlik fikrini yaymaya çalışanlar ile, kendi kısa akıllarına göre dinde değişiklik yapmak isteyenlerin sapıklıklarına kaynak olması sebebiyledir. Kendilerine Selefi adını veren mezhepsizlerle, Mısır’da yetişen dinde reformcular ve vehhâbîler, tuttukları bozuk yoldaki fikirlerine delîl olarak yalnız İbn-i Teymiyye ve talebelerinin ileri sürdüğü yanlış görüşleri göstermekte ve ona dayanmaktadırlar. Onun sapık fikirlerini savunanlar, İbn-i Teymiyye’nin kitaplarını, bilhassa Kur’ân-ı kerîme, hadîs-i şerîflere ve icmâ-i ümmete uymayan fikirlerle dolu olanVâsıta kitabını bastırıp dağıtıyorlar.
Vâsıta, Kitâb-ül-Arş, Minhâc-üs-Sünne, Es-Siyâset-üş-şer’iyye, Ziyâret-ül-kubûr vel-istincâdü bil-makbûr, Fetâvâ, Felsefe-i İbn-i Rüşd İktizâu Sırât-il-Müstekîm, El-Furkân, gibi eserler İbn-i Teymiyye’nin yazdığı kitaplarından bâzılarıdır. Ahmed ibni Teymiyye ile Ehl-i sünnet olan Mecdûddîn İbn-i Teymiyye ve Fahreddîn Muhammed bin Ebi’l-Kâsım ibni Teymiyye bazen birbirleriyle karıştırılmaktadır. Fahreddîn ibni Teymiyye, doğru yoldan ayrılan sapık İbn-i Teymiyye’den önce 1147-1224 (H. 542-621) yıllarında Harran’da yaşamıştır. Hanbelî fıkıh âlimidir ve tefsiri vardır. Mecdûddîn ibni Teymiyye ise, İbn-i Teymiyye’nin amcası olup, 1193-1254 (H. 590-652) târihleri arasında yaşamıştır. Dürrü teârud-ül-akl ven-nakl adlı eseri vardır.
Doğruya doğru demek
Sual: Ünlü fitnecileri, birkaç doğru şey söyledi diye savunmak uygun mudur? CEVAP Bir kimsenin doğru sözünü tasdik etmek, her dediğini tasdik etmek anlamına gelmez. Hak sözü tasdik edilir, bâtıl sözü reddedilir. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında, bunun örnekleri çoktur. Birkaçını bildirelim: 1- Yusuf Kardavi, kitaplarında, dört mezhebin fıkıh bilgilerini birbirlerine karıştırdığını, tek bir mezhebi taklit etmenin uygun olmadığını [yani mezhepsizliği] savunuyor. Böylece, Ehl-i sünnet âlimlerinin yolundan ayrılıyor. Bundan dolayı, yazıları senet olamazsa da, sakalla ilgili hadis-i şerifi Ehl-i sünnete uygun açıklamıştır. Bunun için, Kardavi’nin sakal hakkındaki yazısı, Hanefi mezhebinin reyini açıkladığı için, vesika olarak alınması uygun görüldü. (S. Ebediyye)
2- Zemahşeri, Ehl-i sünnet değil, mutezile mezhebindeydi; ancak Zemahşeri, Kur’an-ı kerimin mucize olduğunu anlatmakta; esas, senet olan belagat ilminin âlimlerinin en yüksek derecesinde olduğundan, Ehl-i sünnetin tefsir âlimleri, Kur’an-ı kerimin belagatini anlatan kısımları, onun tefsirinden almışlardır. (S. Abdülhakim Arvasi - S. Ebediyye)
3- İbni Teymiyye’yi İslâm âlimleri şiddetle tenkit ettikleri halde, Şiilere reddiyesini tasvip edip, şöyle demişlerdir:
İbni Teymiyye, (Minhac-üs-sünne) kitabında, Şii âlimlerinden İbnil Mutahhir’in (Minhac-ül-kerame) kitabını, kuvvetli vesikalarla çürütmektedir. Yine İbni Teymiyye, (Fedail-i Ebi Bekr ve Ömer)kitabında, Eshab-ı kiramın üstünlüklerini, kuvvetli delillerle açıklamaktadır. (E. Kiram kitabı)
İslam âlimleri, kâfirlerin bile dinimizi öven sözlerini nakletmişlerdir. Bu, kâfirleri övmek demek değildir. Bunlardan birkaçı şöyledir: 1- Hatip, Peygamber, kanun koyucu, cengâver, yeni iman esasları koyan, büyük bir İslam devleti ve medeniyeti kuran büyük insan; işte Muhammed [aleyhisselam] budur. İnsanların, büyüklüğü ölçmek için kullandıkları bütün mikyaslarla ölçülsün. Acaba Ondan daha büyük bir kimse var mıdır? Olamaz. (Lamartine)
2- Müslümanlar, en azametli ve muzaffer günlerinde bile, mutaassıp olmamıştır. İslamiyet, dünyayı yaratana ve Onun eserine hayran olmayı emretmektedir. Batı, korkunç bir karanlık içindeyken, Doğu’da parlayan göz kamaştırıcı İslam yıldızı, azap çeken dünyaya ışık, barış ve rahatlık vermiştir. (Gandhi)
3- Kur’anda yazılı olan esasların doğruluğuna inanıyorum. Bunlar, insanları bahtiyarlığa götürecektir. (Napoléon)
XXXXXXXXXXXXXX
6 Nisan 2010 Salı
İbni Teymiyye Mardin’de tartışıldı
Geçen hafta, İslam dünyasının önde gelen 20 din adamı, Küresel Yenilik ve Rehberlik Merkezi (GCRG) ile Canopus Consulting adlı Londra merkezli düşünce kuruluşlarının organize ettiği, Artuklu Üniversitesi’nin ev sahipliği yaptığı konferans için Mardin’de bir araya gelerek; İbni Teymiyye’nin terör örgütlerine referans olan fikirlerini tartıştı. Peki, günümüzün en önemli problemi olan terör belasına fikir babalığı yapan İbni Teymiyye kimdir?
İyi bir tahsil gören, çok kitap okuyan ve ilim sâhibi olan İbni Teymiyye, daha sonra ilminin çokluğuna aldanarak müderris olan babasının ve hocalarının doğru yolunu bıraktı. Kendi görüşlerini üstün görerek Ehl-i sünnet yolundan ayrıldı. Bozuk fikirlerinden dolayı birçok defa hapse atıldı, 1328’de hapishanede öldü.
YANGIN KENDİLERİNE ULAŞINCA...
İbni Teymiyye, İslam tarihinde bir benzeri olmayan, şahsına münhasır bir kimsedir. Hiçbir âlimi beğenmez, Eshab-ı kiram ve dört mezheb imamı dahil herkesin yanlış yaptığını söylerdi. Karşısındakini küçümsemek, büyüklerle alay etmek âdeti idi. Ehl-i sünnete karşı, isyan bayrağı çekti. İslâm âlemine fitne, fesat ateşi saldı. Pek çok fetvasında icmadan, İslam âlimlerinin ittifaklarından ayrıldı.
Bu farklı hükümler İslamı bölmek, parçalamak isteyen İslam düşmanlarına malzeme oldu. Bunun için hemen hemen bütün sapık, bozuk, Ehl-i sünnet dışı akımlar hep İbni Teymiyye’nin fikirlerinden faydalandılar; bozuk düşüncelerini bu fikirler üzerine bina ettiler. Örneğin, İngiliz ajanı Hempher vasıtasıyla kurdukları Vehhabilik, İbni Teymiyye’nin sapık fikirleri ile İngiliz câsûsu Hempher’in yalan ve hîlelerinin karışımından ibarettir.
Geçmişten günümüze; İbni Kesir, Zehebi, İbnül Kayyum Cevziye, Abdülvehhab, Şevkani, Efgani, Abduh, Reşid Rıza, Mevdudi, Hasan Nedvi, El Benna, S.Kutup ve günümüz bazı ilahiyat mensupları, İhvan-ı Müslimin, El Kaide hareketi, İbni Teymiyye’nin fikirlerini savunmuşlardır.
Batılılar yıllardır, İslamı bölmek, Müslümanları birbirine düşürmek için İbni Teymiye’nin fikirlerini gündemde tutup dolaylı destek verdiler. Sonra da oturup, Müslümanların birbiri ile kavgalarını, birbirlerini öldürmelerini zevkle seyrettiler. Ne zaman ki iş tersine döndü, bumerang gibi, ok geri dönüp sahibini hedef aldı; intihar bombacıları, toplu öldürme terör eylemleri başladı, birden telaşa, korkuya kapıldılar.
Bu ikiyüzlülüktür. Müslümanlara her türlü ölümü, zulmü reva göreceksin, kendine gelince; bu haksızlıktır, terördür diyeceksin, bu adalete, insanlığa sığmaz. Ehl-i sünnet âlimleri, fitnenin, terörün her türlüsünü lanetlemişler, Müslüman-Hristiyan kime yapılırsa yapılsın hepsine kesin bir tavırla karşı çıkmışlar. Bir insanı haksız şekilde öldürmeyi, bütün insanlığı öldürmek şeklinde ifade etmişlerdir.
ZARARLI AKIMLARIN FİKİR BABASI
Ehl-i sünnet âlimleri, her zaman, İbni Teymiyye’nin diğer pek çok fikirleri gibi, işgalcileri ve bunlarla mücadele etmeyen Müslümanları düşman ilan eden “Mardin fetvası”nın da yanlış olduğunu; bu fetva ile iki Müslüman askerinin savaştığını, kardeş kanı dökülmesine, binlerce Müslümanın ölmesine sebep olduğunu bildirmişlerdir.
İbni Teymiyye’nin fikirleri Müslümanları birbirine düşürmek için kullanıldığı gibi; dinde reform, yenilik yapmak isteyenler de hep onun sapık fikirlerinden istifade etmişlerdir. Yani, İbni Teymiyye dinde reformcuların da fikir babasıdır. Son devir büyük İslâm âlimi Seyyid Abdülhakîm Arvasi kuddise sirruh, “Dinde reform sapıklığını ortaya ilk çıkaran, İbni Teymiyye oldu. Bu sapıklık sonradan, câhiller ve İslâm düşmanları tarafından küfre kadar götürüldü” buyurmuştur.
Mâlikî âlimlerinden Tâhir Muhammed Süleymân, (Zahîretül-fıkhil-kübrâ) kitabında, “İbni Teymiyye’nin sözlerinin kıymeti yoktur. O, dalâlettedir ve Müslümanları dalâlete (bid’ate, küfre) sürüklemektedir. Müslümanların icmâ’ından (söz birliğinden) ayrılmış, bid’at yolunu tutmuştur. İslâm âlimleri, onun dalâlette olduğunu, söz birliği ile bildirdi” demiştir.
Gönül Bahçesi
Mehmet Oruç
mehmet.oruc@tg.com.tr
07 Nisan 2010 Çarşamba
İbni Teymiyye’nin aykırı fikirleri
İbni Teymiyye, Hulefâ-i Râşidîn (dört büyük halîfe), diğer Eshâb-ı kirâm ve din büyüklerini küfürle ithâm edecek derecede ileri geri sözler sarf etti. Allahü teâlânın ve peygamberlerin sıfatlarını ve tasavvufu, şefaati inkâr edip, evliyâyı küfürle ithâm etti.
İbni Teymiyye’nin bozuk fikirlerinden bâzılarını büyük âlim İbn-i Hacer-i Mekkî, Fetâvâ-i Hadîsiyye kitâbında şöyle bildirmektedir.
1- Allahü teâlâya oturmak, kalkmak, yürümek, inmek, çıkmak gibi insanlara mahsus sıfatlar izâfe etmektedir. Hâlbuki; Allahü teâlâ, hiçbir bakımdan insanlara (ve diğer mahlûklara) benzemez, zamandan ve mekândan münezzehtir, uzaktır.
3- Cehennemin ebedî olmadığını ve kâfirlerin Cehennemde ebedî, sonsuz kalmayacağını söylemiştir. Hâlbuki Cehennemin ebedî olduğunu ve kâfirlerin burada ebedî, sonsuz kalacağını Kur’ân-ı kerîm haber vermektedir.
İSLAM BÜYÜKLERİNE KÜFÜR İTHAMI
4- Muhyiddîn-i Arabî, Sadreddîn Konevî gibi bâzı tasavvuf büyüklerini küfürle ithâm etmiş, tasavvufu reddetmiştir. Hâlbuki tasavvuf, Peygamber efendimiz zamânından beri vardı ve tasavvuf büyüklerine hiçbir Ehl-i sünnet âlimi dil uzatmadı.
5- Başta Peygamber efendimizin kabr-i şerîfleri olmak üzere Eshâb-ı kirâmın, velîlerin, âlimlerin ve sâlih Müslümanların kabirlerinin ziyâret edilmesine karşı çıkmış, bunları şefâate vesîle kılmayı da harâm saymıştır.
Ayrıca; üç talak bir talak sayılır, şartlı talakta yemin kefareti vermek kafidir, âdetli kadın tavaf yapabilir, namazın kazası olmaz, gibi kural dışı, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine aykırı yanlış hükümler verdi. Luther adındaki papaz gibi İslamda reform yapmaya çalıştı.
İbni Teymiyye’nin İslâm âlemindeki şöhreti; dindeki büyüklüğünden değil, kendisinden sonra ortaya çıkıp, mezhepsizlik fikrini yaymaya çalışanlar ile, kendi kısa akıllarına göre dinde değişiklik yapmak isteyenlerin sapıklıklarına kaynak olması sebebiyledir. İslamı içeriden yıkmak isteyenlerin gizli desteği iledir. Mısır’da yetişen dinde reformcular ve Vehhâbîler, tuttukları bozuk yoldaki fikirlerine delil olarak yalnız İbni Teymiyye ve talebelerinin ileri sürdüğü yanlış görüşleri göstermekte ve ona dayanmaktadırlar.
Ehl-i sünnet âlimlerinden Yusuf Nebhanî, Şevahidü’l-Hakk’da, “İbni Teymiyye, dalgaları kıyıyı döven gürültülü bir deniz gibidir. Bazen sahile inci ve mercan bırakır; çoğu zaman da taşları ve midye kabuklarını, pislikleri ve hayvan leşlerini bırakır” demiştir.
İbni Teymiyye İmam-ı Gazâlî’yi kusurlu göstermektedir. Büyük âlim (İbn-i Hacer-i Mekkî) hazretleri, (El-a’lâm bi-kavâtı’ıl-islâm) kitabında buyuruyor ki: “İmâm-ı Gazâlî’nin yazılarında kusur bulan kimse, yâ haset edip onu çekemeyendir, yâhut da, zındıktır.”
İbn-i Hacer-i Mekkî Fetâvel-hadîsiyye kitabında da, “İbni Teymiyye’nin gözlerini kör, kulakları sağırdır. Birçok âlim, bunun işlerinin bozuk, sözlerinin yalan olduğunu bildirmişler ve vesikalarla ispat etmişlerdir” demiştir.
İbni Âbidîn, (El-Ukûd-üd-dürriyye) kitabında diyor ki: “İmâm-ı Gazâlî âlim değildi diyen kimse, câhillerin echeli ve fâsıkların en kötüsüdür. O, zamanının hüccet-ül-islâmı ve âlimlerin en üstünü idi.)
Bunların dışında güvenilir âlimlerden olan; Takiyyüddîn Sübkî, İmâm-ı Rabbânî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Muhammed bin Ali Zemlikânî, Zeynî Dahlan, Mustafa Sabri Efendi, Zâhid-ül-Kevserî, Abdülhakîm Arvâsî, Ahmed Davudoğlu ve Hüseyin Hilmi Işık kuddise sirruh gibi zatlar kitaplarında İbni Teymiyye’nin fikirlerinin bozukluğunu delilleri ile dile getirmişlerdir. Daha geniş bilgi için, “Faideli bilgiler“ (Hakikat Kitabevi) kitabına bakılmalıdır.
Önsöz
İbni Teymiye
Cemalettin Efgani
Muhammed Abduh
Reşit Rıza
Abdülaziz bin Baz
Ali Süavi
Hasan Sabbah ve Şeyh Bedrettin
Şevkani kimdir?
İbni Hazm
Muhammed İkbal kimdir?
Taberi Ehl-i sünnet midir?
Hasan el-Benna
Kadıyanilik (Ahmedilik)
İbni Kayyım
İzmirli İsmail Hakkı
Kardavi’nin çağdaş fetvaları
Zahiri mezhebi
İbni Kesir tefsiri
Fıkh-üs-sünne kitabı
Mahmasani
Mevdudi’nin hezeyanı
Zuhayli
Suriyeli Seykavi
Mehmet Akif kimdir?
Ramazan el-Buti
Yusuf Kandehlevi
Doğruluğunda münakaşa edilmeyen «Tahkikul-Menat» ve «Tenkîhu’l-Menat» (9) gibi ictihad usullerini hermüctehid kullanmıştır.
islamkalesi.wordpress.com›tag/muctehid/ vehhabilik ve ibni teymiyye yazıları
Denize düşen, yılana sarılır. İbni Teymiyeci de yalana sarılıyor. Bir âyeti şöyle değiştirmiş: (Allah semadan bütün dünya işlerini idare eder.) [Secde 5]
CEVAP: Vehhabi meali bile şöyle diyor: (Allah, gökten yere kadar her işi yönetir.) [Secde 5]
İbni Teymiyeci, gökten yere kadar olanları idare etmeyi, gökten idare diye değiştiriyor. Bir âyeti de şöyle değiştirmiş: (Üstlerindeki Rablerinden korkarlar.) [Nahl 50] , Halbuki Diyanet’in mealinde şöyle deniyor: (Fevklerinde olan Rablerinden korkarlar ve emrolundukları şeyleri yaparlar.) [Nahl 50]
Rablerinden korkan kim? Âyette geçen fevk ne demek? Fevk, rütbesi üstün demektir. Peygamberler insanların fevkindedir. Allah ise peygamberlerin de, meleklerin de fevkindedir. H. Basri Çantay, (Kahir ve hâkim olan Rablerinden korkarlar) diyor. Muteber tefsirlerde ise şöyle deniyor: Kendi güçlerinin üstünde olan Rablerinin gücünden korkarlar; çünkü helak edici azap gökten iner. Melekler, yeryüzünden yukarıda olmalarına rağmen korktuklarına göre yerdekilerin daha önce korkması lazım gelir. Burada meleklerin olduğunun delili, âyetteki (emrolundukları şeyleri yaparlar) ifadesidir. Meleklerin hepsi emre uyar, insanların hepsi emrolunana uymazlar. (Kurtubi)
İbni Teymiyeci gökteki Allah diyerek şu âyeti de yazmış: (Göktekinin sizi yere geçirmesinden, taş yağmuruna tutmasından emin mi oldunuz?) [Mülk 16,17]
CEVAP: Göktekinin kim olduğunu açıklamadan önce, şunu bildirelim. Nasıl Amerika ile Türkiye birbirinden farklı yer ise, dünya ile gök, gök ile Arş birbirinden çok farklıdır. Yedi kat sema vardır. Hepsinin üstünde Arş vardır. Hâşâ Allah Arş’ta ise, gökte demek doğru olur mu? Gökte denirse o zaman Arş’ta denir mi? Aralarında muazzam uzaklık vardır. Dünya, gezegenlere göre bile çok küçüktür. Hele göklere göre nokta bile değildir. Gökte olan bir şey, yerde niye olmasın ki? Bu tam bir tenakuzdur. Âyette bahsedilen gökteki kelimesi için Vehhabi meali bile Ehli sünnete uygun olarak diyor ki: (Âlemin tedbiri ile görevli olan meleklere, işaret bulunduğu belirtilmekle beraber, asıl fiili yaratan ve cezayı veren Cenabı Allahtır. Her şey onun izni ve emri ile meydana gelmektedir.) [S. 562]
İmam-ı Beydavi ise, (Sizi yere batıracak veya sizi taş yağmuruna tutacak olan Allahın bu âlemin tedbirine müvekkel kıldığı melekten emin misiniz?) diye açıklıyor.
Canımızı ölüm meleği Hz. Azrail aldığı halde, âyette buyuruluyor ki: (Allah, ölümüne hükmettiği kimselerin canını alır.) [Zümer 42], Allahü teâlâ, bu işi müvekkel kıldığı ölüm meleği ile yapar. İşte âyet meali: (Öldürmek için vekil yapılmış olan melek sizi öldürüyor.) [Secde 11]
Canımızı alan da, gökten taş yağdıracak olan da Allahtır. Ama bunu meleklerine yaptırır. Görüldüğü gibi göktekine Allah demek ne kadar yanlıştır. İbni Teymiyeci, Firavun’a da sarılarak şu âyeti yazmış: (Firavun, Ey Haman, bana yüksek bir kule yap; belki göklerin yollarına erişirim de Musa’nın Tanrısı’nı görürüm! Doğrusu ben onu, yalancı sanıyorum, dedi. Böylece Firavun’a, yaptığı kötü iş süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı. Firavun’un tuzağı tamamen boşa çıktı.) [Mümin 36/37]
CEVAP: Firavun’un Allahı gökte sanması bir delil mi? Hem âyette, Firavun’un yaptığına kötü iş, yanlış iş deniyor. Yani Onun zannettiği gibi Allah gökte değil deniyor. Görüldüğü gibi İbni Teymiyecinin delil getirdiği âyetlerin hiç birisinde Allah gökte denmiyor. Gökte diyenin kâfir olacağını Ehli sünnet âlimleri açıkça bildiriyor. Bu âlimler, o âyetleri bilmiyor muydu da, Allaha mekan ittihaz edenleri tekfir eylediler?.
4 Eylül 2002 Çarşamba
İbni Teymiyeci âyetleri değiştiriyor
Denize düşen, yılana sarılır. İbni Teymiyeci de yalana sarılıyor. Bir âyeti şöyle değiştirmiş: (Allah semadan bütün dünya işlerini idare eder.) [Secde 5]
CEVAP: Vehhabi meali bile şöyle diyor: (Allah, gökten yere kadar her işi yönetir.) [Secde 5]
İbni Teymiyeci, gökten yere kadar olanları idare etmeyi, gökten idare diye değiştiriyor. Bir âyeti de şöyle değiştirmiş: (Üstlerindeki Rablerinden korkarlar.) [Nahl 50] , Halbuki Diyanet’in mealinde şöyle deniyor: (Fevklerinde olan Rablerinden korkarlar ve emrolundukları şeyleri yaparlar.) [Nahl 50]
Rablerinden korkan kim? Âyette geçen fevk ne demek? Fevk, rütbesi üstün demektir. Peygamberler insanların fevkindedir. Allah ise peygamberlerin de, meleklerin de fevkindedir. H. Basri Çantay, (Kahir ve hâkim olan Rablerinden korkarlar) diyor. Muteber tefsirlerde ise şöyle deniyor: Kendi güçlerinin üstünde olan Rablerinin gücünden korkarlar; çünkü helak edici azap gökten iner. Melekler, yeryüzünden yukarıda olmalarına rağmen korktuklarına göre yerdekilerin daha önce korkması lazım gelir. Burada meleklerin olduğunun delili, âyetteki (emrolundukları şeyleri yaparlar) ifadesidir. Meleklerin hepsi emre uyar, insanların hepsi emrolunana uymazlar. (Kurtubi)
İbni Teymiyeci gökteki Allah diyerek şu âyeti de yazmış: (Göktekinin sizi yere geçirmesinden, taş yağmuruna tutmasından emin mi oldunuz?) [Mülk 16,17]
CEVAP: Göktekinin kim olduğunu açıklamadan önce, şunu bildirelim. Nasıl Amerika ile Türkiye birbirinden farklı yer ise, dünya ile gök, gök ile Arş birbirinden çok farklıdır. Yedi kat sema vardır. Hepsinin üstünde Arş vardır. Hâşâ Allah Arş’ta ise, gökte demek doğru olur mu? Gökte denirse o zaman Arş’ta denir mi? Aralarında muazzam uzaklık vardır. Dünya, gezegenlere göre bile çok küçüktür. Hele göklere göre nokta bile değildir. Gökte olan bir şey, yerde niye olmasın ki? Bu tam bir tenakuzdur. Âyette bahsedilen gökteki kelimesi için Vehhabi meali bile Ehli sünnete uygun olarak diyor ki: (Âlemin tedbiri ile görevli olan meleklere, işaret bulunduğu belirtilmekle beraber, asıl fiili yaratan ve cezayı veren Cenabı Allahtır. Her şey onun izni ve emri ile meydana gelmektedir.) [S. 562]
İmam-ı Beydavi ise, (Sizi yere batıracak veya sizi taş yağmuruna tutacak olan Allahın bu âlemin tedbirine müvekkel kıldığı melekten emin misiniz?) diye açıklıyor.
Canımızı ölüm meleği Hz. Azrail aldığı halde, âyette buyuruluyor ki: (Allah, ölümüne hükmettiği kimselerin canını alır.) [Zümer 42], Allahü teâlâ, bu işi müvekkel kıldığı ölüm meleği ile yapar. İşte âyet meali: (Öldürmek için vekil yapılmış olan melek sizi öldürüyor.) [Secde 11]
Canımızı alan da, gökten taş yağdıracak olan da Allahtır. Ama bunu meleklerine yaptırır. Görüldüğü gibi göktekine Allah demek ne kadar yanlıştır. İbni Teymiyeci, Firavun’a da sarılarak şu âyeti yazmış: (Firavun, Ey Haman, bana yüksek bir kule yap; belki göklerin yollarına erişirim de Musa’nın Tanrısı’nı görürüm! Doğrusu ben onu, yalancı sanıyorum, dedi. Böylece Firavun’a, yaptığı kötü iş süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı. Firavun’un tuzağı tamamen boşa çıktı.) [Mümin 36/37]
CEVAP: Firavun’un Allahı gökte sanması bir delil mi? Hem âyette, Firavun’un yaptığına kötü iş, yanlış iş deniyor. Yani Onun zannettiği gibi Allah gökte değil deniyor. Görüldüğü gibi İbni Teymiyecinin delil getirdiği âyetlerin hiç birisinde Allah gökte denmiyor. Gökte diyenin kâfir olacağını Ehli sünnet âlimleri açıkça bildiriyor. Bu âlimler, o âyetleri bilmiyor muydu da, Allaha mekan ittihaz edenleri tekfir eylediler?.
İslam düşünce tarihinde leh ve aleyhinde en fazla konuşulan isimlerin başında Takiyyuddin İbn Teymiyye (v. 728/1328) gelmektedir. 661/1263 yılında Harran’da doğan İbn Teymiyye, Hanbeli mezhebinin güçlü alimlerini içerisinde barındıran bir aileye mensuptur. Dedesi Mecdüddin İbn Teymiyye pek çok alanda eser veren bir alimdir. Babası Abdulhalim’de, Harran yöresinde etkin olan bir Hanbeli fakihidir.
Moğolların Bağdat’ı işgal etmeleri ve Bağdat merkezli saldırılarını Harran’a kadar genişletmeleri üzerine İbn Teymiyye ailesi 667/1269 yılında Dımaşk’a göç eder. Babası başta olmak üzere bir çok hocadan ders okuyan İbn Teymiyye, 683’te Sükkeriyye Darulhadisine hoca olarak atanır. Bir yıl sonra da Emeviyye Camii’nde tefsir dersleri vermeye başlar.
Kısa zamanda şöhreti Dımaşk başta olmak üzere mücavir şehirlere de yayılan İbn Teymiyye VIII/XIV. yüzyılın başlarından itibaren kendisini ilmi ve fikri tartışmaların içerisinde bulur. Ehl-i Sünnet’in itikadi mezheplerine özellikle de Eş’ariliğe sert tenkitler yöneltir. Sıfatlar ve müteşabihat meselesinde selef-i salihinin usulünü benimsediğini iddia ederek ayet ve hadisleri zahiri anlamlarında anlar. Verdiği fetvalarla da bir çok konuda mezhepler arası icmaya muhalefet eder.
Mevcut İslami disiplinlerin hemen tamamına itirazları olan İbn Teymiyye en sert eleştirilerini tasavvufa yöneltir. İbn Arabi’yi ve onun görüşlerini benimseyen mutasavvıfları açıkça tekfir eder.
Çeşitli devlet adamları ve kadıların katıldığı meclislerde çok defa muhakeme edilen İbn Teymiyye Kahire’de dört kâdi’l-kudât’ın katıldığı bir mahkemede Allah Teala’yı insan suretinde algılama cürmünden dolayı Kahire kalesine hapsedilir. Ehl-i Sünnet akidesine muhalif görüşlerinden ve icmaya aykırı fetvalarından dolayı farklı zamanlarda defaatle yargılanıp hapisle cezalandırılır.
İbn Battuta, İbn Hacer el-Heytemi, Takiyyuddin es-Sübki, Tacüddin es-Sübki, Kemaleddin İbnü’z-Zemlekâni, Şihabuddin İbn Cehbel ve Ebu Hayyan gibi muasırı olan alimler tarafından görüşleri tenkit edilen İbn Teymiyye, hakkında yazılan reddiyelerin de etkisiyle –zamanla- ilk yıllardaki itibarını kaybeder. Osmanlı’nın son dönemlerinde Hicaz’da ortaya çıkan Muhammed b. Abdulvahhab’ın başlattığı hareket, İbn Teymiyye’nin fikirlerinin yeniden canlanmasına zemin hazırlar. İbn Abdulvahhab’a nisbetle Vehhabilik olarak tanınan ve zamanla siyasi bir boyut kazanan hareket Suudi Arabistan Krallığı’nın kurulmasında da etkili olur.
Kendisini selefiyye olarak tanımlayan “vehhabilik” hareketi zamanla Suudi Arabistan başta olmak üzere İslam coğrafyasının önemli bir bölümünde nüfuz elde eder.
Selefilere/vahhabilere göre içtihatlarıyla İslami ilimlerin gelişmesine katkıda bulunan bir müçtehit olan İbn Teymiyye, İmam Subki başta olmak üzere Ehl-i Sünnet hassasiyetine sahip bir çok alime göre ise asırlar sonra teşbih ve tecsim akidesini canlandıran bir Haşevi’dir.
İslam düşünce tarihinde derin izler bırakan, günümüz İslami anlayışları üzerinde de belirgin etkinliği olan İbn Teymiyye’nin itikadi görüşleri sürekli tartışılır olmuştur. İslami anlayış ve yaşayışlarını onun belirlediği esas ve verdiği fetvalar üzerine bina edenler, Ona dayanarak Maturidi ve Eşari mezhebine müntesib Müslümanları “ehl-i zeyğ” olarak nitelemekten çekinmemişlerdir. Bu durum, İbn Teymiyye’nin itikadi görüşlerini ve tevhit anlayışını tahlil etmeyi gerekli kılmıştır.
İslam’da Tevhit Tasavvuru
Bölünmeyi kabul etmeyen varlıklara “tek” denir. Allah Teala da zât, sıfat ve fiillerinde “tek”tir. İslam dini, O’nun bir olduğunu kabul etme esası üzerine ibtina etmiştir. Mümini, kafir ya da müşrikten ayran temel özellik O’nun birliğini kabul etmesi yani muvahhit olmasıdır.
Müminler yalnız Allah Teala’ya ibadet ederek ubudiyette, eşi ve benzeri olmadığını ikrar ederek de zatında O’nun tek olduğuna iman ederler. Rabb’ı, Rabb, insanı da insan olarak algılarlar.
Cenab-ı Hakkı’ın eşi ve benzerinin olmaması, yaratılmışlar gibi belli bir mekanda bulunmaması, yönlerle ifade edilmemesi gibi hassasiyetler zâtındaki vahdaniyetin esasını teşkil eder.
Ehl-i Kıblenin Kırılma Noktası: Sıfatlar
İslam’ın temelini oluşturan ibadetleri kabul etme noktasında birbirlerine yakın duran “ehl-i kıble”, Allah Teala’nın zatı ile alakalı meselelerde aynı yakın duruşu gösterememiştir.
İslam’ın erken asırlarında başlayan müteşabihat ve Allah Teala’nın sıfatları ile alakalı tartışmalar kısa zamanda mezhepleşerek kurumsal bir statü kazanmış ve günümüze kadar devam etmiştir.
Zaman zaman “tekfir” ifadelerinin de duyulduğu tartışma sürecinde genellikle taraflar birbirlerini dalalet ve bidat ehli olmakla itham etmişlerdir.
İbn Teymiyye’nin Mezhebi
Ehl-i Sünnet akidesini benimseyen kelam alimlerinin üstün gayretleri sonucu canlılığını yitiren kelami münakaşalar, İbn Teymiyye’nin Allah Teala’nın zatıyla alakalı serdettiği görüşlerin etkisiyle yeniden alevlenmiştir.
Kendisi gibi inanmayan/düşünmeyen fırka mensuplarını “ehl-i zeyğ” olarak isimlendiren İbn Teymiyye, Allah Teala’nın zatı ile alakalı meselelerde batini, sufi (İbn Arabi çevresi), mu’tezili, eşari kelamcıları ve filozofları sert ifadelerle tenkit etmiştir.
İbn Teymiyye’ye göre, tevhit akidesini Kur’an ve Sünnet’te var olduğu şekilde anlayanlar yalnız selef alimleridir. Bu yüzden imani meselelerde de onların görüşleri benimsenmelidir. “Selefin, Cenab-ı Hakk’a, Onun kendisini tavsif ettiği şekilde iman ettiğini” söyleyen İbn Teymiyye, isim ve sıfatlar noktasında şu ayetlerin selefi akidenin temelini oluşturduğunu ifade eder: “Allah kendisinden başka ilah olmayandır. Diridir, kayyumdur.”[1], “De ki: ‘O, Allah’tır, bir tektir. Allah Samet’tir (her şey O’na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir.). Ondan çocuk olmamıştır. Kendisi de doğmamıştır. Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.”[2]” [3]
Ayet ve hadislerin Allah Teala’nın zât ve sıfatları ile alakalı ayrıntılı bilgiler verdiklerini, ayrıca temsili/teşbihi de reddettiklerini söyleyen İbn Teymiyye, savunduğu akidenin Peygamberlerden tevarüs ettiğini belirtir.[4]
Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarını reddeden mu’tezile ile, Ona cismiyet isnat eden mücessime arasında orta yolu benimsediğini iddia eden İbn Teymiyye, mezhebini “münezzihe/tenzih eden” olarak isimlendirir. Seleften tevarüs ettiğini iddia ettiği “Münezzihe” meşrebinin çerçevesini çizerken de şunları söyler: “Selefin itikatta mezhebi, sıfatları reddetme ile Allah Teala’yı insanlara benzetme arasındaki orta yoldur. Onlar, Cenab-ı Hakk’ın zatını yaratılmışlara benzetmedikleri gibi, sıfatlarını da onların sıfatlarına benzetmemişlerdir.[5]
Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını inkar edenlerle, onları yaratılmışların sıfatlarına benzeten mücessime ve müşebbihe meşrebi müntesiplerini “Allah’ın ayetlerini tahrif etmekle” itham eden İbn Teymiyye, eserlerinde Cenab-ı Hakk’a mekan isnat ederek inkar ettiği tecsim akidesini savunmuştur.
Ehli Sünnet Alim'lerinin İbni Teymiyye Hakkında Görüşleri
İbni Teymiyye; Hanbeli fıkıh ve hadis âlimi iken mezhepsiz oldu. Ehl-i sünnete uymayan yazılarından dolayı Mısır’da iki defa hapsedildi. 1263 senesinde Harran’da doğup, 1328 de Şam’da kalede hapiste iken vefat etti.
Ehl-i sünnetten ayrılmıştır. Kitapları, kendilerine Selefiyyeci diyen mezhepsizlere kaynak olmaktadır. Mezhepsizler, onu övmekte, İslam müceddidlerinin piri demektedirler. İbni Teymiye’nin şaki ve dalalette olduğu Seyf-ül-Cebbarve farisi Tâlim-üs-sübyanda da yazılıdır.
Camiul-ezherdeki hanefi âlimlerinden Muhammed Bahitin (Tathir-ül-füadmin-denisil itikad) kitabı, (Et-tevessüli bin-Nebi ve bis-Salihin),(Şevahid-ül-hak), (Cevahir-ül-bihar), (Seyf-ül-Cebbar) ve (Tâlim-üs-sübyan) kitapları, İbni Teymiye’nin dalalete düştüğünü vesikalarla ispat etmektedir.
İbni Battuta, ibni Hacer-i Mekki, imam-ı Sübki,kendi oğlu Abdulvehhab, izzeddin bin Cema'a, Ebu Hayyan Zahiri, Zahid-ülKevseri, Yusuf-i Nebhani, imam-ı Şarani, Ahmed bin Seyyid Zeyni Dahlan,Şeyh-ül-İslam Mustafa Sabri Efendi gibi nice âlimler İbni Teymiye’ye reddiyeler yazmışlar, dalalet ve küfürlerini açıklamışlardır. Üstad Necip Fazıl da, (14.asrın irşad kutbu seyyid Abdülhakim Arvasi, “İbni Teymiye dini içinden zedeleyen mülhiddir” buyurdu) diyor.
Dal ve mudil olduğu, Savi tefsiri 107. sayfasında da yazılıdır.
İslam Alimleri buyuruyor ki:
-Allahü teâlânın, sapıtmasına ilmini sebep ettiği kimsedir. [İbni Hacer-i Mekki - Fetava-yı hadisiyye]
-İbni Teymiye öyle bir kimsedir ki, bozuk sözlerine ve çürük vesikalarına,büyük âlimler cevap vermişler ve düşüncelerinin çirkinliğini ortaya koymuşlardır. [Şam, Mısır ve Kudüs’de kadılık yapmış olan şafii fıkıh ve hadisâlimlerinden Muhammed] İzzibni Cemaa, onun için, Allahü teâlânın dalalete sürüklediği, azdırdığı ve zillet gömleği giydirdiği kimsedir. İslam âlimlerine ve bilhassa Hulefa-i raşidine karşı ahmakça itirazlarda bulunmuştur demiştir.
[İbni Hacer-i Mekki - El-cevher-ül-munzam]
-İbni Teymiye’nin sözlerinin kıymeti yoktur. O, dalalettedir ve Müslümanları dalalete sürüklemektedir. Müslümanların icmasından ayrılmış, bid’at yolunu tutmuştur. İslam âlimleri, onun dalalette [sapık] olduğunu, sözbirliği ilebildirdi. Kutbüd-Berdiri, Şerhi Muhtasarda, bunu uzun yazmaktadır.
[Tahir Muhammed Süleyman, Zahiretül-fıkhil-kübra]
-Kitab-ül Arş onun en çirkin kitaplarındandır. Ona Şeyh-ül-İslam diyenin kâfir olacağını söyleyen âlimler vardır.
[İmam-ı Sübki] (Nebras haşiyesinde bildiriliyor.)
-İbni Teymiye’ye uyanın malı ve canı helaldir.
[Miratül-cenan, Nebrashaşiyesi]
-İbni Teymiye, Kitab-ül Arş isimli eserinde, “Allah Arş'ın üzerinde oturur, kendisi ile beraber oturması için Resulullaha da yer bırakır” diyor.Essırat-ul-müstekim kitabında da, ibni Abbas gibi büyük sahabilere kâfir demiştir.
(Keşfüzzunun)
-El-ubudiyyet kitabında ise, Allahü teâlânın ismini zikretmenin bid’at vedalalet olduğunu bildirmekte ve tasavvuf âlimlerine çirkin iftiralar yapmaktadır.
-Abduh’un yetiştirdiklerinden olup, onun yolunda giden Abdürrazık paşa bilediyor ki:
Vehhabilik, bir bakımdan ibni Teymiye’ye bağlı olduğu gibi, son asrın müceddidi denilen Abduh’daki dinde reform fikirleri de, ibni Teymiye’ye bağlıdır.
-"Kaza namazı kılmak lazım değildir" derdi. Halbuki dört mezhepte de farzdır.
-Cehennem azabı sonsuz olmadığını söylerdi. Kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalacaklarına dair bir çok âyet-i kerime vardır.
(Bekara 81, Ahzab 65, Fussilet28, Zuhruf 74)
-"Ömer çok yanılmıştır" diyerek, imam-ı Ahmed’in bildirdiği (Allahü teâlâ, doğrusözü, Ömer’in dili üzerine koymuştur. hadis-i şerifine karşı gelmiştir. Eshab-ı kiramın çoğu, ictihad ile anlaşılacak işlerde yanılmış olsa da, onların yanılmaları, ictihadi mesele idi. İctihadda müctehidin yanıldığı bilinemez.Çünkü ictihad ictihad ile nakzedilmez. Bunun için, müctehid olan o büyükler tenkit edilemez. Dört mezhebin ictihadları farklı olduğu halde, benimki doğru diyerek biri ötekini tenkit etmemiştir.
-Sadreddin-i Konevi, İbni Arabi hazretleri gibi tasavvuf büyüklerine de saldırmıştır. “Gazali’nin kitapları uydurma hadis ile dolu” derdi. (Hadika)
-İmam-ı Şarani hazretleri buyuruyor ki:
İbni Teymiye, tasavvufu inkâr eder, evliyaya, ariflere dil uzatırdı.Kitaplarını okumaktan, yırtıcı hayvandan kaçar gibi kaçmalıdır.
[Tabakat-ül-kübra]
-İmam-ı Süyuti hazretleri buyuruyor ki:
İbni Teymiye kibirliydi. Kendini beğenirdi. Herkesten üstün görünmek,karşısındakini küçümsemek, büyüklerle alay etmek âdeti idi.
[Kam-ul Muarıd]
-Muhammed Ali Bey; Hitat-uş-Şam kitabında diyor ki:
İbni Teymiye’nin hedefi, Luther adındaki papazın hedefine benzer. Fakat, Hıristiyanlığın reformcusu muvaffak oldu. İslamınki olamadı.
-İbni Hacer-i Askalani hazretleri buyuruyor ki:
İbni Teymiye; “Kabri Nebeviyi ziyaret için sefere çıkmak haramdır. [Hz.] Ali iman ettiği zaman çocuk olduğu için Müslümanlığı sahih olmadı. [Hz.] Osman malıçok severdi” diyerek eshab-ı kiramın büyüklerine dil uzattı.
-Başta Peygamber efendimizin kabri şerifleri olmak üzere eshab-ı kiramın,velilerin, âlimlerin ve salih Müslümanların kabirlerinin ziyaret edilmesine karşı çıkmış, bunları şefaate vesile kılmayı da haram saymıştır.
[Fetava-i Hadisiyye]
İbni Teymiye’nin selefiye yolunu savunan bütün mezhepsizler, kendilerini birer müctehid zannettikleri için, mezhep hükümleri onlar için muteber değildir,Kitap ve Sünnetten anladıklarına tâbi olurlar. Kendilerine selefiyiz diyen bugünkü mezhepsizler, kraldan çok kralcı olup, İbni Teymiye mukallit halk için müevvel din ile [mezhep imamlarının hükümleriyle] amel etmeyi caiz görürken, onlar cahillerin de, mezhep hükümleriyle amel etmesini caiz görmezler, herkesi Kitap ve Sünnete el atmaya iterler.
İbni Teymiyye'nin Sapkın İnançları
İBNİ TEYMİYYE – SAPIKLARIN ATASI
Miladi 1943 senesinde vefat eden Seyyid Abdülhakim Efendi buyuruyor ki: “Dinde reform sapıklığını ortaya ilk çıkaran İbni Teymiyye oldu. Bu sapıklık sonradan, cahiller ve İslam düşmanları tarafından küfre kadar götürüldü.”
Yazıya başlamadan önce şöyle bir hatırlatma yapmak isteriz. İngiliz ajanı sayesinde Vehhabiliği kuran Muhammed b. Abdülvehhab’da İbni Teymiyye’nin ve talebesi İbnii Kayyım’ın kitaplarından etkilemiştir.
Bu gün dinde reformdan bahsedenlerin üstadı İbni Teymiyye’dir. Günümüzün reformdan bahseden ve durmadan yeni şeyler ortaya atan Porfesör ve hoca geçinenleri buna göre değerlendirmenizi tavsiye ediyoruz.
İbni Teymiyye’yi tanımak için fikirlerini ve o dönemdeki âlimlerin sözlerine kulak vereceğiz. Sizlerde bu bedbahtın ne derece tehlikeli olduğunun farkına varacaksınız.
İBNİ TEYMİYYE
Bu şahıs miladi 1263’de Harran’da doğdu ve 1328’de Şam’da ümmeti şerrinde korumak için hepsedildiği kalede hastalanarak öldü.
Ehlisünnet âlimlerini beğenmiyordu. Tasavvufu büsbütün inkar ediyordu. Muhyiddin-i Arabi, Sadreddin-i Konevi (Rahmetullahi aleyh) gibi İslamın göz bebeklerine kafir diyordu (haşa). Halbuki bir Müslümana kafir diyenin kendisinin kafir olacağını bilmeyecek akdar cahil değildi. Ne yazık ki, İslamiyeti kendi görüşüne, dar kafasına uydurmaya kalkışmış, aklı ermediği hakikatleri inkar ederek delalete düşmüştü.
İbni Teymiyyeciler Abdülvehhab Şa’rani’yi yalan ve iftira oklarına hedef yapmışlardır. Çünkü o “Tabakat-ül Kübra” adlı kitabın ön sözünde şöyle der:
“Veliyi ancak veliler tanır. Veli olmayanın ve velayetten haberi olmayanın, velayete inanması, onun inadcı ve cahil olduğunu gösterir. Şimdi İbni Teymiyye’nin tasavvufu inkar etmesi ve ariflere dil uzatması böyledir. Bunun gibi kimselerin kitabını okumamalı, yırtıcı hayvandan kaçar gibi onlardan sakınmalıdır”
MÜCTEHİDLERİ BEĞENMİYORDU
İbni Teymiyye, ilk müslümanların, Kur’an-ı Kerime ve hadis-i şeriflere uyduklarını, sonradan gelen mezheb imamlarının, kendi görüşlerini de işe karıştırdıklarını söylüyor. Ehlisünnete çatıyordu. Hâlbuki ehlisünnet âlimleri hiçbir zaman nakilden ayrılmamışlardır. Naklin olduğu hiçbir yerde kendi görüşlerine uymamışlardır. Hele İmam-ı Azam’ın kendi görüşünü nakilden aşağı tuttuğu İslam âlimlerinin söz birliği ile sabittir.
İbni Teymiyye bunu söylerken Kur’an-ı Kerimi hiçbir nakle dayanmadan kendi görüşüne tefsir ediyordu. Aynı bu gün “hadisi şerifleri inkâr” edip dini kendileri yorumlamak isteyenlerin olduğu gibi.
Ortalığa fitne atmak için elinden geleni yapıyordu. Ehli sünnet âlimlerinin Kur’an-ı kerimi ve hadisi şerifleri yanlış anladıklarını, Ashab-ı Kiramın bile çok yerde yanıldığını, Kur’an-ı Kerimin doğru manasını kendisinin anlamış olduğunu savunuyordu.
İslam âlimleri bu şarlatana kyıtsız kalmadılar ve görüşlerini kitaplarını inceleyerek reddiyeler yaptılar. Zatın son derece sapık olduğu anlaşıldı. Babasından miras kalan müderrislik kürsüsü elinden alındı. Fakat o yine rahat durmuyor, müşebbihe adı verilen bid’at fırkasının sözlerini ortaya çıkarıyor, Allah’u Teâlâ’ya madde ve cisim diyordu.
ALLAH BENİM GİBİ İNER! (Haşa)
Bu bozuk inancında o kadar ileri gitmişti ki, bir gün Şam Camii’nin minberinde “Cenab-ı Hak, gökten yere benim şimdi indiğim gibi iner” diyerek minberden aşağı indiğini, İbni Battuta haber veriyor. Dört mezhebin âlimleri İbni Teymiyye’nin bu sözüne reddiyeler yazarak, müslümanların itikatlarının bozulmasını önlediler.
Mısır Sultanı Nasır’ın yanında toplanmış olan âlimler ve devlet adamları, böyle bozuk sözleri yaydığı için, onu Kahire kalesi kuyusuna hapsettiler. Peygamberimiz hakkındaki sapık ifadeler sebebiyle de tekrar tekrar hapsedildi.
HANBELİYİM DEDİ, HANBELİ ALİM REDDİYE YAPTI
İbni Teymiyye Hanbeli mezhebinden olduğunu söylerdi. Hâlbuki 4 mezhepten olmak için öncelikle Ehlisünnet olmak icap eder.
Hanbelî âlimlerinden Mer’i, İbni Teymiyye ‘nin hal tercümesini yazmış “Kevakib” adlı kitabında onun mezhep imamlarını taklit etmediğini ve icma tanımayan yazılarını bildirmektedir.
Kıyas yaptıkları için ehlisünnet âlimlerine saldırdığı halde, çok yerde ve hele“mecmu’at ür-risale” kitabında, kendisi de pek çok kıyas yapmıştır.
“Ancak üç mescide ziyaret için gidilir” hadis-i şerifini “Ancak üç mescid ziyaret edilir”şekline çevirmiş, Resulüllah’ın kabrini ziyaret için bile gitmek günah olur demiştir. İbni Hacer-i Haytemi “Fetva-yı fıkhiyye” kitabında buna uzun uzun cevap vermiştir.
CEHENNEMİN SONSUZLUĞUNU İNKÂR EDERDİ
Ebül Hasen-i eş’ari hazretlerinin mezhebine ve bu derin âlimin, kaderi ve Allah’u Teâlâ’nın isimlerini açıklamasına ve azab yapılacağını bildiren ayetlere verdiği manalara çatmakta idi. Cehennem azabının kâfirlere de sonsuz olmayacağını söylerdi.
Hükümetlere verilen her çeşit vergi, zekât yerine geçer derdi.
Salahiyyede, el-Cebel Camiinde hazreti Ömer (Radıyallahu anh)ın çok hata yaptığını söylemiştir. Bir toplantıda hazreti Ali’nin üçyüz defa yanıldığını söylemiştir.
Münavi’nin “Künüz” kitabında ve İmam-ı Ahmedin sahihinde ve “Mir’at kainat”kitabında yazılı olan bir hadis-i şerifte: Allah’u Teala, doğru sözü Ömerin dili üzerine koymuştur” buyruldu. Resulüllah “Ömer yanılmaz” dediği halde İbni Teymiyye çok yanıldığını iddia ederek bu haids-i şeriflere de karşı gelmiştir.
İBNİ TEYMİYYE’NİN KÂFİR OLDUĞUNU SÖYLEYENLER BİLE VAR
İslam âlimlerinden bazısı, İbni Teymiyyenin Müslümanlıktan çıktığını, mürted olduğunu bildirmektedir. İbni Battuta, İbni hacer-i Mekki, Takıyüddin-i Subki ve oğlu Abdülvehhab, İzeddin bin Cem’a ve ebu Hayyan Zahiri Endülüsi gibi sözleri sened olan derin alimler, onu bid’at ehli, sapık saymışlardır.
ÖVÜYORDU ARAŞTIRINCA REDDİYE YAPTI
İmam-ı subki de, ibni Teymiyyenin ilmini, zekasını çok övüyordu. Burhaneddin bin Müflh “Tabakat”ta diyor ki: “İmam-ı Subki Zehebiye yazdığı mektupta İbni Teymiyye’yi çok övmüştü. Fakat, İmam-ı Subki de “Erreddü-li-İbni Teymiyye kitabında onun ehli sünnetten ayrıldığını, delalete düştüğünü yazmaktadırlar.
TALEBELERİ İBNİ KAYYIM VE ZEHEBİ
Fikirlerini aşıladığı birkaç kimse özellikle ibni kayyım ve Zehebi, onu aşırı övmektedirler. Mason Abduh da bu İbni Teymiyye’nin görüşleri ile zehirlenmiştir.
SAPIKLIĞI HERYERDE TESCİL EDİLDİ
Son asrın derin alimlerinden Yusuf nebhani (Şevahidül-hak) kitabında ve Şam alimlerinden Ebu Hamid bin Merzuk, iki cilt kitabında, Osmanlı alimlerinin büyüklerinden şeyhül İslam Mustafa Sabri Efendi “El-ilm ve akl” adlı kitabında İbni Teymiyye’nin sapıttığını vesikaları ile isbat etmişlerdir.
SAVUNANLAR NASIL SAVUNUYOR?
Bu reformisti savunanlar şöyle diyor: “Tasavvufcular aleyhindeki yazıları, onları darılttı. Talak hakkındaki fetvaları, fıkıh âlimlerini düşman etti. Sıfat-ı İlahiye hakkındaki fetvaları da kelam âlimlerini gücendirdi. Bu yüzden kelam, fıkıh ve tasavvuf âlimleri buna karşı birleşerek cezalandırdı” diyerek kısaca savunuyorlar.
Din âlimlerinin bir iki kelime için bir müslümana düşmanlık yapacağına, ona zulm edeceklerine, tuzağa düşereceklerine milleti inandıracaklarını sanıyorlar. Onu mazlum, İslam âlimlerini ise zalim yapıyorlar. Onun Ehlisünnete savaş açan bir sapık olduğunu gizliyorlar.
İBNİ TEYMİYYE HAKKINDA SÖYLENENLER
İbni Hacer-i Askalani “Dürer-ül kamine” kitabında, Zehebiden alarak diyor ki: “İbni Teymiyye ilim üzerine konuşurken hiddetlenir, karşısındakini mağlup etmeye çalışırdır.”
İmam-ı Suyuti “Kam’ul mu’arıd” kitabında buyuruyor ki: “İbni Teymiyye, hibirli idi. Kendini beğenirdi. Herkesten üstün görünmek, karşısındakini küçümsemek, büyüklerle alay etmek âdeti idi”.
Şam alimlerinden Muhammed Ali Beğ, “hıttatüş-Şam” kitabında “İbni Teymiyyenin hedefi, Luther adındaki papazın hedeflerine benzer, fakat Hıristiyanlığın Müceddidi muvaffak oldu, İslam Müceddidi olamadı” diyerek onun planlarını alay ederek deşifre etmiştir.
Pakistan’ın büyük alimlerinden Sailküt şehrinin imam ve hatibi, Mevlana Muhammed Ziyaullah’ın “Vehhabiliğin Hakikati” kitabı urdu dilinde olup, 1969’da basılmıştır. 93. Sahifesinde diyor ki: Hindistan büyük alimi, dünyanın tanıdığı yüzlerce kıymetli kitabın yazarı Mevlevi Abdülhay Lüknevi “Gaysül Gamam” kitabında “Sonra gelen Şevkaninin de, önce gelen ibni Teymiyyet-el harrani gibi ilmi çok aklı az idi. Tıpkı onun gibi idi. Hatta onan daha şağı idi.” Demektedir.
SADREDDİN KONEVİ HAKKINDA BAKIN NE DİYOR
Bu gün Konya’da kabri bulunan ve Müslümanların uğrayıp Fatiha okumadan geçmediği Konevi hazretleri hakkında ibni Teymiyye diyor ki: “Muhyiddin-i Arabinin arkadaşı olan Sadreddin, akliyat ile kelam ilimlerinde, üstadından daha ileride olmakla beraber, ondan daha kafirdir, daha az bilgili, daha az imanlıdır. Bunların mezhepleri kafirlik olduğu için, daha hünerli olanları, daha çok kafir oluyor”
Yavuz Sultan Selim han devri alimlerinden Muhammed Şeyh-i mekki hazretleri bile Süleymaniye Kütüphanesi kısmında bulunan “El-canib-ül-garbi” kitabında, Muhyiddin-i Arabi Hazretlerine yapılan saldırıları cevaplandırdıktan sonra İbni Teymiyye’nin “Cennet ve cehennemin sonsuluğunu inkarına” reddiye yapmıştır.
ÇOK TEHLİKELİ VE SAPIK
Maalesef bu sapığın fikirlerini savunanlar, onu halen daha “müceddit” sayanlar vs. var. Bu kişilere çok dikkat ediniz. Nerede görev yapıyorsa yapsın ve kiminle olurlarsa olsunlar böyle sapıklara medhiye düzenlerin, onlardan alıntılar yapanların ilmi seviyeniz yok ise makale, video ve konuşmalarından uzak durunuz. İlmi çalışmalarına itibar etmeyiniz.
Sonra bir kıvılcım sıçrayıverir de bütün itikadınızı, ibadet ve inanç sisteminizi zayi ederler.
www.ihvanlar.net
İbn Teymiyyecilik Mezhebi
Mehmed Şevket Eygi
24 Kasım 2008 Pazartesi 00:22
Share on facebookShare on twitterShare on emailShare on printMore Sharing Services0
ESKİDEN Osmanlı devleti zamanında medreseler vardı sarıklı ulema yetiştiriliyordu. Okullarda çok ciddî din dersleri vardı. Hele, o devirde i'dadî ve sultanî denilen liselerde kuvvetli ve sağlam din kültürü veriliyordu. Din konusunda şazz (kural dışı) marjinal, aşırı, aykırı görüşler öğretilmiyordu. Devlet, Ehl-i Sünnet mezhebini ve yolunu benimsemişti.
Osmanlı'nın son zamanlarında Galatasaray Lisesi'nde, Nimet-i İslâm kitabının müellifi meşhur Hacı Mehmed Zihni efendi hazretlerinin sarığıyla cübbesiyle ders okuttuğunu söylemem yeterlidir sanırım.
Sonra medreseler kapatıldı. Onların yerine açılan İlahiyat fakültesi ve İmam-Hatip mektebi de kapatıldı. Çocuklara, gençlere din eğitimi verilmedi. CHP oligarşisinin yıkılmasından ve iktidara Demokrat Parti'nin geçmesinden sonra din eğitimi başladı ama meydana gelen büyük boşluk bir türlü doldurulamadı. Din eğitimi, din kültürü konusunda korkunç bir cahillik, yarı cahillik ve mürekkep cahillik oluştu.
Dinsizler, kötü niyetliler, Ergenekoncular, Dönmeler, gizli ifsad komitaları ciddî dinî konuları ayağa düşürdüler. Ramazanlarda birtakım gazetelerde, TV'lerde yapılan soytarılıkları hepimiz biliyoruz. Din bir magazin konusu olarak ele alındı. Birtakım adamlara astronomik ücretler verilerek tv ekranlarında dinî şovlar ve hokkabazlıklar yaptırıldı. Diyanet başkanı bunlara dayanamayıp ağır tenkitler ve uyarılar yaptı ama nafile...
Senenin 11 ayında dinsizlik, küfür, fuhşiyat, fısk ve fücur sergileyen bazı gazeteler Ramazan sayfaları hazırladılar, yalan yanlış bilgiler, fetvalar, akıl almaz derecede saçma yorumlar yayınladılar.
Bendeniz yakın zamanda Diyanet'e dinayet, tefsire tesvir diyecek kadar cahil Müslümanlar görmüşümdür.
Otuz kırk yıldan beri de dinimizi bozmak, yeni bir İslâm türetmeye gayretleri hız kazanmıştır.
Bir Ortadoğu devletinden gelen petro-dolarla Türkiye'de hakim ve geçerli olan Ehl-i Sünnet İslâmlığının rengi ve meşrebi değiştirilmek; İbn Teymiyyeci, Selefî, Vehhabî bir meşreb bilhassa genç nesillere aşılanmak istendi.
Orta yolda olan değerli Ehl-i Sünnet alimlerine değer ve yüz vermeyen, onları tercih etmeyen birtakım çevreler ve yayıncılar Arap dünyasındaki, Hint yarımadasındaki aktivist, aykırı fikirli, İslâm'ı bir ihtilal hareketi gibi algılayan aşırı fikirlilerin kafa karıştıran kitaplarını tercüme ettirip yayınladılar ve zihinlerin bulanmasına sebep oldular.
İmamı Gazalî, İmamı Süyutî, İmamı Rabbanî, Tâcüddin Subkî ve benzeri binlerce imama ve büyük alime iltifat edilmedi; İbn Teymiyye, Müslümanlara tek imam (din önderi) ve ışık tutucu olarak kabul ettirilmek istendi.
Sohbetlerini dinlediğim Sünnî din büyükleri, İbn Teymiyye'yi "ilmi kadar aklı olamayan" bir alim olarak tanıtıyorlardı. Onun talebesi İbn Kayyım el-Cevzî için de böyle söyleniyordu.
Ehl-i Sünnet büyükleri, İbn Teymiyye'yi gulüvve sapmış bir kimse olarak göstermiştir.
Sanırım 1970'lerde bir Ortadoğu ülkesinden, İbn Teymiyye'nin eserlerinin Türkçe'ye çevrilmesi ve yayınlanması için büyük miktarda para gönderilmişti. Birkaç cilt çevrildi ve kesintiye uğradı. Bu işin içyüzü çok karışıktır. Burada yazmam mümkün değildir.
Eskiden yok iken, ülkemizde Teymiyyeciler diye bir grup türedi. Bildiklerinden ve anladıklarından değil, bir moda gibi, bazıları da "teşvikler" dolayısıyla İbn Teymiyye'nin aşırı ve fanatik taraftarı kesildi.
Büyük Ehl-i Sünnet alimleri İbn Teymiyye'yi tenkit etmişlerdir. Cehennemin ebediliğini inkar ettiği iddia edilmektedir. Üç talak konusundaki aykırı fikirleri itirazlara yol açmıştır. İbn Teymiyye'nin en bariz (göze çarpan) tarafı aşırı, sert, kırıcı, tekfir edici, şirkle suçlayıcı olmasıdır. Şeyhülekber Muhyiddin Arabî için "O Şeyh-i Ekber değil, Şeyhi Ekferdir" (en kafir şeyhtir) demiştir.
İbn Battuta, meşhur Seyahatnamesinde, Şam'da bulunduğu sırada Emeviye Camii'nde minberde bir hatibin, "İşte ben şimdi nasıl bu minberin basamaklarından iniyorsam, Allahü teâlâ hazretleri de bunun gibi Arş üzerine istiva etmiştir" mealinde bir söz ettiğini yazar. Bu zat İbn Teymiyye'dir.
İbn Teymiyye'de, Ehl-i Sünnet alimleri tecsim, Allah'ı bir cisim gibi göstermek bozuk akidesi olduğunu iddia ederler.
Bilindiği gibi Arabistan'daki Vehhabiler, imam olarak İbn Teymiyye'yi kabul ederler.
Sağlam bir din kültürüne sahip olmayan Müslümanlar İbn Teymiyye'nin kitaplarını okuyarak aydınlanmazlar, aksine şaşırır ve yanlış inanç ve düşüncelere kapılırlar.
İbn Teymiyye'nin büyük aşırılıklarından biri de tevessül ve istigase konusundadır.
Tek cümle ile özetlemek gerekirse: İbn Teymiyye'nin aşırılıkları ve yanlışlıkları göz önüne alınarak; onun kitaplarını, dinî bilgileri ve kültürleri yetersiz olan avama okutulmamalıdır.
Bendeniz, Müslüman bir yayıncı olarak, milyonlarca dolar verseler büyük destek sağlasalar bile bu zatın kitaplarını tercüme ettirip yayınlamam. Çünkü böyle bir şeyin büyük vebali vardır. Bunları okuyan birisi sapıtırsa bunun hesabını veremem.
İbn Teymiyye'yi, onun yolundan gidenleri en etraflı şekilde tenkit eden kitap Arapça yazılmış olan "Beraatü'l-Eş'ariyyîn min Akaidi'l-Muhalifîn" adlı kitaptır. Bendeniz bu değerli ve uyarıcı eseri Türkçe'ye tercüme ettirdim ve EHL-İ SÜNNET'İN MÜDAFAASIadı altında yayınladım. (Mütercimi eski müftülerden merhum Hasip Seven hocadır. Büyük boy, 656 sayfa.)
İbn Teymiyye'yi ve Türkiye'deki bugünkü çömezlerini tenkit eden ve Müslümanları uyaran diğer değerli bir eser de, büyük din alimlerinden Sahih-i Müslim şârihi, büyük mücâhid (Bulgaristan'da ve Türkiye'de zindanlarda yatmıştır) merhum Üstad Ahmed Davudoğlu hocaefendidir. Kitabın ismi: DİNİ TÂMİR DÂVASINDA DİN TAHRİPÇİLERİ'dir.
.
XXXXXXXXXXXX
İBN TEYMIYYE’NIN ITIKADI GÖRÜŞLERI
İhsan ŞENOCAK
İslam düşünce tarihinde leh ve aleyhinde en fazla konuşulan isimlerin başında Takiyyuddin İbn Teymiyye (v. 728/1328) gelmektedir. 661/1263 yılında Harran’da doğan İbn Teymiyye, Hanbeli mezhebinin güçlü alimlerini içerisinde barındıran bir aileye mensuptur. Dedesi Mecdüddin İbn Teymiyye pek çok alanda eser veren bir alimdir. Babası Abdulhalim’de, Harran yöresinde etkin olan bir Hanbeli fakihidir.
Moğolların Bağdat’ı işgal etmeleri ve Bağdat merkezli saldırılarını Harran’a kadar genişletmeleri üzerine İbn Teymiyye ailesi 667/1269 yılında Dımaşk’a göç eder. Babası başta olmak üzere bir çok hocadan ders okuyan İbn Teymiyye, 683’te Sükkeriyye Darulhadisine hoca olarak atanır. Bir yıl sonra da Emeviyye Camii’nde tefsir dersleri vermeye başlar.
Kısa zamanda şöhreti Dımaşk başta olmak üzere mücavir şehirlere de yayılan İbn Teymiyye VIII/XIV. yüzyılın başlarından itibaren kendisini ilmi ve fikri tartışmaların içerisinde bulur. Ehl-i Sünnet’in itikadi mezheplerine özellikle de Eş’ariliğe sert tenkitler yöneltir. Sıfatlar ve müteşabihat meselesinde selef-i salihinin usulünü benimsediğini iddia ederek ayet ve hadisleri zahiri anlamlarında anlar. Verdiği fetvalarla da bir çok konuda mezhepler arası icmaya muhalefet eder.
Mevcut İslami disiplinlerin hemen tamamına itirazları olan İbn Teymiyye en sert eleştirilerini tasavvufa yöneltir. İbn Arabi’yi ve onun görüşlerini benimseyen mutasavvıfları açıkça tekfir eder.
Çeşitli devlet adamları ve kadıların katıldığı meclislerde çok defa muhakeme edilen İbn Teymiyye Kahire’de dört kâdi’l-kudât’ın katıldığı bir mahkemede Allah Teala’yı insan suretinde algılama cürmünden dolayı Kahire kalesine hapsedilir. Ehl-i Sünnet akidesine muhalif görüşlerinden ve icmaya aykırı fetvalarından dolayı farklı zamanlarda defaatle yargılanıp hapisle cezalandırılır.
İbn Battuta, İbn Hacer el-Heytemi, Takiyyuddin es-Sübki, Tacüddin es-Sübki, Kemaleddin İbnü’z-Zemlekâni, Şihabuddin İbn Cehbel ve Ebu Hayyan gibi muasırı olan alimler tarafından görüşleri tenkit edilen İbn Teymiyye, hakkında yazılan reddiyelerin de etkisiyle –zamanla- ilk yıllardaki itibarını kaybeder. Osmanlı’nın son dönemlerinde Hicaz’da ortaya çıkan Muhammed b. Abdulvahhab’ın başlattığı hareket, İbn Teymiyye’nin fikirlerinin yeniden canlanmasına zemin hazırlar. İbn Abdulvahhab’a nisbetle Vehhabilik olarak tanınan ve zamanla siyasi bir boyut kazanan hareket Suudi Arabistan Krallığı’nın kurulmasında da etkili olur.
Kendisini selefiyye olarak tanımlayan “vehhabilik” hareketi zamanla Suudi Arabistan başta olmak üzere İslam coğrafyasının önemli bir bölümünde nüfuz elde eder.
Selefilere/vahhabilere göre içtihatlarıyla İslami ilimlerin gelişmesine katkıda bulunan bir müçtehit olan İbn Teymiyye, İmam Subki başta olmak üzere Ehl-i Sünnet hassasiyetine sahip bir çok alime göre ise asırlar sonra teşbih ve tecsim akidesini canlandıran bir Haşevi’dir.
İslam düşünce tarihinde derin izler bırakan, günümüz İslami anlayışları üzerinde de belirgin etkinliği olan İbn Teymiyye’nin itikadi görüşleri sürekli tartışılır olmuştur. İslami anlayış ve yaşayışlarını onun belirlediği esas ve verdiği fetvalar üzerine bina edenler, Ona dayanarak Maturidi ve Eşari mezhebine müntesib Müslümanları “ehl-i zeyğ” olarak nitelemekten çekinmemişlerdir. Bu durum, İbn Teymiyye’nin itikadi görüşlerini ve tevhit anlayışını tahlil etmeyi gerekli kılmıştır.
İslam’da Tevhit Tasavvuru
Bölünmeyi kabul etmeyen varlıklara “tek” denir. Allah Teala da zât, sıfat ve fiillerinde “tek”tir. İslam dini, O’nun bir olduğunu kabul etme esası üzerine ibtina etmiştir. Mümini, kafir ya da müşrikten ayran temel özellik O’nun birliğini kabul etmesi yani muvahhit olmasıdır.
Müminler yalnız Allah Teala’ya ibadet ederek ubudiyette, eşi ve benzeri olmadığını ikrar ederek de zatında O’nun tek olduğuna iman ederler. Rabb’ı, Rabb, insanı da insan olarak algılarlar.
Cenab-ı Hakkı’ın eşi ve benzerinin olmaması, yaratılmışlar gibi belli bir mekanda bulunmaması, yönlerle ifade edilmemesi gibi hassasiyetler zâtındaki vahdaniyetin esasını teşkil eder.
Ehl-i Kıblenin Kırılma Noktası: Sıfatlar
İslam’ın temelini oluşturan ibadetleri kabul etme noktasında birbirlerine yakın duran “ehl-i kıble”, Allah Teala’nın zatı ile alakalı meselelerde aynı yakın duruşu gösterememiştir.
İslam’ın erken asırlarında başlayan müteşabihat ve Allah Teala’nın sıfatları ile alakalı tartışmalar kısa zamanda mezhepleşerek kurumsal bir statü kazanmış ve günümüze kadar devam etmiştir.
Zaman zaman “tekfir” ifadelerinin de duyulduğu tartışma sürecinde genellikle taraflar birbirlerini dalalet ve bidat ehli olmakla itham etmişlerdir.
İbn Teymiyye’nin Mezhebi
Ehl-i Sünnet akidesini benimseyen kelam alimlerinin üstün gayretleri sonucu canlılığını yitiren kelami münakaşalar, İbn Teymiyye’nin Allah Teala’nın zatıyla alakalı serdettiği görüşlerin etkisiyle yeniden alevlenmiştir.
Kendisi gibi inanmayan/düşünmeyen fırka mensuplarını “ehl-i zeyğ” olarak isimlendiren İbn Teymiyye, Allah Teala’nın zatı ile alakalı meselelerde batini, sufi (İbn Arabi çevresi), mu’tezili, eşari kelamcıları ve filozofları sert ifadelerle tenkit etmiştir.
İbn Teymiyye’ye göre, tevhit akidesini Kur’an ve Sünnet’te var olduğu şekilde anlayanlar yalnız selef alimleridir. Bu yüzden imani meselelerde de onların görüşleri benimsenmelidir. “Selefin, Cenab-ı Hakk’a, Onun kendisini tavsif ettiği şekilde iman ettiğini” söyleyen İbn Teymiyye, isim ve sıfatlar noktasında şu ayetlerin selefi akidenin temelini oluşturduğunu ifade eder: “Allah kendisinden başka ilah olmayandır. Diridir, kayyumdur.”[1], “De ki: ‘O, Allah’tır, bir tektir. Allah Samet’tir (her şey O’na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir.). Ondan çocuk olmamıştır. Kendisi de doğmamıştır. Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.”[2]” [3]
Ayet ve hadislerin Allah Teala’nın zât ve sıfatları ile alakalı ayrıntılı bilgiler verdiklerini, ayrıca temsili/teşbihi de reddettiklerini söyleyen İbn Teymiyye, savunduğu akidenin Peygamberlerden tevarüs ettiğini belirtir.[4]
Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarını reddeden mu’tezile ile, Ona cismiyet isnat eden mücessime arasında orta yolu benimsediğini iddia eden İbn Teymiyye, mezhebini “münezzihe/tenzih eden” olarak isimlendirir. Seleften tevarüs ettiğini iddia ettiği “Münezzihe” meşrebinin çerçevesini çizerken de şunları söyler: “Selefin itikatta mezhebi, sıfatları reddetme ile Allah Teala’yı insanlara benzetme arasındaki orta yoldur. Onlar, Cenab-ı Hakk’ın zatını yaratılmışlara benzetmedikleri gibi, sıfatlarını da onların sıfatlarına benzetmemişlerdir.[5]
Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını inkar edenlerle, onları yaratılmışların sıfatlarına benzeten mücessime ve müşebbihe meşrebi müntesiplerini “Allah’ın ayetlerini tahrif etmekle” itham eden İbn Teymiyye, eserlerinde Cenab-ı Hakk’a mekan isnat ederek inkar ettiği tecsim akidesini savunmuştur.
İbn Teymiyye’nin Uç Görüşleri
Eserlerinde açık bir şekilde müşebbihenin etkisi hissedilen İbn Teymiyye’ye göre Allah’ın kitabı, Resulü’nün sünneti, sahabe, tabiun ve müçtehit imamların eserleri direkt ya da dolaylı olarak Cenab-ı Hakk’ın her şeyin üstünde olduğunu anlatmaktadır. Şu ayetler O’nun (celle celaluhu) mekansal olarak arş ve semanın üzerinde olduğunu göstermektedirler: “Güzel sözler ancak O’na yükselir.”[6], “Ey İsa! Şüphesiz seni kabz edecek ve kendime yükselteceğim.”[7], “Göktekinin sizi yere geçirivermeyeceğinden emin mi oldunuz?”[8], “Fakat Allah Onu (İsa’yı) kendisine yükseltmiştir.”[9], “Rahman, Arş’a istiva etmiştir.”[10]
İbn Teymiyye, “Rabbimiz, gecenin üçte biri kaldığında (keyfiyeti bize meçhul bir halde) her gece dünya semasına inerek buyurur ki ‘Bana kim dua eder ki, duasına icabet edeyim. Kim bir şey ister ki, ona dilediğini vereyim. Kim de affını talep eder ki, onu mağfiret edeyim.”[11] mealindeki hadisin de açık bir şekilde Cenab-ı Hakk’ın semada bulunduğunu ifade ettiğini söyler.[12]
Selefi salihinden hiç kimsenin Allah Teala’nın semada olduğuna itiraz etmediğini, ne Kur’an-ı Kerim, ne Sünnet, ne sahabe, ne tabiun ve ne de sonraki dönemlerde yaşayan müçtehit imamların bu gerçeğe aykırı direkt ya da dolaylı tek bir ifadelerinin olmadığını söyleyen İbn Teymiyye, onların Allah Teala’nın (mekansal olarak) semada, arşta ve her yerde olduğunu kabul ettiklerini iddia eder.[13]
Selefin Allah Teala’yı Kur’an ve Sünnet’in ifade ettiği şekilde vasıflandırdığını, bu noktada bir değişiklik ya da inkar içerisinde olmadıklarını, sıfatların keyfiyetini açıklama ya da onları insanların sıfatlarına benzetme yoluna da sapmadıklarını söyleyen İbn Teymiyye (te’vil yoluyla) sıfatların bir kısmını inkar edenlerin Allah Teala’yı hakkıyla bilemediklerini dolayısıyla da şu ayetin muhatabı olduklarını iddia eder[14]: “Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler.”[15]
Allah Teala’nın yüzü, eli ve gözü olduğunu iddia eden İbn Teymiyye[16] bu anlayışı, O’nun insana benzetilmesi (teşbih) şeklinde telakki eden Ehl-i Sünnet kelamcılarını Cenab-ı Hakk’ın ezeli sıfatlarını reddeden “muattıla” ile aynı görüşü benimsemekle itham eder.[17]
Allah Teala’yı yaratılmışlara benzetmekten tenzih edebilmek için müteşabih ayetleri te’vil eden kelamcıları Yahudilerden daha tehlikeli gören İbn Teymiyye[18] savunduğu fikirlerin sahabe, tabiun, hadis hafızları ve Ahmed b. Hanbel’e ait olduğunu söyler.[19]
Müşebbihe ve mücessimeyi “ehl-i zeyğ” olmakla itham eden İbn Teymiyye, Allah Teala’nın semada arş üzerinde oturduğunu söyleyerek Ehl-i Sünnet kelamcılarından ayrılır ve tenkit ettiği mücessime ile aynı akideyi paylaşır.
İbn Teymiyye’nin Allah Teala’ya isnat ettiği el ve yüz gibi uzuvların keyfiyetlerinin insanlar tarafından bilinmediklerini söylemesi, kendisini teşbihten kurtarmaz. Zira müşebbihe ekolüne müntesip olanlar da Cenab-ı Hakk’a isnat ettikleri uzuvların keyfiyetlerini bilmediklerini söylemektedirler.
Müteşabih ayetleri zahiri anlamlarında tefsir eden İbn Teymiyye’nin benimsediği tefsir usulünün seleften tevarüs ettiğini söylemesi de iddiadan öte bir anlam ifade etmemektedir. Zira Malik b. Enes, Mukatil b. Süleyman, Davud b. Ali el-Isfehani ve Ahmed b. Hanbel’in de aralarında yer aldığı selef alimleri Allah Teala’nın yaratılmışlardan hiçbir şeye benzemediğini söylemektedirler. Aşağıdaki açıklama İbn Teymiyye’nin görüşlerine ittiba ettiğini söylediği selef alimlerinin teşbih noktasında ne derece tavizsiz olduklarını göstermektedir: “Bir kişi ‘Ey İblis! Ellerimle (kudretimle) yarattığıma saygı ile eğilmekten seni ne alıkoyuyordu?”[20] ayetini okurken elini hareket ettirse ve bu hareketiyle Allah Teala’nın elinin olduğunu ima etse, o adamın elini kesmek gerekir.”[21]
Selef, Allah Teala’nın kudretine işaret eden “el” kelimesinin okunduğu sırada karinin parmaklarını oynatmasını dahi doğru kabul etmezken, Cenab-ı Hak’a el, ayak gibi uzuvlar isnat eden İbn Teymiyye’nin Onlarla aynı esasları kabul ettiğini söylemesi güvenilirliğini yaralamaktadır.
Müfessirler ve İbn Teymiyye
Müteşabihat ve sıfatlarla alakalı görüşünün selefe ait olduğunda ısrar eden İbn Teymiyye, okuduğu yüzden fazla tefsirin hiçbirisinde sahabenin sıfatlarla ilgili ayet ve hadisleri zahiri anlamlarının dışında bir mana ile te’vil ettiklerini görmediğini söyler.[22]
İbn Teymiyye’nin bu beyanı selefe ait tefsirler içerisinde en güvenilir olduğunu söylediği Taberi’nin nakilleri ile çelişmektedir.[23] Nitekim Taberi, -İbn Teymiyye’nin sıfatlarla alakalı ayetlerin en önemlisi olarak gördüğü- “ayetü’l-kürsi”deki “O’nun -celle celalühü- kürsüsü (ilmi) bütün yerleri ve gökleri kaplayıp kuşatmıştır.”[24] kısmını tefsir ederken İbn Abbas’a -radiyallahu anhuma- isnat ettiği bir rivayette kürsü kelimesinin “ilim” olarak te’vil edildiğini nakletmektedir.[25] Halbuki İbn Teymiyye “kürsü” kelimesini –haşa- Allah Teala’nın üzerinde oturduğu bir mekan olarak anlamaktadır.
“Tercümanü’l-Kur’an” diye şöhret bulan İbn Abbas’ın müteşabihattan olan “kürsü” kelimesini, “ilim” olarak te’vil etmesi, İbn Teymiyye’nin ilk dönem müfessirleri ile alakalı genellemesinin gerçeğe aykırı olduğunu göstermektedir.
Firavun Örneği
Allah Tela’nın “yüce/el-Aliyy”[26] olmasını mekansal olarak semada bulunmak şeklinde anlayan İbn Teymiyye, Kur’an-ı Kerim’de zikredilen Firavun’a ait şu sözü iddiasına delil olarak kullanır: “Firavun dedi ki: ‘Ey Haman! Bana yüksek bir kule yap, belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Musa’nın ilahını görürüm(!) Çünkü ben, Onun yalancı olduğuna inanıyorum.’ Böylece Firavun’a yaptığı iş kötü gösterildi ve doğru yoldan saptırıldı.”[27]
İbn Teymiyye’nin ayetten Firavun’un Allah Teala’nın –haşa- göklerde olduğunu Musa –aleyhisselam-dan öğrendiği sonucunu çıkarması gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Çünkü ne ayet ne de hadislerde buna işaret eden bir kanıt vardır. Muhal farz, Musa -aleyhisselam- böyle bir şey söylemiş olsa dahi Onu yalancı olarak gören[28] Firavun’un, Hz. Musa’nın sözüne itimat etmesi düşünülemez. Ayrıca Firavun Musa –aleyhisselam-ın sözüne göre amel etseydi öncelikli olarak Allah Teala’ya iman etmiş olurdu.
Nüzul Hadisi
Allah Teala’nın semada karar kıldığını savunan İbn Teymiyye’nin delil olarak kullandığı “nüzul hadisi” hakkında Buhari Şarihi Ayni şunları söylemektedir: “Bu hadis ile alakalı dört farklı kanaat oluşmuştur. Bir grup, bu hadise dayanarak Allah Teala’ya yön isnat etmiş, Mu’tezile bu bapta rivayet edilen hadisleri inkar etmiş, başka bir grup tahrif sayılabilecek ölçüde te’villerde bulunmuş, meşhur dört mezhep imamının da aralarında yer aldığı cumhur ise hadisi kabul etmekle beraber şerh ederken Cenab-ı Hakk’ı kullara benzemekten tenzih etmiştir.
Ehl-i Sünnet kelamcıları Allah Teala’yı, “yüksek bir yerden daha alçak bir yere intikal etmek”[29] anlamına gelen “nüzul” kelimesinin zahiri anlamıyla ilişkilendirmekten sakınmışlardır. Zira hareket, durmak ve intikal gibi fiiller bir yerden ayrılıp başka bir yerde bulunmak anlamına gelir.[30] İnsanlarda görülen ve bir yerde olunduğu bir anda başka bir yerde olamamayı gerektiren bu durumların Cenab-ı Hakk’a isnat edilmesi Kur’an ve Sünnet’e aykırıdır. Zira ayetler Onun insanlara benzemesini açıkça nefyetmiştir: “Onun benzeri hiçbir şey yoktur.”[31], “Allah Samed’dir.(Her şey Ona muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir.)”[32] Buna göre “nüzul” kelimesine zahir anlamı verildiğinde hadis, Kur’an-ı Kerim’le çelişecektir. Sahih bir hadis için böyle bir durum söz konusu olmayacağına göre “nüzul” kelimesi mecaz anlam çerçevesinde anlaşılmalıdır.
Şarih Ayni, “nüzul” kelimesinin zahir ve mecaz olarak 5 farklı anlamının olduğunu, Kur’an-ı Kerim ve Arap dilinde hepsinin de kullanıldığını ancak hadis bağlamında düşünüldüğünde en uygun anlamın “Allah Teala’nın rahmetini kullarına yöneltmesi”[33] şeklinde olacağını söylemektedir.[34]
Ayrıca hadisin zahir anlamda anlaşılması coğrafi gerçeklerle de çelişmektedir. Çünkü bir bölgede zaman, gecenin son üçte birine ulaştığında başka bir yerde gündüz vaktidir. Bütün yeryüzü için düşünüldüğünde “gecenin son üçte birleri” 24 saati kaplamaktadır. Bu durumda, “istiva” ve “semada bulunma” kelimelerini zahir anlamlarında kabul eden İbn Teymiyye’nin, Allah Teala’ya hangi zamanı tahsis ettiği problemi ortaya çıkmaktadır. Ayet ve hadislerde bir tahsis söz konusu olmadığına göre, bunu yapacak kişi İbn Teymiyye olacaktır. Sınırlı kudrete sahip olan insanın, Allah Teala’yı belli bir zamanla sınırlaması, sınırsız gücün üzerinde tasarruf iddia etmesi anlamına gelecektir. Bu ise, tevhit akidesi açısından bakıldığında tehlikeli bir durumdur.
Mecaz ve Hakikat Telakkisi
İbn Teymiyye, müteşabihatı mecazi anlamlarıyla tefsir eden Ehl-i Sünnet kelamcılarını sert bir üslupla tenkit etmesine rağmen, Kur’an-ı Kerim ve hadislerde adı geçen cennet nimetlerinin tamamını “mecazi” kabul eder.
“Sadece ben yaparsam olur.” anlayışının hakim olduğu bu yaklaşımı daha yakın bir planda anlayabilmek için İbn Teymiyye’nin “mecaz” ile alakalı ifadelerine göz gezdirmek gerekir: “İbn Abbas radiyallahu anhuma ‘Cennette olan nimetlerin dünyada sadece adlarının olduğunu’ söylemektedir. Allah Teala cennette şarap, süt, su, ipek, altın, gümüş ve diğer nimetlerin olacağını haber vermektedir. Bunların, dünyadaki karşılıkları ile bir takım benzerlikleri olmakla beraber büyük farklılıkları da vardır.” Nitekim cennette kendilerine nimet verilenler “Bu tıpkı daha önce dünyada iken bize verilen rızık gibidir” dediklerinde “Bu rızık onlara dünyadakine benzer olarak verilmiştir.”[35] denilecektir. Cennet nimetleri dünyadakilere benzeseler de onların aynıları değillerdir. Tıpkı belli açılardan bazı unsurlar birbirlerini çağrıştırdıkları gibi bazı nimetlerin isimleri de birbirlerine benzemektedirler.”[36]
Sonraki dönem alimleri tarafından kaleme alınan tefsirlere bakıldığında Cenab-ı Hakk’ın zat ve sıfatlarından bahseden ayetlerin mecazi anlamları çerçevesinde anlaşıldıkları görülmektedir. Buna göre “istiva” kelimesine kurulmak, galebe çalmak, güç sahibi olmak, “vech”e zat, “el”e güç, kuvvet, “gelmeye” Allah Teala’nın emrinin gelmesi, “semada/üstte olmaya” derece ve mekan itibariyle yüksekte bulunmak gibi anlamlar verilmiştir.
Mecaz, Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasında o derece önemsenmiştir ki ulema, “Eğer mecaz, Kur’an-ı Kerimden gitmiş olsaydı, Onun güzellik ve i’cazının yarısı da kaybolurdu.” demiştir.[37]
Sıfatlar ve müteşabihatın, zahiri anlamları çerçevesinde anlaşılmalarında ısrar eden İbn Teymiyye, aksi bir anlama usulüne (mecazi) dair ne sahabe ne de tabiundan nakledilen bir rivayet olmadığını, akılla bu işi yapmaya kalkışmanın ise onu, nasslar üzerinde bir otorite olarak kabul etmek anlamına geleceğini söyler.[38]
Müteşabihatı mecazi manada anlamayı aklın nasslar üzerinde hakimiyet kurması olarak algılayan İbn Teymiyye, cennet nimetlerini kıymetlendirme babında İbn Abbas’tan yaptığı rivayeti ise aklıyla Ahiret Hayatı’nın belli bir konusuna tahsis etmekten geri durmaz. Halbuki Allah Teala’nın sıfatları, cennet nimetleri gibi “semiyyat” bahsine dahildirler, dolayısıyla her ikisi de aynı usul çerçevesinde anlaşılmalıdırlar. Ayrıca sahabe, sıfatlar hususunda sessiz kalmış, müteşabihata mecazi mana verilmeyeceğine dair de bir kanaat belirtmemiştir. Onlar müteşabih ayetlerin anlamlarını Allah Teala’ya havale etmişlerdir. İbn Teymiyye gibi müteşabihatı zahir anlamlarında alıp Cenab-ı Hakk’a cihet isnat etme yoluna sapmamışlardır.
Tefvîz Ve Te’vil Sistemi
Selef, “Şari’nin kelamından neyi kastettiğinin kullara gizli olması” anlamına gelen “müteşabihat”ı anlarken iman ve tasdikle yetinmeyi yeterli görmüş, keyfiyeti beyan etmekten uzak durmuştur.[39] Nitekim İmam Malik kendisine “Rahman, Arş’a istiva etmiştir.”[40] ayetindeki “isteva” kelimesinin tefsirini soran kişiye, “İstiva malumdur. Keyfiyeti ise bilinmemektedir. Bu konuda soru sormak bidattır. Zannederim ki sen kötü niyetli bir adamsın.” dedikten sonra çevresindekilere “Onu yanımdan çıkarın”[41] diye emretmiştir. İmam Malik, mücessime meşrebinden olduğunu düşündüğü kişiye “istiva” kelimesinin Arap dilinde hangi anlamlara geldiğinin bilindiğini, fakat Allah Teala’nın ayetten neyi kastettiğinin meçhul olduğunu, bu noktada sorular sormanın ise sapık akidelere bilgi toplama anlamına geleceğini ihsas etmiştir.
İmam Malik örneğinde de görüldüğü gibi selef, müteşabih ayetlerin manalarını Allah Teala’ya havale etmek anlamına gelen “tefvîz” usulünü kullanmıştır.[42] Bunu yaparken ayetlere, insanın uzuv ve hareketlerinin karşılığı olan zahir anlamları vermekten şiddetle kaçınmışlardır. Onlar, yaşadıkları dönemin fikri ve itikadi yapısı gereği müteşabih ayetlerle alakalı derin tefsirlere de girmemişlerdir.
Farklı ideoloji ve meşreplerin ortaya attığı şüpheler karşısında müslümanların müstakim kalabilmeleri için sonraki dönem alimleri sıfatlar ve müteşabihat ile alakalı rivayetleri Arap dili ve edebiyatının müsaade ettiği anlam ve kurallar çerçevesinde “te’vil” ederek murad-ı ilahiyi ortaya çıkarmaya çalışmışlardır. Onların yaşanan fikri tartışmalar ve İslam’a yöneltilen eleştiriler karşısında böyle bir yolu benimsemeleri zorunluluk arz etmiştir.
İmamu’l-Haremeyn, meslekleri her ne kadar farklı görünse de selef ve halef alimlerinin “tefvîz” ve “te’vil” sistemlerinin, Allah Teala’yı tenzih etmeleri ve yaratılmışlara benzetmemeleri itibariyle aynı olduklarını söylemektedir.[43]
“Tefvîz” ve “te’vil” mesleklerinin her ikisini de reddeden, buna mukabil müteşabihatı zahiri anlamları çerçevesinde anlayan İbn Teymiyye, sözde selefe hakikatte ise mücessimeye yakın durmaktadır. Onun, cennet nimetlerini “mecazi”, müteşabihatı ise “zahiri” manalarıyla tefsir etmesi kendi anlayış usulü açısından bakıldığında çelişkilerle doludur. İddiasını desteklemek için kullandığı Kur’ani deliller ise selef tarafından “tefvîz” halef tarafından “te’vil” sistemiyle anlaşılmıştır.
Teşbihin Tanıkları
İbn Teymiyye’nin, tecsim akidesini zaman zaman konuşmalarına taşıdığı, minber ve kürsülerde savunduğu bilinmektedir. Çağının tanıklarından İbn Battuta, Ebu Hayyan ve İbn Cehbel’in şahadetleri bu noktada önem arz etmektedir.
İbn Battuta’nın seyahat ettiği ülkelerdeki gözlem ve hatıralarını anlattığı “Tuhfetu’n-nuzzar fî ğaraibi’l-emsar” adlı eseri, İbn Teymiyye ve Onun tecsim akidesi ile alakalı ilginç bilgiler vermektedir:
Dımaşk şehrinde çeşitli konularda konuşan fakat aklından zoru olduğu anlaşılan Hanbeli fakihlerinin ileri gelenlerinden Takıyyuddin İbn Teymiyye adında biri vardı. Halka vaaz verir, insanlarda Ona karşı ileri derecede saygı gösterirlerdi.
İbn Teymiyye, yaptığı bir konuşmadan dolayı fakihlerin tepkisini çekmişti. el-Meliku’n-Nasır’ın huzuruna çıkarılıp, kadılar tarafından sorgulandı ve hapse atıldı. Yıllarca hapiste kaldı. Bu müddet içerisinde 40 ciltten oluşan ve adını “el-Bahru’l-muhit” koyduğu bir tefsir kaleme aldı. Annesinin ricası üzerine sultan Onu serbest bıraktı.
İbn Teymiyye, Dımaşk de bulunduğum sırada –önceden- tutuklanmasına sebep olan ifadeleri tekrar etti: Cuma günü cemaat olarak hazır bulunduğum camide, insanlara vaaz ve nasihatta bulunurken minberin merdiveninden bir basamak aşağıya inerek “muhakkak ki Allah Teala benim buradan indiğim gibi dünya semasına inmektedir.” şeklinde bir cümle sarfetti. Maliki fakihi İbn Zehra söylediklerine karşı çıktı. Cemaatte ayağa kalkıp sarığı başından düşünceye kadar ona dayak attı. Neticede bir daha tutuklandı ve hapsedildiği kalede ölünceye kadar tutuklu kaldı.[44]
İbn Teymiyye’yi ta’dil eden biyografi yazarlarının reddettiği bu ifadeyi, farklı vurgularla müfessir Ebu Hayyan “el-Bahru’l-Muhît” ve “en-Nehru’l-mâd” adlı tefsirlerinde nakletmektedir. Ebu Hayyan bir çok yerde Onun tecsimi çağrıştıran ifadelerini tenkit etmektedir. Ne var ki elimizdeki matbu nüshalarda bu tenkitlerin bir çoğundan tek bir harf bulmak mümkün değildir. Çünkü baskı sürecinde her iki eserden de İbn Teymiyye’nin tecsimle alakalı görüşleri çıkartılmıştır. İbn Teymiyye’nin açıkça Allah Tealaya cisim isnat ettiğini söyleyen Zahid Kevseri[45] bu noktada şunları söylemektedir: “Ebu Hayyan, ‘O’nun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır.’[46] ayetini tefsir ederken muasırı olan İbn Teymiyye’nin “Kitabu’l-Arş” adlı -kendi el yazısıyla kaleme aldığı- eserinde şu ifadeleri okuduğunu nakletmektedir: ‘Allah Teala kürsüde oturmaktadır. Yanı başında boşalttığı yerde ise Onunla birlikte Hz. Peygamber oturmaktadır.” Elyazması nüshalarda var olan bu ifadeler kitabın musahhihi tarafından matbu nüshalara alınmamıştır. Musahhih, Kevseri’ye, din düşmanlarının hadiseden nemalanmamaları için böyle bir tercihte bulunduğunu söylemiştir. [47]
Ebu Hayyan “el-Bahru’l-Muhît”in muhtasarı olan “en-Nehru’l-mâd” adlı tefsirinde de İbn Teymiyye’nin tecsimle alakalı görüşlerini tenkit etmektedir. Kitabı tahkik eden Bûran ed-Dannavî ve Hidyan ed-Dannâvî İbn Teymiyye’ye isnat edilen tecsimle alakalı bölümü tefsirden çıkartmışlardır.[48]
İmam es-Sübki (v. 756) “es-Seyfu’s-sakîl fî’r-reddi alâ İbn-i zefîl” adlı eserinde, Ebû Hayyan’ın belli bir dönem kendisinden övgüyle bahsettiği İbn Teymiyye’yi “Kitabu’l-Arş” adlı eserini okuduktan sonra ölünceye kadar lanetlediğini yazmaktadır.[49]
Şafii ulemasından Şihabuddin İbn Cehbel de İbn Teymiyye’nin tecsimle alakalı görüşlerini reddeden bir risale kaleme almıştır.[50] İbn Cehbel eserinin sonunda “İbn Teymiyye’nin sapıklık ve inadının derecelerini açıklamak için tahrif ve fesadından kaynaklanan açıklamalarını bekliyoruz.”[51] demesine rağmen İbn Teymiyye Onun bu meydan okumasına cevap ver(e)memiştir.
Teşbihin Anlamı
Bir varlık için “oturdu-kalktı, indi-çıktı, geldi-gitti” gibi fiilleri kullanmak onu bir cisim olarak kabul etmek anlamına gelmektedir. Çünkü bu fiiller bir halden başka bir hale intikali gerektirmektedirler. Bu durum, varlıkların zât ve fiillerinin hâdis oldukları anlamında da gelir. Zira intikalden önce yoktu, sonra oldu. “Hâdis” olan varlıklar için söz konusu olan bu durumu “yaratılmışlara benzemeyen” Cenab-ı Hakk için geçerli kabul etmek açıkça Onu yarattıklarına benzetmek (teşbih) anlamına gelmektedir. “Vacibu’l-vucud” olan Cenab-ı Hakk, hâdis olan varlıklar için geçerli olan bu sıfatlardan münezzehtir. Çünkü varlık itibariyle farklılık arz eden şeylerin sıfatları da farklılık arz etmektedir. Nitekim “alim” ve “cahil” sıfatları insanlar için geçerli iken farklı bir varlık olan “taş” için geçerli değildir. Taş için “alim” ya da “cahil” denmez. Çünkü taşın kabiliyeti bu sıfatları kabul etmez. Aynı şekilde eve “işiten” ya da “sağır”, yeryüzüne “konuşan” ya da “dilsiz”, semaya da “evli” ya da “dul” denmez.
İbn Teymiyye’nin iddia ettiği gibi, Allah Teala “arş” ya da “sema” da gerçekten duruyorsa bu durumda, “bu ikisini yaratmadan önce nerede ikamet ediyordu?!” problemi ortaya çıkmaktadır. Bu problem ise beraberinde hâdis varlıkların özelliği olan “intikal” sorununu getirecektir.
Ayrıca Cenab-ı Hakk’ın sema ile münasebetinden bahseden ayetler, Onun mekansal olarak her şeyin üzerinde olduğu anlamında anlaşılırsa bu durumda verilen manalar, “Halbuki O Allah göklerde ve yerdedir.”[52] ayeti ile çelişecektir. Çünkü yer, göklerin altındadır. Bu durumda mekansal üstünlük ortadan kalkacaktır. O’nun her iki yerde de bulunması kabul edilirse, “üst”e “üst” “alt”a da “alt” denmesinin bir anlamı kalmayacaktır. Çünkü üst, alta, altta üste nisbetle bu isimleri almıştır.
Sonuç
İslam düşünce tarihinde hakkında en çok söz söylenen isimlerden birisi olan Harranlı İbn Teymiyye, Eşariler başta olmak üzere Ehl-i Sünnet hassasiyetine sahip kelamcılara sert eleştireler de bulunmuş, ulemanın hazır bulunduğu muhakemelerde sorgulanıp teşbih akidesinden ve icmaya aykırı fetvalarından dolayı defaatle cezalandırılmıştır.
Müteşabihatı tefsir ederken ayetlere zahiri anlamlarını veren, semada yerleşme, bir yere oturma, hareket etme gibi insanlara ait fiilleri Allah Teala’ya isnat eden İbn Teymiyye, Sünnet ve Cemaat Akidesini benimseyen alimler tarafından tenkit edilmiş, görüşleri hakkında çok sayıda reddiye kaleme alınmıştır.
Geçmişte Takıyyudin es-Subki, İbn Cehbel, İbn Hacer el-Heytemi, İmam Şa’rani, yakın dönemde Zahid Kevseri, Yusuf en-Nebhani, günümüzde ise Muhammed Ebu Zehre ve Said Ramazan el-Buti gibi muhakkik alimler tarafından tenkit edilen İbn Teymiyye, uzun bir aradan sonra Muhammed b. Abdulvahhab’ın faliyetleri ile tekrar ön plana çıkmış, günümüzde ise selefiyye adı altında İslam coğrafyasında etkin bir konuma gelmiştir.
Muhakkak ki her şeyin en doğrusunu bilen Allah Teala’dır.
Dipnotlar:
[1] Kur’an, Bakara(2): 255.
[2] Kur’an, İhlas(112): 1-4.
[3] Ebu’l-Abbas Takiyyuddin b. Abdilhalim İbn Teymiyye, er-Risaletü’t-Tedmüriyye, Kahire, 1954, s. 7.
[4] İbn Teymiyye, et-Tedmüriyye, s. 7.
[5] İbn Teymiyye, el-Akidetu’l-Hameviyyetü’l-Kübra, Kahire, 1952, s. 249.
[12] İbn Teymiyye, Mecmu’u’l-Fetava, Beyrut, ty., V, 416.
[13] İbn Teymiyye, el-Akidetu’l-Hameviyyetü’l-Kübra, 419.
[14] İbn Teymiyye, et-Tefsiru’l-Kebir, Beyrut, ty., I, 270.
[15] Kur’an, Zümer(39): 67.
[16] İbn Teymiyye, el-Fetava’l-Kübra, Beyrut, 2002, VI, 656.
[17] Saib Abdulhamid, İbn Teymiyye Hayatuhu ve Akaiduhu, Beyrut, ty., s. 120.
[18] İbn Teymiyye, el-Fetava’l-Kübra, VI, 647.
[19] İbn Teymiyye, el-Fetava’l-Kübra, VI, 655.
[20] Kur’an, Sad, (38): 75.
[21] Muhammed b. Abdilkerim eş-Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal, Beyrut, 1992, I, 92.
[22] Abdulhamid, a.g.e., s. 121.
[23] İbn Teymiyye’ye Kur’an ve Sünnet’e uygun tefsirlerin hangileri olduğu sorulduğunda “sağlam rivayet zinciriyle selefin sözlerini nakleden, içerisinde bidat olmayan Mukatil b. Bekir ve Kelbi gibi itham edilen şahısların rivayetlerine de yer vermeyen, en sahih tefsir İbn Cerir et-Taberi’nin ‘Camiu’l-Beyan fi Te’vili’l-Kur’an’ adlı esiridir.” Demektedir. Bkz. İbn Teymiyye, Mukaddime fi Usuli’t-Tefsir, Beyrut, 1997, s. 110.
[24] Kur’an, Bakara(2): 255.
[25] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Camiu’l-Beyan fi Te’vili’l-Kur’an, Beyrut, 2005, III, 11.
[26] Kur’an, Bakara(2): 255.
[27] Kur’an, Mü’min(40): 36-37.
[28] Kur’an, Mü’min(40): 37.
[29] Muhammed b. Ömer ez-Zemahşeri, Esasü’l-Belağa, Beyrut, 1998, s. 822.
[30] Bedruddin Ahmed el-Ayni, Umdetü’l-Kari, Beyrut, Beyrut, 2001, VII, 291.
[31] Kur’an, Şura(42): 11.
[32] Kur’an, İhlas(112): 2.
[33] Ayni, a.g.e., VII, 291.
[34] Nüzul kelimesinin anlamları: “Gökten tertemiz bir su indirdik.” (Kur’an, Furkan(25): 48) ayetinde intikal, “Onu Cebrail indirmiştir.” (Kur’an, Şuara(26): 193) ayetinde bildirmek, “Allah’ın indirdiğinin benzerini ben de indireceğim.” (Kur’an, En’am(6): 93) ayetinde söz söylemek, “falanca üstün ahlakla dünyasına yöneldi.” ifadesinde bir şeye yönelmek/yöneltmek, “falanca oğulları başımıza geçinceye kadar hayır ve adalet üzere idik.” cümlesinde idare etmek anlamında kullanılmaktadır. Dilciler tarafında bilinen bu anlamlar içerisinde Cenab-ı Hakk’ın zat ve sıfatlarına en uygun olanı “rahmetini kullarına yöneltmesidir.” Bkz. Ayni, a.g.e., VII, 291.
[35] Kur’an, Bakara(2): 25.
[36] İbn Teymiyye, el-İklil fi’l-Müteşabih ve’t-Te’vil, Kahire, 1367, s. 12.
[37] Halit Abdurrahman el-Ak, Usulu’t-tefsir ve Kavaiduhu, Beyrut, 2003, s. 287.
[38] Muhammed Ebu Zehre, İbn-u Teymiyye, Kahire, 2000, s. 218.
[39] İmam Malik’in sözü için bkz. Ebubekir Ahmed b. Huseyn el-Beyhaki, Kitabu’l-Esma-i ve’s-Sıfat, (ta’lik. ve tahk. Muhammed Zahid Kevseri), Kahire, t.y., s. 298.
[40] Kur’an, Taha(20): 5.
[41] Muhammed Abdulazim ez-Zürkani, Menahilu’l-İrfan, Beyrut, 2001, II, 231.
[42] Bu yüzden onlara “mufevvida” denir.
[43] Kevseri, el-Esma ve’s-Sıfat, (d. not: 1), s. 377.
[44] Muhammed b. Abdillah b. Muhammed İbn Battuta, Tuhfetu’n-Nuzzar fî Ğaraibi’l-Emsar (Rıhlet-u İbn Battuta), Beyrut, 2004, s. 88.
[45] Kevseri, el-Esma ve’s-Sıfat, (d. not: 2), s. 286.
[46] Kur’an, Bakara(2): 255.
[47] Muhammed Zahid el-Kevseri, es-Seyfu’s-Sakîl fî’r-Rreddi alâ İbn-i Zefîl, (el-Akidet-u ve ilm’l-kelam min a’mali’l-imam Muhammed Zahid el-Kevseri içerisinde), (d. not: 1), Beyrut, 2004.
[48] Bkz. Abdulhamid, a.g.e., (d. not: 1), s. 125.
[49] Takıyyuddin es-Sübki, a.g.e., s. 477-478.
[50] Bkz. Tacüddin Abdulvahhab b. Ali es-Subki, Tabakatu’ş-Şafiiyyeti’l-Kübra, t.y., IX, 35-91.
[51] Tacüddin es-Sübki, a.g.e., IX, 91.
[52] Kur’an, En’am(60): 3.
İbn Teymiyye ve İbnu’l Kayyım’ın Cehennemin ebediliği meselesindeki görüşünün tesbiti
Ebubekir SİFİL
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhumun, Cehennem azabının kâfir ve müşrikler için ebedi değil geçici olduğunu savunan Kazan’lı Musa Carullah Bigiyef’e[1] reddiyesinden[2] sonra bu batıl davanın Kur’an ile temellendirilmesinin mümkün olmadığı, en küçük bir şüpheye mahal bırakmayacak tarzda tescillenmişti.[3]
Ancak mezkûr reddiye, bütün ihtişam ve nefasetine rağmen, Cehennem azabının kâfir ve müşrikler için ebedi olmadığını savunanların ileri sürdüğü merviyyat üzerinde –son derece isabetli tesbitler sunmakla birlikte– alabildiğine kısa durduğu için, meselenin bu yönü bakımından takviyeye muhtaçtır.
Hemen aşağıda değinileceği üzere konunun bu yönünü de Muhammed b. İsmail es-San’ânî, Ref’u’l-Estâr isimli eseriyle büyük ölçüde ikmal etmiştir..
Bu yazının amacı ise, İbn Teymiyye ve İbnu’l-Kayyım’ın, kâfir ve müşrikler için Cehennem azabının ebedi olmadığı görüşünü benimseyip benimsemediği tartışmasını bir sonuca bağlamaktır.[4]
İbn Teymiyye ve İbnu’l-Kayyım’ın konuyla ilgili görüşü
“İbnu’l-Vezîr” diye bilinen, el-Avâsım sahibi Muhammed b. İbrahim el-Yemânî[5], Sübülü’s-Selâm sahibi Muhammed b. İsmail es-San’ânî[6] ve Zâhid el-Kevserî, kâfir ve müşrikler için Cehennem hayatının sonsuz olmadığı görüşünü İbn Teymiyye ve İbnu’l-Kayyım’a nisbet etmiştir.[7]
DİA’daki “Cehennem” maddesinin “Kelam” ilmiyle ilgili kısmının[8] müellifi Bekir Topaloğlu, “İbn Teymiyye ve onun yolunu benimseyenlerden oluşan bir grup âlim…” diyerek aynı şekilde davranmıştır.[9]
Aynı kaynaktaki “Azap” maddesinin yazarı Yusuf Şevki Yavuz’un da bu görüşü İbn Teymiyye ve İbnu’l-Kayyım’a nisbet ettiği görülmektedir.[10]
Bu listeyi birkaç katı artırmak mümkün olmakla birlikte, öteden beri yaygın olarak benimsenen kanaatin, İbn Teymiyye ve İbnu’l-Kayyım’ın Cehennem hayatının son bulacağı görüşünü benimsediği doğrultusunda olduğunu söylemek için bu kadarını yeterli görüyorum.[11]
Ancak günümüzde konuyla ilgilenen bir kısım araştırmacıların, İbn Teymiyye ve İbnu’l-Kayyım’ın bu görüşte olmadığında ısrar ettiği, tam aksini söylediklerine dair kendi ifadelerinden deliller aktararak isbatlama yoluna gittiği görülmektedir. Meseleyi “problem” haline getiren de bu noktadır.
“Beka-i nar” görüşü
1. İbn Teymiyye
İbn Teymiyye, Mecmû’u’l-Fetâvâ’da, “Yedi şey vardır ki bunlar ölmeyecek, fena bulmayacak ve yokluğu tatmayacaktır: Cehennem ve sakinleri, Levh, Kalem, Kürsi, Arş”[12] şeklindeki rivayetin sahih olup olmadığı tarzındaki bir soruya verdiği cevapta şöyle der:
“Bu haber bu lafızla Hz. Peygamber (s.a.v)’in sözü değildir; o, alimlerden birine ait bir sözdür. Bu Ümmet’in selefi, imamları ve sair Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat şu itikattadır: Mahlukat arasında yok olmayacak ve tamamen fena bulmayacak varlıklar vardır.[13] Cennet, Cehennem, Arş vd. varlıklar böyledir. Mahlukatın tamamının fena bulacağını, Cehm b. Safvân ve Mu’tezile’den ve benzerlerinden kendisine muvafakat edenler gibi bid’atçı Kelamcılar’dan bir grup dışında söyleyen olmamıştır. Bu, Allah’ın Kitabı’na, Resulü’nün Sünneti’ne ve Ümmet’in selefinin ve imamlarının icmaına aykırı batıl bir sözdür. Nitekim bu hususta Cennet ve ehlinin ve daha başka varlıkların bekasına delalet (eden deliller) vardır ki, bu sayfa, bu noktanın zikri için yeterli değildir. Kelamcılar’dan ve Felsefeciler’den çeşitli kesimler, bütün mahlukatın fena bulmasının mümteni (muhal) olduğuna, aklî delillerle istidlal etmiştir. Vallâhu a’lem.”[14]
Bu ifadeler esas alındığında İbn Teymiyye’nin, Cehennem’in son bulacağı görüşünde olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir.
Yine bir başka eserinde İmam el-Eş’arî’nin Makâlâtu’l-İslâmiyyîn’inden, herhangi bir itiraz getirmeksizin şöyle bir nakil yapar:
“… Yine şu meselede de iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir: Allah Teala’nın fiilleri için bir son var mıdır, yoksa O’nun fiillerinin sonu yok mudur? el-Cehm b. Safvân şöyle demiştir: “Allah’ın malumat ve makduratının bir son noktası ve sınırı, fiillerinin de bir sonu vardır. Cennet ve Cehennem fena bulacak, içindekiler de yok olacaktır. Tâ ki Allah, tıpkı el-Evvel olup, (ezelde) kendisiyle birlikte herhangi bir şey bulunmadığı gibi, (bütün mahlukat yok olduktan sonra da) el-Âhir (en son kalan) olacak ve O’nunla birlikte herhangi bir şey bulunmayacaktır.” Buna karşılık Ehl-i İslam bir bütün olarak şöyle demiştir: “Cennet ve Cehennem’in sonu yoktur. Bu ikisi baki kalmaya devam edecektir. Aynı şekilde cennetlikler Cennet’te nimetlenmeye, cehennemlikler de Cehennem’de azap görmeye sürekli olarak devam edecektir. Bunun bir sonu yoktur. Allah’ın malumat ve makduratı için de bir son nokta ve sınır mevcut değildir.”[15]
İbn Hazm, üzerinde icma bulunan meseleleri zikretmek maksadıyla kaleme aldığı Merâtibu’l-İcmâ’da “beka-i nar” meselesini de zikretmiş ve şöyle demiştir: “… Cehennem’in hak olduğunda, buranın ebedî bir azap yurdu olduğunda, kendisinin de içindekilerin de sonsuz ve ebedî olarak devam edip, fena bulmayacağında ittifak etmişlerdir…”[16]
Bu esere Nakdu Merâtibi’l-İcmâ’ adıyla bir tenkit yazmış olan İbn Teymiyye’nin, yukarıdaki satırlar hakkında tek kelime etmemiş olması da bu konuda farklı düşünmediğini gösteren önemli bir noktadır.
2. İbnu’l-Kayyım
İbnu’l-Kayyım da el-Vâbilu’s-Sayyib’inde şöyle demiştir: “İnsanlar, “herhangi bir pisliğin çirkinleştirmediği/bulaşmadığı temiz”, “kendisinde hiçbir temizlik olmayan pis” ve “kendilerinde hem pislik, hem de temizlik bulunanlar” şeklinde üç tabaka olduğuna göre, bunların kalacakları yerler de üç çeşit olacaktır: Mahza temizlerin yurdu ve mahza pislerin yurdu. Bu iki yurt fena bulmayacaktır. Üçüncüsü ise kendisinde hem pislik, hem de temizlik bulunanların yurdudur ki, fena bulacaktır. Bu, (mü’min olan) isyankârların yurdudur. Zira Cehennem’de muvahhitlerin isyankârlarından kimse kalmayacak ve onlar cezaları miktarınca azaplandırıldıktan sonra ateşten çıkarılıp Cennet’e sokulacaklardır. Geriye mahza temizlerin ve mahza pislerin yurtlarından başkası kalmayacaktır…”[17]
Bütün bunlar İbn Teymiyye ve gözde öğrencisi İbnu’l-Kayyım’ın “fena-i nar” görüşünü kesinlikle benimsemediğini göstermektedir. Öyleyse onların bu görüşte olduğu kanaatinin yaygınlık kazanmasını nasıl izah edebiliriz?
“Fena-i nar” görüşü
Nâsıruddîn el-Albânî, Hanbelî mezhebine mensup Hadis hafızlarından “İbnu’l-Mibred”[18] veya İbn Abdilhâdî diye bilinen Cemâluddîn b. Hasan’ın (909/1503) Fihrist’inde İbn Teymiyye’nin, Cennet ve Cehennem’in fena bulacağı görüşüne reddiye mahiyetinde bir eseri bulunduğunun zikredildiğini söyler.[19] Aynı bilgiye es-Safedî’nin el-Vâfî bi’l-Vefeyât’ında da rastlıyoruz[20] ki bu eser, er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi’l-Cenneti ve’n-Nâr ve Beyânu’l-Akvâl fî Zâlik ismiyle neşredilen risale olmalıdır.[21]
Takiyyüddîn es-Sübkî’nin (756/1355) el-İ’tibâr bi Bekâi’l-Cenneti ve’n-Nâr adlı risalesini[22] neşreden Tâhâ ed-Düsûkî Hubeyşî, bu eserin sonunda “Mülhak” ünvanıyla yer verdiği bölümde[23], İbn Teymiyye’nin bir risalesinden bazı pasajlar aktaran bir yazma risaleden söz eder. M. Nâsıruddîn el-Albânî tarafından tahkik edildiğini belirttiği bu üç sayfalık risale –yine el-Albânî’den naklen belirttiği gibi– İbn Teymiyye’nin, “Cennet ve Cehennem’in son bulacağı görüşüne” reddiye olarak kaleme alınmıştır.
Nitekim risalenin tanıtım cümlesi, “Şeyhülislam Ahmed b. Teymiyye –Allah ona rahmet eylesin–, Cennet ve Cehennem’in son bulacağı görüşüne reddiye olarak kaleme aldığı risalede şöyle dedi:…” tarzındadır.
Bu teşhis cümlesi, söz konusu risalenin, yukarıda mezkûr er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi’l-Cenneti ve’n-Nâr veya onun bir parçası olup olmadığı hakkında fikir vermek için yeterli değilse de, risalenin “mülhak” kısmında verilen metni, onun, er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi’l-Cenneti ve’n-Nâr’dan aktarılan bazı bölümlerden ibaret olduğunu göstermektedir.
İstihale süreci
Esas meseleye geçmeden önce, burada okuyucuyu yanılgıya sevk edebilecek bir noktaya dikkat çekmek gerekiyor: İbn Teymiyye, Cennet ve Cehennem’in ikisinin de yok olacağını söylememektedir. Dolayısıyla onun, bu görüşü savunan el-Cehm b. Safvân ve daha başkalarının karşısında yer alması ve bu müddeaya reddiye mahiyetinde görüş beyan edip eser yazmış olması son derece normaldir. Bu itibarla onun bu konuda yazıp söylediklerinin “er-Redd ale’l-Kâilîne bi Fenâi’l-Cenneti ve’n-Nar” (Cennet ve Cehennem’in (her ikisinin de) son bulacağını söyleyenlere reddiye) başlığı altında toplanmasında ve takdiminde şaşılacak bir durum yoktur.
Bizim meselemiz ise İbn Teymiyye’nin, sadece Cehennem’in son bulacağını söyleyip söylemediğidir. Bir diğer ifadeyle onun, Cennet ve Cehennem’in son bulacağını söyleyen el-Cehm b. Safvân ve benzerlerine reddiye yazarken, sadece Cehennem’in son bulacağı görüşünü savunabileceğine, zira bu ikisinin birbirinden ayrı değerlendirilmesi gerektiğine dikkat edilmelidir.
el-Cehm b. Safvân, Cennet ve Cehennem’in yok olacağı görüşünü, “hâdis olanın ebedî olamayacağı” kazıyyesiyle temellendirmekte,[24] İbn Teymiyye ise daha farklı bir zeminde hareket etmektedir.
Muhtevasından biraz sonra bahsedeceğim er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi’l-Cenneti ve’n-Nâr’a geçmeden önce, bu risalenin İbn Teymiyye’ye aidiyeti üzerinde de durmamız gerekiyor.
İbnu’l-Kayyım bu meseleyi, etraflıca ele aldığı başlıca eserlerinden birisi olan Şifâu’l-Alîl’de[25] enine boyuna tartışıp, karşıt deliller arasından kâfir ve müşriklerin Cehennem’de uzun bir azap süreciyle “temizlendikten” sonra azabın sona ereceği görüşünü, “Mahza şer için ve Yaratıcı’sının bekasınca devam edecek olan azap için bazı nefisler yaratmak, hikmet ve rahmete uygunluğu açık olmayan bir husustur. Her ne kadar ilahî kudretin şümulüne girse de, bu meselenin hikmet ve rahmetin şümulüne girdiği açık değildir. Akıllıların aklının tökezlediği bu meselede nazarın vardığı netice budur” sözleriyle ortaya koyduktan sonra şöyle der:
“Ben bu meseleyi Şeyhülislam’a[26] (Allah onun ruhunu takdis eylesin) sorduğumda, “Bu, azim ve büyük bir meseledir” demiş ve herhangi bir cevap vermemişti. Aradan bir zaman geçtikten sonra Abd b. Humeyd el-Keşşî’nin tefsirinde yukarıda zikrettiğim rivayetlerden bazılarını gördüm. Bu eseri kendisine gönderdim. O sırada kendisi son meclisinde idi (”ve huve fî meclisihi’l-ahîr”). Rivayetlerin zikredildiği yere bir işaret koydum ve kitabı kendisiyle gönderdiğim kişiye, “Burası ona müşkil gelmiş; ne olduğunu bilememiş” demesini söyledim. Bunun üzerine bu konudaki meşhur eserini yazdı. Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun…”
İbnu’l-Kayyım’ın burada sözünü ettiği “meşhur eser” hangisidir? er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi’l-Cenneti ve’n-Nâr mıdır, yoksa aksi istikamette kaleme alınmış bir başka kitap mıdır?
Şu an için elimizde bulunan malzeme bizi, bu “meşhur” eserin, yukarıda zikri geçen er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi’l-Cenneti ve’n-Nâr olduğunu söylemeye icbar ediyor. Zira İbn Teymiyye’nin, münhasıran Cehennem hayatının son bulacağı görüşüne reddiye mahiyetinde bir eser kaleme aldığına dair herhangi bir malumata rastlanabilmiş değildir.
İbnu’l-Kayyım’ın yukarıda iktibas ettiğim ifadelerinde geçen “son meclis” tabirini, İbn Teymiyye’nin 726/1325 yılında Şam kalesindeki “mecburi ikamet”inden[27] hemen önceki dönem olarak anlayabilir miyiz? Bu süreçteki “mecburi ikamet”i esnasında İbn Teymiyye’nin kitap yazmasına ve fetva vermesine imkân tanınmadığına göre, şu anda elimizdeki bilgiler doğrultusunda, konuyla ilgili müstakil telifinin belirlediğimiz zaman diliminde kaleme alındığını söylemek mümkün görünüyor…
Buna göre İbn Teymiyye, önceleri “beka-i nar” görüşünde iken bilahare bu konuda bir tereddüt safhası geçirmiş olmalıdır. İbnu’l-Kayyım’ın sorusuna “Bu, azim ve büyük bir meseledir” demekle yetinmesini, bu tereddüt sürecinin devam ettiği bir safhaya ait bir tavır olarak okumak yanlış olmasa gerek…
Risalenin İbn Teymiyye’ye aidiyeti
Nitekim İbnu’l-Kayyım’ın, Hâdi’l-Ervâh’ta meseleyi Şifâu’l-Alîl’e kıyasla daha geniş bir şekilde işlemesinden ve kâfir ve müşriklerin azabının sonlu olduğu görüşünü daha detaylı delillendirmeye çalışmasından, sadece kendisinin bu meseledeki kanaatinin pekiştiğini değil, aynı zamanda İbn Teymiyye’nin görüşünün de onunkiyle aynı doğrultuda istikrar bulduğunu gösterdiği sonucunu çıkarabiliriz.
İbnu’l-Kayyım’ın bu eserinde İbn Teymiyye’den yaptığı uzun alıntı, ilgi çekici biçimde Abd b. Humeyd’in tefsirinden iktibaslar içermekte ve orada yer alan rivayetler konusunda hocasının yorumlarını ihtiva etmektedir.
İbnu’l-Kayyım, önceleri bu noktada iken bilahare Şifâu’l-Alîl’in telifi öncesinde bir tereddüt süreci yaşamış, hatta kâfir ve müşriklerin azabının sonlu olduğu görüşüne meyletmekle birlikte kesin bir şey söylemekten kaçınmış ve nihayet Hâdi’l-Ervâh’ın telifi aşamasında bu meyil “tercih”e dönüşmüş ve pekişmiş olmalıdır.
Nitekim el-Kasîdetu’n-Nûniyye’de[28] –yukarıda görüşünü özetle verdiğim– el-Cehm b. Safvân’ı eleştirirken, sadece Cennet ve içindekilerin fena bulmayacağını söylemekle yetinmesi de bu tesbiti doğrulayan bir tavırdır.
Bu meseleyi en fazla detaylandırdığı Hâdi’l-Ervâh’ta hocasından, aykırı bir görüş nakletmek şöyle dursun, malum görüşü destekler mahiyette iktibasta bulunması, İbn Teymiyye’nin de bu meselede aynı şekilde düşündüğünü ortaya koyan önemli bir göstergedir.
Mezkûr eserinde, Cehennem’in ebedî/sonsuz olup olmadığı konusundaki görüşleri 7 madde halinde zikrettikten sonra sözlerini şöyle sürdürür:
“Şeyhülislam şöyle dedi: “Bu görüş[29] Ömer, İbn Mes’ûd, Ebû Hureyre, Ebû Sa’îd ve daha başkalarından nakledilmiştir. Abd b. Humeyd –ki Hadis ulemasının büyüklerindendir–, meşhur tefsirinde şöyle rivayet etmiştir: “Bize Süleyman b. Harb… el-Hasan’ın şöyle dediğini tahdis etti: “Ömer şöyle demiştir: “Ateş ehli ateşte “Âlic” (denen mevki)’in kumları miktarınca…”
“(Yine Abd b. Humeyd) şöyle demiştir: “Bize Haccâc b. Minhâl… el-Hasan’ın şöyle dediğini tahdis etti: “Ömer şöyle demiştir…”[30]
“Bunu, Hadis hafızı imamlardan ve Sünnet ulemasından olan Abd (b. Humeyd), şu iki büyük zattan rivayet etmiştir: Süleyman b. Harb ve Haccâc b. Minhâl. (…)
“Her ne kadar el-Hasan (el-Basrî) Ömer’den birşey işitmemiş ise de, bu rivayeti bazı Tabiun’dan rivayet etmiştir. Eğer bu söz el-Hasan nazarında sahih olmasaydı, onu rivayet etmez ve “Ömer şöyle dedi…” tarzında kesin bir ifade kullanmazdı. (…)
“Yine şöyle dedi: “Şüphe yok ki bu sözü Ömer’den naklen söyleyen ve ondan rivayet edenler, ateş ehli olan “Cehennemlikler” tabirini ancak (kâfir ve müşrikleri anlatan) bir “cins isim” olarak ifade etmek istemiştir. Günahları sebebiyle ateşe girecek olanlara gelince, bu rivayeti nakledenler de, başkaları da bunların Cehennem’den (belli bir süre azap gördükten sonra) çıkarılacaklarını, ne Âlic’in kumları miktarınca, ne de buna yakın bir zaman için orada kalacaklarını bilmektedirler.
“Ateş ehli tabiri, Muvahhitler’e değil, onların dışındakilere mahsus bir ifadedir…”
Sorun, “Şeyhülislam şöyle dedi…” diye başlayarak bu minval üzere uzayıp giden ifadelerin kime ait olduğu noktasında düğümlenmektedir. İlgili bahsin sonuna kadar herhangi bir yerde İbn Teymiyye’nin sözlerinin nerede bittiği konusunda hiçbir tasrihat veya işaret mevcut değildir.
Ancak er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi’l-Cenneti ve’n-Nâr’la karşılaştırma yapıldığında yukarıdaki ifadelerin İbnu’l-Kayyım tarafından İbn Teymiyye’den aynen alıntılandığı ve yer yer aralara kendi ifadelerinin girdiği açıkça görülmektedir.
el-Albânî’nin itirafı
İbn Ebi’l-İzz tarafından şerh edilen el-Akîdetu’t-Tahâviyye’deki[31] hadislerin tahricini yapan el-Albânî, yukarıda bir kısmını naklettiğim sözleri İbnu’l-Kayyım’a nisbet ederek eleştiri konusu yaparken[32] Nakdu Ta’lîkâti’l-Albânî adlı tenkidinde İsmail Muhammed el-Ensârî buna itiraz ederek, bu sözlerin İbnu’l-Kayyım’a değil İbn Teymiyye’ye ait olduğunu söyler. [33]
Burada her ikisinin de kısmen haklı olduğu ortaya çıkmaktadır. Zira nakledilen ifadeler yüzde yüz oranında ne İbn Teymiyye’ye, ne de İbnu’l-Kayyım’a aittir. Yukarıda da belirttiğim gibi İbnu’l-Kayyım, hocasından yaptığı alıntıların sonuna kendi ifadelerini eklemiş ve onun yazdıklarına katkıda bulunarak “fena-i nar” görüşünün delillerini detaylandırmıştır.
Şu kadar ki, er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi’l-Cenneti ve’n-Nâr’ın henüz neşredilmediği döneme ait olan bu tartışmada el-Albânî, İbn Teymiyye’yi “fena-i nar” görüşünden tebrie etmekte isabetli değildir.
Nitekim aradan uzun yıllar geçtikten sonra, Muhammed b. İsmail es-San’ânî’nin Ref’u’l-Estâr’ına yazdığı takdim yazısında[34] hem İbn Teymiyye’nin, hem de İbnu’l-Kayyım’ın “fena-i nar” görüşünde olduğunu tasrih edecek ve şöyle diyecektir:
“Bundan 20 yıl önce Silsiletu’l-Ahâdîsi’d-Da’îfe’de (II, 71-5) o ikisinin (İbn Teymiyye ve İbnu’l-Kayyım’ın), bazılarını “fena-i nar” görüşüne delil olarak kullandıkları bir kısım merfu ve mevkuf rivayetlerin tahrici münasebetiyle onların bu görüşüne red sadedinde kısaca değinmiştim.[35] Orada bu rivayetlerin zaafını da beyan etmiştim. İbnu’l-Kayyım’ın, Cehennem’in hiç son bulmayacağı şeklinde bir görüşü daha vardır.[36] İbn Teymiyye’nin de Cennet ve Cehennem’in son bulacağını söyleyenlere reddiye sadedinde bir eseri (kaide) mevcuttur.
“O zaman İbn Teymiyye’nin, İbnu’l-Kayyım’ın bu ikinci görüşünü paylaştığını sanmıştım.[37] (Ancak Ref’u’l-Estâr’da gördüm ki) Müellif es-San’ânî, İbnu’l-Kayyım’dan yaptığı nakille, yukarıda işaret edilen reddiyenin[38], Cehennem’in son bulacağını söyleyenlere değil, sadece Cennet’in son bulacağını söyleyen Cehmîler’e reddiye mahiyetinde olduğunu beyan etmekte ve kendisi, yani İbn Teymiyye de Cehennem’in son bulacağını söylemektedir. Hatta sadece bunu söylemekle kalmamakta, Cehennem son bulduktan sonra cehennemliklerin, altından ırmaklar akan cennetlere gideceğini de ileri sürmektedir…”[39]
İbn Teymiyye tam olarak ne diyor?
el-Albânî gibi “sıkı” bir selefînin bile katılmadığı bir görüşün İbn Teymiyye ve İbnu’l-Kayyım’a nisbeti, bu iki alimin bağlılarınca elbette refleksif bir tepkiyle reddedilecektir. Nitekim sadece onların bu konuda yazdıklarından haberdar olmayanların kaynak sorması değil, onların bu görüşüne muttali olanların da ısrarla tevil yoluna gitmesi gösteriyor ki “fena-i nar” görüşü “tevessül” vb. diğer meseleler gibi değildir.
Tevilcilerin, “Onların “fena-i nar” görüşünün delillerini detaylı olarak zikretmiş olması, bu görüşü benimsediklerini göstermez” tarzındaki itirazı, aşağıda bizzat İbn Teymiyye ve İbnu’l-Kayyım’dan alıntılanan ifadeler tarafından boşa çıkarılmaktadır.
Ancak alıntılara geçmeden önce bir hususu belirtelim: Onların bu meseleyi ele alış tarzının “objektiflik”ten çok öte bir tavrı yansıtması, hatta bu meselede “taraf” olduklarını göstermesi, tevilcilerin yaptığının “suyu yokuşa akıtmaya çalışmak”tan farksız olduğunu ortaya koyuyor.
Zira eğer İbn Teymiyye ve İbnu’l-Kayyım’ın ileri sürdüğü gibi “fena-i nar” konusunda Selef arasında gerçekten görüş ayrılığı var ise, yapılması gereken, her iki tarafın delillerini zikrederek takdiri okuyucuya bırakmaktır. Ancak böyle yapmayıp da sadece “fena-i nar” görüşünün delilleri üzerinde durmuş, “beka-i nar”ın delillerini ise sadece “çürütmek” maksadıyla zikretmiş iseler, burada tevilcilerin boşuna tekellüfte bulunduğunu söyleme zaruretiyle karşı karşıya bulunuyoruz demektir…
İbn Teymiyye bu meseleyi, adı geçen eserinin 52 ila 87. sayfaları arasında ele almış ve şöyle demiştir:
“… Cehennem’in son bulacağı görüşüne gelince, bu konuda selef ve halef ulemasından maruf iki görüş vardır ve Tabiun ile daha sonra gelenlerin bu konudaki anlaşmazlıkları malumdur. (…) Cehennem’de bulunanların azabının gelip dayanacağı bir son sınır olduğunu ve azabın Cennet nimetleri gibi daimi olmadığını söyleyenler, bununla Cehennem’in son bulacağını kasdetmiş olabilecekleri gibi, cehennemliklerin (bir gün) buradan çıkacağını ve orada hiç kimsenin kalmayacağını da kasdetmiş olabilirler. Ancak şöyle de denebilir: Onlar bununla, azap devam ettiği halde cehennemliklerin buradan çıkacağını değil, Cehennem’in azabının sona ereceğini, onun yok olmasının bu anlamda olduğunu kasdetmişlerdir.
“Bu görüş Hz. Ömer, İbn Mes’ûd, Ebû Sa’îd el-Hudrî ve daha başkalarından nakledilmiştir…”
İbn Teymiyye daha sonra Hz. Ömer (r.a)’den nakledilen rivayeti zikredip sıhhat değerlendirmesi yaptıktan sonra sözlerini şöyle sürdürür:
“… Buradaki “ehl-i cehennem” ifadesi, cehennemlikleri anlatır. Zira bunlar orada ne ölecek, ne de dirilecektir. (Yine rivayette geçen), “oradan çıkarlar” ifadesi, “Cehennem’in azabı sona erip kesildikten sonra buradan çıkarlar” demektir. Böylece onlar Cehennem’den çıkmış olmamaktadır. Aksine Allah Teala’nın haber verdiği gibi onlar orada “kalıcı”dırlar; ancak ömrü sona erdiği ve tıpkı dünyanın son bulması gibi Cehennem de son bulduğu zaman artık orada azap kalmaz.
“Şöyle ki, alem yok olmayacaktır; arzda bulunan Cehennem de tamamen fena bulmayacaktır. Ancak onun son bulması, halinin değişmesi ve bir halden diğerine geçip değişmesi şeklinde olacaktır.”[40]
Müteakiben Abdullah b. Mes’ûd (r.)’dan, “Cehennem’e öyle bir zaman gelecek ki, içinde hiç kimse bulunmayacak. Bu, cehennemliklerin, orada “ahkâb”[41] süresince kaldıktan sonra olacaktır” şeklindeki sözünü nakleder ve “Bunlar kâfirlerdir. Ebû Hureyre’den de benzeri bir söz nakledilmiştir” der.
Burada anlatılanların günahkâr mü’minler olamayacağı görüşünü delillendirmek için bazı ayetler zikrettikten sonra da şöyle der: “Sahabe’den buna aykırı meşhur bir naklin mevcudiyetine rastlamadım.”
“… (Allah Teala Cennet nimetleri hakkında “kesintisiz bir lütuf…” buyurduğu halde) Cehennemlikler(in akıbeti) hakkında ne dilediğini haber vermemiştir. Sünnet ve Hadis uleması bu konuda Sahabe ve Tabiun’dan çeşitli rivayetler nakletmiştir. (…) Şu halde Cehennem’in son bulacağına Kitap, Sünnet ve Sahabe akvaliyle ihticac edil(ebil)irken, Cehennem’in baki olacağını söyleyenlerin elinde ne Kitap, ne Sünnet, ne de Sahabe akvalinden bir delil vardır!” (…)
“Cehennem’in devamlı olacağını söyleyenlerin (bunu isbat etmek için başvurduğu) 4[42] yol vardır” diyerek sürdürdüğü bahiste sözü, Cennet’in devamlılığı ile Cehennem’in devamlılığı arasındaki farka getirir, Cennet’in devamlılığının kesintisiz ve ebedi olduğunu, Cehennem’in devamlılığının ise birgün son bulacak bir devamlılık olup ebedi olmadığını isbata yönelir ve bilahare İbnu’l-Kayyım tarafından Hâdi’l-Ervâh’ta tekrarlanacak aklî istidlal tarzı ile sözlerini sürdürür.
Son sözleri söylediği kısımda Cehmiyye’nin Cennet ve Cehennem’in ikisinin de yok olacağı iddiasına kısaca değinir ve bunun niçin itibara alınabilecek bir görüş olmadığına anlatır, sonra da şöyle der :
“Fena bulmak, sadece Cehennem içindir. Bu, Ehl-i Sünnet’in isbat ettiği görüştür. Cehennem’in yok olması, bir halden başka bir hale geçerek değişmesi anlamındadır, yoksa el-Cehm’in dediği gibi tamamen yok edilmesi anlamında değildir…”
Burada tümüyle zikredilmesi mümkün olmayacak kadar uzun bir yer tutan bu bahisten net olarak anlaşılmaktadır ki İbn Teymiyye, kâfir ve müşrikler için Cehennem azabının sonsuz olmayacağı, azapta çok uzun zaman kalsalar da oradan çıkacakları bir günün mutlaka geleceği görüşünü benimsemiş ve hiçbir yoruma mahal bırakmayacak tarzda savunmuştur.
Konuyla ilgili olarak ileri sürdüğü delillerin tartışması ise ayrı bir makalenin konusudur.
Dipnotlar:
[1] Rahmet-i İlahiye Bürhanları, Orenburg-1911.
Ayrıca bu eser, aynı müellifin İnsanların Akide-i İlahiyelerine Bir Nazar’ı ve İdil-Ural müftüsü Rızaeddin b. Fahreddin’in Carullah’ı desteklemek amacıyla kaleme aldığı Rahmet-i İlahiye Meselesi adlı risale ile birlikte Hikmet Akpur tarafından sadeleştirilerek Çıkış Yolu -Evrensel Kurtuluş- adıyla basılmıştır. (İstanbul-1991)
[2] Yeni İslam Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyesi, İstanbul-1337.
Bu eser de, biri latinize edilmiş (Bedir Yayınevi, İstanbul-1998), diğeri Carullah’ın mezkûr iki risalesi ile birlikte Ömer H. Özalp tarafından sadeleştirilmiş olarak (Pınar yayınları, İstanbul-1996) neşredilmiştir.
[3] Takiyyüddîn Ali b. Abdilkâfî es-Sübkî’nin el-İ’tibâr bi Bekâi’l-Cenneti ve’n-Nâr’ı ile “el-Emîr” diye bilinen Muhammed b. İsmail es-San’ânî’nin Ref’u’l-Estâr li İbtâli Edilleti’l-Kâilîne bi Fenâi’n-Nâr’ı bu meselede İbn Teymiyye ve İbnu’l-Kayyım’a reddiye olarak kaleme alınmış iki meşhur çalışmadır.
[4] DİA’da da belirtildiği gibi İbnu’l-Vezîr ve İsmail Hakkı İzmirli’nin de Cehennem azabının fena bulacağı görüşünü benimsediği bilinmektedir. Çağdaş araştırmacılardan Yusuf el-Karadâvî de bu isimlere eklenmelidir. el-Karadâvî’nin konu hakkındaki görüşü için aşağıdaki adrese bakılabilir: http://www.qaradawi.net/site/topics/article.asp?cu_no=2&item_no=3728&version=1&template_id=187&parent_id=18
[9] Ancak “Cehennem” maddesinin sonunda verilen bibliyografyada Mecmû’u’l-Fetâvâ’sına yapılan atıflarda belirtilen yerlerde İbn Teymiyye’nin bu doğrultuda herhangi bir ifadesi mevcut değildir. Bu atıflar, ilgili maddenin başka yerlerinde zikredilen hususlarla bağlantılı olarak yapılmış olmalıdır.
[10] IV, 305.
Mecm’u’l-Fetâvâ için bir önceki dipnotta söylenenler, mezkûr eserin bu maddenin sonundaki bibliyografyada zikredilen cilt ve sayfa numaraları için de geçerlidir.
[11] Çağdaş araştırmacılardan Ali el-Harbî, Keşfu’l-Estâr li İbtâli İddi’âi Fenâi’n-Nâr adlı çalışmasında İbn Teymiyye’nin Cehennem hayatının son bulacağı görüşünde olmadığını ve bu görüşü savunan herhangi bir eser yazmadığını, dolayısıyla bu konudaki risaleyi ona nisbet eden İbnu’l-Kayyım ve İbnu’l-Vezîr’in hatalı olduğunu söylerken, Abdülkerîm Sâlih el-Humeyd, el-Kavlu’l-Muhtâr li Beyâni Fenâi’n-Nâr’ında İbnn Teymiyye ve İbnu’l-Kayyım’ın bu görüşü benimsediğini belirterek, hem onları hem de bu görüşü savunmaya çalışmıştır.
[12] Baş tarafta “yedi” rakamı zikredildiği halde metin içinde zikredilenlerin eksik olduğu dikkat çekmektedir.
[13] Bu ifadenin anlamı, ileride er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi’l-Cenneti ve’n-Nâr’dan yapacağım alıntı ile vuzuha kavuşacaktır.
[14] İbn Teymiyye, Mecmû’u’l-Fetâvâ, XVIII, 307.
[15] İbn Teymiyye, Der’u Te’ârudi’l-Akl ve’n-Nakl, I, 406. Alıntı için bkz. el-Eş’arî, Makâlâtu’l-İslâmiyyîn, 164.
[16] İbn Hazm, Merâtibu’l-İcmâ’, 268.
[17] el-Vâbilu’s-Sayyib, 25.
[18] “Müberrid” olarak okunması hatalıdır.
[19] Silsiletu’l-Ahâdîsi’d-Da’îfe ve’l-Mevdû’a, II, 75.
[20] es-Safedî, el-Vâfî, VII, 26.
[21] er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi’l-Cenneti ve’n-Nâr ve Beyânu’l-Akvâl fî Zâlik, (Muhammed b. Abdillah es-Semherî tahkikiyle), Dâru Belensiye, Riyad-1415/1995.
[22] es-Sübkî’nin mezkûr eserini neşreden Hubeyşî’nin, bu eserin İbn Teymiyye’ye değil de İbnu’l-Kayyım’a reddiye olarak kaleme alındığını söylemesi isabetli değildir. (Bkz. el-İ’tibâr, 4-5) Zira İbnu’l-Kayyım’ın konuyla ilgili olarask kmuhtelif eserlerinde yazdıkları, İbn Teymiyye’nin ilgili risalesindeki argümanların geliştirilmesinden ibarettir.
[23] Takıyyüddîn es-Sübkî, el-İ’tibâr bi Bekâi’l-Cenneti ve’n-Nâr, (”Mülhak”), 90 vd.
[24] Dolayısıyla sadece Cennet ve Cehennem’in değil, hâdis olan bütün varlıkların bir gün fena bulacağını söylemektedir.
[25] İbnu’l-Kayyım, Şifâu’l-Alîl, 264.
[26] Hocası İbn Teymiyye.
[27] Bkz. İbn Kesîr, el-Bidâye, XIV, 127 vd.
[28] el-Kâfiyetu’ş-Şâfiye adıyla da bilinir, I, 39 vd.
[29] Cehennem azabının kâfir ve müşrikler için de sonlu olduğu görüşü.
[30] Bu rivayetlerin metin ve senetleri üzerinde detaylı olarak durulacaktır.
[31] el-Kevserî merhum (el-Hâvî, 37, dpnt.), 6/13. asır ulemasından Ebû Şucâ’/Ebu’l-Fedâil Bekbers (Baybars) b. Yalınkılıç en-Nâsırî’ye ait olan en-Nûru’l-Lâmi’ ve’l-Bürhânu’s-Sâtı’ adlı eserin el-Akîdetu’t-Tahâviyye üzerine yazılmış en meşhur şerhlerden birisi olduğunu söyler.
Bu eser üzerine kaleme alınmış diğer şerhler için bkz. el-Kevserî, el-Hâvî, a.y.; DİA, II, 260.
[32]el-Akîdetu’t-Tahâviyye, 428 vd.
[33] İsmail Muhammed el-Ensârî, Nakdu Ta’lîkâti’l-Albânî, 132 vd.
[34] Ref’u’l-Estâr, 7.
[35] Oysa Silsiletu’l-Ahâdîsi’d-Da’îfe’de (II, 71 vd.) fena-i nar görüşünü sadece İbnu’l-Kayyım’a nisbet ettiği görülmektedir.
[36] Bu ifade, İbnu’l-Kayyım’ın, yukarıda değindiğim istihaleden önceki görüşüne atıf yapmaktadır ki, el-Vâbilu’s-Sayyib’den naklen yukarıda vermiştim.
[37] İbn Teymiyye’nin bu eserini görmediği anlaşılıyor.
[38] er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi’l-Cenneti ve’n-Nâr kastediliyor.
[39] Görünen o ki, bu görüşe İbn Teymiyye’nin de iştirak ettiği noktasında el-Albânî önceleri olumsuz düşünmektedir. Tıpkı el-Akîdetu’t-Tahâviyye’nin İbn Ebi’l-İzz şerhindeki hadislerin tahricini yaptığı dönemde olduğu gibi, Silsiletu’l-Ahâdîsi’Da’îfe’nin kaleme alınış sürecinde de böyle düşündüğü anlaşılmaktadır. Ancak Ref’u’l-Estâr’a muttali olduktan sonra bu görüşü değişmiştir.
[40] Böylece İbn Teymiyye’nin yukarıda Mecmû’u’l-Fetâvâ’dan naklettiğim ifadesinin anlamı daha net olarak ortaya çıkmaktadır.
[41] Bu kelime “hukb”un çoğuludur. Tefsirlerde “hukb”un ifade ettiği zaman diliminin miktarı hakkında muhtelif rakamlar verilmiştir.
[42] İbnu’l-Kayyım Hâdi’l-Ervâh’ta bunu 6′ya çıkarmıştır.
İBN TEYMIYYE’NIN ILIM ADAMI KIMLIĞI VE GÜVENILIRLIĞI -İBN ARABI MÜDAFASI-
İhsan ŞENOCAK
Alim, “alamet” ve “alem” kelimeleri ile aynı kökten türemiştir. Alamet insanlara çöllerde yönlerini gösteren işaret, iki araziyi birbirinden ayıran gösterge; alem ise dağ ve bayrak gibi anlamlara gelir.[1] Alim, alamet/gösterge gibi insanlara yönlerini gösterir, helal ve haram sisteminin sınırlarını çizer, bayrak gibi de durulması gereken yeri işaret eder. Dağ anlamına gelen alem kelimesi teşbih yoluyla alimler için de kullanılır. Nasıl alem/dağ yeryüzünün hareket ve temayülüne engel oluyorsa ümmetin arasında ki alimler de onların sapma ve inatlarına mani olurlar.[2]
İnsanların hedeflerine ulaşabilmeleri için alemlerin ne anlam ifade ettiklerini bilmeleri gerekir. Aksi bir durum yönlerini kaybetmelerine, yakınlaştıklarını zannettikleri anda uzaklaşmalarına yol açabilir. Onlara rehberlik eden alimlerin bilinirlikleri de en az alemler kadar önemlidir. Zira Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve selem) kötü niyetli alimlerin insanları saptıracaklarını ifade etmektedir. Bu yüzden usul-ü fetva kitaplarında bir alimin fetvası ile amel etmenin şartları sayılırken kimlik bilgilerinin bilinmesi de zikredilmektedir. Nitekim adı meşhur olmasına rağmen biyografisi meçhul kalan “Molla Miskin”in fetvalarıyla amel edilmemiştir.
Alim, sözleriyle olduğu kadar ameliyle de insanlara rehberlik etmelidir. Onu filozof ya da ideologtan ayıran temel özellik söylediklerini yaşamasıdır. Kendine mübah gördüğünü başkasına mübah, kendi için helal addettiğini başkası için de helal kabul eder.
Alim, ilmi ilahi bir emanet olarak telakki eder. Batıl tevillerden uzak durur. İnsanların yanlış bilgilendirilmeleri söz konusu olduğunda azimetle amel ederek sahih bilginin tahrif edilmesine engel olur.
Alimin ilme sadık kalmasının farklı tezahürleri vardır. En belirgin olanları ise bildikleri ile amel etmesi, tahriften uzak durması, yanlış olduğuna inandığı meseleleri tashihi ve ihlal edilen bir hakkı müdafaa etmesidir.
İslam tarihinde alimler arasında akdedilen münazaralara ve karşılıklı kaleme alınan reddiyelere bakıldığında ilme sadakatin tezahürleri belirgin bir şekilde hissedilir. Onlar muhataplarının neyi, nasıl, niçin ve hangi şartlar altında söylediklerini önemsemiş ve tenkit ettikleri şahısların ifadelerini sözün söylendiği bağlamı esas alarak değerlendirmişlerdir. Farklı bir meşrebe müntesip olsa dahi muhatabının söz ya da metnini değiştirmeden nakletmeye özen göstermişlerdir.
İlim esas itibariyle “mevhibe-i rahmani” olduğundan büyük alimler basit kabul edilebilecek meseleleri bazen bilemeyebilirler. Bu durumda kitaplara sehven yanlış bilgiler derc edilmişse tenkit ve münazaralar “zuhul” ya da “sebk-ı kalem” olan bu tür ifadelerin ayıklanmasına imkan verir. Bu yüzdendir ki ilmi geleneğimiz münazaraları hakikatin ortaya çıkmasına fırsat hazırlayan sebepler olarak değerlendirmiştir.
Her asırdaki birkaç tenkit ve münazara istisna edilirse bu tür ameliyeler ilim dünyası için müsbet neticelerle sonuçlanmıştır. İstisnalara gelince, bunların bir kısmı zındıklara diğer bir kısmı ise müslüman alimlere aittir. İslam tarihinde meydana gelen fikri ya da içtimai krizlerin oluşum safhalarında etkin olarak yer alan zındıklar müslüman kimliği altında özellikle nüfuz sahibi alimlerin metinlerini tahrif etmiş sonrada onlar üzerine tekfir içerikli reddiyeler yaz(dır)mışlardır. Böyle bir usul benimsemelerinin arka planında, insanları onların adlarıyla sapıklığa sürüklemek ve sevenlerinin zihinlerinde şüpheler uyandırmak vardır. Nitekim Ahmed b. Hanbel ölüm hastalığında iken yastığının altına hileyle sapık akidevi görüşleri ihtiva eden bir metin koymuşlardır. Eğer yetişmiş talebeleri Onun sağlam akidesini bilmemiş olsalardı yastık altında buldukları metinle pekala yanlış bir yol benimseyip günaha saplanabilirlerdi. Aynı şekilde Mecduddin Fîruzâbâdi adına Ebu Hanife’yi ret ve tekfir eden bir kitap uydurup Ebu Bekir el-Hayyad’a sunmuşlardır. Eseri mutalaa eden el-Hayyad Şeyh Mecduddin Fîruzâbâdi’yi yeren bir açıklama kaleme alıp Ona göndermiştir. Fîruzâbâdi, el-Hayyad’a şunları söylemiştir: “Eğer bu kitap seni günaha sürükleyecekse hiç bekleme onu yak. Zira o düşmanlara ait olan bir iftiradır. Ben Ebu Hanife’nin büyüklüğünü takdir edenlerden biri olduğum gibi O’nu anlatan bir ciltlik eser de telif ettim.” Zındıklar İmam Gazali’nin “İhya”sına da bazı meseleler eklemişlerdir. Bu yüzdendir ki Kadı Iyaz elde ettiği bir İhya nüshasının yakılmasını emretmiştir. İmam Şa’rani “el-Bahru’l-Mevrud” adlı kitabının benzer bir kaderi paylaştığını söylemektedir.[3]
Zındıklar tarafından eserleri üzerinde en fazla tahrifat yapılan müelliflerin başında İbn Arabi gelmektedir. Fütuhat-ı Mekkiyye ve Fususu’l-Hikem başta olmak üzere bir çok eserine zındıklar tarafından ilaveler yapılmıştır. Konu ile alakalı İmam Şa’rani şöyle bir hadise nakletmektedir. Yahya b. Muhammed el-Mağribi ile karşılaşınca Ona “Fütuhat”taki Ehl-i Sünnet akidesine uymayan bazı konuları sordum. El-Mağribi İbn Arabi’nin Konya’da kendi el yazısı ile kaleme aldığı metinle karşılaştırdığı bir nüshayı çıkardı; Fütuhat’ı ihtisar ederken gördüğüm ve tereddüt edip metinden çıkardığım yanlış fikirlerin hiç birisi el-Mağribi’nin nüshasında yoktu.[4]
İbn Arabi üzerine yapılan tenkitlerin bir çoğu ya tahkik edilmeyen bu tür nüshalar esas alınarak kaleme alınmış ya da tasavvuf karşıtlarının hezeyanları doğrultusunda telif edilmiştir. Her iki usul de alim kelimesini gerçek anlam örgüsünden uzaklaştırmaktadır.
Bu makalede bir çok muasır alim tarafından “imam” kabul edilen ve mezhepler arası icmaya aykırı konularda görüşleri tercih edilen İbn Teymiyye’nin, İbn Arabi tenkidinde benimsediği yaklaşımı ve “alim” kelimesine liyakat derecesini tahlil edeceğiz. Makale İbn Teymiyye’nin İbn Arabi’yi tenkit ederken en fazla tekrar ettiği üç konu üzerinde yoğunlaşacaktır.
Hatemü’l-evliya
İddia
İbn Teymiyye eserlerinde hatemü’l-evliya (velilerin sonuncusu)-hatemü’l-enbiya (nebilerin sonuncusu) bahsini işlerken şunları söylemektedir: Hatalı bir topluluk son nebinin diğer bütün nebilerden daha üstün olduğuna bakarak son velinin de bütün velilerden üstün olduğunu iddia etmektedir. İslam’ın erken asırlarında kullanılmayan “son veli” kavramı ilk defa Muhammed b. Ali el-Hakim et-Tirmizi tarafından telaffuz edilmiştir. Daha sonra bir gurup sufi Allah Teala’yı bilme noktasında son velinin son peygamberden daha üstün olduğunu iddia etmiştir. Şeriat’a, akla, bütün nebi ve velilere muhalefet eden bu iddiayı İbn Arabi “Fütuhat” ve “Fusus”ta savunmuştur.[5]
Bu anlayışı benimseyen insanların küfrü, Yahudi ve Hristiyanların hatta Arap müşriklerin küfründen daha ileri derecedir.[6]
Gerçek
“Hatemü’l-evliya”yı “hatemü’l-enbiya”dan daha üstün görmekle itham edilen İbn Arabi, atıfta bulunulan eseri Fütuhat’ta nebi ve veli kavramları ile alakalı şunları söylemektedir: Allah Teala her cinsten bir çeşidi, her çeşitten de bir şahsı seçmiştir. Buna göre insanlar arasından müminleri, müminlerden evliyaları, evliyalardan enbiyaları, enbiyalardan da resulleri seçmiş sonrada onların bir kısmını diğerlerinden daha üstün kılmıştır.[7]
İbn Arabi’ye ait olan bu ifadeler açıkça Peygamberlerin velilerden üstün olduklarını belirtmektedir.
İbn Arabi velilerin yetersiz, peygamberlerin ise kamil insanlar olduklarını anlatırken şöyle demektedir: “Sufiler haber verdikleri makam ve halleri bizzat yaşamayı şart koşarlar. Bu noktada ne bizim, ne dışımızdakilerin, ne de peygamber olmayan kişilerin bir tecrübesi vardır. Ulaşmadığımız bir makam ya da tecrübe etmediğimiz bir hal hakkında ne ben ne de benim dışımda Allah Teala’nın kendilerine şeriat verdiği peygamberlerden başka birisi konuşabilir. Bu hususta konuşmak haramdır.[8]
Fütuhat’ın ilgili bölümlerinde sürekli peygamberlerin üstünlüklerine vurgu yapan İbn Arabi bir başka yerde şöyle der: “Bir gün, içerisinde sufilerin de yer aldığı bir mecliste hazır bulundum. Birbirlerine ‘Musa –aleyhisselam- hangi makamda Rabbini görmeyi istemişti.’ diye soruyorlardı. Birisi şevk makamında iken görmeyi istediğini söyledi. Onların bu tür konuşmaları üzerine şöyle dedim: ‘Böyle yapmayın! Yolun aslı şudur; velilerin ulaştıkları en son nokta nebilerin başlangıç noktalarıdır. Veli, şeriat sahibi peygamberlerin hallerinden hiç birisini yaşamamıştır. Bu yüzden biz ancak yaşadıklarımızı anlatabiliriz. Resul ve nebi değiliz dolayısıyla Musa aleyhisselamın hangi makamda iken Allah Teala’yı görmek istediğini bilemeyiz.’”[9]
İbn Arabi, İbn Teymiyye tarafından atıfta bulunulan eseri Fütuhat’ta peygamberlerin insanlık aleminin en üstün varlıkları olduklarını, velayet makamının en son basamağının nübüvvet makamına başlangıç olabileceğini, yalnız peygamberlere malum olacak konularda velilerin sükut etmeleri gerektiğini söylemektedir. Bu durumda İbn Teymiyye’ye ait olan “İbn Arabi son velinin son peygamberden üstün olduğunu söylemektedir.” İddiası iftira olmaktan öte hiçbir anlam ifade etmemektedir.
Övgü-Tenkit
İddia
İbn Teymiyye bir kısım insanlara şeytan ve cinlerin geldiklerini, onların ise bu gelenleri melek zannedip sözlerine itibar ettiklerini söylemektedir. Bu tür insanlara ulaşan bilginin kaynak değeri ile alakalı şu ayeti delil olarak kullanır: “Şeytanlar kendi dostlarına sizinle mücadele etmeleri için mutlaka fısıldarlar.”[10]
İbn Teymiyye, İbn Arabi’nin şeytanın kendisine fısıldadığı ruhlardan olduğunu bu yüzden peygamberlere muhalefet ettiğini iddia etmektedir. Fütuhat ve Fusus başta olmak üzere İbn Arabi’nin bütün eserlerini ilhadi görüşlerin mahşeri olarak niteleyen İbn Teymiyye iddiasını şu ifadelerle teyit etmeye çalışır: “İbn Arabi, Nuh ve Hud aleyhimasselamın kavimleri ile Firavun ve diğer kafirleri övmekte[11] buna mukabil Nuh, İbrahim, Musa, Harun ve diğer rasullere ise isyan etmektedir. Yine Cüneyd b. Muhammed, Sehl b. Abdillah et-Tüsteri gibi müslümanlar arasında saygınlıkları ile bilinen meşayıhı yermekte, Hallac gibi yerilenleri övmektedir.[12]
İbn Teymiyye, İbn Arabi’nin gerçekte peygamberlik iddiasında bulunmak istediğini fakat bunun imkansız olduğunu fark edince son veli olarak ortaya çıktığını iddia etmektedir. Ona göre İbn Arabi, son velinin Allah Teala’yı bilme noktasında son nebiden daha üstün olduğunu savunmaktadır. Çünkü son veli bilgiyi peygambere vahiy getiren meleğin aldığı yerden almaktadır.[13]
Gerçek
İbn Arabi’nin eserlerine bakıldığında söz konusu iddiaların tam aksini söylediği görülmektedir:
İbn Teymiyye İbn Arabi’ye gelen ilhamları şeytanın dostlarına yaptığı fısıldamalara benzetmektedir. Gerçekte ise ilham kalpte oluşan ve kişiyi amel etmeye sevkeden bir çeşit bilgidir. İlhamın meşruiyeti ise Kur’an ve Sünnet’le sabittir. Buna rağmen İbn Teymiyye bir müslümanın kalbinde oluşan bilgiyi tereddütsüz şeytanın ilkasıyla eşdeğer görmektedir. Bu bakış açısının temelinde bütünüyle “ilham” realitesini reddetmek varsa meşruiyeti Kur’an-ı Kerim’le sabit olan bir olguyu inkar etmek imani açıdan ciddi bir problemdir.
İbn Arabi’nin Firavun ve benzeri kafirleri övdüğü iddiası gerçeklere aykırıdır. Zira O el-Fütuhat’ın 62. babında Fravun’un akibetiyle alakalı şöyle demektedir: “Fravun ebediyen cehennemde kalacak ateş ehlindendir.” İbn Arabi’nin el-Fütuhat’ı vefatından üç yıl önce kaleme aldığı yani son eserlerinden olduğu düşünüldüğünde[14] Onun, hayatının ilk yıllarında olduğu gibi son dönemlerinde de Firavun’un kafir olarak öldüğünü ikrar ettiği kesinleşmiş olur.
İbn Arabi’nin peygamberleri tenkit ettiği ifadesinin de doğruluk payı yoktur. Zira İbn Teymiyye’nin atıfta bulunduğu el-Fütuhat’ta İbn Arabi Resulleri övmekte, onları anarken saygılı bir dil kullanmayı tenbih etmektedir: “Vaizler Allah Teala’dan korkmalı, ondan haya etmeli ve ne söylediğini bilmelidirler. Vaazda felaketlerden uzak durmalıdırlar. Melekler, peygamberlerle alakalı kıssaları bildiklerinden Allah Teala ve onlar hakkında uygunsuz ifadeler işitince rahatsız olurlar. Nitekim Allah Resulü sallallahu aleyhi ve selem, bir kul yalan konuştuğunda meleğin gelen pis kokudan dolayı o kişiden otuz mil kadar uzaklaştığını haber vermektedir.
Meclisinde meleklerin hazır bulunduğunu bilen vaiz, doğru bilgiyi araştırmalı ve Allah Teala’nın övgüsüne nail olan peygamberler hakkında tarihçilerinin Yahudilerden naklettikleri meselelere iltifat etmemelidir. Müfessirler şöyle-böyle dedi diyerek de bu ifadeleri Kur’an-ı Kerim’in tefsirinde kullanmamalıdır.
Hz. Yusuf ve Davud’un kıssalarını tefsir ederken “Allah’ın eli bağlıdır.”[15] diyerek Cenab-ı Hakk’a iftira eden Yahudilerden yapılan asılsız rivayetleri ve Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem hakkındaki fasit tevilleri tercih etmemelidir. Şayet meclisinde bu tür ifadeleri söylerse melekler ondan nefret eder ve uzaklaşırlar.
Yahudilerin peygamberler hakkındaki iftiralarını tekrar eden kişileri cehalet istila ettiğinden Allah Teala’nın değil de Yahudilerin sözlerini nakletmektedirler. Vaizler her şeyden önce peygamberlerin saygınlığını korumalı ve Allah Teala’ya iftirada bulunmaktan haya etmelidirler.[16]
Yukarıdaki satırlar İbn Arabi’nin peygamberlerin hukukuna ne derece önem verdiğini gözler önüne sermektedir. Onun ifadeleri İbn Teymiyye’nin iddialarından hem lafız hem de mana olarak uzaktır. Bu durumda Onu Firavun’u öven buna mukabil peygamberleri yeren bir müellif olarak takdim etmek apaçık gerçekleri tahrif etmektir.
Müslümanlar katında saygın bir yere sahip olan Cüneyd ve Sehl b. Abdillah et-Tüsteri gibi selef alimlerini yerdiği iddiasına gelince bu da doğru değildir. Zira İbn Arabi’nin eserleri bunun zıddı beyanlarla doludur. O, bu iki zatın adının geçtiği her yerde onları övmektedir. Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellemin hallerini ve ilminde mevcut olan sırları muhafaza eden alimleri anlatırken Ali b. Ebi Talib, İbn Abbas, Selman gibi sahabilerden sonra Şeyban-ı er-Rai gibi mutasavvıfları sayar ardından da Cüneyd ve et-Tüsteri’nin adını zikreder. İbn Arabi’ye göre Cüneyd ve et-Tüsteri, sahabe kuşağında Hz. Ali ve İbn Abbas gibi alim sahabilerle temsil edilen Allah Resulü’nün halini koruma, ledünni ilme ve ilahi sırra muhatap olma özelliğini devam ettiren büyük şahsiyetlerdendir.[17]
İbn Arabi, Cüneyd ve et-Tüsteri’yi Hz. Ali gibi büyük sahabilerin takipçileri olarak görür. Bu, bir müslüman için büyük bir övgüdür. İbn Arabi telif ettiği diğer eserlerinde de Cüneyd ve et-Tüsteri’nin adını hep hayırla yad eder.
Hallac-ı Mansur (v. 309/922) meselesine gelince, İbn Arabi, İbn Teymiyye’nin iddia ettiği gibi Onu övmemiştir. Bilakis Hallac hakkında tevakkufta bulunmuş, durumunu Allah Teala’ya havale etmiştir. Ayrıca Onun ilmi meselelerde sözü delil kabul edilecek birisi olmadığını da söylemiştir.[18] Bu yaklaşımda ne övgü ne de eleştiri vardır. Kaldı ki Hallac kendi devrinden sonra gelen bir çok alim tarafından müdafaa edilmiş Gazali, Razi, Kemalpaşazade gibi muhakkık alimler Onun masum olduğunu belirtmişlerdir.
Vahdet-i Vucud
İddia
İbn Teymiyye’nin İbn Arabi’yi tenkit ederken adeta bir slogan gibi sürekli tekrar ettiği bir konu var ki o da, vahdet-i vucut meselesidir. Israrla İbn Arabi’nin “sonradan olan bir şeyin mevcudiyetinin Allah Tela’nın varlığının aynısı olduğunu”[19] söylediğini iddia etmektedir. İbn Arabi düşüncesini benimseyen Müslümanları, “sapık olmalarına rağmen” Mutezile müntesiplerinden daha hayırsız gören İbn Teymiyye onları “Kur’an’ı Kerim’i şirk kendi sözlerini ise tevhit”[20] kabul eden mülhitler olarak niteler.
İbn Teymiyye “Mecmuu’l-Fetava” başta olmak üzere hemen her eserinde İbn Arabi’nin Allah Teala’yı mevcudatın aynısı kabul ettiği ve ondan başka varlık tanımadığını iddia etmektedir.
İbn Arabi’ye isnat ettiği “Ondan başka varlık yoktur.” görüşünü açıklarken şunları söyler. O, bu ifadeyi Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem’in “sözlerin en doğrusu şair Lebid b. Rebia’nın ‘Dikkat edin Allah Teala’dan başka her şey batıldır/yok olacaktır.” şiirinde ve “Onun zatından başka her şey yok olacaktır.”[21] ayetinde olduğu gibi eşyanın varlık ve idaresinin Allah Teala’nın emriyle olduğu anlamında kullanmamıştır. Eğer İbn Arabi ve müntesipleri bu manayı kasdetmiş olsalardı bu doğru bir anlama (eş-şuhudu’s-sahih) olurdu. Fakat onlar Allah Teala’nın mevcudatın aynısı olduğunu iddia etmektedirler. Bu ise küfürdür.[22]
Gerçek
İbn Teymiyye’nin İbn Arabi hakkında söylediği ifadeler hata ve intihallerle doludur. Nitekim İbn Arabi kendisine isnat edilen “sonradan olan bir şeyin mevcudiyetinin Allah Tela’nın varlığının aynısı olduğu” iddiasının tam aksini söylemektedir: “Alem’in Allah Teala’nın dışındaki şeylerden ibaret olduğunu” bildiren İbn Arabi, varlıklara ait hakikatlerin değişmesinin de imkansız olduğuna vurguda bulunur. Buna göre “kul, kul, Rabb, Rabb, Hakk, Hakk, yaratılmış da yaratılmış olarak kalır.”[23] Yani insanın Allah Teala ile birleşmesi ya da beşeriyetten uluhiyete dönüşmesi imkansızdır.
Yine Fütuhat’ta “hiçbir surette yaratılmışla yaratıcının birleşemeyeceğini, kulun kul Rabb’ın da Rabb olarak kalacağını” belirtmektedir.[24]
Burada ilginç olan bir başka husus İbn Teymiyye’nin İbn Arabi’de olduğunu iddia ettiği düşünceyi çürütürken kullandığı delillerin tamamının İbn Arabi’ye ait olmasıdır. O sadece İbn Arabi’ye ait olan metinde geçen ayet ve hadisin yerini değiştirmiştir. Konuyla alakalı İbn Arabi’nin metni şu şekildedir:
“Âlem, Allah Teala dışındaki şeylerden ibarettir. Var olsun ya da olmasın varlığı mümkün olan her şey, tabiatı itibariyle vacibu’l-vucut olan Allah Teala’yı bilmenin alametidir. Zira âlemin hakikati onun yok olacak bir araz olduğunu göstermektedir. Nitekim “Onun zatından başka her şey yok olacaktır.”[25] ayeti ile Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem’in “Arabın söylediği en doğru şiir şair Lebid’in ‘Dikkat edin Allah Teala’dan başka her şey batıldır.” hadisi de âlemin yok olacağı gerçeğini belirtmektedir.”[26]
İbn Teymiyye İbn Arabi’nin metnindeki ayet ve hadisin yerini değiştirmek bir de vakıayı “eş-şuhudu’s-sahih” olarak isimlendirmekten başka bir şey yapmamıştır. Bu durum açıkça göstermektedir ki İbn Teymiyye İbn Arabi’nin konuyla alakalı metnini okumuş, Onun ifadelerini kendine mal ederek Ona söylemediği hezeyanları isnat etmiştir.
Sonuç
İbn Teymiyye’nin akide açısından problemli gördüğü ve bu yüzden orantısız bir şekilde tenkit ve tekfir ettiği İbn Arabi’nin metinleri ile Onun iddiaları arasında yaptığımız bu küçük mukayese göstermektedir ki İbn Teymiyye’nin tenkitleri gerçeği yansıtmamaktadır. Bu durumda üç ihtimal ortaya çıkmaktadır; ya İbn Teymiyye okuduğunu anlayamamakta ya İbn Arabi düşmanlarının iftiralarını tahkik etmeden alıp-kullanmakta ya da Onun eserlerini okumasına rağmen ifadelerini çarpıtmaktadır.
Bu üç ihtimalden sadece birisinin gerçek kabul edilmesi dahi, İbn Teymiyye’nin ilim adamı kimliğini yaralamakta ve güvenilirliğini ortadan kaldırmaktadır.
İhtimaller tek tek tahlil edildiğinde şunlar söylenebilir: İbn Teymiyye’nin yetiştiği ortama ve verdiği eserlere bakıldığında okuduğunu anlamamasını farz etmek düşük bir ihtimaldir. İbn Arabi’nin eserlerini tahkik etmeden tenkit etmesine gelince, Şeyh-i Ekber’den her söz edişinde yukarıda tahlil edilen üç ana konuyu aynı ifadelerle sloganvari tekrar etmesi bu ihtimali güçlendirmektedir. Okuduğu metinleri önce tahrif edip sonra muharref hallerini tenkit etmesine gelince bu, ihtimalden öte bir realitedir. Çünkü İbn Teymiyye “mülhit” olarak markaladığı insanları maşer-i vicdanda mahkum edebilmek için her türlü yolu kullanmayı –adeta- meşru kabul etmektedir. İbn Arabi metinlerini tahrif edip sonra tenkit etmesinde bu kabulün etkisi inkar edilemez.
Benimsediği usul ve hadiselere yaklaşım tarzı itibariyle bakıldığında İbn Teymiyye’nin seleficiliği ile ulemanın usul ve üslubu arasında tevhit kabul etmez farklar vardır. Bu durumda Onun için insanlara doğru bilgiyi aktaran bir bilgi kaynağı, sapmalarına mani olan bir yol gösterici gibi anlamlara gelen alim ünvanını kullanmak güç bir hal almaktadır. Zira O doğrudan ziyade yanlış bilgiye kaynaklık yapmaktadır.
İbn Teymiyye ile başlayan anlayışın müntesipleri, geçtiğimiz yüzyılda “hareket” çapında temsil imkanına ulaşmış, günümüzde ise Sünnet ve Cemaat akidesine sahip alimleri şirk ve küfürle itham eder bir işleve kavuşmuşlardır. Yeni selefiler olarak adlandırılabilecek bu grup İbn Teymiyye gibi tahkik edilmeyen bilgilerle kendileri dışındaki her alimi bidat, şirk ve küfürle itham etmektedir.
“Ehl-i Sünnet” akidesine sahip alimleri “ehl-i zeyğ” olarak tanıtan grup, insanların doğru bilginin kaynağına ulaşmalarına engel olmaktadır. Günümüz akademisyenlerinin zihinlerinde oluşan istifhamların önemli bir bölümü söz konusu grubun bilgi tahrifatı ile yakından ilişkilidir.
Modern dünyada yeni bir İslami Duruş belirleme gayreti içerisinde olan selefi ve modernistlerin İbn Teymiyye’yi müslümanlar için yol gösterici addetmeleri ya da İslam toplumunun yüzyüze olduğu çağdaş sorunların giderilmesinde referans kabul etmeleri, çözüm bekleyen sorunlara yenilerini eklemekten başka bir anlam ifade etmeyecektir.
Her şeyin en doğrusunu Allah Teala bilir.
Dipnotlar:
[1] Muhibbuddin Seyyid Muhammed Murtaza ez-Zebidi, Tacu’l-Arus min Cevahiri’l-Kamus, Beyrut, 1994, XVII, 498.
[2] Bedruddin el-Ayni, el-Binaye Şerhu’l-Hidaye, Beyrut, 2000, I, 113.
[3] Abdulvahhab b. Ahmed eş-Şa’rani, el-Yavakıt ve’l-Cevahir, Beyrut, 2003, s. 16.
[4] Bkz. eş-Şa’rani, a.g.e., s. 16; eş-Şa’rani Fütuhat’ı, “Levakıhu’l-Envari’l-Kudsiyye” ve “el-Kibritu’l-Ahmer” adlarını taşıyan iki ayrı kitapta ihtisar etmiştir.
[5] Ebu’l-Abbas Takıyyüddin Ahmed b. Abdilhakim İbn Teymiyye, el-Furkan beyne Evliyai’r-Rahman ve Evliyai’ş-Şeytan, Beyrut, 2003, s. 102
[6] İbn Teymiyye, el-Furkan, s. 107.
[7] Ebu Bekir Muhyiddin Muhammed İbn Arabi, el-Fütuhatü’l-Mekkiyye, Beyrut, ty., I, 465.
[8] İbn Arabi, a.g.e., II, 24.
[9] İbn Arabi, a.g.e., II, 51.
[10] Kur’an, En’am(6): 121
[11] Bkz. İbn Teymiyye, Kitabu’r-Redd ala’l-Mantıkıyyin, Beyrut, 2005, s. 226.
[12] İbn Teymiyye, el-Furkan, 120-121.
[13] İbn Teymiyye, Kitabu’r-Redd, s. 347.
[14] Şa’rani, el-Yevakit, s. 25.
[15] Kur’an, Maide(5): 64.
[16] İbn Arabi, a.g.e., II, 256.
[17] İbn Arabi, a.g.e., I, 151.
[18] İbn Arabi, a.g.e., IV, 328.
[19] İbn Teymiyye, el-Furkan, 122.
[20] İbn Teymiyye, el-Furkan, 123.
[21] Kur’an, Kasas(28): 88.
[22] İbn Teymiyye, Mecmu’u’l-Fetava, Beyrut, ty., X, 342.
[23] İbn Arabi, a.g.e., II, 371.
[24] İbn Arabi, a.g.e., III, 377.
[25] Kur’an, Kasas(28): 88.
[26] İbn Arabi, a.g.e., III, 443.
KASÎDE-I NÛNIYYE, ES-SEYFÜ’S-SAKÎL VE TEKMILESI IŞIĞINDA İBN-I TEYMIYYE
Hüseyin Avni KANSIZOĞLU
34Bundan sonra….,
Bu makalede inşâellah, İmâm Takıyyüddîn es-Sübkî’nin, İbn-Kayyim el-Cevziyye’nin yazdığı Kasîde-i Nûniyye’ye reddiye/cevâb olarak kaleme aldığı es-Seyfü’s-Sakîl isimli eserini tanımaya çalışacağız. Yazımız bir mukaddime, beş fasıl ve bir hâtime/netîce çerçevesinde olacaktır.
Mukaddime, İbn-i Teymiyye’yi tanıtma sadedinde ve neden İbn-i Kayyim ve Nûniyye’sini ele aldığımız ile alakalı olacaktır. Birinci fasıl, İbn-i Teymiyye, ikinci fasıl, İbn-i Kayyim ve Nûniyye’si, üçüncü fasıl, İmam Sübki ve es-ٍٍٍِSeyfü’s-Sakîl’i, dördüncü fasıl, İmam Kevserî ve es-Seyfu’s-Sakîl’e yazdığı Tekmile, beşinci fasıl, Kasîde-i Nûniyye, Es-Seyfü’s- Sakîl ve es-Seyfu’s-Sakîl Tekmile’sindeki bahislerden bir takımı, hâtime de ise, İslâmî meselelerdeki tefrit ve gevşeklik ile, insafı yok eden ifrat arasındaki i’tidâl ve istikâmetin ancak, îman gayreti, din asabiyyeti, üstün himmet, akıl, idrak, firâset, muhakkıklık, ve mudekkıklik ile kazanılacağı, hakkındadır.
Asıl maksadımız, kitabın son derece mühim ve hassas olan bahislerinden bir kısmını sergilemek olduğundan, ilk dört fasılda çok kısa atıflarda bulunmakla yetineceğiz.
Kasîde-i Nûniyye’nin, tam ismi “El-Kâfiye ve’ş-Şâfiye Lî’ntisâri’l-Firkati’n-Nâciyeh”dir. Bu, İbn-i Kayyım el-Cevziyye’ye âit akîdeye dair yazılan bir kitaptır. “Es-Seyfü’s-Sakîl”, İmam Sübkî tarafından sözü geçen Kasîde-i Nûniyye’ye karşı yazılan bir reddiyedir. “Tekmile” de, İmam Zâhid-i Kevserî tarafından Es-Seyfü’s-Sakîl üzerine yazılan bir eserdir.
MUKADDİME
Neden İbn-i Kayyim ve Kasîde-i Nûniyye’si ?
İbn-i Teymiyye’yi anlatma sadedinde neden İbn-i Kayyim ve Nûniyyesini ele aldık?
İbn-i Kayyım’ın, eserlerinin en büyük kısmı, İbn-i Kesîr’in de ifâde ettiği gibi, Şeyhinin, yani İbn-i Teymiyye’nin sözünden alınmadır. (İbn-i Kayyim) o sözlerde tasarruflarda bulunur. O’nun bu hususta güçlü bir melekesi vardır. Şeyhinin tek kaldığı meselelerde hep dendene yapar/gürültü çıkarır, o görüşlere yardım eder, onlara delil bulur…[1]
İbn-i Kesîr de, İbn-i Teymiyye’nin talebelerindendir. Bu sebeple onun şu şehâdeti mühimdir.
İbn-i Hacer, Ed-Dürerül-Kâmine’de şöyle der: İbn-i Teymiyye sevgisi ona galip geldi. O kadar ki, görüşlerinin hiç birinin dışına çıkmazdı. Aksine hepsinde ona yardımcı olurdu. İbn-i Teymiyye’nin kitablarını tehzîb eden, ilmini yayan başkası değil, İbn-i Kayyim’dır.[2]
İbn-i Teymiyye ile İbn-i Kayyım’in eserlerini okuyan her ilim sahibi bunu kâbul eder. Dolayısıyla, denilebilir ki, İbn-i Kayyim’ın eserleri, İbn-i Teymiyye’nin eserlerinin tehzibi, ayıklanması, şerhi, îzâhı ve delillendirilmesini ihtiva eden geniş bir mecmuadır. Akîde ve fıkıhtaki şâz görüşlerinden hiç birisinde ona muhalefet edemeyecek derecede onu taklîd etmekten geri kalmayan kör bir taklitçi, “ona gölgesinden daha çok tâbi olan” sadık bir havârîdir. Bu yüzden “İbn-i Teymiyye’yi anlamak, İbn-i Kayyım’i tanımaktan geçer” veya “İbn-i Kayyım bilinmeden, tanınmadan, İbn-i Teymiyye yeterince anlaşılamaz” dense yeridir.
İbn-i Kayyim’in bilhassa akîde tarafını en açık bir şekilde sergileyen eseri ise, O’nun Kasîde-i Nûniyye’sidir. İşte bu yüzden Kasîde-i Nûniyye’nin ilmî bir mercekle tedkîk, tahkîk ve tahlîl edilmesi îcâb eder. Böylece, İbn-i Teymiyye’nin tanınmasına mühim bir katkı hasıl olacaktır. Bu da, bizce en kâmil manada, -Allahu a’lem- ancak Es-Seyfu’s-Sakîl ve Tekmile’si ışığında olabilir.
BİRİNCİ FASIL
İbn-i Teymiyye Kimdir?
İsmi, Ahmed b. Abdü’l-Halîm İbn-i Abdillâh b. Ebi’l Kâsım ibn-i Hadır en-Nemîrî el-Harrânî ed-Dimeşkî el-Hanbelî, Takiyyüddîn ibnü Teymiyye’dir. Harrân’da[3] doğdu (661 H.) Babası onu Dimeşk’e götürdü. Orada yerleşti ve meşhur oldu. Verdiği bir fetvadan dolayı Mısır’a çağrıldı. Oraya gitti… Orada bir müddet hapse atıldı. Sonra, İskenderiyye’ye nakledildi. Sonra, serbest bırakıldı ve 712’de Dimeşk’e gitti. 720 tarihinde orada tutuklandı. 728 senesinde, Dimeşk kalesinde tutuklu iken öldü.
İbn-i Teymiyye, Felsefe ve Mantık ilimlerinde araştırması çok olan birisiydi. Lisânı fasîh idi. Yirmi yaşına varmadan ders okuttu ve fetva verdi. Eserleri çoktur.
Hâsılı O, yedinci asır Hanbelî fıkıh ve hadîs âlimlerinden, şâz görüşleri bol olan birisidir. Şâzlarının bol oluşunun da, değişik sebebleri vardır. Bunlar, akîde, fıkıh ve üslûb olmak üzere üç tanedir.
Mîzâc ve ahlâkı çerçevesinde doğan ve gelişen üslûbuyla, olması îcâb eden veya olabilecekten daha fazla bir cesâret, hiç olmaması lâzım gelen tepeden bakma, boyundan büyük olan nice büyüklere karşı, akıl almaz bir saldırganlık, acelecilik, muğalata ve benzeri sebeblerden doğan bıktırıcı tekrarlar, çekilmez tenâkuzlar sergilemiştir. Tenâkuz ve tekrarları çizildiği takdirde yazdıklarının neredeyse dörtte biri bile kalmayacaktır. Kitablarını aklı havada bir kara sevdalı edasıyla değil de, bir ilim adamı ciddiyeti ile okuyacak olan her kes bu hakikati görebilecektir. “İktizâ”sı, “Kâidetün Celîle”si, “Furkan”ı, “Ubûdiyye”si, Akîdeye dâir kitabları, Fetâvâ’sının akîdeyle alakalı kısımları, birindeki cümleleri diğerinde biraz değiştirilen, zaman zaman da hiç değiştirilmeden aynen tekrarlanan sözlerden meydana gelen cinsindendir.
Yerine göre zâhiri, yerine göre filozof, yerine göre de Ehl-i Sünnet vasfıyla temâyüz etmiştir. Ne zaman ve nerede hangi cepheden olması lâzım geldiğini buna kanaat getirdiyse, o tâifenin düşünce ve müdafaalarıyla karşı tarafa saldırmış ve esasen başkalarına âid olan malzemeleri kendine mâlederek, onların kendi tahkiki olduğu zannını uyandırmıştır.
Yerine göre Ehl-i Sünnet olup Ehl-i Bidata karşı, zaman zaman Ehl-i Bid’at fikrinden yana olup Ehl-i Sünnete karşı, bazen de felsefecilerden yana olup diğerlerine karşı amansız bir muharebe vermiş ve nihayet ilim adamlığını, muztarib mütefekkirliği (!) içinde kurban etmiştir.
Bütün bunlar, ele alacağımız meselelerde yeterince açıklık kazanacağı için, söylediklerimizi burada delillendirmeye lüzum görmedik.
Bu makalemizde sözü edilen şahsın “akîde” tarafını en açık ve çıplak bir biçimde ortaya koyan bir kitabı ele alacağız; Kasîde-i Nûniyye…
İKİNCİ FASIL
İbnü’l-Kayyim Ve Nûniyye’si
İbn-i Kayyîm ve Kasîde-i Nûniyye’si ile alakalı faslı inşâellah sekiz “bahis”te ele alacağız…
Birinci Bahis
İbn-i Kayyîm’ın Hâl Tercemesi
İbn-i Kayyim Muhammed b. Ebi Bekr b. Eyyüb b. Saîd ez-Zer’î, sonra Dimeşkî, Şemsüddîn Ebû Abdillâh b. Kayyim el-Cevziyye (d: 691, ö:751) [4]
Zehebî, “el-Mu’cemu’l-Muhtass”ta İbn-i Kayyim hakkında şöyle demektedir: Hadis ve bir takım Hadis ricâli ilmiyle meşgul oldu. Fıkıhla da meşgul olur ve takririni iyi yapardı. Nahivle meşgul olur, onu öğretirdi. İki asılda da meşgul olurdu. Halîl (İbrahim) aleyhisselâm’ın kabrini ziyaret etmek için yolculuk yapmaya karşı olan inkarı yüzünden bir müddet hapsedildi. Sonra ilimle meşgul olmak için meclisin baş köşesine oturdu ve ilmi yaydı. Lâkin O, görüşünü beğenen, her meselede çok cüretli olan biridir.
İbn-i Hacer, ed-Dürerü’l-Kâmine’de şöyle demektedir: O’na, İbn-i Teymiyye sevgisi gâlip geldi. O kadar ki, O’nun sözlerinin (görüş ve fetvâlarının) hiç birinden dışarı çıkmaz, hatta bunların tamamında ona yardımcı olurdu. İbn-i Teymiyye’nin kitablarını tehzîb eden (ayıklayan) ve ilmini yayan O’dur. Zelîl hâle düşürüldükten, kuru hurma dalı ile ona vurularak deve üzerinde dolandırıldıktan sonra İbn-i Teymiyye ile beraber tutuklandı. İbn-i Teymiyye ölünce tutukluluktan kurtarıldı. İbn-i Teymiyye’nin fetvâları sebebiyle bir başka defa da imtihan geçirdi. Asrın(ın) âlimleri aleyhinde konuşur, onlar da onun aleyhinde konuşurdu.[5]
İmâm Kevserî meâlen ve hulâsa olarak şöyle diyor: İbn-i Kayyim yaşarken de öldükten sonra da, Şeyhini bütün şâz/doğru olana muhâlif görüşlerinde ta’kib ediyor, ona uyuyor, onu hak ve batılda kör bir taklîd ile taklîd ediyordu. Her ne kadar kendini (iddialarına) delîl getiriyor gibi gösterse de, bu “yapmacık deliller ileri sürme”si, Şeyhinin dediklerini, şazlarını tekrarlamaktan başka bir şey değildi. Bütün işi, karıştırmak, hile yapmak ve şu sapık düşünceleri müdâfâadan ibaretti. O kadar ki, ömrünü Şeyhinin yalnız kaldığı düşünceler etrafında gürültü çıkarmakla tüketti… Her ne kadar mantıkçı ve felsefecilerin görüşlerini bol bol aktarsa da, aklî ilimlerden nasibi yoktu. Düşüşünün ve çelişkisinin nerelere vardığı, “ Şifâu’l-Alîl”ini ve “Nûniyye”sini okuyana açıkça gözükecektir. “Hâlik”[6] ravileri methetmesi de, ricâl ilminin olmadığının delillerindendir. Ne Hüseynî, ne İbn-i Fehd ve ne de Süyûtî “Tabakatü’l-Huffâz”a yazdıkları Zeyl’ler’de O’nu “(hadis) hafızlar(ı)” arasında saymadılar. “Zâdü’l-Meâd” ve başka kitaplarındaki, okuyanların hoşuna giden “hadisle alakalı bahisler”, yanında bulunan, hadis âlimlerine âit kıymetli eserlerden araklamadır, kesilip alınmadır. Kutbuddîn el-Halebî’nin “El-Mevridü’l-Henî Siyerü Abdi’l-Ğenî”si ve benzeri eserleri gibi. İbn-i Hazm’ın “el-Muhallâ”sı ve “el-İhkâm”ı, İbn-i Abdi’l-Berr’in “et-Temhîd”i olmasaydı, “İ’lamü’l-Muvakkıîn”deki tafralara ve muğalâtalara imkân bulamazdı. Şeyhi ile beraber nice defa tevbeye çağrıldı ve tazir gördü…[7]
İkinci Bahis
İbn-i Kayyim’in Kasîde-i Nûniyye’si
Akîde’de, “Nûniyye” ismiyle meşhûr -benim bildiğim- iki kasîde vardır. Birincisi, İbn-i Kayyim’ın “El-Kâfiyetü’ş-Şâfiye fi’l-İntisarı li’l-Fırkati’n-Nâciyeh” ismini verdiği kasîde, ikincisi de Fâtih devri ulemasından Hızır Bey b. Celâl’in [8] “Ucâletü leyletin ev leyleteyni” isimli “Kasîde-i Nûniyye”sidir. Bu ikincisi, Ehl-i Sünnet çizgisinde yazılan kıymetli bir eserdir ki, üzerine güzel şerhler ve haşiyeler yapılmıştır; Hayâlî, Uryanîzâde ve Dâvûd-i Karsî’nîn eserleri bunlardandır. Osmanlının son devri ulemâsından olan Manastır’lı İsmâil Hakkı Efendi, Hızır Bey’in bu “Nûniyye”sini İslâm harflerimizle Türkçeye terceme edip şerh etmiştir.
Bizim sadedinde olduğumuz “Kasîde-i Nûniyye” ise, İbn-i Kayyim’in “Kâfiye..”sidir. Beytler halinde yazılan bu “Nûniyye” 5949 beytten meydana gelmiştir.[9]
Doktor Muhammed Halîl Herrâs’ın bu “Nûniyye” üzerine yazdığı iki ciltlik şerhi, Dârü’l Kütübi’l-İlmiyye tarafından basılmıştır. Herrâs’ın ifâdesine göre, bu akîde üzerine, iki küçük çalışmanın dışında, kayda değer şerh veya haşiye yazılmamıştır. Doktor Şârih’in şerhi ise, aslı gibi ilmî yanı bulunmayan ve bağışlayın “cazgır üslûbu”yla yazılan bir şerhtir.
İbn-i Kayyim’in, iddialarına delil olarak getirdiği âyetler ile bir takım “sahîh”, yahud “hasen” hadislerin “delâlet cihetlerinin/taraflarının ne olduğu”, bir çok hadisin de, erbâbınca, “zayıf” veya “uydurma” damgası yemesi, O’nu hiç mi hiç alâkadar etmemiş! Muhtemelen, bir sıkıntıya düşmemek için de, -bir talebe tarzıyla bile olsa- hadis tahriçlerine kitabın hiçbir yerinde asla teşebbüs etmemiş, “uydurma” rivâyetler karşısında lâl ü ebkem olmayı nasılsa becerebilmiştir.
Hâfız Süyûtî’nin Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’în husûsiyetleri ve fazîletleri mevzuundaki “el-Hasâisü’l-Kübrâ” isimli kıymetli bir eseri vardır. Bu eser, umûmiyetle fazîletlerle alâkalı olduğundan, ona, “uydurma olduğunda ittifak bulunmayan” zayıf rivâyetleri de koymuştur. Doktorumuz, bunun üzerine yazdığı sözüm ona tahkîkte ve ta’liklerde çoğu kez, ilmî edeb ve terbiye sınırlarını aşmış, hitab üslûbu yanında bir çok “hasen”, hatta “sahîh” rivâyete gelişigüzel bir biçimde “uydurma” damgasını vurabilecek kadar “kritikçi” olmuştur. Hâlbuki aynı doktorumuz, İbn-i Kayyim’in “akâid”inde delil getirdiği “zayıf” hatta “uydurma” rivâyetlerine kör olabilmiştir. “Nûniyye”ye reddiye olarak yazılan “es-Seyfü’s-Sakîl” ile “Tekmile”si veya -varsa- herhangi bir başka reddiye, hesâba katılmadan ve cevablandırılmadan yazılan bir şerh ne kadar ilmî olabilir? Muhakkık ve müdekkık bir âlimin, herhangi bir hususta, müctehidlik seviyesinde ve büyük bir muhaddis olan İmâm Sübkî’nin, muhaddisliğini düşmanlarının bile kabul ve teslim etmek zorunda kaldığı allâme Kevserî’nin reddiyelerini nasıl hesaba katmaz?!. İlim adamı, da’vâsının/tezinin aleyhinde söylenen ve yazılanları bulup çürütmeden, bir ilmî eser, nasıl yazabilir?! Yoksa, birilerinin gözü açılıp hakîkatleri görmesinden mi korkulmaktadır?!!
Hâsılı, sözünü ettiğimiz şu “şerh” de, manzûm olarak yazılan “Nûniyye”nin nesir kalıbıyla ifade edilmesinin yanında, muârızlarına karşı bir takım “hakâret”lerden başka bir şey bulundurmamaktadır. İkisi de “hakk”larla “bâtıl”ların paçal edildiği lâf harmanı…
Vâkıa, asrımız Ezher âlimlerinden (!) olan Şârih’in bu tavrını garipsemiş de değiliz.
Üçüncü Bahis
İbn-i Kayyim’in Nûniyye’deki Üslûbu
İbn-i Kayyim’in üslûbu, kavgacı, sataşmacı, karalayıcı, aceleci, muğâlâtacı ve saldırgandır. İlmî değil, “ideolojik”tir. Zehebî’nin, bir mektubunda İbn-i Teymiyye’ye, “Haccâc’ın kılıcıyla İbn-i Hazm’ın dili iki öz kardeşti. Billâhi sen o ikisiyle kardeş oldun” dediği gibi, İbn-i Kayyim’in dili, Haccâc’ın kılıcı gibiydi. Onda ilmî vakar ve ağırlığı bulamazsınız. Kendisi gibi “teşbîh” ve “tecsîm” inancında olmayanlar, “Allah’ı, (hâşâ) belli bir yön veya mekâna yerleştirmeyenler”, ya “Allahtan korkmayanlar”, ya “kalbinde zerre kadar îmân bulunmayanlar”, ya “Kurânı yalanlayanlar”, ya “Sünnet’i inkâr edenler” veya “Cengiz han’ın ordusu’nun askerleri”dirler. Bu tarz üslûbu hemen hemen her eserinde hâkim olmakla berâber, “Nûniyye”sinde çok açık ve nettir. Nitekim bu dediğimiz dördüncü fasıldaki kendi ifâdelerinde görülecektir.
Dördüncü Bahis
İbn-i Kayyim’in Nakillerindeki Îlmî Emâneti
İbn-i Kayyim âlimlerden yaptığı nakillerde de yeter miktarda güvenilebilecek bir kimse değildir. Zîra yine meselelerde de göreceğimiz gibi, İmâm Sübkî ve imâm Kevserî, İbn-i Kayyim’in gerek Mu’tezile gerek Cebriye ve gerekse Eş’ariye tâifelerinden yaptığı bir çok nakil için “bu yalandır”, “iftirâdır”, “onlar böyle dememişlerdir”, “aksine onlar, şöyle söylemişlerdir” demektedirler. Başka kitablarında da, meselâ “tevessül” hakkında dört mezheb imamından doğru olmayan nakillerde bulunduğu Ehl-i ilim tarafından isbât edilmiştir.
İmâm Sübkî ve İmâm Kevserî’nin cevâblarından da açıkça anlaşılmaktadır ki, İbn-i Kayyim, ulemânın sözlerini anlayabilecek seviyede değildir. Âlimler bir söz söylerken O, çoğu kez, bu sözü yanlış anlayıp münâkaşasını tamamen o meseleye ecnebî/yabancı bir sâhada yürütmektedir. “Allah’ın fâil olub olmadığı” mevzuunda görüleceği gibi… O’nun hakkındaki bu “anlayamama” tesbîti, hatt-i zâtında hakkında yapılan bir hüsn-i zanndır. Aksi halde, ortada, “hâinlik” veyâ “muğâlata” bahis mevzuu olacaktı.
Altıncı Bahis
İbn-i Kayyim’in İlmî Derinliği
İbn-i Kayyim, sadedinde olduğumuz kitabında “hâtıbu’l-leyl” yani gecenin karanlığında odun toplayan adam suretindedir. Dolayısıyla karanlıkta, odun yerine yılanı yakalayıp almaktadır. O, akîdede, rahatlıkla, “zayıf”, hatta “uydurma” hadisleri delil olarak ileri sürebilmektedir. Nûniyye’sinde, kılı kırka yaran bir “munekkıd hadis hafızı” ile değil de, âdeta “hurafeci vâizler” gibi bir tiple karşı karşıyasınız. Nitekim bu, getirdiği “zayıf”, hatta “uydurma” hadisleri ileride sergilediğimizde açıkça görülecektir.
Yedinci Bahis
İbn-i Kayyim’in Muârızlarının Delîl ve Cevâblarına Yer Verib Vermediği
İbn-i Kayyim bunu asla yapmaz. O, tâbilerinin kafasını karıştırmaktan şiddetle korkan sahte şeyhler gibi, muârızlarının delillerinden ve cevablarından, hatta mücerred sözlerinden onları çok sakınır. Çürütmek için bile onları ağzına almamaya çalışır. Çizgisinden gidenlerin de tamamının tarzı hemen hemen böyledir.
Sekizinci Bahis
Kasîde-i Nûniyye’nin İbn-i Kayyim’in Son Görüşleri Olup Olmadığı
İbn-i Kayyim bu akîdesinden ömrünün sonunda dönmüş olamaz mı? İnşâellah Ehl-i Sünnet akîdesine dönmüştür. Biz, dediklerimizi, aktardığımız sözleriyle sınırlı olarak diyoruz. Hâtimesine/son nefesine dâir şehâdette bulunmuyoruz. Ancak, İbn-i Receb el- Hanbelî’nin “Tabakâtü’l-Hanâbile” sinde naklettiğine göre O, İbn-i Kayyim’e ölümünden bir sene gibi bir zaman önce devam etmiş ve bu Nûniyye’yi İbn-i Kayyim’den o zaman işitmiştir.[10]
ÜÇÜNCÜ FASIL
Sübkî ve Es-Seyfü’s-Sakîl’i
Bu faslı, inşâellah dört “bahis”te ele alacağız.
Birinci Bahis
İmâm Sübkî’nin Hal Tercemesi ve İlmî Seviyesi
Ali b. Abdi’l-Kâfî b. Alî b. Temmâm es-Sübkî el-Ensârî. Hadîs hâfızlarından, müfessirlerden ve münâzaracılardan biri… Zehebînin de ifâdesiyle asrının Şeyhu’l İslâmı… Allâme Kevserîn’in tabiriyle devrinin en büyük münâzaracısı… Tabakâtü’ş-Şâfiiyye sâhibi Tâcüddîn es- Sübkî’nın babası… Hicrî 683 senesinde Sübk’te doğdu. Sübk’ten Kâhire’ye, sonra da Şâm’a gitti. Hicrî 739 senesinde Şâm kadılığını üstlendi. Sonra hasta oldu ve Kâhireye döndü. 756 senesinde Kâhire de öldü.
Ulemânın O’na olan medih ve senâları saymakla bitmez. Zehebî “Zeylü’l-İber”de[11] O’ndan “şeyhul-İslâm” ve benzeri medih sözleriyle bahseder: “El-Mu’cemu’l-Muhtass”ta da, “allâme”, “fakîh”, “muhaddîs”, “hâfız”, “fahru’l-ulemâ”, “takıyyü’d-dîn”, “Sâdık”, “mütesebbit”, “hayırlı”, “mütevâzi”, “sîret ve ahlâkı güzel”, “ilim kablarından biri”… Fıkhı bilir takrîr eder, hadîs ilmini bilir tahrîr eder, usûl ilmini bilir ve okutur, Arapçayı bilir tahkîk ederdi. Sağlam eseler yazmıştır.[12] Zehebî onu öven bir şiirinde kendilerini köleye O’nu da efendiye (veya pâdişâha) benzetir. “İlimde” Mâlik gibi seviyeye nâil olduğunu, “hukümlerde, en üstün hüküm veren”, “hıfz ve nakd”de İbn-i Maîn, “fetvâlar”da Süfyân ve Mâlik, “Münâzarada ve araştırmada” Fahru’d-dîn(-i Râzî), “nahiv”de de Müberrid ve İbn-i Mâlik gibi olduğunu, söyler.[13] Usûlcu İsnevî, “gördüğümüz âlimlerin en üstün nazar sâhibi, ilimleri en çok toplayanı, ince meselelerde en güzel konuşanı….” olduğunu anlatır.[14] Hepsi kıymetli bir çok eseri vardır. Es-Seyfü’l-Meslûl’ün Muhakkık’ı, O’nun 211 eserini sayar. [15]
İkinci Bahis
İmâm Sübkî’nin Şu Reddiyedeki Mazereti
İmâm Sübkî bu hususta kısaca şöyle diyor: “Bu kasîdenin sâhibi Nâzım (eserini şiir vezniyle yazan İbn-i Kayyım), hakkında konuşacağımdan aşağı mertebededir. Ancak bu hususta kendime İmâmu’l-Haremeyn’i nümûne aldım. O ‘Nakzu Kitâbi’s-Siczî’ isimli eserini yazdı. Bu Siczî, ‘Muhtasaru’l-Beyân’ ismi verilen bir kitabı bulunan hadis âlimidir. İmâmu’l-Haremeyn bu kitabı Mekke’de buldu. Bu kitabda, bir takım meseleler vardı ki birisi ‘Kurân’ın harflerden ve seslerden ibâret olduğu’ dur.”
Sübkî, İmâmu’l-Haremeyn’in, Siczî için, “câhil”, “hafif akıllı”, “câhilliğinde ısrarlı”, “ahmak”, “şaşı”, “mel’ûn”, “kovulan”, “sapık”, “Allah’ın la’netleri üzerine olsun” gibi benzeri sözler sarfettiğini ifade etti. [16]
İmâm Sübkî, kendi ta’biriyle “bu câhil (İbn-i Kayyim) ile istemeye istemeye konuşmak” husûsunda İmâmu’l-Haremeyn’e uyduğunu ifâde ettikten sonra, İbnü’l-Kayyim’in, Siczî’nin onda biri olamayacağını, lâkin, insanın Müslümanların akîdelerini korumak için câhiller ve bidatçılarla da tartışmak zorunda kaldığını, söylüyor ve şöyle devâm ediyor: Münâkaşam, keşke bir âlimle veya bir zâhidle, yahud dinini ve haysiyetini iyi koruyanla, hakka yönelenle olaydı… Ancak bu, kaçınılması zor, hatta imkânsız bir imtihandır, musîbettir…
Üçüncü Bahis
İmâm Sübkî’nin Üslûbu
İmâm Sübkî, allâme Kevserî’nin de ifâde ettiği gibi, yazılarında ve sözlerinde son derece nezîh bir üslüb sâhibidir. Tâcüddîn es-Sübkî anlatıyor: Evimizin dehlizinde/bodrumunda oturuyordum. Bir köpek çıktı geldi. Ona, “oşt! köpoğlu köpek” dedim. Babam, evin içinden, beni azarladı. O, “köpoğlu köpek” değil midir? dedim. Câizliğin şartı, “tahkîr kasdı olmamak”tır, dedi. [17]
Ne var ki O, İbn-i Kayyim’in çıldırtan hakâretleri karşısında “baklayı dilinin altından çıkarma”ya ihtiyâc duyuyor ve neredeyse İmâmu’l-Haremeyn seviyesinde ifâdeler kullanmaya kendini mecbûr hissediyor.
Dördüncü Bahis
İmâm Sübkî’nin Cevablarının Kısa oluşunun Sebebi
İmâm Kevserî’nin anlattığına göre, İmâm Sübkî çoğu yerde batıllığı apaçık olan sözlere cevâb vermeye lüzüm görmez. Bazen, “görüyorsunuz” ve “gördüğünüz gibi” ifadelerle iktifâ eder. Bazen de çok kısa bir atıfda bulunur. Hâsılı O, sıkıcı bir münâkaşada, sâdece çok mecbur kaldığı yerlerde vecîz konuşup teferruatı ehl-i ilmin bilgisi ve anlayışına havale ediyor, mühim noktalara dikkatleri çekmeyi hedefliyor. Yüzlerce beyti okuduktan sonra, “meselede bir şey kazandırmayacak faydasız boş sözler…” demekle iktifâ ediyor. Hâsılı, denilebilir ki, zâmânının üstün ilim seviyesi bu gibi îcâzları kaldırıyor ve hafîf tenbîh ve îkâzları yeterli kılıyordu. Belki de, Allah celle celâlühû bazı fazîletleri başkalarına sakladığından dolayı hal böyle oldu. Bu da İmâm Kevserî’ye nasib oldu. Allahu a’lem.
DÖRDÜNCÜ FASIL
Zâhid-i Kevserî ve Tekmilesi
Bu faslı da inşâellâh dört “bahis”te yazacağız.
Birinci Bahis
İmâm Kevserî’nin Hâl Tercemesi
Muhammed Zâhid b. Hasen b. Alî el-Kevserî Hanefî bir fakîh (ve muhaddis ve de kelâmcı). Çerkes asıllıdır. Hadis, Kelâm, Fıkıh, Edebiyât ve Siyerle meşgûliyyeti vardı. Hicrî 1296 senesinde doğmuştur. İstanbul Fâtih medresesinde fıkıh tahsîlini yaptı ve orada ders okuttu. Birinci Cihan harbi sırasında, medresedeki ders saatlerinin çoğunda dînî derslerin yerine yeni ilimleri yerleştiren İttihâtçılara karşı geldiği için, onların sıkıştırmalarına marûz kaldı. Cumhûriyet’in kurulmasından sonra tutuklanmak istenince, 1341/1922 senesinde gemilerden biri ile Mısır’ın İskenderiye şehrine gitti. Bir zaman Mısırla Şam arasında gitti geldi. Sonra Kahire’ye yerleşti. Mısır’da, arşivdeki Türkçe vesîkaları Arapçaya tercüme vazifesi aldı. Arabça Türkçe, Farsça ve Çerkesçe’yi iyi biliyordu. Hicrî 1371 senesinde Kahire’de öldü. Rahimehullâh…
Hindistân Pâkistân, Mısır, Sûriye, Yemen Mağrîb, ve dünyânın diğer değişik memleketlerindeki büyük âlimlerin üstün medih, takdîr ve hayranlıklarına mazhar olmuş, düşmanları bile ilmî üstünlüğünü itirâfa mecbûr kalmıştır. Küfür ve bid’at cebhesinin korkulu rüyâsı haline gelmiş, “tecdîd” perdesi altında İslâm’ı tahrîf etmeye kalkışân küfür cebhesinin soluğunu kesmiştir. Hâsılı O, mektebleşen, eskilerin ifâdesiyle, “Ferîdü asrihî” “vehîdü dehrihî” “berekütü’l-asr”, “nâdiretü’z-zemân”, “âyetün min âyâti’llâh”[18] denilebilecek, -şimdilerde moda olan naylon müceddidlerden değil de-, hakîkî manâsıyla bir müceddid idi. Tefsîr Usûlu, Fıkıh, Hadîs, Ricâl ve felsefe sâhasında yazdığı, telif, ta’lîk, tahkîk, cevâb ve takdîmleri çoktur. Bunlar elliyi aşar.
Bir yanda, devletler gücü ile, Müslümanlar arasında “selefîlik” zarfında “teşbîh” ve “tecsîm” inancı yerleştirildi, geliştirildi ve kollandı. Öte yanda da, çağdaş nebbâşlarca mezarından çıkarılan “Mu’tezile” düşünceleriyle Müslümanların, kafası iyiden iyiye karıştırıldı. Biri “aklı kullanmayan veya kullanamayan akılsızlar”, diğeri de “rasyonalist/akılcı akılsızlar” olan şu iki zümreye, Ümmet’in boğazı sıktırıldı. Aslında biribirine taban tabana zıt gibi görünen şu iki anlayış sahiblerinin ortak yanları, “Ehl-i Sünnet” inancındaki bütün bir Ümmet’e karşı olmak ve onun vahdetini yok etmektır. Şu “akılcı akılsızlar”ın zaman zaman İbn-i Teymiyye ve İbn-i Kayyımlerin arkalarına sığınmaları, onları beğendikleri ve kabûllendiklerinden değil, Ehl-i Sünnet muarızlarını tepelemek maksadıyladır. Sonra da onları da tepelerler, olur biter.
İşte, İmâm Kevserî’nin şu hakîki tecdîd çalışmaları, bu oyunun üzerindeki örtünün kaldırılmasından başka bir şey değildir. Es-Seyfü’s-Sakîl’in tahkik, ta’lik ve ilâvelerle neşredilmesi işte bu maksada ma’tuftur. Kevserî… eserleri ve makâleleriyle hakikati ortaya koyan adamdır. Güney Amerika’dan gelib de, Mescid-i Nebî aleyhissalâtü vesselâm’da bana Kevserî’yi soran genç âlimler, bu mayanın tuttuğunu göstermektedir. Nâmütenâhî hamdolsun…
Üçüncü Bahis
İmâm Kevserî ve Es-Seyfü’s-Sakîl
İmam Kevserî’nin “Tebdîdü’z-Zalâmi’l-Muhayyim min Nûniyyeti İbni’l-Kayyim” ismini verdiği Tekmilesi, Sübkî’nin eserini onlarca kat değerli kılmıştır. Sübkî’nin işâret ettiklerini O, açıkça ifâde etmiştir. İmâm Sübkî’nin, devrinin şartlarına göre lüzûm görmediği veya hiç göremediği için işâret etmediği bir çok noktaya da Kevserî, lüzûmuna binâen “Tekmile”sinde açıklık getirmiştir.
Dördüncü Bahis
İmâm Kevserînin Üslûbu
Kevserî’nin uslûbunun sert olduğunu söyleyenler var. Her insâf sâhibi bilir ve kabûl eder ki, şu “sert/ağır olduğu” söylenen sözler, muârızlarca sarf edilen sözler yanında yıkanmış sözlerdir.
Kevseri, İmâm Ebû Hanîfe’ye yakıştırılan, “papaz”, “zındık”, ”mürted” ve benzerî süflî ifâdeleri ihtivâ eden rivayetler için “mahfûz olan bunlardır” diyen Hatîbi Bağdâdî’ye, O’na, “Muğîsü’l-Halk”de, olmadık hakaretleri yapan Cüveynî’ye ne diyecekti? Öte yanda, Mücessime ve Müşebbihe itikâdlarıyla İmân’ı ve İslâm’ı dinamitleyenlere ne söyleyecekti? “Bence, bu dedikleriniz doğru olmayabilir, ne buyurursunuz efendim” mi diyecekti? “Bu hakaretleriniz belki de ayıb olabilir…” deseydi çelebiliği zede alır mıydı ne dersiniz?
BEŞİNCİ FASIL
Kasîde-i Nûniyye’nin Mevzu ve Bahislerinin Bir Kısmı
Biz bu bölümde önce İbn-i Kayyim’in görüşlerinden bir kısmını “bahis” “bahis” verecek, sonra da Sübki ve Kevseri’nin tenkitleri ışığında onları tahlil edeceğiz. İbn-i Kayyim, düşüncelerini, hayali bir “karşılıklı konuşma” şekliyle yazıyor. Bu karşılıklı konuşma (diyalog) meclisini toplayan meclis reisi ise ya kendisi veya şeyhidir.
Birinci Bahis
Allah’ın Kelâmı
İbn-i Kayyim: Sıfatları ve ulüvv’u/Allah teâlâ’nın maddî olarak yüksekte olduğunu kabûl edenle, muattıl arasında müzakere meclisini topladı… Müsbit’in sözlerinden biri de, (كهيعص, حمعسق, ق, ن ) “ayetlerin yazı ve seslerinin” gerçekten Allah’ın kelâmı olduğu ve ‘Allah’ın, Sahabe’nin işittiği Kurân’la konuştuğu’dur.
Sübkî: Bununla (İbn Kayyim’in) murâdı ‘Allah’ın kelâmının harf ve ses olduğu’dur. Bu câhil, Allah’ın kelâmı ile ona delâlet eden lafzın arasını ayırmıyor.
Kevserî: İbn-i Kayyim, sadece o kadar değil, “Kelâm-ı Lafzî” ile “Kelâm’ı Nefsî” arasını da ayıramıyor. “Rûhu’l-Meânî” tefsirinin başlarında, “Kelâm-ı Nefsî” hususunda latîf ve uzun bir îzâh vardır. Öyle ki, tereddüt sâhibine hiçbir şek bırakmayacaktır. Âlûsî burada “Kelâm-i Nefsî” hakkındaki sözüne son verdikten sonra şöyle demiştir:
Bu izahı kim kavradıysa, ondan bu babdaki (Kelâm-i İlâhî mevzuundaki) içinden çıkılmaz gibi gözüken problemler savulmuş oldu ve gördü ki, İbn-i Teymiyye, İbn-i Kayyim, İbn-i Kudâme, İbn-i Kadı el-Cebel, Tûfî, İbn-i Nasr es-Siczî ve emsallerinin teşnî’leri kapı zırıltısı ve sinek vızıltısıdır… Fikirleri inhiraf etti. Görüşleri karmakarışık oldu ve Ümmetin alimleri ve imamların büyükleri aleyhlerine konuştular ve kınamada ileri gittiler. Düşüncesizlikle, akletmemekle ve haddi aşmakla, suçlamada ölçüyü kaçırdılar, ileri gittiler.
İbn-i Kayyim: “Allah semâvâtın üstündedir.”.
Sübkî: O’na, “Allah ve Resûlü, hangi ayet ya da hadiste ‘Allah semâvâtın üstündedir’, buyurdu?” denilir. Halbuki sözünün başında “Rabbimizin dediğini diyoruz” demiştin. Rabbimiz nerede, “O mahlükatı’ndan bâindir (ayrıdır). Mahlûkatında onun zatından hiçbir şey yoktur. Zatında da mahlûkatından hiçbir şey yoktur” dedi?
Sen, Allahın demediğini O’nun “dediği”ne nisbet ettin.
İbn-i Kayyim: Muattıl (sıfatları kabul etmeyen) bunu müsbitten duyunca sustu, bunu içine attı ve şeytanlarıyla baş başa kaldı. Kimileri kimilerine…vahyetti…
Sübkî: Onun bütün bunlarla anlatmak istediği, Allah-u a’lem Eşariyye, Şafiiyye, Mâlikiyye ve Hanefiyye taifeleridirler ki, onlar, İbn-i Teymiyye’ye karşıdırlar. “Muattıla” diye isim verdikleri de onlardır. “Müsbit” ile muradı İbn-i Teymiyye’dir.
İbn-i Kayyim: Bunlar, “Muattıl”, “Müşebbih” ve “Muvahhid” için verilen güzel misallerdir.
Sübkî: “Muattıl” ile kasdettiği, Eşarîler Cemaati, “Muvahhid” ile kasdettiği kendisi ve taifesidir. “Müşebbih” ise, O’na göre mevcüd değildir. Muarızlarının “Müşebbih” ile kasdettikleri, O ve taifesi, “Muvahhid” ile kasdettikleri, kendileri, “Muattıl” ise Onlara göre yoktur. Zira, Muattıl yaratıcıyı (sıfatlarını) inkâr edendir. Müşebbih de Allah’ı yaratıklarına benzetendir. Görünürde buna hükmeden yoksa da, bunu, yani “benzetme”yi lâzım getiren şeylere hükmeden vardır.
Şunda hiçbir şek yoktur ki, kendisi için, “benzetmenin lâzım gelmesi”, düşmanları için “(sıfatları) nefyetmenin lazım gelmesi”nden daha açıktır. İnsan kendini imtihan etse, Eşarî’nin Muattıl olmadığında (ama bu adamın) Müşebbih olduğunda hiç şüphe etmez. Diliyle bunu inkâr etmesi onu kurtarmaz. O “Allahı yaratıklarına benzetenin küfre girdiğini” kendi nefsi aleyhine itiraf etti…
İbn-i Kayyim: Cehm ve yandaşları Allah’ın sıfatlarını inkâr ettiler. Hatta O’nu en üstün semalardan nefyettiler (göklerde O yoktur dediler). Arş’ı Rahmandan boşalttılar. (Allah Arş’ta değildir dediler).
Sübkî: Cehm çok seneler önce geçti gitti. Bu gün onun mezhebinde bilinen bir kimse de mevcûd değildir. Böylece bilindi ki; İbn-i Kayyim’ın “Cehmiyye” ile muradı Şafiî’ler, Malikî’ler, Hanefî’ler ve Hanbelî Fâdıllarından olan Eşarîler’dir. Öyleyse, Manzûme sahibinin ıstılahı bilinsin. Cehmiyye’ye nisbet ettiği her bir şeyle kastı onlardır.
Bu hususta Mu’tezile de Eşariyye görüşündedirler. Ancak onlardan bu memleketlerde bulunan yoktur. Varsa da görünmemektedirler. Öyleyse, Kasîde’nin sahibinin bu kasidede bahsettiği, Eşariyye mezhebinde olanlardır.
İbn-i Kayyim: Onlara göre, “kul fail değildir”. Aksine kulun fiili göz kapaklarının hareket etmesi gibidir.
Sübkî: “Kul onlara göre fail değildir” sözünde bu cahil yalan söyledi. Lâkin bununla onların muradı “Kul fiilini yaratmaz. Yaratıcı değildir. Kulların fiillerini yaratan Allah sübhânehû’dur”. Bu yüzden bu cahil bununla onların “kul fail değildir” dediklerine inandı. “Kulun hâlık olmadığı” doğrudur. “Fâil olmadığı” da bâtıldır. Fail, fiil kendisiyle kâim olan, hâlık da fiili var edendir. Fiili yoktan var eden ancak Allah’dır. “Göz kapaklarının hareket etmesi gibi” sözü ondan sadır olan büyük bir câhilliktir. Zira O, cebir ile Eşarî mezhebini ayırmadı. Sonra, “Allah kulu kendi fiili olmayan bir işle Cehennem ateşine atacak” dedi. Bu câhil câhilliği ve yalanına devam etti. Sonra “lâkin onları Allah kendi fiilleri ile cezalandıracak” dedikten sonra “Zulüm ise onlara göre bizzat imkansız, bir şeydir” dedi. Ardından, “(böyleyken, Allah) o (zulümden) nasıl tenzih edilir ve bu tenzih nasıl medih olur” dedi.
Deriz ki: Ey câhil Allah’a ve kullarına karşı cüretkâr davrandın da fiil ile yaratmayı ayırt etmedin. Câhilliğinle ikisinin de bir olduğunu ve kulun fiiliyle cezalandırılmayacağını zannettin ve “bu akıl sahiplerince akla sığmayan bir şeydir” dedin. Sen, Rubûbiyyet hükümlerini akletmekten uzak olmana rağmen, sende hangi akıl var da, onunla akledeceksin?!.
Kevserî; Bu kasîde sahibi hakkında en azından söylenebilecek olan “câhil olduğu” dur. Şifâu’l-Alîl de, kulun kesbi hakkında anlattıklarını okuduğunda, onu, İmâmül Harameyn’in el-Akîdetü’n-Nizamiyyesi’nden kulların fiilleri hakkında söylediğini nakledip de sonuna kadar onu takip eder halde bulacaksın. Sonra dönüp “Cebr”in en aşağı mertebesine düşer. Ardından Mu’tezileyi nihâi mertebede yerer. Sonra onu, cüretkârlıkta onları geri bırakır halde görürsün. Hasılı Onu, insanların görüşlerini, anlamadan bir araya toplayan ve cin çarpmış gibi aklı fesada uğramış biri olarak bulursun.
İkinci Bahis
Allahın Fiilleri Muallel midirler?
İbn-i Kayyim: Keza, (Muattıl) Allah’ın emrinin ve ıtkânının/(muhkem yapmasının) gayesi olan “hikmet” için, “yoktur” dediler.
Sübkî: Alimlere karşı şu cüretkârlığı’na, yalan ve iftirasına bakın!….
Kevserî: Bunu, mümin fırkalar arasında söyleyen, hiç bir kimse yoktur. Onlar dinden bizzarûre/kaçınılmaz olarak, Allah’ın, “Azîz ve Hakîm” olduğunu bilmişlerdir.
“Allah sübhânehû ve teâlâ’nın fiillerinin, maksadlarla sebeblendirilemeyeceği”ne gelince, bunun, “hikmeti, inkâr etmek”le alakası yoktur. Aksine bu, öyle bir hüküm vermekten korkmak ve sakınmak kabilinden bir şeydir.
“Allah’ı, bir iş yapmaya sevk eden maksad (ve hikmet) varmış ta, o (maksad ve hikmet) olmasa, sanki Allah o işi yapmayacakmış”, gibi bir hükme varmaktan korkuyorlar. Çünki, Kitab ve Sünnet’te böyle bir söz kullanıldığının gelmediği ve yine bunda başkasıyla kemâl talebi bulunduğu için, bunun sakınılacak ve kaçınılacak şeylerden olması gizli değildir.
Muhakkık fıkıh âlimlerinin, -biz onları anlatsak da anlatmasak da,- kurallara dönecek olan hikmetler ve maslahatların var olduğuna hükmetmelerine gelince; bunda korkacak bir şey yoktur. Aksine bu katıksız bir doğrudur. Bu, Allah’ın “(kendi) ihtiyar(ı/irâde ve seçimi) ile iş yapan olduğu”na inananlara göredir. Nitekim hak olan da budur.
Allah’ı vaciblik yoluyla iş yapan bir varlık olarak kabul edenlere gelince… Onlar ortada ne bir maksad ne de bir hikmet tasavvur etmezler. Burada vaciblik ile murad edilen mahmul şartıyla zaruret değildir.
Garibdir ki, İbn-i Kayyim, vacibliğe kaildir. O kadar ki, sen onu “öncesi olmayan hâdisler/sonradan olma şeyler” fikrini savunur halde görürsün. Bununla beraber bunların (olanların) maksadlarla illetlenmiş/sebeblendirilmiş olduğu kanaatinde olur. Bu birbirini yalanlayan şahadetlerden başka bir şey değildir.
İbn-i Kayyim: Cehm ve taraftarları Allah’ın muattal olduğuna, sonradan değişikliğe uğrayarak, Deyyân (Allah) ile kaim bir emir olmaksızın Allah’ın kâdir olduğu şey haline geldiğine hükmettiler.
Sübkî: Maksadı “Allah’ın ezelden beri bir iş yapmakta olduğu”dur. Bu, “âlemin kadîm ve ezelî” olduğunu lazım getirir. Bu ise küfürdür.
Kevserî: Bu lâzım getirme “açıktır”. “Mezhebin lâzımı Mezheb değildir” şeklinde söylenen söz, lüzûm (açık) olmadığı yerlerdedir. Öyleyse, akıllı olanın mezhebinin lâzım getirdiği, onun için mezhebtir. “Açık lâzım”ını inkâr ile beraber, “lâzım”ın “melzûm”una (ayrılmayıp yapıştığı, beraber olduğu şeye) hükmeden, “bu lâzım”ı kendisi için mezheb saymaz. Lâkin bu inkâr onu akıllılar rütbesinden düşürür. “Mezhebin lâzımı” hakkındaki tahkik (işin hakikatının ortaya konması) işte budur. O halde, küfrü, “açık bir luzûm” ile lâzım getirecek şeye inanan kimsenin işi “kafir” veya “akılsız bir yaratık” olmak arasında deverân eder.[19]
Üçüncü Bahis
Hâşâ Allah’ın Maddi Olarak Yüksekte Olduğu İddiası
İbn-i Kayyim: Sonra bir gurup geldi, Allah’ın sıfatlarını yalanlamayı, tenzih kalıbı içerisinde gizledi ve şöyle dedi: “Allah içimizde değil, kâinattan hariç de değildir”. Hatta, “Kainâttan ayrı değil, içinde değil, aynı değil, göklerin ve Arşın üstünde ne Rab vardır ne Rahmân. Arşın üstünde ilâh yok. Orada yokluktan başka bir şey yok. Aksine Arşın Rabbinden olan payı yeryüzünün ve binaların temellerinin payıdır. Arşın üstünde olsa şu cisimler gibi olur” dedi.
Kevserî: Anlattığı kimseler, her bir mücessim ve sapığın düşmanları olan Ehl-i Sünnet’tir. Allah, âlemin içindedir denilmez. Nitekim dışındadır da denilmediği gibi. Allah Arşın üstünde istikrar etti/yerleşti de denilmez. Çünki bu inançlar, ne Kitab’da ne de Sünet’te gelmedi. Zira bunlar cisimlerin şânıdır. Kim Allah’ın âlemin içinde ve dışında olduğuna ve Allah’ın (bir yerde) yerleştiğine cevaz verirse o putperesttir. Ehl-i Sünnet’i bu inançlarında kesin (akli) deliller ve ayetler, teyid etmektedir. Bu hususta “Müşebbihe”nin elinde (değil delîl) şübheye benzer bir şey (bile) yoktur. Nitekim, şu sapık Nâzım’a rağmen, bu gelecektir.
İbn-i Kayyim: Üstün ilim sahiblerinden biri, “Beni Yunus aleyhisselâm’a üstün tutmayın” hadisi hakkında, “denizin derinliklerindeki Yunus aleyhisselâm ile göklere çıkıp yedi gök tabakasını aşan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ikisi oralarda Rablerine yakınlıkta birdirler”, diyor. Ey Sünnet yolundaki kimse! İlâhı’na hamdet. Değilmi ki seni iftiracının tahrifinden korudu. Vallahi! Rabbinden korkan, imanı olan bu te’vîle razı olmaz. Bu, hakîkaten dinden çıkmanın ta kendisidir. Hatta bu katıksız bir tahrif, en soğuk bir hezeyandır….. Böyle teviller dinleri ifsâd etti.
Sübkî: İşaret ettiği üstün kimseler…….. dır. Sözü edilen hadisi, söylediği şekilde tefsir etmesi sahihtir. Bu tefsiri, ondan önce İmam Mâlik yapmıştır. Bunu, fakih, imam, İskenderiye Kadısı, müfessir, nahivci, usulcu, hatîb, edîb ve bir çok ilimde mutehassıs Nâsıruddîn İbnü Münîr el-Mâlikî “El-Müktefâ fi Şerefi’l Mustafâ” isimli eserinde, Allah için cihet olup olmayacağını söylerken hikaye etti ve şöyle dedi: İşte bu manada Mâlik (r.h.) Nebi sallallhualeyhivesellem’in “Beni Yunus b. Metta’ya üstün tutmayın” sözünde işaret etti ve şöyle dedi: (Hadisde) Yunus aleyhisselamın hususiyetle zikredilmesi ancak şundandır; Nebi sallallhu aleyhi vesellem Arşa yükseltilmiş, Yunus aleyhisselam da denizin dibine inmiş olmasına rağmen Allah’a nisbetleri birdir. Eğer üstünlük nisbetle olsaydı, Nebi aleyhisselam Yunus b. Metta’dan mekan bakımından üstün olur ve “O’nu üstün tutmayı” yasaklamazdı. Sonra Fakîh Nâsuriddîn faziletin rutbeyle olduğunu açıklamaya başladı… Mâlik şu hadis’i, bu herifin “ilhaddır/dinden çıkmaktır” dediği sözle tefsir etmektedir. Öyleyse, Mulhid o’dur. Allah’ın la’neti üzerine olsun.
Kevserî: Sübkî’nin kitabında sözü edilen “Fâzıl/üstün”ün kim olduğu belli değil, çünki orası Es-Seyfü’s-Sakîl’de yazılı değildir. Fâdıl İmâmu’l-Haremeyn’dır. Bazıları, İmamul-Haremeyn’in talebelerinden, onlar da İmamul-Haremeyn’den şu sözü nakletmiştir. Bunlardan biri de İbn-i Ferah el-Kurtubî’dir. O, “Tezkire”sinde, Kadı Ebu Bekir b. Arabî’den O, İmamul Haremeyn’in bir çok talebesinden onlar da İmam Harameyn’den rivayet ettiler:
Bir ihtiyaç sahibi, İmamu’l-Harameyn’e geldi ve borcundan şikayet etti. İmam, “Belki Allah bir kapı açacak” diyerek, O’na beklemesini işâret etti. O esnada bir zengin geldi ve O’na “Allah’ın yönden münezzeh olduğu”nun delilini”(nin ne olduğunu) sordu. İmamu’l Harameyn, “bunun delilleri cidden çoktur. Bunlardan biri de Nebi Aleyhisselâm’ın, ‘kendisinin Yunus Aleyhisselâm‘a üstün tutulmasını’ yasaklamasıdır”, dedi. Bunun, “hangi bakımdan Allah’ın cihetten/yönden münezzeh olduğuna delâlet ettiğini” anlamak, oradakilere zor geldi. İçlerinden biri bu yasaklamanın “tenzîh”e nasıl delalet edeceğini sordu. İmamu’l-Harameyn, şu ihtiyacı olanın isteğini karşılarsan, söylerim, dedi ve ihtiyaç sahibini gösterdi. O kişi, hacet sahibinin borcunu üstlendi. İmam bunun üzerine şu cevabı verdi: Bu hadis göstermektedir ki, Nebi Aleyhisselâm Sidretü’l-Müntehâ’da iken, denizin içindeki balığın karnında bulunan Yunus Aleyhisselâm’dan Allah’a daha yakın değildir. Bu da gösteriyor ki, Allah yönlerden münezzehtir. Yoksa, “üstün tutmaktan yasaklamak” doğru olmazdı. Oradakiler bu cevabı son derece güzel buldular.
İmam Buharî’nin rivâyeti, “Sizden biriniz sakın, benim Yunus b. Metta’dan daha hayırlı olduğumu söylemesin” şeklindedir. Mana aynıdır. Bu hadisi Kadı Iyâd Şifâ-i Şerîf’de Müellif’in lafzı gibi zikretmiştir.
Allah’a yön tayin etmeye “küfür” ıtlak eden kimseler, imâm’lar arasında son derece çoktur. Allah’ın cihetten münezzeh olduğunun delillerinden biride “kulun Allah’a en yakın olduğu vakit secdede olduğu andır.” hadisidir. Bu hadisi Nesâî ve başkaları rivayet ettiler.
İbn-i Kayyim: Mezheblerini Kuran’a dayandırıp hadise yapışanlar taifesi şöyle dedi; Senin aradığın Allah, kulları üstündedir. Semanın üstündedir. Her mekânın üstündedir. O’dur hakîkaten Arşın üstünde istivâ eden. Her güzel söz sâdece O’na yükselir. Şükrân sâhibinin ameli sâdece O’na yükseltilir. Rûh (olan Cebrâil) ve melekler O’ndan iner, O’na çıkar. İsteyenlerin elleri sâdece O’na yönelir. Resûlüllah sâdece O’na çıktı. Mesîh aleyhisselâm hakîkaten O’na yükseltilmiştir. Her bir mü’minin rûhu sâdece O’na yükselir. Lâkin onlardan ta’tîl sâhibleri (Allahın zâtını yahud sıfatlarını inkâr edenler) câhillik ve hizlân Allahın yardımından mahrum olup perişan olmak) hastalığıyla hasta oan kimseler hâline geldiler.
Kevserî: Kurandaki ilâhî kelam şudur: ’O’dur kulları üstünde kâhir olan’. Allah, Kıptîler hakkında, ‘Şübhesiz biz (Kıptîler), onlar (İsrâil oğulları) üzerinde kâhirleriz’ buyurmaktadır. Bir cismin, başka bir cisim üzerine binmesi mümkin olmasına rağmen, (bu âyetten), Kıptîlerin Benî İsrâîl’in omuzları üzerine bindiğini anlamak, haya perdesini yırtmak olan işlerdendir. Ya bu, cisimden ve cisimle alakalı olan şeylerden münezzeh olan Hak Teâla hakkında nasıl düşünebilir?. Allah’ın “mekan üstünlüğü” ile kulların üstünde olduğuna itibar etmek, ayetle alakası olmayan bir ilhattır, haktan dönmektir. Allah’ın zâtının göklerden birinden ve her bir mekandan üstün olduğuna itibar etmek de aynı derecede sapıklıktır. Kurân’da bunu zayıf bir zanla gösteren ayet nerede?… İstivâ ile, Mücessime’nin Şeyhi Mukatıl b. Süleymân’a uyarak “istikrar”/yerleşmek murad ediyor idiyse, ayet bu hususta susmuş bir şey dememiştir.
Arazların ve manaların Allah’a yükselmesi bunun (madde olmayan şeylerin yükselmesini) “kabul etmek”ten mecâz olduğu ilk bakışta anlaşılacak olan delillerdendir. Meleklerin göklerden inmeleri ve göklere çıkmalarından ne olmuş? İsteyen kulların kasdı başkasına değil de, sadece Allah’adır. Lâkin elleri semaya kaldırmalarında Allah’ın zatının semada karar kıldığıyla, alakası olmayan bir şeydir. Bu sadece duanın kıblesi ve nurların, yağmurların ve bereketlerin indiği yer olmasındandır: “Semadadır rızkınız”[20] Başın yönü zaman zaman değişen şeylerdendir. Nitekim bunu medreselerdeki küçük talebeler bilirler. Nâzımın ma’bûd’u sürekli bir yerden bir yere intikal halinde midir?… Yer yüzünün diğer yerlerindeki dua edenlerin hali ne olacaktır? Bu, her tarafı kaplayan (koyu) bir cahilliktir.
Nebi Aleyhisselâm’ın İsrâsı (daha doğrusu Mi’râc’ı) Allah’ın mekanını kaplamak için değildir. Allah’ı mekandan tenzih ederiz. Aksine O’nu (Nebî sallallahu aleyhi ve selemi) Rabbi, en büyük ayetlerini O’na göstermek için gece götürdü (ve miraca çıkardı). Nitekim Kurân bunu ifade etti.
İsa Aleyhisselâm’ın makamı Mi’râc hadisesinden ortaya çıkmaktadır. Yazıklar olsun Nâzım’a!.. Sünnet’in ne de şaşırtıcı mertebede cahili imiş!. Evet Hiristiyanlar arasında “Oğul”un semaya çıkarıldığını “Baba”sının yanında “oturduğunu” iddia edenler vardır. Ruhların semaya çıkışını tecsime elverişli gören kimdir?.
İbn-i Kayyim: Benimle beraber yolculuk eden Cengizhan’ın ordusu olan Cehm’in talebelerine, Sünnet taraftarları hakkında sordum; kimdir şunlar? Şöyle dedi(ler): Müşebbihe, Mücessime!.. Sözlerini dinleme. Onlara lâ’net et. Kanlarının dökülmesi hükmünü ver. Onlar Cehmîdirler ve Hıristiyanlar’dan sapıktırlar. Onlarla “Allah dedi” “Resûlü dedi” sözleriyle mücadele etme. Onlardır o söze evlâ olanlar, en lâyık olanlar. Onlarla imtihan olursan, hadisleri ve Kurân’ı tev’il ve ilhad için, yalanlama üzerine muğalata yap.
Kevserî: Bak şu Haşevî’ye! Nasıl da Allah’ı cisim ve cisimle alakalı şeylerden tenzîh eden Ehl-i Sünnet’i Cengizhan’ın taraftarları yapıyor!…
Hâtime
İslâmî meselelerdeki tefrit ve gevşeklik ile, insafı yok eden ifrat arasındaki i’tidâl ve istikâmet ancak, îman gayreti, din asabiyyeti, üstün himmet, akıl, idrak, firâset, muhakkıklık, ve mudekkıklik ile kazanılabilir…..
Aktaramadığımız uydurma yahut zayıf veya manası tahrif edilmiş hasen ve sahih hadis, imamlara iftirâ, “İcmâ” idiaları ile ispât edilmeye çalışılan haşa “Allah’ın mekanı”, “yukarda olması” gibi Firavun itikadı nevinden i’tikadlar, siyasi güçle Müslümanlara kabullendirilmeye çalışılmaktadır. Böyle bir zamanda çok dikkatli ve gayretli çalışmalarla oynanan oyununun üzerindeki sis perdesini def’ etmek lazımdır.
İmâm Kevserî âbidevî eserleriyle buna en ileri seviyede muvaffak olmuştur. Mesele, onun yazdıklarını eli yüzü düzgün bir şekilde Türkçeye kazandırmaktan ibarettir. Bu arada itidâl ve istikâmeti de elden bırakmamak elzemdir. Yok etmeniz gerekenleri, yok edeyim derken saklamak zorunda olduklarınızı da kollamak ve kaybetmemeye mecbursunuz. Karşılıklı tarafların mevzuu ile alakalı olarak birbirlerine yazmış olduğu eserleri, erbabı olanların bulup bir mudakkık ve muhakkık gözüyle sabırla okuması, avam için anlaşılır bir halde yeniden yazıp izah etmeleri gerekir. İlm-i Kelâm müderrislerinin Allah’ın sıfatları, sıfat ayetleri ve sıfat hadisleri bahsini yeniden geniş mulâhazalarla ortaya koymaları icap etmektedir. Sözü edilen şu muzırr akideler Türkçeye tamamıyla çevrilmiştir. Uyuşuk uyuşuk durmanın bir manası yoktur. Vesselâm….
Dipnotlar:
[1] Kevserî’nin takdiminden:15
[2] Kevserînin takdiminden:15
[3] Dicle ve Fırat arasında bir şehir. İslam tarihçilerinin “el-Cezîre” adını verdikleri Yukarı Mezopotamya’nın Diyâr-ı mudar denilen kısmında, Şanlıurfa’nın 45 km. kadar güneydoğusunda bulunmaktadır.
[18] Asrının biriciği, zamanının tek adamı, asrın bereketi, zamanın çok zor bulunur adamı, Büyüklüğü ile, Allahın nâmütenâhî olan yüceliğinin alâmeti.
[19] Yani, insanın Allah’ın “ezelden beri iş yapmakta, yani yaratmakta olduğu”na inanması “yaratılanların kadim olduğu”nu açıkça vasıtasız lazım getirir. “Alemin kadîm olması” inancı “Allah’ın ezelde yaratması” inancından ayrılmayacak bir inançtır. Akıllılarca “Allah’ın ezelde yaratması”na inanıp ta “alemin kadîm olduğu”na inanmamak olacak şey değildir.
Bir görüşün bir başka görüşe lüzûmu, yani yapışıp ondan ayrılmaması, bazen “açık” yani vasıtasız olur. Meselâ siz, bir varlık için, “ezelîdir” derseniz, onun için “kadîmdir” demeniz, açık, olarak “lâzım” olur. Bir yanda, bir şey için “ezelde yaratıldı” deyip de öte yanda, “Kadîm değildir” diyemezsiniz. Kezâ, “Allah’ın uzuv manasında eli var” diyen, öte tarafta “Allah cisim değildir” diyemez. Çünki, “Uzuv olmak”, “cisim olmayı” vâsıtasız ve açık olarak lâzım getirir. Zîra “cisim olmak”, “organ olma”ya lâzımdır, ondan ayrılmaz. Sizin bir düşünceniz ikinci bir düşünceyi, o da üçüncü bir şeyi lâzım getirirse, birinci şeyin, ikinci şey vâsıtasıyla üçüncü şeyi lâzım getirmesine “açık olmayan” lüzûm derler ki, bu, size aid “mezheb” olmaz.
AKADEMİMMEDYABLOKSPOT.COM
İbn-i Teymiyye kimdir?
İbn-i Teymiyye, Miladi 1263 senesinde Şanlıurfa’nın Harran kazasında doğdu. Künyesi; Ebu’l Abbas, lâkabı Takiyyüddin’dir. Şam’da Hanbelî fıkıh ve hadis âlimi idi. Ailesi ile birlikte Moğolların zulmünden kaçarak Urfa’ya yerleşti. Birçok ünlü âlimden ders aldı. Yirmi yaşında tahsilini tamamladı. 1282 yılında babasının vefatı üzerine yerine müderris tayin olundu. İlmi gerçekten çok idi. Lakin İbn-i Teymiyye, ilminin çokluğuna aldanarak, babasının ve hocalarının yolunu terk etti. Allâme İbn-i Haceri Mekkî, İbn Teymiyye hakkında şunları söyledi: “Allahü Teâlânın, ilmini sapıtmasına sebep ettiği kimsedir.”
Ehl-i Sünnete aykırı söylemleri sebebiyle 1305’te Kadıl Kudat Zeynüddin-i Mekkî başkanlığındaki bir heyet, İbn-i Teymiyye’yi imtihana tabi tuttu ve suallere cevap veremeyince hapsettiler. İki sene sonra tevbe edince bırakıldı. İyi tahsilli, çok kitap okuyan İbn Teymiyye, Hanbelî müderrisliği gibi yüce bir vazifeyi ifa etmişti. Hatta Şiileri ve Yunan filozoflarını tenkit eden kıymetli kitaplar yazdı. Lakin ilmi ona gurur vermeye başladı. İtikadî ve amelî konuda kendi fikirlerini Ehl-i Sünnetin üstünde görmeye başladı. Raşid halifeleri, Eshab-ı Kiramın ileri gelenlerini ve Muhyiddin Arabî (k.s.), Sadrettin Konyevî (k.s.) gibi tasavvuf yolunun büyüklerini tenkide ve hatta onlara hakarete kalkıştı, onları küfürle itham etti. İmam Eş’ari ve İmam Gazalî’ye dil uzattı. Bozuk itikatlarına dayanan fetvalarını yaymaya çalışması sebebiyle Şam kalesinde kendisine bir oda tahsis edilerek hapsedildi. 1328 yılında vefat etti. Vasıta, Kitab’ül Arş, Minhâc-üs Sünne, Es-Siyaset-üş Şer’iyye, Ziyaret’ül Kubur, Fetevâ, Felsefe-i İbn-i Rüşd İktizau Sırat’ül Müstakim, El Furkan, İbn-i Teymiyye’nin eserleri arasındadır.
GÖRÜŞLERİ
İbn Teymiyye’nin görüşlerinin başında tecsimcilik ve teşbihcilik gelir. Yani Hz. Allah’ı cisimlere, mahlûkata benzeterek, sıfat-ı zatiyye’den olan Muhalefet’ün Lil-Havadis’i (sonradan olanlara hiç benzememek) inkâr etmektir. Vehhabilerde var olan bu görüşün temelini atan İbn-i Teymiyye’dir. Herkes tarafından bilinen şu olay İbn Teymiyye’nin nasıl bir düşünceye sahip olduğunu anlamak için yeterlidir: Şam’da Emevi Camiinde hutbe okuyan İbn Teymiyye: “Allah benim indiğim gibi şöyle yukarıdan aşağıya iner.”[i] demiş ve bulunduğu basamaktan bir basamak aşağıya inmiştir. Bunu, kaynak olarak aldığımız Ebu Hamid Bin Merzuk’tan başka, camide olaya şahit olan İbni Batuta da ifade etmiştir. İbn-i Teymiyye, cihet anlayışı hakkında da şunları söylemiştir: “Allah’ın kitabını başından sonuna kadar, keza Resulünün sünneti evvelinden ahirine kadar, bütün sahabe ve tabiinin ve müctehitlerinin sözleri nas halinde açık seçik bir şekilde Allah’ın arşın üstünde, her şeyin üzerinde, semanın üstünde olduğunu beyan eden ifadelerle doludur.” Bu görüşüne de Fatır Sûresi 10. ayeti delil gösterir. Hâlbuki ulemanın ittifak ettiği görüş şudur: Bu ayetteki “çıkmak” kelimesi cisimlere isnat edilir ve yüklem olursa cihet olabilir. Lakin “çıkmak” kelimeye nisbet olmuştur, yani cismani değil manevidir. “Çıkma” kelimesinin bu ayetteki manası “kabul olmak”tır. İşte Fatır Sûresi 10. ayet: “Her kim izzet istiyorsa bilsin ki, izzet tamamiyle Allah’ındır. Hoş (güzel) kelimeler O’na yükselir, onu da amel-i salih yükseltir. Kötülükler kuranlara gelince onlara şiddetli bir azap vardır ve onların tuzakları hep darmadağın olur.”
Açıkça görülmektedir ki bu ayet-i kerimede, “yükselme” kelimesi “ulaşma” manasında kullanılmıştır. İbn Teymiyye, bu manadaki aykırı görüşünde kendinden önceki tüm müctehitlerin ve âlimlerin ittifak halinde olduklarını yazmıştır. Evet, ittifak halindedirler ama İbn Teymiyye’nin görüşünün aleyhine ittifak halindedirler.
İbn-i Teymiyye’nin ‘istiva’ hakkındaki görüşü malumdur. Görüşünü temellendirmek ve sağlamlaştırmak için İmam Malik’in sözlerini de istediği gibi yorumlamıştır. İmam Malik Hazretleri’nin istiva hakkındaki görüşü şudur: “İstiva malum, keyfiyeti meçhuldür. Buna inanmak vacip, üzerinde durmak, sual sormak bidattir.” İşte bu güzel açıklamayı İbn Teymiyye şöyle saptırmıştır: “Allah’ın arşın üzerinde olduğu malum, fakat nasıl olduğu meçhuldür.”[ii] Hâlbuki “istiva” cihet manasına gelmez. İbn Teymiyye, Allah’a cihet isnat etmek için Kur’an’da “istiva “ kelimesinin olduğunu bildiği halde, “istiva” kelimesi yerine “fevk” (üst, yukarı) kelimesini kullanarak Kur’an’da olmayan bir kavramla açıklama yapmaya çalışmıştır.
İbn-i Teymiyye daha da ileri giderek Tevhid’i ikiye ayırmıştır. Rubûbiyet Tevhidi, Ulûhiyet Tevhidi diye isimlendirmiştir. Bu terimler de yine ilk defa ondan duyulmuştur. İbn-i Teymiyye’nin Fetvaları kitabında bakın ne yazıyor: “Tevhid iki kısımdır: Tevhid-i Rubûbiyet, Tevhid-i Ulûhiyet. Tek tek zikredildiği zaman her ne kadar ulûhiyet rububiyeti içine alıyor ve rubûbiyet ulûhiyeti gerektiriyorsa da, bir arada zikrolunduklarında “Kul euzü birabbinas”da olduğu gibi ayrı ayrı manalarına gelir. İlah; ibadete müstehak ma’bud, Rab; kuluna sahiplik eden demektir.”[iii] İbn-i Teymiyye bu açıklaması ile Hz. Kur’an’a ters düşmüştür. Bunu anlamak için şu mealdeki ayete bir bakınız:
“Ey nas! Sizi ve sizden öncekileri yaratan rabbinize ibadet ediniz.” Bu ayet-i kerime, rubûbiyeti ve ulûhiyeti ayrı ayrı gösteren İbn-i Teymiyye’nin iddiasının yanlışlığını şöyle ortaya koyuyor: Ayetten anlaşılacağı üzere Rab ibadet edilendir. İbn-i Teymiyye, mantık ilminin haram olduğunu söylerken; “Ulûhiyet rubûbiyeti tazannun eder, rubûbiyet ise ulûhiyeti müstelzimdir.”[iv] diyerek kendisi de mantık ilmine ait kavramlar kullanmıştır. İbn-i Teymiyye tevhidi ikiye ayırarak Bakara Sûresi 21., İsra Sûresi 23. ayetlerine karşı çıkmıştır.
İbn Teymiyye, mümtaz İslam âlimlerine de saldırmıştır. Kelam ulemasının Kur’an’daki aklî delilleri anlamaktan aciz olduklarını söylemiştir. Minhacü’s Sünne adlı eserinde: “Kelam uleması Ulûhiyet tevhidini bilmedikleri ve Esma-i İlahiye’nin hakikatlerini ispat edemedikleri için Allah’tan başkasına tapmışlar.”[v] diyerek bilcümle ulemayı şirkle suçlamış ve kâfir demeye getirmiştir. Bu dediklerinin sonucunda ise Sıfat-ı İlâhiyenin ispatını yapamayan herkesin kâfir olacağı çıkıyor. Yine iddiasına şöyle devam ediyor: “Yalnız Rububiyet tevhidini bilmek kafi gelmez, küfürden kurtarmaz.”[vi]
İbn-i Teymiyye Fetvası’nda şunlar yazılıdır: “Peygamberler ve veliler ile tevessül eden, sıkıntılı anlarda onlara nida eden kimseler onlara tapıyorlar demektir. Ve böylece onlar putlara, melaikeye, İsa’ya tapanlar ile aynı derecede kâfir olmuşlardır. Aynı durum ruhaniyetlerinden istimdat ve tevessül maksadı ile kabir ziyaret edenler için de mevzuu bahistir.”
İbn-i Teymiyye herkesi acımasızca ve pervasızca kâfir ilan etmiştir. Tevessül ibadet etmek değil, bir şeyi aracı kılmaktır. Zira birine ilah edinmeksizin secde etmek dahi kâfirlik sebebi değildir. (Günahtır) Hâlbuki eski şeriatlerde tazim ve saygı için secde serbest idi. Yüce Peygamberimizin (s.a.v) İslam’ı getirmesiyle bu fiil kaldırılmıştır. Zira melekler de Hz. Âdem (a.s.)’e secde etmişler, Hz. Yakup’un oğulları da Hz. Yusuf’a secde etmişlerdi. İbn Teymiyye’nin tevessül ve kabir ziyareti ile alakalı görüşlerini Vehhabiler de delil kabul etmişlerdir.
Vehhabiler Hz. Resulullah (s.a.v.)’ın hatıralarına en edepsiz hareketleri bu görüşlere dayanarak icra ettiler. İbn Teymiyye’den sâdır olan bir görüşe göre; Resulullah Efendimize (s.a.v.) salât ve selam getirmek şirktir. Hâlbuki Sahabe-i Kiram efendilerimiz, Hz. Peygamber Efendimize (s.a.v.); “Anam babam sana feda olsun.” derlerdi. Peki, şimdi –hâşâ- ashab-ı kiramın şirke düştüğünü, Resülullah Efendimizin (s.a.v.) de buna müsaade ettiğini mi düşüneceğiz? Elbette hayır.
İbn Teymiyye’nin mezhep imamı, İmam Hanbel’in Müsned’inde Ubeydetu’s Selmanî Hazretlerinin şu sözü vardır: “Resul-i Kibriya’nın mukaddes vücudundan ayrılan bir tüy, benim nazarımda yeryüzünde açıkta olan ve yer altında gizli bulunan bütün altın ve gümüş hazinelerinden daha kıymetli ve daha sevimlidir.”
Bu bir tazim değil midir? Kur’an-ı Kerim’de Peygamber Efendimize (s.a.v.) “seyyid” kelimesi kullanıldığı halde Teymiyyeciler, bu kelimenin kullanılmasına da karşı çıkmışlardır.
İbn Teymiyye, Fetavası’nda şöyle söylemiştir: “Çoğu kimseler bir halif
eyi, bir âlimi yahut bir şeyhi, bir emiri öyle severler ki –her ne kadar biz onu Allah için seviyoruz deseler de- onu Allah’a denk tutarlar. Bir kimse Peygamberden başkasının emirlerine uymak, nehiylerinden kaçmak hususunda –Allah ve Resulünün emirlerine muhalif de olsa- ona itaati gerekli sayarsa Allah’a şirk koşmuş olur. Çoğu kere bu sevgi ve itaat, Hıristiyanların Hz. İsa’ya yaptıkları gibi olur; ona dua eder, ondan imdat bekler, onun dostları ile dost, düşmanları ile düşman olur, onun helal dediğine helal, haram dediğine haram der ve adeta onu Allah ve Resulünün yerine koyar. Bu ise: ‘İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah’tan başka tanrılar edinirler de onlara Allah sevgisi gibi bir sevgi ile bağlanırlar. İman edenlerin Allah sevgisi daha üstündür.’ (Sure-i Bakara/ 165) ayet-i kerimesinde beyan edilen şirktendir.”[vii]
Şefaat ve tevessül konusunda Ehl-i Sünnete muhalif görüşlerini eserlerinde zikretmeye şöyle devam eder: “Peygamber (s.a.v.)’in hayatında ve onun duası, şefaati gibi fiilleriyle tevessülün meşrutiyetinde Müslümanların icmaı vardır.”[viii] Bu sözlerin az ilerisinde şunları söyleyerek derin çelişkiye düşer: “Tevessül, ‘iksam alellah’tır. Allah üzerine yemin vermektir. Bu ise caiz değildir. Melekler, peygamberler veya başka kimseler adıyla Allah üzerine yemin edilmez.”
İbn Teymiyye’ye göre Allah’tan başkasının adına kurban kesilmesi küfürdür. Bu iddiasına cevap olarak Vehhabiliğin kurucusu Muhammed bin Abdülvehhab’ın kardeşi Şeyh Süleyman bin Abdülvehhab şunları söylemiştir: “Şayet İbn Teymiyye nezdinde, mezkûr nezirde bulunan kimse, kâfir olsaydı, ‘Nezrettiği şeyi sadaka etsin!’ diye adama emretmezdi. Zira kâfirin sadaka vermesi kabul olunmaz. Böyle olsaydı İbn Teymiyye, kendisine Allah’tan başkasına yaptığı nezir dolayısıyla İslamiyetten çıktın, diyecek ve ona İslamiyeti tecdid etmesini emredecekti.”
İbn Teymiyye: “Bu günde yapılan şeylerden hiçbiri sünnet değil, bilakis bidattir. Resulullah (s.a.v.) onu meşru kılmadığı gibi, ne O ne de O’nun sahabeleri bunu yapmamışlardır.” diyerek Aşura gününün ve o günde yapılan faaliyetlerin de bidat olduğunu söylemiştir. Hâlbuki Resülûllah Efendimiz (s.a.v.): “Kim Aşura günü ehl-i beytine nafakayı geniş tutarsa Allah da ona senesinde genişlik verir.” buyurmuştur.
İbn-i Teymiyye hakkında Müslümanların içindeki materyalist fikrin öncüsü diyebiliriz. Bu fikrini şu sözlerinden anlarız: “Kur’an ayniyle noktası noktasına, zahirine göre anlaşılmalı ve ele alınmalıdır. Allah, Kur’an’da; arş üstünde istiva ettiğini, zatiyle mekan ifade ettiğini mi bildiriyor, aynen böyledir ve O’nu şekil ve mekandan tenzih edici hiçbir mecazi idrake sebeb yoktur. Allah; “Benim elim her elin üstündedir.” buyururken bu ifade mecazi değil, aynen vakidir. Bahis mevzuu el’de bildiğimiz insan elidir.”
Es-Sıratü’l Müstakim adlı eserinde İbn-i Abbas (r.a.) gibi büyük sahabeye kâfir demiştir.
İbn Teymiyye, bir eserinde Hariciler gibi, müşrikler hakkında nazil olan ayetleri Müslümanlar için kullanmıştır.[ix]
El Minhacü’s Sünne adlı eserini, Şiilerden İbn Mutahhar’ın Minhac el-Kerame adlı eserine reddiye olsun diye yazmıştır. Lakin Ehl-i Sünnete mugayir pek çok söz vardır: “Allah u Teâlâ’ya bir had (ölçü) olup, ondan başkası miktarını bilmiyor. Haddinin sonu tasavvur edilmesi hiç kimseye caiz değildir. Ama haddi olduğuna inanacak ve hakkındaki bilgiyi Allahu Teâlâ’ya havale edecektir. Allah’ın mekânı için de had vardır. Allah Arş’ının üzerinde, göklerin üstündedir. İşte bu iki durum, O’nun haddidir.”[x]
Gördüğünüz gibi burada, Allah için hem mekân tayin ediliyor, hem de mekânının sınırlılığı kabul ediliyor. Mekânı ve sınırı olanın da cisim olacağı aşikârdır. Bu da bu iddiadaki tenakuzu gösteriyor.
Yine aynı eserin 194. sayfasında: “Şüphesiz Kur’an ve yaygın mütevatir hadislerde, ilk âlimlerin ve tabiinin ve hatta üçüncü asrın bütün âlimlerinin kelamında, Allah’ın yüksekte Arşının üzerinde olduğunun isbatı husunda çeşitli delillerle doludur.”
İbn Teymiyye’ye göre Cehennem ebedi değildir:
“… Cehennem’in son bulacağı görüşüne gelince, bu konuda selef ve halef ulemasından maruf iki görüş vardır ve tabiûn ile sonra gelenlerin bu konudaki anlaşmazlıkları malumdur. (…) Cehennem’de bulunanların azabının gelip dayanacağı bir son sınır olduğunu ve azabın Cennet nimetleri gibi daimi olmadığını söyleyenler, bununla Cehennemin son bulacağını kastetmiş olabilecekleri gibi, Cehennemliklerin bir gün buradan çıkacağını ve orada hiç kimsenin kalmayacağını da kastetmiş olabilirler. Ancak şöyle de denebilir: Onlar bununla, azap devam ettiği halde cehennemliklerin buradan çıkacağını değil, Cehennem’in azabının sona ereceğini, onun yok olmasının bu anlamda olduğunu kastetmişlerdir.”[xi]
Bu sapık görüşlere sahip İbn Teymiyye hakkında büyük âlimlerin görüşlerini yazacağız. İbn-i Hacer-i Mekki diyor ki: “Allahü Teâlâ, İbn Teymiyye’yi dalalete, felakete düşürdü. Gözlerini kör, kulaklarını sağır etti. Birçok âlim, bunun işlerinin bozuk, sözlerinin yalan olduğunu bildirmişler ve vesikalarla ispat etmişlerdir. Büyük İslam âlimi Ebu’l Hasenü’l Subkî’nin ve oğlu Tâcuddin-i Subkî’nin ve İmam’ul’izbin Cemaa’nın kitaplarını okuyanlar ve onun zamanında bulunan Şafiî, Malikî, Hanefî âlimlerinin kendisine karşı sözlerini ve yazılarını inceleyenler, sözümüzün doğruluğunu iyi anlar.”
Hindistan’ın büyük âlimlerinden Muhammed Abdurrahman Silhetî, 1882 senesinde basılan Seyfü’l Ebrar adlı kitabında şöyle der: “İbn Teymiyye, Vehhabilerin büyüğü ve öncüsüdür. O şeyhülislam değil, bidat ve asam yani sapıklık ve günahlar şeyhidir, önderidir. Vehhabilerin bozuk itikatlarından ilk konuşan odur. Ve aslında bu bozuk fırkayı ortaya çıkaran odur. Onun zamanından Sultan 2. Mahmut Han zamanına kadar zikri ve akideleri gizli kaldı. Sultan 2. Mahmut Han zamanında, Yemen tarafından Muhammed bin Abdulvehhab isminde biri zuhur etti. İbn-i Teymiyye’nin ölümü ile yok olan, üzeri örtülen ve İslam memleketlerinde eli kolu bağlı olan bozuk itikadları körükleyip ortaya çıkardı. Yeni bir din yolu tuttu. Ehl-i sünnet ve’l cemaat mezhebine uymayan bir bidat kampı teşkil etti.”
Yine Hindistanlı âlimlerden Mevlana Muhammed Fadlurresul 1849 senesinde basılan Tashih’ül Mesail adlı eserinde: “Biliniz ki bu İbn-i Teymiyye yolu kötü, nefsine mağlup, Ehl-i Sünnet’ten hariç kimsedir. ‘Allah u Teâlâ için cihet söylenir’ dedi.”
İbn Teymiyye’nin çağdaşı olan Ahmed bin Yahya el- Küllâbi diyor ki: “Keşke bilseydim, İbn Teymiyye Fir’avn’un bu sözünden Allah u Tealanın göklerin ve arşın üzerinde olduğunu nasıl anlamıştır? Fir’avn; ‘Musa’nın Allah’ı göklerde’ dememiştir. Haydi, Fir’avn’ın dediğinden böyle anlaşıldığını farz edelim. Peki, İbn Teymiyye, nasıl Fir’avn’ın zannıyla istidlal eder? Demek ki, İbn Teymiyye’nin bu ayetten anladığı mana ve Allah’a cihet olduğuna dair delil, Fir’avn’un görüşüne göredir. Akidesinde itimat ettiği delil Fir’avn’un zannettiği şaz olup o, Fir’avn inancının kurucusudur.” Burada anlatılan olay şöyledir: İbn Teymiyye bir eserde Mü’min Suresi 36-37 ayetinde: “Firavn (şöyle) dedi: ‘Ey Hâman! Benim için yüksek bir kule yap, olur ki ben o yollara, göklerin yollarına ulaşırım da Musa’nın tanrısına yükselip çıkarım. Ben onu (Musa’yı) mutlak bir yalancı sanırım.” geçen ve Firavn’a ait olan: “Allah’ın göklerin ve arşın üzerinde olduğu” kavlini kaynak almıştır. Ve şöyle demiştir: “Şayet Musa, Firavn’a Rabbin, bu kâinatın üstünde olduğunu haber vermeseydi, Kur’an-ı Kerim’de ondan hikayetle: “Ey Hâman! Benim için yüksek bir kule yap. Olur ki ben o yollarına ulaşırım da, Musa’nın tanrısına yükselip çıkarın.’ demezdi.” Aynı risalenin devamında şöyle der: “Muattıla olan Cehmiye taifesinin gerçek kavli, Firavn’ın kavlidir.”[xii]
Büyük âlim Yusuf Nebhanî Şevahid’ül Hak kitabında diyor ki: “Fir’avniyye ismine hak kazanan, Allah’a cisim nispet etmekte, benzemekte ve yön isnat etmekte Firavn’e müvafık kanaate sahip bulunan Haşviye taifesidir. Yoksa noksan sıfatlardan münezzeh bulunan Allahu Tealayı bu gibi şeylerin tamamından tenzih eden Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat topluluğu değildir.” Yine aynı kitabının devamında şöyle yazıyor: “İbn Teymiyye, dalgaları kıyıyı döven gürültülü bir deniz gibidir. Bazen sahile inci ve mercan bırakır; bazı zamanlarda da taşları ve midye kabuklarını attığı, pislikleri ve hayvan leşlerini bıraktığı olur.”
Kadızade Ahmet Efendi, İmam Birgivî’nin kitabının şerhinde şöyle diyor: “Allahu Teâlâ, gökte ve yerde değildir, mekândan münezzehtir. Mekân ve zaman O’nun şanına muhaldir. Sağda, solda, önde, arkada, üstte ve altta değildir. Allah u Teâlâ cisim ve cismani olmaktan münezzehtir. Bir tarafta olmaktan da münezzehtir. İbn Teymiyye ve yolundakiler; “Allahu Teâlâ üst taraftadır” dediler.”[xiii]
Hafız İbn-i Hacer El Askalânî, Ed-Durarü’l Kamine isimli kitabında, İbn Teymiyye’nin sahabenin büyükleriyle alakalı sözleri hakkında âlimlerden bazı nakiller yapmaktadır: “İbn-i Teymiyye, Ömer bin Hattab’a üç talak meselesinde ve Hazret-i Ali’ye de on yedi meselede Kur’an’ın nassına muhalefet etti diye isnatta bulunmuştur. ‘Hazret-i Ebu Bekir ne dediğini bilen yaşlı birisi olarak Müslümanlığı kabul etti, ama Hazret-i Ali çocukken İslamiyeti kabul edip bir kavle göre çocuğun İslamiyeti sahih değildir’ demesi ve yine Hz. Ali hakkında ‘kendisi Ebu Cehil’in kızını istemiş ve ölünceye kadar onu severek unutmamıştır’ demesi üzerine âlimler ona münafıklığı isnat etmişlerdir. İbn Teymiyye, Hz. Osman (r.a.) hakkında ‘Osman malı severdi.’ demiş ve ‘Peygamber’den istigasede bulunmazdı’ dediği için ona zındıklık isnat etmişlerdir.”
Leknevî, Ecvibe adlı eserinde diyor ki: “İbn Teymiyye, İbnü’l Cevzî gibi hasen hadisleri mekzup, birçok zayıf haberi de mevzu kılmış, hatta zayıf veya mevzu oluşu ihtilaf konusu olan birçok haberin mevzu olmasında ittifak olduğunu iddia etmiştir.”
İmam Ebu’l Hasen Subkî diyor ki: “Resülûllah ile tevessül etmek, yani istigase etmek, ondan şefaat istemektir. Bu ise ne güzel bir şeydir. Önceki ve sonraki İslam âlimlerinden hiçbiri buna karşı bir şey dememiştir. Yalnız İbn Teymiyye bunu inkâr etti. Böylece doğru yoldan ayrıldı. Kendisinden önce gelen âlimlerden hiçbirinin söylemediği bir bidat çıkardı. Bu bid’ati ile Müslümanların diline düştü.”
Aliyy'ül-Kaarî, Şifa şerhinde diyor ki: “Hanbelîlerden İbn Teymiyye, ifrata kaçmış bulunmaktadır. Zira Resülûllah Aleyhisselam efendimizi ziyaret için yolculuk yapmayı haram saymıştır. Hâlbuki ziyaretin yakınlık sebebi olduğu bilinmektedir. Onu inkâra kalkan üzerine küfür ile hükmolunmuştur. Zira müstehab olduğunda ulemanın icmaı bulunan bir şeyi haram kılmak küfür olur. Bu, mübah olduğunda icma bulunan bir şeyi haram kılmanın da ötesinde bulunmaktadır.”
Allame Şerif Takîyûddin Ebu Bekri’l-Hısnî ed-Dımaşkî diyor ki: “İbn Teymiyye’nin dediği kavillerin en kötüsü ve çirkini, tefrika meselesidir. Yani, yalnız Peygamberin (aleyhisselam) hayatında ve huzurunda duasına tevessül etmek caizdir, vefatından sonra türbesinin yanında bile caiz değildir, sözüdür ki, bunu Yahudiler ortaya atmış ve tâbileri de bu fikir üzerinde devam etmiştir.”
Zamanın sultanının İbn Teymiyye’nin görüşlerinin değerlendirilmesi için gönderdiği emirname:
Sultan İbn Kalavun’un İbn Teymiyye hakkındaki emirnamesinin sûreti:
“Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla… Bütün hamdler, her hangi bir şeye benzemekten münezzeh ve herhangi bir şey kendisine eş olmaktan uzak olan Allah’a olsun. Nitekim Allahu Teâlâ, “hiçbir nesne kendisine benzemez, gerçekten işitici, görücü ancak O’dur” (Sûre-i Şura/11) diye buyurmuştur. Kitap ve sünnetle amel etmemizi emr ve ilham eylediği ve zamanımızda dinde şek ve şüpheyi ortadan kaldırdığı için O’na hamd ederim. İhlâsı nedeniyle (kıyamet günü) akıbetinin ve dönüş yerinin güzelliğini umut eden ve Allah’ın “nerede olsanız O sizinledir ve Allah ne yaptığınızı bilir” (Sûre-i Hadid) buyurduğu ayeti celileye dayanarak yaradanı cihetten tenzih ederek La ilahe illallah, O tektir, ortağı yoktur diye şehadet ederim. Ve yine şehadet ederiz ki, Efendimiz Muhammed O’nun kulu ve elçisidir. O Resulu ki, Allahın razı olduğu yola süluk edene kurtuluş yolunu göstermiş ve Allahın eserlerinde tefekkür etmeyi emr ile Zatında edilmesini yasaklamıştır. Allah, onun âl, ashabının üzerine salât ü selam eylesin, o âl ve ashab ki imanın alametleri onların himmetleriyle yükseldi, bu dinin esaslarını onlarla güçlendirdi ve onların vasıtasıyla haktan ayrılıp bid’atlara yönelen kimsenin çıkarttığı yangını söndürdü.
Bundan sonra derim ki: Şer’i kaideler, yürürlükteki İslami kurallar, imanın ilmi rükünleri ve kabul edilen din mezhepleri bu dinin esaslarıdırlar. Bunlar dinde herkesin müracaat kaynaklarıdır. O yollara süluk eden kimse, büyük zafere ulaşır, onları terk eden kimse, şüphesiz elem verici bir azaba müstahak olacaktır.
İşte bu nedenle, bu esasların hükümlerin muhafaza edilmesini ve devamını tekid etmek, bu ümmetin inancını ihtilaftan korumak, ittifak, şefkat ve rahmet terazisini doğru tutmak, bid’atten müvellit fitneyi söndürmek, din ahkâmını parçalayan kimselerin toplantılarını dağıtmak vaciptir.
Çağımızda İbn Teymiyye adlı kişi sözünü genişletip, cehaletiyle kelamının yularını uzatmış, Allah’ın zat ve sıfat meselelerinden uygunsuz bir şekilde bahsetmiştir. Bâtıl kelamında birçok münker şeyleri açıkça belirtmiştir. Sahabe ile tabiinin bahsetmeyip sükût ettikleri şeylere değinmiş, salihlerin ve bu ümmetin sembolü olan imamların bahsetmekten korundukları şeylerden bahsetmiş ve İslam imamlarının inkâr ettikleri, âlim ve hâkimlerin hilafına ittifak ettikleri meseleleri meydana çıkarmıştır.
Avam tabakasını aldattı ve çağındaki fakihlere, Şam ve Mısır’daki büyük âlimlere muhalefet ettiği fetvalar çıkardı. Bunları, risalelerine yazıp her yere gönderdi. O fetvaları, Allah’ın nazil eylediği isimlerle adlandırdı. İşte, onun bu fetva ve risaleleri elimize geçip, kendisi ile müridlerinin sülûk ettiklerince açıkladıkları şeylerin beyanı bize ulaşınca, Allah kelamının harf ve savt olduğunu, teşbih ve tecsim akidesini açıkça söylediği anlaşılmış oldu. Dolayısıyla bu büyük fitneden korkarak Allah’ın dinine yardım etmek üzere ayaklandık ve bid’ati inkâr ettik. Onun memleketinde bunların yayılması bize ağır geldi ve batıla inananların dediklerinden iğrendik. Allahu Tealanın buyurduğu: “İzzet sahibi olan Rabbini takdis et, onların vasıflarından…” (Sûre-i Saffat/180) ayet-i celilesini okuduk. Zira Allah Sübhanehu ve Teâlâ Zatında, sıfatında Ona denk ve benzer olacak her şeyden münezzehtir. “O’nu gözler idrak edemez, O, gözleri idare eder, O lütuf sahibidir, her şeyden haberi vardır.” (En’am, 103) diye buyurmuştur. İbn-i Teymiyye’nin açıkça konuştuğu ve onun lafızlarını işiten akıllı kimsenin, onun hakkında Allahu Teâlâ’nın: “Umulmadık bir iş yaptın.” (Kehf, 73) diye buyurduğu ayeti okuduğu, bâtıl fetvaları Şam ve Mısır ülkelerimizde yayıldığı zaman, kendisini huzura davet etmek için emirnamelerimizi gönderdik.
Akd ve hall ehli olan, tahkik ve nakil sahipleri âlimlerden bir cemaat bize gelince, İslam kadıları ve hâkimler, Müslümanların âlimleri ve din ile dünya âlimleri hazır bulundular. Durumu müzakere etmek üzere, imamlar ile halktan, münazara ve itirazlar hususunda dirayetli olanlardan müteşekkil bir cemaat huzurunda şer’i bir toplantı yapıldı. Kavillerine itimat edilenlerin dediklerine ve münker akidesine delalet eden yazılarına göre, o meclisteki ulema ve halk nezdinde kendisine isnat edilen tüm şeyler sabit oldu. Meclis, onun kötü akidesini, inkârcı olarak kaleminden çıkan şeylerin şehadetiyle hakkında Allahu Teâlâ’nın buyurduğu: “Şahitliklerini yazacağız ve sorumlu olacaklar.”[xiv] ayetini okuyarak onu suçlayıp dağılmıştır. İşittiğimize göre, bu fetvaları için birçok defa yetkililerce kendisine tevbe ettirilmiş ve dolaysıyla Şer’i Şerif cezasını te’hir etmiş, bu işten men edildikten sonra tekrar eski durumuna dönüp söz dinlememiştir.
İbn Teymiyye’nin bu suçu Mâliki mezhebinin hâkimi huzurunda sabit olunca Şer’i Şerif onun fetva vermekten men edilmesine hükmetti. İbn Teymiyye’nin gittiği bu bidat yollara her hangi bir kimseyi sürüklemekten, onun itikadına tabi olup, onun bu kavlini söylemekten, bu kelimelerine kulak vermekten, teşbih yolunda gitmekten, Allah için yukarı ciheti olduğu hakkındaki konuşmasından, Allah’ın kelamının harf ve savttan ibaret olduğunu söylemekten, tecsim hakkında konuşmaktan, akaitte doğru yoldan sapmaktan veya din imamlarının görüşünden ayrılmaktan veya Allah Sübhanehu ve Teâlâ’nın bir cihette olduğuna itikat etmekten nehy eden ve bunu itikad eden eden kimsenin cezasının kılıçtan başka bir şey olmadığına dair emirnamemizin yazılmasına da hükmettik.
Öyle ise, herkes bu sınırda durup haddi aşmasın! “Önce ve sonradaki iş, Allah’ındır.”[xv] Hanbelîlerden herkes, din imamlarının inkâr ettikleri bu akideden (İbn Teymiyye’nin akidesinden), doğru yoldan saptıran şüphelerden dönmemelidirler. Allahu Tealanın emrettiği şeylerden, övülen iman ehlinin yollarına temessükden ayrılmamalıdırlar. Çünkü Allah’ın emrinden dışarı çıkanlar, şüphesiz doğru yolu kaybetmişlerdir. Bu gibi insanlara ceza olarak eziyetten başka bir şey olmayıp uzun zaman hapis edileceklerdir. Hapis ise, kötü bir yerdir.
Şüphesiz bizler Dımaşk ve Şam diyarına ve bu yerlere yakın ve uzak yerlere şöyle bir resmi emir çıkardık: İbn Teymiyye’ye beyan ettiğimiz hususlarda tabi olanları şiddetle nehy eder, onları korkutarak tehdit ederiz. Onu koyduğumuz yere (hapse) göndereceğiz. Onu ümmetin gözünden düşürdüğümüz gibi taraftarını da düşürürüz. Israr edip de onu müdafaa edenin, medreselerinden ve görevlerinden azledilmelerini emrederiz. Onları rütbelerinden düşüreceğiz. Onlar için ülkemizde hiçbir hüküm ve velayet ve şahitlik, imamet, hatta hiçbir mertebe ve ikame hakkı olmayacaktır. Zira biz bu bidatçinin iddiasını ortadan kaldırdık ve Allah’ın birçok kullarını sapıttığı veya sapıtmaya yaklaştırdığı kötü akidesini iptal ettik. Hatta o kötü akidesi yüzünden halkın çoğu doğru yoldan saptılar ve yeryüzünde fesat çıkardılar. Hanbelîler de bu kötü fikirden dolayı şer’i sicil defterlerinde tesbit edilsin, tesbitten sonra bu resmi kayıtlar Maliki kadılara gönderilsin. Bu husustaki korkutmamızda haklı olarak insafa dayandık. Bu şerefli emir yazımız, ovada, şehirde ikamet eden herkese de belagatli ve kötü inançtan men edici olmak üzere cami minberlerinde okunsun. Bu emirnamemiz, 705 H. Ramazan ayında yazılmıştır.” [xvi]
İşte Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat mezhebinin büyükleri, İbn-i Teymiyye hakkında bunları söylerken, onun sağlam olmayan fikirlerini Ümmet-i Muhammedin evlatlarına dayatmak, onu tectid hareketinin öncüsü diye tanıtarak kafa bulandırmak istemek, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ve Eshabının yolu olan Ehl-i Sünneti ortadan kaldırmaya çalışmaktır. Şanı Yüce Allah, Ümmet-i Muhammed’i dâlalet çukurlarına girmekten muhafaza buyursun.
| Harun Çetin
AkademiDergisi.com
[i] Ebu Hamid Bin Merzuk, Beraet’ül Eş’ariyyin, sh. 24-25
[ii] Beraatü’l Eş’ariyyin, sh. 108
[iii] İbn Teymiyye’nin Fetvaları, cilt 2, sh. 275
[iv] İbn Teymiyye’nin Fetvaları, cilt 2, sh. 275
[v] İbn Teymiyye, Minhacü’s Sünne, sh. 62
[vi] İbn Teymiyye, Ehli’s Suffe, sh. 34
[vii] İbn Teymiyye Fetevası, cilt 2, sh, 271
[viii] İbn Teymiyye Fetevası, cilt 2, sh. 293
[ix] İbn Teymiyye, el Cevabü’l Bahir fi Züvvari’l Mekabir, sh.88
[x] İbn Teymiyye, El Minhacü’s Sünne cilt 2, sh. 29
[xi] İbn Teymiyye, Er-Redd Alâ Men Kâle bi Fenai’l Cennetî ve’n Nar, sh. 52-57
[xii] el Furkan Beyne Evliyai’r-Rahman ve Evliyai’ş Şeytan, s. 144
[xiii] Birgivi Vasiyetnamesi Şerhi
[xiv] Sûre-i Zuhruf/19
[xv] Sûre-i Rum/4
[xvi] Ebu Hamid bin Merzuk, Beraatü’l Eşariyyin, sh. 391-395
İslam düşünce tarihinde leh ve aleyhinde en fazla konuşulan isimlerin başında Takiyyuddin İbn Teymiyye (v. 728/1328) gelmektedir. 661/1263 yılında Harran’da doğan İbn Teymiyye, Hanbeli mezhebinin güçlü alimlerini içerisinde barındıran bir aileye mensuptur.
Dedesi Mecdüddin İbn Teymiyye pek çok alanda eser veren bir alimdir. Babası Abdulhalim’de, Harran yöresinde etkin olan bir Hanbeli fakihidir.
Moğolların Bağdat’ı işgal etmeleri ve Bağdat merkezli saldırılarını Harran’a kadar genişletmeleri üzerine İbn Teymiyye ailesi 667/1269 yılında Dımaşk’a göç eder. Babası başta olmak üzere bir çok hocadan ders okuyan İbn Teymiyye, 683’te Sükkeriyye Darulhadisine hoca olarak atanır. Bir yıl sonra da Emeviyye Camii’nde tefsir dersleri vermeye başlar.
Kısa zamanda şöhreti Dımaşk başta olmak üzere mücavir şehirlere de yayılan İbn Teymiyye VIII/XIV. yüzyılın başlarından itibaren kendisini ilmi ve fikri tartışmaların içerisinde bulur. Ehl-i Sünnet’in itikadi mezheplerine özellikle de Eş’ariliğe sert tenkitler yöneltir. Sıfatlar ve müteşabihat meselesinde selef-i salihinin usulünü benimsediğini iddia ederek ayet ve hadisleri zahiri anlamlarında anlar. Verdiği fetvalarla da bir çok konuda mezhepler arası icmaya muhalefet eder.
Mevcut İslami disiplinlerin hemen tamamına itirazları olan İbn Teymiyye en sert eleştirilerini tasavvufa yöneltir. İbn Arabi’yi ve onun görüşlerini benimseyen mutasavvıfları açıkça tekfir eder.
Çeşitli devlet adamları ve kadıların katıldığı meclislerde çok defa muhakeme edilen İbn Teymiyye Kahire’de dört kâdi’l-kudât’ın katıldığı bir mahkemede Allah Teala’yı insan suretinde algılama cürmünden dolayı Kahire kalesine hapsedilir. Ehl-i Sünnet akidesine muhalif görüşlerinden ve icmaya aykırı fetvalarından dolayı farklı zamanlarda defaatle yargılanıp hapisle cezalandırılır.
İbn Battuta, İbn Hacer el-Heytemi, Takiyyuddin es-Sübki, Tacüddin es-Sübki, Kemaleddin İbnü’z-Zemlekâni, Şihabuddin İbn Cehbel ve Ebu Hayyan gibi muasırı olan alimler tarafından görüşleri tenkit edilen İbn Teymiyye, hakkında yazılan reddiyelerin de etkisiyle –zamanla- ilk yıllardaki itibarını kaybeder. Osmanlı’nın son dönemlerinde Hicaz’da ortaya çıkan Muhammed b. Abdulvahhab’ın başlattığı hareket, İbn Teymiyye’nin fikirlerinin yeniden canlanmasına zemin hazırlar. İbn Abdulvahhab’a nisbetle Vehhabilik olarak tanınan ve zamanla siyasi bir boyut kazanan hareket Suudi Arabistan Krallığı’nın kurulmasında da etkili olur.
Kendisini selefiyye olarak tanımlayan “vehhabilik” hareketi zamanla Suudi Arabistan başta olmak üzere İslam coğrafyasının önemli bir bölümünde nüfuz elde eder.
Selefilere/vahhabilere göre içtihatlarıyla İslami ilimlerin gelişmesine katkıda bulunan bir müçtehit olan İbn Teymiyye, İmam Subki başta olmak üzere Ehl-i Sünnet hassasiyetine sahip bir çok alime göre ise asırlar sonra teşbih ve tecsim akidesini canlandıran bir Haşevi’dir.
İslam düşünce tarihinde derin izler bırakan, günümüz İslami anlayışları üzerinde de belirgin etkinliği olan İbn Teymiyye’nin itikadi görüşleri sürekli tartışılır olmuştur. İslami anlayış ve yaşayışlarını onun belirlediği esas ve verdiği fetvalar üzerine bina edenler, Ona dayanarak Maturidi ve Eşari mezhebine müntesib Müslümanları “ehl-i zeyğ” olarak nitelemekten çekinmemişlerdir. Bu durum, İbn Teymiyye’nin itikadi görüşlerini ve tevhit anlayışını tahlil etmeyi gerekli kılmıştır.
İslam’da Tevhit Tasavvuru
Bölünmeyi kabul etmeyen varlıklara “tek” denir. Allah Teala da zât, sıfat ve fiillerinde “tek”tir. İslam dini, O’nun bir olduğunu kabul etme esası üzerine ibtina etmiştir. Mümini, kafir ya da müşrikten ayran temel özellik O’nun birliğini kabul etmesi yani muvahhit olmasıdır.
Müminler yalnız Allah Teala’ya ibadet ederek ubudiyette, eşi ve benzeri olmadığını ikrar ederek de zatında O’nun tek olduğuna iman ederler. Rabb’ı, Rabb, insanı da insan olarak algılarlar.
Cenab-ı Hakkı’ın eşi ve benzerinin olmaması, yaratılmışlar gibi belli bir mekanda bulunmaması, yönlerle ifade edilmemesi gibi hassasiyetler zâtındaki vahdaniyetin esasını teşkil eder.
Ehl-i Kıblenin Kırılma Noktası: Sıfatlar
İslam’ın temelini oluşturan ibadetleri kabul etme noktasında birbirlerine yakın duran “ehl-i kıble”, Allah Teala’nın zatı ile alakalı meselelerde aynı yakın duruşu gösterememiştir.
İslam’ın erken asırlarında başlayan müteşabihat ve Allah Teala’nın sıfatları ile alakalı tartışmalar kısa zamanda mezhepleşerek kurumsal bir statü kazanmış ve günümüze kadar devam etmiştir.
Zaman zaman “tekfir” ifadelerinin de duyulduğu tartışma sürecinde genellikle taraflar birbirlerini dalalet ve bidat ehli olmakla itham etmişlerdir.
İbn Teymiyye’nin Mezhebi
Ehl-i Sünnet akidesini benimseyen kelam alimlerinin üstün gayretleri sonucu canlılığını yitiren kelami münakaşalar, İbn Teymiyye’nin Allah Teala’nın zatıyla alakalı serdettiği görüşlerin etkisiyle yeniden alevlenmiştir.
Kendisi gibi inanmayan/düşünmeyen fırka mensuplarını “ehl-i zeyğ” olarak isimlendiren İbn Teymiyye, Allah Teala’nın zatı ile alakalı meselelerde batini, sufi (İbn Arabi çevresi), mu’tezili, eşari kelamcıları ve filozofları sert ifadelerle tenkit etmiştir.
İbn Teymiyye’ye göre, tevhit akidesini Kur’an ve Sünnet’te var olduğu şekilde anlayanlar yalnız selef alimleridir. Bu yüzden imani meselelerde de onların görüşleri benimsenmelidir. “Selefin, Cenab-ı Hakk’a, Onun kendisini tavsif ettiği şekilde iman ettiğini” söyleyen İbn Teymiyye, isim ve sıfatlar noktasında şu ayetlerin selefi akidenin temelini oluşturduğunu ifade eder: “Allah kendisinden başka ilah olmayandır. Diridir, kayyumdur.”[1], “De ki: ‘O, Allah’tır, bir tektir. Allah Samet’tir (her şey O’na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir.). Ondan çocuk olmamıştır. Kendisi de doğmamıştır. Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.”[2]” [3]
Ayet ve hadislerin Allah Teala’nın zât ve sıfatları ile alakalı ayrıntılı bilgiler verdiklerini, ayrıca temsili/teşbihi de reddettiklerini söyleyen İbn Teymiyye, savunduğu akidenin Peygamberlerden tevarüs ettiğini belirtir.[4]
Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarını reddeden mu’tezile ile, Ona cismiyet isnat eden mücessime arasında orta yolu benimsediğini iddia eden İbn Teymiyye, mezhebini “münezzihe/tenzih eden” olarak isimlendirir. Seleften tevarüs ettiğini iddia ettiği “Münezzihe” meşrebinin çerçevesini çizerken de şunları söyler: “Selefin itikatta mezhebi, sıfatları reddetme ile Allah Teala’yı insanlara benzetme arasındaki orta yoldur. Onlar, Cenab-ı Hakk’ın zatını yaratılmışlara benzetmedikleri gibi, sıfatlarını da onların sıfatlarına benzetmemişlerdir.[5]
Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını inkar edenlerle, onları yaratılmışların sıfatlarına benzeten mücessime ve müşebbihe meşrebi müntesiplerini “Allah’ın ayetlerini tahrif etmekle” itham eden İbn Teymiyye, eserlerinde Cenab-ı Hakk’a mekan isnat ederek inkar ettiği tecsim akidesini savunmuştur.
İbn Teymiyye’nin Uç Görüşleri
Eserlerinde açık bir şekilde müşebbihenin etkisi hissedilen İbn Teymiyye’ye göre Allah’ın kitabı, Resulü’nün sünneti, sahabe, tabiun ve müçtehit imamların eserleri direkt ya da dolaylı olarak Cenab-ı Hakk’ın her şeyin üstünde olduğunu anlatmaktadır. Şu ayetler O’nun (celle celaluhu) mekansal olarak arş ve semanın üzerinde olduğunu göstermektedirler: “Güzel sözler ancak O’na yükselir.”[6], “Ey İsa! Şüphesiz seni kabz edecek ve kendime yükselteceğim.”[7], “Göktekinin sizi yere geçirivermeyeceğinden emin mi oldunuz?”[8], “Fakat Allah Onu (İsa’yı) kendisine yükseltmiştir.”[9], “Rahman, Arş’a istiva etmiştir.”[10]
İbn Teymiyye, “Rabbimiz, gecenin üçte biri kaldığında (keyfiyeti bize meçhul bir halde) her gece dünya semasına inerek buyurur ki ‘Bana kim dua eder ki, duasına icabet edeyim. Kim bir şey ister ki, ona dilediğini vereyim. Kim de affını talep eder ki, onu mağfiret edeyim.”[11] mealindeki hadisin de açık bir şekilde Cenab-ı Hakk’ın semada bulunduğunu ifade ettiğini söyler.[12]
Selefi salihinden hiç kimsenin Allah Teala’nın semada olduğuna itiraz etmediğini, ne Kur’an-ı Kerim, ne Sünnet, ne sahabe, ne tabiun ve ne de sonraki dönemlerde yaşayan müçtehit imamların bu gerçeğe aykırı direkt ya da dolaylı tek bir ifadelerinin olmadığını söyleyen İbn Teymiyye, onların Allah Teala’nın (mekansal olarak) semada, arşta ve her yerde olduğunu kabul ettiklerini iddia eder.[13]
Selefin Allah Teala’yı Kur’an ve Sünnet’in ifade ettiği şekilde vasıflandırdığını, bu noktada bir değişiklik ya da inkar içerisinde olmadıklarını, sıfatların keyfiyetini açıklama ya da onları insanların sıfatlarına benzetme yoluna da sapmadıklarını söyleyen İbn Teymiyye (te’vil yoluyla) sıfatların bir kısmını inkar edenlerin Allah Teala’yı hakkıyla bilemediklerini dolayısıyla da şu ayetin muhatabı olduklarını iddia eder[14]: “Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler.”[15]
Allah Teala’nın yüzü, eli ve gözü olduğunu iddia eden İbn Teymiyye[16] bu anlayışı, O’nun insana benzetilmesi (teşbih) şeklinde telakki eden Ehl-i Sünnet kelamcılarını Cenab-ı Hakk’ın ezeli sıfatlarını reddeden “muattıla” ile aynı görüşü benimsemekle itham eder.[17]
Allah Teala’yı yaratılmışlara benzetmekten tenzih edebilmek için müteşabih ayetleri te’vil eden kelamcıları Yahudilerden daha tehlikeli gören İbn Teymiyye[18] savunduğu fikirlerin sahabe, tabiun, hadis hafızları ve Ahmed b. Hanbel’e ait olduğunu söyler.[19]
Müşebbihe ve mücessimeyi “ehl-i zeyğ” olmakla itham eden İbn Teymiyye, Allah Teala’nın semada arş üzerinde oturduğunu söyleyerek Ehl-i Sünnet kelamcılarından ayrılır ve tenkit ettiği mücessime ile aynı akideyi paylaşır.
İbn Teymiyye’nin Allah Teala’ya isnat ettiği el ve yüz gibi uzuvların keyfiyetlerinin insanlar tarafından bilinmediklerini söylemesi, kendisini teşbihten kurtarmaz. Zira müşebbihe ekolüne müntesip olanlar da Cenab-ı Hakk’a isnat ettikleri uzuvların keyfiyetlerini bilmediklerini söylemektedirler.
Müteşabih ayetleri zahiri anlamlarında tefsir eden İbn Teymiyye’nin benimsediği tefsir usulünün seleften tevarüs ettiğini söylemesi de iddiadan öte bir anlam ifade etmemektedir. Zira Malik b. Enes, Mukatil b. Süleyman, Davud b. Ali el-Isfehani ve Ahmed b. Hanbel’in de aralarında yer aldığı selef alimleri Allah Teala’nın yaratılmışlardan hiçbir şeye benzemediğini söylemektedirler. Aşağıdaki açıklama İbn Teymiyye’nin görüşlerine ittiba ettiğini söylediği selef alimlerinin teşbih noktasında ne derece tavizsiz olduklarını göstermektedir: “Bir kişi ‘Ey İblis! Ellerimle (kudretimle) yarattığıma saygı ile eğilmekten seni ne alıkoyuyordu?”[20] ayetini okurken elini hareket ettirse ve bu hareketiyle Allah Teala’nın elinin olduğunu ima etse, o adamın elini kesmek gerekir.”[21]
Selef, Allah Teala’nın kudretine işaret eden “el” kelimesinin okunduğu sırada karinin parmaklarını oynatmasını dahi doğru kabul etmezken, Cenab-ı Hak’a el, ayak gibi uzuvlar isnat eden İbn Teymiyye’nin Onlarla aynı esasları kabul ettiğini söylemesi güvenilirliğini yaralamaktadır.
Müfessirler ve İbn Teymiyye
Müteşabihat ve sıfatlarla alakalı görüşünün selefe ait olduğunda ısrar eden İbn Teymiyye, okuduğu yüzden fazla tefsirin hiçbirisinde sahabenin sıfatlarla ilgili ayet ve hadisleri zahiri anlamlarının dışında bir mana ile te’vil ettiklerini görmediğini söyler.[22]
İbn Teymiyye’nin bu beyanı selefe ait tefsirler içerisinde en güvenilir olduğunu söylediği Taberi’nin nakilleri ile çelişmektedir.[23] Nitekim Taberi, -İbn Teymiyye’nin sıfatlarla alakalı ayetlerin en önemlisi olarak gördüğü- “ayetü’l-kürsi”deki “O’nun -celle celalühü- kürsüsü (ilmi) bütün yerleri ve gökleri kaplayıp kuşatmıştır.”[24] kısmını tefsir ederken İbn Abbas’a -radiyallahu anhuma- isnat ettiği bir rivayette kürsü kelimesinin “ilim” olarak te’vil edildiğini nakletmektedir.[25] Halbuki İbn Teymiyye “kürsü” kelimesini –haşa- Allah Teala’nın üzerinde oturduğu bir mekan olarak anlamaktadır.
“Tercümanü’l-Kur’an” diye şöhret bulan İbn Abbas’ın müteşabihattan olan “kürsü” kelimesini, “ilim” olarak te’vil etmesi, İbn Teymiyye’nin ilk dönem müfessirleri ile alakalı genellemesinin gerçeğe aykırı olduğunu göstermektedir.
Firavun Örneği
Allah Tela’nın “yüce/el-Aliyy”[26] olmasını mekansal olarak semada bulunmak şeklinde anlayan İbn Teymiyye, Kur’an-ı Kerim’de zikredilen Firavun’a ait şu sözü iddiasına delil olarak kullanır: “Firavun dedi ki: ‘Ey Haman! Bana yüksek bir kule yap, belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Musa’nın ilahını görürüm(!) Çünkü ben, Onun yalancı olduğuna inanıyorum.’ Böylece Firavun’a yaptığı iş kötü gösterildi ve doğru yoldan saptırıldı.”[27]
İbn Teymiyye’nin ayetten Firavun’un Allah Teala’nın –haşa- göklerde olduğunu Musa –aleyhisselam-dan öğrendiği sonucunu çıkarması gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Çünkü ne ayet ne de hadislerde buna işaret eden bir kanıt vardır. Muhal farz, Musa -aleyhisselam- böyle bir şey söylemiş olsa dahi Onu yalancı olarak gören[28] Firavun’un, Hz. Musa’nın sözüne itimat etmesi düşünülemez. Ayrıca Firavun Musa –aleyhisselam-ın sözüne göre amel etseydi öncelikli olarak Allah Teala’ya iman etmiş olurdu.
Nüzul Hadisi
Allah Teala’nın semada karar kıldığını savunan İbn Teymiyye’nin delil olarak kullandığı “nüzul hadisi” hakkında Buhari Şarihi Ayni şunları söylemektedir: “Bu hadis ile alakalı dört farklı kanaat oluşmuştur. Bir grup, bu hadise dayanarak Allah Teala’ya yön isnat etmiş, Mu’tezile bu bapta rivayet edilen hadisleri inkar etmiş, başka bir grup tahrif sayılabilecek ölçüde te’villerde bulunmuş, meşhur dört mezhep imamının da aralarında yer aldığı cumhur ise hadisi kabul etmekle beraber şerh ederken Cenab-ı Hakk’ı kullara benzemekten tenzih etmiştir.
Ehl-i Sünnet kelamcıları Allah Teala’yı, “yüksek bir yerden daha alçak bir yere intikal etmek”[29] anlamına gelen “nüzul” kelimesinin zahiri anlamıyla ilişkilendirmekten sakınmışlardır. Zira hareket, durmak ve intikal gibi fiiller bir yerden ayrılıp başka bir yerde bulunmak anlamına gelir.[30] İnsanlarda görülen ve bir yerde olunduğu bir anda başka bir yerde olamamayı gerektiren bu durumların Cenab-ı Hakk’a isnat edilmesi Kur’an ve Sünnet’e aykırıdır. Zira ayetler Onun insanlara benzemesini açıkça nefyetmiştir: “Onun benzeri hiçbir şey yoktur.”[31], “Allah Samed’dir.(Her şey Ona muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir.)”[32] Buna göre “nüzul” kelimesine zahir anlamı verildiğinde hadis, Kur’an-ı Kerim’le çelişecektir. Sahih bir hadis için böyle bir durum söz konusu olmayacağına göre “nüzul” kelimesi mecaz anlam çerçevesinde anlaşılmalıdır.
Şarih Ayni, “nüzul” kelimesinin zahir ve mecaz olarak 5 farklı anlamının olduğunu, Kur’an-ı Kerim ve Arap dilinde hepsinin de kullanıldığını ancak hadis bağlamında düşünüldüğünde en uygun anlamın “Allah Teala’nın rahmetini kullarına yöneltmesi”[33] şeklinde olacağını söylemektedir.[34]
Ayrıca hadisin zahir anlamda anlaşılması coğrafi gerçeklerle de çelişmektedir. Çünkü bir bölgede zaman, gecenin son üçte birine ulaştığında başka bir yerde gündüz vaktidir. Bütün yeryüzü için düşünüldüğünde “gecenin son üçte birleri” 24 saati kaplamaktadır. Bu durumda, “istiva” ve “semada bulunma” kelimelerini zahir anlamlarında kabul eden İbn Teymiyye’nin, Allah Teala’ya hangi zamanı tahsis ettiği problemi ortaya çıkmaktadır. Ayet ve hadislerde bir tahsis söz konusu olmadığına göre, bunu yapacak kişi İbn Teymiyye olacaktır. Sınırlı kudrete sahip olan insanın, Allah Teala’yı belli bir zamanla sınırlaması, sınırsız gücün üzerinde tasarruf iddia etmesi anlamına gelecektir. Bu ise, tevhit akidesi açısından bakıldığında tehlikeli bir durumdur.
Mecaz ve Hakikat Telakkisi
İbn Teymiyye, müteşabihatı mecazi anlamlarıyla tefsir eden Ehl-i Sünnet kelamcılarını sert bir üslupla tenkit etmesine rağmen, Kur’an-ı Kerim ve hadislerde adı geçen cennet nimetlerinin tamamını “mecazi” kabul eder.
“Sadece ben yaparsam olur.” anlayışının hakim olduğu bu yaklaşımı daha yakın bir planda anlayabilmek için İbn Teymiyye’nin “mecaz” ile alakalı ifadelerine göz gezdirmek gerekir: “İbn Abbas radiyallahu anhuma ‘Cennette olan nimetlerin dünyada sadece adlarının olduğunu’ söylemektedir. Allah Teala cennette şarap, süt, su, ipek, altın, gümüş ve diğer nimetlerin olacağını haber vermektedir. Bunların, dünyadaki karşılıkları ile bir takım benzerlikleri olmakla beraber büyük farklılıkları da vardır.” Nitekim cennette kendilerine nimet verilenler “Bu tıpkı daha önce dünyada iken bize verilen rızık gibidir” dediklerinde “Bu rızık onlara dünyadakine benzer olarak verilmiştir.”[35] denilecektir. Cennet nimetleri dünyadakilere benzeseler de onların aynıları değillerdir. Tıpkı belli açılardan bazı unsurlar birbirlerini çağrıştırdıkları gibi bazı nimetlerin isimleri de birbirlerine benzemektedirler.”[36]
Sonraki dönem alimleri tarafından kaleme alınan tefsirlere bakıldığında Cenab-ı Hakk’ın zat ve sıfatlarından bahseden ayetlerin mecazi anlamları çerçevesinde anlaşıldıkları görülmektedir. Buna göre “istiva” kelimesine kurulmak, galebe çalmak, güç sahibi olmak, “vech”e zat, “el”e güç, kuvvet, “gelmeye” Allah Teala’nın emrinin gelmesi, “semada/üstte olmaya” derece ve mekan itibariyle yüksekte bulunmak gibi anlamlar verilmiştir.
Mecaz, Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasında o derece önemsenmiştir ki ulema, “Eğer mecaz, Kur’an-ı Kerimden gitmiş olsaydı, Onun güzellik ve i’cazının yarısı da kaybolurdu.” demiştir.[37]
Sıfatlar ve müteşabihatın, zahiri anlamları çerçevesinde anlaşılmalarında ısrar eden İbn Teymiyye, aksi bir anlama usulüne (mecazi) dair ne sahabe ne de tabiundan nakledilen bir rivayet olmadığını, akılla bu işi yapmaya kalkışmanın ise onu, nasslar üzerinde bir otorite olarak kabul etmek anlamına geleceğini söyler.[38]
Müteşabihatı mecazi manada anlamayı aklın nasslar üzerinde hakimiyet kurması olarak algılayan İbn Teymiyye, cennet nimetlerini kıymetlendirme babında İbn Abbas’tan yaptığı rivayeti ise aklıyla Ahiret Hayatı’nın belli bir konusuna tahsis etmekten geri durmaz. Halbuki Allah Teala’nın sıfatları, cennet nimetleri gibi “semiyyat” bahsine dahildirler, dolayısıyla her ikisi de aynı usul çerçevesinde anlaşılmalıdırlar. Ayrıca sahabe, sıfatlar hususunda sessiz kalmış, müteşabihata mecazi mana verilmeyeceğine dair de bir kanaat belirtmemiştir. Onlar müteşabih ayetlerin anlamlarını Allah Teala’ya havale etmişlerdir. İbn Teymiyye gibi müteşabihatı zahir anlamlarında alıp Cenab-ı Hakk’a cihet isnat etme yoluna sapmamışlardır.
Tefvîz Ve Te’vil Sistemi
Selef, “Şari’nin kelamından neyi kastettiğinin kullara gizli olması” anlamına gelen “müteşabihat”ı anlarken iman ve tasdikle yetinmeyi yeterli görmüş, keyfiyeti beyan etmekten uzak durmuştur.[39] Nitekim İmam Malik kendisine “Rahman, Arş’a istiva etmiştir.”[40] ayetindeki “isteva” kelimesinin tefsirini soran kişiye, “İstiva malumdur. Keyfiyeti ise bilinmemektedir. Bu konuda soru sormak bidattır. Zannederim ki sen kötü niyetli bir adamsın.” dedikten sonra çevresindekilere “Onu yanımdan çıkarın”[41] diye emretmiştir. İmam Malik, mücessime meşrebinden olduğunu düşündüğü kişiye “istiva” kelimesinin Arap dilinde hangi anlamlara geldiğinin bilindiğini, fakat Allah Teala’nın ayetten neyi kastettiğinin meçhul olduğunu, bu noktada sorular sormanın ise sapık akidelere bilgi toplama anlamına geleceğini ihsas etmiştir.
İmam Malik örneğinde de görüldüğü gibi selef, müteşabih ayetlerin manalarını Allah Teala’ya havale etmek anlamına gelen “tefvîz” usulünü kullanmıştır.[42] Bunu yaparken ayetlere, insanın uzuv ve hareketlerinin karşılığı olan zahir anlamları vermekten şiddetle kaçınmışlardır. Onlar, yaşadıkları dönemin fikri ve itikadi yapısı gereği müteşabih ayetlerle alakalı derin tefsirlere de girmemişlerdir.
Farklı ideoloji ve meşreplerin ortaya attığı şüpheler karşısında müslümanların müstakim kalabilmeleri için sonraki dönem alimleri sıfatlar ve müteşabihat ile alakalı rivayetleri Arap dili ve edebiyatının müsaade ettiği anlam ve kurallar çerçevesinde “te’vil” ederek murad-ı ilahiyi ortaya çıkarmaya çalışmışlardır. Onların yaşanan fikri tartışmalar ve İslam’a yöneltilen eleştiriler karşısında böyle bir yolu benimsemeleri zorunluluk arz etmiştir.
İmamu’l-Haremeyn, meslekleri her ne kadar farklı görünse de selef ve halef alimlerinin “tefvîz” ve “te’vil” sistemlerinin, Allah Teala’yı tenzih etmeleri ve yaratılmışlara benzetmemeleri itibariyle aynı olduklarını söylemektedir.[43]
“Tefvîz” ve “te’vil” mesleklerinin her ikisini de reddeden, buna mukabil müteşabihatı zahiri anlamları çerçevesinde anlayan İbn Teymiyye, sözde selefe hakikatte ise mücessimeye yakın durmaktadır. Onun, cennet nimetlerini “mecazi”, müteşabihatı ise “zahiri” manalarıyla tefsir etmesi kendi anlayış usulü açısından bakıldığında çelişkilerle doludur. İddiasını desteklemek için kullandığı Kur’ani deliller ise selef tarafından “tefvîz” halef tarafından “te’vil” sistemiyle anlaşılmıştır.
Teşbihin Tanıkları
İbn Teymiyye’nin, tecsim akidesini zaman zaman konuşmalarına taşıdığı, minber ve kürsülerde savunduğu bilinmektedir. Çağının tanıklarından İbn Battuta, Ebu Hayyan ve İbn Cehbel’in şahadetleri bu noktada önem arz etmektedir.
İbn Battuta’nın seyahat ettiği ülkelerdeki gözlem ve hatıralarını anlattığı “Tuhfetu’n-nuzzar fî ğaraibi’l-emsar” adlı eseri, İbn Teymiyye ve Onun tecsim akidesi ile alakalı ilginç bilgiler vermektedir:
Dımaşk şehrinde çeşitli konularda konuşan fakat aklından zoru olduğu anlaşılan Hanbeli fakihlerinin ileri gelenlerinden Takıyyuddin İbn Teymiyye adında biri vardı. Halka vaaz verir, insanlarda Ona karşı ileri derecede saygı gösterirlerdi.
İbn Teymiyye, yaptığı bir konuşmadan dolayı fakihlerin tepkisini çekmişti. el-Meliku’n-Nasır’ın huzuruna çıkarılıp, kadılar tarafından sorgulandı ve hapse atıldı. Yıllarca hapiste kaldı. Bu müddet içerisinde 40 ciltten oluşan ve adını “el-Bahru’l-muhit” koyduğu bir tefsir kaleme aldı. Annesinin ricası üzerine sultan Onu serbest bıraktı.
İbn Teymiyye, Dımaşk de bulunduğum sırada –önceden- tutuklanmasına sebep olan ifadeleri tekrar etti: Cuma günü cemaat olarak hazır bulunduğum camide, insanlara vaaz ve nasihatta bulunurken minberin merdiveninden bir basamak aşağıya inerek “muhakkak ki Allah Teala benim buradan indiğim gibi dünya semasına inmektedir.” şeklinde bir cümle sarfetti. Maliki fakihi İbn Zehra söylediklerine karşı çıktı. Cemaatte ayağa kalkıp sarığı başından düşünceye kadar ona dayak attı. Neticede bir daha tutuklandı ve hapsedildiği kalede ölünceye kadar tutuklu kaldı.[44]
İbn Teymiyye’yi ta’dil eden biyografi yazarlarının reddettiği bu ifadeyi, farklı vurgularla müfessir Ebu Hayyan “el-Bahru’l-Muhît” ve “en-Nehru’l-mâd” adlı tefsirlerinde nakletmektedir. Ebu Hayyan bir çok yerde Onun tecsimi çağrıştıran ifadelerini tenkit etmektedir. Ne var ki elimizdeki matbu nüshalarda bu tenkitlerin bir çoğundan tek bir harf bulmak mümkün değildir. Çünkü baskı sürecinde her iki eserden de İbn Teymiyye’nin tecsimle alakalı görüşleri çıkartılmıştır. İbn Teymiyye’nin açıkça Allah Tealaya cisim isnat ettiğini söyleyen Zahid Kevseri[45] bu noktada şunları söylemektedir: “Ebu Hayyan, ‘O’nun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır.’[46] ayetini tefsir ederken muasırı olan İbn Teymiyye’nin “Kitabu’l-Arş” adlı -kendi el yazısıyla kaleme aldığı- eserinde şu ifadeleri okuduğunu nakletmektedir: ‘Allah Teala kürsüde oturmaktadır. Yanı başında boşalttığı yerde ise Onunla birlikte Hz. Peygamber oturmaktadır.” Elyazması nüshalarda var olan bu ifadeler kitabın musahhihi tarafından matbu nüshalara alınmamıştır. Musahhih, Kevseri’ye, din düşmanlarının hadiseden nemalanmamaları için böyle bir tercihte bulunduğunu söylemiştir. [47]
Ebu Hayyan “el-Bahru’l-Muhît”in muhtasarı olan “en-Nehru’l-mâd” adlı tefsirinde de İbn Teymiyye’nin tecsimle alakalı görüşlerini tenkit etmektedir. Kitabı tahkik eden Bûran ed-Dannavî ve Hidyan ed-Dannâvî İbn Teymiyye’ye isnat edilen tecsimle alakalı bölümü tefsirden çıkartmışlardır.[48]
İmam es-Sübki (v. 756) “es-Seyfu’s-sakîl fî’r-reddi alâ İbn-i zefîl” adlı eserinde, Ebû Hayyan’ın belli bir dönem kendisinden övgüyle bahsettiği İbn Teymiyye’yi “Kitabu’l-Arş” adlı eserini okuduktan sonra ölünceye kadar lanetlediğini yazmaktadır.[49]
Şafii ulemasından Şihabuddin İbn Cehbel de İbn Teymiyye’nin tecsimle alakalı görüşlerini reddeden bir risale kaleme almıştır.[50] İbn Cehbel eserinin sonunda “İbn Teymiyye’nin sapıklık ve inadının derecelerini açıklamak için tahrif ve fesadından kaynaklanan açıklamalarını bekliyoruz.”[51] demesine rağmen İbn Teymiyye Onun bu meydan okumasına cevap ver(e)memiştir.
Teşbihin Anlamı
Bir varlık için “oturdu-kalktı, indi-çıktı, geldi-gitti” gibi fiilleri kullanmak onu bir cisim olarak kabul etmek anlamına gelmektedir. Çünkü bu fiiller bir halden başka bir hale intikali gerektirmektedirler. Bu durum, varlıkların zât ve fiillerinin hâdis oldukları anlamında da gelir. Zira intikalden önce yoktu, sonra oldu. “Hâdis” olan varlıklar için söz konusu olan bu durumu “yaratılmışlara benzemeyen” Cenab-ı Hakk için geçerli kabul etmek açıkça Onu yarattıklarına benzetmek (teşbih) anlamına gelmektedir. “Vacibu’l-vucud” olan Cenab-ı Hakk, hâdis olan varlıklar için geçerli olan bu sıfatlardan münezzehtir. Çünkü varlık itibariyle farklılık arz eden şeylerin sıfatları da farklılık arz etmektedir. Nitekim “alim” ve “cahil” sıfatları insanlar için geçerli iken farklı bir varlık olan “taş” için geçerli değildir. Taş için “alim” ya da “cahil” denmez. Çünkü taşın kabiliyeti bu sıfatları kabul etmez. Aynı şekilde eve “işiten” ya da “sağır”, yeryüzüne “konuşan” ya da “dilsiz”, semaya da “evli” ya da “dul” denmez.
İbn Teymiyye’nin iddia ettiği gibi, Allah Teala “arş” ya da “sema” da gerçekten duruyorsa bu durumda, “bu ikisini yaratmadan önce nerede ikamet ediyordu?!” problemi ortaya çıkmaktadır. Bu problem ise beraberinde hâdis varlıkların özelliği olan “intikal” sorununu getirecektir.
Ayrıca Cenab-ı Hakk’ın sema ile münasebetinden bahseden ayetler, Onun mekansal olarak her şeyin üzerinde olduğu anlamında anlaşılırsa bu durumda verilen manalar, “Halbuki O Allah göklerde ve yerdedir.”[52] ayeti ile çelişecektir. Çünkü yer, göklerin altındadır. Bu durumda mekansal üstünlük ortadan kalkacaktır. O’nun her iki yerde de bulunması kabul edilirse, “üst”e “üst” “alt”a da “alt” denmesinin bir anlamı kalmayacaktır. Çünkü üst, alta, altta üste nisbetle bu isimleri almıştır.
Sonuç
İslam düşünce tarihinde hakkında en çok söz söylenen isimlerden birisi olan Harranlı İbn Teymiyye, Eşariler başta olmak üzere Ehl-i Sünnet hassasiyetine sahip kelamcılara sert eleştireler de bulunmuş, ulemanın hazır bulunduğu muhakemelerde sorgulanıp teşbih akidesinden ve icmaya aykırı fetvalarından dolayı defaatle cezalandırılmıştır.
Müteşabihatı tefsir ederken ayetlere zahiri anlamlarını veren, semada yerleşme, bir yere oturma, hareket etme gibi insanlara ait fiilleri Allah Teala’ya isnat eden İbn Teymiyye, Sünnet ve Cemaat Akidesini benimseyen alimler tarafından tenkit edilmiş, görüşleri hakkında çok sayıda reddiye kaleme alınmıştır.
Geçmişte Takıyyudin es-Subki, İbn Cehbel, İbn Hacer el-Heytemi, İmam Şa’rani, yakın dönemde Zahid Kevseri, Yusuf en-Nebhani, günümüzde ise Muhammed Ebu Zehre ve Said Ramazan el-Buti gibi muhakkik alimler tarafından tenkit edilen İbn Teymiyye, uzun bir aradan sonra Muhammed b. Abdulvahhab’ın faliyetleri ile tekrar ön plana çıkmış, günümüzde ise selefiyye adı altında İslam coğrafyasında etkin bir konuma gelmiştir.
Muhakkak ki her şeyin en doğrusunu bilen Allah Teala’dır.
Dipnotlar:
[1] Kur’an, Bakara(2): 255.
[2] Kur’an, İhlas(112): 1-4.
[3] Ebu’l-Abbas Takiyyuddin b. Abdilhalim İbn Teymiyye, er-Risaletü’t-Tedmüriyye, Kahire, 1954, s. 7.
[4] İbn Teymiyye, et-Tedmüriyye, s. 7.
[5] İbn Teymiyye, el-Akidetu’l-Hameviyyetü’l-Kübra, Kahire, 1952, s. 249.
[12] İbn Teymiyye, Mecmu’u’l-Fetava, Beyrut, ty., V, 416.
[13] İbn Teymiyye, el-Akidetu’l-Hameviyyetü’l-Kübra, 419.
[14] İbn Teymiyye, et-Tefsiru’l-Kebir, Beyrut, ty., I, 270.
[15] Kur’an, Zümer(39): 67.
[16] İbn Teymiyye, el-Fetava’l-Kübra, Beyrut, 2002, VI, 656.
[17] Saib Abdulhamid, İbn Teymiyye Hayatuhu ve Akaiduhu, Beyrut, ty., s. 120.
[18] İbn Teymiyye, el-Fetava’l-Kübra, VI, 647.
[19] İbn Teymiyye, el-Fetava’l-Kübra, VI, 655.
[20] Kur’an, Sad, (38): 75.
[21] Muhammed b. Abdilkerim eş-Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal, Beyrut, 1992, I, 92.
[22] Abdulhamid, a.g.e., s. 121.
[23] İbn Teymiyye’ye Kur’an ve Sünnet’e uygun tefsirlerin hangileri olduğu sorulduğunda “sağlam rivayet zinciriyle selefin sözlerini nakleden, içerisinde bidat olmayan Mukatil b. Bekir ve Kelbi gibi itham edilen şahısların rivayetlerine de yer vermeyen, en sahih tefsir İbn Cerir et-Taberi’nin ‘Camiu’l-Beyan fi Te’vili’l-Kur’an’ adlı esiridir.” Demektedir. Bkz. İbn Teymiyye, Mukaddime fi Usuli’t-Tefsir, Beyrut, 1997, s. 110.
[24] Kur’an, Bakara(2): 255.
[25] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Camiu’l-Beyan fi Te’vili’l-Kur’an, Beyrut, 2005, III, 11.
[26] Kur’an, Bakara(2): 255.
[27] Kur’an, Mü’min(40): 36-37.
[28] Kur’an, Mü’min(40): 37.
[29] Muhammed b. Ömer ez-Zemahşeri, Esasü’l-Belağa, Beyrut, 1998, s. 822.
[30] Bedruddin Ahmed el-Ayni, Umdetü’l-Kari, Beyrut, Beyrut, 2001, VII, 291.
[31] Kur’an, Şura(42): 11.
[32] Kur’an, İhlas(112): 2.
[33] Ayni, a.g.e., VII, 291.
[34] Nüzul kelimesinin anlamları: “Gökten tertemiz bir su indirdik.” (Kur’an, Furkan(25): 48) ayetinde intikal, “Onu Cebrail indirmiştir.” (Kur’an, Şuara(26): 193) ayetinde bildirmek, “Allah’ın indirdiğinin benzerini ben de indireceğim.” (Kur’an, En’am(6): 93) ayetinde söz söylemek, “falanca üstün ahlakla dünyasına yöneldi.” ifadesinde bir şeye yönelmek/yöneltmek, “falanca oğulları başımıza geçinceye kadar hayır ve adalet üzere idik.” cümlesinde idare etmek anlamında kullanılmaktadır. Dilciler tarafında bilinen bu anlamlar içerisinde Cenab-ı Hakk’ın zat ve sıfatlarına en uygun olanı “rahmetini kullarına yöneltmesidir.” Bkz. Ayni, a.g.e., VII, 291.
[35] Kur’an, Bakara(2): 25.
[36] İbn Teymiyye, el-İklil fi’l-Müteşabih ve’t-Te’vil, Kahire, 1367, s. 12.
[37] Halit Abdurrahman el-Ak, Usulu’t-tefsir ve Kavaiduhu, Beyrut, 2003, s. 287.
[38] Muhammed Ebu Zehre, İbn-u Teymiyye, Kahire, 2000, s. 218.
[39] İmam Malik’in sözü için bkz. Ebubekir Ahmed b. Huseyn el-Beyhaki, Kitabu’l-Esma-i ve’s-Sıfat, (ta’lik. ve tahk. Muhammed Zahid Kevseri), Kahire, t.y., s. 298.
[40] Kur’an, Taha(20): 5.
[41] Muhammed Abdulazim ez-Zürkani, Menahilu’l-İrfan, Beyrut, 2001, II, 231.
[42] Bu yüzden onlara “mufevvida” denir.
[43] Kevseri, el-Esma ve’s-Sıfat, (d. not: 1), s. 377.
[44] Muhammed b. Abdillah b. Muhammed İbn Battuta, Tuhfetu’n-Nuzzar fî Ğaraibi’l-Emsar (Rıhlet-u İbn Battuta), Beyrut, 2004, s. 88.
[45] Kevseri, el-Esma ve’s-Sıfat, (d. not: 2), s. 286.
[46] Kur’an, Bakara(2): 255.
[47] Muhammed Zahid el-Kevseri, es-Seyfu’s-Sakîl fî’r-Rreddi alâ İbn-i Zefîl, (el-Akidet-u ve ilm’l-kelam min a’mali’l-imam Muhammed Zahid el-Kevseri içerisinde), (d. not: 1), Beyrut, 2004.
[48] Bkz. Abdulhamid, a.g.e., (d. not: 1), s. 125.
[49] Takıyyuddin es-Sübki, a.g.e., s. 477-478.
[50] Bkz. Tacüddin Abdulvahhab b. Ali es-Subki, Tabakatu’ş-Şafiiyyeti’l-Kübra, t.y., IX, 35-91.
2=--BU HADİSİ ŞERİFLER İBNİ TEYMİYEYNİN YALANCI OLDUĞUNU İSPATLIYOR
** Yer yüzünde ALLAH ALLAH denildikçe kıyamet kopmayacaktır
Müslim 148 Tirmizi 2227 İbn Hibban 6849 Hakim 4/495
İBNİ TEYMİYE SAPIGI =1
İbn Teymiyye, "Şerhû’l Akîdeti’l Esfehâniyye" isimli eserinde, şöyle diyor: Allah dilerse, bir sivrisineğin sırtına yerleşir de sivrisinek Onun kudreti ve rububiyetinin lutfü ile Onu yüklenip kaldırır Böyleyken (sineğin sırtından daha geniş olan) Allah Arş’ın üzerine nasıl yerleşmez.....
(böylece bu kitabında ALLAHU TEALAYI ( HAŞA..HAŞA. .)., maddeleştirmiş ve cisimlendirmiştir... )
''ALLAHU TEALA HER ŞEYDEN MÜNEZZEHTİR AYETİNE TERS DÜŞMÜŞTÜR ''
İBNİ TEYMİYE SAPIĞI =13
Sevgili kardeşlerimiz,İbni Teymiyye ve onun yolunda olan vehhabilerin çirkin inançlarini belgelemeye devam ediyoruz.
Gördüğünüz resim İbni Teymiyyenin “Muvafakatu sarihi’l-ma’kul li sahihi’l-menkul” isimli kitabinin 2-ci cildinin 26-ci sayfasidir.Bu sayfada İbni Teymiyye diyor ki:
“...Çünkü El-Hayy ve El-Kayyûm (yani Allâh), dilediğini yapar, dilerse hareket eder, dilerse (yükseklikten aşağıya doğru) iner ve (aşağıdan yukarıya doğru) yükselir ve dilerse kalkar ve oturur. Çünkü diri ve ölü olmak arasındaki alamet hareket etmektir
^^^^DİLERSE, DİLERSE, DİLERSE.... DİYEREK KENDİ KAFASINDAKİ DÜŞÜNCELEİ ALLAHU TEALAYA HAŞA AKS ETMEYE ÇALIŞIYOR VE ALLAHU TEALAYI KULLARI GİBİ DÜŞÜNÜYOR OYSA CENABI HAK BİR ÇOK AYETTE
( İHLAS SÜRESİ GİBİ , İSRA SÜRESİNİN BAŞI GİBİ ) KENDİSİNİN NOKSAN SIFATLARDAN MÜNEZZEH OLDUGUNU BİLDİRİYOR ... ALLAHU TEALA'YI YARATTIKLARI GİBİ ALGILAMAK NE BÜYÜK BİR TAL,İHSİZLİK ^^^^
İBNİ TEYMİYE SAPIĞI =13
Sevgili kardeşlerimiz,İbni Teymiyye ve onun yolunda olan vehhabilerin çirkin inançlarini belgelemeye devam ediyoruz.
Gördüğünüz resim İbni Teymiyyenin “Muvafakatu sarihi’l-ma’kul li sahihi’l-menkul” isimli kitabinin 2-ci cildinin 26-ci sayfasidir.Bu sayfada İbni Teymiyye diyor ki:
“...Çünkü El-Hayy ve El-Kayyûm (yani Allâh), dilediğini yapar, dilerse hareket eder, dilerse (yükseklikten aşağıya doğru) iner ve (aşağıdan yukarıya doğru) yükselir ve dilerse kalkar ve oturur. Çünkü diri ve ölü olmak arasındaki alamet hareket etmektir
^^^^DİLERSE, DİLERSE, DİLERSE.... DİYEREK KENDİ KAFASINDAKİ DÜŞÜNCELEİ ALLAHU TEALAYA HAŞA AKS ETMEYE ÇALIŞIYOR VE ALLAHU TEALAYI KULLARI GİBİ DÜŞÜNÜYOR OYSA CENABI HAK BİR ÇOK AYETTE
( İHLAS SÜRESİ GİBİ , İSRA SÜRESİNİN BAŞI GİBİ ) KENDİSİNİN NOKSAN SIFATLARDAN MÜNEZZEH OLDUGUNU BİLDİRİYOR ... ALLAHU TEALA'YI YARATTIKLARI GİBİ ALGILAMAK NE BÜYÜK BİR TAL,İHSİZLİK ^^^^
Beğen · Yorum Yap · Gönderiyi Takip Et · 6 Ocak, 02:36Seçenekler
Hâlet-i Aşk-ı Zü'n-Nûn
Ya(v)şar Nuri Öztürk 20 seneyi aşkın bir süredir medya karşısında saçmalamaktadır.
Ondan isteğimiz, daha fazla konuşup müslümanlara 'enfeksiyon' kaptırmamasıdır.
Ya Rabbi! Boş geçen 40 yıllık ilim tahsilinden sana sığınırım!...
Beğen · Yorum Yap · Gönderiyi Takip Et · 5 Ocak, 17:04
kim Hazreti Alinin Muaz Bin Cebelden daha üstün olduğunu söylerse cahildir(Mecmua El Fetava,cilt 4,sayfa 410)
Aslinda İbni Teymiyye bu sözüyle kendi cahilliğini göstermekle kalmamiş hatta ona tabi olan ve onun bu sözlerini duymuş olmayanlarida bir bakima cahil adlandirmaktadir.Ehli Sünnet inancinda Hz.Ali ve Hz.Muaz Bin Cebel üstün sehabelerdir ...ama Hz.Alinin Hz.Muaz Bin Cebel den üstün oldugu BÜTÜN kaynaklarda mevcuddur
kim Hazreti Alinin Muaz Bin Cebelden daha üstün olduğunu söylerse cahildir(Mecmua El Fetava,cilt 4,sayfa 410)
Aslinda İbni Teymiyye bu sözüyle kendi cahilliğini göstermekle kalmamiş hatta ona tabi olan ve onun bu sözlerini duymuş olmayanlarida bir bakima cahil adlandirmaktadir.Ehli Sünnet inancinda Hz.Ali ve Hz.Muaz Bin Cebel üstün sehabelerdir ...ama Hz.Alinin Hz.Muaz Bin Cebel den üstün oldugu BÜTÜN kaynaklarda mevcuddur
Beğen · Yorum Yap · Gönderiyi Takip Et · 30 Aralık 2012, 00:45
2 kişi bunu beğendi.
Yorum yaz...
Seçenekler
Ilyas Kılıç
İBNİ TEYMİYE SAPIĞI =11
KAFASIZ ADAMIN,HAZRETİ ALİ 'YE DÜŞMANLIĞI
ibni Teymiyyeye Göre Hz.Ali(Ve HZ.Fatima Allaha isyan etmiş!
“hz.Ebu Bekir ve hz.Ömer Veliyy-i emr (halife) oldular. Allah ise veliyy-i emre itaat etmeyi emretmektedir. Dolayısıyla Veliyy-i emre itaat Allah’a itaattir. Ona isyan Allah’a isyandır. Kim onun emrine ve hükmüne karşı gelirse, Allah’ın emrine ve hükmün...e karşı gelmiştir. Ali ve Fatıma Allah’ın emrini reddettiler ve onun hükmüne karşı geldiler ve böylece Allah’ın rızasını kerih saydılar. Çünkü Allah’ı razı eden şey ona itaat etmektir. Veliyi emre itaat ise Allah’a itaattir. O Halde kim veliyi emre itaati kerih sayarsa, Allah’ın rızasını kerih saymıştır. Allah kedisine itaatsizlik yapılmasına gazap eder. Veliyi emre itaatsizlik ise Allah’a itaatsizliktir. Böylece veliyy-i emre isyan yolunu tutan, Allah’a isyan yolunu tutmuş ve onun rızasına karşı gelmiştir!!!”
(Minhacü’s-Sünne, c.2, 171-172)
Ibni Teymiyye kendi cahilliğini birdaha göstermektedir.yorum sizin...
HALBUKİ HAZRETİ ALİ , PEYGANBER EFENDİMİZİN HADİSİ ŞERİFLERİNİ ELBETTEKİ İYİ BİLENLERDENDİ , HİÇ HADİSİ ŞERİFLERE TERS DÜŞER Mİ , ZİRA PEYGAMBER EFENDİMİZ BİR ÇOK HADİSİ ŞERİFTE KENDİSİNDEN SONRA HAZRETİ EBU BEKİR VE DİGER HALİFELERİ SIRASIYLA BİLDİRMİŞTİ ... NASIL OLURDA HALİFENİN HER HANGİ BİR HÜKMÜNE KARŞE GELSİN VE ONA İSYAN ETSİN
İBNİ TEYMİYE SAPIĞI =11
KAFASIZ ADAMIN,HAZRETİ ALİ 'YE DÜŞMANLIĞI
ibni Teymiyyeye Göre Hz.Ali(Ve HZ.Fatima Allaha isyan etmiş!
“hz.Ebu Bekir ve hz.Ömer Veliyy-i emr (halife) oldular. Allah ise veliyy-i emre itaat etmeyi emretmektedir. Dolayısıyla Veliyy-i emre itaat Allah’a itaattir. Ona isyan Allah’a isyandır. Kim onun emrine ve hükmüne karşı gelirse, Allah’ın emrine ve hükmün...e karşı gelmiştir. Ali ve Fatıma Allah’ın emrini reddettiler ve onun hükmüne karşı geldiler ve böylece Allah’ın rızasını kerih saydılar. Çünkü Allah’ı razı eden şey ona itaat etmektir. Veliyi emre itaat ise Allah’a itaattir. O Halde kim veliyi emre itaati kerih sayarsa, Allah’ın rızasını kerih saymıştır. Allah kedisine itaatsizlik yapılmasına gazap eder. Veliyi emre itaatsizlik ise Allah’a itaatsizliktir. Böylece veliyy-i emre isyan yolunu tutan, Allah’a isyan yolunu tutmuş ve onun rızasına karşı gelmiştir!!!”
(Minhacü’s-Sünne, c.2, 171-172)
Ibni Teymiyye kendi cahilliğini birdaha göstermektedir.yorum sizin...
HALBUKİ HAZRETİ ALİ , PEYGANBER EFENDİMİZİN HADİSİ ŞERİFLERİNİ ELBETTEKİ İYİ BİLENLERDENDİ , HİÇ HADİSİ ŞERİFLERE TERS DÜŞER Mİ , ZİRA PEYGAMBER EFENDİMİZ BİR ÇOK HADİSİ ŞERİFTE KENDİSİNDEN SONRA HAZRETİ EBU BEKİR VE DİGER HALİFELERİ SIRASIYLA BİLDİRMİŞTİ ... NASIL OLURDA HALİFENİN HER HANGİ BİR HÜKMÜNE KARŞE GELSİN VE ONA İSYAN ETSİN
Beğen · Yorum Yap · Gönderiyi Takip Et · 29 Aralık 2012, 02:09
2 kişi bunu beğendi.
Yorum yaz...
Seçenekler
Ilyas Kılıç
İBNİ TEYMİYE SAPIĞI = 10
HAZRETİ ALİYE HAKARET EDİYOR ....
( EDEPSİZ SAPIK)
وعلي يقاتل ليطاع ويتصرف في النفوس والأموال فكيف يجعل هذا قتالا على الدين
Hz.Ali(r.a) halkin otoritesini,kanunlarini ve parasini korumak için savaşdi,bu halde bu nasil din uğrunda bir mücadele gibi kabul göre bilir ki?
(MinhSünneac El-,cilt 8,sayfa 230) kitabında böyle kakaret etmektedir
(
(Gerçek böylemidir?Hz.Ali din uğrunda değilde sadece bunlar için mi savaşmişdir? GERÇEK BÖYLEMİDİR BU ADAM KÖR MÜ , BU ADAMIN HAYRANLARI KÖR MÜ ACABA ....
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Ali Cennettedir.) [Tirmizi, İbni Mace, Taberani, ibni Asakir, Beyheki, Dare Kutni, Hakim, Ebu Nuaym, ibni Sa’d]
(Ali’yi ancak mümin olan sever ve ona ancak münafık olan buğzeder.) [Nesai]
(Ali’yi sevmek, ateşin odunu yaktığı gibi, müslümanların günahını yok eder.) [İ. Asakir]
(Ali’yi seven, beni sevmiştir. Ona düşmanlık, bana düşmanlıktır. Onu inciten beni incitmiştir. Beni inciten de elbette Allah’ı incitmiş olur.) [Taberani]
(Ben kimin mevlası [efendisi] isem, Ali de onun mevlasıdır!) [Nesai]
(Ya Ali, senin sevdiğini sever, senin buğzettiğine buğzederim.) [Taberani]
(İmanın alametleri vardır. Birinci alameti Ali’yi sevmektir.) [M. Ç. Güzin]
(Ben ilmin şehriyim, Ali ise kapısıdır.) [Deylemi]
(Ali’yi sevmek, iman, ona düşmanlık, nifak alametidir.) [Kurret-ül-ayneyn]
(Ya Ali, bana, Harun’un Musa’ya yakınlığı gibisin. Yalnız benden sonra peygamberlik yoktur.) [Buhari] ))
İBNİ TEYMİYE SAPIĞI = 10
HAZRETİ ALİYE HAKARET EDİYOR ....
( EDEPSİZ SAPIK)
وعلي يقاتل ليطاع ويتصرف في النفوس والأموال فكيف يجعل هذا قتالا على الدين
Hz.Ali(r.a) halkin otoritesini,kanunlarini ve parasini korumak için savaşdi,bu halde bu nasil din uğrunda bir mücadele gibi kabul göre bilir ki?
(MinhSünneac El-,cilt 8,sayfa 230) kitabında böyle kakaret etmektedir
(
(Gerçek böylemidir?Hz.Ali din uğrunda değilde sadece bunlar için mi savaşmişdir? GERÇEK BÖYLEMİDİR BU ADAM KÖR MÜ , BU ADAMIN HAYRANLARI KÖR MÜ ACABA ....
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Ali Cennettedir.) [Tirmizi, İbni Mace, Taberani, ibni Asakir, Beyheki, Dare Kutni, Hakim, Ebu Nuaym, ibni Sa’d]
(Ali’yi ancak mümin olan sever ve ona ancak münafık olan buğzeder.) [Nesai]
(Ali’yi sevmek, ateşin odunu yaktığı gibi, müslümanların günahını yok eder.) [İ. Asakir]
(Ali’yi seven, beni sevmiştir. Ona düşmanlık, bana düşmanlıktır. Onu inciten beni incitmiştir. Beni inciten de elbette Allah’ı incitmiş olur.) [Taberani]
(Ben kimin mevlası [efendisi] isem, Ali de onun mevlasıdır!) [Nesai]
(Ya Ali, senin sevdiğini sever, senin buğzettiğine buğzederim.) [Taberani]
(İmanın alametleri vardır. Birinci alameti Ali’yi sevmektir.) [M. Ç. Güzin]
(Ben ilmin şehriyim, Ali ise kapısıdır.) [Deylemi]
(Ali’yi sevmek, iman, ona düşmanlık, nifak alametidir.) [Kurret-ül-ayneyn]
(Ya Ali, bana, Harun’un Musa’ya yakınlığı gibisin. Yalnız benden sonra peygamberlik yoktur.) [Buhari] ))
Beğen · Yorum Yap · Gönderiyi Takip Et · 28 Aralık 2012, 00:13
2 kişi bunu beğendi.
Yorum yaz...
Seçenekler
Ilyas Kılıç
İBNİ TEYMİYE SAPIĞI = 9
ibni Teymiyye ve Hristiyanlardan kopyaladığı inanç!
Vehhabilerin en çok sevdikleri şeyhlerinden birisi “Şeyhul İslam” dedikleri ibni Teymiyyedir. onu öylesine severler ki, adını duyduklarında neredeyse kalpleri yerinden çıkacakmış gibi oluyorlar. şimdi sizler vehhabilerin bu şeyhinin Tevhid hakkındaki sözleri akataracağız. bakalım ibni Teymiyye neye inanıyormuş. ibni Teymiyye el Harrani “Mecmu el Fetva” adlı kitabında aynen şunları söylüyor:
فقد حدَّثَ العلماء المرضيون وأولياؤه المقبولون: أن محمدًا رسول الله يجلسه ربه على العرش معه
Rasulullah s.a.a Arşın üzerinde Rabi ile birlikte oturucaktır.
ibni Teymiyye, “Mecmu el Fetva”, 4/374
peki bu sapık inanç, Allahın -haşa- cism olduğunu, sınırlı, bir makamda oturduğunu bildiren inanç nereden kaynaklanıyor? gelin bu inancın kaynağını araştıralım:
Rab İsa onlara bu sözleri söyledikten sonra göğe alındı ve Tanrı’nın sağında oturdu.
İncil, Markos, 16/19
sonuç sizcede cok açik değilmi?
İBNİ TEYMİYE SAPIĞI = 9
ibni Teymiyye ve Hristiyanlardan kopyaladığı inanç!
Vehhabilerin en çok sevdikleri şeyhlerinden birisi “Şeyhul İslam” dedikleri ibni Teymiyyedir. onu öylesine severler ki, adını duyduklarında neredeyse kalpleri yerinden çıkacakmış gibi oluyorlar. şimdi sizler vehhabilerin bu şeyhinin Tevhid hakkındaki sözleri akataracağız. bakalım ibni Teymiyye neye inanıyormuş. ibni Teymiyye el Harrani “Mecmu el Fetva” adlı kitabında aynen şunları söylüyor:
فقد حدَّثَ العلماء المرضيون وأولياؤه المقبولون: أن محمدًا رسول الله يجلسه ربه على العرش معه
Rasulullah s.a.a Arşın üzerinde Rabi ile birlikte oturucaktır.
ibni Teymiyye, “Mecmu el Fetva”, 4/374
peki bu sapık inanç, Allahın -haşa- cism olduğunu, sınırlı, bir makamda oturduğunu bildiren inanç nereden kaynaklanıyor? gelin bu inancın kaynağını araştıralım:
Rab İsa onlara bu sözleri söyledikten sonra göğe alındı ve Tanrı’nın sağında oturdu.
İncil, Markos, 16/19
sonuç sizcede cok açik değilmi?
Beğen · Yorum Yap · Gönderiyi Takip Et · 27 Aralık 2012, 00:58
2 kişi bunu beğendi.
Yorum yaz...
Seçenekler
Ilyas Kılıç
BNİ TEYMİYE SAPIĞI = 8
KUR'AN-I KERİM'DEN DEGİLDE , İNCİLDEN KAYNAK GÖSTERİYOR ..
... İbni Teymiyyenin Mecmua El Fetava(cilt 5) kitabinin 406 ci sayfasinda ,Allahin gökde olduğunun bunun delilinin ise incilde geçen "Ey Göklerdeki babamiz" ayetinin olduğunu bildirmektedir.
Ibn teymiyyenin incilden getirdigi delil ise sudur:
Ey göklerdeki babamiz adin kutsal kilinsin(Matta 6:9)
BU ADAMIN NE KADAR SAPIK OLDUĞUNA ,SİZLER KARAR VERİN
BNİ TEYMİYE SAPIĞI = 8
KUR'AN-I KERİM'DEN DEGİLDE , İNCİLDEN KAYNAK GÖSTERİYOR ..
... İbni Teymiyyenin Mecmua El Fetava(cilt 5) kitabinin 406 ci sayfasinda ,Allahin gökde olduğunun bunun delilinin ise incilde geçen "Ey Göklerdeki babamiz" ayetinin olduğunu bildirmektedir.
Ibn teymiyyenin incilden getirdigi delil ise sudur:
Ey göklerdeki babamiz adin kutsal kilinsin(Matta 6:9)
BU ADAMIN NE KADAR SAPIK OLDUĞUNA ,SİZLER KARAR VERİN
Beğen · Yorum Yap · Gönderiyi Takip Et · 24 Aralık 2012, 22:47
3 kişi bunu beğendi.
Yorum yaz...
Seçenekler
Ilyas Kılıç
İBNİ TEYMİYE SAPIĞI =7
KULLARI İÇİN YARATTIGI SIFATLAR HAŞA HAŞA ALLHU TEALA'DA DA MEVCUDMUŞ
( yani bizim gibi gözü kaşı ,eli , ayağı , başı oldugunu iddea ediyor bu sapıgın şerrinden ve talebelerinin şerrinden ve hayranlarının şerrinden bizleri korusun )
İBNİ TEYMİYE BAKALIM NASIL SAPITIYOR
((.Gördüğünüz sayfa İbni Teymiyyenin "Minhacus Sünne El Nebev...iyye" isimli kitabinin(cilt 1) 210-cu sayfasidir.Ibni Teymiyye bu sayfada kendi inancini belirtiyor ve bu inancini doğrulamak namine şöyle bir soru yöneltiyor:"“Allâh’ın hareket eder ve Allâh’ın zatında yaratılmış ve araz olan sıfatlarının da olduğunu söylüyoruz. Bunun batıl olduğua delil nedir? ))
Bu soruyu ve İbni Teymiyyenin akidesinin yanlişliğini Ehli Sünnet alimleri nezdinde cevaplayalim.
Bu sözün batıl olduğuna delil olarak İmam İsfarayini, “Et-Tebsiru Fiddin” adlı kitabında ona cevaben şöyle dediğini gösterebiliriz: “Bilmen gereken mesele şudur; Kesinlikle Allâh’ın sıfatlarında ve zatında yaratılmış sıfatların bulunması imkânsızdır. Çünkü sıfatlarında yaratılmış olan bir şey bulunmuş olsaydı kendisi de yaratılmış olurdu. Bundan dolayı İbrahim Peygamber hakkında “El Enâm” suresi 76. ayetinde bildirildiği gibi şöyle denmektedir. ‘Değişenleri, kaybolanları sevmem.’ Yani İbrahim Peygamber burada ay, yıldızlar ve güneşin bir halden bir hale geçtiği için bunlar ilah olamazlar diye kavmine bildirmiştir. Allâh’ın Zatında yaratılmış olan sıfatlar olsaydı kendi zatı da yaratılmış olacaktı. Bu da Allâh hakkında imkânsızdır.”
İmam Ebu Hanife “El-Fıkhıl Ebsat” adlı kitabında şöyle diyor: “Allâh’ın sıfatları yaratılmış değildir. Sonradan olma da değildir. Yaratılmışlarda olan değişikliğe uğrama gibi durumlardan münezzehtir. Kim Allâh’ın sıfatları hakkında sonradan olmuştur veya yaratılmıştır derse veya onda duraklarsa ( yani “yatılmıştır veya yaratılmamıştır demem”) gibi SÖYLER veya ŞÜPHEYE düşerse KAFİR olur.
İBNİ TEYMİYE SAPIĞI =7
KULLARI İÇİN YARATTIGI SIFATLAR HAŞA HAŞA ALLHU TEALA'DA DA MEVCUDMUŞ
( yani bizim gibi gözü kaşı ,eli , ayağı , başı oldugunu iddea ediyor bu sapıgın şerrinden ve talebelerinin şerrinden ve hayranlarının şerrinden bizleri korusun )
İBNİ TEYMİYE BAKALIM NASIL SAPITIYOR
((.Gördüğünüz sayfa İbni Teymiyyenin "Minhacus Sünne El Nebev...iyye" isimli kitabinin(cilt 1) 210-cu sayfasidir.Ibni Teymiyye bu sayfada kendi inancini belirtiyor ve bu inancini doğrulamak namine şöyle bir soru yöneltiyor:"“Allâh’ın hareket eder ve Allâh’ın zatında yaratılmış ve araz olan sıfatlarının da olduğunu söylüyoruz. Bunun batıl olduğua delil nedir? ))
Bu soruyu ve İbni Teymiyyenin akidesinin yanlişliğini Ehli Sünnet alimleri nezdinde cevaplayalim.
Bu sözün batıl olduğuna delil olarak İmam İsfarayini, “Et-Tebsiru Fiddin” adlı kitabında ona cevaben şöyle dediğini gösterebiliriz: “Bilmen gereken mesele şudur; Kesinlikle Allâh’ın sıfatlarında ve zatında yaratılmış sıfatların bulunması imkânsızdır. Çünkü sıfatlarında yaratılmış olan bir şey bulunmuş olsaydı kendisi de yaratılmış olurdu. Bundan dolayı İbrahim Peygamber hakkında “El Enâm” suresi 76. ayetinde bildirildiği gibi şöyle denmektedir. ‘Değişenleri, kaybolanları sevmem.’ Yani İbrahim Peygamber burada ay, yıldızlar ve güneşin bir halden bir hale geçtiği için bunlar ilah olamazlar diye kavmine bildirmiştir. Allâh’ın Zatında yaratılmış olan sıfatlar olsaydı kendi zatı da yaratılmış olacaktı. Bu da Allâh hakkında imkânsızdır.”
İmam Ebu Hanife “El-Fıkhıl Ebsat” adlı kitabında şöyle diyor: “Allâh’ın sıfatları yaratılmış değildir. Sonradan olma da değildir. Yaratılmışlarda olan değişikliğe uğrama gibi durumlardan münezzehtir. Kim Allâh’ın sıfatları hakkında sonradan olmuştur veya yaratılmıştır derse veya onda duraklarsa ( yani “yatılmıştır veya yaratılmamıştır demem”) gibi SÖYLER veya ŞÜPHEYE düşerse KAFİR olur.
Beğen · Yorum Yap · Gönderiyi Takip Et · 22 Aralık 2012, 21:58
2 kişi bunu beğendi.
Yorum yaz...
Seçenekler
Ilyas Kılıç
İBNİ TEYMİYE SAPIĞI =6
Değerli kardeşlerim ,Gördüğünüz resim İbni Teymiyyenin "Muvafakat Sarihil Ma’kul Lisahihil Menkul" adli kitabinin 2-ci cildinin 29-30 sayfalaridir.Bu sayfalarda Ibni Teymiyye diyor ki:
"Allâh’ın bir sınırı var ancak bu sınırı Allâh’tan başka kimse bilemez.Müslümanlar ve kâfirler(Ehli Kitap) Allâh’ın göklerde ve sınırlı olduğuna ittifak etmişlerdir "
(((Haşa Müslümanlar asla bu konuda kafirlerle bir ittifaği yoktur.Böyle küfür dolu sözlerden Alemlerin Rabbi olan Allaha sığınırız.Allah mekandan ve sınırlardan münezzehtir, BU SAPIK HRİSTİYAN DİNİNİN İNANÇLARINI , MÜSLÜMANLARA AKITMAYA ÇALIŞIYOR )))
İBNİ TEYMİYE SAPIĞI =6
Değerli kardeşlerim ,Gördüğünüz resim İbni Teymiyyenin "Muvafakat Sarihil Ma’kul Lisahihil Menkul" adli kitabinin 2-ci cildinin 29-30 sayfalaridir.Bu sayfalarda Ibni Teymiyye diyor ki:
"Allâh’ın bir sınırı var ancak bu sınırı Allâh’tan başka kimse bilemez.Müslümanlar ve kâfirler(Ehli Kitap) Allâh’ın göklerde ve sınırlı olduğuna ittifak etmişlerdir "
(((Haşa Müslümanlar asla bu konuda kafirlerle bir ittifaği yoktur.Böyle küfür dolu sözlerden Alemlerin Rabbi olan Allaha sığınırız.Allah mekandan ve sınırlardan münezzehtir, BU SAPIK HRİSTİYAN DİNİNİN İNANÇLARINI , MÜSLÜMANLARA AKITMAYA ÇALIŞIYOR )))
Beğen · Yorum Yap · Gönderiyi Takip Et · 21 Aralık 2012, 23:53
4 kişi bunu beğendi.
Yorum yaz...
Seçenekler
Ilyas Kılıç
İBNİ TEYMİYE SAPIĞI =5
IBNI TEYMIYYEDEN KÜFR KOKAN İDDİA:Allah arşla ayni ölçüde veya arştan büyüktür..!
Sevgili kardeşlerim,İbni Teymiyyenin Allahi cisimlesdirerek savunduğu inancini belgeleriyle paylaşmağa devam ediyoruz.Gördüğünüz sayfa İbni Teymiyyenin "Minhac El-Sünne El Nebeviyye"(cilt 1) adli kitabinin 261 ci sayfasidir.Ibni Teymiyye bu sayfada Allahin haddi(sınırı) olduğunu ve Allahin arşla ayni ölçüde veya arştan daha büyük olduğunu söylemektedir.
Böyle küfr dolu sözler söylemekten Allah bizi korusun..
Kasîde-İ Nûniyye, Es-Seyfü’s-Sakîl Ve Tekmile’si Işığında İbn Teymiyye
Hüseyin AVNİ tarafından yazıldı.
KASÎDE-İ NÛNİYYE, ES-SEYFÜ’S-SAKÎL VE TEKMİLE’Sİ IŞIĞINDA İBN TEYMİYYE
Bu makalede inşâellah, İmâm Takıyyüddîn es-Sübkî’nin, İbn-Kayyim el-Cevziyye’nin yazdığı Kasîde-i Nûniyye’ye reddiye/cevâb olarak kaleme aldığı es-Seyfü’s-Sakîl isimli eserini tanımaya çalışacağız. Yazımız bir mukaddime, beş fasıl ve bir hâtime/netîce çerçevesinde olacaktır.
Mukaddime, İbn-i Teymiyye’yi tanıtma sadedinde ve neden İbn-i Kayyim ve Nûniyye’sini ele aldığımız ile alakalı olacaktır. Birinci fasıl, İbn-i Teymiyye, ikinci fasıl, İbn-i Kayyim ve Nûniyye’si, üçüncü fasıl, İmam Sübki ve es-Seyfü’s-Sakîl’i, dördüncü fasıl, İmam Kevserî ve es-Seyfu’s-Sakîl’e yazdığı Tekmile, beşinci fasıl, Kasîde-i Nûniyye, Es-Seyfü’s- Sakîl ve es-Seyfu’s-Sakîl Tekmile’sindeki bahislerden bir takımı, hâtime de ise, İslâmî meselelerdeki tefrit ve gevşeklik ile, insafı yok eden ifrat arasındaki i’tidâl ve istikâmetin ancak, îman gayreti, din asabiyyeti, üstün himmet, akıl, idrak, firâset, muhakkıklık, ve mudekkıklik ile kazanılacağı, hakkındadır.
Asıl maksadımız, kitabın son derece mühim ve hassas olan bahislerinden bir kısmını sergilemek olduğundan, ilk dört fasılda çok kısa atıflarda bulunmakla yetineceğiz.
Kasîde-i Nûniyye’nin, tam ismi “El-Kâfiye ve’ş-Şâfiye Lî’ntisâri’l-Firkati’n-Nâciyeh”dir. Bu, İbn-i Kayyım el-Cevziyye’ye âit akîdeye dair yazılan bir kitaptır. “Es-Seyfü’s-Sakîl”, İmam Sübkî tarafından sözü geçen Kasîde-i Nûniyye’ye karşı yazılan bir reddiyedir. “Tekmile” de, İmam Zâhid-i Kevserî tarafından Es-Seyfü’s-Sakîl üzerine yazılan bir eserdir.
MUKADDİME
Neden İbn-i Kayyim ve Kasîde-i Nûniyye’si ?
İbn-i Teymiyye’yi anlatma sadedinde neden İbn-i Kayyim ve Nûniyyesini ele aldık?
İbn-i Kayyım’ın, eserlerinin en büyük kısmı, İbn-i Kesîr’in de ifâde ettiği gibi, Şeyhinin, yani İbn-i Teymiyye’nin sözünden alınmadır. (İbn-i Kayyim) o sözlerde tasarruflarda bulunur. O’nun bu hususta güçlü bir melekesi vardır. Şeyhinin tek kaldığı meselelerde hep dendene yapar/gürültü çıkarır, o görüşlere yardım eder, onlara delil bulur…
İbn-i Kesîr de, İbn-i Teymiyye’nin talebelerindendir. Bu sebeple onun şu şehâdeti mühimdir.
İbn-i Hacer, Ed-Dürerül-Kâmine’de şöyle der: İbn-i Teymiyye sevgisi ona galip geldi. O kadar ki, görüşlerinin hiç birinin dışına çıkmazdı. Aksine hepsinde ona yardımcı olurdu. İbn-i Teymiyye’nin kitablarını tehzîb eden, ilmini yayan başkası değil, İbn-i Kayyim’dır.
İbn-i Teymiyye ile İbn-i Kayyım’in eserlerini okuyan her ilim sahibi bunu kâbul eder. Dolayısıyla, denilebilir ki, İbn-i Kayyim’ın eserleri, İbn-i Teymiyye’nin eserlerinin tehzibi, ayıklanması, şerhi, îzâhı ve delillendirilmesini ihtiva eden geniş bir mecmuadır. Akîde ve fıkıhtaki şâz görüşlerinden hiç birisinde ona muhalefet edemeyecek derecede onu taklîd etmekten geri kalmayan kör bir taklitçi, “ona gölgesinden daha çok tâbi olan” sadık bir havârîdir. Bu yüzden “İbn-i Teymiyye’yi anlamak, İbn-i Kayyım’i tanımaktan geçer” veya “İbn-i Kayyım bilinmeden, tanınmadan, İbn-i Teymiyye yeterince anlaşılamaz” dense yeridir.
İbn-i Kayyim’in bilhassa akîde tarafını en açık bir şekilde sergileyen eseri ise, O’nun Kasîde-i Nûniyye’sidir. İşte bu yüzden Kasîde-i Nûniyye’nin ilmî bir mercekle tedkîk, tahkîk ve tahlîl edilmesi îcâb eder. Böylece, İbn-i Teymiyye’nin tanınmasına mühim bir katkı hasıl olacaktır. Bu da, bizce en kâmil manada, -Allahu a’lem- ancak Es-Seyfu’s-Sakîl ve Tekmile’si ışığında olabilir.
BİRİNCİ FASIL
İbn-i Teymiyye Kimdir?
İsmi, Ahmed b. Abdü’l-Halîm İbn-i Abdillâh b. Ebi’l Kâsım ibn-i Hadır en-Nemîrî el-Harrânî ed-Dimeşkî el-Hanbelî, Takiyyüddîn ibnü Teymiyye’dir. Harrân’da
[3] doğdu (661 H.) Babası onu Dimeşk’e götürdü. Orada yerleşti ve meşhur oldu. Verdiği bir fetvadan dolayı Mısır’a çağrıldı. Oraya gitti… Orada bir müddet hapse atıldı. Sonra, İskenderiyye’ye nakledildi. Sonra, serbest bırakıldı ve 712’de Dimeşk’e gitti. 720 tarihinde orada tutuklandı. 728 senesinde, Dimeşk kalesinde tutuklu iken öldü.
İbn-i Teymiyye, Felsefe ve Mantık ilimlerinde araştırması çok olan birisiydi. Lisânı fasîh idi. Yirmi yaşına varmadan ders okuttu ve fetva verdi. Eserleri çoktur.
Hâsılı O, yedinci asır Hanbelî fıkıh ve hadîs âlimlerinden, şâz görüşleri bol olan birisidir. Şâzlarının bol oluşunun da, değişik sebebleri vardır. Bunlar, akîde, fıkıh ve üslûb olmak üzere üç tanedir.
Mîzâc ve ahlâkı çerçevesinde doğan ve gelişen üslûbuyla, olması îcâb eden veya olabilecekten daha fazla bir cesâret, hiç olmaması lâzım gelen tepeden bakma, boyundan büyük olan nice büyüklere karşı, akıl almaz bir saldırganlık, acelecilik, muğalata ve benzeri sebeblerden doğan bıktırıcı tekrarlar, çekilmez tenâkuzlar sergilemiştir. Tenâkuz ve tekrarları çizildiği takdirde yazdıklarının neredeyse dörtte biri bile kalmayacaktır. Kitablarını aklı havada bir kara sevdalı edasıyla değil de, bir ilim adamı ciddiyeti ile okuyacak olan her kes bu hakikati görebilecektir. “İktizâ”sı, “Kâidetün Celîle”si, “Furkan”ı, “Ubûdiyye”si, Akîdeye dâir kitabları, Fetâvâ’sının akîdeyle alakalı kısımları, birindeki cümleleri diğerinde biraz değiştirilen, zaman zaman da hiç değiştirilmeden aynen tekrarlanan sözlerden meydana gelen cinsindendir.
Yerine göre zâhiri, yerine göre filozof, yerine göre de Ehl-i Sünnet vasfıyla temâyüz etmiştir. Ne zaman ve nerede hangi cepheden olması lâzım geldiğini buna kanaat getirdiyse, o tâifenin düşünce ve müdafaalarıyla karşı tarafa saldırmış ve esasen başkalarına âid olan malzemeleri kendine mâlederek, onların kendi tahkiki olduğu zannını uyandırmıştır.
Yerine göre Ehl-i Sünnet olup Ehl-i Bidata karşı, zaman zaman Ehl-i Bid’at fikrinden yana olup Ehl-i Sünnete karşı, bazen de felsefecilerden yana olup diğerlerine karşı amansız bir muharebe vermiş ve nihayet ilim adamlığını, muztarib mütefekkirliği (!) içinde kurban etmiştir.
Bütün bunlar, ele alacağımız meselelerde yeterince açıklık kazanacağı için, söylediklerimizi burada delillendirmeye lüzum görmedik.
Bu makalemizde sözü edilen şahsın “akîde” tarafını en açık ve çıplak bir biçimde ortaya koyan bir kitabı ele alacağız; Kasîde-i Nûniyye…
İKİNCİ FASIL
İbnü’l-Kayyim Ve Nûniyye’si
İbn-i Kayyîm ve Kasîde-i Nûniyye’si ile alakalı faslı inşâellah sekiz “bahis”te ele alacağız...
Birinci Bahis
İbn-i Kayyîm’ın Hâl Tercemesi
İbn-i Kayyim Muhammed b. Ebi Bekr b. Eyyüb b. Saîd ez-Zer’î, sonra Dimeşkî, Şemsüddîn Ebû Abdillâh b. Kayyim el-Cevziyye (d: 691, ö:751)
Zehebî, “el-Mu’cemu’l-Muhtass”ta İbn-i Kayyim hakkında şöyle demektedir: Hadis ve bir takım Hadis ricâli ilmiyle meşgul oldu. Fıkıhla da meşgul olur ve takririni iyi yapardı. Nahivle meşgul olur, onu öğretirdi. İki asılda da meşgul olurdu. Halîl (İbrahim) aleyhisselâm’ın kabrini ziyaret etmek için yolculuk yapmaya karşı olan inkarı yüzünden bir müddet hapsedildi. Sonra ilimle meşgul olmak için meclisin baş köşesine oturdu ve ilmi yaydı. Lâkin O, görüşünü beğenen, her meselede çok cüretli olan biridir.
İbn-i Hacer, ed-Dürerü’l-Kâmine’de şöyle demektedir: O’na, İbn-i Teymiyye sevgisi gâlip geldi. O kadar ki, O’nun sözlerinin (görüş ve fetvâlarının) hiç birinden dışarı çıkmaz, hatta bunların tamamında ona yardımcı olurdu. İbn-i Teymiyye’nin kitablarını tehzîb eden (ayıklayan) ve ilmini yayan O’dur. Zelîl hâle düşürüldükten, kuru hurma dalı ile ona vurularak deve üzerinde dolandırıldıktan sonra İbn-i Teymiyye ile beraber tutuklandı. İbn-i Teymiyye ölünce tutukluluktan kurtarıldı. İbn-i Teymiyye’nin fetvâları sebebiyle bir başka defa da imtihan geçirdi. Asrın(ın) âlimleri aleyhinde konuşur, onlar da onun aleyhinde konuşurdu.
İmâm Kevserî meâlen ve hulâsa olarak şöyle diyor: İbn-i Kayyim yaşarken de öldükten sonra da, Şeyhini bütün şâz/doğru olana muhâlif görüşlerinde ta’kib ediyor, ona uyuyor, onu hak ve batılda kör bir taklîd ile taklîd ediyordu. Her ne kadar kendini (iddialarına) delîl getiriyor gibi gösterse de, bu “yapmacık deliller ileri sürme”si, Şeyhinin dediklerini, şazlarını tekrarlamaktan başka bir şey değildi. Bütün işi, karıştırmak, hile yapmak ve şu sapık düşünceleri müdâfâadan ibaretti. O kadar ki, ömrünü Şeyhinin yalnız kaldığı düşünceler etrafında gürültü çıkarmakla tüketti… Her ne kadar mantıkçı ve felsefecilerin görüşlerini bol bol aktarsa da, aklî ilimlerden nasibi yoktu. Düşüşünün ve çelişkisinin nerelere vardığı, “ Şifâu’l-Alîl”ini ve “Nûniyye”sini okuyana açıkça gözükecektir. "Hâlik"[6] ravileri methetmesi de, ricâl ilminin olmadığının delillerindendir. Ne Hüseynî, ne İbn-i Fehd ve ne de Süyûtî “Tabakatü’l-Huffâz”a yazdıkları Zeyl’ler’de O’nu “(hadis) hafızlar(ı)” arasında saymadılar. “Zâdü’l-Meâd” ve başka kitaplarındaki, okuyanların hoşuna giden “hadisle alakalı bahisler”, yanında bulunan, hadis âlimlerine âit kıymetli eserlerden araklamadır, kesilip alınmadır. Kutbuddîn el-Halebî’nin “El-Mevridü’l-Henî Siyerü Abdi’l-Ğenî”si ve benzeri eserleri gibi. İbn-i Hazm’ın “el-Muhallâ”sı ve “el-İhkâm”ı, İbn-i Abdi’l-Berr’in “et-Temhîd”i olmasaydı, “İ’lamü’l-Muvakkıîn”deki tafralara ve muğalâtalara imkân bulamazdı. Şeyhi ile beraber nice defa tevbeye çağrıldı ve tazir gördü…
Akîde’de, “Nûniyye” ismiyle meşhûr -benim bildiğim- iki kasîde vardır. Birincisi, İbn-i Kayyim’ın “El-Kâfiyetü’ş-Şâfiye fi’l-İntisarı li’l-Fırkati’n-Nâciyeh” ismini verdiği kasîde, ikincisi de Fâtih devri ulemasından Hızır Bey b. Celâl’in
[8] “Ucâletü leyletin ev leyleteyni” isimli “Kasîde-i Nûniyye”sidir. Bu ikincisi, Ehl-i Sünnet çizgisinde yazılan kıymetli bir eserdir ki, üzerine güzel şerhler ve haşiyeler yapılmıştır; Hayâlî, Uryanîzâde ve Dâvûd-i Karsî’nîn eserleri bunlardandır. Osmanlının son devri ulemâsından olan Manastır’lı İsmâil Hakkı Efendi, Hızır Bey’in bu “Nûniyye”sini İslâm harflerimizle Türkçeye terceme edip şerh etmiştir.
Bizim sadedinde olduğumuz “Kasîde-i Nûniyye” ise, İbn-i Kayyim’in “Kâfiye..”sidir. Beytler halinde yazılan bu “Nûniyye” 5949 beytten meydana gelmiştir.
Doktor Muhammed Halîl Herrâs’ın bu “Nûniyye” üzerine yazdığı iki ciltlik şerhi, Dârü’l Kütübi’l-İlmiyye tarafından basılmıştır. Herrâs’ın ifâdesine göre, bu akîde üzerine, iki küçük çalışmanın dışında, kayda değer şerh veya haşiye yazılmamıştır. Doktor Şârih’in şerhi ise, aslı gibi ilmî yanı bulunmayan ve bağışlayın “cazgır üslûbu”yla yazılan bir şerhtir.
İbn-i Kayyim’in, iddialarına delil olarak getirdiği âyetler ile bir takım “sahîh”, yahud “hasen” hadislerin “delâlet cihetlerinin/taraflarının ne olduğu”, bir çok hadisin de, erbâbınca, “zayıf” veya “uydurma” damgası yemesi, O’nu hiç mi hiç alâkadar etmemiş! Muhtemelen, bir sıkıntıya düşmemek için de, -bir talebe tarzıyla bile olsa- hadis tahriçlerine kitabın hiçbir yerinde asla teşebbüs etmemiş, “uydurma” rivâyetler karşısında lâl ü ebkem olmayı nasılsa becerebilmiştir.
Hâfız Süyûtî’nin Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’în husûsiyetleri ve fazîletleri mevzuundaki “el-Hasâisü’l-Kübrâ” isimli kıymetli bir eseri vardır. Bu eser, umûmiyetle fazîletlerle alâkalı olduğundan, ona, “uydurma olduğunda ittifak bulunmayan” zayıf rivâyetleri de koymuştur. Doktorumuz, bunun üzerine yazdığı sözüm ona tahkîkte ve ta’liklerde çoğu kez, ilmî edeb ve terbiye sınırlarını aşmış, hitab üslûbu yanında bir çok “hasen”, hatta “sahîh” rivâyete gelişigüzel bir biçimde “uydurma” damgasını vurabilecek kadar “kritikçi” olmuştur. Hâlbuki aynı doktorumuz, İbn-i Kayyim’in “akâid”inde delil getirdiği “zayıf” hatta “uydurma” rivâyetlerine kör olabilmiştir. “Nûniyye”ye reddiye olarak yazılan “es-Seyfü’s-Sakîl” ile “Tekmile”si veya -varsa- herhangi bir başka reddiye, hesâba katılmadan ve cevablandırılmadan yazılan bir şerh ne kadar ilmî olabilir? Muhakkık ve müdekkık bir âlimin, herhangi bir hususta, müctehidlik seviyesinde ve büyük bir muhaddis olan İmâm Sübkî’nin, muhaddisliğini düşmanlarının bile kabul ve teslim etmek zorunda kaldığı allâme Kevserî’nin reddiyelerini nasıl hesaba katmaz?!. İlim adamı, da’vâsının/tezinin aleyhinde söylenen ve yazılanları bulup çürütmeden, bir ilmî eser, nasıl yazabilir?! Yoksa, birilerinin gözü açılıp hakîkatleri görmesinden mi korkulmaktadır?!!
Hâsılı, sözünü ettiğimiz şu “şerh” de, manzûm olarak yazılan “Nûniyye”nin nesir kalıbıyla ifade edilmesinin yanında, muârızlarına karşı bir takım “hakâret”lerden başka bir şey bulundurmamaktadır. İkisi de “hakk”larla “bâtıl”ların paçal edildiği lâf harmanı…
Vâkıa, asrımız Ezher âlimlerinden (!) olan Şârih’in bu tavrını garipsemiş de değiliz.
Üçüncü Bahis
İbn-i Kayyim’in Nûniyye’deki Üslûbu
İbn-i Kayyim’in üslûbu, kavgacı, sataşmacı, karalayıcı, aceleci, muğâlâtacı ve saldırgandır. İlmî değil, “ideolojik”tir. Zehebî’nin, bir mektubunda İbn-i Teymiyye’ye, “Haccâc’ın kılıcıyla İbn-i Hazm’ın dili iki öz kardeşti. Billâhi sen o ikisiyle kardeş oldun” dediği gibi, İbn-i Kayyim’in dili, Haccâc’ın kılıcı gibiydi. Onda ilmî vakar ve ağırlığı bulamazsınız. Kendisi gibi “teşbîh” ve “tecsîm” inancında olmayanlar, “Allah’ı, (hâşâ) belli bir yön veya mekâna yerleştirmeyenler”, ya “Allahtan korkmayanlar”, ya “kalbinde zerre kadar îmân bulunmayanlar”, ya “Kurânı yalanlayanlar”, ya “Sünnet’i inkâr edenler” veya “Cengiz han’ın ordusu’nun askerleri”dirler. Bu tarz üslûbu hemen hemen her eserinde hâkim olmakla berâber, “Nûniyye”sinde çok açık ve nettir. Nitekim bu dediğimiz dördüncü fasıldaki kendi ifâdelerinde görülecektir.
Dördüncü Bahis
İbn-i Kayyim’in Nakillerindeki Îlmî Emâneti
İbn-i Kayyim âlimlerden yaptığı nakillerde de yeter miktarda güvenilebilecek bir kimse değildir. Zîra yine meselelerde de göreceğimiz gibi, İmâm Sübkî ve imâm Kevserî, İbn-i Kayyim’in gerek Mu’tezile gerek Cebriye ve gerekse Eş’ariye tâifelerinden yaptığı bir çok nakil için “bu yalandır”, “iftirâdır”, “onlar böyle dememişlerdir”, “aksine onlar, şöyle söylemişlerdir” demektedirler. Başka kitablarında da, meselâ “tevessül” hakkında dört mezheb imamından doğru olmayan nakillerde bulunduğu Ehl-i ilim tarafından isbât edilmiştir.
İmâm Sübkî ve İmâm Kevserî’nin cevâblarından da açıkça anlaşılmaktadır ki, İbn-i Kayyim, ulemânın sözlerini anlayabilecek seviyede değildir. Âlimler bir söz söylerken O, çoğu kez, bu sözü yanlış anlayıp münâkaşasını tamamen o meseleye ecnebî/yabancı bir sâhada yürütmektedir. “Allah’ın fâil olub olmadığı” mevzuunda görüleceği gibi… O’nun hakkındaki bu “anlayamama” tesbîti, hatt-i zâtında hakkında yapılan bir hüsn-i zanndır. Aksi halde, ortada, “hâinlik” veyâ “muğâlata” bahis mevzuu olacaktı.
Altıncı Bahis
İbn-i Kayyim’in İlmî Derinliği
İbn-i Kayyim, sadedinde olduğumuz kitabında “hâtıbu’l-leyl” yani gecenin karanlığında odun toplayan adam suretindedir. Dolayısıyla karanlıkta, odun yerine yılanı yakalayıp almaktadır. O, akîdede, rahatlıkla, “zayıf”, hatta “uydurma” hadisleri delil olarak ileri sürebilmektedir. Nûniyye’sinde, kılı kırka yaran bir “munekkıd hadis hafızı” ile değil de, âdeta “hurafeci vâizler” gibi bir tiple karşı karşıyasınız. Nitekim bu, getirdiği “zayıf”, hatta “uydurma” hadisleri ileride sergilediğimizde açıkça görülecektir.
Yedinci Bahis
İbn-i Kayyim’in Muârızlarının Delîl ve Cevâblarına Yer Verib Vermediği
İbn-i Kayyim bunu asla yapmaz. O, tâbilerinin kafasını karıştırmaktan şiddetle korkan sahte şeyhler gibi, muârızlarının delillerinden ve cevablarından, hatta mücerred sözlerinden onları çok sakınır. Çürütmek için bile onları ağzına almamaya çalışır. Çizgisinden gidenlerin de tamamının tarzı hemen hemen böyledir.
Sekizinci Bahis
Kasîde-i Nûniyye’nin İbn-i Kayyim’in Son Görüşleri Olup Olmadığı
İbn-i Kayyim bu akîdesinden ömrünün sonunda dönmüş olamaz mı? İnşâellah Ehl-i Sünnet akîdesine dönmüştür. Biz, dediklerimizi, aktardığımız sözleriyle sınırlı olarak diyoruz. Hâtimesine/son nefesine dâir şehâdette bulunmuyoruz. Ancak, İbn-i Receb el- Hanbelî’nin “Tabakâtü’l-Hanâbile” sinde naklettiğine göre O, İbn-i Kayyim'e ölümünden bir sene gibi bir zaman önce devam etmiş ve bu Nûniyye'yi İbn-i Kayyim’den o zaman işitmiştir.
Ali b. Abdi’l-Kâfî b. Alî b. Temmâm es-Sübkî el-Ensârî. Hadîs hâfızlarından, müfessirlerden ve münâzaracılardan biri… Zehebînin de ifâdesiyle asrının Şeyhu’l İslâmı… Allâme Kevserîn’in tabiriyle devrinin en büyük münâzaracısı… Tabakâtü’ş-Şâfiiyye sâhibi Tâcüddîn es- Sübkî’nın babası… Hicrî 683 senesinde Sübk’te doğdu. Sübk’ten Kâhire’ye, sonra da Şâm’a gitti. Hicrî 739 senesinde Şâm kadılığını üstlendi. Sonra hasta oldu ve Kâhireye döndü. 756 senesinde Kâhire de öldü.
Ulemânın O’na olan medih ve senâları saymakla bitmez. Zehebî “Zeylü’l-İber”de[11] O’ndan “şeyhul-İslâm” ve benzeri medih sözleriyle bahseder: “El-Mu’cemu’l-Muhtass”ta da, “allâme”, “fakîh”, “muhaddîs”, “hâfız”, “fahru’l-ulemâ”, “takıyyü’d-dîn”, “Sâdık”, “mütesebbit”, “hayırlı”, “mütevâzi”, “sîret ve ahlâkı güzel”, “ilim kablarından biri”… Fıkhı bilir takrîr eder, hadîs ilmini bilir tahrîr eder, usûl ilmini bilir ve okutur, Arapçayı bilir tahkîk ederdi. Sağlam eseler yazmıştır.[12] Zehebî onu öven bir şiirinde kendilerini köleye O’nu da efendiye (veya pâdişâha) benzetir. “İlimde” Mâlik gibi seviyeye nâil olduğunu, “hukümlerde, en üstün hüküm veren”, “hıfz ve nakd”de İbn-i Maîn, “fetvâlar”da Süfyân ve Mâlik, “Münâzarada ve araştırmada” Fahru’d-dîn(-i Râzî), “nahiv”de de Müberrid ve İbn-i Mâlik gibi olduğunu, söyler.[13] Usûlcu İsnevî, “gördüğümüz âlimlerin en üstün nazar sâhibi, ilimleri en çok toplayanı, ince meselelerde en güzel konuşanı….” olduğunu anlatır.[14] Hepsi kıymetli bir çok eseri vardır. Es-Seyfü’l-Meslûl’ün Muhakkık’ı, O’nun 211 eserini sayar.
İmâm Sübkî bu hususta kısaca şöyle diyor: “Bu kasîdenin sâhibi Nâzım (eserini şiir vezniyle yazan İbn-i Kayyım), hakkında konuşacağımdan aşağı mertebededir. Ancak bu hususta kendime İmâmu’l-Haremeyn’i nümûne aldım. O ‘Nakzu Kitâbi’s-Siczî’ isimli eserini yazdı. Bu Siczî, ‘Muhtasaru’l-Beyân’ ismi verilen bir kitabı bulunan hadis âlimidir. İmâmu’l-Haremeyn bu kitabı Mekke’de buldu. Bu kitabda, bir takım meseleler vardı ki birisi ‘Kurân’ın harflerden ve seslerden ibâret olduğu’ dur.”
Sübkî, İmâmu’l-Haremeyn’in, Siczî için, “câhil”, “hafif akıllı”, “câhilliğinde ısrarlı”, “ahmak”, “şaşı”, “mel’ûn”, “kovulan”, “sapık”, “Allah’ın la’netleri üzerine olsun” gibi benzeri sözler sarfettiğini ifade etti.
İmâm Sübkî, kendi ta’biriyle “bu câhil (İbn-i Kayyim) ile istemeye istemeye konuşmak” husûsunda İmâmu’l-Haremeyn’e uyduğunu ifâde ettikten sonra, İbnü’l-Kayyim’in, Siczî’nin onda biri olamayacağını, lâkin, insanın Müslümanların akîdelerini korumak için câhiller ve bidatçılarla da tartışmak zorunda kaldığını, söylüyor ve şöyle devâm ediyor: Münâkaşam, keşke bir âlimle veya bir zâhidle, yahud dinini ve haysiyetini iyi koruyanla, hakka yönelenle olaydı… Ancak bu, kaçınılması zor, hatta imkânsız bir imtihandır, musîbettir…
Üçüncü Bahis
İmâm Sübkî’nin Üslûbu
İmâm Sübkî, allâme Kevserî’nin de ifâde ettiği gibi, yazılarında ve sözlerinde son derece nezîh bir üslüb sâhibidir. Tâcüddîn es-Sübkî anlatıyor: Evimizin dehlizinde/bodrumunda oturuyordum. Bir köpek çıktı geldi. Ona, “oşt! köpoğlu köpek” dedim. Babam, evin içinden, beni azarladı. O, “köpoğlu köpek” değil midir? dedim. Câizliğin şartı, “tahkîr kasdı olmamak”tır, dedi.
Ne var ki O, İbn-i Kayyim’in çıldırtan hakâretleri karşısında “baklayı dilinin altından çıkarma”ya ihtiyâc duyuyor ve neredeyse İmâmu’l-Haremeyn seviyesinde ifâdeler kullanmaya kendini mecbûr hissediyor.
Dördüncü Bahis
İmâm Sübkî’nin Cevablarının Kısa oluşunun Sebebi
İmâm Kevserî’nin anlattığına göre, İmâm Sübkî çoğu yerde batıllığı apaçık olan sözlere cevâb vermeye lüzüm görmez. Bazen, “görüyorsunuz” ve “gördüğünüz gibi” ifadelerle iktifâ eder. Bazen de çok kısa bir atıfda bulunur. Hâsılı O, sıkıcı bir münâkaşada, sâdece çok mecbur kaldığı yerlerde vecîz konuşup teferruatı ehl-i ilmin bilgisi ve anlayışına havale ediyor, mühim noktalara dikkatleri çekmeyi hedefliyor. Yüzlerce beyti okuduktan sonra, “meselede bir şey kazandırmayacak faydasız boş sözler…” demekle iktifâ ediyor. Hâsılı, denilebilir ki, zâmânının üstün ilim seviyesi bu gibi îcâzları kaldırıyor ve hafîf tenbîh ve îkâzları yeterli kılıyordu. Belki de, Allah celle celâlühû bazı fazîletleri başkalarına sakladığından dolayı hal böyle oldu. Bu da İmâm Kevserî’ye nasib oldu. Allahu a’lem.
DÖRDÜNCÜ FASIL
Zâhid-i Kevserî ve Tekmilesi
Bu faslı da inşâellâh dört “bahis”te yazacağız.
Birinci Bahis
İmâm Kevserî’nin Hâl Tercemesi
Muhammed Zâhid b. Hasen b. Alî el-Kevserî Hanefî bir fakîh (ve muhaddis ve de kelâmcı). Çerkes asıllıdır. Hadis, Kelâm, Fıkıh, Edebiyât ve Siyerle meşgûliyyeti vardı. Hicrî 1296 senesinde doğmuştur. İstanbul Fâtih medresesinde fıkıh tahsîlini yaptı ve orada ders okuttu. Birinci Cihan harbi sırasında, medresedeki ders saatlerinin çoğunda dînî derslerin yerine yeni ilimleri yerleştiren İttihâtçılara karşı geldiği için, onların sıkıştırmalarına marûz kaldı. Cumhûriyet’in kurulmasından sonra tutuklanmak istenince, 1341/1922 senesinde gemilerden biri ile Mısır’ın İskenderiye şehrine gitti. Bir zaman Mısırla Şam arasında gitti geldi. Sonra Kahire’ye yerleşti. Mısır’da, arşivdeki Türkçe vesîkaları Arapçaya tercüme vazifesi aldı. Arabça Türkçe, Farsça ve Çerkesçe’yi iyi biliyordu. Hicrî 1371 senesinde Kahire’de öldü. Rahimehullâh…
Hindistân Pâkistân, Mısır, Sûriye, Yemen Mağrîb, ve dünyânın diğer değişik memleketlerindeki büyük âlimlerin üstün medih, takdîr ve hayranlıklarına mazhar olmuş, düşmanları bile ilmî üstünlüğünü itirâfa mecbûr kalmıştır. Küfür ve bid’at cebhesinin korkulu rüyâsı haline gelmiş, “tecdîd” perdesi altında İslâm’ı tahrîf etmeye kalkışân küfür cebhesinin soluğunu kesmiştir. Hâsılı O, mektebleşen, eskilerin ifâdesiyle, “Ferîdü asrihî” “vehîdü dehrihî” “berekütü’l-asr”, “nâdiretü’z-zemân”, “âyetün min âyâti’llâh”
[18] denilebilecek, -şimdilerde moda olan naylon müceddidlerden değil de-, hakîkî manâsıyla bir müceddid idi. Tefsîr Usûlu, Fıkıh, Hadîs, Ricâl ve felsefe sâhasında yazdığı, telif, ta’lîk, tahkîk, cevâb ve takdîmleri çoktur. Bunlar elliyi aşar.
Bir yanda, devletler gücü ile, Müslümanlar arasında “selefîlik” zarfında “teşbîh” ve “tecsîm” inancı yerleştirildi, geliştirildi ve kollandı. Öte yanda da, çağdaş nebbâşlarca mezarından çıkarılan “Mu’tezile” düşünceleriyle Müslümanların, kafası iyiden iyiye karıştırıldı. Biri “aklı kullanmayan veya kullanamayan akılsızlar”, diğeri de “rasyonalist/akılcı akılsızlar” olan şu iki zümreye, Ümmet’in boğazı sıktırıldı. Aslında biribirine taban tabana zıt gibi görünen şu iki anlayış sahiblerinin ortak yanları, “Ehl-i Sünnet” inancındaki bütün bir Ümmet’e karşı olmak ve onun vahdetini yok etmektır. Şu “akılcı akılsızlar”ın zaman zaman İbn-i Teymiyye ve İbn-i Kayyımlerin arkalarına sığınmaları, onları beğendikleri ve kabûllendiklerinden değil, Ehl-i Sünnet muarızlarını tepelemek maksadıyladır. Sonra da onları da tepelerler, olur biter.
İşte, İmâm Kevserî’nin şu hakîki tecdîd çalışmaları, bu oyunun üzerindeki örtünün kaldırılmasından başka bir şey değildir. Es-Seyfü’s-Sakîl’in tahkik, ta’lik ve ilâvelerle neşredilmesi işte bu maksada ma’tuftur. Kevserî… eserleri ve makâleleriyle hakikati ortaya koyan adamdır. Güney Amerika’dan gelib de, Mescid-i Nebî aleyhissalâtü vesselâm’da bana Kevserî'yi soran genç âlimler, bu mayanın tuttuğunu göstermektedir. Nâmütenâhî hamdolsun…
Üçüncü Bahis
İmâm Kevserî ve Es-Seyfü’s-Sakîl
İmam Kevserî’nin “Tebdîdü’z-Zalâmi’l-Muhayyim min Nûniyyeti İbni’l-Kayyim” ismini verdiği Tekmilesi, Sübkî’nin eserini onlarca kat değerli kılmıştır. Sübkî’nin işâret ettiklerini O, açıkça ifâde etmiştir. İmâm Sübkî’nin, devrinin şartlarına göre lüzûm görmediği veya hiç göremediği için işâret etmediği bir çok noktaya da Kevserî, lüzûmuna binâen “Tekmile”sinde açıklık getirmiştir.
Dördüncü Bahis
İmâm Kevserînin Üslûbu
Kevserî’nin uslûbunun sert olduğunu söyleyenler var. Her insâf sâhibi bilir ve kabûl eder ki, şu “sert/ağır olduğu” söylenen sözler, muârızlarca sarf edilen sözler yanında yıkanmış sözlerdir.
Kevseri, İmâm Ebû Hanîfe’ye yakıştırılan, “papaz”, “zındık”, ”mürted” ve benzerî süflî ifâdeleri ihtivâ eden rivayetler için “mahfûz olan bunlardır” diyen Hatîbi Bağdâdî’ye, O’na, “Muğîsü’l-Halk”de, olmadık hakaretleri yapan Cüveynî’ye ne diyecekti? Öte yanda, Mücessime ve Müşebbihe itikâdlarıyla İmân’ı ve İslâm’ı dinamitleyenlere ne söyleyecekti? “Bence, bu dedikleriniz doğru olmayabilir, ne buyurursunuz efendim” mi diyecekti? “Bu hakaretleriniz belki de ayıb olabilir…” deseydi çelebiliği zede alır mıydı ne dersiniz?
BEŞİNCİ FASIL
Kasîde-i Nûniyye’nin Mevzu ve Bahislerinin Bir Kısmı
Biz bu bölümde önce İbn-i Kayyim’in görüşlerinden bir kısmını “bahis” “bahis” verecek, sonra da Sübki ve Kevseri’nin tenkitleri ışığında onları tahlil edeceğiz. İbn-i Kayyim, düşüncelerini, hayali bir “karşılıklı konuşma” şekliyle yazıyor. Bu karşılıklı konuşma (diyalog) meclisini toplayan meclis reisi ise ya kendisi veya şeyhidir.
Birinci Bahis
Allah’ın Kelâmı
İbn-i Kayyim: Sıfatları ve ulüvv’u/Allah teâlâ’nın maddî olarak yüksekte olduğunu kabûl edenle, muattıl arasında müzakere meclisini topladı… Müsbit’in sözlerinden biri de, (كهيعص, حمعسق, ق, ن ) “ayetlerin yazı ve seslerinin” gerçekten Allah’ın kelâmı olduğu ve ‘Allah’ın, Sahabe’nin işittiği Kurân’la konuştuğu’dur.
Sübkî: Bununla (İbn Kayyim’in) murâdı ‘Allah’ın kelâmının harf ve ses olduğu’dur. Bu câhil, Allah’ın kelâmı ile ona delâlet eden lafzın arasını ayırmıyor.
Kevserî: İbn-i Kayyim, sadece o kadar değil, “Kelâm-ı Lafzî” ile “Kelâm’ı Nefsî” arasını da ayıramıyor. “Rûhu’l-Meânî” tefsirinin başlarında, “Kelâm-ı Nefsî” hususunda latîf ve uzun bir îzâh vardır. Öyle ki, tereddüt sâhibine hiçbir şek bırakmayacaktır. Âlûsî burada “Kelâm-i Nefsî” hakkındaki sözüne son verdikten sonra şöyle demiştir:
Bu izahı kim kavradıysa, ondan bu babdaki (Kelâm-i İlâhî mevzuundaki) içinden çıkılmaz gibi gözüken problemler savulmuş oldu ve gördü ki, İbn-i Teymiyye, İbn-i Kayyim, İbn-i Kudâme, İbn-i Kadı el-Cebel, Tûfî, İbn-i Nasr es-Siczî ve emsallerinin teşnî’leri kapı zırıltısı ve sinek vızıltısıdır… Fikirleri inhiraf etti. Görüşleri karmakarışık oldu ve Ümmetin alimleri ve imamların büyükleri aleyhlerine konuştular ve kınamada ileri gittiler. Düşüncesizlikle, akletmemekle ve haddi aşmakla, suçlamada ölçüyü kaçırdılar, ileri gittiler.
İbn-i Kayyim: “Allah semâvâtın üstündedir.”.
Sübkî: O’na, “Allah ve Resûlü, hangi ayet ya da hadiste ‘Allah semâvâtın üstündedir’, buyurdu?” denilir. Halbuki sözünün başında “Rabbimizin dediğini diyoruz” demiştin. Rabbimiz nerede, “O mahlükatı’ndan bâindir (ayrıdır). Mahlûkatında onun zatından hiçbir şey yoktur. Zatında da mahlûkatından hiçbir şey yoktur” dedi?
Sen, Allahın demediğini O’nun “dediği”ne nisbet ettin.
İbn-i Kayyim: Muattıl (sıfatları kabul etmeyen) bunu müsbitten duyunca sustu, bunu içine attı ve şeytanlarıyla baş başa kaldı. Kimileri kimilerine…vahyetti…
Sübkî: Onun bütün bunlarla anlatmak istediği, Allah-u a’lem Eşariyye, Şafiiyye, Mâlikiyye ve Hanefiyye taifeleridirler ki, onlar, İbn-i Teymiyye’ye karşıdırlar. “Muattıla” diye isim verdikleri de onlardır. “Müsbit” ile muradı İbn-i Teymiyye’dir.
İbn-i Kayyim: Bunlar, “Muattıl”, “Müşebbih” ve “Muvahhid” için verilen güzel misallerdir.
Sübkî: “Muattıl” ile kasdettiği, Eşarîler Cemaati, “Muvahhid” ile kasdettiği kendisi ve taifesidir. “Müşebbih” ise, O’na göre mevcüd değildir. Muarızlarının “Müşebbih” ile kasdettikleri, O ve taifesi, “Muvahhid” ile kasdettikleri, kendileri, “Muattıl” ise Onlara göre yoktur. Zira, Muattıl yaratıcıyı (sıfatlarını) inkâr edendir. Müşebbih de Allah’ı yaratıklarına benzetendir. Görünürde buna hükmeden yoksa da, bunu, yani “benzetme”yi lâzım getiren şeylere hükmeden vardır.
Şunda hiçbir şek yoktur ki, kendisi için, “benzetmenin lâzım gelmesi”, düşmanları için “(sıfatları) nefyetmenin lazım gelmesi”nden daha açıktır. İnsan kendini imtihan etse, Eşarî’nin Muattıl olmadığında (ama bu adamın) Müşebbih olduğunda hiç şüphe etmez. Diliyle bunu inkâr etmesi onu kurtarmaz. O “Allahı yaratıklarına benzetenin küfre girdiğini” kendi nefsi aleyhine itiraf etti…
İbn-i Kayyim: Cehm ve yandaşları Allah’ın sıfatlarını inkâr ettiler. Hatta O’nu en üstün semalardan nefyettiler (göklerde O yoktur dediler). Arş’ı Rahmandan boşalttılar. (Allah Arş’ta değildir dediler).
Sübkî: Cehm çok seneler önce geçti gitti. Bu gün onun mezhebinde bilinen bir kimse de mevcûd değildir. Böylece bilindi ki; İbn-i Kayyim’ın “Cehmiyye” ile muradı Şafiî’ler, Malikî’ler, Hanefî’ler ve Hanbelî Fâdıllarından olan Eşarîler’dir. Öyleyse, Manzûme sahibinin ıstılahı bilinsin. Cehmiyye’ye nisbet ettiği her bir şeyle kastı onlardır.
Bu hususta Mu’tezile de Eşariyye görüşündedirler. Ancak onlardan bu memleketlerde bulunan yoktur. Varsa da görünmemektedirler. Öyleyse, Kasîde’nin sahibinin bu kasidede bahsettiği, Eşariyye mezhebinde olanlardır.
İbn-i Kayyim: Onlara göre, “kul fail değildir”. Aksine kulun fiili göz kapaklarının hareket etmesi gibidir.
Sübkî: “Kul onlara göre fail değildir” sözünde bu cahil yalan söyledi. Lâkin bununla onların muradı “Kul fiilini yaratmaz. Yaratıcı değildir. Kulların fiillerini yaratan Allah sübhânehû’dur”. Bu yüzden bu cahil bununla onların “kul fail değildir” dediklerine inandı. “Kulun hâlık olmadığı” doğrudur. “Fâil olmadığı” da bâtıldır. Fail, fiil kendisiyle kâim olan, hâlık da fiili var edendir. Fiili yoktan var eden ancak Allah’dır. “Göz kapaklarının hareket etmesi gibi” sözü ondan sadır olan büyük bir câhilliktir. Zira O, cebir ile Eşarî mezhebini ayırmadı. Sonra, “Allah kulu kendi fiili olmayan bir işle Cehennem ateşine atacak” dedi. Bu câhil câhilliği ve yalanına devam etti. Sonra “lâkin onları Allah kendi fiilleri ile cezalandıracak” dedikten sonra “Zulüm ise onlara göre bizzat imkansız, bir şeydir” dedi. Ardından, “(böyleyken, Allah) o (zulümden) nasıl tenzih edilir ve bu tenzih nasıl medih olur” dedi.
Deriz ki: Ey câhil Allah’a ve kullarına karşı cüretkâr davrandın da fiil ile yaratmayı ayırt etmedin. Câhilliğinle ikisinin de bir olduğunu ve kulun fiiliyle cezalandırılmayacağını zannettin ve “bu akıl sahiplerince akla sığmayan bir şeydir” dedin. Sen, Rubûbiyyet hükümlerini akletmekten uzak olmana rağmen, sende hangi akıl var da, onunla akledeceksin?!.
Kevserî; Bu kasîde sahibi hakkında en azından söylenebilecek olan “câhil olduğu” dur. Şifâu’l-Alîl de, kulun kesbi hakkında anlattıklarını okuduğunda, onu, İmâmül Harameyn’in el-Akîdetü’n-Nizamiyyesi’nden kulların fiilleri hakkında söylediğini nakledip de sonuna kadar onu takip eder halde bulacaksın. Sonra dönüp “Cebr”in en aşağı mertebesine düşer. Ardından Mu’tezileyi nihâi mertebede yerer. Sonra onu, cüretkârlıkta onları geri bırakır halde görürsün. Hasılı Onu, insanların görüşlerini, anlamadan bir araya toplayan ve cin çarpmış gibi aklı fesada uğramış biri olarak bulursun.
İkinci Bahis
Allahın Fiilleri Muallel midirler?
İbn-i Kayyim: Keza, (Muattıl) Allah’ın emrinin ve ıtkânının/(muhkem yapmasının) gayesi olan “hikmet” için, “yoktur” dediler.
Sübkî: Alimlere karşı şu cüretkârlığı’na, yalan ve iftirasına bakın!….
Kevserî: Bunu, mümin fırkalar arasında söyleyen, hiç bir kimse yoktur. Onlar dinden bizzarûre/kaçınılmaz olarak, Allah’ın, “Azîz ve Hakîm” olduğunu bilmişlerdir.
“Allah sübhânehû ve teâlâ’nın fiillerinin, maksadlarla sebeblendirilemeyeceği”ne gelince, bunun, “hikmeti, inkâr etmek”le alakası yoktur. Aksine bu, öyle bir hüküm vermekten korkmak ve sakınmak kabilinden bir şeydir.
“Allah’ı, bir iş yapmaya sevk eden maksad (ve hikmet) varmış ta, o (maksad ve hikmet) olmasa, sanki Allah o işi yapmayacakmış”, gibi bir hükme varmaktan korkuyorlar. Çünki, Kitab ve Sünnet’te böyle bir söz kullanıldığının gelmediği ve yine bunda başkasıyla kemâl talebi bulunduğu için, bunun sakınılacak ve kaçınılacak şeylerden olması gizli değildir.
Muhakkık fıkıh âlimlerinin, -biz onları anlatsak da anlatmasak da,- kurallara dönecek olan hikmetler ve maslahatların var olduğuna hükmetmelerine gelince; bunda korkacak bir şey yoktur. Aksine bu katıksız bir doğrudur. Bu, Allah’ın “(kendi) ihtiyar(ı/irâde ve seçimi) ile iş yapan olduğu”na inananlara göredir. Nitekim hak olan da budur.
Allah’ı vaciblik yoluyla iş yapan bir varlık olarak kabul edenlere gelince… Onlar ortada ne bir maksad ne de bir hikmet tasavvur etmezler. Burada vaciblik ile murad edilen mahmul şartıyla zaruret değildir.
Garibdir ki, İbn-i Kayyim, vacibliğe kaildir. O kadar ki, sen onu “öncesi olmayan hâdisler/sonradan olma şeyler” fikrini savunur halde görürsün. Bununla beraber bunların (olanların) maksadlarla illetlenmiş/sebeblendirilmiş olduğu kanaatinde olur. Bu birbirini yalanlayan şahadetlerden başka bir şey değildir.
İbn-i Kayyim: Cehm ve taraftarları Allah’ın muattal olduğuna, sonradan değişikliğe uğrayarak, Deyyân (Allah) ile kaim bir emir olmaksızın Allah’ın kâdir olduğu şey haline geldiğine hükmettiler.
Sübkî: Maksadı “Allah’ın ezelden beri bir iş yapmakta olduğu”dur. Bu, “âlemin kadîm ve ezelî” olduğunu lazım getirir. Bu ise küfürdür.
Kevserî: Bu lâzım getirme “açıktır”. “Mezhebin lâzımı Mezheb değildir” şeklinde söylenen söz, lüzûm (açık) olmadığı yerlerdedir. Öyleyse, akıllı olanın mezhebinin lâzım getirdiği, onun için mezhebtir. “Açık lâzım”ını inkâr ile beraber, “lâzım”ın “melzûm”una (ayrılmayıp yapıştığı, beraber olduğu şeye) hükmeden, “bu lâzım”ı kendisi için mezheb saymaz. Lâkin bu inkâr onu akıllılar rütbesinden düşürür. “Mezhebin lâzımı” hakkındaki tahkik (işin hakikatının ortaya konması) işte budur. O halde, küfrü, “açık bir luzûm” ile lâzım getirecek şeye inanan kimsenin işi “kafir” veya “akılsız bir yaratık” olmak arasında deverân eder.
Hâşâ Allah’ın Maddi Olarak Yüksekte Olduğu İddiası
İbn-i Kayyim: Sonra bir gurup geldi, Allah’ın sıfatlarını yalanlamayı, tenzih kalıbı içerisinde gizledi ve şöyle dedi: “Allah içimizde değil, kâinattan hariç de değildir”. Hatta, “Kainâttan ayrı değil, içinde değil, aynı değil, göklerin ve Arşın üstünde ne Rab vardır ne Rahmân. Arşın üstünde ilâh yok. Orada yokluktan başka bir şey yok. Aksine Arşın Rabbinden olan payı yeryüzünün ve binaların temellerinin payıdır. Arşın üstünde olsa şu cisimler gibi olur” dedi.
Kevserî: Anlattığı kimseler, her bir mücessim ve sapığın düşmanları olan Ehl-i Sünnet’tir. Allah, âlemin içindedir denilmez. Nitekim dışındadır da denilmediği gibi. Allah Arşın üstünde istikrar etti/yerleşti de denilmez. Çünki bu inançlar, ne Kitab’da ne de Sünet’te gelmedi. Zira bunlar cisimlerin şânıdır. Kim Allah’ın âlemin içinde ve dışında olduğuna ve Allah’ın (bir yerde) yerleştiğine cevaz verirse o putperesttir. Ehl-i Sünnet’i bu inançlarında kesin (akli) deliller ve ayetler, teyid etmektedir. Bu hususta “Müşebbihe”nin elinde (değil delîl) şübheye benzer bir şey (bile) yoktur. Nitekim, şu sapık Nâzım’a rağmen, bu gelecektir.
İbn-i Kayyim: Üstün ilim sahiblerinden biri, “Beni Yunus aleyhisselâm’a üstün tutmayın” hadisi hakkında, “denizin derinliklerindeki Yunus aleyhisselâm ile göklere çıkıp yedi gök tabakasını aşan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ikisi oralarda Rablerine yakınlıkta birdirler”, diyor. Ey Sünnet yolundaki kimse! İlâhı’na hamdet. Değilmi ki seni iftiracının tahrifinden korudu. Vallahi! Rabbinden korkan, imanı olan bu te’vîle razı olmaz. Bu, hakîkaten dinden çıkmanın ta kendisidir. Hatta bu katıksız bir tahrif, en soğuk bir hezeyandır….. Böyle teviller dinleri ifsâd etti.
Sübkî: İşaret ettiği üstün kimseler…….. dır. Sözü edilen hadisi, söylediği şekilde tefsir etmesi sahihtir. Bu tefsiri, ondan önce İmam Mâlik yapmıştır. Bunu, fakih, imam, İskenderiye Kadısı, müfessir, nahivci, usulcu, hatîb, edîb ve bir çok ilimde mutehassıs Nâsıruddîn İbnü Münîr el-Mâlikî “El-Müktefâ fi Şerefi’l Mustafâ” isimli eserinde, Allah için cihet olup olmayacağını söylerken hikaye etti ve şöyle dedi: İşte bu manada Mâlik (r.h.) Nebi sallallhualeyhivesellem’in “Beni Yunus b. Metta’ya üstün tutmayın” sözünde işaret etti ve şöyle dedi: (Hadisde) Yunus aleyhisselamın hususiyetle zikredilmesi ancak şundandır; Nebi sallallhu aleyhi vesellem Arşa yükseltilmiş, Yunus aleyhisselam da denizin dibine inmiş olmasına rağmen Allah’a nisbetleri birdir. Eğer üstünlük nisbetle olsaydı, Nebi aleyhisselam Yunus b. Metta’dan mekan bakımından üstün olur ve “O’nu üstün tutmayı” yasaklamazdı. Sonra Fakîh Nâsuriddîn faziletin rutbeyle olduğunu açıklamaya başladı… Mâlik şu hadis’i, bu herifin “ilhaddır/dinden çıkmaktır” dediği sözle tefsir etmektedir. Öyleyse, Mulhid o’dur. Allah’ın la’neti üzerine olsun.
Kevserî: Sübkî’nin kitabında sözü edilen “Fâzıl/üstün”ün kim olduğu belli değil, çünki orası Es-Seyfü’s-Sakîl’de yazılı değildir. Fâdıl İmâmu’l-Haremeyn’dır. Bazıları, İmamul-Haremeyn’in talebelerinden, onlar da İmamul-Haremeyn’den şu sözü nakletmiştir. Bunlardan biri de İbn-i Ferah el-Kurtubî’dir. O, “Tezkire”sinde, Kadı Ebu Bekir b. Arabî’den O, İmamul Haremeyn’in bir çok talebesinden onlar da İmam Harameyn’den rivayet ettiler:
Bir ihtiyaç sahibi, İmamu’l-Harameyn’e geldi ve borcundan şikayet etti. İmam, “Belki Allah bir kapı açacak” diyerek, O’na beklemesini işâret etti. O esnada bir zengin geldi ve O’na “Allah’ın yönden münezzeh olduğu”nun delilini”(nin ne olduğunu) sordu. İmamu’l Harameyn, “bunun delilleri cidden çoktur. Bunlardan biri de Nebi Aleyhisselâm’ın, ‘kendisinin Yunus Aleyhisselâm‘a üstün tutulmasını’ yasaklamasıdır”, dedi. Bunun, “hangi bakımdan Allah’ın cihetten/yönden münezzeh olduğuna delâlet ettiğini” anlamak, oradakilere zor geldi. İçlerinden biri bu yasaklamanın “tenzîh”e nasıl delalet edeceğini sordu. İmamu’l-Harameyn, şu ihtiyacı olanın isteğini karşılarsan, söylerim, dedi ve ihtiyaç sahibini gösterdi. O kişi, hacet sahibinin borcunu üstlendi. İmam bunun üzerine şu cevabı verdi: Bu hadis göstermektedir ki, Nebi Aleyhisselâm Sidretü’l-Müntehâ’da iken, denizin içindeki balığın karnında bulunan Yunus Aleyhisselâm’dan Allah’a daha yakın değildir. Bu da gösteriyor ki, Allah yönlerden münezzehtir. Yoksa, “üstün tutmaktan yasaklamak” doğru olmazdı. Oradakiler bu cevabı son derece güzel buldular.
İmam Buharî’nin rivâyeti, “Sizden biriniz sakın, benim Yunus b. Metta’dan daha hayırlı olduğumu söylemesin” şeklindedir. Mana aynıdır. Bu hadisi Kadı Iyâd Şifâ-i Şerîf’de Müellif’in lafzı gibi zikretmiştir.
Allah’a yön tayin etmeye “küfür” ıtlak eden kimseler, imâm’lar arasında son derece çoktur. Allah’ın cihetten münezzeh olduğunun delillerinden biride “kulun Allah’a en yakın olduğu vakit secdede olduğu andır.” hadisidir. Bu hadisi Nesâî ve başkaları rivayet ettiler.
İbn-i Kayyim: Mezheblerini Kuran’a dayandırıp hadise yapışanlar taifesi şöyle dedi; Senin aradığın Allah, kulları üstündedir. Semanın üstündedir. Her mekânın üstündedir. O’dur hakîkaten Arşın üstünde istivâ eden. Her güzel söz sâdece O’na yükselir. Şükrân sâhibinin ameli sâdece O’na yükseltilir. Rûh (olan Cebrâil) ve melekler O’ndan iner, O’na çıkar. İsteyenlerin elleri sâdece O’na yönelir. Resûlüllah sâdece O’na çıktı. Mesîh aleyhisselâm hakîkaten O’na yükseltilmiştir. Her bir mü’minin rûhu sâdece O’na yükselir. Lâkin onlardan ta’tîl sâhibleri (Allahın zâtını yahud sıfatlarını inkâr edenler) câhillik ve hizlân Allahın yardımından mahrum olup perişan olmak) hastalığıyla hasta oan kimseler hâline geldiler.
Kevserî: Kurandaki ilâhî kelam şudur: ’O’dur kulları üstünde kâhir olan’. Allah, Kıptîler hakkında, ‘Şübhesiz biz (Kıptîler), onlar (İsrâil oğulları) üzerinde kâhirleriz’ buyurmaktadır. Bir cismin, başka bir cisim üzerine binmesi mümkin olmasına rağmen, (bu âyetten), Kıptîlerin Benî İsrâîl’in omuzları üzerine bindiğini anlamak, haya perdesini yırtmak olan işlerdendir. Ya bu, cisimden ve cisimle alakalı olan şeylerden münezzeh olan Hak Teâla hakkında nasıl düşünebilir?. Allah’ın “mekan üstünlüğü” ile kulların üstünde olduğuna itibar etmek, ayetle alakası olmayan bir ilhattır, haktan dönmektir. Allah’ın zâtının göklerden birinden ve her bir mekandan üstün olduğuna itibar etmek de aynı derecede sapıklıktır. Kurân’da bunu zayıf bir zanla gösteren ayet nerede?… İstivâ ile, Mücessime’nin Şeyhi Mukatıl b. Süleymân’a uyarak “istikrar”/yerleşmek murad ediyor idiyse, ayet bu hususta susmuş bir şey dememiştir.
Arazların ve manaların Allah’a yükselmesi bunun (madde olmayan şeylerin yükselmesini) “kabul etmek”ten mecâz olduğu ilk bakışta anlaşılacak olan delillerdendir. Meleklerin göklerden inmeleri ve göklere çıkmalarından ne olmuş? İsteyen kulların kasdı başkasına değil de, sadece Allah’adır. Lâkin elleri semaya kaldırmalarında Allah’ın zatının semada karar kıldığıyla, alakası olmayan bir şeydir. Bu sadece duanın kıblesi ve nurların, yağmurların ve bereketlerin indiği yer olmasındandır: “Semadadır rızkınız”[20] Başın yönü zaman zaman değişen şeylerdendir. Nitekim bunu medreselerdeki küçük talebeler bilirler. Nâzımın ma’bûd’u sürekli bir yerden bir yere intikal halinde midir?... Yer yüzünün diğer yerlerindeki dua edenlerin hali ne olacaktır? Bu, her tarafı kaplayan (koyu) bir cahilliktir.
Nebi Aleyhisselâm’ın İsrâsı (daha doğrusu Mi’râc’ı) Allah’ın mekanını kaplamak için değildir. Allah’ı mekandan tenzih ederiz. Aksine O’nu (Nebî sallallahu aleyhi ve selemi) Rabbi, en büyük ayetlerini O’na göstermek için gece götürdü (ve miraca çıkardı). Nitekim Kurân bunu ifade etti.
İsa Aleyhisselâm’ın makamı Mi’râc hadisesinden ortaya çıkmaktadır. Yazıklar olsun Nâzım’a!.. Sünnet’in ne de şaşırtıcı mertebede cahili imiş!. Evet Hiristiyanlar arasında “Oğul”un semaya çıkarıldığını “Baba”sının yanında “oturduğunu” iddia edenler vardır. Ruhların semaya çıkışını tecsime elverişli gören kimdir?.
İbn-i Kayyim: Benimle beraber yolculuk eden Cengizhan’ın ordusu olan Cehm’in talebelerine, Sünnet taraftarları hakkında sordum; kimdir şunlar? Şöyle dedi(ler): Müşebbihe, Mücessime!.. Sözlerini dinleme. Onlara lâ’net et. Kanlarının dökülmesi hükmünü ver. Onlar Cehmîdirler ve Hıristiyanlar’dan sapıktırlar. Onlarla “Allah dedi” “Resûlü dedi” sözleriyle mücadele etme. Onlardır o söze evlâ olanlar, en lâyık olanlar. Onlarla imtihan olursan, hadisleri ve Kurân’ı tev’il ve ilhad için, yalanlama üzerine muğalata yap.
Kevserî: Bak şu Haşevî’ye! Nasıl da Allah’ı cisim ve cisimle alakalı şeylerden tenzîh eden Ehl-i Sünnet’i Cengizhan’ın taraftarları yapıyor!…
Hâtime
İslâmî meselelerdeki tefrit ve gevşeklik ile, insafı yok eden ifrat arasındaki i’tidâl ve istikâmet ancak, îman gayreti, din asabiyyeti, üstün himmet, akıl, idrak, firâset, muhakkıklık, ve mudekkıklik ile kazanılabilir…..
Aktaramadığımız uydurma yahut zayıf veya manası tahrif edilmiş hasen ve sahih hadis, imamlara iftirâ, “İcmâ” idiaları ile ispât edilmeye çalışılan haşa “Allah’ın mekanı”, “yukarda olması” gibi Firavun itikadı nevinden i’tikadlar, siyasi güçle Müslümanlara kabullendirilmeye çalışılmaktadır. Böyle bir zamanda çok dikkatli ve gayretli çalışmalarla oynanan oyununun üzerindeki sis perdesini def’ etmek lazımdır.
İmâm Kevserî âbidevî eserleriyle buna en ileri seviyede muvaffak olmuştur. Mesele, onun yazdıklarını eli yüzü düzgün bir şekilde Türkçeye kazandırmaktan ibarettir. Bu arada itidâl ve istikâmeti de elden bırakmamak elzemdir. Yok etmeniz gerekenleri, yok edeyim derken saklamak zorunda olduklarınızı da kollamak ve kaybetmemeye mecbursunuz. Karşılıklı tarafların mevzuu ile alakalı olarak birbirlerine yazmış olduğu eserleri, erbabı olanların bulup bir mudakkık ve muhakkık gözüyle sabırla okuması, avam için anlaşılır bir halde yeniden yazıp izah etmeleri gerekir. İlm-i Kelâm müderrislerinin Allah’ın sıfatları, sıfat ayetleri ve sıfat hadisleri bahsini yeniden geniş mulâhazalarla ortaya koymaları icap etmektedir. Sözü edilen şu muzırr akideler Türkçeye tamamıyla çevrilmiştir. Uyuşuk uyuşuk durmanın bir manası yoktur. Vesselâm….
وَصَلَّى الله عَلَى سيدنامحمد وَ عَلَى اَلِه وصحبه كلما ذكره الذاِكرون وغفل عن ذكره الغافلون وَ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالمَين
Dicle ve Fırat arasında bir şehir. İslam tarihçilerinin "el-Cezîre" adını verdikleri Yukarı Mezopotamya'nın Diyâr-ı mudar denilen kısmında, Şanlıurfa'nın 45 km. kadar güneydoğusunda bulunmaktadır.
Yani, insanın Allah’ın “ezelden beri iş yapmakta, yani yaratmakta olduğu”na inanması “yaratılanların kadim olduğu”nu açıkça vasıtasız lazım getirir. “Alemin kadîm olması” inancı “Allah’ın ezelde yaratması” inancından ayrılmayacak bir inançtır. Akıllılarca “Allah’ın ezelde yaratması”na inanıp ta “alemin kadîm olduğu”na inanmamak olacak şey değildir.
Bir görüşün bir başka görüşe lüzûmu, yani yapışıp ondan ayrılmaması, bazen “açık” yani vasıtasız olur. Meselâ siz, bir varlık için, “ezelîdir” derseniz, onun için “kadîmdir” demeniz, açık, olarak “lâzım” olur. Bir yanda, bir şey için “ezelde yaratıldı” deyip de öte yanda, “Kadîm değildir” diyemezsiniz. Kezâ, “Allah’ın uzuv manasında eli var” diyen, öte tarafta “Allah cisim değildir” diyemez. Çünki, “Uzuv olmak”, “cisim olmayı” vâsıtasız ve açık olarak lâzım getirir. Zîra “cisim olmak”, “organ olma”ya lâzımdır, ondan ayrılmaz. Sizin bir düşünceniz ikinci bir düşünceyi, o da üçüncü bir şeyi lâzım getirirse, birinci şeyin, ikinci şey vâsıtasıyla üçüncü şeyi lâzım getirmesine “açık olmayan” lüzûm derler ki, bu, size aid “mezheb” olmaz.
.
İBN TEYMİYYE VE İBNU'L-KAYYIM'IN CEHENNEM'İN EBEDİLİĞİ
MESELESİNDEKİ GÖRÜŞÜNÜN TESBİTİ
EBUBEKİR SİFİL
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhumun, Cehennem azabının kâfir ve müşrikler için ebedi değil geçici olduğunu savunan Kazan'lı Musa Carullah Bigiyef'e[1] reddiyesinden[2] sonra bu batıl davanın Kur'an ile temellendirilmesinin mümkün olmadığı, en küçük bir şüpheye mahal bırakmayacak tarzda tescillenmişti.[3]
Ancak mezkûr reddiye, bütün ihtişam ve nefasetine rağmen, Cehennem azabının kâfir ve müşrikler için ebedi olmadığını savunanların ileri sürdüğü merviyyat üzerinde –son derece isabetli tesbitler sunmakla birlikte– alabildiğine kısa durduğu için, meselenin bu yönü bakımından takviyeye muhtaçtır. Hemen aşağıda değinileceği üzere konunun bu yönünü de Muhammed b. İsmail es-San'ânî, Ref'u'l-Estâr isimli eseriyle büyük ölçüde ikmal etmiştir..
Bu yazının amacı ise, İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ın, kâfir ve müşrikler için Cehennem azabının ebedi olmadığı görüşünü benimseyip benimsemediği tartışmasını bir sonuca bağlamaktır.[4]
İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ın konuyla ilgili görüşü
"İbnu'l-Vezîr" diye bilinen, el-Avâsım sahibi Muhammed b. İbrahim el-Yemânî[5], Sübülü's-Selâm sahibi Muhammed b. İsmail es-San'ânî[6] ve Zâhid el-Kevserî, kâfir ve müşrikler için Cehennem hayatının sonsuz olmadığı görüşünü İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'a nisbet etmiştir.[7]
DİA'daki "Cehennem" maddesinin "Kelam" ilmiyle ilgili kısmının[8] müellifi Bekir Topaloğlu, "İbn Teymiyye ve onun yolunu benimseyenlerden oluşan bir grup âlim..." diyerek aynı şekilde davranmıştır.[9]
Aynı kaynaktaki "Azap" maddesinin yazarı Yusuf Şevki Yavuz'un da bu görüşü İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'a nisbet ettiği görülmektedir.[10]
Bu listeyi birkaç katı artırmak mümkün olmakla birlikte, öteden beri yaygın olarak benimsenen kanaatin, İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ın Cehennem hayatının son bulacağı görüşünü benimsediği doğrultusunda olduğunu söylemek için bu kadarını yeterli görüyorum.[11]
Ancak günümüzde konuyla ilgilenen bir kısım araştırmacıların, İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ın bu görüşte olmadığında ısrar ettiği, tam aksini söylediklerine dair kendi ifadelerinden deliller aktararak isbatlama yoluna gittiği görülmektedir. Meseleyi "problem" haline getiren de bu noktadır.
"Beka-i nar" görüşü
1. İbn Teymiyye
İbn Teymiyye, Mecmû'u'l-Fetâvâ'da, "Yedi şey vardır ki bunlar ölmeyecek, fena bulmayacak ve yokluğu tatmayacaktır: Cehennem ve sakinleri, Levh, Kalem, Kürsi, Arş"[12] şeklindeki rivayetin sahih olup olmadığı tarzındaki bir soruya verdiği cevapta şöyle der:
"Bu haber bu lafızla Hz. Peygamber (s.a.v)'in sözü değildir; o, alimlerden birine ait bir sözdür. Bu Ümmet'in selefi, imamları ve sair Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat şu itikattadır: Mahlukat arasında yok olmayacak ve tamamen fena bulmayacak varlıklar vardır.[13] Cennet, Cehennem, Arş vd. varlıklar böyledir. Mahlukatın tamamının fena bulacağını, Cehm b. Safvân ve Mu'tezile'den ve benzerlerinden kendisine muvafakat edenler gibi bid'atçı Kelamcılar'dan bir grup dışında söyleyen olmamıştır. Bu, Allah'ın Kitabı'na, Resulü'nün Sünneti'ne ve Ümmet'in selefinin ve imamlarının icmaına aykırı batıl bir sözdür. Nitekim bu hususta Cennet ve ehlinin ve daha başka varlıkların bekasına delalet (eden deliller) vardır ki, bu sayfa, bu noktanın zikri için yeterli değildir. Kelamcılar'dan ve Felsefeciler'den çeşitli kesimler, bütün mahlukatın fena bulmasının mümteni (muhal) olduğuna, aklî delillerle istidlal etmiştir. Vallâhu a'lem."[14]
Bu ifadeler esas alındığında İbn Teymiyye'nin, Cehennem'in son bulacağı görüşünde olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir.
Yine bir başka eserinde İmam el-Eş'arî'nin Makâlâtu'l-İslâmiyyîn'inden, herhangi bir itiraz getirmeksizin şöyle bir nakil yapar:
"… Yine şu meselede de iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir: Allah Teala'nın fiilleri için bir son var mıdır, yoksa O'nun fiillerinin sonu yok mudur? el-Cehm b. Safvân şöyle demiştir: "Allah'ın malumat ve makduratının bir son noktası ve sınırı, fiillerinin de bir sonu vardır. Cennet ve Cehennem fena bulacak, içindekiler de yok olacaktır. Tâ ki Allah, tıpkı el-Evvel olup, (ezelde) kendisiyle birlikte herhangi bir şey bulunmadığı gibi, (bütün mahlukat yok olduktan sonra da) el-Âhir (en son kalan) olacak ve O'nunla birlikte herhangi bir şey bulunmayacaktır." Buna karşılık Ehl-i İslam bir bütün olarak şöyle demiştir: "Cennet ve Cehennem'in sonu yoktur. Bu ikisi baki kalmaya devam edecektir. Aynı şekilde cennetlikler Cennet'te nimetlenmeye, cehennemlikler de Cehennem'de azap görmeye sürekli olarak devam edecektir. Bunun bir sonu yoktur. Allah'ın malumat ve makduratı için de bir son nokta ve sınır mevcut değildir."[15]
İbn Hazm, üzerinde icma bulunan meseleleri zikretmek maksadıyla kaleme aldığı Merâtibu'l-İcmâ'da "beka-i nar" meselesini de zikretmiş ve şöyle demiştir: "… Cehennem'in hak olduğunda, buranın ebedî bir azap yurdu olduğunda, kendisinin de içindekilerin de sonsuz ve ebedî olarak devam edip, fena bulmayacağında ittifak etmişlerdir…"[16]
Bu esere Nakdu Merâtibi'l-İcmâ' adıyla bir tenkit yazmış olan İbn Teymiyye'nin, yukarıdaki satırlar hakkında tek kelime etmemiş olması da bu konuda farklı düşünmediğini gösteren önemli bir noktadır.
2. İbnu'l-Kayyım
İbnu'l-Kayyım da el-Vâbilu's-Sayyib'inde şöyle demiştir: "İnsanlar, "herhangi bir pisliğin çirkinleştirmediği/bulaşmadığı temiz", "kendisinde hiçbir temizlik olmayan pis" ve "kendilerinde hem pislik, hem de temizlik bulunanlar" şeklinde üç tabaka olduğuna göre, bunların kalacakları yerler de üç çeşit olacaktır: Mahza temizlerin yurdu ve mahza pislerin yurdu. Bu iki yurt fena bulmayacaktır. Üçüncüsü ise kendisinde hem pislik, hem de temizlik bulunanların yurdudur ki, fena bulacaktır. Bu, (mü'min olan) isyankârların yurdudur. Zira Cehennem'de muvahhitlerin isyankârlarından kimse kalmayacak ve onlar cezaları miktarınca azaplandırıldıktan sonra ateşten çıkarılıp Cennet'e sokulacaklardır. Geriye mahza temizlerin ve mahza pislerin yurtlarından başkası kalmayacaktır..."[17]
Bütün bunlar İbn Teymiyye ve gözde öğrencisi İbnu'l-Kayyım'ın "fena-i nar" görüşünü kesinlikle benimsemediğini göstermektedir. Öyleyse onların bu görüşte olduğu kanaatinin yaygınlık kazanmasını nasıl izah edebiliriz?
"Fena-i nar" görüşü
Nâsıruddîn el-Albânî, Hanbelî mezhebine mensup Hadis hafızlarından "İbnu'l-Mibred"[18] veya İbn Abdilhâdî diye bilinen Cemâluddîn b. Hasan'ın (909/1503) Fihrist'inde İbn Teymiyye'nin, Cennet ve Cehennem'in fena bulacağı görüşüne reddiye mahiyetinde bir eseri bulunduğunun zikredildiğini söyler.[19] Aynı bilgiye es-Safedî'nin el-Vâfî bi'l-Vefeyât'ında da rastlıyoruz[20] ki bu eser, er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr ve Beyânu'l-Akvâl fî Zâlik ismiyle neşredilen risale olmalıdır.[21]
Takiyyüddîn es-Sübkî'nin (756/1355) el-İ'tibâr bi Bekâi'l-Cenneti ve'n-Nâr adlı risalesini[22] neşreden Tâhâ ed-Düsûkî Hubeyşî, bu eserin sonunda "Mülhak" ünvanıyla yer verdiği bölümde[23], İbn Teymiyye'nin bir risalesinden bazı pasajlar aktaran bir yazma risaleden söz eder. M. Nâsıruddîn el-Albânî tarafından tahkik edildiğini belirttiği bu üç sayfalık risale –yine el-Albânî'den naklen belirttiği gibi– İbn Teymiyye'nin, "Cennet ve Cehennem'in son bulacağı görüşüne" reddiye olarak kaleme alınmıştır.
Nitekim risalenin tanıtım cümlesi, "Şeyhülislam Ahmed b. Teymiyye –Allah ona rahmet eylesin–, Cennet ve Cehennem'in son bulacağı görüşüne reddiye olarak kaleme aldığı risalede şöyle dedi:…" tarzındadır.
Bu teşhis cümlesi, söz konusu risalenin, yukarıda mezkûr er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr veya onun bir parçası olup olmadığı hakkında fikir vermek için yeterli değilse de, risalenin "mülhak" kısmında verilen metni, onun, er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr'dan aktarılan bazı bölümlerden ibaret olduğunu göstermektedir.
İstihale süreci
Esas meseleye geçmeden önce, burada okuyucuyu yanılgıya sevk edebilecek bir noktaya dikkat çekmek gerekiyor: İbn Teymiyye, Cennet ve Cehennem'in ikisinin de yok olacağını söylememektedir. Dolayısıyla onun, bu görüşü savunan el-Cehm b. Safvân ve daha başkalarının karşısında yer alması ve bu müddeaya reddiye mahiyetinde görüş beyan edip eser yazmış olması son derece normaldir. Bu itibarla onun bu konuda yazıp söylediklerinin "er-Redd ale'l-Kâilîne bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nar" (Cennet ve Cehennem'in (her ikisinin de) son bulacağını söyleyenlere reddiye) başlığı altında toplanmasında ve takdiminde şaşılacak bir durum yoktur.
Bizim meselemiz ise İbn Teymiyye'nin, sadece Cehennem'in son bulacağını söyleyip söylemediğidir. Bir diğer ifadeyle onun, Cennet ve Cehennem'in son bulacağını söyleyen el-Cehm b. Safvân ve benzerlerine reddiye yazarken, sadece Cehennem'in son bulacağı görüşünü savunabileceğine, zira bu ikisinin birbirinden ayrı değerlendirilmesi gerektiğine dikkat edilmelidir.
el-Cehm b. Safvân, Cennet ve Cehennem'in yok olacağı görüşünü, "hâdis olanın ebedî olamayacağı" kazıyyesiyle temellendirmekte,[24] İbn Teymiyye ise daha farklı bir zeminde hareket etmektedir.
Muhtevasından biraz sonra bahsedeceğim er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr'a geçmeden önce, bu risalenin İbn Teymiyye'ye aidiyeti üzerinde de durmamız gerekiyor.
İbnu'l-Kayyım bu meseleyi, etraflıca ele aldığı başlıca eserlerinden birisi olan Şifâu'l-Alîl'de[25] enine boyuna tartışıp, karşıt deliller arasından kâfir ve müşriklerin Cehennem'de uzun bir azap süreciyle "temizlendikten" sonra azabın sona ereceği görüşünü, "Mahza şer için ve Yaratıcı'sının bekasınca devam edecek olan azap için bazı nefisler yaratmak, hikmet ve rahmete uygunluğu açık olmayan bir husustur. Her ne kadar ilahî kudretin şümulüne girse de, bu meselenin hikmet ve rahmetin şümulüne girdiği açık değildir. Akıllıların aklının tökezlediği bu meselede nazarın vardığı netice budur" sözleriyle ortaya koyduktan sonra şöyle der:
"Ben bu meseleyi Şeyhülislam'a[26] (Allah onun ruhunu takdis eylesin) sorduğumda, "Bu, azim ve büyük bir meseledir" demiş ve herhangi bir cevap vermemişti. Aradan bir zaman geçtikten sonra Abd b. Humeyd el-Keşşî'nin tefsirinde yukarıda zikrettiğim rivayetlerden bazılarını gördüm. Bu eseri kendisine gönderdim. O sırada kendisi son meclisinde idi ("ve huve fî meclisihi'l-ahîr"). Rivayetlerin zikredildiği yere bir işaret koydum ve kitabı kendisiyle gönderdiğim kişiye, "Burası ona müşkil gelmiş; ne olduğunu bilememiş" demesini söyledim. Bunun üzerine bu konudaki meşhur eserini yazdı. Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun..."
İbnu'l-Kayyım'ın burada sözünü ettiği "meşhur eser" hangisidir? er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr mıdır, yoksa aksi istikamette kaleme alınmış bir başka kitap mıdır?
Şu an için elimizde bulunan malzeme bizi, bu "meşhur" eserin, yukarıda zikri geçen er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr olduğunu söylemeye icbar ediyor. Zira İbn Teymiyye'nin, münhasıran Cehennem hayatının son bulacağı görüşüne reddiye mahiyetinde bir eser kaleme aldığına dair herhangi bir malumata rastlanabilmiş değildir.
İbnu'l-Kayyım'ın yukarıda iktibas ettiğim ifadelerinde geçen "son meclis" tabirini, İbn Teymiyye'nin 726/1325 yılında Şam kalesindeki "mecburi ikamet"inden[27] hemen önceki dönem olarak anlayabilir miyiz? Bu süreçteki "mecburi ikamet"i esnasında İbn Teymiyye'nin kitap yazmasına ve fetva vermesine imkân tanınmadığına göre, şu anda elimizdeki bilgiler doğrultusunda, konuyla ilgili müstakil telifinin belirlediğimiz zaman diliminde kaleme alındığını söylemek mümkün görünüyor…
Buna göre İbn Teymiyye, önceleri "beka-i nar" görüşünde iken bilahare bu konuda bir tereddüt safhası geçirmiş olmalıdır. İbnu'l-Kayyım'ın sorusuna "Bu, azim ve büyük bir meseledir" demekle yetinmesini, bu tereddüt sürecinin devam ettiği bir safhaya ait bir tavır olarak okumak yanlış olmasa gerek...
Risalenin İbn Teymiyye'ye aidiyeti
Nitekim İbnu'l-Kayyım'ın, Hâdi'l-Ervâh'ta meseleyi Şifâu'l-Alîl'e kıyasla daha geniş bir şekilde işlemesinden ve kâfir ve müşriklerin azabının sonlu olduğu görüşünü daha detaylı delillendirmeye çalışmasından, sadece kendisinin bu meseledeki kanaatinin pekiştiğini değil, aynı zamanda İbn Teymiyye'nin görüşünün de onunkiyle aynı doğrultuda istikrar bulduğunu gösterdiği sonucunu çıkarabiliriz.
İbnu'l-Kayyım'ın bu eserinde İbn Teymiyye'den yaptığı uzun alıntı, ilgi çekici biçimde Abd b. Humeyd'in tefsirinden iktibaslar içermekte ve orada yer alan rivayetler konusunda hocasının yorumlarını ihtiva etmektedir.
İbnu'l-Kayyım, önceleri bu noktada iken bilahare Şifâu'l-Alîl'in telifi öncesinde bir tereddüt süreci yaşamış, hatta kâfir ve müşriklerin azabının sonlu olduğu görüşüne meyletmekle birlikte kesin bir şey söylemekten kaçınmış ve nihayet Hâdi'l-Ervâh'ın telifi aşamasında bu meyil "tercih"e dönüşmüş ve pekişmiş olmalıdır.
Nitekim el-Kasîdetu'n-Nûniyye'de[28] –yukarıda görüşünü özetle verdiğim– el-Cehm b. Safvân'ı eleştirirken, sadece Cennet ve içindekilerin fena bulmayacağını söylemekle yetinmesi de bu tesbiti doğrulayan bir tavırdır.
Bu meseleyi en fazla detaylandırdığı Hâdi'l-Ervâh'ta hocasından, aykırı bir görüş nakletmek şöyle dursun, malum görüşü destekler mahiyette iktibasta bulunması, İbn Teymiyye'nin de bu meselede aynı şekilde düşündüğünü ortaya koyan önemli bir göstergedir.
Mezkûr eserinde, Cehennem'in ebedî/sonsuz olup olmadığı konusundaki görüşleri 7 madde halinde zikrettikten sonra sözlerini şöyle sürdürür:
"Şeyhülislam şöyle dedi: "Bu görüş[29] Ömer, İbn Mes'ûd, Ebû Hureyre, Ebû Sa'îd ve daha başkalarından nakledilmiştir. Abd b. Humeyd –ki Hadis ulemasının büyüklerindendir–, meşhur tefsirinde şöyle rivayet etmiştir: "Bize Süleyman b. Harb... el-Hasan'ın şöyle dediğini tahdis etti: "Ömer şöyle demiştir: "Ateş ehli ateşte "Âlic" (denen mevki)'in kumları miktarınca..."
"(Yine Abd b. Humeyd) şöyle demiştir: "Bize Haccâc b. Minhâl... el-Hasan'ın şöyle dediğini tahdis etti: "Ömer şöyle demiştir..."[30]
"Bunu, Hadis hafızı imamlardan ve Sünnet ulemasından olan Abd (b. Humeyd), şu iki büyük zattan rivayet etmiştir: Süleyman b. Harb ve Haccâc b. Minhâl. (...)
"Her ne kadar el-Hasan (el-Basrî) Ömer'den birşey işitmemiş ise de, bu rivayeti bazı Tabiun'dan rivayet etmiştir. Eğer bu söz el-Hasan nazarında sahih olmasaydı, onu rivayet etmez ve "Ömer şöyle dedi..." tarzında kesin bir ifade kullanmazdı. (...)
"Yine şöyle dedi: "Şüphe yok ki bu sözü Ömer'den naklen söyleyen ve ondan rivayet edenler, ateş ehli olan "Cehennemlikler" tabirini ancak (kâfir ve müşrikleri anlatan) bir "cins isim" olarak ifade etmek istemiştir. Günahları sebebiyle ateşe girecek olanlara gelince, bu rivayeti nakledenler de, başkaları da bunların Cehennem'den (belli bir süre azap gördükten sonra) çıkarılacaklarını, ne Âlic'in kumları miktarınca, ne de buna yakın bir zaman için orada kalacaklarını bilmektedirler.
"Ateş ehli tabiri, Muvahhitler'e değil, onların dışındakilere mahsus bir ifadedir..."
Sorun, "Şeyhülislam şöyle dedi..." diye başlayarak bu minval üzere uzayıp giden ifadelerin kime ait olduğu noktasında düğümlenmektedir. İlgili bahsin sonuna kadar herhangi bir yerde İbn Teymiyye'nin sözlerinin nerede bittiği konusunda hiçbir tasrihat veya işaret mevcut değildir.
Ancak er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr'la karşılaştırma yapıldığında yukarıdaki ifadelerin İbnu'l-Kayyım tarafından İbn Teymiyye'den aynen alıntılandığı ve yer yer aralara kendi ifadelerinin girdiği açıkça görülmektedir.
el-Albânî'nin itirafı
İbn Ebi'l-İzz tarafından şerh edilen el-Akîdetu't-Tahâviyye'deki[31] hadislerin tahricini yapan el-Albânî, yukarıda bir kısmını naklettiğim sözleri İbnu'l-Kayyım'a nisbet ederek eleştiri konusu yaparken[32] Nakdu Ta'lîkâti'l-Albânî adlı tenkidinde İsmail Muhammed el-Ensârî buna itiraz ederek, bu sözlerin İbnu'l-Kayyım'a değil İbn Teymiyye'ye ait olduğunu söyler. [33]
Burada her ikisinin de kısmen haklı olduğu ortaya çıkmaktadır. Zira nakledilen ifadeler yüzde yüz oranında ne İbn Teymiyye'ye, ne de İbnu'l-Kayyım'a aittir. Yukarıda da belirttiğim gibi İbnu'l-Kayyım, hocasından yaptığı alıntıların sonuna kendi ifadelerini eklemiş ve onun yazdıklarına katkıda bulunarak "fena-i nar" görüşünün delillerini detaylandırmıştır.
Şu kadar ki, er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr'ın henüz neşredilmediği döneme ait olan bu tartışmada el-Albânî, İbn Teymiyye'yi "fena-i nar" görüşünden tebrie etmekte isabetli değildir.
Nitekim aradan uzun yıllar geçtikten sonra, Muhammed b. İsmail es-San'ânî'nin Ref'u'l-Estâr'ına yazdığı takdim yazısında[34] hem İbn Teymiyye'nin, hem de İbnu'l-Kayyım'ın "fena-i nar" görüşünde olduğunu tasrih edecek ve şöyle diyecektir:
"Bundan 20 yıl önce Silsiletu'l-Ahâdîsi'd-Da'îfe'de (II, 71-5) o ikisinin (İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ın), bazılarını "fena-i nar" görüşüne delil olarak kullandıkları bir kısım merfu ve mevkuf rivayetlerin tahrici münasebetiyle onların bu görüşüne red sadedinde kısaca değinmiştim.[35] Orada bu rivayetlerin zaafını da beyan etmiştim. İbnu'l-Kayyım'ın, Cehennem'in hiç son bulmayacağı şeklinde bir görüşü daha vardır.[36] İbn Teymiyye'nin de Cennet ve Cehennem'in son bulacağını söyleyenlere reddiye sadedinde bir eseri (kaide) mevcuttur.
"O zaman İbn Teymiyye'nin, İbnu'l-Kayyım'ın bu ikinci görüşünü paylaştığını sanmıştım.[37] (Ancak Ref'u'l-Estâr'da gördüm ki) Müellif es-San'ânî, İbnu'l-Kayyım'dan yaptığı nakille, yukarıda işaret edilen reddiyenin[38], Cehennem'in son bulacağını söyleyenlere değil, sadece Cennet'in son bulacağını söyleyen Cehmîler'e reddiye mahiyetinde olduğunu beyan etmekte ve kendisi, yani İbn Teymiyye de Cehennem'in son bulacağını söylemektedir. Hatta sadece bunu söylemekle kalmamakta, Cehennem son bulduktan sonra cehennemliklerin, altından ırmaklar akan cennetlere gideceğini de ileri sürmektedir…"[39]
İbn Teymiyye tam olarak ne diyor?
el-Albânî gibi "sıkı" bir selefînin bile katılmadığı bir görüşün İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'a nisbeti, bu iki alimin bağlılarınca elbette refleksif bir tepkiyle reddedilecektir. Nitekim sadece onların bu konuda yazdıklarından haberdar olmayanların kaynak sorması değil, onların bu görüşüne muttali olanların da ısrarla tevil yoluna gitmesi gösteriyor ki "fena-i nar" görüşü "tevessül" vb. diğer meseleler gibi değildir.
Tevilcilerin, "Onların "fena-i nar" görüşünün delillerini detaylı olarak zikretmiş olması, bu görüşü benimsediklerini göstermez" tarzındaki itirazı, aşağıda bizzat İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'dan alıntılanan ifadeler tarafından boşa çıkarılmaktadır.
Ancak alıntılara geçmeden önce bir hususu belirtelim: Onların bu meseleyi ele alış tarzının "objektiflik"ten çok öte bir tavrı yansıtması, hatta bu meselede "taraf" olduklarını göstermesi, tevilcilerin yaptığının "suyu yokuşa akıtmaya çalışmak"tan farksız olduğunu ortaya koyuyor.
Zira eğer İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ın ileri sürdüğü gibi "fena-i nar" konusunda Selef arasında gerçekten görüş ayrılığı var ise, yapılması gereken, her iki tarafın delillerini zikrederek takdiri okuyucuya bırakmaktır. Ancak böyle yapmayıp da sadece "fena-i nar" görüşünün delilleri üzerinde durmuş, "beka-i nar"ın delillerini ise sadece "çürütmek" maksadıyla zikretmiş iseler, burada tevilcilerin boşuna tekellüfte bulunduğunu söyleme zaruretiyle karşı karşıya bulunuyoruz demektir…
İbn Teymiyye bu meseleyi, adı geçen eserinin 52 ila 87. sayfaları arasında ele almış ve şöyle demiştir:
"… Cehennem'in son bulacağı görüşüne gelince, bu konuda selef ve halef ulemasından maruf iki görüş vardır ve Tabiun ile daha sonra gelenlerin bu konudaki anlaşmazlıkları malumdur. (…) Cehennem'de bulunanların azabının gelip dayanacağı bir son sınır olduğunu ve azabın Cennet nimetleri gibi daimi olmadığını söyleyenler, bununla Cehennem'in son bulacağını kasdetmiş olabilecekleri gibi, cehennemliklerin (bir gün) buradan çıkacağını ve orada hiç kimsenin kalmayacağını da kasdetmiş olabilirler. Ancak şöyle de denebilir: Onlar bununla, azap devam ettiği halde cehennemliklerin buradan çıkacağını değil, Cehennem'in azabının sona ereceğini, onun yok olmasının bu anlamda olduğunu kasdetmişlerdir.
"Bu görüş Hz. Ömer, İbn Mes'ûd, Ebû Sa'îd el-Hudrî ve daha başkalarından nakledilmiştir…"
İbn Teymiyye daha sonra Hz. Ömer (r.a)'den nakledilen rivayeti zikredip sıhhat değerlendirmesi yaptıktan sonra sözlerini şöyle sürdürür:
"… Buradaki "ehl-i cehennem" ifadesi, cehennemlikleri anlatır. Zira bunlar orada ne ölecek, ne de dirilecektir. (Yine rivayette geçen), "oradan çıkarlar" ifadesi, "Cehennem'in azabı sona erip kesildikten sonra buradan çıkarlar" demektir. Böylece onlar Cehennem'den çıkmış olmamaktadır. Aksine Allah Teala'nın haber verdiği gibi onlar orada "kalıcı"dırlar; ancak ömrü sona erdiği ve tıpkı dünyanın son bulması gibi Cehennem de son bulduğu zaman artık orada azap kalmaz.
"Şöyle ki, alem yok olmayacaktır; arzda bulunan Cehennem de tamamen fena bulmayacaktır. Ancak onun son bulması, halinin değişmesi ve bir halden diğerine geçip değişmesi şeklinde olacaktır."[40]
Müteakiben Abdullah b. Mes'ûd (r.)'dan, "Cehennem'e öyle bir zaman gelecek ki, içinde hiç kimse bulunmayacak. Bu, cehennemliklerin, orada "ahkâb"[41] süresince kaldıktan sonra olacaktır" şeklindeki sözünü nakleder ve "Bunlar kâfirlerdir. Ebû Hureyre'den de benzeri bir söz nakledilmiştir" der.
Burada anlatılanların günahkâr mü'minler olamayacağı görüşünü delillendirmek için bazı ayetler zikrettikten sonra da şöyle der: "Sahabe'den buna aykırı meşhur bir naklin mevcudiyetine rastlamadım."
"… (Allah Teala Cennet nimetleri hakkında "kesintisiz bir lütuf…" buyurduğu halde) Cehennemlikler(in akıbeti) hakkında ne dilediğini haber vermemiştir. Sünnet ve Hadis uleması bu konuda Sahabe ve Tabiun'dan çeşitli rivayetler nakletmiştir. (…) Şu halde Cehennem'in son bulacağına Kitap, Sünnet ve Sahabe akvaliyle ihticac edil(ebil)irken, Cehennem'in baki olacağını söyleyenlerin elinde ne Kitap, ne Sünnet, ne de Sahabe akvalinden bir delil vardır!" (…)
"Cehennem'in devamlı olacağını söyleyenlerin (bunu isbat etmek için başvurduğu) 4[42] yol vardır" diyerek sürdürdüğü bahiste sözü, Cennet'in devamlılığı ile Cehennem'in devamlılığı arasındaki farka getirir, Cennet'in devamlılığının kesintisiz ve ebedi olduğunu, Cehennem'in devamlılığının ise birgün son bulacak bir devamlılık olup ebedi olmadığını isbata yönelir ve bilahare İbnu'l-Kayyım tarafından Hâdi'l-Ervâh'ta tekrarlanacak aklî istidlal tarzı ile sözlerini sürdürür.
Son sözleri söylediği kısımda Cehmiyye'nin Cennet ve Cehennem'in ikisinin de yok olacağı iddiasına kısaca değinir ve bunun niçin itibara alınabilecek bir görüş olmadığına anlatır, sonra da şöyle der :
"Fena bulmak, sadece Cehennem içindir. Bu, Ehl-i Sünnet'in isbat ettiği görüştür. Cehennem'in yok olması, bir halden başka bir hale geçerek değişmesi anlamındadır, yoksa el-Cehm'in dediği gibi tamamen yok edilmesi anlamında değildir…"
Burada tümüyle zikredilmesi mümkün olmayacak kadar uzun bir yer tutan bu bahisten net olarak anlaşılmaktadır ki İbn Teymiyye, kâfir ve müşrikler için Cehennem azabının sonsuz olmayacağı, azapta çok uzun zaman kalsalar da oradan çıkacakları bir günün mutlaka geleceği görüşünü benimsemiş ve hiçbir yoruma mahal bırakmayacak tarzda savunmuştur.
Konuyla ilgili olarak ileri sürdüğü delillerin tartışması ise ayrı bir makalenin konusudur.
Ayrıca bu eser, aynı müellifin İnsanların Akide-i İlahiyelerine Bir Nazar'ı ve İdil-Ural müftüsü Rızaeddin b. Fahreddin'in Carullah'ı desteklemek amacıyla kaleme aldığı Rahmet-i İlahiye Meselesi adlı risale ile birlikte Hikmet Akpur tarafından sadeleştirilerek Çıkış Yolu -Evrensel Kurtuluş- adıyla basılmıştır. (İstanbul-1991)
[2] Yeni İslam Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyesi, İstanbul-1337.
Bu eser de, biri latinize edilmiş (Bedir Yayınevi, İstanbul-1998), diğeri Carullah'ın mezkûr iki risalesi ile birlikte Ömer H. Özalp tarafından sadeleştirilmiş olarak (Pınar yayınları, İstanbul-1996) neşredilmiştir.
[3] Takiyyüddîn Ali b. Abdilkâfî es-Sübkî'nin el-İ'tibâr bi Bekâi'l-Cenneti ve'n-Nâr'ı ile "el-Emîr" diye bilinen Muhammed b. İsmail es-San'ânî'nin Ref'u'l-Estâr li İbtâli Edilleti'l-Kâilîne bi Fenâi'n-Nâr'ı bu meselede İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'a reddiye olarak kaleme alınmış iki meşhur çalışmadır.
[4] DİA'da da belirtildiği gibi İbnu'l-Vezîr ve İsmail Hakkı İzmirli'nin de Cehennem azabının fena bulacağı görüşünü benimsediği bilinmektedir. Çağdaş araştırmacılardan Yusuf el-Karadâvî de bu isimlere eklenmelidir. el-Karadâvî'nin konu hakkındaki görüşü için aşağıdaki adrese bakılabilir:
[9] Ancak "Cehennem" maddesinin sonunda verilen bibliyografyada Mecmû'u'l-Fetâvâ'sına yapılan atıflarda belirtilen yerlerde İbn Teymiyye'nin bu doğrultuda herhangi bir ifadesi mevcut değildir. Bu atıflar, ilgili maddenin başka yerlerinde zikredilen hususlarla bağlantılı olarak yapılmış olmalıdır.
[10] IV, 305.
Mecm'u'l-Fetâvâ için bir önceki dipnotta söylenenler, mezkûr eserin bu maddenin sonundaki bibliyografyada zikredilen cilt ve sayfa numaraları için de geçerlidir.
[11] Çağdaş araştırmacılardan Ali el-Harbî, Keşfu'l-Estâr li İbtâli İddi'âi Fenâi'n-Nâr adlı çalışmasında İbn Teymiyye'nin Cehennem hayatının son bulacağı görüşünde olmadığını ve bu görüşü savunan herhangi bir eser yazmadığını, dolayısıyla bu konudaki risaleyi ona nisbet eden İbnu'l-Kayyım ve İbnu'l-Vezîr'in hatalı olduğunu söylerken, Abdülkerîm Sâlih el-Humeyd, el-Kavlu'l-Muhtâr li Beyâni Fenâi'n-Nâr'ında İbnn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ın bu görüşü benimsediğini belirterek, hem onları hem de bu görüşü savunmaya çalışmıştır.
[12] Baş tarafta "yedi" rakamı zikredildiği halde metin içinde zikredilenlerin eksik olduğu dikkat çekmektedir.
[13] Bu ifadenin anlamı, ileride er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr'dan yapacağım alıntı ile vuzuha kavuşacaktır.
[14] İbn Teymiyye, Mecmû'u'l-Fetâvâ, XVIII, 307.
[15] İbn Teymiyye, Der'u Te'ârudi'l-Akl ve'n-Nakl, I, 406. Alıntı için bkz. el-Eş'arî, Makâlâtu'l-İslâmiyyîn, 164.
[16] İbn Hazm, Merâtibu'l-İcmâ', 268.
[17] el-Vâbilu's-Sayyib, 25.
[18] "Müberrid" olarak okunması hatalıdır.
[19] Silsiletu'l-Ahâdîsi'd-Da'îfe ve'l-Mevdû'a, II, 75.
[20] es-Safedî, el-Vâfî, VII, 26.
[21] er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr ve Beyânu'l-Akvâl fî Zâlik, (Muhammed b. Abdillah es-Semherî tahkikiyle), Dâru Belensiye, Riyad-1415/1995.
[22] es-Sübkî'nin mezkûr eserini neşreden Hubeyşî'nin, bu eserin İbn Teymiyye'ye değil de İbnu'l-Kayyım'a reddiye olarak kaleme alındığını söylemesi isabetli değildir. (Bkz. el-İ'tibâr, 4-5) Zira İbnu'l-Kayyım'ın konuyla ilgili olarask kmuhtelif eserlerinde yazdıkları, İbn Teymiyye'nin ilgili risalesindeki argümanların geliştirilmesinden ibarettir.
[23] Takıyyüddîn es-Sübkî, el-İ'tibâr bi Bekâi'l-Cenneti ve'n-Nâr, ("Mülhak"), 90 vd.
[24] Dolayısıyla sadece Cennet ve Cehennem'in değil, hâdis olan bütün varlıkların bir gün fena bulacağını söylemektedir.
[25] İbnu'l-Kayyım, Şifâu'l-Alîl, 264.
[26] Hocası İbn Teymiyye.
[27] Bkz. İbn Kesîr, el-Bidâye, XIV, 127 vd.
[28] el-Kâfiyetu'ş-Şâfiye adıyla da bilinir, I, 39 vd.
[29] Cehennem azabının kâfir ve müşrikler için de sonlu olduğu görüşü.
[30] Bu rivayetlerin metin ve senetleri üzerinde detaylı olarak durulacaktır.
[31] el-Kevserî merhum (el-Hâvî, 37, dpnt.), 6/13. asır ulemasından Ebû Şucâ'/Ebu'l-Fedâil Bekbers (Baybars) b. Yalınkılıç en-Nâsırî'ye ait olan en-Nûru'l-Lâmi' ve'l-Bürhânu's-Sâtı' adlı eserin el-Akîdetu't-Tahâviyye üzerine yazılmış en meşhur şerhlerden birisi olduğunu söyler.
Bu eser üzerine kaleme alınmış diğer şerhler için bkz. el-Kevserî, el-Hâvî, a.y.; DİA, II, 260.
[32]el-Akîdetu't-Tahâviyye, 428 vd.
[33] İsmail Muhammed el-Ensârî, Nakdu Ta'lîkâti'l-Albânî, 132 vd.
[34] Ref'u'l-Estâr, 7.
[35] Oysa Silsiletu'l-Ahâdîsi'd-Da'îfe'de (II, 71 vd.) fena-i nar görüşünü sadece İbnu'l-Kayyım'a nisbet ettiği görülmektedir.
[36] Bu ifade, İbnu'l-Kayyım'ın, yukarıda değindiğim istihaleden önceki görüşüne atıf yapmaktadır ki, el-Vâbilu's-Sayyib'den naklen yukarıda vermiştim.
[37] İbn Teymiyye'nin bu eserini görmediği anlaşılıyor.
[38] er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr kastediliyor.
[39] Görünen o ki, bu görüşe İbn Teymiyye'nin de iştirak ettiği noktasında el-Albânî önceleri olumsuz düşünmektedir. Tıpkı el-Akîdetu't-Tahâviyye'nin İbn Ebi'l-İzz şerhindeki hadislerin tahricini yaptığı dönemde olduğu gibi, Silsiletu'l-Ahâdîsi'Da'îfe'nin kaleme alınış sürecinde de böyle düşündüğü anlaşılmaktadır. Ancak Ref'u'l-Estâr'a muttali olduktan sonra bu görüşü değişmiştir.
[40] Böylece İbn Teymiyye'nin yukarıda Mecmû'u'l-Fetâvâ'dan naklettiğim ifadesinin anlamı daha net olarak ortaya çıkmaktadır.
[41] Bu kelime "hukb"un çoğuludur. Tefsirlerde "hukb"un ifade ettiği zaman diliminin miktarı hakkında muhtelif rakamlar verilmiştir.
[42] İbnu'l-Kayyım Hâdi'l-Ervâh'ta bunu 6'ya çıkarmıştır.
Kaynak: www.inkisaf.net
İBN TEYMİYYE’NİN İLİM ADAMI KİMLİĞİ VE GÜVENİLİRLİĞİ
-İBN ARABİ MUDAFAASI-
Recep YILDIZ
Alim, “alamet” ve “alem” kelimeleri ile aynı kökten türemiştir. Alamet insanlara çöllerde yönlerini gösteren işaret, iki araziyi birbirinden ayıran gösterge; alem ise dağ ve bayrak gibi anlamlara gelir.[1] Alim, alamet/gösterge gibi insanlara yönlerini gösterir, helal ve haram sisteminin sınırlarını çizer, bayrak gibi de durulması gereken yeri işaret eder. Dağ anlamına gelen alem kelimesi teşbih yoluyla alimler için de kullanılır. Nasıl alem/dağ yeryüzünün hareket ve temayülüne engel oluyorsa ümmetin arasında ki alimler de onların sapma ve inatlarına mani olurlar.[2]
İnsanların hedeflerine ulaşabilmeleri için alemlerin ne anlam ifade ettiklerini bilmeleri gerekir. Aksi bir durum yönlerini kaybetmelerine, yakınlaştıklarını zannettikleri anda uzaklaşmalarına yol açabilir. Onlara rehberlik eden alimlerin bilinirlikleri de en az alemler kadar önemlidir. Zira Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve selem) kötü niyetli alimlerin insanları saptıracaklarını ifade etmektedir. Bu yüzden usul-ü fetva kitaplarında bir alimin fetvası ile amel etmenin şartları sayılırken kimlik bilgilerinin bilinmesi de zikredilmektedir. Nitekim adı meşhur olmasına rağmen biyografisi meçhul kalan “Molla Miskin”in fetvalarıyla amel edilmemiştir.
Alim, sözleriyle olduğu kadar ameliyle de insanlara rehberlik etmelidir. Onu filozof ya da ideologtan ayıran temel özellik söylediklerini yaşamasıdır. Kendine mübah gördüğünü başkasına mübah, kendi için helal addettiğini başkası için de helal kabul eder.
Alim, ilmi ilahi bir emanet olarak telakki eder. Batıl tevillerden uzak durur. İnsanların yanlış bilgilendirilmeleri söz konusu olduğunda azimetle amel ederek sahih bilginin tahrif edilmesine engel olur.
Alimin ilme sadık kalmasının farklı tezahürleri vardır. En belirgin olanları ise bildikleri ile amel etmesi, tahriften uzak durması, yanlış olduğuna inandığı meseleleri tashihi ve ihlal edilen bir hakkı müdafaa etmesidir.
İslam tarihinde alimler arasında akdedilen münazaralara ve karşılıklı kaleme alınan reddiyelere bakıldığında ilme sadakatin tezahürleri belirgin bir şekilde hissedilir. Onlar muhataplarının neyi, nasıl, niçin ve hangi şartlar altında söylediklerini önemsemiş ve tenkit ettikleri şahısların ifadelerini sözün söylendiği bağlamı esas alarak değerlendirmişlerdir. Farklı bir meşrebe müntesip olsa dahi muhatabının söz ya da metnini değiştirmeden nakletmeye özen göstermişlerdir.
İlim esas itibariyle “mevhibe-i rahmani” olduğundan büyük alimler basit kabul edilebilecek meseleleri bazen bilemeyebilirler. Bu durumda kitaplara sehven yanlış bilgiler derc edilmişse tenkit ve münazaralar “zuhul” ya da “sebk-ı kalem” olan bu tür ifadelerin ayıklanmasına imkan verir. Bu yüzdendir ki ilmi geleneğimiz münazaraları hakikatin ortaya çıkmasına fırsat hazırlayan sebepler olarak değerlendirmiştir.
Her asırdaki birkaç tenkit ve münazara istisna edilirse bu tür ameliyeler ilim dünyası için müsbet neticelerle sonuçlanmıştır. İstisnalara gelince, bunların bir kısmı zındıklara diğer bir kısmı ise müslüman alimlere aittir. İslam tarihinde meydana gelen fikri ya da içtimai krizlerin oluşum safhalarında etkin olarak yer alan zındıklar müslüman kimliği altında özellikle nüfuz sahibi alimlerin metinlerini tahrif etmiş sonrada onlar üzerine tekfir içerikli reddiyeler yaz(dır)mışlardır. Böyle bir usul benimsemelerinin arka planında, insanları onların adlarıyla sapıklığa sürüklemek ve sevenlerinin zihinlerinde şüpheler uyandırmak vardır. Nitekim Ahmed b. Hanbel ölüm hastalığında iken yastığının altına hileyle sapık akidevi görüşleri ihtiva eden bir metin koymuşlardır. Eğer yetişmiş talebeleri Onun sağlam akidesini bilmemiş olsalardı yastık altında buldukları metinle pekala yanlış bir yol benimseyip günaha saplanabilirlerdi. Aynı şekilde Mecduddin Fîruzâbâdi adına Ebu Hanife’yi ret ve tekfir eden bir kitap uydurup Ebu Bekir el-Hayyad’a sunmuşlardır. Eseri mutalaa eden el-Hayyad Şeyh Mecduddin Fîruzâbâdi’yi yeren bir açıklama kaleme alıp Ona göndermiştir. Fîruzâbâdi, el-Hayyad’a şunları söylemiştir: “Eğer bu kitap seni günaha sürükleyecekse hiç bekleme onu yak. Zira o düşmanlara ait olan bir iftiradır. Ben Ebu Hanife’nin büyüklüğünü takdir edenlerden biri olduğum gibi O’nu anlatan bir ciltlik eser de telif ettim.” Zındıklar İmam Gazali’nin “İhya”sına da bazı meseleler eklemişlerdir. Bu yüzdendir ki Kadı Iyaz elde ettiği bir İhya nüshasının yakılmasını emretmiştir. İmam Şa’rani “el-Bahru’l-Mevrud” adlı kitabının benzer bir kaderi paylaştığını söylemektedir.[3]
Zındıklar tarafından eserleri üzerinde en fazla tahrifat yapılan müelliflerin başında İbn Arabi gelmektedir. Fütuhat-ı Mekkiyye ve Fususu’l-Hikem başta olmak üzere bir çok eserine zındıklar tarafından ilaveler yapılmıştır. Konu ile alakalı İmam Şa’rani şöyle bir hadise nakletmektedir. Yahya b. Muhammed el-Mağribi ile karşılaşınca Ona “Fütuhat”taki Ehl-i Sünnet akidesine uymayan bazı konuları sordum. El-Mağribi İbn Arabi’nin Konya’da kendi el yazısı ile kaleme aldığı metinle karşılaştırdığı bir nüshayı çıkardı; Fütuhat’ı ihtisar ederken gördüğüm ve tereddüt edip metinden çıkardığım yanlış fikirlerin hiç birisi el-Mağribi’nin nüshasında yoktu.[4]
İbn Arabi üzerine yapılan tenkitlerin bir çoğu ya tahkik edilmeyen bu tür nüshalar esas alınarak kaleme alınmış ya da tasavvuf karşıtlarının hezeyanları doğrultusunda telif edilmiştir. Her iki usul de alim kelimesini gerçek anlam örgüsünden uzaklaştırmaktadır.
Bu makalede bir çok muasır alim tarafından “imam” kabul edilen ve mezhepler arası icmaya aykırı konularda görüşleri tercih edilen İbn Teymiyye’nin, İbn Arabi tenkidinde benimsediği yaklaşımı ve “alim” kelimesine liyakat derecesini tahlil edeceğiz. Makale İbn Teymiyye’nin İbn Arabi’yi tenkit ederken en fazla tekrar ettiği üç konu üzerinde yoğunlaşacaktır.
Hatemü’l-evliya
İddia
İbn Teymiyye eserlerinde hatemü’l-evliya (velilerin sonuncusu)-hatemü’l-enbiya (nebilerin sonuncusu) bahsini işlerken şunları söylemektedir: Hatalı bir topluluk son nebinin diğer bütün nebilerden daha üstün olduğuna bakarak son velinin de bütün velilerden üstün olduğunu iddia etmektedir. İslam’ın erken asırlarında kullanılmayan “son veli” kavramı ilk defa Muhammed b. Ali el-Hakim et-Tirmizi tarafından telaffuz edilmiştir. Daha sonra bir gurup sufi Allah Teala’yı bilme noktasında son velinin son peygamberden daha üstün olduğunu iddia etmiştir. Şeriat’a, akla, bütün nebi ve velilere muhalefet eden bu iddiayı İbn Arabi “Fütuhat” ve “Fusus”ta savunmuştur.[5]
Bu anlayışı benimseyen insanların küfrü, Yahudi ve Hristiyanların hatta Arap müşriklerin küfründen daha ileri derecedir.[6]
Gerçek
“Hatemü’l-evliya”yı “hatemü’l-enbiya”dan daha üstün görmekle itham edilen İbn Arabi, atıfta bulunulan eseri Fütuhat’ta nebi ve veli kavramları ile alakalı şunları söylemektedir: Allah Teala her cinsten bir çeşidi, her çeşitten de bir şahsı seçmiştir. Buna göre insanlar arasından müminleri, müminlerden evliyaları, evliyalardan enbiyaları, enbiyalardan da resulleri seçmiş sonrada onların bir kısmını diğerlerinden daha üstün kılmıştır.[7]
İbn Arabi’ye ait olan bu ifadeler açıkça Peygamberlerin velilerden üstün olduklarını belirtmektedir.
İbn Arabi velilerin yetersiz, peygamberlerin ise kamil insanlar olduklarını anlatırken şöyle demektedir: “Sufiler haber verdikleri makam ve halleri bizzat yaşamayı şart koşarlar. Bu noktada ne bizim, ne dışımızdakilerin, ne de peygamber olmayan kişilerin bir tecrübesi vardır. Ulaşmadığımız bir makam ya da tecrübe etmediğimiz bir hal hakkında ne ben ne de benim dışımda Allah Teala’nın kendilerine şeriat verdiği peygamberlerden başka birisi konuşabilir. Bu hususta konuşmak haramdır.[8]
Fütuhat’ın ilgili bölümlerinde sürekli peygamberlerin üstünlüklerine vurgu yapan İbn Arabi bir başka yerde şöyle der: “Bir gün, içerisinde sufilerin de yer aldığı bir mecliste hazır bulundum. Birbirlerine ‘Musa –aleyhisselam- hangi makamda Rabbini görmeyi istemişti.’ diye soruyorlardı. Birisi şevk makamında iken görmeyi istediğini söyledi. Onların bu tür konuşmaları üzerine şöyle dedim: ‘Böyle yapmayın! Yolun aslı şudur; velilerin ulaştıkları en son nokta nebilerin başlangıç noktalarıdır. Veli, şeriat sahibi peygamberlerin hallerinden hiç birisini yaşamamıştır. Bu yüzden biz ancak yaşadıklarımızı anlatabiliriz. Resul ve nebi değiliz dolayısıyla Musa aleyhisselamın hangi makamda iken Allah Teala’yı görmek istediğini bilemeyiz.’”[9]
İbn Arabi, İbn Teymiyye tarafından atıfta bulunulan eseri Fütuhat’ta peygamberlerin insanlık aleminin en üstün varlıkları olduklarını, velayet makamının en son basamağının nübüvvet makamına başlangıç olabileceğini, yalnız peygamberlere malum olacak konularda velilerin sükut etmeleri gerektiğini söylemektedir. Bu durumda İbn Teymiyye’ye ait olan “İbn Arabi son velinin son peygamberden üstün olduğunu söylemektedir.” İddiası iftira olmaktan öte hiçbir anlam ifade etmemektedir.
Övgü-Tenkit
İddia
İbn Teymiyye bir kısım insanlara şeytan ve cinlerin geldiklerini, onların ise bu gelenleri melek zannedip sözlerine itibar ettiklerini söylemektedir. Bu tür insanlara ulaşan bilginin kaynak değeri ile alakalı şu ayeti delil olarak kullanır: “Şeytanlar kendi dostlarına sizinle mücadele etmeleri için mutlaka fısıldarlar.”[10]
İbn Teymiyye, İbn Arabi’nin şeytanın kendisine fısıldadığı ruhlardan olduğunu bu yüzden peygamberlere muhalefet ettiğini iddia etmektedir. Fütuhat ve Fusus başta olmak üzere İbn Arabi’nin bütün eserlerini ilhadi görüşlerin mahşeri olarak niteleyen İbn Teymiyye iddiasını şu ifadelerle teyit etmeye çalışır: “İbn Arabi, Nuh ve Hud aleyhimasselamın kavimleri ile Firavun ve diğer kafirleri övmekte[11] buna mukabil Nuh, İbrahim, Musa, Harun ve diğer rasullere ise isyan etmektedir. Yine Cüneyd b. Muhammed, Sehl b. Abdillah et-Tüsteri gibi müslümanlar arasında saygınlıkları ile bilinen meşayıhı yermekte, Hallac gibi yerilenleri övmektedir.[12]
İbn Teymiyye, İbn Arabi’nin gerçekte peygamberlik iddiasında bulunmak istediğini fakat bunun imkansız olduğunu fark edince son veli olarak ortaya çıktığını iddia etmektedir. Ona göre İbn Arabi, son velinin Allah Teala’yı bilme noktasında son nebiden daha üstün olduğunu savunmaktadır. Çünkü son veli bilgiyi peygambere vahiy getiren meleğin aldığı yerden almaktadır.[13]
Gerçek
İbn Arabi’nin eserlerine bakıldığında söz konusu iddiaların tam aksini söylediği görülmektedir:
İbn Teymiyye İbn Arabi’ye gelen ilhamları şeytanın dostlarına yaptığı fısıldamalara benzetmektedir. Gerçekte ise ilham kalpte oluşan ve kişiyi amel etmeye sevkeden bir çeşit bilgidir. İlhamın meşruiyeti ise Kur’an ve Sünnet’le sabittir. Buna rağmen İbn Teymiyye bir müslümanın kalbinde oluşan bilgiyi tereddütsüz şeytanın ilkasıyla eşdeğer görmektedir. Bu bakış açısının temelinde bütünüyle “ilham” realitesini reddetmek varsa meşruiyeti Kur’an-ı Kerim’le sabit olan bir olguyu inkar etmek imani açıdan ciddi bir problemdir.
İbn Arabi’nin Firavun ve benzeri kafirleri övdüğü iddiası gerçeklere aykırıdır. Zira O el-Fütuhat’ın 62. babında Fravun’un akibetiyle alakalı şöyle demektedir: “Fravun ebediyen cehennemde kalacak ateş ehlindendir.” İbn Arabi’nin el-Fütuhat’ı vefatından üç yıl önce kaleme aldığı yani son eserlerinden olduğu düşünüldüğünde[14] Onun, hayatının ilk yıllarında olduğu gibi son dönemlerinde de Firavun’un kafir olarak öldüğünü ikrar ettiği kesinleşmiş olur.
İbn Arabi’nin peygamberleri tenkit ettiği ifadesinin de doğruluk payı yoktur. Zira İbn Teymiyye’nin atıfta bulunduğu el-Fütuhat’ta İbn Arabi Resulleri övmekte, onları anarken saygılı bir dil kullanmayı tenbih etmektedir: “Vaizler Allah Teala’dan korkmalı, ondan haya etmeli ve ne söylediğini bilmelidirler. Vaazda felaketlerden uzak durmalıdırlar. Melekler, peygamberlerle alakalı kıssaları bildiklerinden Allah Teala ve onlar hakkında uygunsuz ifadeler işitince rahatsız olurlar. Nitekim Allah Resulü sallallahu aleyhi ve selem, bir kul yalan konuştuğunda meleğin gelen pis kokudan dolayı o kişiden otuz mil kadar uzaklaştığını haber vermektedir.
Meclisinde meleklerin hazır bulunduğunu bilen vaiz, doğru bilgiyi araştırmalı ve Allah Teala’nın övgüsüne nail olan peygamberler hakkında tarihçilerinin Yahudilerden naklettikleri meselelere iltifat etmemelidir. Müfessirler şöyle-böyle dedi diyerek de bu ifadeleri Kur’an-ı Kerim’in tefsirinde kullanmamalıdır.
Hz. Yusuf ve Davud’un kıssalarını tefsir ederken “Allah’ın eli bağlıdır.”[15] diyerek Cenab-ı Hakk’a iftira eden Yahudilerden yapılan asılsız rivayetleri ve Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem hakkındaki fasit tevilleri tercih etmemelidir. Şayet meclisinde bu tür ifadeleri söylerse melekler ondan nefret eder ve uzaklaşırlar.
Yahudilerin peygamberler hakkındaki iftiralarını tekrar eden kişileri cehalet istila ettiğinden Allah Teala’nın değil de Yahudilerin sözlerini nakletmektedirler. Vaizler her şeyden önce peygamberlerin saygınlığını korumalı ve Allah Teala’ya iftirada bulunmaktan haya etmelidirler.[16]
Yukarıdaki satırlar İbn Arabi’nin peygamberlerin hukukuna ne derece önem verdiğini gözler önüne sermektedir. Onun ifadeleri İbn Teymiyye’nin iddialarından hem lafız hem de mana olarak uzaktır. Bu durumda Onu Firavun’u öven buna mukabil peygamberleri yeren bir müellif olarak takdim etmek apaçık gerçekleri tahrif etmektir.
Müslümanlar katında saygın bir yere sahip olan Cüneyd ve Sehl b. Abdillah et-Tüsteri gibi selef alimlerini yerdiği iddiasına gelince bu da doğru değildir. Zira İbn Arabi’nin eserleri bunun zıddı beyanlarla doludur. O, bu iki zatın adının geçtiği her yerde onları övmektedir. Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellemin hallerini ve ilminde mevcut olan sırları muhafaza eden alimleri anlatırken Ali b. Ebi Talib, İbn Abbas, Selman gibi sahabilerden sonra Şeyban-ı er-Rai gibi mutasavvıfları sayar ardından da Cüneyd ve et-Tüsteri’nin adını zikreder. İbn Arabi’ye göre Cüneyd ve et-Tüsteri, sahabe kuşağında Hz. Ali ve İbn Abbas gibi alim sahabilerle temsil edilen Allah Resulü’nün halini koruma, ledünni ilme ve ilahi sırra muhatap olma özelliğini devam ettiren büyük şahsiyetlerdendir.[17]
İbn Arabi, Cüneyd ve et-Tüsteri’yi Hz. Ali gibi büyük sahabilerin takipçileri olarak görür. Bu, bir müslüman için büyük bir övgüdür. İbn Arabi telif ettiği diğer eserlerinde de Cüneyd ve et-Tüsteri’nin adını hep hayırla yad eder.
Hallac-ı Mansur (v. 309/922) meselesine gelince, İbn Arabi, İbn Teymiyye’nin iddia ettiği gibi Onu övmemiştir. Bilakis Hallac hakkında tevakkufta bulunmuş, durumunu Allah Teala’ya havale etmiştir. Ayrıca Onun ilmi meselelerde sözü delil kabul edilecek birisi olmadığını da söylemiştir.[18] Bu yaklaşımda ne övgü ne de eleştiri vardır. Kaldı ki Hallac kendi devrinden sonra gelen bir çok alim tarafından müdafaa edilmiş Gazali, Razi, Kemalpaşazade gibi muhakkık alimler Onun masum olduğunu belirtmişlerdir.
Vahdet-i Vucud
İddia
İbn Teymiyye’nin İbn Arabi’yi tenkit ederken adeta bir slogan gibi sürekli tekrar ettiği bir konu var ki o da, vahdet-i vucut meselesidir. Israrla İbn Arabi’nin “sonradan olan bir şeyin mevcudiyetinin Allah Tela’nın varlığının aynısı olduğunu”[19] söylediğini iddia etmektedir. İbn Arabi düşüncesini benimseyen Müslümanları, “sapık olmalarına rağmen” Mutezile müntesiplerinden daha hayırsız gören İbn Teymiyye onları “Kur’an’ı Kerim’i şirk kendi sözlerini ise tevhit”[20] kabul eden mülhitler olarak niteler.
İbn Teymiyye “Mecmuu’l-Fetava” başta olmak üzere hemen her eserinde İbn Arabi’nin Allah Teala’yı mevcudatın aynısı kabul ettiği ve ondan başka varlık tanımadığını iddia etmektedir.
İbn Arabi’ye isnat ettiği “Ondan başka varlık yoktur.” görüşünü açıklarken şunları söyler. O, bu ifadeyi Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem’in “sözlerin en doğrusu şair Lebid b. Rebia’nın ‘Dikkat edin Allah Teala’dan başka her şey batıldır/yok olacaktır.” şiirinde ve “Onun zatından başka her şey yok olacaktır.”[21] ayetinde olduğu gibi eşyanın varlık ve idaresinin Allah Teala’nın emriyle olduğu anlamında kullanmamıştır. Eğer İbn Arabi ve müntesipleri bu manayı kasdetmiş olsalardı bu doğru bir anlama (eş-şuhudu’s-sahih) olurdu. Fakat onlar Allah Teala’nın mevcudatın aynısı olduğunu iddia etmektedirler. Bu ise küfürdür.[22]
Gerçek
İbn Teymiyye’nin İbn Arabi hakkında söylediği ifadeler hata ve intihallerle doludur. Nitekim İbn Arabi kendisine isnat edilen “sonradan olan bir şeyin mevcudiyetinin Allah Tela’nın varlığının aynısı olduğu” iddiasının tam aksini söylemektedir: “Alem’in Allah Teala’nın dışındaki şeylerden ibaret olduğunu” bildiren İbn Arabi, varlıklara ait hakikatlerin değişmesinin de imkansız olduğuna vurguda bulunur. Buna göre “kul, kul, Rabb, Rabb, Hakk, Hakk, yaratılmış da yaratılmış olarak kalır.”[23] Yani insanın Allah Teala ile birleşmesi ya da beşeriyetten uluhiyete dönüşmesi imkansızdır.
Yine Fütuhat’ta “hiçbir surette yaratılmışla yaratıcının birleşemeyeceğini, kulun kul Rabb’ın da Rabb olarak kalacağını” belirtmektedir.[24]
Burada ilginç olan bir başka husus İbn Teymiyye’nin İbn Arabi’de olduğunu iddia ettiği düşünceyi çürütürken kullandığı delillerin tamamının İbn Arabi’ye ait olmasıdır. O sadece İbn Arabi’ye ait olan metinde geçen ayet ve hadisin yerini değiştirmiştir. Konuyla alakalı İbn Arabi’nin metni şu şekildedir:
“Âlem, Allah Teala dışındaki şeylerden ibarettir. Var olsun ya da olmasın varlığı mümkün olan her şey, tabiatı itibariyle vacibu’l-vucut olan Allah Teala’yı bilmenin alametidir. Zira âlemin hakikati onun yok olacak bir araz olduğunu göstermektedir. Nitekim “Onun zatından başka her şey yok olacaktır.”[25] ayeti ile Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem’in “Arabın söylediği en doğru şiir şair Lebid’in ‘Dikkat edin Allah Teala’dan başka her şey batıldır.” hadisi de âlemin yok olacağı gerçeğini belirtmektedir.”[26]
İbn Teymiyye İbn Arabi’nin metnindeki ayet ve hadisin yerini değiştirmek bir de vakıayı “eş-şuhudu’s-sahih” olarak isimlendirmekten başka bir şey yapmamıştır. Bu durum açıkça göstermektedir ki İbn Teymiyye İbn Arabi’nin konuyla alakalı metnini okumuş, Onun ifadelerini kendine mal ederek Ona söylemediği hezeyanları isnat etmiştir.
Sonuç
İbn Teymiyye’nin akide açısından problemli gördüğü ve bu yüzden orantısız bir şekilde tenkit ve tekfir ettiği İbn Arabi’nin metinleri ile Onun iddiaları arasında yaptığımız bu küçük mukayese göstermektedir ki İbn Teymiyye’nin tenkitleri gerçeği yansıtmamaktadır. Bu durumda üç ihtimal ortaya çıkmaktadır; ya İbn Teymiyye okuduğunu anlayamamakta ya İbn Arabi düşmanlarının iftiralarını tahkik etmeden alıp-kullanmakta ya da Onun eserlerini okumasına rağmen ifadelerini çarpıtmaktadır.
Bu üç ihtimalden sadece birisinin gerçek kabul edilmesi dahi, İbn Teymiyye’nin ilim adamı kimliğini yaralamakta ve güvenilirliğini ortadan kaldırmaktadır.
İhtimaller tek tek tahlil edildiğinde şunlar söylenebilir: İbn Teymiyye’nin yetiştiği ortama ve verdiği eserlere bakıldığında okuduğunu anlamamasını farz etmek düşük bir ihtimaldir. İbn Arabi’nin eserlerini tahkik etmeden tenkit etmesine gelince, Şeyh-i Ekber’den her söz edişinde yukarıda tahlil edilen üç ana konuyu aynı ifadelerle sloganvari tekrar etmesi bu ihtimali güçlendirmektedir. Okuduğu metinleri önce tahrif edip sonra muharref hallerini tenkit etmesine gelince bu, ihtimalden öte bir realitedir. Çünkü İbn Teymiyye “mülhit” olarak markaladığı insanları maşer-i vicdanda mahkum edebilmek için her türlü yolu kullanmayı –adeta- meşru kabul etmektedir. İbn Arabi metinlerini tahrif edip sonra tenkit etmesinde bu kabulün etkisi inkar edilemez.
Benimsediği usul ve hadiselere yaklaşım tarzı itibariyle bakıldığında İbn Teymiyye’nin seleficiliği ile ulemanın usul ve üslubu arasında tevhit kabul etmez farklar vardır. Bu durumda Onun için insanlara doğru bilgiyi aktaran bir bilgi kaynağı, sapmalarına mani olan bir yol gösterici gibi anlamlara gelen alim ünvanını kullanmak güç bir hal almaktadır. Zira O doğrudan ziyade yanlış bilgiye kaynaklık yapmaktadır.
İbn Teymiyye ile başlayan anlayışın müntesipleri, geçtiğimiz yüzyılda “hareket” çapında temsil imkanına ulaşmış, günümüzde ise Sünnet ve Cemaat akidesine sahip alimleri şirk ve küfürle itham eder bir işleve kavuşmuşlardır. Yeni selefiler olarak adlandırılabilecek bu grup İbn Teymiyye gibi tahkik edilmeyen bilgilerle kendileri dışındaki her alimi bidat, şirk ve küfürle itham etmektedir.
“Ehl-i Sünnet” akidesine sahip alimleri “ehl-i zeyğ” olarak tanıtan grup, insanların doğru bilginin kaynağına ulaşmalarına engel olmaktadır. Günümüz akademisyenlerinin zihinlerinde oluşan istifhamların önemli bir bölümü söz konusu grubun bilgi tahrifatı ile yakından ilişkilidir.
Modern dünyada yeni bir İslami Duruş belirleme gayreti içerisinde olan selefi ve modernistlerin İbn Teymiyye’yi müslümanlar için yol gösterici addetmeleri ya da İslam toplumunun yüzyüze olduğu çağdaş sorunların giderilmesinde referans kabul etmeleri, çözüm bekleyen sorunlara yenilerini eklemekten başka bir anlam ifade etmeyecektir.
[1] Muhibbuddin Seyyid Muhammed Murtaza ez-Zebidi, Tacu’l-Arus min Cevahiri’l-Kamus, Beyrut, 1994, XVII, 498.
[2] Bedruddin el-Ayni, el-Binaye Şerhu’l-Hidaye, Beyrut, 2000, I, 113.
[3] Abdulvahhab b. Ahmed eş-Şa’rani, el-Yavakıt ve’l-Cevahir, Beyrut, 2003, s. 16.
[4] Bkz. eş-Şa’rani, a.g.e., s. 16; eş-Şa’rani Fütuhat’ı, “Levakıhu’l-Envari’l-Kudsiyye” ve “el-Kibritu’l-Ahmer” adlarını taşıyan iki ayrı kitapta ihtisar etmiştir.
[5] Ebu’l-Abbas Takıyyüddin Ahmed b. Abdilhakim İbn Teymiyye, el-Furkan beyne Evliyai’r-Rahman ve Evliyai’ş-Şeytan, Beyrut, 2003, s. 102
[6] İbn Teymiyye, el-Furkan, s. 107.
[7] Ebu Bekir Muhyiddin Muhammed İbn Arabi, el-Fütuhatü’l-Mekkiyye, Beyrut, ty., I, 465.
[8] İbn Arabi, a.g.e., II, 24.
[9] İbn Arabi, a.g.e., II, 51.
[10] Kur’an, En’am(6): 121
[11] Bkz. İbn Teymiyye, Kitabu’r-Redd ala’l-Mantıkıyyin, Beyrut, 2005, s. 226.
[12] İbn Teymiyye, el-Furkan, 120-121.
[13] İbn Teymiyye, Kitabu’r-Redd, s. 347.
[14] Şa’rani, el-Yevakit, s. 25.
[15] Kur’an, Maide(5): 64.
[16] İbn Arabi, a.g.e., II, 256.
[17] İbn Arabi, a.g.e., I, 151.
[18] İbn Arabi, a.g.e., IV, 328.
[19] İbn Teymiyye, el-Furkan, 122.
[20] İbn Teymiyye, el-Furkan, 123.
[21] Kur’an, Kasas(28): 88.
[22] İbn Teymiyye, Mecmu’u’l-Fetava, Beyrut, ty., X, 342.
[23] İbn Arabi, a.g.e., II, 371.
[24] İbn Arabi, a.g.e., III, 377.
[25] Kur’an, Kasas(28): 88.
[26] İbn Arabi, a.g.e., III, 443.
Kaynak: www.inkisaf.net
Din Tahrifçilerine Reddiye
Ehli Sünnet Müdafaa Hattı
Ara
Ara
Main menu
Skip to primary content
Skip to secondary content
İSMAİLAĞA ANA SAYFA
REDİYELER
Yazı navigasyonu← ÖncekiSonraki →
İbn-i Teymiyye Kimdir ? Görüşleri ve Hakkında Çıkan Reddiye Sebebleri
Tarih: Eylül 17, 2011
İbni Teymiyye kimdir?
بسم الله الرحمن الرحيم
الحمد لله والصلاة والسلام على رسول الله
Allâh-u Teâlâ “Et-Tevbeh” suresinin 122. ayetinde şöyle buyuruyor :
فََلولا نفر من كل فرقة منهم طائفة ليتفقهوا في الدين ولينذروا قومهم إذا رجعوا
Anlamı : “Mü’minlerin her kesimden bir gurup, din ilminde geniş bilgi alıp kavimleri döndüklerinde onları ikaz ederler.”
Bu ayetten anlaşıldığı gibi mü’minlerden bir gruba dini konularda geniş bilgi almaları ve insanları uyarmaları konusunda emir verilmektedir. Peygamber Efendimizin ümmetinden olan birçok zat vardır ki; âlim, müfessir, muhaddis, fakih, hafız, lügatçi, tarihçi… Bunlarla beraber bu zatların gömleğini giyerek kendilerini onlar gibi göstermeye çalışan bazı insanlarda var ki, sırf insanlara saldırmak için bu kılıklara girmişlerdir. Bu şahıslar kendi görüşlerinin doğruluğunu insanlara kabul ettirmek için kandırma yolunu seçip, Kur’an-ı Kerim’de bulunan müteşabih ayetleri kullanmaya kalkmışlardır. Sözlerini ve kitaplarını süsleyerek insanları kandırmaya çalışmaktadırlar. Maalesef bu şahıslara tabi olanlar da bu kitapları süsleyerek insanlara dağıtmaktadırlar. Bu şahısların hayatını inceleyen bir kimse bu şahısların dönemlerinde yaşayan âlimlerin görüşlerini dikkate aldığında, bu şahısların Ehli Sünnet Vel Cemaat’ten çok uzak olduklarını anlayabilir.
İbni Teymiyye’yi tanıtmak ile başlayacağız. İbni Teymiyye kimdir?
İzinden gidenlerce neden bu kadar yüceltiler? Ve âlimler neden ona karşı reddiyeler hazırlamışlardır?
İbni Teymiyye, Suriye’nin Harran kentinde doğmuştur. Babası ilmi seven ve destekleyen, Hanbelî mezhebinden bir şahıs idi. Babası Moğollar’dan korktuğunu için oğlunu Şam’a getirmiştir. Babası vefat ettikten sonra İbni Teymiyye, babasının sayesinde birçok insan tarafından ilgi görmüştür. Çünkü babasının hiç malı yoktu. Bu nedenle insanlar ona sahip çıkıp önem vermişlerdir. İnsanların ona önem vermeye başlamasını ilerleyen yıllarda değerlendirmeye ve kendi kafasına göre fetvalar vermeye başlamıştır. Daha sonraları İbni Teymiyye büyük âlimler ile tartışmalara girmiştir. Her tartışma sonunda bu davranışından vazgeçiyor ama sonra tekrar tartışmalara girişiyordu. En sonunda Sultan Muhammed İbni Kalavun’un emri ile getirildi. Dört mezhebin de büyük âlimleri ile tartıştırıldı. Bu tartıaşmalar sonunda âlimler onun “Mürted” olduğuna hükmettiler. Bu hüküm üzerine Sultan, onu ömür boyu cezaevine atmıştır. Muhaddis, Fakih Veliyiddini Iraki adındaki âlim (kendisi hafızların şeyhi olan Zeyneddin Iraki’nin oğludur)” El-Ecvibel Mardiyye” adlı kitabında İbni Teymiyye için şöyle diyor: “İlmi, aklından büyüktür.” Yani bu kişi ilmi öğrenmiş fakat öğrendiği ilmi hak yolda kullanmamıştır. Bu âlim aynı kitabında yine diyor ki: “İbni Teymiyye 60 meselede icmaya karşı gelmiştir. Bu meselelerin bazıları akaîd ile ilgili bazıları da fürulardadır.” Bunun üzerine onunla aynı zamanda yaşamış olan âlimler ona reddiyeler yazmışlar ve sapık olduğunu açıkça belirtmişlerdir. Bu âlimlerden biri de İmam Hafız Takiyyuddin Ali b. AbdulKafi Es-Subki ‘dir. Bu âlim “Ed-Durra El-Muduyya” adlı kitabında diyor ki: “İbni Teymiyye’nin akaid konusunda çıkarmış olduğu meselelerden dolayı sapmıştır. Yani İslam’ın rükünlerini ve larını bozmaya çalışmadan önce kendini, kitaba ve sünnete tabi olduğunu, hak olana, doğru olana, Cennet’e davet eden biri olarak göstermiştir ama daha sonra hak yola tabi olmaktan çıktı ve bid’atçi olup icmadan uzaklaşıp, icmaya karşı muhalif olduğundan dolayı da Müslümanların cemaatinden sapmıştır. Allâh ve sıfatları hakkında “Cisim ve mürekkeb” olduğunu iddia etmiştir. Yine “Allâh’ın uzuvlara ve parçalara ihtiyaç duyması imkânsız değildir” demiştir ve Allâh’ın sonradan varolan sıfatlarının olduğunu iddia etmiştir.” Bir iddiası da şudur: “Kur’an-ı Kerim’in yaratılmıştır. Bu Kur’an olmadan önce Allâh bunu tekellüm etmiştir. Allâh, dilediği vakitte konuşur, dilediği vakitte de susar.” Onun fikrine göre insanların iradesinde olan şeyler Allâh’ın zatında da olur. Bu kadarı ile yetinmeyerek âlemin ezeli olduğunu, yaratılmışların başlangıcının olmadığını iddia etmiştir. Bu son iki sözünde Allâh’ın ezeli olan sıfatlarının yaratılmış olduğunu ve yaratılmış varlıkların ezeli olduğunu iddia etmiş olur. Bu iki görüşü hiçbir ümmetten söyleyen olmamıştır. Ümmet 73 fırkaya ayrıldığından İbni Teymiyye bu görüşleri ile hiçbir fırkaya girmiş değildir. Kendisine başka grup kurmuş olur. Bu saydığımız meseleler küfür olduğu halde fıkhı konulardaki yanlışlarına göre çok azdır.”
Hafız Iraki’nin şeyhi olan Hafız Ebu Said El-Ala’i, İbni Teymiyye hakkında birçok mesele nakletmiştir. Bunu ise Hafız Muhaddis tarihçi Şemseddin b. Tolon, “Zahair El-Kasr” adlı kitabında bizlere bildirmiştir. Diyor ki: “İmam Ebu Said El-Ala’i, İbni Teymiyye’nin âlimlere, icmaya ve insanlara muhalif olduğu meseleleri nakletmiştir. Bu meselelerin bir kısmi akaid ile ilgili bir kısmı da füru’lardadır. Bazı meseleleri icmaya karşı bazıları da mezhepte güçlü olan görüşlere karşıdır.”
İbni Teymiyye’nin sapık görüşlerinin bazıları şunlardır:
Birinci Mesele
-Bazı yaratıkların başlangıcının olmadığını, yani Allâh ile birlikte ezelde var olduklarını iddia etmesidir.
Bu sapık görüşü şu kitaplarda geçmektedir.
1- Muvafakat Sarihil Ma’kul Lisahihil Menkul
2- Minhac es-Sünne e-Nebeviyye
3- Şerh Hadis-i Nüzul
4- Şerh Hadis İmran b. Husayn
5- Nakd Meratibul İcma’
6- Fetaval Kübra
7- Altı Sürenin Tefsir Mecmuası
“Muvafakat Sarihil Ma’kul Lisahihil Menkul” adlı kitabında diyor ki ; “Hadis ehlinin çoğu ve onlara tabi olanlar yaratılmışların aslının yaratılmış olduğunu demiyorlar ancak ezeli olduğunu söylüyorlar.”
“Minhac es-Sünne e-Nebeviyye” adlı kitabında diyor ki; “Bu alemin içindekilerin kendisi ezeli olması imkansızdır ancak bu yaratılmışların aslı ezelidir..”
• İmam El Celal ed-Devveni, “Şerhil Adydiyye” adlı kitabında diyor ki:“İbni Teymiyye, bazı kitaplarında Arş’ın ezeli olduğunu yazdığını gördüm.”
CEVAP:
Bu mesele onun en kötü meselelerinden birisidir. Kur’an’a, Hadislere, icmaya ve âlimlere karşı olan bir meseledir.
İmam Muhaddis Usuli Bedrettin Ez Zerkeşi “Teşiniful Mesâmi’” adlı kitabında şöyle diyor: “Bütün Müslümanların ittifakı ve görüş birliği ile “bu âlemin aslı ezelidir” diyenin kâfir olduğunu söylemiştir. Burada felsefecilerin görüşlerini şöyle nakletmektedir: “Bu âlemin hem kendisi hem de aslı ezelidir. Bazıları da demişler ki; “Bu âlemin içindekiler yaratılmıştır ama aslı ezelidir.” Bu görüşü naklettikten sonra Bedrettin Ez Zerkeşi şöyle demiştir: “Bütün Müslümanlar bu iki görüşü savunanların sapıklıkta ve delalette olduklarını söylemişlerdir ve onları tekfir etmişlerdir.” Bu sözün aynısını İmam Hafız İraki, Kadi İyad Yahsybi el-Maliki, Hafızı Zeyneddin Iraki ve Hafız İbni Hacer Askalani gibi âlimler söylemişlerdir. Kadi İyad “Eş-Şifâ” adlı kitabında diyor ki: “Bu âlemin ezeli olduğunu iddia edeni veya bundan şüphe edeni kesinlikle tekfir ederiz.
Büyük Hanefi âlimlerinden lügatçi olan Muhammed Murtada Ez-Zebidi “Şerh İhya Ulumiddin” adlı kitabında diyor ki; “Bu âlemin ezeli olduğunu iddia eden felsefecilerin görüşlerini, Müslümanlardan kimse onaylamamıştır.” Ve aynı kitapta İmam Subki’den naklederek diyor ki: “Subki, “Şerh Akidet İbni Hacib” adlı kitabında şöyle diyor; ‘Cevher ve arazlar hepsi yaratılmıştır. Hepsi sonradan olmuştur. O halde bu âlemin hepsi yaratılmıştır. Müslüman olan ve olmayan bütün insanlar bunda icma etmişlerdir. Kim bu konuda muhalif olursa kâfirdir.”
İbni Teymiyye bu iddiaları ile Kur’an’a, hadislere, âlimlerin icma’ına ve akla ters düşmüştür. Ku’ran-ı Kerim’e nasıl karşı gelmiş olur, “El-Hadid” suresinin 3. ayetinin meali: “O ilktir.” Yani O’ndan başka hiçbir şey ezeli değildir.” Her kim Allâh ile beraber ezeli olan varlıkların olduğunu iddia ederse Allâh’a ortak koşmuş olur. Hadis’e karşı geldiğini de İmam-ı Buhari’nin “Es Sahih” adlı kitabında naklettiği şu hadisten anlıyoruz: “Allâh vardı, O’ndan başka hiçbir şey yoktu.” Başka rivayette de “Allâh vardı ve O’nunla beraber hiçbir şey yoktu.” Bu hadislerden anlaşılıyor ki, bu iddialarıyla hadislere de karşıdır.
İkinci Mesele
-Allâh’ın sıfatlarında sonradan yaratılmış sıfatlar olduğunu iddia etmesidir.
Bu sapık görüşü şu kitaplarda geçmektedir.
1- Muvafakat Sarihil Ma’kul Lisahihil Menkul
2- Minhac es-Sünne e-Nebeviyye
3- Fetaval Kübra
4- Altı Sürenin Tefsir Mecmuası
* “Minhac es-Sünne e-Nebeviyye” adlı kitabında diyor ki: “Allâh’ın hareket eder ve Allâh’ın zatında yaratılmış ve araz olan sıfatlarının da olduğunu söylüyoruz. Bunun batıl olduğunu delil nedir? ”
CEVAP:
Bu sözün batıl olduğuna delil olarak İmam İsfarayini, “Et-Tebsiru Fiddin” adlı kitabında ona cevaben şöyle dediğini gösterebiliriz: “Bilmen gereken mesele şudur; Kesinlikle Allâh’ın sıfatlarında ve zatında yaratılmış sıfatların bulunması imkânsızdır. Çünkü sıfatlarında yaratılmış olan bir şey bulunmuş olsaydı kendisi de yaratılmış olurdu. Bundan dolayı İbrahim Peygamber hakkında “El Enâm” suresi 76. ayetinde bildirildiği gibi şöyle denmektedir. ‘Değişenleri, kaybolanları sevmem.’ Yani İbrahim Peygamber burada ay, yıldızlar ve güneşin bir halden bir hale geçtiği için bunlar ilah olamazlar diye kavmine bildirmiştir. Allâh’ın Zatında yaratılmış olan sıfatlar olsaydı kendi zatı da yaratılmış olacaktı. Bu da Allâh hakkında imkânsızdır.”
İmam Ebu Hanife “El-Fıkhıl Ebsat” adlı kitabında şöyle diyor: “Allâh’ın sıfatları yaratılmış değildir. Sonradan olma da değildir. Yaratılmışlarda olan değişikliğe uğrama gibi durumlardan münezzehtir. Kim Allâh’ın sıfatları hakkında sonradan olmuştur veya yaratılmıştır derse veya onda duraklarsa ( yani “yatılmıştır veya yaratılmamıştır demem”) gibi söyler veya şüpheye düşerse kafir olur.
İmam Seyfettin Emidi, “Gayetul Meram Fi İlmil Kelam” adlı kitabında şöyle demektedir: “Doğru ve hak olan görüş şudur; Şayet Allâh’ın sıfatlarında yaratılmış sıfatlar olmuş olsaydı ve kendi zatında yaratılmış olan sıfatlar bulunmuş olsaydı, bu Allâh hakkında noksanlık olurdu. Bu da Allâh hakkında imkânsızdır.”
Üçüncü Mesele
-Allâh’ın “cisim olduğunu” iddia etmesi.
Bu sapık görüşü şu kitaplarda geçmektedir.
1-Şerh Hadis-i Nüzul
2-Fetaval Kübra
3-Beyan Telbis el-Cehmiyye
* “Şerh Hadis-i Nüzul” adlı kitabında diyor ki : “Şeraite göre bir peygamberden, bir sahabeden, bir tabi’den veya bir seleften Allâh’ın cisim olup olmadığını bildiren bir nakil yoktur. Ancak ispatlamak veya inkâr etmek bu şeraitte bir bid’attir.”
* “Fetave İbni Teymiyye” adlı kitabında da diyor ki: “Tecsim kelimesi, yani Allâh’ın cisim olduğunu ne inkâr etmek ne de ispatlamak niyetiyle hiçbir Selefin görüşünde geçmiş değildir. O zaman Ehli Selef cismi reddettiler veya ispatladılar denemez.”
* “Beyan Telbis el-Cehmiyye” adlı kitabında şöyle diyor: “Kesinlikle Allâh’ın kitabında, Resulün Sünnetinde, Ehli Selefin sözlerinde, Allâh’ın cisim olmadığı konusunda kesinlikle bir nas yoktur ve Allâh’ın sıfatlarının cisim ve araz olmadığı konusunda da bir nas yoktur.”
CEVAP:
Allâh-u Teâlâ” Eş-Şurâ” süresinin 11. ayetinde şöyle buyurdu:
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ
Manası: “Allâh, hiçbir şeye benzemez.”
Bağdat’taki Hanbelîlerin lideri olan, İmam Ebu Fadl Abdul Vahid el- Bağdadi et-Temimi, “İtikadi İmam Ahmed” adlı kitabında: “Allâh’ın cisim olduğunu iddia edeni Ahmed Bin Hanbel inkâr ve reddetmiştir.” dedi
İmam-ı Eşari “En Nevedir” adlı kitabında diyor ki : “Her kim Allâh’ın cisim olduğuna itikad ederse o, Allâh’ı tanımamış olur ve Allâh’a karşı kâfir olur.”
İmam İbni Ma’lam el-Kuraşi “Necmul Muhtedi “adlı kitabında İmam Şafii’nin “Her kim, Allâh’ın cisim olduğunu iddia ederse kâfir olur “ dediğini nakletmiştir.
Dördüncü Mesele
-Allâh’ın harf ve ses ile tekellüm ettiğini ve dilediği vakitte konuşup dilediği vakitte sustuğunu iddia etmesidir.
Bu sapık görüşü şu kitaplarda geçmektedir
1- Muvafakat Sarihil Ma’kul Lisahihil Menkul
2- Minhac es-Sünne e-Nebeviyye
3- Fetaval Kübra
4- Altı Surenin Tefsir Mecmuası
5- Sıfatı Kelam
* “Fetaval Kübra” adlı kitabında şöyle diyor: ”Müslümanların cumhuru şöyle diyorlar: ‘Arapça olan Kur’an Allâh’ın kelamıdır. Allâh harf ve sesle onunla tekellüm eder.”
CEVAP:
Küfür olan bu görüşe karşı İmam Ebu Hanife “El-Fıkhıl Ekbar” adlı kitabında şöyle diyor: “Allâh tekellüm eder ama bizim kelamımız gibi değil. Biz alet ve harflerle konuşuruz, Allâh ise alet ve harfsiz tekellüm eder.”
İmam El-İz b. Abdiselsem “Tabakatuş Şafiiyyel Kübra” adlı kitabında şöyle diyor: “Allâh, harf ve ses olmayan ezeli kelam ile tekellüm eder.”
İmam El İsfarayini, “Et Tabsir fid Din” adlı kitabında diyor ki: “Allâh tekellüm eder; Allâh’ım kelamı ne harftir ne sestir. Çünkü bu, Allâh hakkında imkânsızdır.”
İmam Mulla Ali Al-Kari “Şerh el-Fıkhıl Ekbar” adlı kitabında diyor ki: “Hanbelî mezhebine müntesip olan bazı bid’atçiler diyorlar ki; ‘Allâh’ın kelamı harften ve sesten oluşan bir kelamadır. Bu da ezelidir’ deriz ki, bu kesinlikle batıldır.”
İmam Kevseri “Makalat el-Kevseri” adlı kitabında şöyle diyor: ”Allâh’a ses nispet eden hiçbir hadis sabit değildir.”
Beşinci Mesele
-Allâh’ın bir yerden bir yere göç ettiğini, hareket ettiğini ve göğe indiğini iddia etmesidir.
Bu sapık görüşü şu kitaplarda geçmektedir
1-Muvafakat Sarihil Ma’kul Lisahihil Menkul
2-Minhac es-Sünne e-Nebeviyye
3-Şerh Hadis-i Nüzul
* “Minhac es-Sünne e-Nebeviyye” adlı kitabında diyor ki : “Biz Allâh hakkında hareket eder ve Yaratılmış sıfatlar ve arazlar onun zatında olur deriz.”
• “Muvafakat Sarihil Ma’kul Lisahihil Menkul” adlı kitabında onun gibi ‘Mücessim’ olan Daremi’nin sözünü onaylayarak diyor ki: ”Hay ve Kayyum dilediğini yapar, dilerse hareket eder, dilerse aşağı iner ve yukarı çıkar, dilerse tutar ve bırakır, dilerse kalkar ve oturur. Çünkü Hay ile ölünün arasında fark hareket etmesidir.”
CEVAP:
Dikkat edin Allâh hakkında ne dedi? “Hareket eder, aşağı iner ve yukarı çıkar, tutar ve bırakır, dilerse kalkar ve oturur” demiştir.
Bu söz ve savunuş Allâh-u Teâlâ’nın “En-Nahl” suresinin 74. ( Allâh’a birtakım benzerler icat etmeyin) ayetinde emrettiğine aykırı değil mi? Tabi ki aykırıdır.
İmam Hafız El Beyhaki, “El Esme Ve Sıfat” adlı kitabında, Hafız Ebu Süleyman Hattabi’den şöyle naklediyor: “Her kim Allâh-u Teâlâ dilediği vakitte hareket eder, dilediği vakitte durur” şeklinde bir ifade kullanana deriz ki, bu çok büyük bir yanlıştır. Allâh, kesinlikle hareket etmekle vasıflandırılmaz. Çünkü hareket ve durgunluk arka arkaya yapılan fiillerdir. Hâlbuki Allâh, hiçbir şeye benzemez. “Allâh, hiçbir şeye benzemez (Eş-Şurâ / 11)” buyurmaktadır.
İbni Teymiyye “İNER” iddiasını, nüzul hadisini yanlış anlayarak ortaya atmış ve bu sapıklığı düşmüştür. Hâlbuki bu hadis hakkında İmam Kurtubi tefsirinde nüzul hadisini zikrettikten sonra şöyle diyor: “Bu konuda gelen en güzel rivayet İmam Nese’i’nin Ebu Hureyra’dan rivayet ettiği hadiste şöyle geçiyor: ’Gece yarısı olduğunda Allâh bir meleğe ‘Bana dua eden yok mu duasını kabul edeyim’ diye nida etmesini emreder.” Bunun Hafız Ebu Muhammed Abdulhak “Sahih” olduğunu söylemiştir. Birincisi Hazfi Mudaf hükmündedir, yani “Rabbimizin bir meleği iner ve Rabbimiz indirir” diye de rivayet edilmiştir.
Aynı şekilde Hafız İbni Hacer El-Askalani “Fethil Bâri Âle Sahih Buhari” adlı kitabında diyor ki: ”İmam İbni Forak, bazı hocaların ‘Yunzilu Rabbunâ …’ ‘Rabbimiz indirir..’ diye tesbit ettiler. Bu görüşü destekleyen İmam Nese’i’nin Ebu Hureyra’dan rivayet ettiği hadiste şöyle geçiyor:” Gece yarısı olduğunda Allâh bir meleğe ‘Bana dua eden yok mu duasını kabul deyim’ nida etmesini….emreder.’
İmam Ahmed’in “Sünen”inde Osman B. Ebil ‘As’ın rivayet ettiği hadis şöyledir: ”Her gecede biri şöyle nida eder: ‘Dua eden yok mu duası kabul olunsun, istiğfar eden yok mu bağışlansın’……” Bu hadisi İmam Tabarani de “El-Mu’cem El-Kebir” adlı kitabında rivayet etmiştir. Hafız İbni Hacer El-Heysemi “Mecmeuz Zevaid” adlı kitabında bu hadisten sonra şöyle demiştir: “Bu hadisi İmam Tabarani rivayet etti ve senetçileri ‘SAHİH’ hadislerin senetçilerindendir
Altıncı Mesele
-Allâh’ın sınırlı olduğunu iddia etmesidir.
Bu sapık görüşü şu kitaplarda geçmektedir.
1- Muvafakat Sarihil Ma’kul Lisahihil Menkul
2- Beyan Telbis el-Cehmiyye
* “Muvafakat Sarihil Ma’kul Lisahihil Menkul” adlı kitabında diyor ki: “Müslümanlar ve kâfirler Allâh’ın göklerde ve sınırlı olduğuna ittifak etmişlerdir.”
* Yine aynı kitapta diyor ki: “Allâh’ın bir sınırı var ancak bu sınırı Allâh’tan başka kimse bilemez.
* Yine aynı kitapta diyor ki: “Her kim Allâh hakkında sınırlı olduğunu itiraf etmezse küfre girmiş olur ve Allâh’ın ayetlerini inkâr etmiş olur.”
* “Beyan Telbis el-Cehmiyye” adlı kitabında diyor ki: “Kitap ve Sünnete göre Allâh’ın yaratılmışlardan ayrı olması için sınırı vardır.”
* Yine aynı kitapta diyor ki; “Allâh’ın sınırı var ve bu sınırı Allâh’tan başka kimse bilemez.”
CEVAP:
El İmam Ebu Fadl Temimi, “İtikadi İmam Ahmed” adlı kitabında diyor ki: “İmam Ahmed; Allâh-u Teâlâ kesinlikle değişliğe uğramaz, Arş’ı yaratmadan önce ve yaratıktan sonra da sınırlandırılamaz diyordu ve her kim Allâh, zatıyla her yerdedir’ diyen kimseye karşı geliyordu. Çünkü bu mekânların hepsi sınırlıdır.”
İmam Ebul Kasım “Şerhil İrşad” adlı kitabında diyor ki : “Allâh kesinlikle yön ve mekânlarla vasıflandırılmaz.”
İmam El Hafız Muhammed Murtada Ez Zebidi, “Şerh İhya Ulumudin” adlı kitabında İmam Zeynel Abîdin (Hz. Hüseyin’in oğlu Hz.Ali)’den şöyle naklediyor: “(Ey Allâh’ım’) Sen sınırlandırılamayan Allâh’sın; bundan dolayı sınırlı değilsin” Aynı zat diyor ki: “Ey Allâh’ım, senin sınırların yoktur.” Yani Allâh sınırlardan münezzehtir.
İmam Ebu Mansuri Bağdadi, “El Farkul Beynel Firak” adlı kitabında diyor ki: “Ehlisünnet ve cemaattekiler dediler ki; ‘Allâh, sınırlı olmaktan, sonu olmaktan münezzehtir’.”
İmam Ebu Hanife, “El Fıkhıl Ekber” adlı kitabında diyor ki: “Allâh’ın sınırı yok ve zıttı da yoktur.”
Yedinci Mesele
-Allâh’a yön veya mekân nispet etmesidir.
Bu sapık görüşü şu kitaplarda geçmektedir
1-Er-Risele et-Tedmuriyye
2-Minhac es-Sünne e-Nebeviyye
3-Beyan Telbis el-Cehmiyye
* “Minhac es-Sünne en-Nebeviyye” adlı kitabında diyor ki: “Ehli Halefin Cumhuru, Allâh, âlemin üzerinde olduğunu söylemeleri velev ki, dilleri ile söylemeseler bile kalplerinde bu şekilde itikad ederler.”
* “Er-Risele et-Tedmuriyye” adlı kitabında diyor ki: “Şüphe yoktur ki, Allâh bu âlemin üzerindedir.”
* “Beyan Telbis el-Cehmiyye ” adlı kitabında diyor ki: “Allâh, Kur’an’da Firavun hakkında Musâ’nın Allâh’ını görmesi için göklere çıkacağını nakletmiştir. Yani İbni Teymiyye diyor ki: “Musâ Peygamber, Firavun’a, Allâh’ın yukarıda olduğunu söylemiş olsaydı Firavun bu şekilde yapmayacaktı.”
CEVAP:
İmam Abdul Kahır Temimi El-Bağdadi, “El-Farkul Beynel Firak” adlı kitabında diyor ki : “Âlimler icma ettiler ki, Allâh mekânlardan münezzehtir.”
İmam Şerefuddin b. Tilmiseni, “Luma’ul Edille” adlı kitabında “Eş Şûra Sûresi 11. ayetini hatırlatarak Allâh’ın kesinlikle yaratıklara benzemediğini söylemiştir. O halde bir yerde bulunmak, bir yerde barınmak cisimlere benzetmektir ve Allâh bundan münezzehtir.”
İmam Ebu Sene El-Lamişi , “Et-Temhidu Li Kavaidit Tevhid” adlı kitabında diyor ki: “Allâh, kesinlikle mekân ile vasıflandırılmaz.”
Sekizinci Mesele
-Allâh hakkında “Allâh Oturuyor” iddiasıdır.
Bu sapık görüşü şu kitaplarda geçmektedir
1-Fetaval Kübra
2-Minhac es-Sünne e-Nebeviyye
3-Şerh Hadis-i Nüzul
4-Fetaval Hamviyyel Kübra
5-Altı Surenin Tefsir Mecmuası
* “Feteve İbni Teymiyye” adlı kitabında “Büyük âlimler ve evliyalar Allâh-u Teâlâ’nın Muhammed’i, Arş’ta kendisinin yanına oturtacaktır demişlerdir” şeklinde demiştir.
* Yine “Fetaval Hamviyyel Kübra” adlı kitabında Allâh hakkında “Hakikaten Allâh-u Teâlâ bizimledir ve Arş’ın üzerindedir” demektedir.
İmam Müfessir Ebu Hayyen El-Endelusi “En-Nehrul Med” adlı tefsirinde şöyle diyor: ”Bizim zamanımızda yaşayan Ahmet İbn Teymiyye kendi eliyle yazmış olduğu “El-Arş” adlı kitabında, ‘Allâh-u Teâlâ, Kürsü’ye oturmuş ve oturması için Muhammed’e yer ayırmıştır’ şeklinde yazıldığını gördüm.”
İmam Ebul Kasın el-Kuşeyri “Er-Risele el-Kuşeyriyye” ve İmam Ahmed er-Rifai “El-Burahan el-Mu’eyyed” adlı kitaplarında naklettiklerine göre İmam Cafer es-Sadık şöyle buyurdu: ”Her kim Allâh’ın bir şeyin içinde, bir şeyin üstünde veya bir şeyden gelme olduğunu iddia ederse müşrik olur. Çünkü bir şeyin içinde olursa kuşattırılmış olur, bir şeyin üstünde olursa taşınmış olur ve bir şeyden gelmiş olursa yaratılmış olur.”
Share this:
Bu yazı DİN TAHRİPÇİLERİ içinde yayınlandı ve İbn-i Teymiye, İbn-i Teymiyye, İbn-i Teymiyye Kimdir, İbni Teymiye Fetvaları, İbni Teymiye kimdir, İbni Teymiye Reddiye, İbni Teymiye reddiyeleri, İbni teymiye sapık, İbni Teymiye sapık fırkası ile ismailaga tarafından etiketlendi. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.
.
XXXXXXXXX
İslam düşünce tarihinde leh ve aleyhinde en fazla konuşulan isimlerin başında Takiyyuddin İbn Teymiyye (v. 728/1328) gelmektedir. 661/1263 yılında Harran’da doğan İbn Teymiyye, Hanbeli mezhebinin güçlü alimlerini içerisinde barındıran bir aileye mensuptur. resim6Dedesi Mecdüddin İbn Teymiyye pek çok alanda eser veren bir alimdir. Babası Abdulhalim’de, Harran yöresinde etkin olan bir Hanbeli fakihidir.
Moğolların Bağdat’ı işgal etmeleri ve Bağdat merkezli saldırılarını Harran’a kadar genişletmeleri üzerine İbn Teymiyye ailesi 667/1269 yılında Dımaşk’a göç eder. Babası başta olmak üzere bir çok hocadan ders okuyan İbn Teymiyye, 683’te Sükkeriyye Darulhadisine hoca olarak atanır. Bir yıl sonra da Emeviyye Camii’nde tefsir dersleri vermeye başlar.
Kısa zamanda şöhreti Dımaşk başta olmak üzere mücavir şehirlere de yayılan İbn Teymiyye VIII/XIV. yüzyılın başlarından itibaren kendisini ilmi ve fikri tartışmaların içerisinde bulur. Ehl-i Sünnet’in itikadi mezheplerine özellikle de Eş’ariliğe sert tenkitler yöneltir. Sıfatlar ve müteşabihat meselesinde selef-i salihinin usulünü benimsediğini iddia ederek ayet ve hadisleri zahiri anlamlarında anlar. Verdiği fetvalarla da bir çok konuda mezhepler arası icmaya muhalefet eder.
Mevcut İslami disiplinlerin hemen tamamına itirazları olan İbn Teymiyye en sert eleştirilerini tasavvufa yöneltir. İbn Arabi’yi ve onun görüşlerini benimseyen mutasavvıfları açıkça tekfir eder.
Çeşitli devlet adamları ve kadıların katıldığı meclislerde çok defa muhakeme edilen İbn Teymiyye Kahire’de dört kâdi’l-kudât’ın katıldığı bir mahkemede Allah Teala’yı insan suretinde algılama cürmünden dolayı Kahire kalesine hapsedilir. Ehl-i Sünnet akidesine muhalif görüşlerinden ve icmaya aykırı fetvalarından dolayı farklı zamanlarda defaatle yargılanıp hapisle cezalandırılır.
İbn Battuta, İbn Hacer el-Heytemi, Takiyyuddin es-Sübki, Tacüddin es-Sübki, Kemaleddin İbnü’z-Zemlekâni, Şihabuddin İbn Cehbel ve Ebu Hayyan gibi muasırı olan alimler tarafından görüşleri tenkit edilen İbn Teymiyye, hakkında yazılan reddiyelerin de etkisiyle –zamanla- ilk yıllardaki itibarını kaybeder. Osmanlı’nın son dönemlerinde Hicaz’da ortaya çıkan Muhammed b. Abdulvahhab’ın başlattığı hareket, İbn Teymiyye’nin fikirlerinin yeniden canlanmasına zemin hazırlar. İbn Abdulvahhab’a nisbetle Vehhabilik olarak tanınan ve zamanla siyasi bir boyut kazanan hareket Suudi Arabistan Krallığı’nın kurulmasında da etkili olur.
Kendisini selefiyye olarak tanımlayan “vehhabilik” hareketi zamanla Suudi Arabistan başta olmak üzere İslam coğrafyasının önemli bir bölümünde nüfuz elde eder.
Selefilere/vahhabilere göre içtihatlarıyla İslami ilimlerin gelişmesine katkıda bulunan bir müçtehit olan İbn Teymiyye, İmam Subki başta olmak üzere Ehl-i Sünnet hassasiyetine sahip bir çok alime göre ise asırlar sonra teşbih ve tecsim akidesini canlandıran bir Haşevi’dir.
İslam düşünce tarihinde derin izler bırakan, günümüz İslami anlayışları üzerinde de belirgin etkinliği olan İbn Teymiyye’nin itikadi görüşleri sürekli tartışılır olmuştur. İslami anlayış ve yaşayışlarını onun belirlediği esas ve verdiği fetvalar üzerine bina edenler, Ona dayanarak Maturidi ve Eşari mezhebine müntesib Müslümanları “ehl-i zeyğ” olarak nitelemekten çekinmemişlerdir. Bu durum, İbn Teymiyye’nin itikadi görüşlerini ve tevhit anlayışını tahlil etmeyi gerekli kılmıştır.
İslam’da Tevhit Tasavvuru
Bölünmeyi kabul etmeyen varlıklara “tek” denir. Allah Teala da zât, sıfat ve fiillerinde “tek”tir. İslam dini, O’nun bir olduğunu kabul etme esası üzerine ibtina etmiştir. Mümini, kafir ya da müşrikten ayran temel özellik O’nun birliğini kabul etmesi yani muvahhit olmasıdır.
Müminler yalnız Allah Teala’ya ibadet ederek ubudiyette, eşi ve benzeri olmadığını ikrar ederek de zatında O’nun tek olduğuna iman ederler. Rabb’ı, Rabb, insanı da insan olarak algılarlar.
Cenab-ı Hakkı’ın eşi ve benzerinin olmaması, yaratılmışlar gibi belli bir mekanda bulunmaması, yönlerle ifade edilmemesi gibi hassasiyetler zâtındaki vahdaniyetin esasını teşkil eder.
Ehl-i Kıblenin Kırılma Noktası: Sıfatlar
İslam’ın temelini oluşturan ibadetleri kabul etme noktasında birbirlerine yakın duran “ehl-i kıble”, Allah Teala’nın zatı ile alakalı meselelerde aynı yakın duruşu gösterememiştir.
İslam’ın erken asırlarında başlayan müteşabihat ve Allah Teala’nın sıfatları ile alakalı tartışmalar kısa zamanda mezhepleşerek kurumsal bir statü kazanmış ve günümüze kadar devam etmiştir.
Zaman zaman “tekfir” ifadelerinin de duyulduğu tartışma sürecinde genellikle taraflar birbirlerini dalalet ve bidat ehli olmakla itham etmişlerdir.
İbn Teymiyye’nin Mezhebi
Ehl-i Sünnet akidesini benimseyen kelam alimlerinin üstün gayretleri sonucu canlılığını yitiren kelami münakaşalar, İbn Teymiyye’nin Allah Teala’nın zatıyla alakalı serdettiği görüşlerin etkisiyle yeniden alevlenmiştir.
Kendisi gibi inanmayan/düşünmeyen fırka mensuplarını “ehl-i zeyğ” olarak isimlendiren İbn Teymiyye, Allah Teala’nın zatı ile alakalı meselelerde batini, sufi (İbn Arabi çevresi), mu’tezili, eşari kelamcıları ve filozofları sert ifadelerle tenkit etmiştir.
İbn Teymiyye’ye göre, tevhit akidesini Kur’an ve Sünnet’te var olduğu şekilde anlayanlar yalnız selef alimleridir. Bu yüzden imani meselelerde de onların görüşleri benimsenmelidir. “Selefin, Cenab-ı Hakk’a, Onun kendisini tavsif ettiği şekilde iman ettiğini” söyleyen İbn Teymiyye, isim ve sıfatlar noktasında şu ayetlerin selefi akidenin temelini oluşturduğunu ifade eder: “Allah kendisinden başka ilah olmayandır. Diridir, kayyumdur.”[1], “De ki: ‘O, Allah’tır, bir tektir. Allah Samet’tir (her şey O’na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir.). Ondan çocuk olmamıştır. Kendisi de doğmamıştır. Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.”[2]” [3]
Ayet ve hadislerin Allah Teala’nın zât ve sıfatları ile alakalı ayrıntılı bilgiler verdiklerini, ayrıca temsili/teşbihi de reddettiklerini söyleyen İbn Teymiyye, savunduğu akidenin Peygamberlerden tevarüs ettiğini belirtir.[4]
Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarını reddeden mu’tezile ile, Ona cismiyet isnat eden mücessime arasında orta yolu benimsediğini iddia eden İbn Teymiyye, mezhebini “münezzihe/tenzih eden” olarak isimlendirir. Seleften tevarüs ettiğini iddia ettiği “Münezzihe” meşrebinin çerçevesini çizerken de şunları söyler: “Selefin itikatta mezhebi, sıfatları reddetme ile Allah Teala’yı insanlara benzetme arasındaki orta yoldur. Onlar, Cenab-ı Hakk’ın zatını yaratılmışlara benzetmedikleri gibi, sıfatlarını da onların sıfatlarına benzetmemişlerdir.[5]
Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarını inkar edenlerle, onları yaratılmışların sıfatlarına benzeten mücessime ve müşebbihe meşrebi müntesiplerini “Allah’ın ayetlerini tahrif etmekle” itham eden İbn Teymiyye, eserlerinde Cenab-ı Hakk’a mekan isnat ederek inkar ettiği tecsim akidesini savunmuştur.
resim7İbn Teymiyye’nin Uç Görüşleri
Eserlerinde açık bir şekilde müşebbihenin etkisi hissedilen İbn Teymiyye’ye göre Allah’ın kitabı, Resulü’nün sünneti, sahabe, tabiun ve müçtehit imamların eserleri direkt ya da dolaylı olarak Cenab-ı Hakk’ın her şeyin üstünde olduğunu anlatmaktadır. Şu ayetler O’nun (celle celaluhu) mekansal olarak arş ve semanın üzerinde olduğunu göstermektedirler: “Güzel sözler ancak O’na yükselir.”[6], “Ey İsa! Şüphesiz seni kabz edecek ve kendime yükselteceğim.”[7], “Göktekinin sizi yere geçirivermeyeceğinden emin mi oldunuz?”[8], “Fakat Allah Onu (İsa’yı) kendisine yükseltmiştir.”[9], “Rahman, Arş’a istiva etmiştir.”[10]
İbn Teymiyye, “Rabbimiz, gecenin üçte biri kaldığında (keyfiyeti bize meçhul bir halde) her gece dünya semasına inerek buyurur ki ‘Bana kim dua eder ki, duasına icabet edeyim. Kim bir şey ister ki, ona dilediğini vereyim. Kim de affını talep eder ki, onu mağfiret edeyim.”[11] mealindeki hadisin de açık bir şekilde Cenab-ı Hakk’ın semada bulunduğunu ifade ettiğini söyler.[12]
Selefi salihinden hiç kimsenin Allah Teala’nın semada olduğuna itiraz etmediğini, ne Kur’an-ı Kerim, ne Sünnet, ne sahabe, ne tabiun ve ne de sonraki dönemlerde yaşayan müçtehit imamların bu gerçeğe aykırı direkt ya da dolaylı tek bir ifadelerinin olmadığını söyleyen İbn Teymiyye, onların Allah Teala’nın (mekansal olarak) semada, arşta ve her yerde olduğunu kabul ettiklerini iddia eder.[13]
Selefin Allah Teala’yı Kur’an ve Sünnet’in ifade ettiği şekilde vasıflandırdığını, bu noktada bir değişiklik ya da inkar içerisinde olmadıklarını, sıfatların keyfiyetini açıklama ya da onları insanların sıfatlarına benzetme yoluna da sapmadıklarını söyleyen İbn Teymiyye (te’vil yoluyla) sıfatların bir kısmını inkar edenlerin Allah Teala’yı hakkıyla bilemediklerini dolayısıyla da şu ayetin muhatabı olduklarını iddia eder[14]: “Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler.”[15]
Allah Teala’nın yüzü, eli ve gözü olduğunu iddia eden İbn Teymiyye[16] bu anlayışı, O’nun insana benzetilmesi (teşbih) şeklinde telakki eden Ehl-i Sünnet kelamcılarını Cenab-ı Hakk’ın ezeli sıfatlarını reddeden “muattıla” ile aynı görüşü benimsemekle itham eder.[17]
Allah Teala’yı yaratılmışlara benzetmekten tenzih edebilmek için müteşabih ayetleri te’vil eden kelamcıları Yahudilerden daha tehlikeli gören İbn Teymiyye[18] savunduğu fikirlerin sahabe, tabiun, hadis hafızları ve Ahmed b. Hanbel’e ait olduğunu söyler.[19]
Müşebbihe ve mücessimeyi “ehl-i zeyğ” olmakla itham eden İbn Teymiyye, Allah Teala’nın semada arş üzerinde oturduğunu söyleyerek Ehl-i Sünnet kelamcılarından ayrılır ve tenkit ettiği mücessime ile aynı akideyi paylaşır.
İbn Teymiyye’nin Allah Teala’ya isnat ettiği el ve yüz gibi uzuvların keyfiyetlerinin insanlar tarafından bilinmediklerini söylemesi, kendisini teşbihten kurtarmaz. Zira müşebbihe ekolüne müntesip olanlar da Cenab-ı Hakk’a isnat ettikleri uzuvların keyfiyetlerini bilmediklerini söylemektedirler.
Müteşabih ayetleri zahiri anlamlarında tefsir eden İbn Teymiyye’nin benimsediği tefsir usulünün seleften tevarüs ettiğini söylemesi de iddiadan öte bir anlam ifade etmemektedir. Zira Malik b. Enes, Mukatil b. Süleyman, Davud b. Ali el-Isfehani ve Ahmed b. Hanbel’in de aralarında yer aldığı selef alimleri Allah Teala’nın yaratılmışlardan hiçbir şeye benzemediğini söylemektedirler. Aşağıdaki açıklama İbn Teymiyye’nin görüşlerine ittiba ettiğini söylediği selef alimlerinin teşbih noktasında ne derece tavizsiz olduklarını göstermektedir: “Bir kişi ‘Ey İblis! Ellerimle (kudretimle) yarattığıma saygı ile eğilmekten seni ne alıkoyuyordu?”[20] ayetini okurken elini hareket ettirse ve bu hareketiyle Allah Teala’nın elinin olduğunu ima etse, o adamın elini kesmek gerekir.”[21]
Selef, Allah Teala’nın kudretine işaret eden “el” kelimesinin okunduğu sırada karinin parmaklarını oynatmasını dahi doğru kabul etmezken, Cenab-ı Hak’a el, ayak gibi uzuvlar isnat eden İbn Teymiyye’nin Onlarla aynı esasları kabul ettiğini söylemesi güvenilirliğini yaralamaktadır.
Müfessirler ve İbn Teymiyye
Müteşabihat ve sıfatlarla alakalı görüşünün selefe ait olduğunda ısrar eden İbn Teymiyye, okuduğu yüzden fazla tefsirin hiçbirisinde sahabenin sıfatlarla ilgili ayet ve hadisleri zahiri anlamlarının dışında bir mana ile te’vil ettiklerini görmediğini söyler.[22]
İbn Teymiyye’nin bu beyanı selefe ait tefsirler içerisinde en güvenilir olduğunu söylediği Taberi’nin nakilleri ile çelişmektedir.[23] Nitekim Taberi, -İbn Teymiyye’nin sıfatlarla alakalı ayetlerin en önemlisi olarak gördüğü- “ayetü’l-kürsi”deki “O’nun -celle celalühü- kürsüsü (ilmi) bütün yerleri ve gökleri kaplayıp kuşatmıştır.”[24] kısmını tefsir ederken İbn Abbas’a -radiyallahu anhuma- isnat ettiği bir rivayette kürsü kelimesinin “ilim” olarak te’vil edildiğini nakletmektedir.[25] Halbuki İbn Teymiyye “kürsü” kelimesini –haşa- Allah Teala’nın üzerinde oturduğu bir mekan olarak anlamaktadır.
“Tercümanü’l-Kur’an” diye şöhret bulan İbn Abbas’ın müteşabihattan olan “kürsü” kelimesini, “ilim” olarak te’vil etmesi, İbn Teymiyye’nin ilk dönem müfessirleri ile alakalı genellemesinin gerçeğe aykırı olduğunu göstermektedir.
Firavun Örneği
Allah Tela’nın “yüce/el-Aliyy”[26] olmasını mekansal olarak semada bulunmak şeklinde anlayan İbn Teymiyye, Kur’an-ı Kerim’de zikredilen Firavun’a ait şu sözü iddiasına delil olarak kullanır: “Firavun dedi ki: ‘Ey Haman! Bana yüksek bir kule yap, belki yollara, göklerin yollarına erişirim de Musa’nın ilahını görürüm(!) Çünkü ben, Onun yalancı olduğuna inanıyorum.’ Böylece Firavun’a yaptığı iş kötü gösterildi ve doğru yoldan saptırıldı.”[27]
İbn Teymiyye’nin ayetten Firavun’un Allah Teala’nın –haşa- göklerde olduğunu Musa –aleyhisselam-dan öğrendiği sonucunu çıkarması gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Çünkü ne ayet ne de hadislerde buna işaret eden bir kanıt vardır. Muhal farz, Musa -aleyhisselam- böyle bir şey söylemiş olsa dahi Onu yalancı olarak gören[28] Firavun’un, Hz. Musa’nın sözüne itimat etmesi düşünülemez. Ayrıca Firavun Musa –aleyhisselam-ın sözüne göre amel etseydi öncelikli olarak Allah Teala’ya iman etmiş olurdu.
Nüzul Hadisi
Allah Teala’nın semada karar kıldığını savunan İbn Teymiyye’nin delil olarak kullandığı “nüzul hadisi” hakkında Buhari Şarihi Ayni şunları söylemektedir: “Bu hadis ile alakalı dört farklı kanaat oluşmuştur. Bir grup, bu hadise dayanarak Allah Teala’ya yön isnat etmiş, Mu’tezile bu bapta rivayet edilen hadisleri inkar etmiş, başka bir grup tahrif sayılabilecek ölçüde te’villerde bulunmuş, meşhur dört mezhep imamının da aralarında yer aldığı cumhur ise hadisi kabul etmekle beraber şerh ederken Cenab-ı Hakk’ı kullara benzemekten tenzih etmiştir.
Ehl-i Sünnet kelamcıları Allah Teala’yı, “yüksek bir yerden daha alçak bir yere intikal etmek”[29] anlamına gelen “nüzul” kelimesinin zahiri anlamıyla ilişkilendirmekten sakınmışlardır. Zira hareket, durmak ve intikal gibi fiiller bir yerden ayrılıp başka bir yerde bulunmak anlamına gelir.[30] İnsanlarda görülen ve bir yerde olunduğu bir anda başka bir yerde olamamayı gerektiren bu durumların Cenab-ı Hakk’a isnat edilmesi Kur’an ve Sünnet’e aykırıdır. Zira ayetler Onun insanlara benzemesini açıkça nefyetmiştir: “Onun benzeri hiçbir şey yoktur.”[31], “Allah Samed’dir.(Her şey Ona muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir.)”[32] Buna göre “nüzul” kelimesine zahir anlamı verildiğinde hadis, Kur’an-ı Kerim’le çelişecektir. Sahih bir hadis için böyle bir durum söz konusu olmayacağına göre “nüzul” kelimesi mecaz anlam çerçevesinde anlaşılmalıdır.
Şarih Ayni, “nüzul” kelimesinin zahir ve mecaz olarak 5 farklı anlamının olduğunu, Kur’an-ı Kerim ve Arap dilinde hepsinin de kullanıldığını ancak hadis bağlamında düşünüldüğünde en uygun anlamın “Allah Teala’nın rahmetini kullarına yöneltmesi”[33] şeklinde olacağını söylemektedir.[34]
Ayrıca hadisin zahir anlamda anlaşılması coğrafi gerçeklerle de çelişmektedir. Çünkü bir bölgede zaman, gecenin son üçte birine ulaştığında başka bir yerde gündüz vaktidir. Bütün yeryüzü için düşünüldüğünde “gecenin son üçte birleri” 24 saati kaplamaktadır. Bu durumda, “istiva” ve “semada bulunma” kelimelerini zahir anlamlarında kabul eden İbn Teymiyye’nin, Allah Teala’ya hangi zamanı tahsis ettiği problemi ortaya çıkmaktadır. Ayet ve hadislerde bir tahsis söz konusu olmadığına göre, bunu yapacak kişi İbn Teymiyye olacaktır. Sınırlı kudrete sahip olan insanın, Allah Teala’yı belli bir zamanla sınırlaması, sınırsız gücün üzerinde tasarruf iddia etmesi anlamına gelecektir. Bu ise, tevhit akidesi açısından bakıldığında tehlikeli bir durumdur.
Mecaz ve Hakikat Telakkisi
İbn Teymiyye, müteşabihatı mecazi anlamlarıyla tefsir eden Ehl-i Sünnet kelamcılarını sert bir üslupla tenkit etmesine rağmen, Kur’an-ı Kerim ve hadislerde adı geçen cennet nimetlerinin tamamını “mecazi” kabul eder.
“Sadece ben yaparsam olur.” anlayışının hakim olduğu bu yaklaşımı daha yakın bir planda anlayabilmek için İbn Teymiyye’nin “mecaz” ile alakalı ifadelerine göz gezdirmek gerekir: “İbn Abbas radiyallahu anhuma ‘Cennette olan nimetlerin dünyada sadece adlarının olduğunu’ söylemektedir. Allah Teala cennette şarap, süt, su, ipek, altın, gümüş ve diğer nimetlerin olacağını haber vermektedir. Bunların, dünyadaki karşılıkları ile bir takım benzerlikleri olmakla beraber büyük farklılıkları da vardır.” Nitekim cennette kendilerine nimet verilenler “Bu tıpkı daha önce dünyada iken bize verilen rızık gibidir” dediklerinde “Bu rızık onlara dünyadakine benzer olarak verilmiştir.”[35] denilecektir. Cennet nimetleri dünyadakilere benzeseler de onların aynıları değillerdir. Tıpkı belli açılardan bazı unsurlar birbirlerini çağrıştırdıkları gibi bazı nimetlerin isimleri de birbirlerine benzemektedirler.”[36]
Sonraki dönem alimleri tarafından kaleme alınan tefsirlere bakıldığında Cenab-ı Hakk’ın zat ve sıfatlarından bahseden ayetlerin mecazi anlamları çerçevesinde anlaşıldıkları görülmektedir. Buna göre “istiva” kelimesine kurulmak, galebe çalmak, güç sahibi olmak, “vech”e zat, “el”e güç, kuvvet, “gelmeye” Allah Teala’nın emrinin gelmesi, “semada/üstte olmaya” derece ve mekan itibariyle yüksekte bulunmak gibi anlamlar verilmiştir.
Mecaz, Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasında o derece önemsenmiştir ki ulema, “Eğer mecaz, Kur’an-ı Kerimden gitmiş olsaydı, Onun güzellik ve i’cazının yarısı da kaybolurdu.” demiştir.[37]
Sıfatlar ve müteşabihatın, zahiri anlamları çerçevesinde anlaşılmalarında ısrar eden İbn Teymiyye, aksi bir anlama usulüne (mecazi) dair ne sahabe ne de tabiundan nakledilen bir rivayet olmadığını, akılla bu işi yapmaya kalkışmanın ise onu, nasslar üzerinde bir otorite olarak kabul etmek anlamına geleceğini söyler.[38]
Müteşabihatı mecazi manada anlamayı aklın nasslar üzerinde hakimiyet kurması olarak algılayan İbn Teymiyye, cennet nimetlerini kıymetlendirme babında İbn Abbas’tan yaptığı rivayeti ise aklıyla Ahiret Hayatı’nın belli bir konusuna tahsis etmekten geri durmaz. Halbuki Allah Teala’nın sıfatları, cennet nimetleri gibi “semiyyat” bahsine dahildirler, dolayısıyla her ikisi de aynı usul çerçevesinde anlaşılmalıdırlar. Ayrıca sahabe, sıfatlar hususunda sessiz kalmış, müteşabihata mecazi mana verilmeyeceğine dair de bir kanaat belirtmemiştir. Onlar müteşabih ayetlerin anlamlarını Allah Teala’ya havale etmişlerdir. İbn Teymiyye gibi müteşabihatı zahir anlamlarında alıp Cenab-ı Hakk’a cihet isnat etme yoluna sapmamışlardır.
Tefvîz Ve Te’vil Sistemi
Selef, “Şari’nin kelamından neyi kastettiğinin kullara gizli olması” anlamına gelen “müteşabihat”ı anlarken iman ve tasdikle yetinmeyi yeterli görmüş, keyfiyeti beyan etmekten uzak durmuştur.[39] Nitekim İmam Malik kendisine “Rahman, Arş’a istiva etmiştir.”[40] ayetindeki “isteva” kelimesinin tefsirini soran kişiye, “İstiva malumdur. Keyfiyeti ise bilinmemektedir. Bu konuda soru sormak bidattır. Zannederim ki sen kötü niyetli bir adamsın.” dedikten sonra çevresindekilere “Onu yanımdan çıkarın”[41] diye emretmiştir. İmam Malik, mücessime meşrebinden olduğunu düşündüğü kişiye “istiva” kelimesinin Arap dilinde hangi anlamlara geldiğinin bilindiğini, fakat Allah Teala’nın ayetten neyi kastettiğinin meçhul olduğunu, bu noktada sorular sormanın ise sapık akidelere bilgi toplama anlamına geleceğini ihsas etmiştir.
İmam Malik örneğinde de görüldüğü gibi selef, müteşabih ayetlerin manalarını Allah Teala’ya havale etmek anlamına gelen “tefvîz” usulünü kullanmıştır.[42] Bunu yaparken ayetlere, insanın uzuv ve hareketlerinin karşılığı olan zahir anlamları vermekten şiddetle kaçınmışlardır. Onlar, yaşadıkları dönemin fikri ve itikadi yapısı gereği müteşabih ayetlerle alakalı derin tefsirlere de girmemişlerdir.
Farklı ideoloji ve meşreplerin ortaya attığı şüpheler karşısında müslümanların müstakim kalabilmeleri için sonraki dönem alimleri sıfatlar ve müteşabihat ile alakalı rivayetleri Arap dili ve edebiyatının müsaade ettiği anlam ve kurallar çerçevesinde “te’vil” ederek murad-ı ilahiyi ortaya çıkarmaya çalışmışlardır. Onların yaşanan fikri tartışmalar ve İslam’a yöneltilen eleştiriler karşısında böyle bir yolu benimsemeleri zorunluluk arz etmiştir.
İmamu’l-Haremeyn, meslekleri her ne kadar farklı görünse de selef ve halef alimlerinin “tefvîz” ve “te’vil” sistemlerinin, Allah Teala’yı tenzih etmeleri ve yaratılmışlara benzetmemeleri itibariyle aynı olduklarını söylemektedir.[43]
“Tefvîz” ve “te’vil” mesleklerinin her ikisini de reddeden, buna mukabil müteşabihatı zahiri anlamları çerçevesinde anlayan İbn Teymiyye, sözde selefe hakikatte ise mücessimeye yakın durmaktadır. Onun, cennet nimetlerini “mecazi”, müteşabihatı ise “zahiri” manalarıyla tefsir etmesi kendi anlayış usulü açısından bakıldığında çelişkilerle doludur. İddiasını desteklemek için kullandığı Kur’ani deliller ise selef tarafından “tefvîz” halef tarafından “te’vil” sistemiyle anlaşılmıştır.
resim8
Teşbihin Tanıkları
İbn Teymiyye’nin, tecsim akidesini zaman zaman konuşmalarına taşıdığı, minber ve kürsülerde savunduğu bilinmektedir. Çağının tanıklarından İbn Battuta, Ebu Hayyan ve İbn Cehbel’in şahadetleri bu noktada önem arz etmektedir.
İbn Battuta’nın seyahat ettiği ülkelerdeki gözlem ve hatıralarını anlattığı “Tuhfetu’n-nuzzar fî ğaraibi’l-emsar” adlı eseri, İbn Teymiyye ve Onun tecsim akidesi ile alakalı ilginç bilgiler vermektedir:
Dımaşk şehrinde çeşitli konularda konuşan fakat aklından zoru olduğu anlaşılan Hanbeli fakihlerinin ileri gelenlerinden Takıyyuddin İbn Teymiyye adında biri vardı. Halka vaaz verir, insanlarda Ona karşı ileri derecede saygı gösterirlerdi.
İbn Teymiyye, yaptığı bir konuşmadan dolayı fakihlerin tepkisini çekmişti. el-Meliku’n-Nasır’ın huzuruna çıkarılıp, kadılar tarafından sorgulandı ve hapse atıldı. Yıllarca hapiste kaldı. Bu müddet içerisinde 40 ciltten oluşan ve adını “el-Bahru’l-muhit” koyduğu bir tefsir kaleme aldı. Annesinin ricası üzerine sultan Onu serbest bıraktı.
İbn Teymiyye, Dımaşk de bulunduğum sırada –önceden- tutuklanmasına sebep olan ifadeleri tekrar etti: Cuma günü cemaat olarak hazır bulunduğum camide, insanlara vaaz ve nasihatta bulunurken minberin merdiveninden bir basamak aşağıya inerek “muhakkak ki Allah Teala benim buradan indiğim gibi dünya semasına inmektedir.” şeklinde bir cümle sarfetti. Maliki fakihi İbn Zehra söylediklerine karşı çıktı. Cemaatte ayağa kalkıp sarığı başından düşünceye kadar ona dayak attı. Neticede bir daha tutuklandı ve hapsedildiği kalede ölünceye kadar tutuklu kaldı.[44]
İbn Teymiyye’yi ta’dil eden biyografi yazarlarının reddettiği bu ifadeyi, farklı vurgularla müfessir Ebu Hayyan “el-Bahru’l-Muhît” ve “en-Nehru’l-mâd” adlı tefsirlerinde nakletmektedir. Ebu Hayyan bir çok yerde Onun tecsimi çağrıştıran ifadelerini tenkit etmektedir. Ne var ki elimizdeki matbu nüshalarda bu tenkitlerin bir çoğundan tek bir harf bulmak mümkün değildir. Çünkü baskı sürecinde her iki eserden de İbn Teymiyye’nin tecsimle alakalı görüşleri çıkartılmıştır. İbn Teymiyye’nin açıkça Allah Tealaya cisim isnat ettiğini söyleyen Zahid Kevseri[45] bu noktada şunları söylemektedir: “Ebu Hayyan, ‘O’nun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır.’[46] ayetini tefsir ederken muasırı olan İbn Teymiyye’nin “Kitabu’l-Arş” adlı -kendi el yazısıyla kaleme aldığı- eserinde şu ifadeleri okuduğunu nakletmektedir: ‘Allah Teala kürsüde oturmaktadır. Yanı başında boşalttığı yerde ise Onunla birlikte Hz. Peygamber oturmaktadır.” Elyazması nüshalarda var olan bu ifadeler kitabın musahhihi tarafından matbu nüshalara alınmamıştır. Musahhih, Kevseri’ye, din düşmanlarının hadiseden nemalanmamaları için böyle bir tercihte bulunduğunu söylemiştir. [47]
Ebu Hayyan “el-Bahru’l-Muhît”in muhtasarı olan “en-Nehru’l-mâd” adlı tefsirinde de İbn Teymiyye’nin tecsimle alakalı görüşlerini tenkit etmektedir. Kitabı tahkik eden Bûran ed-Dannavî ve Hidyan ed-Dannâvî İbn Teymiyye’ye isnat edilen tecsimle alakalı bölümü tefsirden çıkartmışlardır.[48]
İmam es-Sübki (v. 756) “es-Seyfu’s-sakîl fî’r-reddi alâ İbn-i zefîl” adlı eserinde, Ebû Hayyan’ın belli bir dönem kendisinden övgüyle bahsettiği İbn Teymiyye’yi “Kitabu’l-Arş” adlı eserini okuduktan sonra ölünceye kadar lanetlediğini yazmaktadır.[49]
Şafii ulemasından Şihabuddin İbn Cehbel de İbn Teymiyye’nin tecsimle alakalı görüşlerini reddeden bir risale kaleme almıştır.[50] İbn Cehbel eserinin sonunda “İbn Teymiyye’nin sapıklık ve inadının derecelerini açıklamak için tahrif ve fesadından kaynaklanan açıklamalarını bekliyoruz.”[51] demesine rağmen İbn Teymiyye Onun bu meydan okumasına cevap ver(e)memiştir.
Teşbihin Anlamı
Bir varlık için “oturdu-kalktı, indi-çıktı, geldi-gitti” gibi fiilleri kullanmak onu bir cisim olarak kabul etmek anlamına gelmektedir. Çünkü bu fiiller bir halden başka bir hale intikali gerektirmektedirler. Bu durum, varlıkların zât ve fiillerinin hâdis oldukları anlamında da gelir. Zira intikalden önce yoktu, sonra oldu. “Hâdis” olan varlıklar için söz konusu olan bu durumu “yaratılmışlara benzemeyen” Cenab-ı Hakk için geçerli kabul etmek açıkça Onu yarattıklarına benzetmek (teşbih) anlamına gelmektedir. “Vacibu’l-vucud” olan Cenab-ı Hakk, hâdis olan varlıklar için geçerli olan bu sıfatlardan münezzehtir. Çünkü varlık itibariyle farklılık arz eden şeylerin sıfatları da farklılık arz etmektedir. Nitekim “alim” ve “cahil” sıfatları insanlar için geçerli iken farklı bir varlık olan “taş” için geçerli değildir. Taş için “alim” ya da “cahil” denmez. Çünkü taşın kabiliyeti bu sıfatları kabul etmez. Aynı şekilde eve “işiten” ya da “sağır”, yeryüzüne “konuşan” ya da “dilsiz”, semaya da “evli” ya da “dul” denmez.
İbn Teymiyye’nin iddia ettiği gibi, Allah Teala “arş” ya da “sema” da gerçekten duruyorsa bu durumda, “bu ikisini yaratmadan önce nerede ikamet ediyordu?!” problemi ortaya çıkmaktadır. Bu problem ise beraberinde hâdis varlıkların özelliği olan “intikal” sorununu getirecektir.
Ayrıca Cenab-ı Hakk’ın sema ile münasebetinden bahseden ayetler, Onun mekansal olarak her şeyin üzerinde olduğu anlamında anlaşılırsa bu durumda verilen manalar, “Halbuki O Allah göklerde ve yerdedir.”[52] ayeti ile çelişecektir. Çünkü yer, göklerin altındadır. Bu durumda mekansal üstünlük ortadan kalkacaktır. O’nun her iki yerde de bulunması kabul edilirse, “üst”e “üst” “alt”a da “alt” denmesinin bir anlamı kalmayacaktır. Çünkü üst, alta, altta üste nisbetle bu isimleri almıştır.
Sonuç
İslam düşünce tarihinde hakkında en çok söz söylenen isimlerden birisi olan Harranlı İbn Teymiyye, Eşariler başta olmak üzere Ehl-i Sünnet hassasiyetine sahip kelamcılara sert eleştireler de bulunmuş, ulemanın hazır bulunduğu muhakemelerde sorgulanıp teşbih akidesinden ve icmaya aykırı fetvalarından dolayı defaatle cezalandırılmıştır.
Müteşabihatı tefsir ederken ayetlere zahiri anlamlarını veren, semada yerleşme, bir yere oturma, hareket etme gibi insanlara ait fiilleri Allah Teala’ya isnat eden İbn Teymiyye, Sünnet ve Cemaat Akidesini benimseyen alimler tarafından tenkit edilmiş, görüşleri hakkında çok sayıda reddiye kaleme alınmıştır.
Geçmişte Takıyyudin es-Subki, İbn Cehbel, İbn Hacer el-Heytemi, İmam Şa’rani, yakın dönemde Zahid Kevseri, Yusuf en-Nebhani, günümüzde ise Muhammed Ebu Zehre ve Said Ramazan el-Buti gibi muhakkik alimler tarafından tenkit edilen İbn Teymiyye, uzun bir aradan sonra Muhammed b. Abdulvahhab’ın faliyetleri ile tekrar ön plana çıkmış, günümüzde ise selefiyye adı altında İslam coğrafyasında etkin bir konuma gelmiştir.
Muhakkak ki her şeyin en doğrusunu bilen Allah Teala’dır.
Dipnotlar:
[1] Kur’an, Bakara(2): 255.
[2] Kur’an, İhlas(112): 1-4.
[3] Ebu’l-Abbas Takiyyuddin b. Abdilhalim İbn Teymiyye, er-Risaletü’t-Tedmüriyye, Kahire, 1954, s. 7.
[4] İbn Teymiyye, et-Tedmüriyye, s. 7.
[5] İbn Teymiyye, el-Akidetu’l-Hameviyyetü’l-Kübra, Kahire, 1952, s. 249.
[12] İbn Teymiyye, Mecmu’u’l-Fetava, Beyrut, ty., V, 416.
[13] İbn Teymiyye, el-Akidetu’l-Hameviyyetü’l-Kübra, 419.
[14] İbn Teymiyye, et-Tefsiru’l-Kebir, Beyrut, ty., I, 270.
[15] Kur’an, Zümer(39): 67.
[16] İbn Teymiyye, el-Fetava’l-Kübra, Beyrut, 2002, VI, 656.
[17] Saib Abdulhamid, İbn Teymiyye Hayatuhu ve Akaiduhu, Beyrut, ty., s. 120.
[18] İbn Teymiyye, el-Fetava’l-Kübra, VI, 647.
[19] İbn Teymiyye, el-Fetava’l-Kübra, VI, 655.
[20] Kur’an, Sad, (38): 75.
[21] Muhammed b. Abdilkerim eş-Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal, Beyrut, 1992, I, 92.
[22] Abdulhamid, a.g.e., s. 121.
[23] İbn Teymiyye’ye Kur’an ve Sünnet’e uygun tefsirlerin hangileri olduğu sorulduğunda “sağlam rivayet zinciriyle selefin sözlerini nakleden, içerisinde bidat olmayan Mukatil b. Bekir ve Kelbi gibi itham edilen şahısların rivayetlerine de yer vermeyen, en sahih tefsir İbn Cerir et-Taberi’nin ‘Camiu’l-Beyan fi Te’vili’l-Kur’an’ adlı esiridir.” Demektedir. Bkz. İbn Teymiyye, Mukaddime fi Usuli’t-Tefsir, Beyrut, 1997, s. 110.
[24] Kur’an, Bakara(2): 255.
[25] Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Camiu’l-Beyan fi Te’vili’l-Kur’an, Beyrut, 2005, III, 11.
[26] Kur’an, Bakara(2): 255.
[27] Kur’an, Mü’min(40): 36-37.
[28] Kur’an, Mü’min(40): 37.
[29] Muhammed b. Ömer ez-Zemahşeri, Esasü’l-Belağa, Beyrut, 1998, s. 822.
[30] Bedruddin Ahmed el-Ayni, Umdetü’l-Kari, Beyrut, Beyrut, 2001, VII, 291.
[31] Kur’an, Şura(42): 11.
[32] Kur’an, İhlas(112): 2.
[33] Ayni, a.g.e., VII, 291.
[34] Nüzul kelimesinin anlamları: “Gökten tertemiz bir su indirdik.” (Kur’an, Furkan(25): 48) ayetinde intikal, “Onu Cebrail indirmiştir.” (Kur’an, Şuara(26): 193) ayetinde bildirmek, “Allah’ın indirdiğinin benzerini ben de indireceğim.” (Kur’an, En’am(6): 93) ayetinde söz söylemek, “falanca üstün ahlakla dünyasına yöneldi.” ifadesinde bir şeye yönelmek/yöneltmek, “falanca oğulları başımıza geçinceye kadar hayır ve adalet üzere idik.” cümlesinde idare etmek anlamında kullanılmaktadır. Dilciler tarafında bilinen bu anlamlar içerisinde Cenab-ı Hakk’ın zat ve sıfatlarına en uygun olanı “rahmetini kullarına yöneltmesidir.” Bkz. Ayni, a.g.e., VII, 291.
[35] Kur’an, Bakara(2): 25.
[36] İbn Teymiyye, el-İklil fi’l-Müteşabih ve’t-Te’vil, Kahire, 1367, s. 12.
[37] Halit Abdurrahman el-Ak, Usulu’t-tefsir ve Kavaiduhu, Beyrut, 2003, s. 287.
[38] Muhammed Ebu Zehre, İbn-u Teymiyye, Kahire, 2000, s. 218.
[39] İmam Malik’in sözü için bkz. Ebubekir Ahmed b. Huseyn el-Beyhaki, Kitabu’l-Esma-i ve’s-Sıfat, (ta’lik. ve tahk. Muhammed Zahid Kevseri), Kahire, t.y., s. 298.
[40] Kur’an, Taha(20): 5.
[41] Muhammed Abdulazim ez-Zürkani, Menahilu’l-İrfan, Beyrut, 2001, II, 231.
[42] Bu yüzden onlara “mufevvida” denir.
[43] Kevseri, el-Esma ve’s-Sıfat, (d. not: 1), s. 377.
[44] Muhammed b. Abdillah b. Muhammed İbn Battuta, Tuhfetu’n-Nuzzar fî Ğaraibi’l-Emsar (Rıhlet-u İbn Battuta), Beyrut, 2004, s. 88.
[45] Kevseri, el-Esma ve’s-Sıfat, (d. not: 2), s. 286.
[46] Kur’an, Bakara(2): 255.
[47] Muhammed Zahid el-Kevseri, es-Seyfu’s-Sakîl fî’r-Rreddi alâ İbn-i Zefîl, (el-Akidet-u ve ilm’l-kelam min a’mali’l-imam Muhammed Zahid el-Kevseri içerisinde), (d. not: 1), Beyrut, 2004.
[48] Bkz. Abdulhamid, a.g.e., (d. not: 1), s. 125.
[49] Takıyyuddin es-Sübki, a.g.e., s. 477-478.
[50] Bkz. Tacüddin Abdulvahhab b. Ali es-Subki, Tabakatu’ş-Şafiiyyeti’l-Kübra, t.y., IX, 35-91.
[51] Tacüddin es-Sübki, a.g.e., IX, 91.
[52] Kur’an, En’am(60): 3.
İbn Teymiyye'nin İlim Adamı Kimliği ve Güvebilirliği - İbn Arabi Müdafaası -Geri
Alim, “alamet” ve “alem” kelimeleri ile aynı kökten türemiştir. Alamet insanlara çöllerde yönlerini gösteren işaret, iki araziyi birbirinden ayıran gösterge; alem ise dağ ve bayrak gibi anlamlara gelir.[1] Alim, alamet/gösterge gibi insanlara yönlerini gösterir, helal ve haram sisteminin sınırlarını çizer, bayrak gibi de durulması gereken yeri işaret eder. Dağ anlamına gelen alem kelimesi teşbih yoluyla alimler için de kullanılır. Nasıl alem/dağ yeryüzünün hareket ve temayülüne engel oluyorsa ümmetin arasında ki alimler de onların sapma ve inatlarına mani olurlar.[2]
resim14İnsanların hedeflerine ulaşabilmeleri için alemlerin ne anlam ifade ettiklerini bilmeleri gerekir. Aksi bir durum yönlerini kaybetmelerine, yakınlaştıklarını zannettikleri anda uzaklaşmalarına yol açabilir. Onlara rehberlik eden alimlerin bilinirlikleri de en az alemler kadar önemlidir. Zira Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve selem) kötü niyetli alimlerin insanları saptıracaklarını ifade etmektedir. Bu yüzden usul-ü fetva kitaplarında bir alimin fetvası ile amel etmenin şartları sayılırken kimlik bilgilerinin bilinmesi de zikredilmektedir. Nitekim adı meşhur olmasına rağmen biyografisi meçhul kalan “Molla Miskin”in fetvalarıyla amel edilmemiştir.
Alim, sözleriyle olduğu kadar ameliyle de insanlara rehberlik etmelidir. Onu filozof ya da ideologtan ayıran temel özellik söylediklerini yaşamasıdır. Kendine mübah gördüğünü başkasına mübah, kendi için helal addettiğini başkası için de helal kabul eder.
Alim, ilmi ilahi bir emanet olarak telakki eder. Batıl tevillerden uzak durur. İnsanların yanlış bilgilendirilmeleri söz konusu olduğunda azimetle amel ederek sahih bilginin tahrif edilmesine engel olur.
Alimin ilme sadık kalmasının farklı tezahürleri vardır. En belirgin olanları ise bildikleri ile amel etmesi, tahriften uzak durması, yanlış olduğuna inandığı meseleleri tashihi ve ihlal edilen bir hakkı müdafaa etmesidir.
İslam tarihinde alimler arasında akdedilen münazaralara ve karşılıklı kaleme alınan reddiyelere bakıldığında ilme sadakatin tezahürleri belirgin bir şekilde hissedilir. Onlar muhataplarının neyi, nasıl, niçin ve hangi şartlar altında söylediklerini önemsemiş ve tenkit ettikleri şahısların ifadelerini sözün söylendiği bağlamı esas alarak değerlendirmişlerdir. Farklı bir meşrebe müntesip olsa dahi muhatabının söz ya da metnini değiştirmeden nakletmeye özen göstermişlerdir.
İlim esas itibariyle “mevhibe-i rahmani” olduğundan büyük alimler basit kabul edilebilecek meseleleri bazen bilemeyebilirler. Bu durumda kitaplara sehven yanlış bilgiler derc edilmişse tenkit ve münazaralar “zuhul” ya da “sebk-ı kalem” olan bu tür ifadelerin ayıklanmasına imkan verir. Bu yüzdendir ki ilmi geleneğimiz münazaraları hakikatin ortaya çıkmasına fırsat hazırlayan sebepler olarak değerlendirmiştir.
Her asırdaki birkaç tenkit ve münazara istisna edilirse bu tür ameliyeler ilim dünyası için müsbet neticelerle sonuçlanmıştır. İstisnalara gelince, bunların bir kısmı zındıklara diğer bir kısmı ise müslüman alimlere aittir. İslam tarihinde meydana gelen fikri ya da içtimai krizlerin oluşum safhalarında etkin olarak yer alan zındıklar müslüman kimliği altında özellikle nüfuz sahibi alimlerin metinlerini tahrif etmiş sonrada onlar üzerine tekfir içerikli reddiyeler yaz(dır)mışlardır. Böyle bir usul benimsemelerinin arka planında, insanları onların adlarıyla sapıklığa sürüklemek ve sevenlerinin zihinlerinde şüpheler uyandırmak vardır. Nitekim Ahmed b. Hanbel ölüm hastalığında iken yastığının altına hileyle sapık akidevi görüşleri ihtiva eden bir metin koymuşlardır. Eğer yetişmiş talebeleri Onun sağlam akidesini bilmemiş olsalardı yastık altında buldukları metinle pekala yanlış bir yol benimseyip günaha saplanabilirlerdi. Aynı şekilde Mecduddin Fîruzâbâdi adına Ebu Hanife’yi ret ve tekfir eden bir kitap uydurup Ebu Bekir el-Hayyad’a sunmuşlardır. Eseri mutalaa eden el-Hayyad Şeyh Mecduddin Fîruzâbâdi’yi yeren bir açıklama kaleme alıp Ona göndermiştir. Fîruzâbâdi, el-Hayyad’a şunları söylemiştir: “Eğer bu kitap seni günaha sürükleyecekse hiç bekleme onu yak. Zira o düşmanlara ait olan bir iftiradır. Ben Ebu Hanife’nin büyüklüğünü takdir edenlerden biri olduğum gibi O’nu anlatan bir ciltlik eser de telif ettim.” Zındıklar İmam Gazali’nin “İhya”sına da bazı meseleler eklemişlerdir. Bu yüzdendir ki Kadı Iyaz elde ettiği bir İhya nüshasının yakılmasını emretmiştir. İmam Şa’rani “el-Bahru’l-Mevrud” adlı kitabının benzer bir kaderi paylaştığını söylemektedir.[3]
Zındıklar tarafından eserleri üzerinde en fazla tahrifat yapılan müelliflerin başında İbn Arabi gelmektedir. Fütuhat-ı Mekkiyye ve Fususu’l-Hikem başta olmak üzere bir çok eserine zındıklar tarafından ilaveler yapılmıştır. Konu ile alakalı İmam Şa’rani şöyle bir hadise nakletmektedir. Yahya b. Muhammed el-Mağribi ile karşılaşınca Ona “Fütuhat”taki Ehl-i Sünnet akidesine uymayan bazı konuları sordum. El-Mağribi İbn Arabi’nin Konya’da kendi el yazısı ile kaleme aldığı metinle karşılaştırdığı bir nüshayı çıkardı; Fütuhat’ı ihtisar ederken gördüğüm ve tereddüt edip metinden çıkardığım yanlış fikirlerin hiç birisi el-Mağribi’nin nüshasında yoktu.[4]
İbn Arabi üzerine yapılan tenkitlerin bir çoğu ya tahkik edilmeyen bu tür nüshalar esas alınarak kaleme alınmış ya da tasavvuf karşıtlarının hezeyanları doğrultusunda telif edilmiştir. Her iki usul de alim kelimesini gerçek anlam örgüsünden uzaklaştırmaktadır.
Bu makalede bir çok muasır alim tarafından “imam” kabul edilen ve mezhepler arası icmaya aykırı konularda görüşleri tercih edilen İbn Teymiyye’nin, İbn Arabi tenkidinde benimsediği yaklaşımı ve “alim” kelimesine liyakat derecesini tahlil edeceğiz. Makale İbn Teymiyye’nin İbn Arabi’yi tenkit ederken en fazla tekrar ettiği üç konu üzerinde yoğunlaşacaktır.
Hatemü’l-evliya
İddia
İbn Teymiyye eserlerinde hatemü’l-evliya (velilerin sonuncusu)-hatemü’l-enbiya (nebilerin sonuncusu) bahsini işlerken şunları söylemektedir: Hatalı bir topluluk son nebinin diğer bütün nebilerden daha üstün olduğuna bakarak son velinin de bütün velilerden üstün olduğunu iddia etmektedir. İslam’ın erken asırlarında kullanılmayan “son veli” kavramı ilk defa Muhammed b. Ali el-Hakim et-Tirmizi tarafından telaffuz edilmiştir. Daha sonra bir gurup sufi Allah Teala’yı bilme noktasında son velinin son peygamberden daha üstün olduğunu iddia etmiştir. Şeriat’a, akla, bütün nebi ve velilere muhalefet eden bu iddiayı İbn Arabi “Fütuhat” ve “Fusus”ta savunmuştur.[5]
Bu anlayışı benimseyen insanların küfrü, Yahudi ve Hristiyanların hatta Arap müşriklerin küfründen daha ileri derecedir.[6]
Gerçek
“Hatemü’l-evliya”yı “hatemü’l-enbiya”dan daha üstün görmekle itham edilen İbn Arabi, atıfta bulunulan eseri Fütuhat’ta nebi ve veli kavramları ile alakalı şunları söylemektedir: Allah Teala her cinsten bir çeşidi, her çeşitten de bir şahsı seçmiştir. Buna göre insanlar arasından müminleri, müminlerden evliyaları, evliyalardan enbiyaları, enbiyalardan da resulleri seçmiş sonrada onların bir kısmını diğerlerinden daha üstün kılmıştır.[7]
İbn Arabi’ye ait olan bu ifadeler açıkça Peygamberlerin velilerden üstün olduklarını belirtmektedir.
İbn Arabi velilerin yetersiz, peygamberlerin ise kamil insanlar olduklarını anlatırken şöyle demektedir: “Sufiler haber verdikleri makam ve halleri bizzat yaşamayı şart koşarlar. Bu noktada ne bizim, ne dışımızdakilerin, ne de peygamber olmayan kişilerin bir tecrübesi vardır. Ulaşmadığımız bir makam ya da tecrübe etmediğimiz bir hal hakkında ne ben ne de benim dışımda Allah Teala’nın kendilerine şeriat verdiği peygamberlerden başka birisi konuşabilir. Bu hususta konuşmak haramdır.[8]
Fütuhat’ın ilgili bölümlerinde sürekli peygamberlerin üstünlüklerine vurgu yapan İbn Arabi bir başka yerde şöyle der: “Bir gün, içerisinde sufilerin de yer aldığı bir mecliste hazır bulundum. Birbirlerine ‘Musa –aleyhisselam- hangi makamda Rabbini görmeyi istemişti.’ diye soruyorlardı. Birisi şevk makamında iken görmeyi istediğini söyledi. Onların bu tür konuşmaları üzerine şöyle dedim: ‘Böyle yapmayın! Yolun aslı şudur; velilerin ulaştıkları en son nokta nebilerin başlangıç noktalarıdır. Veli, şeriat sahibi peygamberlerin hallerinden hiç birisini yaşamamıştır. Bu yüzden biz ancak yaşadıklarımızı anlatabiliriz. Resul ve nebi değiliz dolayısıyla Musa aleyhisselamın hangi makamda iken Allah Teala’yı görmek istediğini bilemeyiz.’”[9]
İbn Arabi, İbn Teymiyye tarafından atıfta bulunulan eseri Fütuhat’ta peygamberlerin insanlık aleminin en üstün varlıkları olduklarını, velayet makamının en son basamağının nübüvvet makamına başlangıç olabileceğini, yalnız peygamberlere malum olacak konularda velilerin sükut etmeleri gerektiğini söylemektedir. Bu durumda İbn Teymiyye’ye ait olan “İbn Arabi son velinin son peygamberden üstün olduğunu söylemektedir.” İddiası iftira olmaktan öte hiçbir anlam ifade etmemektedir.
Övgü-Tenkit
İddia
İbn Teymiyye bir kısım insanlara şeytan ve cinlerin geldiklerini, onların ise bu gelenleri melek zannedip sözlerine itibar ettiklerini söylemektedir. Bu tür insanlara ulaşan bilginin kaynak değeri ile alakalı şu ayeti delil olarak kullanır: “Şeytanlar kendi dostlarına sizinle mücadele etmeleri için mutlaka fısıldarlar.”[10]
İbn Teymiyye, İbn Arabi’nin şeytanın kendisine fısıldadığı ruhlardan olduğunu bu yüzden peygamberlere muhalefet ettiğini iddia etmektedir. Fütuhat ve Fusus başta olmak üzere İbn Arabi’nin bütün eserlerini ilhadi görüşlerin mahşeri olarak niteleyen İbn Teymiyye iddiasını şu ifadelerle teyit etmeye çalışır: “İbn Arabi, Nuh ve Hud aleyhimasselamın kavimleri ile Firavun ve diğer kafirleri övmekte[11] buna mukabil Nuh, İbrahim, Musa, Harun ve diğer rasullere ise isyan etmektedir. Yine Cüneyd b. Muhammed, Sehl b. Abdillah et-Tüsteri gibi müslümanlar arasında saygınlıkları ile bilinen meşayıhı yermekte, Hallac gibi yerilenleri övmektedir.[12]
İbn Teymiyye, İbn Arabi’nin gerçekte peygamberlik iddiasında bulunmak istediğini fakat bunun imkansız olduğunu fark edince son veli olarak ortaya çıktığını iddia etmektedir. Ona göre İbn Arabi, son velinin Allah Teala’yı bilme noktasında son nebiden daha üstün olduğunu savunmaktadır. Çünkü son veli bilgiyi peygambere vahiy getiren meleğin aldığı yerden almaktadır.[13]
Gerçek
İbn Arabi’nin eserlerine bakıldığında söz konusu iddiaların tam aksini söylediği görülmektedir:
İbn Teymiyye İbn Arabi’ye gelen ilhamları şeytanın dostlarına yaptığı fısıldamalara benzetmektedir. Gerçekte ise ilham kalpte oluşan ve kişiyi amel etmeye sevkeden bir çeşit bilgidir. İlhamın meşruiyeti ise Kur’an ve Sünnet’le sabittir. Buna rağmen İbn Teymiyye bir müslümanın kalbinde oluşan bilgiyi tereddütsüz şeytanın ilkasıyla eşdeğer görmektedir. Bu bakış açısının temelinde bütünüyle “ilham” realitesini reddetmek varsa meşruiyeti Kur’an-ı Kerim’le sabit olan bir olguyu inkar etmek imani açıdan ciddi bir problemdir.
İbn Arabi’nin Firavun ve benzeri kafirleri övdüğü iddiası gerçeklere aykırıdır. Zira O el-Fütuhat’ın 62. babında Fravun’un akibetiyle alakalı şöyle demektedir: “Fravun ebediyen cehennemde kalacak ateş ehlindendir.” İbn Arabi’nin el-Fütuhat’ı vefatından üç yıl önce kaleme aldığı yani son eserlerinden olduğu düşünüldüğünde[14] Onun, hayatının ilk yıllarında olduğu gibi son dönemlerinde de Firavun’un kafir olarak öldüğünü ikrar ettiği kesinleşmiş olur.
İbn Arabi’nin peygamberleri tenkit ettiği ifadesinin de doğruluk payı yoktur. Zira İbn Teymiyye’nin atıfta bulunduğu el-Fütuhat’ta İbn Arabi Resulleri övmekte, onları anarken saygılı bir dil kullanmayı tenbih etmektedir: “Vaizler Allah Teala’dan korkmalı, ondan haya etmeli ve ne söylediğini bilmelidirler. Vaazda felaketlerden uzak durmalıdırlar. Melekler, peygamberlerle alakalı kıssaları bildiklerinden Allah Teala ve onlar hakkında uygunsuz ifadeler işitince rahatsız olurlar. Nitekim Allah Resulü sallallahu aleyhi ve selem, bir kul yalan konuştuğunda meleğin gelen pis kokudan dolayı o kişiden otuz mil kadar uzaklaştığını haber vermektedir.
Meclisinde meleklerin hazır bulunduğunu bilen vaiz, doğru bilgiyi araştırmalı ve Allah Teala’nın övgüsüne nail olan peygamberler hakkında tarihçilerinin Yahudilerden naklettikleri meselelere iltifat etmemelidir. Müfessirler şöyle-böyle dedi diyerek de bu ifadeleri Kur’an-ı Kerim’in tefsirinde kullanmamalıdır.
Hz. Yusuf ve Davud’un kıssalarını tefsir ederken “Allah’ın eli bağlıdır.”[15] diyerek Cenab-ı Hakk’a iftira eden Yahudilerden yapılan asılsız rivayetleri ve Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem hakkındaki fasit tevilleri tercih etmemelidir. Şayet meclisinde bu tür ifadeleri söylerse melekler ondan nefret eder ve uzaklaşırlar.
Yahudilerin peygamberler hakkındaki iftiralarını tekrar eden kişileri cehalet istila ettiğinden Allah Teala’nın değil de Yahudilerin sözlerini nakletmektedirler. Vaizler her şeyden önce peygamberlerin saygınlığını korumalı ve Allah Teala’ya iftirada bulunmaktan haya etmelidirler.[16]
Yukarıdaki satırlar İbn Arabi’nin peygamberlerin hukukuna ne derece önem verdiğini gözler önüne sermektedir. Onun ifadeleri İbn Teymiyye’nin iddialarından hem lafız hem de mana olarak uzaktır. Bu durumda Onu Firavun’u öven buna mukabil peygamberleri yeren bir müellif olarak takdim etmek apaçık gerçekleri tahrif etmektir.
Müslümanlar katında saygın bir yere sahip olan Cüneyd ve Sehl b. Abdillah et-Tüsteri gibi selef alimlerini yerdiği iddiasına gelince bu da doğru değildir. Zira İbn Arabi’nin eserleri bunun zıddı beyanlarla doludur. O, bu iki zatın adının geçtiği her yerde onları övmektedir. Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellemin hallerini ve ilminde mevcut olan sırları muhafaza eden alimleri anlatırken Ali b. Ebi Talib, İbn Abbas, Selman gibi sahabilerden sonra Şeyban-ı er-Rai gibi mutasavvıfları sayar ardından da Cüneyd ve et-Tüsteri’nin adını zikreder. İbn Arabi’ye göre Cüneyd ve et-Tüsteri, sahabe kuşağında Hz. Ali ve İbn Abbas gibi alim sahabilerle temsil edilen Allah Resulü’nün halini koruma, ledünni ilme ve ilahi sırra muhatap olma özelliğini devam ettiren büyük şahsiyetlerdendir.[17]
İbn Arabi, Cüneyd ve et-Tüsteri’yi Hz. Ali gibi büyük sahabilerin takipçileri olarak görür. Bu, bir müslüman için büyük bir övgüdür. İbn Arabi telif ettiği diğer eserlerinde de Cüneyd ve et-Tüsteri’nin adını hep hayırla yad eder.
Hallac-ı Mansur (v. 309/922) meselesine gelince, İbn Arabi, İbn Teymiyye’nin iddia ettiği gibi Onu övmemiştir. Bilakis Hallac hakkında tevakkufta bulunmuş, durumunu Allah Teala’ya havale etmiştir. Ayrıca Onun ilmi meselelerde sözü delil kabul edilecek birisi olmadığını da söylemiştir.[18] Bu yaklaşımda ne övgü ne de eleştiri vardır. Kaldı ki Hallac kendi devrinden sonra gelen bir çok alim tarafından müdafaa edilmiş Gazali, Razi, Kemalpaşazade gibi muhakkık alimler Onun masum olduğunu belirtmişlerdir.
Vahdet-i Vucud
İddia
resim15İbn Teymiyye’nin İbn Arabi’yi tenkit ederken adeta bir slogan gibi sürekli tekrar ettiği bir konu var ki o da, vahdet-i vucut meselesidir. Israrla İbn Arabi’nin “sonradan olan bir şeyin mevcudiyetinin Allah Tela’nın varlığının aynısı olduğunu”[19] söylediğini iddia etmektedir. İbn Arabi düşüncesini benimseyen Müslümanları, “sapık olmalarına rağmen” Mutezile müntesiplerinden daha hayırsız gören İbn Teymiyye onları “Kur’an’ı Kerim’i şirk kendi sözlerini ise tevhit”[20] kabul eden mülhitler olarak niteler.
İbn Teymiyye “Mecmuu’l-Fetava” başta olmak üzere hemen her eserinde İbn Arabi’nin Allah Teala’yı mevcudatın aynısı kabul ettiği ve ondan başka varlık tanımadığını iddia etmektedir.
İbn Arabi’ye isnat ettiği “Ondan başka varlık yoktur.” görüşünü açıklarken şunları söyler. O, bu ifadeyi Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem’in “sözlerin en doğrusu şair Lebid b. Rebia’nın ‘Dikkat edin Allah Teala’dan başka her şey batıldır/yok olacaktır.” şiirinde ve “Onun zatından başka her şey yok olacaktır.”[21] ayetinde olduğu gibi eşyanın varlık ve idaresinin Allah Teala’nın emriyle olduğu anlamında kullanmamıştır. Eğer İbn Arabi ve müntesipleri bu manayı kasdetmiş olsalardı bu doğru bir anlama (eş-şuhudu’s-sahih) olurdu. Fakat onlar Allah Teala’nın mevcudatın aynısı olduğunu iddia etmektedirler. Bu ise küfürdür.[22]
Gerçek
İbn Teymiyye’nin İbn Arabi hakkında söylediği ifadeler hata ve intihallerle doludur. Nitekim İbn Arabi kendisine isnat edilen “sonradan olan bir şeyin mevcudiyetinin Allah Tela’nın varlığının aynısı olduğu” iddiasının tam aksini söylemektedir: “Alem’in Allah Teala’nın dışındaki şeylerden ibaret olduğunu” bildiren İbn Arabi, varlıklara ait hakikatlerin değişmesinin de imkansız olduğuna vurguda bulunur. Buna göre “kul, kul, Rabb, Rabb, Hakk, Hakk, yaratılmış da yaratılmış olarak kalır.”[23] Yani insanın Allah Teala ile birleşmesi ya da beşeriyetten uluhiyete dönüşmesi imkansızdır.
Yine Fütuhat’ta “hiçbir surette yaratılmışla yaratıcının birleşemeyeceğini, kulun kul Rabb’ın da Rabb olarak kalacağını” belirtmektedir.[24]
Burada ilginç olan bir başka husus İbn Teymiyye’nin İbn Arabi’de olduğunu iddia ettiği düşünceyi çürütürken kullandığı delillerin tamamının İbn Arabi’ye ait olmasıdır. O sadece İbn Arabi’ye ait olan metinde geçen ayet ve hadisin yerini değiştirmiştir. Konuyla alakalı İbn Arabi’nin metni şu şekildedir:
“Âlem, Allah Teala dışındaki şeylerden ibarettir. Var olsun ya da olmasın varlığı mümkün olan her şey, tabiatı itibariyle vacibu’l-vucut olan Allah Teala’yı bilmenin alametidir. Zira âlemin hakikati onun yok olacak bir araz olduğunu göstermektedir. Nitekim “Onun zatından başka her şey yok olacaktır.”[25] ayeti ile Allah Resulü sallallahu aleyhi ve sellem’in “Arabın söylediği en doğru şiir şair Lebid’in ‘Dikkat edin Allah Teala’dan başka her şey batıldır.” hadisi de âlemin yok olacağı gerçeğini belirtmektedir.”[26]
İbn Teymiyye İbn Arabi’nin metnindeki ayet ve hadisin yerini değiştirmek bir de vakıayı “eş-şuhudu’s-sahih” olarak isimlendirmekten başka bir şey yapmamıştır. Bu durum açıkça göstermektedir ki İbn Teymiyye İbn Arabi’nin konuyla alakalı metnini okumuş, Onun ifadelerini kendine mal ederek Ona söylemediği hezeyanları isnat etmiştir.
Sonuç
İbn Teymiyye’nin akide açısından problemli gördüğü ve bu yüzden orantısız bir şekilde tenkit ve tekfir ettiği İbn Arabi’nin metinleri ile Onun iddiaları arasında yaptığımız bu küçük mukayese göstermektedir ki İbn Teymiyye’nin tenkitleri gerçeği yansıtmamaktadır. Bu durumda üç ihtimal ortaya çıkmaktadır; ya İbn Teymiyye okuduğunu anlayamamakta ya İbn Arabi düşmanlarının iftiralarını tahkik etmeden alıp-kullanmakta ya da Onun eserlerini okumasına rağmen ifadelerini çarpıtmaktadır.
Bu üç ihtimalden sadece birisinin gerçek kabul edilmesi dahi, İbn Teymiyye’nin ilim adamı kimliğini yaralamakta ve güvenilirliğini ortadan kaldırmaktadır.
İhtimaller tek tek tahlil edildiğinde şunlar söylenebilir: İbn Teymiyye’nin yetiştiği ortama ve verdiği eserlere bakıldığında okuduğunu anlamamasını farz etmek düşük bir ihtimaldir. İbn Arabi’nin eserlerini tahkik etmeden tenkit etmesine gelince, Şeyh-i Ekber’den her söz edişinde yukarıda tahlil edilen üç ana konuyu aynı ifadelerle sloganvari tekrar etmesi bu ihtimali güçlendirmektedir. Okuduğu metinleri önce tahrif edip sonra muharref hallerini tenkit etmesine gelince bu, ihtimalden öte bir realitedir. Çünkü İbn Teymiyye “mülhit” olarak markaladığı insanları maşer-i vicdanda mahkum edebilmek için her türlü yolu kullanmayı –adeta- meşru kabul etmektedir. İbn Arabi metinlerini tahrif edip sonra tenkit etmesinde bu kabulün etkisi inkar edilemez.
Benimsediği usul ve hadiselere yaklaşım tarzı itibariyle bakıldığında İbn Teymiyye’nin seleficiliği ile ulemanın usul ve üslubu arasında tevhit kabul etmez farklar vardır. Bu durumda Onun için insanlara doğru bilgiyi aktaran bir bilgi kaynağı, sapmalarına mani olan bir yol gösterici gibi anlamlara gelen alim ünvanını kullanmak güç bir hal almaktadır. Zira O doğrudan ziyade yanlış bilgiye kaynaklık yapmaktadır.
İbn Teymiyye ile başlayan anlayışın müntesipleri, geçtiğimiz yüzyılda “hareket” çapında temsil imkanına ulaşmış, günümüzde ise Sünnet ve Cemaat akidesine sahip alimleri şirk ve küfürle itham eder bir işleve kavuşmuşlardır. Yeni selefiler olarak adlandırılabilecek bu grup İbn Teymiyye gibi tahkik edilmeyen bilgilerle kendileri dışındaki her alimi bidat, şirk ve küfürle itham etmektedir.
“Ehl-i Sünnet” akidesine sahip alimleri “ehl-i zeyğ” olarak tanıtan grup, insanların doğru bilginin kaynağına ulaşmalarına engel olmaktadır. Günümüz akademisyenlerinin zihinlerinde oluşan istifhamların önemli bir bölümü söz konusu grubun bilgi tahrifatı ile yakından ilişkilidir.
Modern dünyada yeni bir İslami Duruş belirleme gayreti içerisinde olan selefi ve modernistlerin İbn Teymiyye’yi müslümanlar için yol gösterici addetmeleri ya da İslam toplumunun yüzyüze olduğu çağdaş sorunların giderilmesinde referans kabul etmeleri, çözüm bekleyen sorunlara yenilerini eklemekten başka bir anlam ifade etmeyecektir.
Her şeyin en doğrusunu Allah Teala bilir.
Dipnotlar:
[1] Muhibbuddin Seyyid Muhammed Murtaza ez-Zebidi, Tacu’l-Arus min Cevahiri’l-Kamus, Beyrut, 1994, XVII, 498.
[2] Bedruddin el-Ayni, el-Binaye Şerhu’l-Hidaye, Beyrut, 2000, I, 113.
[3] Abdulvahhab b. Ahmed eş-Şa’rani, el-Yavakıt ve’l-Cevahir, Beyrut, 2003, s. 16.
[4] Bkz. eş-Şa’rani, a.g.e., s. 16; eş-Şa’rani Fütuhat’ı, “Levakıhu’l-Envari’l-Kudsiyye” ve “el-Kibritu’l-Ahmer” adlarını taşıyan iki ayrı kitapta ihtisar etmiştir.
[5] Ebu’l-Abbas Takıyyüddin Ahmed b. Abdilhakim İbn Teymiyye, el-Furkan beyne Evliyai’r-Rahman ve Evliyai’ş-Şeytan, Beyrut, 2003, s. 102
[6] İbn Teymiyye, el-Furkan, s. 107.
[7] Ebu Bekir Muhyiddin Muhammed İbn Arabi, el-Fütuhatü’l-Mekkiyye, Beyrut, ty., I, 465.
[8] İbn Arabi, a.g.e., II, 24.
[9] İbn Arabi, a.g.e., II, 51.
[10] Kur’an, En’am(6): 121
[11] Bkz. İbn Teymiyye, Kitabu’r-Redd ala’l-Mantıkıyyin, Beyrut, 2005, s. 226.
[12] İbn Teymiyye, el-Furkan, 120-121.
[13] İbn Teymiyye, Kitabu’r-Redd, s. 347.
[14] Şa’rani, el-Yevakit, s. 25.
[15] Kur’an, Maide(5): 64.
[16] İbn Arabi, a.g.e., II, 256.
[17] İbn Arabi, a.g.e., I, 151.
[18] İbn Arabi, a.g.e., IV, 328.
[19] İbn Teymiyye, el-Furkan, 122.
[20] İbn Teymiyye, el-Furkan, 123.
[21] Kur’an, Kasas(28): 88.
[22] İbn Teymiyye, Mecmu’u’l-Fetava, Beyrut, ty., X, 342.
[23] İbn Arabi, a.g.e., II, 371.
[24] İbn Arabi, a.g.e., III, 377.
[25] Kur’an, Kasas(28): 88.
[26] İbn Arabi, a.g.e., III, 443.
İbni Teymiyye'nin Allahü teâlâya Mekân ve Sınır İsnad Etmesi
Hanefî fıkıh alimlerinden, İmam Ebû C'afer et-Tahâvî'nin (vefatı m.933) rahimehullah yazdığı ve mezhebin üç büyük imamının itikadî çizgisini yansıtan "Akîde"de şöyle denmektedir:
هذا ذكر بيان عقيدة أهل السنة والجماعة…. ومن وصف الله بمعنى من معاني البشر فقد كفر…. وتعالى الله عن الحدود والغايات والأركان والأعضاء والأدوات…. لا تحويه الجهات الست كسائر المبتدعات…. ولا نخوض في الله
"Bu Ehl-i sünnet vel cemaat akaidinin zikrinin beyanıdır... Kim Allahü teâlâyı beşer sıfatlarından biriyle vasıflandırırsa muhakkak kâfir olur... Allah, varlığı için birtakım sınır ve son noktalar bulunmasından, erkân, aza ve edevattan yüce ve beridir. Mahlukatı ihata eden altı yön O'nu ihata edemez...Allah'ın zatı hakkında derine dalıp düşünmeyiz/konuşmayız."
Molla Aliyyülkârî rahimehullah diyor ki:
"Allahü Teâlâ'nın cisim olduğunu, mekânı bulunduğunu, Allahü Teâlâ üzerine zaman geçtiğini söyleyen kimse de kâfirdir. Böyle bir kimse için iman hakikati sabit olmamıştır.... Allah bir mekânda değildir. Yukarıda değildir, aşağıda değildir, başka cihetlerde değildir. Allahü Teâlâ üzerinden zaman geçmez. Allah bir şeyin içine girmiş değildir, bir şeyin mahalli de değildir."(Fıkh-ı Ekber Şerhi)
Daha fazla bilgi için, bu blogdaki "Allahü teâlâ için mekân veya yön söylemek caiz değildir" başlıklı makaleme bakınız.
Ehl-i sünnet alimlerinin bu açık beyanlarına rağmen, İbni Teymiyye'nin kitaplarını okuyanlar arasında "Allahü teâlâyı yaratıklara benzetmek" temayülünün ve başka sapık görüşlerin yayıldığını görüyoruz.
Ebu Hamid bin Merzuk rahimehullah İbni Teymiyye'nin bozuk sözlerini geniş olarak ele almış ve reddetmiştir. Bera'atü'l-Eş'ariyyin isimli eserinden ufak bir kısmı burada vermekde fayda görüyorum:
İBN TEYMİYYE'NİN ALLAHÜ TEÂLÂ'YA SINIR VE MEKÂNINA DA SINIR OLDUĞUNUN İSBATI HAKKINDA BÂTIL SÖZÜ
[İbni Teymiyye] Yine mezkur kitabın [Minhacu's-Sünne'nin] c. 2, s. 29'da (min muvafati sarihi'l makul li sahih el-menkul) bahsinde der ki:
“Allahü teâlâya bir had (ölçü) olup, ondan başkası miktarını bilmiyor. Haddinin sonu tasavvur edilmesi hiçbir kimseye caiz değildir. Ama haddi olduğuna inanacak ve hakkındaki bilgiyi Allahü teâlâya havale edecektir. Allah'ın mekanı için de had vardır. Allah Arş'ının üzerinde, göklerin üstündedir. İşte bu iki durum, O'nun iki haddidir (sınırıdır).”
İbn Teymiyye'nin bu sözleri hakkında derim ki: "Allah için had vardır, mekanı için de bir had vardır?" dediği bu iki sözünde, Rabbi için cisim isnad ettiğinde, acaba akıllı kimse tereddüt eder mi? Allahü teâlâ ve tekaddes onun dediği bu yalanından uzaktır. Yine akıllı kimse, İbn Teymiyye'nin, "Onun bir haddi olup kendisinden başka kimse bilmez", kavlinden taa "Onun mekanı için de bir had vardır" kavline kadar dediği bu tabirinin arasında hata ve çelişki olduğunda tereddüt eder mi? Bu söz, "Allah'ın cismi vardır, ondan başka hiç kimse cismini bilmiyor" tabirinin benzeridir. Allah'a had isbatlamak, O'na mekan olduğunu söylemek, ancak şeytandan gelebilecek bir kuruntudan başka bir şey değildir.
Allah'ın Kitabı, Peygamberinin sünneti, salih selef ile bütün Müslümanlar, İbn Teymiyye'nin bu hezeyanından uzaktırlar. Allahü teâlânın miktarı için (onun dediğine göre) bir had vardır ve mekânı olan Arş için de, bir had olunca, kendisi Arş'ın üzerindedir. Yalnız dört parmak kadar üzerinde kıyamet günü Muhammed sallallahü teâlâ aleyhi ve sellemi oturtacak bir yer boşluğu bırakır demiş ve Teymiyyeci hocalar da Kur'an-ı Kerim'in bir ayet-i celilesinde geçen Makam-ı Mahmud'un bundan ibaret olduğuna itikad ediyorlar, denilince, Allah'ın haddini O'ndan başka kimse bilmez diye nasıl iddia ediyor? Allah alt taraftan Arş'ın sathına temas ediyormuş ve kendisi dört parmak kadar Arş'tan küçükmüş! Allah'ın sağ ve sol yanları olduğunu iddia ediyorlar. Allahü teâlâya olan haddinden ancak yukarı cihetini bilmemişler ki, işte İbn Teymiyye'nin Allahü teâlâdan başka hiç kimse onu bilmez dediği had budur. Dillerin hata söylemesinden, kalblerin yanlış düşünmesinden Allah'a sığınıyoruz.
“Allah, Arş'ın üzerindedir (üzerinde oturmuştur)”, diye yukarıda geçen sözü, yine yukarıda geçen “Allah, yaratıklarından ayrıdır”, dediği sözünü nakz etmektedir. Çünkü Arş da mahlukattandır. İddiasına göre, Allah Arş'ın üzerindeki oturması, ondan ayrı olmasına muhalif olur.
“Göklerinin üstündedir”in iki manası vardır. Şöyle ki: Bundan maksadı, Allah'ın Arş'ı göklerin üstündedir ise, bu açık bir haberdir. Zira Arş'ın göklerin üstünde olduğunu Müslümanlar da bilir. Bundan bahsetmesine lüzum yoktur. Şayet maksadı Allahü teâlâ Semaların üstündedir demek ise, Allahü teâlâ, Arş'ın üzerinde oturmuş değil, Arş'ın altında olması lazım gelir. Çünkü Arş semaların üstündedir. İşte bu kavli hem yanlış hem de mana itibariyle çelişkilidir.
“İşte bu durum onun iki haddidir” kavli, fasiddir. Zira bu batıl tabirine göre, Allahü teâlânın beş ciheti (yönü) lazım gelir. Birisi, mekânı için, dört cihet de: alt, sağ, sol cihet ile, kendisinden başka kimsenin bilmediği üst cihetidir. Dillerin hatalı söylemesinden, akılların yanlış düşüncesinden Allah'a sığınıyoruz.
İBN TEYMİYYE'NİN HERKES, ALLAH'IN ZÂTINI VE MEKÂNINI CEHMİYE TAİFESİNDEN DAHA İYİ BİLİR, DİYE BÂTIL İTİKADI VE ALLAHÜ TEÂLÂNIN ONUN BU YALANINDAN MÜNEZZEH OLDUĞU
Mezkur kitabının 30'uncu sahifesinde,
“Herkes, Allah'ı ve Allah'ın mekânını Cehmiye taifesinden daha iyi bilir”
tabiri nedeniyle, İslam ümmetinin cumhuruna karşı çok iftiracı ve cânidir. Zira, Cehmiye taifesinden maksadı, Eş'arilerdir. Bu da onlar hakkında ikinci bir iftirasıdır ki, çok bilgili olan İslam âlimlerinden müteşekkil büyük bir cemaate Cehm b. Safvan'ın re'yini isnad ederek onları Cehmiyecilikle lakaplandırmıştır. Halbuki, Cehm b. Safvan, H. 128'de ölmüş ve onun çürük itikadı da beraberinde mezara gitmiş, hiçbir tabii de yoktur. Ve ona mutabeat edilmesine de layık değildir. İbn Teymiyye ile İbn Kayyım'ın tabirlerinde çok geçen bu Cehmiye lakabından maksatlan, Eş'ariyye taifesidir. Çünkü Eş'ariler, Dimaşk'ta onunla yaptıkları münazarada kendisini susturmuş ve Kahire'de toplanan meclislerine de katılmamıştır. Nerede kaldı ki, onlarla münazara edebilsin. Bu sebepten İbn Teymiyye, onları tekfir etmek, Cehmiyelikle lakaplandırmak, çeşitli kötü sövmelerle onlara sövmek, kendini ibadete verip zamanın emirlerinin sevgisini kendine doğru çekmek üslübu cihetine giderek bu çeşit yollarla yüksek dağlara benzeyen o âlimleri·zayıflatacağını zannetmişti. Halbuki takip ettiği bu üslublar, ancak geri kafalı insanlar ve benzerlerinin pazarlarında değerlendirilmektedirler. İbn Teymiyyeci hocalardan başka bütün İslam âlimleri, Allahü tebareke ve teâlâyı ölçülmekten ve mekândan tenzih edip, Allah'ın hakikatini bilmekten hasıl olan aczi müdriktirler. Ve zâtının hakikatı hususunda, derin düşünmek de, Allah'a şerik koşmaktır, diyorlar.
KUR'AN-I KERİM, MEŞHUR VE MÜTEVATİR HADİSLER, İLK ULEMA VE TABİİN İLE 3'üncü ASRIN BÜTÜN ÂLİMLERİNİN KELÂMLARI, ALLAHÜ TEÂLÂNIN ARŞ'IN ÜZERİNDE OLDUĞUNA DAİR TABİRLE DOLUDUR DİYE İBN TEYMİYYE'NİN BÂTIL İTİKADI
İbn Teymiyye yazdığı risalenin 194'üncü sahifesinde Allah'ın yaratıkların üstünde olduğu bahsinde der ki:
“Şüphesiz Kur'an ve yaygın mütevatir hadisler, ilk âlimlerin ve tabiin'in ve hatta üçüncü asrın bütün âlimlerinin kelâmları, Allah'ın yüksekte Arş'ının üzerinde olduğunun isbatı hususunda çeşitli delillerle doludur.”
Derim ki: İbn Teyıniyye'nin bu tabirinde, korkutucu, şaşırtıcı ve itiraz edilir şeyler var. Avam tabakasıyla benzerleri için korkutucudur. Zira onlar, Kur'an ve meşhur hadisler ... diyerek İbn Teymiyye'nin bahsettiği şeyi işittikleri zaman korkar ve etkilenirler. Halbuki bu sözler, tahkik mihengine arz edilirse, ilk bakışta İbn Teymiyye'nin itikad ettiği gibi Kur'an'ın bazı ayetlerinin izahından, Allah'a üst cihet olduğu çabuk akla gelmekte ve bazı ayetlerde de zahire göre üst cihetin aksi anlaşılmaktadır. Peygamber'in (aleyhisselam) meşhur hadislerinin durumları da böyledir. Meşhur olan hadis, bazen sahih, bazen de zayıf olur. Sünnette mütevatir hadisler pek azdır. İbn Teymiyye'nin, tahmini olarak söylediği ve Kur'an ile hadisle, ashaba, tabiine ve bütün üçüncü asrın alimlerine isnad eylediği bu sözlerle miskin avam tabakasını şaşırtıp inançlarını ifsad etmesi, bu izahtan zahir oldu. Şayet doğru ve muhakkik bir zat olsaydı, Allahü teâlânın Arş'ın üzerinde olduğuna dair Kur'an-ı Kerim'den istihrac ederek, delaletin üç nev'i olan mutabakat, tazammun ve iltizami nev'ilerden hiç olmazsa üç misal getirecekti. Ve iddiasına dair yine sahabeden (Allahü teâlâ onlardan razı olsun) ve tabiinden sahih senedler nakledecekti. Keza tabiinin tabilerinden de naklederdi. Ta ki, o delil ve nakillere bakılıp düşünülsün. Lakin kendisi, Allahü teâlânın Kitabına, Resulü'nün sünnetine, salih selefler ile diğer asırlann ulemasına karşı iftiracı ve şaşırtıcı bir tavır almaktadır. “Delaletin nev'ileriyle” kavlindeki tenakuz (çelişki) de açıktır. Çünkü, delaletin üç nev'i de, mantık ilminin mukaddimesindendirler. Halbuki kendisi mantık ilminin okumasını, öğrenmesini haram kılmıştır.
Yine yukarıda adı geçen risalesinde (sahife 200), Allahü teâlânın Arş'ın üzerinde oturması hususunda, aklın açıkça düşünmesi, o hususta varid olan nakillere uygundur, diyor.
Yine mezkur risalenin 202'nci sahifesinde batıl olarak demiş ki: “Gece ve gündüz, kalbleriyle Allah'a teveccüh edip O'na gizli olarak yalvaran sahabe ve tabiin sınıflarının, Allah'ın yaratıkların üzerinde olduğuna dair sorulacak sualden yüz çevirmeleri tasavvur edilemez”.
Aynı risalede kendi hevasına göre, istiva kelimesini tefsir ederken, Malikilere, bilhassa ilk zamandaki âlimlerine, "Onlar, Allahü tebareke ve teâlânın bizatihi Arş'ının üzerinde bulunduğuna dair Ehl-i sünnet ve'l-cemaatin icmaı olduğunu hikayet ediyorlar” diye iftira etmiştir.
Yine o risalenin 209'uncu sahifesinde, “Allahü teâlânın haddi (ölçüsü) olduğu hikayesi Abdullah b. el-Mubarek'e isnad edilmiştir.” diyor. Bu, İmam İbnü'l-Mubarek hakkında bir bühtandır. Yine diyor ki: “Bu sahih bir görüş olup Ahmed b. Hanbel, İshak b. Rahuye ile bir değil, birçok imamlardan sabit olmuştur.”
"Bu sahih bir görüştür" dediği şey, yalnız onun ve mücessime fırkasından olan hocaların görüşüdür. “Ahmed b. Hanbel ve İbn Rahuye'den sabittir ...” kavli, bu iki imam hakkındaki ikinci bühtandır. Yukarıda geçen, üç imama yaptığı yalanı kafi gelmemiş gibi, “bir değil, birçok imamlardan ...” diye adeti üzere genel tabirle bahsetmekte, başkalarını şaşırtmak için, “imamlardan yalnız bir değil” gibi bir cümle kullanmaktadır.
Ebu Hamid bin Merzuk, Bera'atü'l-Eş'ariyyin, Bedir Yayınevi, 1994; s.449-452.
İLAVE: Yukarıda İbni Teymiyye'nin şu ifadesi naklediliyor:
“Allahü teâlâya bir had (ölçü) olup, ondan başkası miktarını bilmiyor. Haddinin sonu tasavvur edilmesi hiçbir kimseye caiz değildir. Ama haddi olduğuna inanacak ve hakkındaki bilgiyi Allahü teâlâya havale edecektir. Allah'ın mekanı için de had vardır. Allah Arş'ının üzerinde, göklerin üstündedir. İşte bu iki durum, O'nun iki haddidir (sınırıdır).”
İbni Teymiyye'nin bu sözü en az bir kitabında daha tekrar ettiği anlaşılıyor:
قال ابو سعيد والله تعالى له حد لا يعلمه احد غيره ولا يجوز لأحد ان يتوهم لحده غاية في نفسه ولكن نؤمن بالحد ونكل علم ذلك الى الله ولمكانه ايضا حد وهو على عرشه فوق سمواتة فهذان حدان اثنان
Kaynak: İbni Teymiyye, Der'u Te'ârudi'l-Akl ve'n-Nakl, 2/57. (Bu bilgi buraya 4 Ocak 2010 tarihinde ve yukarıda bağlantısını verdiğim "online" kitapdan kopyalanmıştır.)
Türkiye'de bilhassa İstanbul'da kupkuru, tam manasıyla cahil yeni bir gurup türemiştir. Bu gurup kendine selefi ismini vererek, Allahü teâlâya -haşa- cisim ve mekan isnad edecek kadar ileriye giden İbni Teymiyye ve haleflerini örnek aldığını iftiharla söylemektedir. Mezhepleri ve müctehidleri reddediyorlar. (Makaleler, Madve Yayınları: 11, Ekim 1985; s.7)
Ubeydullah Küçük diyor ki:
Şeytani ihtilaf yangınını İslam dünyasında ilk çıkartan hain, yahudi dönmesi İbn Sebe'dir. Farmason ve anarşist Afgani, onun çömezi mason Abduh, onun tilmizi İngiliz maşası Reşid Rıza ve günümüzdeki takipçileri de yakıcı ve yıkıcı ihtilaflar çıkartmışlardır. Haşa, "Allah semadadır" diyen İbn Teymiyye, Müslümanları müşrik ilan eden M. bin Abdülvehhab da bu uğursuz kafiledendir. Her müslüman rahmani çeşitlilik ile şeytani ihtilaflar arasındaki farkı bilmelidir....İbni Teymiyye birçok noktalarda aşırı gitmiş, "gulüvv"a sapmış, İslam'ı daraltmış, tecsim (antropomorfizm) girdabına batmış, ezici çoğunluk tarafından reddedilmiş, şaibeli bir kimsedir, kılavuz olamaz. (Bedir Yayınevi'nin Kitabül-Kebair kitabına yapılan 8. Ek, s.287-288)
İhsan Şenocak şu bilgileri veriyor:
İslam düşünce tarihinde hakkında en çok söz söylenen isimlerden birisi olan Harranlı İbn Teymiyye, Eşariler başta olmak üzere Ehl-i Sünnet hassasiyetine sahip kelamcılara sert eleştirelerde bulunmuş, ulemanın hazır bulunduğu muhakemelerde sorgulanıp teşbih akidesinden ve icmaya aykırı fetvalarından dolayı defaatle cezalandırılmıştır. Müteşabihatı tefsir ederken ayetlere zahiri anlamlarını veren, semada yerleşme, bir yere oturma, hareket etme gibi insanlara ait fiilleri Allahü teâlâya isnat eden İbn Teymiyye, Sünnet ve Cemaat Akidesini benimseyen alimler tarafından tenkit edilmiş, görüşleri hakkında çok sayıda reddiye kaleme alınmıştır. (İnkişaf Dergisi, No:7)
Ali Nar diyor ki:
"İbni Teymiyye aşırılıklara düştü. Fıkıh mezheblerini, Ehl-i Tariki ağır tenkidde bulundu. Hatta teşbih [Allahü teâlâyı cisim ve mahluklara benzetme] inancına tutuldu... Hasılı, devrindeki ve sonraki Ulema onun birçok yönden ilmiyle saptığı kanaatine vardı." (İmam-Hatib Liseleri İçin İlm-i Kelâm Dersleri, Selâm Yayınları, İstanbul, 1984, s. 57)
İbni Teymiyye diyor ki:
"Arş'ı istiva, keyfiyetsiz bir şekilde Allahü teâlânın bir sıfatıdır. Kişinin buna iman etmesi ve bunun bilgisini Allah'a havale etmesi gerekir." (Mecmu'u'l-Fetava, XVI, 400)
"İbni Teymiyye sözü bu noktada bırakmış ve tevile sapmamış olsaydı, hem kendisiyle çelişmemiş olur, hem de itiraza muhatab olmaktan kurtulurdu. Ne var ki böyle yapmamış ve tevile bizzat kendisi başvurmuştur." (İslam ve Modern Çağ, Kayıhan Yayınları, c.1, s. 74)
Mesela, istiva konusunu işlediği yerlerden birisinde, bu kelimenin ["istevâ alâ" ifadesinin] bir tek mânâsı bulunduğunu söyler ve şöyle der:
"Hz. Peygamber [aleyhisselam], üzerine binmek için hayvanın yanına geldi; ayağını üzengiye koyduğu zaman 'Bismillah' dedi. Hayvanın sırtına oturduğu ["istevâ alâ zahrinâ"] zaman 'Elhamdülillah' dedi. İbni Ömer de şöyle demiştir: Resulullah [aleyhisselam] bineğine bindiği zaman... ["istevâ alâ ba'îrihî] Bu mânâ, iki hususu ihtiva eder: İstiva edenin, istiva ettiği şeyden yüksekte olması ve onunla aynı seviyede olması. Bir şeyden aşağı seviyede olanın durumu hakkında 'istevâ aleyhi' denmez." (Mecmu'u'l-Fetava, XVII, 375)
İbni Teymiyye'ye göre, Allahü teâlânın Arş'ı istivası onun üzerinde bulunması mânâsında olduğunu göre, burada şöyle bir problem ortaya çıkmaktadır: Allahü teâlânın varlığı ezelî olduğuna göre, Arş'ı yaratmadan önce Allahü teâlâ neredeydi?
İmam-ı a'zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu konuda şunları söylemektedir:
"Allahü teâlâ, kendisi için bir ihtiyaç ve (Arş'ın üzerine) istikrar (yerleşme, mekân tutma) olmaksızın Arş'a istiva etmiştir. O, Arş'ı da diğer mahlukatı da korumaktadır. Eğer (Arş'a ve bir yerde yerleşip mekân tutmaya) muhtaç olsaydı, tıpkı mahluklar gibi alemi yoktan var etmeye ve idareye muktedir olamazdı. (Bir mekânda) oturmaya ve karar kılmaya muhtaç olsaydı, Arş'ı yaratmadan önce Allahü teâlâ nerede idi? Yüce Allah bundan münezzehtir." (İmam Ebû Hanîfe, el-Vasıyye, 73.)
"Arş'ı yaratmadan önce Allahü teâlâ neredeydi?" sorusuna İbni Teymiyye'nin bulduğu cevabın "Arş'ın nev'î kıdemi" olduğunu görüyoruz:
Selefî ekol, Allahü Teâlâ'nın (Arş, sema vb.) belli bir mekânda ve dolayısıyla (uluvv/yükseklik, yukarıdalık gibi) belli bir "yönde" bulunduğunu söyler. Bu bağlamda genel muhtevalı eserler yanında İbn Teymiyye'nin "Kitâbu'l-Arş"ı, İbn Kudâme'nin "İsbâtu Sıfeti'l-Uluvv"u ve ez-Zehebî'nin "el-Uluvv li'l-Aliyyi'l-Azîm"i gibi monografiler de mevcuttur. Allahü Teâlâ'ya mekân izafesi, tabiatı gereği müstakil bir mesele olmayıp, beraberinde başka problemleri de getiren son derece temel bir tartışmadır. Arş'ı da, semayı da, diğer mekânları da yaratan Allahü Teâlâ olduğuna ve O'nun istivasının "mekân tutmak" anlamına geldiği iddia edildiğine göre, İmam Ebû Hanîfe'nin de dile getirdiği "Allahü Teâlâ bu mekânları yaratmadan önce neredeydi?" sorusuna İbn Teymiyye'nin bulduğu cevap, "Arş'ın nev'î kıdemi"dir. Bu, şu demektir: Allahü Teâlâ ezelden beri üzerine istiva ettiği Arşlar yaratmaktadır. Yenisini yarattığında bir öncekini yok etmektedir ve bu, ezelden beri böyle devam edegelmektedir. Bu izah tarzının ne kadar problemli olduğu ise açıktır. Zira Allahü Teâlâ dışında varlığı ezelî olan bir başka varlık tasavvur edildiğinde, zorunlu olarak o varlığın mevcudiyetinin bir yaratıcının varlığına mütevakkıf bulunmadığını, varlığının zorunlu ("vâcibu'l-vücud") olduğunu söylemiş olursunuz. Bunun ne anlama geldiği ise açıktır...(Dr. E. Sifil, Milli Gazete, 7 Ağustos 2004)
"Muhammed Abduh da bu ifade üzerine yazdığı ta'likte şunları söyler: (Bunun sebebi İbni Teymiyye'nin, ayet ve hadislerin zahiri ifadelerini esas alan ve Allahü Teâlânın Arş'a oturmak suretiyle istiva ettiğini söyleyen Hanbelilerden olmasıdır. Kendisine, Allahü Teâlâ ezeli olduğu için O'nun mekanının da ezeli olması gerektiği için bu görüşün Arş'ın ezeli olmasını icabettirdiği, Arş'ın ezeli olmasının ise onun görüşüne aykırı olduğu söylenerek itiraz edilince, "Arş nev' olarak kadimdir" demiştir. Bu şu demektir: Allahü Teâlâ, ezelden ebede kadar bir Arş'ı yok ederken diğerini yaratır ki, Allahü Teâlânın istivası ezeli ve ebedi olsun....)" (İslam ve Modern Çağ, Kayıhan Yayınları, c.1, s. 76.)
İbni Teymiyye'nin talebesi İbn-i Kayyım şöyle der: "Cehm ve taraftarları Allah’ın muattal olduğuna, sonradan değişikliğe uğrayarak, Deyyân (Allah) ile kaim bir emir olmaksızın Allah’ın kâdir olduğu şey haline geldiğine hükmettiler." (Kasîde-i Nûniyye) Bunun hakkında İmam-ı Sübkî diyor ki: "Maksadı “Allah’ın ezelden beri bir iş yapmakta olduğu”dur. Bu, “âlemin kadîm ve ezelî” olduğunu lazım getirir. Bu ise küfürdür."(es-Seyfü’-Sakîl) Hüseyin Avni Kansızoğlu şu açıklamayı yapıyor: "Yani, insanın Allah’ın “ezelden beri iş yapmakta, yani yaratmakta olduğu”na inanması “yaratılanların kadim olduğu”nu açıkça vasıtasız lazım getirir. “Alemin kadîm olması” inancı “Allah’ın ezelde yaratması” inancından ayrılmayacak bir inançtır. Akıllılarca “Allah’ın ezelde yaratması”na inanıp ta “alemin kadîm olduğu”na inanmamak olacak şey değildir. Bir görüşün bir başka görüşe lüzûmu, yani yapışıp ondan ayrılmaması, bazen “açık” yani vasıtasız olur. Meselâ siz, bir varlık için, “ezelîdir” derseniz, onun için “kadîmdir” demeniz, açık, olarak “lâzım” olur. Bir yanda, bir şey için “ezelde yaratıldı” deyip de öte yanda, “Kadîm değildir” diyemezsiniz. Kezâ, “Allah’ın uzuv manasında eli var” diyen, öte tarafta “Allah cisim değildir” diyemez. Çünki, “Uzuv olmak”, “cisim olmayı” vâsıtasız ve açık olarak lâzım getirir..." (İnkişaf Dergisi, No: 7)
Muhammed Önder diyor ki:
"İbn Kudâme haberi sıfatların manalarının bilinemeyeceğini, bununla uğraşılmaması gerektiğini, bu tavrın Kitap, Sünnet ve İcma ile sabit ve Selef’in tavrı olduğunu söylemektedir. Bu tesbit Mâtürîdîler ve Eş’arîlerin Selef’in mezhebi hakkındaki tesbitinin aynısıdır. İbn Kudâme eğer Hanbelîleri temsil yetki ve otoritesinde bir ilim adamıysa, söyledikleri, İbn Teymiyye ve talebelerinin Selef-i sâlihîne nisbet ettikleri haberi sıfatların manaları bilinir, Selef de biliyordu; tezlerinin hatalı olduğunu göstermede önemli bir rol oynayacaktır. Halbuki İbn Teymiyye ve onun görüşlerini benimseyenler, haberi sıfatların manalarının bilineceği anlayışının Selef’in mezhebi olduğunu savunagelmişlerdir. İbn Teymiyye’yi, Allah vardı Allah’la birlikte hiçbir varlık yoktu, rivayetini inkara götüren, Allah’la birlikte (havadis la evvele leha, yani) ezelden beri hâdis/sonradan olma varlıklar vardı, dedirten, Allah arşa hakîkaten (mekân tutma manasında) istiva etmiştir, “Allah, kesintisiz yaratmanın halk sıfatında kemal olması boyutuyla muhtar değildir, sürekli yaratmaktadır,” anlayışına sürükleyen, Allah’ın varlığının isbatında kullanılan hûdus delilini inkar ettiren, Allah’ın muhalefetün lil havadis diye bir sıfatı olamaz noktasına getiren ve neticede defalarca küfürden tevbe ettirilmesine zemin hazırlayan, müminlerin arasında hak kasdıyla da olsa fitne çıkarma durumunda bırakan bu yanlışıdır. O’na Mâtürîdîler ve Eş'arîleri ehli sünnet dışı ilan ettiren ve günümüzde Ehl-i Sünnet Müslümanları arasındaki ihtilafa en temel sebep teşkil eden, onun açtığı bu hatalı çığırdır." (Guraba Dergisi, Sayı: 2)
Recep Yıldız'ın değerlendirmesi şöyle:
Benimsediği usul ve hadiselere yaklaşım tarzı itibariyle bakıldığında İbn Teymiyye’nin seleficiliği ile ulemanın usul ve üslubu arasında tevhit kabul etmez farklar vardır. Bu durumda Onun için insanlara doğru bilgiyi aktaran bir bilgi kaynağı, sapmalarına mani olan bir yol gösterici gibi anlamlara gelen alim ünvanını kullanmak güç bir hal almaktadır. Zira O doğrudan ziyade yanlış bilgiye kaynaklık yapmaktadır. İbn Teymiyye ile başlayan anlayışın müntesipleri, geçtiğimiz yüzyılda “hareket” çapında temsil imkanına ulaşmış, günümüzde ise Sünnet ve Cemaat akidesine sahip alimleri şirk ve küfürle itham eder bir işleve kavuşmuşlardır. Yeni selefiler olarak adlandırılabilecek bu grup İbn Teymiyye gibi tahkik edilmeyen bilgilerle kendileri dışındaki her alimi bidat, şirk ve küfürle itham etmektedir. “Ehl-i Sünnet” akidesine sahip alimleri “ehl-i zeyğ” olarak tanıtan grup, insanların doğru bilginin kaynağına ulaşmalarına engel olmaktadır. Günümüz akademisyenlerinin zihinlerinde oluşan istifhamların önemli bir bölümü söz konusu grubun bilgi tahrifatı ile yakından ilişkilidir. (İnkişaf Dergisi, Sayı:7, Ekim-Aralık 2006)
Aynı dergide, Halit İstanbullu şu bilgileri veriyor:
Hicri sekizinci asırda yaşayan İbn Teymiyye’nin (v. 728/1328) “ehl-i sünnet kelamına” karşı yönelttiği eleştirileri ve “selef akidesi” başlığı altında “Haşviyye” ile örtüşen görüşleri eski ihtilafların tekrar canlanmasına yol açtığı gibi, günümüzde “selefîyye” olarak isimlendiren ve söz konusu yaklaşımın müdafaasını yapan bir hareketin doğmasına da yol açmıştır. Düşünce ve meyilleri ile “cemaat-ı kübra”dan ayrılan, hatta mizaç ve ahlaki kriterleri itibariyle de farklılık gösteren bu yeni oluşumun selef-i salihinin devamı olduğunu söylemek ilmi verilerle çelişmektedir. Zira varlığını, bid'at olarak nitelediği söz ve fiilleri yok etmek üzerine bina eden bu yeni mezhebin bizzat kendisi bid'attır. Selefilerin mezhepleri devre dışı bırakarak selefe ulaşma gayretleri ise hem sahih senet sistemine engel teşkil etmekte, hem de onların oluşmasını gerekli kılan unsurlara karşı Müslümanları savunmasız bir konuma getirmektedir. Selefiler kendileri gibi düşünmeyen Müslümanları; “Cebrail risaleti Ali’den kaydırıp Muhammed’e verdi” diyen ve bu yüzden “Cebrail’e söven” “Gulat-ı şia” ile eşdeğer görmekte ve onların adı olan “ehl-i zeyğ” kelimesini Maturidi ve Eşariler için de kullanmaktadır. Tanımlanan anlamda selefiyye’nin kurucusu İbn Teymiyye’dir. Yaşadığı dönemde büyük bir şöhrete kavuşan İbn Teymiyye, Takiyyuddin es-Sübki, İbn Cehbel gibi alimlerin görüşlerini tenkit etmeleri üzerine itibar kaybına uğramış, İbn Kayyım el-Cevziyye (v. 751/1350), İbnu’l-Vezir (v. 840/1436) ve Şevkani’nin (1250/1834) gayretleriyle ancak unutulmaktan kurtulabilmiştir. (İnkişaf Dergisi, No:7)
Hüseyin Avni Kansızoğlu diyor ki:
Mîzâc ve ahlâkı çerçevesinde doğan ve gelişen üslûbuyla, olması îcâb eden veya olabilecekten daha fazla bir cesâret, hiç olmaması lâzım gelen tepeden bakma, boyundan büyük olan nice büyüklere karşı, akıl almaz bir saldırganlık, acelecilik, muğalata ve benzeri sebeblerden doğan bıktırıcı tekrarlar, çekilmez tenâkuzlar sergilemiştir. Tenâkuz ve tekrarları çizildiği takdirde yazdıklarının neredeyse dörtte biri bile kalmayacaktır. Kitablarını aklı havada bir kara sevdalı edasıyla değil de, bir ilim adamı ciddiyeti ile okuyacak olan herkes bu hakikati görebilecektir. “İktizâ”sı, “Kâidetün Celîle”si, “Furkan”ı, “Ubûdiyye”si, Akîdeye dâir kitabları, Fetâvâ’sının akîdeyle alakalı kısımları, birindeki cümleleri diğerinde biraz değiştirilen, zaman zaman da hiç değiştirilmeden aynen tekrarlanan sözlerden meydana gelen cinsindendir. (İnkişaf Dergisi, No: 7)
Ebubekir Sifil diyor ki:
Net olarak anlaşılmaktadır ki İbn Teymiyye, kâfir ve müşrikler için Cehennem azabının sonsuz olmayacağı, azapta çok uzun zaman kalsalar da oradan çıkacakları bir günün mutlaka geleceği görüşünü benimsemiş ve hiçbir yoruma mahal bırakmayacak tarzda savunmuştur. (İnkişaf Dergisi, No:7)
Cennet ve cehennem hayatının ebediliği, Kur'an, Sünnet ve İcma ile sabit zarurat-ı diniyyedendir. Konuyla ilgili ayet ve hadisler burada zikredilemeyecek kadar fazladır. Ümmet seleften halefe bu itikat üzere icma edegelmiştir. İbn Hazm, "Merâtibu'l-İcma"da cennet ve cehennemin ebedî olduğu konusunda icma edildiğini ve bu icmaa muhalefet edenlerin küfründe icma bulunduğunu söyler. (Milli Gazete, 24 Temmuz 2004)
"Ebediyet" kelimesi etrafındaki tartışma İbn Teymiyye ve talebesi İbnu'l-Kayyım ile başlamıştır. Evveliyatında Cehm b. Safvan'ın hem cennetin hem de cehennemin son bulacağı görüşü dışında bu kelimeyi cehennemin sonluluğu anlamında tartışan olmamıştır. Cehennemin ebedi olmadığını söylemenin küfür olduğunu ben söylemiyorum. Ehl-i Sünnet alimlerinin eserlerinde bu mesele hakkında oldukça açık beyan ve hükümler var. Hadi'l-Ervah ve içindeki deliller okunmuş ve gerekli şekilde cevaplandırılmıştır. Hatta bu, daha İbnu'l-Kayyım hayattayken yapılmıştır. Pek çok alim tarafından "müçtehid" olduğu söylenen Takiyyüddin es-Sübkî, el-İ'tibâr bi Bekâi'l-Cenneti ve'n-Nâr" adlı eserinde Hadi'l-Ervâh'taki hatalı yaklaşımı açık biçimde gözler önüne sermiştir. Ondan yüzyıllar sonra Muhammed b. İsmail el-Emîr, "Ref’ul-Estâr" adlı reddiye ile meselenin üstüne bir kere daha gitmiştir. Bu ikinci eser, sıkı bir Selefî ve İbn Teymiyye takipçisi olan el-Albânî tarafından tahkik ve neşredilmiştir. el-Albânî de orada İbn Teymiyye ve öğrencisinin hatalı olduğunu açık bir şekilde itiraf etmektedir. (Milli Gazete, 30 Aralık 2007)
Mehmed Şevket Eygi diyor ki:
"Müslüman halkın bir kısmının kafası allak bullak. Doğrusu çok üzücü, çok kahr edici, çok düşündürücü bir haldeyiz. Sahte müctehidler, bid'adçiler şazz fikir ve görüşlerle halkın zihinlerini karıştırıyor. Şazz "Kaide (kural) dışı olan, istisna teşkil eden, genel görüşten ayrı olan" demektir. Bu şazz fikir ve görüşlerden biri de İbn Teymiyye'nin ortaya attığı "Cehennemin ebedî olmadığı" iddiasıdır. Bu iddia Kur'ân'ın açık ayetlerine, Sünnete, icmâ-i ümmete, cumhur-i ulemânın görüşüne aykırıdır. İbn Teymiyye'nin bu konudaki aykırı görüşü ictihad değil, kuruntudan ibarettir." (Milli Gazete, 30 Ekim 2009)
Ömer Nasuhi Bilmen diyor ki:
"Filhakika İbni Teymiyye bazı itikadî ve amelî mes'elelerde büyük müctehidlere hatta sahabeye muhalefet etmiş; bu hususta hakka isabet edemediği birçok alimlerin tenkidleri ile sübut bulmuştur. Ulemadan bazılarına göre İbni Teymiyye mücessimedendir. Yani Allahü teâlânın bir cihette bulunduğuna, Arş-ı â'lânın nevîi itibariyle kadîm olduğuna kaani, kabirleri ziyarete muhalif, bir mecliste üç talâkla boşanan kadının ancak bir defa boş olacağına kaaildir...İlk zamanlar Celâl Kaznivî, Konevî ve Cerîrî gibi birçok ulema İbni Teymiyye'yi pek ziyade medh-ü senada bulunmuşlar ve adeta onun hizbini teşkil etmişlerse de, onun te'vil götürmez sözü karşısında birer birer kendisinden yüz çevirmişlerdir. Hatta Zehebî kendisine nasihatta bulunmuş, bir müddet muhalifleriyle aralarını düzeltmeye çalışmış, neticede o da kendisinden bir hayli inhiraf etmiştir." (Ahmed Davudoğlu'ndan naklen: Bkz. Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri, 5. Baskı, Huzur Yayınevi, İstanbul 1989, sayfa 47.)
Ali Eren diyor ki:
İbni Teymiyye’nin ihdas ettiği Ehl-i Sünnet’e ters düşen nice meseleler var ki, Asr-ı Saaadet’ten sonra 8 asır boyunca kimse bu meseleleri ortaya atmamıştır. Îbni Teymiyye, bu aykırı tavrıyla sadece bir mezhebi hedef almamış Ehl-i Sünnet’in tamamına ters düşmüştür. Ters düştü demek bile meseleyi hafife almak olur. Çünkü o, ters düşmek şöyle dursun, Eş’arî ve Mâtüridî itikâdına sahip bütün müslümanları sapıklar zümresi olarak kabul etmiştir. O, Ehl-i Sünnet itikadına sahip olan müslümanların icmâ halinde kabul ettiği meseleleri sapıklık kabul ederek, en ileri sapıklık derecesine kendisi ulaşmıştır. Ibni Teymiyye sadece itikad imamlarına dil uzatmamış, kendisini Asr-ı Saâdet’den kendi zamanına kadar gelip geçen bu ümmetin tamamının imamı gibi görmüş ve bu ümmetin zihninde mûtenâ bir makama sahip olan sofi, âbid-zâhid ve velileri tekfîre kadar gitmiştir. İslam âlimlerine hakaret nazarıyla bakmakta bir mahzur görmezken kendisini de Allah Resûlü’nün sözlerini ve sâlihlerin hayat tarzını en iyi anlayan kişi olarak görmüştür. İbni Teymiyye’nin en çok aleyhinde bulunduğu âlimler, ilim ve amelde en ileri olan âlimlerdir. Hangi imam daha çok şöhrete, ilim ve amele sahip, tahkik ve tetkiki geniş ve ümmetin ekseriyeti tarafından biliniyor ve üstünlüğü kabul ediliyorsa, İbni Teymiyye ona daha çok düşman olmuş, ona daha çok saldırmış, maalesef o zat İbni Teymiyye’nin en acı tenkidine maruz kalmaktan kurtulamamıştır. Ne var ki, her şeyin bir alıcısı olacağından bu tînette bulunan bir kişinin peşinden gidenler de elbette bulunacaktır ve olmuştur. (Guraba Dergisi, No: 9, Aralık 2008)
Ezher Üniversitesi âlimlerinden ve “Tathîr-ül-Fuâd min denis-il-i’tikâd” adlı eserin sâhibi Muhammed Bahît el-Mutiî, Takıyyüddîn Sübkî’nin yazmış olduğu “Şifâ-üs-sikâm fî ziyâreti hayr-il-enâm” adlı eseri tanıtırken şöyle demektedir:
"Bu asırda İbn-i Teymiyye’nin bozuk sözlerini taklid eden ba’zı kimseler çıkıp, müslümanlar arasında bunları yaymaya, hattâ bunun için onun Vâsıta adlı eserini basdırıp neşretmeye başladılar. Vâsıta denilen bu kitap; Kitap, sünnet ve müslümanların akîdelerine ters düşen, İbn-i Teymiyye’nin ortaya çıkardığı bid’atleri ihtivâ etmektedir. Bu kimseler, bu hareketleri ile, uyumakta olan bir fitneyi uyandırdılar."
Muhammed Yusuf Benurî, m. 1963'de Pakistan'da neşrettiği Me’ârif-üs-sünen kitabının (bu kitap Sünen-i Tirmizî'nin bir şerhidir) 6. cildinin 149. sayfasında şöyle diyor:
"İbni Teymiyye, birçok üsûl ve fürû’ meselesinde Ehl-i sünnet alimlerinden ayrılmış, asrının alimleri ve sonra gelenler, onu red etmişlerdir."
İbn Teymiyye’nin, tecsim akidesini zaman zaman konuşmalarına taşıdığı, minber ve kürsülerde savunduğu bilinmektedir. Çağının tanıklarından İbn Battuta, Ebu Hayyan ve İbn Cehbel’in şahadetleri bu noktada önem arz etmektedir. İbn Battuta’nın seyahat ettiği ülkelerdeki gözlem ve hatıralarını anlattığı “Tuhfetu’n-nuzzar fî ğaraibi’l-emsar” adlı eseri, İbn Teymiyye ve Onun tecsim akidesi ile alakalı ilginç bilgiler vermektedir:
Dımaşk şehrinde çeşitli konularda konuşan fakat aklından zoru olduğu anlaşılan Hanbeli fakihlerinin ileri gelenlerinden Takıyyuddin İbn Teymiyye adında biri vardı. Halka vaaz verir, insanlarda Ona karşı ileri derecede saygı gösterirlerdi. İbn Teymiyye, yaptığı bir konuşmadan dolayı fakihlerin tepkisini çekmişti. el-Meliku’n-Nasır’ın huzuruna çıkarılıp, kadılar tarafından sorgulandı ve hapse atıldı. Yıllarca hapiste kaldı. Bu müddet içerisinde 40 ciltten oluşan ve adını “el-Bahru’l-muhit” koyduğu bir tefsir kaleme aldı. Annesinin ricası üzerine sultan Onu serbest bıraktı. İbn Teymiyye, Dımaşk de bulunduğum sırada –önceden- tutuklanmasına sebep olan ifadeleri tekrar etti: Cuma günü cemaat olarak hazır bulunduğum camide, insanlara vaaz ve nasihatta bulunurken minberin merdiveninden bir basamak aşağıya inerek “muhakkak ki Allah Teala benim buradan indiğim gibi dünya semasına inmektedir.” şeklinde bir cümle sarfetti. Maliki fakihi İbn Zehra söylediklerine karşı çıktı. Cemaatte ayağa kalkıp sarığı başından düşünceye kadar ona dayak attı. Neticede bir daha tutuklandı ve hapsedildiği kalede ölünceye kadar tutuklu kaldı. [44] (*)
İbn Teymiyye’yi ta’dil eden biyografi yazarlarının reddettiği bu ifadeyi, farklı vurgularla müfessir Ebu Hayyan “el-Bahru’l-Muhît” ve “en-Nehru’l-mâd” adlı tefsirlerinde nakletmektedir. Ebu Hayyan bir çok yerde Onun tecsimi çağrıştıran ifadelerini tenkit etmektedir. Ne var ki elimizdeki matbu nüshalarda bu tenkitlerin bir çoğundan tek bir harf bulmak mümkün değildir. Çünkü baskı sürecinde her iki eserden de İbn Teymiyye’nin tecsimle alakalı görüşleri çıkartılmıştır. İbn Teymiyye’nin açıkça Allahü Tealaya cisim isnat ettiğini söyleyen Zahid Kevseri[45] bu noktada şunları söylemektedir: “Ebu Hayyan, ‘O’nun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır.’[46] ayetini tefsir ederken muasırı olan İbn Teymiyye’nin “Kitabu’l-Arş” adlı -kendi el yazısıyla kaleme aldığı- eserinde şu ifadeleri okuduğunu nakletmektedir: ‘Allahü Teala kürsüde oturmaktadır. Yanı başında boşalttığı yerde ise Onunla birlikte Hz. Peygamber oturmaktadır.” (**) Elyazması nüshalarda var olan bu ifadeler kitabın musahhihi tarafından matbu nüshalara alınmamıştır. Musahhih, Kevseri’ye, din düşmanlarının hadiseden nemalanmamaları için böyle bir tercihte bulunduğunu söylemiştir. [47]
Ebu Hayyan “el-Bahru’l-Muhît”in muhtasarı olan “en-Nehru’l-mâd” adlı tefsirinde de İbn Teymiyye’nin tecsimle alakalı görüşlerini tenkit etmektedir. Kitabı tahkik eden Bûran ed-Dannavî ve Hidyan ed-Dannâvî İbn Teymiyye’ye isnat edilen tecsimle alakalı bölümü tefsirden çıkartmışlardır.[48]
İmam es-Sübki (v. 756) “es-Seyfu’s-sakîl fî’r-reddi alâ İbn-i zefîl” adlı eserinde, Ebû Hayyan’ın belli bir dönem kendisinden övgüyle bahsettiği İbn Teymiyye’yi “Kitabu’l-Arş” adlı eserini okuduktan sonra ölünceye kadar lanetlediğini yazmaktadır.[49]
Şafii ulemasından Şihabuddin İbn Cehbel de İbn Teymiyye’nin tecsimle alakalı görüşlerini reddeden bir risale kaleme almıştır.[50] İbn Cehbel eserinin sonunda “İbn Teymiyye’nin sapıklık ve inadının derecelerini açıklamak için tahrif ve fesadından kaynaklanan açıklamalarını bekliyoruz.”[51] demesine rağmen İbn Teymiyye Onun bu meydan okumasına cevap ver(e)memiştir.
[44] Muhammed b. Abdillah b. Muhammed İbn Battuta, Tuhfetu’n-Nuzzar fî Ğaraibi’l-Emsar (Rıhlet-u İbn Battuta), Beyrut, 2004, s. 88. [45] Kevseri, el-Esma ve’s-Sıfat, (d. not: 2), s. 286. [46] Kur’an, Bakara(2): 255. [47] Muhammed Zahid el-Kevseri, es-Seyfu’s-Sakîl fî’r-Rreddi alâ İbn-i Zefîl, (el-Akidet-u ve ilm’l-kelam min a’mali’l-imam Muhammed Zahid el-Kevseri içerisinde), (d. not: 1), Beyrut, 2004. [48] Bkz. Abdulhamid, a.g.e., (d. not: 1), s. 125. [49] Takıyyuddin es-Sübki, a.g.e., s. 477-478. [50] Bkz. Tacüddin Abdulvahhab b. Ali es-Subki, Tabakatu’ş-Şafiiyyeti’l-Kübra, t.y., IX, 35-91. [51] Tacüddin es-Sübki, a.g.e., IX, 91.
Kaynak: İhsan Şenocak, İnkişaf dergisi, No:7
Ebu Hamid bin Merzuk rahimehullah Allâme Şerif Takıyüddin'den (vefatı h. 829) şu bilgiyi naklediyor:
Dimaşklı Ebü'l-Hasan Ali, Emevi Camii'nin ortasında pederinden naklen haber verdi ki: Bizler İbn Teymiyye'nin meclisinde idik. Kendisi konuştu, va'zetti ve Kur'an'da geçen istiva ayetlerine değindikten sonra, "Benim istiva ettiğim (oturduğum) gibi, Allah Arşı'nın üzerine istiva etmiştir", dedi. Bu nedenle cemaat birden üzerine doğru yürüdüler, kürsüden onu indirip ve yumruklar ve ayakkabılar ile daha başka şeylerle onu dövdüler, sonra onu kadıların huzuruna çıkardılar.
Kaynak: Bera'atü'l-Eş'ariyyin, Bedir Yayınevi, İst., 1994. s. 395.
NOTLAR:
(*) "The above account given by Ibn Battuta has been discounted by certain people; especially by Ibn Taymiyya's supporters, simply because they believe that Ibn Taymiyya would never have made the anthropomorphic statement, 'Allah comes down to the sky of this world just as I came down now', and then he allegedly took a step down the pulpit to demonstrate how Allah descends (nuzul). Even if one was to denounce Ibn Battuta's account as being a false and fabricated statement, one may wish to know that the greatest scholar of Hadith in his time, Shaykh al-Islam al-Hafiz Ahmad ibn Hajar al-Asqalani (Rahimahullah) has reported an incident in al-Durar al-kamina (1, 164) where again ibn Taymiyyah descended the steps of the minbar in order to illustrate his understanding of how Allah descends (nuzul) as early as the year 705/1305 AH (some 21 years before Ibn Battuta's account). Hafiz Ibn Hajar's source for this incident was one of Ibn Taymiyya's own disciples by the name of Sulayman Najm al-Din al-Tufi al-Hanbali (d.716/1316)."
Bunun tercümesi: "İbn Battuta'nın anlattığı hadise bazı kişiler tarafından inkar edilmiştir; bilhassa İbni Teymiyye'nin destekçileri tarafından. Çünkü İbni Teymiyye'nin “muhakkak ki Allahü teâlâ benim buradan indiğim gibi dünya semasına inmektedir” şeklinde bir cümle söyleyip Allahü teâlânın nüzulünü göstermek için minberden bir basamak inmiş olabileceğine inanmıyorlar. Ancak, İbni Battuta'nın anlattığını uydurma ve yanlış olarak kabul etsek bile, şunun bilinmesinde fayda var ki asrının en büyük hadis alimi Hâfız İbni Hacer el-Askalânî Ed-duraru’l-kâmine isimli kitabında (I, 164) benzer bir olayı rapor etmektedir. h.705/m.1305 yılında (İbni Battuta'nın anlattığından 21 sene önce) meydana gelen bu olayda, İbni Teymiyye yine Allahü teâlânın nüzulünü nasıl tahayyül ettiğini anlatmak için minberin basamaklarından inmiştir. Hâfız İbni Hacer'in bu olay için kaynağı İbni Teymiyye'nin kendi talebelerinden Süleyman Necmeddin el-Tufi el-Hanbeli'dir (vefatı h.716/m.1316)."
(**) İbni Teymiyye'nin bir kopyası olan ve her türlü şazz görüşünde onu taklid eden İbni Kayyım da böyle bir rivayeti yazmıştır. Bkz. İbni Kayyım, el-Bedaiü'l-Fevaid, 4/40. (Kaynaklar: Mefahim tercümesi, Ege Basım, 2007, s. 210 ve Bera'atü'l-Eş'ariyyin tercümesi, Bedir Yayınevi, 1994, s.632-633.) Ayrıca, İbni Teymiyye'nin şu sözünü burada kaydedelim:
قال ابن تيمية في مجموع الفتاوى – (4 / 374) فَقَدْ حَدَثَ الْعُلَمَاءُ الْمَرْضِيُّونَ وَأَوْلِيَاؤُهُ الْمَقْبُولُونَ : أَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يُجْلِسُهُ رَبُّهُ عَلَى الْعَرْشِ مَعَهُ .
İBN TEYMİYYE VE İBNU'L-KAYYIM'IN CEHENNEM'İN EBEDİLİĞİ MESELESİNDEKİ GÖRÜŞÜNÜN TESBİTİ
Ebubekir SİFİL
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhumun, Cehennem azabının kâfir ve müşrikler için ebedi değil geçici olduğunu savunan Kazan'lı Musa Carullah Bigiyef'e[1] reddiyesinden[2] sonra bu batıl davanın Kur'an ile temellendirilmesinin mümkün olmadığı, en küçük bir şüpheye mahal bırakmayacak tarzda tescillenmişti.[3]
Ancak mezkûr reddiye, bütün ihtişam ve nefasetine rağmen, Cehennem azabının kâfir ve müşrikler için ebedi olmadığını savunanların ileri sürdüğü merviyyat üzerinde –son derece isabetli tesbitler sunmakla birlikte– alabildiğine kısa durduğu için, meselenin bu yönü bakımından takviyeye muhtaçtır.
Hemen aşağıda değinileceği üzere konunun bu yönünü de Muhammed b. İsmail es-San'ânî, Ref'u'l-Estâr isimli eseriyle büyük ölçüde ikmal etmiştir..
Bu yazının amacı ise, İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ın, kâfir ve müşrikler için Cehennem azabının ebedi olmadığı görüşünü benimseyip benimsemediği tartışmasını bir sonuca bağlamaktır.[4]
İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ın konuyla ilgili görüşü
"İbnu'l-Vezîr" diye bilinen, el-Avâsım sahibi Muhammed b. İbrahim el-Yemânî[5], Sübülü's-Selâm sahibi Muhammed b. İsmail es-San'ânî[6] ve Zâhid el-Kevserî, kâfir ve müşrikler için Cehennem hayatının sonsuz olmadığı görüşünü İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'a nisbet etmiştir.[7]
DİA'daki "Cehennem" maddesinin "Kelam" ilmiyle ilgili kısmının[8] müellifi Bekir Topaloğlu, "İbn Teymiyye ve onun yolunu benimseyenlerden oluşan bir grup âlim..." diyerek aynı şekilde davranmıştır.[9]
Aynı kaynaktaki "Azap" maddesinin yazarı Yusuf Şevki Yavuz'un da bu görüşü İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'a nisbet ettiği görülmektedir.[10]
Bu listeyi birkaç katı artırmak mümkün olmakla birlikte, öteden beri yaygın olarak benimsenen kanaatin, İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ın Cehennem hayatının son bulacağı görüşünü benimsediği doğrultusunda olduğunu söylemek için bu kadarını yeterli görüyorum.[11]
Ancak günümüzde konuyla ilgilenen bir kısım araştırmacıların, İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ın bu görüşte olmadığında ısrar ettiği, tam aksini söylediklerine dair kendi ifadelerinden deliller aktararak isbatlama yoluna gittiği görülmektedir. Meseleyi "problem" haline getiren de bu noktadır.
"Beka-i nar" görüşü
1. İbn Teymiyye
İbn Teymiyye, Mecmû'u'l-Fetâvâ'da, "Yedi şey vardır ki bunlar ölmeyecek, fena bulmayacak ve yokluğu tatmayacaktır: Cehennem ve sakinleri, Levh, Kalem, Kürsi, Arş"[12] şeklindeki rivayetin sahih olup olmadığı tarzındaki bir soruya verdiği cevapta şöyle der:
"Bu haber bu lafızla Hz. Peygamber (s.a.v)'in sözü değildir; o, alimlerden birine ait bir sözdür. Bu Ümmet'in selefi, imamları ve sair Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat şu itikattadır: Mahlukat arasında yok olmayacak ve tamamen fena bulmayacak varlıklar vardır.[13] Cennet, Cehennem, Arş vd. varlıklar böyledir. Mahlukatın tamamının fena bulacağını, Cehm b. Safvân ve Mu'tezile'den ve benzerlerinden kendisine muvafakat edenler gibi bid'atçı Kelamcılar'dan bir grup dışında söyleyen olmamıştır. Bu, Allah'ın Kitabı'na, Resulü'nün Sünneti'ne ve Ümmet'in selefinin ve imamlarının icmaına aykırı batıl bir sözdür. Nitekim bu hususta Cennet ve ehlinin ve daha başka varlıkların bekasına delalet (eden deliller) vardır ki, bu sayfa, bu noktanın zikri için yeterli değildir. Kelamcılar'dan ve Felsefeciler'den çeşitli kesimler, bütün mahlukatın fena bulmasının mümteni (muhal) olduğuna, aklî delillerle istidlal etmiştir. Vallâhu a'lem."[14]
Bu ifadeler esas alındığında İbn Teymiyye'nin, Cehennem'in son bulacağı görüşünde olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir.
Yine bir başka eserinde İmam el-Eş'arî'nin Makâlâtu'l-İslâmiyyîn'inden, herhangi bir itiraz getirmeksizin şöyle bir nakil yapar:
"… Yine şu meselede de iki görüş halinde ihtilaf etmişlerdir: Allah Teala'nın fiilleri için bir son var mıdır, yoksa O'nun fiillerinin sonu yok mudur? el-Cehm b. Safvân şöyle demiştir: "Allah'ın malumat ve makduratının bir son noktası ve sınırı, fiillerinin de bir sonu vardır. Cennet ve Cehennem fena bulacak, içindekiler de yok olacaktır. Tâ ki Allah, tıpkı el-Evvel olup, (ezelde) kendisiyle birlikte herhangi bir şey bulunmadığı gibi, (bütün mahlukat yok olduktan sonra da) el-Âhir (en son kalan) olacak ve O'nunla birlikte herhangi bir şey bulunmayacaktır." Buna karşılık Ehl-i İslam bir bütün olarak şöyle demiştir: "Cennet ve Cehennem'in sonu yoktur. Bu ikisi baki kalmaya devam edecektir. Aynı şekilde cennetlikler Cennet'te nimetlenmeye, cehennemlikler de Cehennem'de azap görmeye sürekli olarak devam edecektir. Bunun bir sonu yoktur. Allah'ın malumat ve makduratı için de bir son nokta ve sınır mevcut değildir."[15]
İbn Hazm, üzerinde icma bulunan meseleleri zikretmek maksadıyla kaleme aldığı Merâtibu'l-İcmâ'da "beka-i nar" meselesini de zikretmiş ve şöyle demiştir: "… Cehennem'in hak olduğunda, buranın ebedî bir azap yurdu olduğunda, kendisinin de içindekilerin de sonsuz ve ebedî olarak devam edip, fena bulmayacağında ittifak etmişlerdir…"[16]
Bu esere Nakdu Merâtibi'l-İcmâ' adıyla bir tenkit yazmış olan İbn Teymiyye'nin, yukarıdaki satırlar hakkında tek kelime etmemiş olması da bu konuda farklı düşünmediğini gösteren önemli bir noktadır.
2. İbnu'l-Kayyım
İbnu'l-Kayyım da el-Vâbilu's-Sayyib'inde şöyle demiştir: "İnsanlar, "herhangi bir pisliğin çirkinleştirmediği/bulaşmadığı temiz", "kendisinde hiçbir temizlik olmayan pis" ve "kendilerinde hem pislik, hem de temizlik bulunanlar" şeklinde üç tabaka olduğuna göre, bunların kalacakları yerler de üç çeşit olacaktır: Mahza temizlerin yurdu ve mahza pislerin yurdu. Bu iki yurt fena bulmayacaktır. Üçüncüsü ise kendisinde hem pislik, hem de temizlik bulunanların yurdudur ki, fena bulacaktır. Bu, (mü'min olan) isyankârların yurdudur. Zira Cehennem'de muvahhitlerin isyankârlarından kimse kalmayacak ve onlar cezaları miktarınca azaplandırıldıktan sonra ateşten çıkarılıp Cennet'e sokulacaklardır. Geriye mahza temizlerin ve mahza pislerin yurtlarından başkası kalmayacaktır..."[17]
Bütün bunlar İbn Teymiyye ve gözde öğrencisi İbnu'l-Kayyım'ın "fena-i nar" görüşünü kesinlikle benimsemediğini göstermektedir. Öyleyse onların bu görüşte olduğu kanaatinin yaygınlık kazanmasını nasıl izah edebiliriz?
"Fena-i nar" görüşü
Nâsıruddîn el-Albânî, Hanbelî mezhebine mensup Hadis hafızlarından "İbnu'l-Mibred"[18] veya İbn Abdilhâdî diye bilinen Cemâluddîn b. Hasan'ın (909/1503) Fihrist'inde İbn Teymiyye'nin, Cennet ve Cehennem'in fena bulacağı görüşüne reddiye mahiyetinde bir eseri bulunduğunun zikredildiğini söyler.[19] Aynı bilgiye es-Safedî'nin el-Vâfî bi'l-Vefeyât'ında da rastlıyoruz[20] ki bu eser, er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr ve Beyânu'l-Akvâl fî Zâlik ismiyle neşredilen risale olmalıdır.[21]
Takiyyüddîn es-Sübkî'nin (756/1355) el-İ'tibâr bi Bekâi'l-Cenneti ve'n-Nâr adlı risalesini[22] neşreden Tâhâ ed-Düsûkî Hubeyşî, bu eserin sonunda "Mülhak" ünvanıyla yer verdiği bölümde[23], İbn Teymiyye'nin bir risalesinden bazı pasajlar aktaran bir yazma risaleden söz eder. M. Nâsıruddîn el-Albânî tarafından tahkik edildiğini belirttiği bu üç sayfalık risale –yine el-Albânî'den naklen belirttiği gibi– İbn Teymiyye'nin, "Cennet ve Cehennem'in son bulacağı görüşüne" reddiye olarak kaleme alınmıştır.
Nitekim risalenin tanıtım cümlesi, "Şeyhülislam Ahmed b. Teymiyye –Allah ona rahmet eylesin–, Cennet ve Cehennem'in son bulacağı görüşüne reddiye olarak kaleme aldığı risalede şöyle dedi:…" tarzındadır.
Bu teşhis cümlesi, söz konusu risalenin, yukarıda mezkûr er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr veya onun bir parçası olup olmadığı hakkında fikir vermek için yeterli değilse de, risalenin "mülhak" kısmında verilen metni, onun, er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr'dan aktarılan bazı bölümlerden ibaret olduğunu göstermektedir.
İstihale süreci
Esas meseleye geçmeden önce, burada okuyucuyu yanılgıya sevk edebilecek bir noktaya dikkat çekmek gerekiyor: İbn Teymiyye, Cennet ve Cehennem'in ikisinin de yok olacağını söylememektedir. Dolayısıyla onun, bu görüşü savunan el-Cehm b. Safvân ve daha başkalarının karşısında yer alması ve bu müddeaya reddiye mahiyetinde görüş beyan edip eser yazmış olması son derece normaldir. Bu itibarla onun bu konuda yazıp söylediklerinin "er-Redd ale'l-Kâilîne bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nar" (Cennet ve Cehennem'in (her ikisinin de) son bulacağını söyleyenlere reddiye) başlığı altında toplanmasında ve takdiminde şaşılacak bir durum yoktur.
Bizim meselemiz ise İbn Teymiyye'nin, sadece Cehennem'in son bulacağını söyleyip söylemediğidir. Bir diğer ifadeyle onun, Cennet ve Cehennem'in son bulacağını söyleyen el-Cehm b. Safvân ve benzerlerine reddiye yazarken, sadece Cehennem'in son bulacağı görüşünü savunabileceğine, zira bu ikisinin birbirinden ayrı değerlendirilmesi gerektiğine dikkat edilmelidir.
el-Cehm b. Safvân, Cennet ve Cehennem'in yok olacağı görüşünü, "hâdis olanın ebedî olamayacağı" kazıyyesiyle temellendirmekte,[24] İbn Teymiyye ise daha farklı bir zeminde hareket etmektedir.
Muhtevasından biraz sonra bahsedeceğim er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr'a geçmeden önce, bu risalenin İbn Teymiyye'ye aidiyeti üzerinde de durmamız gerekiyor.
İbnu'l-Kayyım bu meseleyi, etraflıca ele aldığı başlıca eserlerinden birisi olan Şifâu'l-Alîl'de[25] enine boyuna tartışıp, karşıt deliller arasından kâfir ve müşriklerin Cehennem'de uzun bir azap süreciyle "temizlendikten" sonra azabın sona ereceği görüşünü, "Mahza şer için ve Yaratıcı'sının bekasınca devam edecek olan azap için bazı nefisler yaratmak, hikmet ve rahmete uygunluğu açık olmayan bir husustur. Her ne kadar ilahî kudretin şümulüne girse de, bu meselenin hikmet ve rahmetin şümulüne girdiği açık değildir. Akıllıların aklının tökezlediği bu meselede nazarın vardığı netice budur" sözleriyle ortaya koyduktan sonra şöyle der:
"Ben bu meseleyi Şeyhülislam'a[26] (Allah onun ruhunu takdis eylesin) sorduğumda, "Bu, azim ve büyük bir meseledir" demiş ve herhangi bir cevap vermemişti. Aradan bir zaman geçtikten sonra Abd b. Humeyd el-Keşşî'nin tefsirinde yukarıda zikrettiğim rivayetlerden bazılarını gördüm. Bu eseri kendisine gönderdim. O sırada kendisi son meclisinde idi ("ve huve fî meclisihi'l-ahîr"). Rivayetlerin zikredildiği yere bir işaret koydum ve kitabı kendisiyle gönderdiğim kişiye, "Burası ona müşkil gelmiş; ne olduğunu bilememiş" demesini söyledim. Bunun üzerine bu konudaki meşhur eserini yazdı. Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun..."
İbnu'l-Kayyım'ın burada sözünü ettiği "meşhur eser" hangisidir? er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr mıdır, yoksa aksi istikamette kaleme alınmış bir başka kitap mıdır?
Şu an için elimizde bulunan malzeme bizi, bu "meşhur" eserin, yukarıda zikri geçen er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr olduğunu söylemeye icbar ediyor. Zira İbn Teymiyye'nin, münhasıran Cehennem hayatının son bulacağı görüşüne reddiye mahiyetinde bir eser kaleme aldığına dair herhangi bir malumata rastlanabilmiş değildir.
İbnu'l-Kayyım'ın yukarıda iktibas ettiğim ifadelerinde geçen "son meclis" tabirini, İbn Teymiyye'nin 726/1325 yılında Şam kalesindeki "mecburi ikamet"inden[27] hemen önceki dönem olarak anlayabilir miyiz? Bu süreçteki "mecburi ikamet"i esnasında İbn Teymiyye'nin kitap yazmasına ve fetva vermesine imkân tanınmadığına göre, şu anda elimizdeki bilgiler doğrultusunda, konuyla ilgili müstakil telifinin belirlediğimiz zaman diliminde kaleme alındığını söylemek mümkün görünüyor…
Buna göre İbn Teymiyye, önceleri "beka-i nar" görüşünde iken bilahare bu konuda bir tereddüt safhası geçirmiş olmalıdır. İbnu'l-Kayyım'ın sorusuna "Bu, azim ve büyük bir meseledir" demekle yetinmesini, bu tereddüt sürecinin devam ettiği bir safhaya ait bir tavır olarak okumak yanlış olmasa gerek...
Risalenin İbn Teymiyye'ye aidiyeti
Nitekim İbnu'l-Kayyım'ın, Hâdi'l-Ervâh'ta meseleyi Şifâu'l-Alîl'e kıyasla daha geniş bir şekilde işlemesinden ve kâfir ve müşriklerin azabının sonlu olduğu görüşünü daha detaylı delillendirmeye çalışmasından, sadece kendisinin bu meseledeki kanaatinin pekiştiğini değil, aynı zamanda İbn Teymiyye'nin görüşünün de onunkiyle aynı doğrultuda istikrar bulduğunu gösterdiği sonucunu çıkarabiliriz.
İbnu'l-Kayyım'ın bu eserinde İbn Teymiyye'den yaptığı uzun alıntı, ilgi çekici biçimde Abd b. Humeyd'in tefsirinden iktibaslar içermekte ve orada yer alan rivayetler konusunda hocasının yorumlarını ihtiva etmektedir.
İbnu'l-Kayyım, önceleri bu noktada iken bilahare Şifâu'l-Alîl'in telifi öncesinde bir tereddüt süreci yaşamış, hatta kâfir ve müşriklerin azabının sonlu olduğu görüşüne meyletmekle birlikte kesin bir şey söylemekten kaçınmış ve nihayet Hâdi'l-Ervâh'ın telifi aşamasında bu meyil "tercih"e dönüşmüş ve pekişmiş olmalıdır.
Nitekim el-Kasîdetu'n-Nûniyye'de[28] –yukarıda görüşünü özetle verdiğim– el-Cehm b. Safvân'ı eleştirirken, sadece Cennet ve içindekilerin fena bulmayacağını söylemekle yetinmesi de bu tesbiti doğrulayan bir tavırdır.
Bu meseleyi en fazla detaylandırdığı Hâdi'l-Ervâh'ta hocasından, aykırı bir görüş nakletmek şöyle dursun, malum görüşü destekler mahiyette iktibasta bulunması, İbn Teymiyye'nin de bu meselede aynı şekilde düşündüğünü ortaya koyan önemli bir göstergedir.
Mezkûr eserinde, Cehennem'in ebedî/sonsuz olup olmadığı konusundaki görüşleri 7 madde halinde zikrettikten sonra sözlerini şöyle sürdürür:
"Şeyhülislam şöyle dedi: "Bu görüş[29] Ömer, İbn Mes'ûd, Ebû Hureyre, Ebû Sa'îd ve daha başkalarından nakledilmiştir. Abd b. Humeyd –ki Hadis ulemasının büyüklerindendir–, meşhur tefsirinde şöyle rivayet etmiştir: "Bize Süleyman b. Harb... el-Hasan'ın şöyle dediğini tahdis etti: "Ömer şöyle demiştir: "Ateş ehli ateşte "Âlic" (denen mevki)'in kumları miktarınca..."
"(Yine Abd b. Humeyd) şöyle demiştir: "Bize Haccâc b. Minhâl... el-Hasan'ın şöyle dediğini tahdis etti: "Ömer şöyle demiştir..."[30]
"Bunu, Hadis hafızı imamlardan ve Sünnet ulemasından olan Abd (b. Humeyd), şu iki büyük zattan rivayet etmiştir: Süleyman b. Harb ve Haccâc b. Minhâl. (...)
"Her ne kadar el-Hasan (el-Basrî) Ömer'den birşey işitmemiş ise de, bu rivayeti bazı Tabiun'dan rivayet etmiştir. Eğer bu söz el-Hasan nazarında sahih olmasaydı, onu rivayet etmez ve "Ömer şöyle dedi..." tarzında kesin bir ifade kullanmazdı. (...)
"Yine şöyle dedi: "Şüphe yok ki bu sözü Ömer'den naklen söyleyen ve ondan rivayet edenler, ateş ehli olan "Cehennemlikler" tabirini ancak (kâfir ve müşrikleri anlatan) bir "cins isim" olarak ifade etmek istemiştir. Günahları sebebiyle ateşe girecek olanlara gelince, bu rivayeti nakledenler de, başkaları da bunların Cehennem'den (belli bir süre azap gördükten sonra) çıkarılacaklarını, ne Âlic'in kumları miktarınca, ne de buna yakın bir zaman için orada kalacaklarını bilmektedirler.
"Ateş ehli tabiri, Muvahhitler'e değil, onların dışındakilere mahsus bir ifadedir..."
Sorun, "Şeyhülislam şöyle dedi..." diye başlayarak bu minval üzere uzayıp giden ifadelerin kime ait olduğu noktasında düğümlenmektedir. İlgili bahsin sonuna kadar herhangi bir yerde İbn Teymiyye'nin sözlerinin nerede bittiği konusunda hiçbir tasrihat veya işaret mevcut değildir.
Ancak er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr'la karşılaştırma yapıldığında yukarıdaki ifadelerin İbnu'l-Kayyım tarafından İbn Teymiyye'den aynen alıntılandığı ve yer yer aralara kendi ifadelerinin girdiği açıkça görülmektedir.
el-Albânî'nin itirafı
İbn Ebi'l-İzz tarafından şerh edilen el-Akîdetu't-Tahâviyye'deki[31] hadislerin tahricini yapan el-Albânî, yukarıda bir kısmını naklettiğim sözleri İbnu'l-Kayyım'a nisbet ederek eleştiri konusu yaparken[32] Nakdu Ta'lîkâti'l-Albânî adlı tenkidinde İsmail Muhammed el-Ensârî buna itiraz ederek, bu sözlerin İbnu'l-Kayyım'a değil İbn Teymiyye'ye ait olduğunu söyler. [33]
Burada her ikisinin de kısmen haklı olduğu ortaya çıkmaktadır. Zira nakledilen ifadeler yüzde yüz oranında ne İbn Teymiyye'ye, ne de İbnu'l-Kayyım'a aittir. Yukarıda da belirttiğim gibi İbnu'l-Kayyım, hocasından yaptığı alıntıların sonuna kendi ifadelerini eklemiş ve onun yazdıklarına katkıda bulunarak "fena-i nar" görüşünün delillerini detaylandırmıştır.
Şu kadar ki, er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr'ın henüz neşredilmediği döneme ait olan bu tartışmada el-Albânî, İbn Teymiyye'yi "fena-i nar" görüşünden tebrie etmekte isabetli değildir.
Nitekim aradan uzun yıllar geçtikten sonra, Muhammed b. İsmail es-San'ânî'nin Ref'u'l-Estâr'ına yazdığı takdim yazısında[34] hem İbn Teymiyye'nin, hem de İbnu'l-Kayyım'ın "fena-i nar" görüşünde olduğunu tasrih edecek ve şöyle diyecektir:
"Bundan 20 yıl önce Silsiletu'l-Ahâdîsi'd-Da'îfe'de (II, 71-5) o ikisinin (İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ın), bazılarını "fena-i nar" görüşüne delil olarak kullandıkları bir kısım merfu ve mevkuf rivayetlerin tahrici münasebetiyle onların bu görüşüne red sadedinde kısaca değinmiştim.[35] Orada bu rivayetlerin zaafını da beyan etmiştim. İbnu'l-Kayyım'ın, Cehennem'in hiç son bulmayacağı şeklinde bir görüşü daha vardır.[36] İbn Teymiyye'nin de Cennet ve Cehennem'in son bulacağını söyleyenlere reddiye sadedinde bir eseri (kaide) mevcuttur.
"O zaman İbn Teymiyye'nin, İbnu'l-Kayyım'ın bu ikinci görüşünü paylaştığını sanmıştım.[37] (Ancak Ref'u'l-Estâr'da gördüm ki) Müellif es-San'ânî, İbnu'l-Kayyım'dan yaptığı nakille, yukarıda işaret edilen reddiyenin[38], Cehennem'in son bulacağını söyleyenlere değil, sadece Cennet'in son bulacağını söyleyen Cehmîler'e reddiye mahiyetinde olduğunu beyan etmekte ve kendisi, yani İbn Teymiyye de Cehennem'in son bulacağını söylemektedir. Hatta sadece bunu söylemekle kalmamakta, Cehennem son bulduktan sonra cehennemliklerin, altından ırmaklar akan cennetlere gideceğini de ileri sürmektedir…"[39]
İbn Teymiyye tam olarak ne diyor?
el-Albânî gibi "sıkı" bir selefînin bile katılmadığı bir görüşün İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'a nisbeti, bu iki alimin bağlılarınca elbette refleksif bir tepkiyle reddedilecektir. Nitekim sadece onların bu konuda yazdıklarından haberdar olmayanların kaynak sorması değil, onların bu görüşüne muttali olanların da ısrarla tevil yoluna gitmesi gösteriyor ki "fena-i nar" görüşü "tevessül" vb. diğer meseleler gibi değildir.
Tevilcilerin, "Onların "fena-i nar" görüşünün delillerini detaylı olarak zikretmiş olması, bu görüşü benimsediklerini göstermez" tarzındaki itirazı, aşağıda bizzat İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'dan alıntılanan ifadeler tarafından boşa çıkarılmaktadır.
Ancak alıntılara geçmeden önce bir hususu belirtelim: Onların bu meseleyi ele alış tarzının "objektiflik"ten çok öte bir tavrı yansıtması, hatta bu meselede "taraf" olduklarını göstermesi, tevilcilerin yaptığının "suyu yokuşa akıtmaya çalışmak"tan farksız olduğunu ortaya koyuyor.
Zira eğer İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ın ileri sürdüğü gibi "fena-i nar" konusunda Selef arasında gerçekten görüş ayrılığı var ise, yapılması gereken, her iki tarafın delillerini zikrederek takdiri okuyucuya bırakmaktır. Ancak böyle yapmayıp da sadece "fena-i nar" görüşünün delilleri üzerinde durmuş, "beka-i nar"ın delillerini ise sadece "çürütmek" maksadıyla zikretmiş iseler, burada tevilcilerin boşuna tekellüfte bulunduğunu söyleme zaruretiyle karşı karşıya bulunuyoruz demektir…
İbn Teymiyye bu meseleyi, adı geçen eserinin 52 ila 87. sayfaları arasında ele almış ve şöyle demiştir:
"… Cehennem'in son bulacağı görüşüne gelince, bu konuda selef ve halef ulemasından maruf iki görüş vardır ve Tabiun ile daha sonra gelenlerin bu konudaki anlaşmazlıkları malumdur. (…) Cehennem'de bulunanların azabının gelip dayanacağı bir son sınır olduğunu ve azabın Cennet nimetleri gibi daimi olmadığını söyleyenler, bununla Cehennem'in son bulacağını kasdetmiş olabilecekleri gibi, cehennemliklerin (bir gün) buradan çıkacağını ve orada hiç kimsenin kalmayacağını da kasdetmiş olabilirler. Ancak şöyle de denebilir: Onlar bununla, azap devam ettiği halde cehennemliklerin buradan çıkacağını değil, Cehennem'in azabının sona ereceğini, onun yok olmasının bu anlamda olduğunu kasdetmişlerdir.
"Bu görüş Hz. Ömer, İbn Mes'ûd, Ebû Sa'îd el-Hudrî ve daha başkalarından nakledilmiştir…"
İbn Teymiyye daha sonra Hz. Ömer (r.a)'den nakledilen rivayeti zikredip sıhhat değerlendirmesi yaptıktan sonra sözlerini şöyle sürdürür:
"… Buradaki "ehl-i cehennem" ifadesi, cehennemlikleri anlatır. Zira bunlar orada ne ölecek, ne de dirilecektir. (Yine rivayette geçen), "oradan çıkarlar" ifadesi, "Cehennem'in azabı sona erip kesildikten sonra buradan çıkarlar" demektir. Böylece onlar Cehennem'den çıkmış olmamaktadır. Aksine Allah Teala'nın haber verdiği gibi onlar orada "kalıcı"dırlar; ancak ömrü sona erdiği ve tıpkı dünyanın son bulması gibi Cehennem de son bulduğu zaman artık orada azap kalmaz.
"Şöyle ki, alem yok olmayacaktır; arzda bulunan Cehennem de tamamen fena bulmayacaktır. Ancak onun son bulması, halinin değişmesi ve bir halden diğerine geçip değişmesi şeklinde olacaktır."[40]
Müteakiben Abdullah b. Mes'ûd (r.)'dan, "Cehennem'e öyle bir zaman gelecek ki, içinde hiç kimse bulunmayacak. Bu, cehennemliklerin, orada "ahkâb"[41] süresince kaldıktan sonra olacaktır" şeklindeki sözünü nakleder ve "Bunlar kâfirlerdir. Ebû Hureyre'den de benzeri bir söz nakledilmiştir" der.
Burada anlatılanların günahkâr mü'minler olamayacağı görüşünü delillendirmek için bazı ayetler zikrettikten sonra da şöyle der: "Sahabe'den buna aykırı meşhur bir naklin mevcudiyetine rastlamadım."
"… (Allah Teala Cennet nimetleri hakkında "kesintisiz bir lütuf…" buyurduğu halde) Cehennemlikler(in akıbeti) hakkında ne dilediğini haber vermemiştir. Sünnet ve Hadis uleması bu konuda Sahabe ve Tabiun'dan çeşitli rivayetler nakletmiştir. (…) Şu halde Cehennem'in son bulacağına Kitap, Sünnet ve Sahabe akvaliyle ihticac edil(ebil)irken, Cehennem'in baki olacağını söyleyenlerin elinde ne Kitap, ne Sünnet, ne de Sahabe akvalinden bir delil vardır!" (…)
"Cehennem'in devamlı olacağını söyleyenlerin (bunu isbat etmek için başvurduğu) 4[42] yol vardır" diyerek sürdürdüğü bahiste sözü, Cennet'in devamlılığı ile Cehennem'in devamlılığı arasındaki farka getirir, Cennet'in devamlılığının kesintisiz ve ebedi olduğunu, Cehennem'in devamlılığının ise birgün son bulacak bir devamlılık olup ebedi olmadığını isbata yönelir ve bilahare İbnu'l-Kayyım tarafından Hâdi'l-Ervâh'ta tekrarlanacak aklî istidlal tarzı ile sözlerini sürdürür.
Son sözleri söylediği kısımda Cehmiyye'nin Cennet ve Cehennem'in ikisinin de yok olacağı iddiasına kısaca değinir ve bunun niçin itibara alınabilecek bir görüş olmadığına anlatır, sonra da şöyle der :
"Fena bulmak, sadece Cehennem içindir. Bu, Ehl-i Sünnet'in isbat ettiği görüştür. Cehennem'in yok olması, bir halden başka bir hale geçerek değişmesi anlamındadır, yoksa el-Cehm'in dediği gibi tamamen yok edilmesi anlamında değildir…"
Burada tümüyle zikredilmesi mümkün olmayacak kadar uzun bir yer tutan bu bahisten net olarak anlaşılmaktadır ki İbn Teymiyye, kâfir ve müşrikler için Cehennem azabının sonsuz olmayacağı, azapta çok uzun zaman kalsalar da oradan çıkacakları bir günün mutlaka geleceği görüşünü benimsemiş ve hiçbir yoruma mahal bırakmayacak tarzda savunmuştur.
Konuyla ilgili olarak ileri sürdüğü delillerin tartışması ise ayrı bir makalenin konusudur.
Ayrıca bu eser, aynı müellifin İnsanların Akide-i İlahiyelerine Bir Nazar'ı ve İdil-Ural müftüsü Rızaeddin b. Fahreddin'in Carullah'ı desteklemek amacıyla kaleme aldığı Rahmet-i İlahiye Meselesi adlı risale ile birlikte Hikmet Akpur tarafından sadeleştirilerek Çıkış Yolu -Evrensel Kurtuluş- adıyla basılmıştır. (İstanbul-1991)
[2] Yeni İslam Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyesi, İstanbul-1337.
Bu eser de, biri latinize edilmiş (Bedir Yayınevi, İstanbul-1998), diğeri Carullah'ın mezkûr iki risalesi ile birlikte Ömer H. Özalp tarafından sadeleştirilmiş olarak (Pınar yayınları, İstanbul-1996) neşredilmiştir.
[3] Takiyyüddîn Ali b. Abdilkâfî es-Sübkî'nin el-İ'tibâr bi Bekâi'l-Cenneti ve'n-Nâr'ı ile "el-Emîr" diye bilinen Muhammed b. İsmail es-San'ânî'nin Ref'u'l-Estâr li İbtâli Edilleti'l-Kâilîne bi Fenâi'n-Nâr'ı bu meselede İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'a reddiye olarak kaleme alınmış iki meşhur çalışmadır.
[4] DİA'da da belirtildiği gibi İbnu'l-Vezîr ve İsmail Hakkı İzmirli'nin de Cehennem azabının fena bulacağı görüşünü benimsediği bilinmektedir. Çağdaş araştırmacılardan Yusuf el-Karadâvî de bu isimlere eklenmelidir. el-Karadâvî'nin konu hakkındaki görüşü için aşağıdaki adrese bakılabilir: http://www.qaradawi.net/site/topics/article.asp?cu_no=2&item_no=3728&version=1&template_id=187&parent_id=18
[9] Ancak "Cehennem" maddesinin sonunda verilen bibliyografyada Mecmû'u'l-Fetâvâ'sına yapılan atıflarda belirtilen yerlerde İbn Teymiyye'nin bu doğrultuda herhangi bir ifadesi mevcut değildir. Bu atıflar, ilgili maddenin başka yerlerinde zikredilen hususlarla bağlantılı olarak yapılmış olmalıdır.
[10] IV, 305.
Mecm'u'l-Fetâvâ için bir önceki dipnotta söylenenler, mezkûr eserin bu maddenin sonundaki bibliyografyada zikredilen cilt ve sayfa numaraları için de geçerlidir.
[11] Çağdaş araştırmacılardan Ali el-Harbî, Keşfu'l-Estâr li İbtâli İddi'âi Fenâi'n-Nâr adlı çalışmasında İbn Teymiyye'nin Cehennem hayatının son bulacağı görüşünde olmadığını ve bu görüşü savunan herhangi bir eser yazmadığını, dolayısıyla bu konudaki risaleyi ona nisbet eden İbnu'l-Kayyım ve İbnu'l-Vezîr'in hatalı olduğunu söylerken, Abdülkerîm Sâlih el-Humeyd, el-Kavlu'l-Muhtâr li Beyâni Fenâi'n-Nâr'ında İbnn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ın bu görüşü benimsediğini belirterek, hem onları hem de bu görüşü savunmaya çalışmıştır.
[12] Baş tarafta "yedi" rakamı zikredildiği halde metin içinde zikredilenlerin eksik olduğu dikkat çekmektedir.
[13] Bu ifadenin anlamı, ileride er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr'dan yapacağım alıntı ile vuzuha kavuşacaktır.
[14] İbn Teymiyye, Mecmû'u'l-Fetâvâ, XVIII, 307.
[15] İbn Teymiyye, Der'u Te'ârudi'l-Akl ve'n-Nakl, I, 406. Alıntı için bkz. el-Eş'arî, Makâlâtu'l-İslâmiyyîn, 164.
[16] İbn Hazm, Merâtibu'l-İcmâ', 268.
[17] el-Vâbilu's-Sayyib, 25.
[18] "Müberrid" olarak okunması hatalıdır.
[19] Silsiletu'l-Ahâdîsi'd-Da'îfe ve'l-Mevdû'a, II, 75.
[20] es-Safedî, el-Vâfî, VII, 26.
[21] er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr ve Beyânu'l-Akvâl fî Zâlik, (Muhammed b. Abdillah es-Semherî tahkikiyle), Dâru Belensiye, Riyad-1415/1995.
[22] es-Sübkî'nin mezkûr eserini neşreden Hubeyşî'nin, bu eserin İbn Teymiyye'ye değil de İbnu'l-Kayyım'a reddiye olarak kaleme alındığını söylemesi isabetli değildir. (Bkz. el-İ'tibâr, 4-5) Zira İbnu'l-Kayyım'ın konuyla ilgili olarask kmuhtelif eserlerinde yazdıkları, İbn Teymiyye'nin ilgili risalesindeki argümanların geliştirilmesinden ibarettir.
[23] Takıyyüddîn es-Sübkî, el-İ'tibâr bi Bekâi'l-Cenneti ve'n-Nâr, ("Mülhak"), 90 vd.
[24] Dolayısıyla sadece Cennet ve Cehennem'in değil, hâdis olan bütün varlıkların bir gün fena bulacağını söylemektedir.
[25] İbnu'l-Kayyım, Şifâu'l-Alîl, 264.
[26] Hocası İbn Teymiyye.
[27] Bkz. İbn Kesîr, el-Bidâye, XIV, 127 vd.
[28] el-Kâfiyetu'ş-Şâfiye adıyla da bilinir, I, 39 vd.
[29] Cehennem azabının kâfir ve müşrikler için de sonlu olduğu görüşü.
[30] Bu rivayetlerin metin ve senetleri üzerinde detaylı olarak durulacaktır.
[31] el-Kevserî merhum (el-Hâvî, 37, dpnt.), 6/13. asır ulemasından Ebû Şucâ'/Ebu'l-Fedâil Bekbers (Baybars) b. Yalınkılıç en-Nâsırî'ye ait olan en-Nûru'l-Lâmi' ve'l-Bürhânu's-Sâtı' adlı eserin el-Akîdetu't-Tahâviyye üzerine yazılmış en meşhur şerhlerden birisi olduğunu söyler.
Bu eser üzerine kaleme alınmış diğer şerhler için bkz. el-Kevserî, el-Hâvî, a.y.; DİA, II, 260.
[32]el-Akîdetu't-Tahâviyye, 428 vd.
[33] İsmail Muhammed el-Ensârî, Nakdu Ta'lîkâti'l-Albânî, 132 vd.
[34] Ref'u'l-Estâr, 7.
[35] Oysa Silsiletu'l-Ahâdîsi'd-Da'îfe'de (II, 71 vd.) fena-i nar görüşünü sadece İbnu'l-Kayyım'a nisbet ettiği görülmektedir.
[36] Bu ifade, İbnu'l-Kayyım'ın, yukarıda değindiğim istihaleden önceki görüşüne atıf yapmaktadır ki, el-Vâbilu's-Sayyib'den naklen yukarıda vermiştim.
[37] İbn Teymiyye'nin bu eserini görmediği anlaşılıyor.
[38] er-Redd alâ Men Kâle bi Fenâi'l-Cenneti ve'n-Nâr kastediliyor.
[39] Görünen o ki, bu görüşe İbn Teymiyye'nin de iştirak ettiği noktasında el-Albânî önceleri olumsuz düşünmektedir. Tıpkı el-Akîdetu't-Tahâviyye'nin İbn Ebi'l-İzz şerhindeki hadislerin tahricini yaptığı dönemde olduğu gibi, Silsiletu'l-Ahâdîsi'Da'îfe'nin kaleme alınış sürecinde de böyle düşündüğü anlaşılmaktadır. Ancak Ref'u'l-Estâr'a muttali olduktan sonra bu görüşü değişmiştir.
[40] Böylece İbn Teymiyye'nin yukarıda Mecmû'u'l-Fetâvâ'dan naklettiğim ifadesinin anlamı daha net olarak ortaya çıkmaktadır.
[41] Bu kelime "hukb"un çoğuludur. Tefsirlerde "hukb"un ifade ettiği zaman diliminin miktarı hakkında muhtelif rakamlar verilmiştir.
[42] İbnu'l-Kayyım Hâdi'l-Ervâh'ta bunu 6'ya çıkarmıştır.
Kaynak: İnkişaf Dergisi, No: 7
.İmam Zâhidü’l Kevserî'den: Said el-Dârimî ve İbni Teymiyye Hakkında
Muhammed Zâhidü’l Kevserî
Beni, ne şeytânın boynuzunun doğduğu yerdeki şu âlim olmadığı halde âlimlik taslayan kişinin yerden bitmesi, ne Müseyleme ile olan bağı, ne peşinden gidilen (müctehid) imâmlardan -Allah celle celâlühû onlardan râzı olsun- birinin tâbi’lerinden olduğunu göstererek Ezher’liler arasında gizlenmesi, ne de perdesi yırtılıp işi ortaya çıktıktan sonra, İslâm’ın bağlandığı son yerin şerefini korumak için Ezher-i şerîften tard edilmesi ve kovulması ile alâkalı olan işi üzmemektedir. Çünki bunlar, üzerinde perde olmayan âşikâr işlerdir. Hatta bunları, bu memleketin ve sâir mıntıkaların ahâlisinin çoğu bilmektedir.
Beni ve gayreti çok olan her Müslümanı, sadece ve sadece, onun gibi birisinin, ‘Selef-i Sâlihîn’in mezhebine da’vet etmek’ manzarası ile Müslümanların umûmundan temiz kalbli kimselerin arasında gözükmesi ve onların arasında öldürücü zehirini Sünnet ismiyle yayıp da, memleketin ve İslâm’ın ismini kötüye çıkarması üzmektedir.
İşte bu yüzden, şu yanında olmayan ile iftihâr eden[1] birikmiş kum yığınını (Kasîmî’yi), Müslümanların arasında fesâd yaymaya bırakmayacak ve en sağlam bir iple, putperestlikte tamamlanan inancını gizlemek için, bahsimizin mevzû'unu, onunla alâkası olmayan boş serseriliklere genişletmesine müsaade etmeyeceğiz. Aksine, her ne zaman kurtulmaya teşebbüs ederse, onu kulağından tutacak, da’vet etmiş olduğu açık sapıklık mevzû'una çevirecek ve sadece da’veti etrâfında konuşmaya onu mecbûr bırakacağız.
Sen, ey Ümmeti alenen ve âşikâr olarak cemâatinin sadece bir ay önce bastığı, imâmın olan Dârimî’nin[2] kitâbındaki ve Ahmed İbnu Hanbel’in oğlu Abdullah’ın kitâbı olduğunu ikrâr ettiğiniz “Kitâbu’s-Sünne”deki(akîde)lere çağıran da’vetçi!.. Ben seni, tevbe edene, hakka dönene ve bu iki kitâbdaki putperestlik desîselerinden ve dinden çıkaran açık küfürden uzak olduğunu ortaya koyuncaya kadar, bu iki kitâbda bulunan câhillikler ve ahmak putperestliklerle Müslümanları kandırmaya bırakmayacağım.
Ben, geçmiş bir makâlemde, üzerlerine hiçbir ta’lik[3] yapmadan Dârimî’nin kitâbındaki küfür sözlerinden bir tomar zikretmiştim. Bugün ise onlardan teker teker bahsedeceğim. Tâ ki, sözün sırası zikri geçen Kitâbu’s-Sünne’dekilere gelsin. O zaman inşâellah cumhûrun ikna olmasına kadar konuşacağım.
Kitâbın başında da İbnu Teymiyye’nin bunu cidden beğendiği ve şiddetli bir şekilde tavsiye ettiği geçmektedir. İbnu’l-Kayyim el-Cevziyye hakkında da aynı şeyleri söylemektesiniz.
O takdîrde, zikri geçen kitâbın mes'eleleri için söylenen söz, kendi i'tirâfınızla senin, sünnetinin yardımcılarının, Harran’lı Şeyh(İbnu Teymiyye) nin ve talebesi İbnu Zefîl(İbnu’l-Kayyim el-Cevziyye’)nin hakkında bir söz olmaktadır. Bu, cevâbın mesâfesini kısaltmakta ve inancınızın îzâhı husûsunda kesin bir netîceye ulaşmayı kolaylaştırmaktadır.
[Bir] Dârimî’yi yakaladığım ilk kelimeler, kitâbının dördüncü sayfasında hasımlarını,
‘Vâhid’inin/Bir’inin mekânını -ki Allah sübhânehû ve teâlâ’yı kasdetmektedir- bilmemek’
ile ayıplamasıdır.
Bu, o kimse tarafından kitâbda defalarca tekrarlanmaktadır. Dolayısıyla onun i'tikâdı, bir mekânın Allah'ı içinde bulundurduğu, bir sathın, bir yerin onu taşıdığı şeklinde olmaktadır.
Bu da tecsîm[5] ile hükmetmektir. Kim de Allah sübhânehû ve teâlâ’yı bir mekânda yer tutmuş sayarsa, o bir putperesttir, Müslümanların cemâatinden çıkmıştır. Nitekim akâid imâmlarından birçoğu bunu açıkça ifâde etmişlerdir. Allah celle celâlühû iftirâcıların iftirâsından çok yücedir.
[İki] O sözlerden biri de yirminci sayfadaki şu sözüdür:
“… Hayy ve Kayyûm (olan Allah sübhânehû ve teâlâ) dilediğini yapar, dilediği zaman hareket eder, dilediği zaman iner ve yükselir; dilediği zaman da (ellerini) çeker ve uzatır, kalkar ve oturur. Çünki diriyle ölü arasındaki alâmet hareket etmektir. Her bir diri mutlaka hareket eder. Her ölü çâresiz hareketsizdir.”
Dârimî’nin sözünün ibâresi budur ve söz kitâbında tekrârlanmaktadır. O halde bu hüsrana uğrayan kimsenin ibâdet ettiği, ayağa kalkmakta, oturmakta ve hareket etmektedir. Belki de bu i'tikâdı, şu Siczî,[6] komşuları olan sığıra ibâdet eden kimselerden miras almıştır.
Kim ki, âlemlerin ilâhı hakkında böyle inanırsa, söz birliği ile kâfir olur. O hâlde yazıklar olsun, namazda böyle bir kimseye uyana, yâhud onunla nikâhlanana!.. Öyleyse, bu kitâba râzı olan ve onu şiddetle vasiyet eden, yâhud içindekilere da’vet etmek için onu basanın hâli ne olur? Sizin (insanları) da’vet ettiğiniz tevhîdiniz işte budur. Üstâz Mensûrî’nin, bu i'tikâdla gönlü hoş olsun, sevinsin. O Protestanların râzı olacağı bir tevhîd arıyordu. (İşte buldu; yumulsun!..)
[Üç] Onlardan biri de yirmi üçüncü sayfadaki şu sözüdür:
“Allah teâlâ’nın bir haddi vardır.. Mekânının da bir haddi vardır. O semâvâtının üstünde olduğu halde arşının üstündedir. İşte bu ikisi iki haddir. Herkes Allah'ı ve mekânını Cehmiyye’den daha iyi bilir…”
Bu söz, sâhibini, mücessime olmaktan uzak olduğunu söylemeye mecâl bırakmayacak bir sözdür. Allah celle celâlühû’ya cisim isnâd etmek, putperestlikten başka bir şey değildir.
Yazıklar olsun o kimseye ki, ibâdet ettiği varlığı işte bu şekilde arşın ve kulaçla ölçmeye kalkar.
Onlar, istivâ âyetine nasıl tutunmuş olabilirler?!.. Halbuki lugatta, istivânın bir çok ma'nâsı vardır ve Arşın da bir takım ma'nâları vardır. Ehl-i Hakk olan Ehl-i Sünnet’in icmâı ile Allah Teâlâ’ya nisbet edilecek olanda yerleşmek, yer tutmak, ayakta olup da oturmak, yatıp da oturmak ve binmek ma'nâları yoktur. Aksine âyetin hükmü, ‘tenzîhle[7] beraber tefvîd’[8] veya ‘mülk’, ‘mülkü kendine seçmek, tercîh etmek’, ‘emir ve nehiy vermeye başlamak’ gibi, lugatın ve karşılıklı konuşma dilinin gereğince -yerinde açıklanmış olan- bunların benzeri ma'nâlara yormaktır. Allah teâlâ için, ‘hareket’, ‘oturmak’ ve ‘sınırlar’ bulunduğunu söylemek, hakkında iki keçinin birbirini süsmeyeceği ve yine hakkında iki Müslümanın çekişmeyeceği hususlardandır.
[Dört] Onlardan biri de yirmi beşinci sayfadaki Âdem aleyhisselâm hakkındaki şu sözüdür:
Bu da kitâbda tekrâr eder. Sen onu, Allah Teâlâ’nın Âdem aleyhisselâm’ı yaratmasını, organ yardımıyla toprak kullanılmasına yorarken görürsün. Bu, (kişiyi) rezîl edecek bir dil bilmemek ve açık bir küfürdür. Allah teâlâ’nın Adem aleyhisselâm’ı iki eliyle yaratmasının ma'nâsı, husûsî bir inâyeti demektir. Arab dilinde, (يداك اوكتا)/‘iki elin (ahdi, anlaşmayı) sağlamlaştırdı ve bağladı’ (ifâdesi) vardır. Bunu Allah teâlâ’nın ‘Allah celle celâlühû’nun katında ‘Îsâ aleyhisselâm’ın meseli, Âdem aleyhisselâm’in meseli gibidir; onu topraktan yarattı; sonra da ona ol dedi, o da olur’[9] âyeti doğrulamaktadır.
[Beş] Onlardan biri de, yetmiş dördüncü sayfadaki şu sözüdür:
“Şübhesiz ki O, kürsünün üzerine oturur, O’ndan dört parmaktan fazla bir yer artmaz…”
Bak şu akılsız ahmağa!.. Nasıl da, Allah sübhânehû ve teâlâ için, Kürsî’nin üstünde oturmak olduğunu ve Resûlü sallellâhu aleyhi ve sellem’i oturtmak için bir yanında da bir yer bıraktığını söylüyor?!.. Nitekim bu, mübtezel Barbahârîlerin mezhebidir. “Kuûd”/oturmak, dilcilerin örfünde bacağı kıvırıp, kabaları yere koymak demektir. Şunların Allah teâlâ ve Resûlü sallellâhu aleyhi ve sellem hakkındaki îmânları işte böyle oluyor. Bu o sünnettir ki, ondan uzak olanlar onlara göre İslâm’ın düşmanı oluyor. Allah kahretsin onları, Allah'a karşı ne şaşırtıcı bir cesâret sâhibidirler!..
[Altı] Onlardan biri de, seksen beşinci sayfadaki şu sözleridir:
“Şâyet dilese elbette bir sineğin sırtına oturur ve kudretiyle ve Rablığının lütfuyla o sinek onu yüklenir ve taşırdı. Ya bu, büyük arşın üzerinde olursa, ne olur?!.”
Allah sübhânehû ve teâlâ hakkındaki sözü işte budur. Sanki, ma'bûdunun sineğin sırtına oturması olmuş bitmiş ve kabûl görmüş bir iş de bununla, Allah teâlâ’nın, sineğin sırtından daha geniş olan Arşın üzerinde karar kılmasına delîl ileri sürüyor! Allah celle celâlühû bundan çok büyük bir yücelik ile yücedir. Bu Siczî’den, Harrânlı’dan ve bu ikisinin yandaşlarından evvel, insanlardan, böylesi boş ve akılsızca bir söz söyleyen bir kimseyi bilmiyorum. (Allah celle celâlühû’nun) dileme(si)nin muhâle[10] tealluk etmeyeceğini kim bilmez?!.. Bu, “dilerse, elbette yer, içer, evlenir, kendi gibisini yaratır” ve başka imkânı olmayan şeylerin söylenmesi gibidir. Allah celle celâlühû bunların hepsinden yücedir. Allah sübhânehu ve teâla büyük üstâz allâme Hammâmî’yi mükâfatlandırsın. Ğavsü’l-‘İbâd isimli kitâbında, bu kelimeye, gizli yanlarını açığa çıkaran geniş bir îzâh düşmüştür ki, burası onu nakletmeye müsâid değildir. O yüzden işâretle yetindik. Onda, kalbler için şifâ vardır.
İnancını insanların kalemleriyle savunan ve insanların beyniyle düşünen bu boş davuldan öteden beri hep taaccüb ede gelmişimdir. Öyle ki, Allah Teâlâ’nın ‘hiç şübhe yoktur ki Allah herhangi bir şeyi, sineği ve (küçüklükte) onun üstündeki bir şeyi mesel vermekten hayâ etmez’[11] âyeti ile delîl getirerek, şu şen’î kelimeyi te’vîle kalkışmış ve miskîn darb-ı meselin ma'nâsının ne olduğunu bilmemiştir. Çünki onun belâğati, ona bir mevhîbedir; bu yüzden kitâblarla işi yoktur. Allah Teâlâ’nın ‘Allah için meseller de vermeyin’[12] âyetini hatırlamamıştır. Hattâ bu âyet, ‘Allah sübhânehû ve teâlâ için yarattıklarının hakkında mesellerden dilediğini verme hakkının olduğu’ manasınadır; ‘şânının, sineğin O’nu sırtında taşıyacağı bir hadde kadar küçültülmesinin mübâh kılınması’ ma'nâsında değil. Bu öyle bir cinnet getirmektir ki, üzerinde hiçbir cinnet getirmek yoktur. Allah, şunların (O’nu) vasfettiklerinden çok büyüktür. Kahrolsun kendisi için sineğin taşıdığı bir ma’bûd tasavvur eden. Onun gibisi, muhâtab alınmaktan düşen birisi olur.
[Yedi] Onlardan birisi yüzüncü sayfadaki şu sözüdür:
“Dağın başı göklere dibinden daha yakındır. Minârenin başı Allah'a dibinden daha yakındır…”
Bu sözü, O’nun dağların başından, minârelerden ve gözetleme yerlerinden ma’bûdunu gözlediğini göstermektedir. Nitekim bu ecrâm-i ulviyyeye[13] ibâdet eden Harrân Sâbiîlerinin yaptığı bir iştir. Müslümânlara gelince.. Onlar, Allah sübhânehû ve teâlâ’nın mekândan münezzeh olduğuna, mekânların O’na nisbetinin bir/ayni olduğuna, O’na yakınlığın mesâfe ile olmadığına ve O’na uzaklığın da yine mesâfe ile olmadığına inanırlar. Allah teâlâ, ‘secde et ve yaklaş’[14] buyurmuştur. Resûl salavâtüllâhi aleyhi de ‘kulun Rabbine en yakın olduğu an, secde ettiği ândır’ buyurmuştur. Bu hadîsi, Nesâî ve başkaları rivâyet etmiştir.
Halbuki bu hüsrâna uğrayan adam ve taraftarları, ‘aksine, dağ başına çık, gözetleme kulesinin üstüne yüksel ve ma’bûda yaklaş’ diyorlar. Bundan öte bir küfür mü olur?!.. Miskîn bir yerde de, metin ve sened bakımından muztarib olmasına rağmen ‘eynellâh’/‘Allah nerededir?’ hadîsinden söz ediyor. Bununla beraber, ‘eyne’/‘nerede?’ kelimesi bazen ‘mekân’, bazen de ‘mekânet’/‘rütbe’ için bir suâl olur. Buna göre hadîsin ma’nâsı ‘sence Allah'ın makam ve rütbesi nedir?’ demek olur. Nitekim bunun tafsîlâtını Ebû Bekr İbnü’l-Arabî’nin Ârıdatü’l-Ahvezî’sinde bulacaksın. Arablar arasında ‘fülânın mekânı semâdadır’ sözü bilinen bir sözdür. (Bununla), aslâ ne semâyı ve ne de orada yer tutmayı düşünmeden, o kişinin şânının yüceliğini kasd ederler. Benî Ca’d’ın Nâbiğa’sı radıyellâhu anhu’nun (aşağıdaki) sözü bu kabîldendir:
Semâya ulaştık, büyüklüğümüz, şerefimiz ve tâlihlerimiz… (göklere vardı)…
Şübhe yoktur ki biz, elbette, bunun üstünde bir mazhar istiyoruz..[15]
Ben, şu (zihinleri) iğfâl edilen kimselere, -dağ başında bulunanın Allah'a yakın olması hakkındaki- sözlerini medreselerdeki küçük talebelere işittirmemelerini tavsiye ediyorum. Yoksa onları ağızlarının dolusunca bu söze ve onu söyleyenlere güldüreceklerdir.[16] Çünki aralarında yeryüzünün yuvarlak olduğunu bilmeyen bulunmayacaktır. Bu kıt’adaki dağın tepesinde bulunan adamın başının tarafı, meselâ Amerika’daki dağın tepesinde duran adamın başının tarafına ters düşecektir. Yeryüzünün yuvarlak oluşu, -münâkaşa kabûl etmeyen bir fennî sâbit oluşu bir yana- İbnü Hazm’ın, el-Fısal’de de anlattığı gibi, Kitâb ve Sünnet ile sâbittir.
[Sekiz] Onlardan biri de “ellerimizdeki Kur’ân Allah sübhânehû’nun yaptığı şeylerdendir; o yüzden yaratılandır” diyene cevâb sadedinde söylemiş olduğu yüz yirmi birinci sayfadaki şu sözüdür:
‘Biz Allah'ın yaptığı ve var ettiği her şeyin yaratılan bir şey olduğunu kabûl etmiyoruz. İcmâ' ve ittifak etmişizdir ki, hareket, inmek, yürümek, koşmak, arşın üzerine ve semâya istivâ kadîmdir.’
Müellif (Dârimî), bütün bunların Allah sübhânehû ile beraber vâr olduğuna inanmaktadır. Arşın üstünde istivâ etmenin kaçınılmaz bir netîcesi olarak Arş da kadîm olmaktadır. Hareketin ve yürümenin kadîm olduğunu düşün(ebil)mek şu önderlerin akıllarının şânıdır!!.. Kim böylesi bir açık putperestlik inancına sâhib ise, onun, yeryüzünde bozgun çıkarmaya, müslümanlara imâmlık yapmaya ve onlarla nikâhlanmaya bırakılması doğru olmaz.
Kim bu kepâze înancın rezîlliklerini geniş bir şekilde bilmek isterse, İbnü’l-Cevzî’nin ‘Def’u Şübehi’t-Teşbîh’ini, Takıyy el-Hısnî’nin ‘Def’u’ş-Şübeh’ini, Takıyy es-Sübkî’nin, İbnü’l-Kayyim’in Nû-niyye’sine reddiye yazdığı ‘es-Seyfu’s-Sakîl fî’r-Reddi Alâ İbni’z-Zefîl’ kitabını, zikri geçen reddiyeye yazdığımız Tekmile’yi ve İmâm Beyhakî’nin ‘el-Esmâ ve’s-Sıfât’ını okusun. El-Esmâ ve’s-Sıfât yeniden bir daha basıldı. Kim bu kitâbı güzel mütâlaa ederse, ona şu mücessimenin husûsıyyetlerinden hiçbir gizli şey gizli kalmaz ve vazîfesini da’vetçilerine karşı yerine getirir.
İçinde Ezher-i şerîf’in bulunduğu bir beldede, Dârimî’nin kitâbını neşreden ve peşine takılan gibilerin açıkça “Allah’ın hareket ettiği, yürüdüğü, ayağa kalktığı ve bir kadîm yere oturduğu” inancına da’vet etmeye cesâret etmeleri ğarîb bir gayrettir. Âlemlerin ilâhı bu putperestliklerden yücedir. Bu kitâbın nâşiri, Müslümanların, namazlarında imâmlığını, hatîbliğini ve vaaz etmek vazîfesini üstlenmektedir. Bu aklı kıt adamın ve kandırdıklarının böyle bir vakitteki, en zararlı kitâblarından olan bir kitâbı basmak ve cumhûrun arasında neşretmek vaktindeki şamataları, ancak, sâdık azîmetlerin, gayretlerin sâhiblerini, şu kepâzelik, sözü geçen kitâbın neşri kepâzeliği üzerine yazılar yazmaktan çevirmek içindir. Yoksa onun gibi birisinin hezeyânına hiç aldırmaz, aksine onu dilediği saçmalamaları yapmaya terkederdim. Nice defa söylemişimdir: ‘Hakâret, âcizin gayreti, acâizin[17]hüccetidir.’ İbret alınacak nokta, -anlattığımız gibi- ilk putperestlik da’vetçilerinin Ümmet’e şirke girme iftirâsını atmış olmalarıdır.
Umulur ki Ezher-i şerîf, Dârimî’nin Kitâbı’na karşı, cumhûrun, inancını korumak hırsı gereği ve şu kitâbı yayanları hududlarında durdurmak için, üzerine düşen vazîfeyi yerine getirmekten geri kalmaz.
* Makâlatü’l-Kevserî (301)
Köşeli olsun olmasın parantezler arasındaki rakam ve sayılar ile koyulaştırmalar, anlaşılma kolaylığı için tarafımızdan konulmuştur. (Mütercim)
[1] Câhilliğine rağmen âlimlik taslayan.
[2] Buradaki Dârimî, meşhûr Sünen sâhibi Dârimî değildir.
[3] Ta'lik: Söz ilâve etmeden, haklarında konuşmadan.
[4] Mahza: Süzme ve katıksız
[5] Tecsîm: Allah celle celâlühû’ya cisim yakıştırmak.
[6] Siczî: Sicz isimli yere mensûb kimse (Buhârî gibi).
[7] Tenzîh: Yani Allah celle celâlühû’yu, O’na yakışmayacak şeylerden uzak görmek.
[8] Tefvîd: İşin hakîkatini Allah celle celâlühû’ya bırakmak.
[9] Sûre-i Âl-i ‘İmrân:59
[10] Muhâl: Olması imkânsız olan
[11] Bakara:26
[12] Nahl:74
[13] Yükseklerdeki gök cisimlerine
[14] Sûre-i Alak:19
[17] Acâiz: Kocakarılar
Not: Bu yazı Guraba Dergisi'nin 13. sayısından iktibas edilmiştir. Daha fazla bilgi için bu blogda şu başlıklara bakınız:
İbni Teymiyye'nin Allahü teâlâya Mekân ve Sınır İsnad Etmesi
Hekimoğlu İsmail'in İbni Teymiyye Hakkındaki Yazısına Cevap
Hekimoğlu İsmail'in Zaman Gazetesi'nde 11 Şubat 2000 tarihinde İbni Teymiyye'yi anlatan bir makalesi yayınlanmış. Yazarın konuyu derinlemesine araştırmadığı ve bu makalesinde yazdığı görüşleri bir ansiklopediden aktardığı anlaşılıyor. Yaşça büyüğüm olan, ayrıca bugünlerde hasta olduğunu ve zor günler geçirdiğini duyduğum H. İsmail'i rencide etmek arzusunda değilim. Ancak, mezkur makalede okuyucularını yanıltıcı ve yanlış yönlendirici bilgiler mevcuttur ve bunları düzeltmek gerekmektedir. Hekimoğlu İsmail'in de bu tenkidimi anlayışla karşılayacağını ve gücenmeyeceğini ümit ediyorum.
Sibirya'da Baykal Gölü civarında yaşıyan Moğollar 1219'da Maveraünnehir'i işgal ettiler. Horasan, Afganistan'ı da ele geçirerek, Hindistan'a indiler. Moğol sülalesinden Hülagu, 1258'de Abbasiler'e son verdi, Kafkasya, Anadolu, İran, Irak İlhanlıların eline geçti. İbni Teymiyye 1263'te Urfa'da doğdu, ailesi Moğol işgalinden kaçıp, Şam'a gittiğinde yedi yaşındaydı. Hafızası da, zekası da kuvvetli olan bir dahiydi. Kur'an ve hadis bilgisi fevkaladeydi. Şeyhülislam makamına kadar yükselmiş, hiç evlenmemişti. Hayatını ilme vermiş, açık ve sade bir üslupla üç yüz eser yazmıştır. Dehriler, kaderiler, cehmiyye, vahdet-i vücutcular, mutezile ve felsefecilerle mücadele etmiştir. Bunlar bir yandan İslam'dan uzaklaşırken, öte yandan İslam dışı sözleri ve halleri İslam'a sokmuş bid'at ve dalalet ehliydi.
Cevap:
Hüseyin Avni Kansızoğlu diyor ki:
İsmi, Ahmed b. Abdü’l-Halîm İbn-i Abdillâh b. Ebi’l Kâsım ibn-i Hadır en-Nemîrî el-Harrânî ed-Dimeşkî el-Hanbelî, Takiyyüddîn ibnü Teymiyye’dir. Harrân’da doğdu (661 H.) Babası onu Dimeşk’e götürdü. Orada yerleşti ve meşhur oldu. Verdiği bir fetvadan dolayı Mısır’a çağrıldı. Oraya gitti… Orada bir müddet hapse atıldı. Sonra, İskenderiyye’ye nakledildi. Sonra, serbest bırakıldı ve 712’de Dimeşk’e gitti. 720 tarihinde orada tutuklandı. 728 senesinde, Dimeşk kalesinde tutuklu iken öldü.İbn-i Teymiyye, Felsefe ve Mantık ilimlerinde araştırması çok olan birisiydi. Lisânı fasîh idi. Yirmi yaşına varmadan ders okuttu ve fetva verdi. Eserleri çoktur. Hâsılı O, yedinci asır Hanbelî fıkıh ve hadîs âlimlerinden, şâz görüşleri bol olan birisidir. Şâzlarının bol oluşunun da, değişik sebebleri vardır. Bunlar, akîde, fıkıh ve üslûb olmak üzere üç tanedir. Mîzâc ve ahlâkı çerçevesinde doğan ve gelişen üslûbuyla, olması îcâb eden veya olabilecekten daha fazla bir cesâret, hiç olmaması lâzım gelen tepeden bakma, boyundan büyük olan nice büyüklere karşı, akıl almaz bir saldırganlık, acelecilik, muğalata ve benzeri sebeblerden doğan bıktırıcı tekrarlar, çekilmez tenâkuzlar sergilemiştir. Tenâkuz ve tekrarları çizildiği takdirde yazdıklarının neredeyse dörtte biri bile kalmayacaktır. Kitablarını aklı havada bir kara sevdalı edasıyla değil de, bir ilim adamı ciddiyeti ile okuyacak olan herkes bu hakikati görebilecektir. “İktizâ”sı, “Kâidetün Celîle”si, “Furkan”ı, “Ubûdiyye”si, Akîdeye dâir kitabları, Fetâvâ’sının akîdeyle alakalı kısımları, birindeki cümleleri diğerinde biraz değiştirilen, zaman zaman da hiç değiştirilmeden aynen tekrarlanan sözlerden meydana gelen cinsindendir. Yerine göre zâhiri, yerine göre filozof, yerine göre de Ehl-i Sünnet vasfıyla temâyüz etmiştir. Ne zaman ve nerede hangi cepheden olması lâzım geldiğini buna kanaat getirdiyse, o tâifenin düşünce ve müdafaalarıyla karşı tarafa saldırmış ve esasen başkalarına âid olan malzemeleri kendine mâlederek, onların kendi tahkiki olduğu zannını uyandırmıştır. Yerine göre Ehl-i Sünnet olup Ehl-i Bidata karşı, zaman zaman Ehl-i Bid’at fikrinden yana olup Ehl-i Sünnete karşı, bazen de felsefecilerden yana olup diğerlerine karşı amansız bir muharebe vermiş ve nihayet ilim adamlığını, muztarib mütefekkirliği (!) içinde kurban etmiştir.
Kaynak: Hüseyin Avni Kansızoğlu, İnkişaf Dergisi, Sayı: 7
Hekimoğlu İsmail'in İbni Teymiyye hakkındaki "Şeyhülislam makamına kadar yükselmiş" ifadesi yanlıştır. İbni Teymiyye bu isimde bir makama (vazifeye) yükselmemiştir. Hafızası ve zekâsı çok kuvvetli olabilir. Bu fakir, hafızası ve zekâsı gerçekten kuvvetli nice gayrı müslimler biliyorum. Ancak, "akıl" ve "zekâ" kelimeleri biraz farklı ma'nâları muhtevidir. Birkaç iktibas yapalım:
"Takıyyuddin İbn Teymiyye'nin aklından zoru vardı."
Kaynak: Muhammed b. Abdillah b. Muhammed İbn Battuta, Tuhfetu’n-Nuzzar fî Ğaraibi’l-Emsar (Rıhlet-u İbn Battuta), Beyrut, 2004, s. 88. (Bkz. İhsan Şenocak, İnkişaf dergisi, No:7)
Şâm, Mısr ve Kudüsde kâdılık yapmış olan Şâfi’î fıkıh ve hadîs âlimlerinden Muhammed İzz-ibni Cemâ’a rahimehullah şöyle demektedir:
"İbni Teymiyye, Allahü teâlânın dalâlete sürüklediği, azdırdığı ve zillet gömleği giydirdiği kimsedir. İslâm âlimlerine ve bilhâssa Hulefâ-i râşidîne karşı ahmakca itirazlarda bulunmuşdur. Aklı noksan olan kimsede irfân bulunur mu?"
İmâm-ı Ebül-Hasen Sübkî rahimehullah diyor ki:
"İbni Teymiyye, ilmi aklından çok olan bir kimsedir."
Kitabında âlimlerin bu gibi sözlerini nakleden Şeyh Yusuf-i Nebhanî rahimehullah diyor ki:
"İbni Teymiyye hakkında 'İlmi aklından büyüktür' diyen, insaflı davranmıştır."
İbni Teymiyye'nin "Cehmiyye'ye karşı mücadele ettiği" sözü de çok su götürür. Ebu Hamid bin Merzuk rahimehullah diyor ki:
"[İbni Teymiyye'nin] Cehmiye taifesinden maksadı, Eş'arilerdir. Bu da onlar hakkında ikinci bir iftirasıdır ki, çok bilgili olan İslam âlimlerinden müteşekkil büyük bir cemaate Cehm b. Safvan'ın re'yini isnad ederek onları Cehmiyecilikle lakaplandırmıştır. Halbuki, Cehm b. Safvan, H. 128'de ölmüş ve onun çürük itikadı da beraberinde mezara gitmiş, hiçbir tabii de yoktur. Ve ona mutabeat edilmesine de layık değildir. İbn Teymiyye ile İbn Kayyım'ın tabirlerinde çok geçen bu Cehmiye lakabından maksatlan, Eş'ariyye taifesidir. Çünkü Eş'ariler, Dimaşk'ta onunla yaptıkları münazarada kendisini susturmuş ve Kahire'de toplanan meclislerine de katılmamıştır. Nerede kaldı ki, onlarla münazara edebilsin. Bu sebepten İbn Teymiyye, onları tekfir etmek, Cehmiyelikle lakaplandırmak, çeşitli kötü sövmelerle onlara sövmek, kendini ibadete verip zamanın emirlerinin sevgisini kendine doğru çekmek üslübu cihetine giderek bu çeşit yollarla yüksek dağlara benzeyen o âlimleri·zayıflatacağını zannetmişti."
Türbelere kudsiyet vermek, yatırdan yardım istemek, ona kurban kesmek, türbedarın verdiği haberlere inanmak; İslam'a aykırı kitaplar yazmak, şiirler söylemek; yalan yere yemin etmek, o günkü Müslümanların yaptığı hatalardı, İbni Teymiyye bunlara karşı çıktı.
Cevap:
Bu sözlere teker teker bakalım:
(1) "Türbelere kudsiyet vermek, yatırdan yardım istemek, ona kurban kesmek,"
Sağlığında olsun veya vefat etmiş olsun, Enbiyaya (aleyhimüsselam) ve Evliyaya (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma'in) hürmet gösterilir, ziyaret ederken de edebli ve saygılı davranılır. İmam-ı Gazali rahimehullah diyor ki:
"Ölümü hatırlamak ve ibret almak için umumi mezarlıkları ziyaret müstehabdır. İbret almakla beraber yümn ü bereket ummak için de salihlerin mezarlarını ziyaret yine müstehabdır."
Kaynak: İhya, Bedir Yay., c.4, s.873.
"Kabirdekilerden yardım istemek" ise, mecaz bir ifadedir. Salih zatlar ile tevessül ederek Allahü teâlâya dua etmek veya salih bir zattan dua etmesini istemek ma'nâsında kullanılır. Buna ancak Vehhabiler karşı çıkar. Kurban sadece Allahü teâlâ için kesilir. Allah rızası için kurban kesip, sevabı ölülere gönderilebilir. Bunda bir mahzur yoktur. Böyle yapana bir şey denmez.
(2) "türbedarın verdiği haberlere inanmak;"
Doğrusu bununla tam olarak ne kasdedildiği bana zâhir olmadığı için yorum yapamıyorum.
İlk asırdan sonra, İslam'a aykırı kitaplar yazanlar ortaya çıktı. İbni Teymiyye de bunlardan biridir, hatta en kötülerindendir. Ebu Hamid bin Merzuk rahmetullahi aleyh diyor ki:
"Tek taraflı düşünmeyip de İbni Teymiyye'nin ve talebesi İbni Kayyım'ın basılmış eserlerini insaf ile mütalaa eden kimse, içinde bütün bu belalara, yani tecsime (Allah'a cisim isnad etmeye), Allah'a cihet isnad edilmesi itikadına ve bu görüşe muhalif olanları tekfir ettiğine ve daha başka çirkin şeylere rastlayacaktır."
Kaynak: Bera’atü’l-Eş’ariyyin min Akaidi’l-Muhâlifin, Bedir Yayınevi, İst., s. 112.
İbni Teymiyye'nin talebesi ve bir kopyası olan İbnu'l-Kayyım, el-Kasîdetu'n-Nûniyye adıyla maruf, 6.000 kadar beyitten oluşan, teşbih ve tecsim dolu bir eser kaleme almıştır. (Bkz. Hüseyin Avni Kansızoğlu, İnkişaf Dergisi, No: 7) Doğrusu, "İslam'a aykırı şiir" denince, aklımıza bu eser gelmektedir.
(4) yalan yere yemin etmek, o günkü Müslümanların yaptığı hatalardı, İbni Teymiyye bunlara karşı çıktı.
Ehl-i sünnet alimleri yalan söylemenin haram olduğunu, yalan yere yemin etmenin ise küfre sebep olacağını yazmışlardır. Bütün temel kitaplarda yazılıdır. Bu konunun İbni Teymiyye ile alakasını doğrusu göremedik. Görebildiğimiz ise şudur: Bu satırlarla "o günkü Müslümanlar" kötülenmekte, İbni Teymiyye ise yüceltilmektedir. Bir kişiyi yüceltmek ve tebriye edebilmek için Müslümanları kötüleyenlerin, hatta küfürle suçlayanların vay haline!
Hekimoğlu İsmail şöyle devam etmiş:
Düşmanın Şam'a yaklaştığı duyulunca: "Moğollardan korkanlar, Ebu Ömer'in türbesine sığının, o sizi belalardan koruyacaktır." diyenler vardı. Halbuki vatanı ölüler değil, diriler koruyacaktı. Camilerden çok, türbelere gidenlerin sayısı artmıştı.
Cevap:
Masalcı nineden masallar dinlediniz! Hani bu iddiaların delilleri nerede?
İslam tarihinde kimse "vatanı diriler değil, ölüler korur" dememiştir. Bu uydurma bir sözdür. Öte yandan, tedbir alıp, çalışıp, en iyi silahları imal ve tedarik edip, talimli bir ordu hazır tutmakla beraber, dua etmemiz de emredilmiştir. Dualarımızın kabulü için ayrıca salih zatlarla tevessül caizdir. Kabirdeki evliya ile de tevessül edilir. Buna ancak Vehhabiler karşı çıkar.
"Camilerden çok, türbelere gidenlerin sayısı artmıştı" sözü de doğrusu tuhaf bir iddiadır. Müslüman erkekler günde beş vakit cemaate, camiye giderler. Kabir ve türbe ziyaretleri ise arada bir yapılır.
Sonra, Hekimoğlu İsmail şöyle devam etmiş:
Abbasi Halifelerinden Mansur (754-775) zamanında Yunan felsefe ve mantık kitapları, Mutezile Mezhebi mensuplarınca tercüme edilmeye başlamış; Me'mun (813-833) zamanında da bu iş iyice hızlanmıştı. Felsefe aklın mahsulüdür; fakat akıl su gibidir, konduğu kabın rengini ve şeklini alır; ateist de, teist de akılla yollarına devam eder. Müslüman aklıyla vahyi bütünleştirmeli, akıl vahyin ışığında gerçeği görmelidir. Halifeler, İslam'a zarar vermemek için bu kitapları tercüme ettirmediler; fakat İslamiyeti anlamayanlar, bu kitaplarla sapıttılar. Bu sebeple İbni Teymiyye bunlarla mücadele etti. Çünkü tabiatı kabul etmek başka, tabiatı ilahlaştırmak daha başkadır. Bilim dallarının hiçbiri inkar edilemez, bunlar isbata dayanır; amma "Pozitivizm İlmihali"ne varan görüşler ilmi aşar, iman haline gelir ve ilim de putlaştırılabilir.
Bu sözler bize Zehebi'nin hocası İbni Teymiyye'ye yönelik nasihatındaki şu sözlerini hatırlattı:
Ey adam (İbn Teymiyye), Allah hakkı için bizden vazgeç. Zira sen gerçekten çok mücadelecisin. Dilinle bilginsin. Rahat duramazsın. Dinde yanlış etmekten kendinizi koruyunuz. Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) çok soru sormayı hoş görmemiş ve bu durumu ayıplamıştır. “Ümmetimin akıbeti hussunda en çok korktuğum şey, dili ile bilgili münafıklardır”, (Ahmed; Ömer b. El-Hattab) diye buyurdu. Haram ve helal meseleleri hakkında bile olsa, çok söz söylemek, kalbi katılaştırır. Hele gözü ve kalpleri körleştiren filozofların küfür tabirlerinin durumu nasıldır? Artık sen düşün! Vallahi kâinatta gülünç olduk. Sen, ne zamana kadar felsefi küfrün ince ibarelerini meydana çıkaracaksın ki, sonunda biz onları akli delillerle reddetmeye devam edeceğiz. Ey Adam! Sen filozofların zehirli tabirlerini ve eserlerini defaatle yutmuşsun. Beden, zehirleri çok kullanmayla zehir almaya alışır. Allah’a yemin ederim ki, böylece o zehir gizli olarak bedende yerleşiyor.
Kaynak: Ahmed Davudoğlu, Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri, 5. Baskı, Huzur Yayınevi, İstanbul 1989; sayfa: 48-51.
İbni Teymiyye'nin ne tür sapık felsefi inançlara saplandığına bir misal olarak, şu aktaracağımız bilgi yeterli olsa gerek. Dr. Ebubekir Sifil diyor ki:
Allahü Teâlâ'ya mekân izafesi, tabiatı gereği müstakil bir mesele olmayıp, beraberinde başka problemleri de getiren son derece temel bir tartışmadır. Arş'ı da, semayı da, diğer mekânları da yaratan Allahü Teâlâ olduğuna ve O'nun istivasının "mekân tutmak" anlamına geldiği [İbni Teymiyye ve Vehhabiler tarafından] iddia edildiğine göre, İmam Ebû Hanîfe'nin de dile getirdiği "Allahü Teâlâ bu mekânları yaratmadan önce neredeydi?" sorusuna İbn Teymiyye'nin bulduğu cevap, "Arş'ın nev'î kıdemi"dir. Bu, şu demektir: Allahü Teâlâ ezelden beri üzerine istiva ettiği Arşlar yaratmaktadır. Yenisini yarattığında bir öncekini yok etmektedir ve bu, ezelden beri böyle devam edegelmektedir. Bu izah tarzının ne kadar problemli olduğu ise açıktır. Zira Allahü Teâlâ dışında varlığı ezelî olan bir başka varlık tasavvur edildiğinde, zorunlu olarak o varlığın mevcudiyetinin bir yaratıcının varlığına mütevakkıf bulunmadığını, varlığının zorunlu ("vâcibu'l-vücud") olduğunu söylemiş olursunuz. Bunun ne anlama geldiği ise açıktır...
Kaynak: Dr. E. Sifil, Milli Gazete, 7 Ağustos 2004.
Sonra, Hekimoğlu İsmail şöyle demiş:
Yunanlılar antropomorphisme felsefesiyle tanrıyı insana benzeterek, putlar yapmıştı. Tanrıyı insanlaştırmak, insanı tanrılaştırmak, felsefi görüşlerde yer alır. İslam'ın Allah anlayışı bunlardan çok farklıdır.
Cevap:
Gerçekten! Bu satırları yazan kişi herhalde Hekimoğlu İsmail değildir. Başkasından ve iyice araştırmadan naklediyor olsa gerek. Çünkü bunları yazan, okuyucusu ile adeta alay etmektedir. İbni Teymiyye "antropomorphism" (tecsim ve teşbih) sapıklığının önderlerindendir, hatta en önde gelenidir. Bu fitneyi yayan kişidir. Mesela, diyor ki:
"Allahü Tealâ dilerse, bir sivrisineğin sırtına yerleşir de, sivrisinek O'nun kudreti ve rububiyetinin lütfu ile O'nu yüklenip kaldırır. Böyleyken Allahü Tealâ arşın üzerine nasıl yerleşmez?"
Bu sözler hakkında İmam Muhammed Zâhidü’l Kevserî rahimehullah şöyle demiştir:
Allah sübhânehû ve teâlâ hakkındaki sözü işte budur. Sanki, ma'bûdunun sineğin sırtına oturması olmuş bitmiş ve kabûl görmüş bir iş de bununla, Allah teâlâ’nın, sineğin sırtından daha geniş olan Arşın üzerinde karar kılmasına delîl ileri sürüyor! Allah celle celâlühû bundan çok büyük bir yücelik ile yücedir. Bu Siczî’den [Osman bin Said el-Dârimî el-Siczî], Harrânlı’dan [İbni Teymiyye] ve bu ikisinin yandaşlarından evvel, insanlardan, böylesi boş ve akılsızca bir söz söyleyen bir kimseyi bilmiyorum. (Allah celle celâlühû’nun) dileme(si)nin muhâle tealluk etmeyeceğini kim bilmez?!.. Bu, “dilerse, elbette yer, içer, evlenir, kendi gibisini yaratır” ve başka imkânı olmayan şeylerin söylenmesi gibidir. Allah celle celâlühû bunların hepsinden yücedir. ...İnancını insanların kalemleriyle savunan ve insanların beyniyle düşünen bu boş davuldan öteden beri hep taaccüb ede gelmişimdir. Öyle ki, Allahü Teâlâ’nın ‘hiç şübhe yoktur ki Allah herhangi bir şeyi, sineği ve (küçüklükte) onun üstündeki bir şeyi mesel vermekten hayâ etmez’ [meâlindeki] âyeti ile delîl getirerek, şu şen’î kelimeyi te’vîle kalkışmış ve miskîn darb-ı meselin ma'nâsının ne olduğunu bilmemiştir. Çünki onun belâğati, ona bir mevhîbedir; bu yüzden kitâblarla işi yoktur. Allahü Teâlâ’nın ‘Allah için meseller de vermeyin’ [meâlindeki] âyetini hatırlamamıştır. Hattâ bu âyet, ‘Allah sübhânehû ve teâlâ için yarattıklarının hakkında mesellerden dilediğini verme hakkının olduğu’ ma'nâsınadır; ‘şânının, sineğin O’nu sırtında taşıyacağı bir hadde kadar küçültülmesinin mübâh kılınması’ ma'nâsında değil. Bu öyle bir cinnet getirmektir ki, üzerinde hiçbir cinnet getirmek yoktur. Allah, şunların (O’nu) vasfettiklerinden çok büyüktür. Kahrolsun kendisi için sineğin taşıdığı bir ma’bûd tasavvur eden. Onun gibisi, muhâtab alınmaktan düşen birisi olur.
Rufailerin ateşi yalamasını, yanaklarına şiş sokmalarını "İslam'da böyle ibadet yoktur." diye red etmiştir. O zamanki Rufai şeyhi de: "Öyle ise biz Moğollarla meşgul olalım." demiş. Elbette Moğollar, bu harika halleri keramet zannedip, Rufai olabilir; amma Hind yogizleri de böylesine şeyler gösterebilir. İbni Teymiyye'yi talebesi şöyle anlatıyor: "Onun kadınla, evle, bahçeyle, bostanla ilgisi yoktu. Para, pul biriktirmedi, makam ve memuriyet istemedi, cesareti de dillere destandı." İslam alimi, haram hallerle, gafil Müslümanlarla, sapıklarla, din düşmanlarıyla mücadele etmek zorundadır. Bu sebeple (şeyhülislam olduğu halde) birçok kere hapse atılmıştır. Hapisteyken şöyle demiş: "Cennetimi kalbimde, bahçemi göğsümde taşıyorum; nereye gitsem bunlar benimledir. Hapsedilmem halvet, öldürülmem şehadet, sürülmem seyahattir, düşmanlarım bana ne yapabilir?"
Cevap:
İslam dininde "ateş yalamak, yanaklara şiş sokmak" gibi ibadetlerin olmadığı doğrudur. İbni Teymiyye hakkında söylenen "Onun kadınla, evle, bahçeyle, bostanla ilgisi yoktu. Para, pul biriktirmedi, makam ve memuriyet istemedi, cesareti de dillere destandı" sözleri de kısmen doğru olabilir. Ancak bunlar İbni Teymiyye'nin doğru yolda olduğunu göstermez. Başka dinlere mensup olanlar, hatta azılı kâfirler arasında da bu özelliklere sahip insanlar mevcut olabilir. Bunlar o kişinin doğru itikada sahip olduğunu, doğru yolun âlimi olduğunu göstermez.
İbni Teymiyye "şeyhülislam" değildi. Yani, böyle bir mevkide bulunmadı. Bu bazı âlimleri övmek, yüceltmek için kullanılan bir tabirdir. Osmanlı şeyhülislamlarıyla karıştırmak hata olur.
Hapse girdiği zaman söylemiş olduğu aktarılan sözler çokca tekrar ediliyor. Bunlar, sanki İbni Teymiyye haksız olarak hapsedilmiş, zulme uğramış, mağdur, mazlum, kahraman bir şahısmış gibi bir intibâ bırakmak için yazılıp duruyor olsa gerek. Bütün bunlar, belki konuya sathi olarak bakan, işin esasını araştırmayan kişilerin gözünü boyayabilir. Ancak konuyu sahih kaynaklardan araştırıp öğrenenlere te'sir etmez.
Sonra, Hekimoğlu İsmail şöyle demiş:
Ona iftira ettiler, resmi makamlar da buna göre karar verdi. 1328'de hapishanede hayata gözlerini yumdu. Cenazesinde öyle kalabalık vardı ki sanki şehir ayağa kalkmıştı. On dördüncü asırda herkes öldü, kimi zulmüyle, kimi de ilmiyle gitti. İslam tarihi boyunca İslam'a hizmet eden alimler her zaman ve her yerde görülmüştür. İslam'a hizmet edene hizmet etmemek tehlikelidir. (1)
(1) İbni Teymiyye hakkında daha geniş bilgi almak isteyenler Kayıhan Yayınları'ndan İslam Önderleri Tarihi'nin 2. cildine bakabilirler.
Cevap:
Bu makalede yazılanlar acaba bu kitapdan mı alınmış? Bu tam anlaşılmıyor. Öyle veya böyle, bu fakir şu kitaplara bakılmasını tavsiye ediyorum:
1. Ebu Hamid bin Merzuk, Bera'atü'l-Eş'ariyyin, Bedir Yayınevi, İst., 1994.
İbni Teymiyye'ye iftira edildiği yalandır, büyük âlimlere, kendisini muhakeme eden faziletli ve ilim ehli zatlara iftiradır. Bunu söyleyen kişi, âhırette bu iftirasının vebâlinden nasıl kurtulacak?
"On dördüncü asırda herkes öldü, kimi zulmüyle, kimi de ilmiyle gitti" lâfına cevabımız şudur: İbni Teymiyye'nin son nefeste nasıl gittiğini ancak Allahü teâlâ bilir. Biz ise zâhire bakarız. Kitaplarında bid'at ve küfür olan bir çok ifade vardır. Bunları diğer makalelerimde İslâm âlimlerinden alarak, kaynak ve vesikalarıyla ortaya koyuyorum. Öğrenmek isteyen, blogumdaki konuyla ilgili diğer yazılara veya yukarıda bahsettiğim eserlere bakabilir.
İbni Teymiyye "İslam'a hizmet eden âlimlerden" biri değildir. Mücessime ve müşebbihe taifesindendir. Böyle birisini övmek ve yüceltmek gerçekten tehlikelidir.
Hekimoğlu İsmail'in İbni Teymiyye'nin şazz görüşlerinden, Ehl-i sünnete aykırı yazılarından haberdar olmadığını sanıyorum. Zannediyorum ki, buradaki hatası muteber olmayan bir kaynağa itimad etmekten ibarettir. Bu cevabî yazının kaleme alınmasının saiki ise, doğruların bilinmesi ve yanlışların yayılmasına mani olunması arzusudur. Başarı Allah'tandır.
Hazırlayan: Murat Yazıcı
Gönderen Murat Yazıcı zaman: 22:44
Sultan İbni Kalavun'un İbni Teymiyye Hakkındaki Emirnâmesi
«Def'u Şübhe men Sebbe ve Temerrede ve Nesebe Zalike İle's-Seyyidi'l-Celil el-İmam Ahmed» adlı kitabı (829 H. de vefat eden) Allâme Şerif Takıyüddin Ebu Bekri'l-Hısnî ed-Dımaşkî te'lif etmiş; onda, İbn Teymiyye'nin doğru yoldan ayrıldığı birçok meseleleri isbat etmiştir. Allah ona basiret nurunu vermiştir. Her Müslüman, o kitapta, Sultan Nasır Muhammed b. Kalavun'un İbn Teymiyye hakkındaki resmî yazısından başka bir şey bulmasa da İbn Teymiyye'nin durumunun açıklanmasına kâfi bir delildir. ...Allâme Şerif Takıyüddin, Allahü Teâlâ ona rahmet eylesin, şöyle dedi:
Bilmelisin ki, ben, kalbinde doğru yoldan sapma olup fitne maksadiyle Kur'an-ı Kerim ve hadisteki müteşâbihleri araştıran, (aziz ve yüce Allah böylesinin helâkını irade etmiştir), halktan avam tabakası ile başkalarının da bu hususta ona tâbi olduğu habisin (kötü adamın) kelâmına baktım. Onda, dile getirmeğe takatım olmayan, yazıp da satırlamaya parmaklarımın bile bana ram olmadığı şeyleri buldum. Çünkü onda, bu âlemin Rabbinin Kitab-ı Mübin'de (Kur'an-ı Kerim'de) Zatını tenzih ettiği hükmün tekzibi ve Allah tarafından insanlar arasından seçilmiş asfiya ve doğru yolda olan halifeleri ve onların tâbileri hakkında da tahkirler vardır. İşte bu nedenle, dediği kelâmı terk edip, takvalı imamların onu ittifakla bid'atçılıkla ve dolayısiyle bazı bid'atlı meseleler yüzünden dinden bile çıkmakla suçladıkları konuları zikretmeye yöneldim. Bu konuların bazısı, âlimlerce tasnif edilen kitaplarda derlenmiş, bazısı da devlet başkanlarının İbn Teymiyye hakkında çıkardıkları emirnâmelerinde mevcut olup, bu hâdiselerde kendilerine müracaat edilen İbn Teymiyye'nin çağdaşı olan âlimler ittifak etmiş ve cehaletten arınmış fetvalarda ondan bahsetmiş ve hiç kimse o hususta onlara muhalefet etmemiştir. Nitekim bu fetva ve emirnâmeler, büyük toplantı yerlerinde açıkça yüksek sesle okutulmuş ve çöllerde yaşayanlar bile işitip anlamıştı. O cümleden olarak Şerif Nâsıru'd-dünya ve'ddin Muhammed Kalavun’un (Allahü Teâlâ ona rahmet eylesin) 705 hicri senesi Cuma günü Dimaşk camisinin minberi üzerinde okunmuş emirnâmesi meşhurdur.
SULTAN İBN KALAVUN'UN İBN TEYMİYYE HAKKINDAKİ EMİRNÂMESİNİN SURETİ
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla... Bütün hamdler, herhangi bir şeye benzemekten münezzeh ve herhangi bir şey kendisine eş olmaktan uzak olan Allah'a olsun. Nitekim Allahü Teâlâ [meâlen] «Hiç bir nesne kendisine benzemez, gerçekten işitici, görücü ancak O'dur.» (Şura, 11) diye buyurmuştur. Kitap ve Sünnetle amel etmemizi emr ve ilham eylediği ve zamanımızda dinde şek ve şüpheyi ortadan kaldırdığı için O'na hamdederim. İhlâsı nedeniyle (Kıyamet Günü) akıbetinin ve dönüş yerinin güzelliğini umut eden ve Allah'ın «Nerede olsanız O sizinledir ve Allah ne yaptığınızı bilir.» (Hadid suresi) [meâlen] buyurduğu âyet-i celileye dayanarak Yaradanı cihetten tenzih ederek, «La ilâhe illallah» (ondan başka hak bir ilah bulunmadığına), O tektir, ortağı yoktur, diye şehadet ederim. Ve yine şehadet ederiz ki, Efendimiz Muhammed aleyhisselam O'nun kulu ve elçisidir. O Resulü ki, Allah'ın razı olduğu yola süluk edene kurtuluş yönünü göstermiş ve Allah'ın eserlerinde tefekkür etmeyi emr ile Zâtında edilmesini yasaklamıştır. Allah, onun, âl ve ashabının üzerine salat ü selam eylesin. O âl ve ashab ki, imanın alâmetleri onların himmetiyle yükseldi, bu dinin esaslarını onlarla güçlendirdi ve onların vasıtasıyle haktan ayrılıp bid'atlara yönelen kimsenin çıkarttığı yangını söndürdü.
Bundan sonra derim ki: Şer'î kaideler, yürürlükteki İslamî kurallar, imanın ilmî rükünleri ve kabul edilen din mezhebleri bu dinin esaslarıdırlar. Bunlar, dinde herkesin müracaat kaynaklarıdır. O yollara, süluk eden kimse, büyük zafere ulaşır, onları terkeden kimse, şüphesiz elem verici bir azaba müstahak olacaktır.
İşte bu nedenle, bu esasların hükümlerinin muhafaza edilmesini ve devamını tekid etmek, bu ümmetin inancını ihtilaftan korumak, ittifak, şefkat ve rahmet terazisini doğru tutmak, bid'atten mütevellit fitneyi söndürmek, din ahkâmını parçalayan kimselerin toplantılarını dağıtmak vâcibtir.
Çağımızda İbn Teymiyye adlı kişi sözünü genişletip, cehâletiyle kelâmının yularını uzatmış, Allah'ın zat ve sıfat meselelerinden uygunsuz bir şekilde bahsetmiştir. Bâtıl kelâmında birçok münker şeyleri açıkça belirtmiştir. Sahabe ile tabiinin bahsetmeyip sükut ettikleri şeylere değinmiş, salihlerin ve bu ümmetin sembolü olan imamların bahsetmekten korundukları şeylerden bahsetmiş ve İslâm imamlarının inkar ettikleri, âlim ve hâkimlerin hilâfına ittifak ettikleri meseleleri meydana çıkarmıştır.
Avam tabakasını aldattı ve çağındaki fakihlere, Şam ve Mısır'daki büyük âlimlere muhalefet ettiği fetvalar çıkardı. Bunları, risâlelerine yazıp her yere gönderdi. O fetvaları, Allah'ın nazil eylediği isimlerle adlandırdı. İşte, onun bu fetva ve risâleleri elimize geçip, kendisi ile müridlerinin süluk ettikleri ve açıkladıkları şeylerin beyanı bize ulaşınca, Allah kelâmının harf ve savt (ses) olduğunu, teşbih ve tecsim akidesini açıkça söylediği anlaşılmış oldu. Dolayısiyle bu büyük fitneden korkarak Allah'ın dinine yardım etmek üzere ayaklandık ve bu bid'atı inkar ettik. Onun memleketinde bunların yayılması bize ağır geldi ve bâtıla inananların dediklerinden iğrendik. Allahü Teâlâ'nın buyurduğu, «İzzet sahibi olan Rabbini takdis et, onların vasıflarından ... » (Saffat, 180) [meâlindeki] âyet-i celilesini okuduk. Zira Allah sübhanehu ve teâlâ zâtında, sıfatında Ona denk ve benzer olacak her şeyden münezzehtir. «O'nu [Rabbinizi] gözler idrak edemez, O, gözleri idrak eder, O lütuf sahibidir, her şeyden haberi vardır.» (En' am, 103) diye [meâlen] buyurmuştur. İbn Teymiyye'nin açıkça konuştuğu ve onun lâfızlarını işiten akıllı kimsenin; onun hakkında Allahü Teâlânın «Umulmadık bir iş yaptın!» (El-Kehf, 73) diye [meâlen] buyurduğu ayeti okuduğu, batıl fetvaları Şam ve Mısır ülkelerimizde yayıldığı zaman, kendisini huzura davet etmek için emirnâmelerimizi gönderdik.
Akid ve hall ehli (imamet ve devlet işlerinde görevli) olan, tahkik ve nakil sahipleri âlimlerden bir cemaat bize gelince, İslâm kadıları ve hâkimler, Müslümanların âlimleri ve din ile dünya âlimleri hazır bulundular. Durumu müzakere etmek üzere, imamlar ile halktan, münâzara ve itirazlar hususunda dirâyetli olanlardan müteşekkil bir cemaat huzurunda şer'î bir toplantı yapıldı. Kavillerine itimat edilenlerin, dediklerine ve münker akidesine delâlet eden yazılarına göre, o meclisteki ulema ve halk nezdinde kendisine isnat edilen tüm şeyler sabit oldu. Meclis, onun kötü akidesini, inkarcı olarak kaleminden çıkan şeylerin şehadetiyle hakkında Allahü Teâlâ'nın buyurduğu, «Şahitliklerini yazacağız ve sorumlu olacaklar.» (Zuhruf, 19) [meâlindeki] âyetini okuyarak onu suçlayıp dağılmıştır. İşittiğimize göre, bu fetvaları için birçok defa yetkililerce kendisine tevbe ettirilmiş ve dolayısıyla Şer'-i şerif cezasını te'hir etmiş, bu işten men edildikten sonra tekrar eski durumuna dönüp söz dinlememiştir.
İbn Teymiyye'nin bu suçu, Maliki mezhebinin hakimi (kadısı) huzurunda sabit olunca Şer'-i şerif onun fetva vermekten men edilmesine hükmetti. İbn Teymiyye'nin, gittiği bu bid'at yollara her hangi bir kimseyi sürüklemekten, onun itikadına tabi olup, onun bu kavlini söylemekten, bu kelimelerine kulak vermekten, teşbih (Allah'ı başkasına benzetmek) yolunda gitmekten, Allah için yukarı ciheti olduğu hakkındaki konuşmasından, Allah'ın kelâmının harf ve savttan ibaret olduğunu söylemekten, tecsim (Allah'ın cisim olduğu) hakkında konuşmaktan, akaidde doğru yoldan sapmaktan veya din imamlarının görüşünden çıkmaktan veya bu ümmetin âlimlerinin görüşünden ayrılmaktan veya Allah sübhanehu ve teâlânın bir cihette olduğuna itikat etmekten nehiy eden ve bunu itikad eden kimsenin cezasının kılıçtan başka bir şey olmadığına dair emirnâmemizin yazılmasına da hükmettik.
Öyle ise, herkes bu sınırda durup haddi aşmasın! [Meâlen:] (Önce ve sonradaki iş, Allah'ındır.) (Rum, 4). Hanbelîlerden herkes, din imamlarının inkâr ettikleri bu akideden [İbn Teymiyye'nin akidesinden], doğru yoldan saptıran şüphelerden dönmelidirler. Allahü Teâlâ'nın emrettiği şeylerden, övülen iman ehlinin yollarına temessükden ayrılmamalıdırlar. Çünkü Allah'ın emrinden dışarı çıkanlar, şüphesiz doğru yolu kaybetmişlerdir. Bu gibi insanlara ceza olarak eziyetten başka bir şey olmayıp uzun zaman hapis edileceklerdir. Hapis ise, kötü bir yerdir.
Şüphesiz bizler, Dimaşk ve Şam diyarına ve bu yerlere ve uzak yerlere şöyle bir resmî emir çıkardık: İbni Teymiyye'ye beyan ettiğimiz hususlarda tâbi olanları şiddetle nehiy eder, onları korkutarak tehdit ederiz. Onu koyduğumuz yere (hapse) gönderecegiz. Onu ümmetin gözünden düşürdüğümüz gibi taraftarını da düşürürüz. Israr edip de onu müdafaa edenin, medreselerinden ve görevlerinden azledilmelerini emrederiz. Onları rütbelerinden düşüreceğiz. Onlar için ülkemizde hiçbir hüküm ve velâyet ve şâhidlik, imamet, hatta hiçbir mertebe ve ikame hakkı olmayacaktır. Biz bu bid'atçının [İbn Teymiyye'nin] iddiasını ortadan kaldırdık ve Allah'ın birçok kullarını sapıttığı veya sapıtmaya yaklaştırdığı kötü akidesini iptal ettik. Hatta o kötü akidesi yüzünden halkın çoğu doğru yoldan saptılar ve yeryüzünde fesat çıkardılar. Hanbelîler de bu kötü fikirden dolayı şer'î sicil defterlerinde tesbit edilsin, tesbitten sonra bu resmî kayıtlar Malikî kadılara gönderilsin. Bu husustaki korkutmamızda haklı olarak insafa dayandık. Bu şerefli emir yazımız, ovada, şehirde ikamet eden herkese de belağatli ve kötü inançtan men edici olmak üzere câmi minberlerinde okunsun. Bu emirnâmemiz, 705 H. Ramazan ayında yazılmıştır."
Kaynak: Ebu Hamid bin Merzuk, Bera'atü'l-Eş'ariyyin, Bedir Yayınevi, İst., 1994.
Not: Sultan Kalavun'un beyannâmesinin baş tarafı aşağıda verilmiştir.
Hz. Ali için güneşin geri döndürülmesi'
İbn Teymiye’nin Hz. Ali’nin Kıymetini Düşürüp Faziletlerini Basitleştirmesi -13, Risale-i Nur'daki Hadisler-15
"Nur Risaleleri’ne Eleştirel Bir Yaklaşım" adlı çalışmadan alıntı: 4.5.3. Hz. Ali İçin Güneşin Geri DoğmasıBüyük bir nur lambası, Güneştir ki; arzın şarktan geri dönmesiyle yeniden güneşin görünmesi, kucağında Peygamberin (A.S.M.) yatmasıyla ikindi namazını kılmayan İmam-ı Ali (R.A.) o mu’cizeye binaen ikindi namazını edâen kılmış.[1] Aliyyu’l-Karî, Mevzuat’ında şöyle der: "Güneş, Ali b. Ebu Talip için geri gönderildi." hadisi hakkında: Ahmed, aslı yoktur, dedi. İbnu’l-Cevzî de mevzu olduğunu söyledi. Lakin, Suyutî dedi ki: İbn Mende, İbn Şahin ve İbn Merdeveyh tahriç etmişlerdir. Tahavî ve Kadı Iyaz, sahih olduğunu söylemişlerdir. Ben derim ki: Belki menfi olan, güneşin Ali’nin emri ile; müspet olan da Nebi (a.s.)’nin duası ile geri gönderilmesidir. Tafsili, siyer kitaplarındadır.[2] Aliyyu’l-Karî’nin bu açıklaması, hadisin sıhhatine kail olduğu yönünde bir kanaat vermektedir; ama o, kitabının sonunda uydurma hadisler hakkındaki kaidelerden bahsederken de şöyle demiştir: Bu kaidelerden birisi de, Efendimiz (s.a.v.)’in ashabın hepsinin huzurunda bir şey yapıp, ashabın da bunu gizlemede ittifak edip nakletmediklerini iddia etmektir. Nitekim, grupların en yalancısının iddia ettiği gibi. Güya Efendimiz Veda Haccı’ndan dönerlerken ashabın tamamının bulunduğu bir yerde Ali b. Ebu Talip (r.a.)’in elinden tutup ashabın arasında hepsinin onu tanıyacağı kadar durdurmuş ve sonra da: "İşte bu benim vasim, kardeşim ve benden sonraki halifemdir. Onu dinleyin ve ona itaat edin!" buyurmuş. Sonra da hepsi birden bunu gizleyip, değiştirmek ve Efendimize muhalefet etmek hususunda ittifak etmiş. Allah yalancılara lanet etsin! Yine onların: "İnsanların gözü önünde, ikindiden sonra güneş, Ali için geri gönderildi." diye rivayet ettikleri de bu kabil uydurmalardandır. Bu olay, tam olarak meşhur da olmamıştır. Bunu Esma binti Umeys’ten başka bilen de yoktur.[3] Ulema, bu hadisin mevzu olduğunu söylemiştir. Güneş, hiç kimse için geri gönderilmemiştir, sadece Yuşa b. Nun için hapsedilmiştir (durdurulmuştur). Nitekim, (bu konu Muhammed Taberî’nin) er-Riyazu’n-Nazra fî Menakıbi’l-‘Aşara’da da böyledir. Ancak, (bu hadis) Şifa’da Tahavî’nin rivayetinden zikredilmişse de, şerhinde ben tevcihini yapmıştım. Siyer’de de bu hususun üzerinde yeterince durdum.[4] İbn Kesir de bu hadisin mevzu olduğunu söyler.[5] İbn Teymiye’nin hadis hakkındaki geniş incelemesini nakletmek faydalı olacaktır.[6] O, Minhacu’s-Sünne’de şöyle der: Hz. Ali’nin fazileti ve Allah’ın velilerinden olduğu, Allah katındaki yüce mertebesi -hamdolsun- ilm-i yakinin bize ifade ettiği kesin yollarla bellidir. Bunun yanında artık ne yalan ne de doğru olduğu bilinen şeylere ihtiyaç vardır. Güneşin Hz. Ali’ye geri döndürülme hadisini Tahavî, Kadı Iyaz ve diğerleri bahsedip bunu Efendimizin mucizelerinden saymışlardır. Lakin, hadis ilminin muhakkik otoriteleri bilirler ki, bu hadis yalan olup uydurmadır. Nitekim, İbnu’l-Cevzî bunu Mevzuat adlı kitabında bahsedip Ebu Cafer Ukaylî’nin Zuafa adlı eserinden Ubeydullah b. Musa, Fudayl b. Merzuk, İbrahim b. Hasen, Fatıma binti Hüseyin, Esma binti Umeys senediyle şöyle nakleder: Esma der ki: Resulullah’a vahiy geliyordu, başı da Ali’nin kucağında idi. Ali gün batana kadar namazını kılamadı. Nebi (s.a.v.) ona: "Namazını kıldın mı ya Ali?" buyurdu. "Hayır" deyince, Efendimiz "Allahım! O, senin ve Peygamberinin itaatinde idi. Güneşi ona geri çevir." dedi. Esma der ki: "Güneşin battığını görmüştüm. Battıktan sonra yeniden doğduğunu gördüm." Ebu’l-Ferec İbnu’l-Cevzî der ki: Şüphesiz bu hadis uydurmadır. Bunun ravileri bu hadisi muztarip[7] olarak rivayet etmişlerdir. Said b. Mesud, bunu "Ubeydullah b. Musa, Fudayl b. Merzuk, Abdurrahman b. Ubeyd, Abdullah b. Dinar, Ali b. Hüseyin, Fatıma binti Hüseyin, Esma" isnadıyla nakleder. Fudayl b. Merzuk’u Yahya b. Maîn zayıf sayar. İbn Hibban da "uydurmaları nakleder ve sikalar üzerine hatalar isnat ederdi" der. Bu hadisin medarı, "Ubeydullah b. Musa’nın Merzuk’tan nakli" şeklindedir. Derim ki: Maruftur ki Said b. Mesud, bu hadisi "Ubeydullah b. Musa, Fudayl b. Merzuk, İbrahim b. Hasen, Fatıma binti Hüseyin, Esma" isnadı ile verirken, Muhammed b. Merzuk da "Hüseyin el-Aşkar, Ali b. Asım, Abdurrahman b. Ubeyd, Abdullah b. Dinar, Ali b. Hüseyin, Fatıma binti Ali, Esma" senediyle naklediyor ki, ileride gelecektir. İbnu’l-Cevzî yine der ki: Bu hadisi İbn Şahin de "Ahmed b. Muhammed b. Said el-Hemedanî, Ahmed b. Yahya es-Sufî, Abdurrahman b. Şerik, babası Şerik, Urve b. Abdullah b. Kays" isnadıyla şöyle nakleder: Urve der ki: Fatıma binti Ali’nin yanına girdim de bana Ali b. Ebu Talib... diyerek güneşin döndürülme hadisesini anlattı. İbnu’l-Cevzî der ki: Bu, batıl bir hadistir. Abdurrahman b. Şerik’in hadisine gelince: Ebu Hatem "Onun hadisleri vahîdir. Ben bu hadisi sadece İbn Ukde sebebiyle itham ediyorum. Çünkü, Rafızi biri olup, ashabın kötülüklerini sayar dökerdi" der. Ebu Ahmed İbn Adiy de "İbn Ukde, hadise karşı mütedeyyin değildi. Kûfe’de bir çok meşayihi yalana teşvik eder, onlara bir hadis nüshası uydurur ve onu (icazet gibi) rivayet etmelerini emrederdi. Biz onun bu nüshalarının kaç tanesini açıkladık...Darekutnî’ye bu adam sorulduğunda 'Alçak herifin biri' dedi." der. Ebu’l-Ferec der ki: Hafız İbn Merdeveyh de bu hadisi Davud b. Ferahic yoluyla Ebu Hureyre’den nakleder. Bu Davud, Şu‘be tarafından da belirtildiği gibi zayıftır. Derim ki: Ondan sonraki raviler içinde hüccet olacak sağlam birisi yoktur. Sahihayn’da tahriç edildiğine göre Ebu Hureyre, Efendimizden şöyle nakleder: Peygamberlerden birisi harbe gidiyordu. Kavmine: 'Bir kadınla nikâhlanıp da henüz gerdeğe girmemiş, ama girmeye niyet eden; ev yapıp da çatısını örtmeyen; koyun ve deve alıp da yavrularının doğumunu bekleyen kimse arkama düşüp gelmesin.' dedi ve sefere çıktı. Varacağı beldeye iyice yaklaşınca ikindi namazını ancak kılabilmişti. Güneşe 'Sen de memursun, ben de memurum. Allah’ım! Onu bana bir miktar hapset.' diye dua etti. Güneş Allah’ın ona yardım edeceği vakte kadar hapsoldu." Eğer, "Bu ümmet İsrail oğullarından daha faziletlidir. Güneş İsrail oğullarından Yuşa Peygamber için geri döndürüldüğüne göre, bu ümmetin faziletlilerine geri dönmesine mâni nedir?" denilirse, şöyle denilir: Yuşa’ya güneş geri gelmedi, güneşin batışı durduruldu ve gündüz uzatıldı. Bu, insanlar tarafından pek fark edilmez. Çünkü, gündüzün uzama ve kısalması hissedilmez. Hem Allah isterse elbette yapacağına göre, bunun uzatılmasına bir engel yok. Ama, Yuşa’nın buna ihtiyacı vardı. Zira, güneş battıktan sonra harp etmesi ona yasak idi. Çünkü, Allah İsrail oğullarına cumartesi günü ve gecesinde işi haram kılmıştı. Muhammed ümmetinin ise buna ihtiyacı olmadığı gibi, böyle bir durumdan yararlanmaları da söz konusu olamaz. Çünkü, ikindiyi geçiren kimse, ifrat ederek geçirmişse günahı ancak tövbe ile düşer. Tövbe ile de güneşin geri dönmesine ihtiyaç duyulmaz. Uykuda ya da unutmuş olan gibi ifrat etmeden geçirmişse, akşamdan sonra o namazı (kazaen) kılmasında kınanacak bir durum olamaz. Üstelik, güneşin batmış olmasıyla ikindi için konulan vakit geçmiş olup, ondan önce namazını kılan kişi şer'î vakit içerisinde kılmış olur, güneşin dönüp gelmesi durumu değiştirmez. Allah’ın: "Güneş doğmadan ve batmadan önce Rabbini hamd ile tesbih et!" (Tāhâ, 20/130) ayeti bilinen gurubu kapsamına alır. Kul, işte bu guruptan önce namaz kılmaya mecburdur, tekrar doğup batması durumu değiştirmez. Zira, güneşin batmasıyla ilgili olan hüküm bu gurup ile gerçekleşmiş olur. Artık bu gurup olunca oruçlu orucu açar. Bundan sonra güneş geri gelse bile bu, orucunu iptal etmez. Bununla beraber, böyle bir durum hiçbir kimse için olmamış ve olmayacaktır da. Bunu "olsa" diye takdir etmek, olmayacak bir şeyin olduğunu kabul etmek gibidir. İşte bu yüzden füruya dalan âlimlerin sözlerinde bu tür meselelere dair bir izaha rastlanmaz. Hem Nebi (s.a.v.), Hendek Harbi günü ikindiyi geçirmiş ve onu kaza olarak birçok ashabıyla beraber kılmış, ama güneşin geri getirilmesini istememişti. Sahih hadiste geçtiğine göre Efendimiz, Hendek’ten sonra Beni Kurayza üzerine onları gönderdiğinde: "Beni Kurayza’ya varmadan önce hiç kimse namaz kılmasın!" buyurdu. Yolda namaz vakti girdiğinde bir kısmı: "Peygamber bu emriyle bizim namazı geçirmemizi murat etmedi." deyip yolda kıldılar. Bir kısmı ise: "Biz, onu ancak Beni Kurayza’da kılacağız" dediler. İki grup birbirine sert davranmadı. İşte, yolculukta Peygamber (s.a.v.) ile beraber bulunan insanlar ikindiyi güneşin batışından sonra kılmışlardı. Hz. Ali (r.a.), Efendimizden daha faziletli değildir. Peygamber ve beraberindeki ashabı, guruptan sonra kıldıklarına göre, Ali ile arkadaşları evleviyetle bu vakitte kılmaları gerekirdi. Yok, eğer guruptan sonra kılınan ikindi namazı yeterli olmazsa veya eksik olur da güneşin döndürülmesine ihtiyaç duyulursa; Resulullah bu işe daha lâyık olurdu. Eğer gurup sonrası da olsa kâfi gelip tam namaz oluyorsa, o zaman güneşin geri getirilmesine de hacet yoktur. Hem böyle bir olay, fevkalade bir şey olup insan himmetinin ve davetçilerin nakletme arzusunu coşturan bir şeydir. Onu bir veya iki kişi dışında kimse nakletmediğine göre, nakilcilerin yalanı anlaşılır. Ayın yarılması geceleyin, insanların uykuda olduğu bir zamanda idi. Bununla beraber, olayı sahabe-i kiram birçok yönüyle nakletti. Bu haberi sahih, sünen ve mesanid kitapları çeşitli yollarıyla rivayet etti. Bu hususta Kur'an ayeti indi. Peki, gündüz olduğu iddia edilen güneşin geri gönderilme hadisesine ne oluyor ki, meşhur olmuyor, böyle bir olay nakledilmiyor, "güneş battıktan sonra geri döndürüldü" diye bir şey asla bilinmiyor. Gerçi, birçok felsefeci, tabiatçı ve birkaç kelam âlimi ayın yarılma hadisesini inkâr ediyorlarsa da, onlara cevap verilecek yer burası değildir. Ancak, maksat şudur: Bu çok muazzam bir astronomi mucizesidir. İnsanların çoğu böyle bir şeyin olabileceğini inkâr ederler. Eğer güneş geri getirilseydi, onun görünmesi ve anlatılması kendisinden daha küçük şeylerin anlatılmasından daha muazzam olurdu. Ya böyle bir hadisin meşhur bir senedi olmazsa durum ne olur? Böyle bir durum ise, bunun yalan olduğunu, böyle bir şeyin cereyan etmediğine kesin bir bilgi oluşmasını gerektirir. Güneş bulutla kapanıp sonra açılmış ise, bu, mutat bir olaydır. Belki onlar gün battı sandılar da, sonra bulut açıldı. Eğer olay böyle olmuşsa, bu durumda Allah, onunla daha namaz kılınacak vakit kalmış olduğunu açıklamış oluyor ki, bu, çok insanın başına gelir. Bu hadis hakkında bir eser de yazılmış ve bütün tarikleri orada toplanmıştır. Bunu Ebu’l-Kasım Abdullah b. Abdullah b. Ahmed el-Hakkanî yazmış ve ona Mes'eletun fi Tashihi Reddu’ş-Şems ve Tergibi’n-Nevası bi’ş-Şems adını vermiştir. Ebu’l-Kasım der ki: "Esma binti Umeys el-Hasamiyye, Ali b. Ebu Talib ve Ebu Hureyre" tariki ile Efendimizden naklediliyor. Sonra Ebu’l-Kasım, Esma hadisini "Muhammed b. İsmail b. Ebu Fudeyk, Muhammed b. Musa el-Kutarî, Avn b. Muhammed, annesi Ümmü Cafer, ninesi Esma binti Umeys" isnadıyla "Efendimiz öğleyi kılıp Ali’yi bir ihtiyaç görmeye yolladı. Ali, geri döndüğünde Efendimiz ikindiyi kılmıştı. Başını Ali’nin göğsüne yasladı ve gün batana kadar kımıldamadı. Resulullah (s.a.v.): 'Allah’ım! Kulun Ali, nefsini Peygamberi için hapsetti. Ona güneşin doğuşunu geri getir.' dedi. Esma der ki: Güneş doğup ışıkları dağlara düştü. Ali kalkıp abdest aldı, ikindiyi kıldı. Sonra gün battı." Ebu’l-Kasım der ki: Buradaki Ümmü Cafer, Muhammed b. Cafer b. Ebu Talib’in annesidir. Ondan nakleden ise, oğlu Avn b. Muhammed b. Ali olup babası Muhammed b. Hanefiyye diye maruftu. Ondan rivayet eden de, Muhammed b. Musa el-Medinî’dir ve el-Kutarî diye tanınır. Rivayeti beğenilen sika biridir. Bundan nakleden de Muhammed b. İsmail b. Ebu Fudeyk el-Medenî olup sika birisidir ve bu hadisi ondan bir gurup insan rivayet etmiştir. Onlardan birisi rivayetinden bahsettiğim Ahmed b. Velid el-Antakî olup, ondan aralarında Ahmed b. Umeyr b. Havsa’nın da bulunduğu bir gurup bunu rivayet ettiler. Ebu’l-Kasım bunun tarikiyle hadisin senedini verir ki, orada şöyle denilmektedir: "Efendimiz öğleyi 'Subhâ' denen yerde kıldı, ardından bir ihtiyacını görmesi için Ali’yi gönderdi. O, Ali döndüğünde ikindiyi kılmıştı. Başını Ali’nin göğsüne yasladı ve gün batana dek kıpırdamadı. Efendimiz (uyanınca): 'Allah’ım! Kulun Ali kendini Peygamberi için hapsetti. Güneşin doğuşunu geri getir.' diye dua etti. Esma der ki: Güneş doğup dağlara ışığı düştü, yere ışığı geldi. Ali de kalktı, abdest aldı ve ikindiyi kıldı. Bu hadise Hayber Gazvesi’nde 'Subhâ' denen yerde oldu." Ebu’l-Kasım der ki: Bunu rivayet edenlerden biri de, Ahmed b. Salih el-Mısr olup İbn Ebu Fudeyk’ten nakleder. Bu rivayeti Ebu Cafer Tahavî kendi eserlerinden Tefsiri Müteşabihi’l-Ahbar (Müşkili’l-Âsar)’ında onun tarikiyle nakleder. Birisi de Hasen b. Davud olup İbn Ebu Fudeyk’ten nakleder. Hadisin lafzı şudur: "Efendimiz öğleyi Hayber arazisindeki Subhâ’da kılıp, ardından Ali’yi bir ihtiyacını görmeye yolladı. Döndüğünde Efendimiz ikindiyi kılmıştı. Resulullah başını Ali’nin göğsüne koyup gün batana dek kımıldatmadı. Uyandığında: 'Ya Ali! İkindiyi kıldın mı?' buyurdu. Ali’nin 'Hayır' demesi üzerine..." Ebu’l-Kasım devamla der ki: Bunu Esma’dan bir de şehit Hz. Hüseyin’in kızı Fatıma nakleder. Bu "Ebu Cafer el-Hadramî, Muhammed b. Merzuk, Hüseyin el-Eşkar, Fudayl b. Merzuk, İbrahim b. Hasen, Fatıma, Esma binti Umeys" tarikidir. Esma der ki: "Cebrail, Efendimize ikindiyi kıldıktan sonra gelmişti. Tam bilemiyorum hangisiydi, başını ya da yanağını Ali’nin kucağına koymuş, Ali de gün batana kadar namazını kılamamıştı..." Musannıf Ebu’l-Kasım der ki: Fudayl b. Merzuk’tan bunu, aralarında Ubeydullah b. Musa’nın da bulunduğu bir cemaat rivayet etti. Tahavî, hadisi onun tarikiyle rivayet ediyor ki, lafzı şöyledir: "Resulullah’a vahiy geliyordu. Başı Ali’nin kucağındaydı. Gün batana dek ikindiyi kılamadı..." Yine bunu "Ammar b. Matar, Fudayl b. Merzuk" isnadıyla Zu‘afa adlı eserin sahibi Ebu Cafer el-Ukaylî’den nakleder. Derim ki: İşte bu hadisin lafzı, öncekini nakzediyor. Orada şöyledir: "Efendimiz, başı Ali’nin göğsünde ikindiden akşama kadar uyudu. Bu hadise Hayber Gazvesi sırasında Subhâ’da oldu." İkincisine göre ise, Efendimiz uyanık olup, kendine Cebrail vahiy getiriyordu. Başı gün batana dek Ali’nin göğsünde kalmıştı. İşte bu tenakuz, bu hadisin mahfuz olmadığını gösterir. Çünkü, bu beriki "Efendimiz bu vakitte uykudaydı" diye açıklarken, diğeri "uyanıktı, kendisine vahiy geliyordu" diyor. Her ikisi de batıldır. Çünkü, ikindiden sonra uyumak mekruh olup yasaklanmıştır. Efendimizin gözleri uyur, kalbi uyumazdı. Bu durumda Ali namazı nasıl geçirmiş olur? Hem böyle namaz geçirme, ya caiz cinsten olur ya da olmaz. Eğer caiz cinsten ise, gurup sonrası kılınınca Ali’ye günah olmaz. Ali, Efendimizden üstün değildir. Efendimiz, Hendek günü gün batana kadar ikindiyi kılamamış, batınca kılmıştı da, güneş kendisine geri çevrilmedi. Hem Süleyman (a.s.)’a da güneş geri getirilmedi. Hem Efendimiz beraberinde Ali ve diğer ashabı da olduğu hâlde, sabah namazından gün doğana kadar uyuya kalmışlar, güneş kendilerine geri gelmemiştir. Eğer namazı kaçırmak haramlardan ise, ikindiyi geçirmek büyük günahlardandır. Efendimiz (s.a.v.): "İkindiyi kaçıran sanki ailesini ve malını yitirmiş gibidir." buyruyor. Efendimiz, onun Kur'an’daki "orta namaz" olduğunu biliyordu. Sahihayn’da Efendimizden rivayet edildiğine göre şöyle buyurmuştu: "Bizi orta namaz ikindiden alıkoydular, hatta gün battı. Allah karınlarını ve evlerini ateşle doldursun." Bu hadise Hendek’te idi. Hayber, Hendek’ten sonradır. Ali ise böyle bir günah-ı kebiri işlemeyecek kadar uludur. Cebrail ve Allah’ın Peygamberi de onun namazı kılmayışını ikrar etmekten beridirler. Kim böyle bir şey yaparsa, bu, onun menakıbından değil ayıplarından sayılır. Allah, Hz. Ali’yi bundan beri kılmıştır. Hem namaz geçmiş olsaydı, güneşin tekrar geri gelmesi ile o borç üzerinden düşmezdi. Bu hadise Hayber’deki Beriyye’de askerin önünde olacak, Müslümanlar bin dört yüzden fazla olacak ve asker de olayı görecek ha! Bu tür bir hadise, insanın nakletmeye tam arzu göstereceği bir hadisedir. O zaman bunu bir ya da iki kişinin nakledip ötekilerin susması imkânsızdır. Eğer sahabe bunu nakletseydi, elbette ilim ehli bunun benzeri olayları naklettikleri gibi derhâl bunu da naklederlerdi. Bu hadisin bütün tariklerinde isnadı sabit olup da ravilerinin adalet ve zabt durumları belli olabilecek tek bir isnat dahi yoktur....Yazar der ki: Müminlerin emiri Ali (r.a.)’nin rivayetine gelelim: Bize Ebu’l-Abbas el-Fergânî, Ebu’l-Fazıl Şeybanî, Recâ b. Yahya es-Samanî aracılığıyla 240. yılda Samarra’daki Harun b. Müslim, Ubeydullah b. Amr el-Eş'as, Davud b. el-Kemmid, amcası el-Müstehil b. Zeyd b. Sehleb isnadı ile Cüveyriye b. Misker’in şöyle dediğini anlattı: "Ali ile sefere çıkmıştım. Bana: Ya Cüveyre! Nebi (s.a.v.)’ye vahiy gelmişti. Başı da kucağımda idi..." diyerek bu haberi anlattı. Derim ki: Bu, öncekilerden de zayıf bir isnat. Çünkü, bunda adaleti ve zabtı hiç bilinmeyen birçok meçhul adam var. Böyle bir haberi kendi başlarına anlatıyorlar. Eğer Ali böyle bir şey söyleseydi, Ali’nin maruf ashabı bunu anlatırdı. Bu senette hâli hiç bilinmeyen bir kadından, yine hâlleri meçhul adamlar naklediyor. Bırak sıfatlarını, adamların kimlikleri bile belli değil! Bununla bir şey ortaya konamaz. Hem bu haberde, buna göre daha iyi olan rivayete aykırılık vardır. Bununla beraber hepsi yalandır. Çünkü, Müslümanlar Hz. Ali’nin faziletleri ve Efendimizin mucizelerinden, buradakinden daha küçük şeyleri bile rivayet etmişlerdir. Bunu ise hadis otoritelerinden nakleden kimse yoktur. Hadis âlimlerinden Hz. Ali’nin faziletlerine dair eser yazanlar vardır. Nitekim, Ahmed b. Hanbel, Ebu Nuaym bu konuda kitap yazmışlar ve orada senedi zayıf birçok hadisi rivayet ettikleri hâlde, bunu anlatmamışlardır. Çünkü, diğerlerinin aksine bunun yalanı yüzünden okunuyor. Tirmizî, Nesaî, Ömer b. Abdülberr de bunu nakletmemişlerdir. Üstelik, Nesaî’nin Hz. Ali’nin özelliklerini anlatan bir de eseri var. Ebu Cafer et-Tahavî’nin naklettiğine göre; Ali b. Abdurrahman, Ahmed b. Salih el-Mısrî’nin "Yolu ilim olan bir kimsenin Esma’nın güneşin geri döndürülmesi hadisini bellemekten geri durması uygun olmaz. Çünkü o, peygamberlik alâmetlerindendir." dediğini söylemiştir. Derim ki: Ahmed b. Salih bunu birinci tarikten nakleder. Buraya onun yalan olduğuna delalet eden diğer lafızlarını ve tariklerini almamış. Bu yolun ravileri Tahavî’ye göre yalancılığı bilinenler değil, hâli belli olmayanlardır. Bunun için haberin yalan olduğu ona görünmemiş. Tahavî’nin âdeti, hadis âlimlerinin kritiği gibi kritik etmek değildir. Bunun için Şerhu Meaniu’l-Âsâr adlı eserinde çeşitli derecedeki hadisleri nakleder ve ekseriyetle fıkhî kıyas cihetinden hüccet gördüklerini tercih eder, ekserisi de isnat yönünden sabit olmayan mecruh haberlerdir. Tahavî bunlara temas etmez. Onun bu konudaki bilgisi, hadis illetini bilen âlimler gibi değildir. Gerçi Tahavî, çok hadis bilen, fakih ve âlim biri idi. Musannıf der ki: Ebu Abdullah el-Basri anlatıyor: "Battıktan sonra güneşin geri gelmesi, nakledilmesini gerektirecek kadar kuvvetli bir hâldedir. Her ne kadar Hz. Ali’nin faziletine dair görünse de, aslında peygamberlik alâmetlerindendir. Ali’nin faziletlerinden birçoğu, peygamberlik alâmetlerinden olup, diğerlerinden imtiyazlıdır." Derim ki: İşte bu ifade, bunun yalan olduğunun en belirgin delilidir. Çünkü, ilim ehlinin hadis otoriteleri, Hz. Ali’nin peygamberlik alâmetlerinden olmayan nice faziletlerini sıhah, sünen ve mesanid kitaplarında rivayet etmişler, belli sika kimselerden nakletmişlerdir. Eğer bu da sikaların rivayet ettiklerinden olsaydı, anlatılmasına en fazla rağbet edenler ve sıhhatine en hırslı insanlar âlimler olurlardı. Ama, bunların hiçbirisi, bu hadisi, ilim ehli birilerinin naklettiği bir senetle ele geçiremedi. Yalanına çok delil varken, zabtı ve adaleti ile bilinenlerin nakline rastlamadılar. Yazar der ki: Ebu’l-Abbas b. Ukde anlatıyor: Bize Cafer b. Muhammed b. Amr, Süleyman b. Abbad’ın Beşşar b. Derra şöyle derken duydum, dediğini anlattı: "Ebu Hanife, Muhammed b. Numan’a rastlayınca 'Sen, bu güneşin geri döndürülme hadisini kimden duydun?' diye sordu. Muhammed de: 'Ey Sariye, dağa!' hadisi kendisinden nakledilen adamdan başka birinden, diye cevap verdi." Bütün bunlar, hadisin gerçek olduğunun alâmetleridir. Derim ki: Bu, ilim ehlinin imamlarının da bu hadisin doğruluğunu tasdik etmediklerini gösterir. İşte Ebu Hanife, meşhur imamlardan birisidir. O, Ali’yi itham edenlerden değildi. Çünkü, o Küfelidir ve orası Şia yatağıdır. Orada nice Şiiye rastlamış ve Allah bilir Ali’nin faziletine dair neler neler duymuştur. O, Hz. Ali’yi sever ve ona bağlılığını izhar ederdi. Bununla beraber bu hadisi, Muhammed b. Numan üzerine inkâr etmiştir. İmam Ebu Hanife kesinlikle Tahavî ve emsalinden daha bilgili ve daha fakihti. Muhammed b. Numan, ona doğru bir cevap değil, aksine "Ey Sariye, dağa!" hadisini rivayet edenden başkasından, demekle yetinmiştir. Ona "hadi oradan, bu yalan!" denilir. Hangi şeyin yalanı, doğruluğa delalet eder gösterilsin. Eğer öyle bir şey olsaydı; Ebu Hanife de Ömer’in, Ali’nin ve diğerlerinin kerametlerini inkâr etmiyordu. Ancak o, bu hadisi, birçok delillerin yalan olduğunu gösterdiği, şeriata aykırı olduğu, akla tersliği, tâbiîn ve tebe-i tâbiînin hadis âlimleri tarafından terk edildiği için inkâr etmiştir. Sahabe haberlerini nakledenler bunlardır. Ama, bunu onlar değil de, yalancılar, meçhuller, adalet ve zabt durumları bilinmeyenler naklettiler. Bu gibi adamlardan böyle bir haber nasıl alınabilir? Diğer Müslüman âlimleri de böyle bir haberin sahih olmasını isterler. Çünkü, onda peygamberlik mucizeleriyle, Hz. Ali’yi seven ve velayetine kendini bağlayanlar için, onun fazileti söz konusudur. Ne yapsınlar ki, yalanı doğrulamaya cevaz veremiyorlar ve onu din gayreti için reddediyorlar.[10]
[1] Sözler, 269, Yirmi ikinci Söz/Birinci Makam/On birinci Bürhan/Haşiye 22; Âsâ-yı Musa, 214, On birinci Hüccet-i imaniye/On birinci Bürhan/Haşiye 22.
[2] Aliyyu’l-Kārî, Esrâru’l-Merfû‘a, 141.
[3] Aliyyu’l-Kārî, Esrâru’l-Merfû‘a, 413; Kandemir, Mevzu Hadisler, 180-181; İbn Kayyım el-Cevziyye, el-Menâru’l-Munîf, tahkik-terceme ve ta’lik. Muzaffer Can, Cantaş Yayınları, İstanbul 1992, 57-58.
[4] Aliyyu’l-Kārî, Esrâru’l-Merfû‘a, 398.
[5] İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Matbaatu’s-Sa‘ade, Mısır 1351, 1/323.
[6] Bizim bu incelemeyi burada nakletmemizin sebebi; hem Said Nursî’nin, kendisi ile Hz. Ali arasındaki irtibatı (?) kabul etmeyenleri "Vehhabîlik", İbn Teymiye’yi ve İbn Kayyım’ı da "Hz. Ali’nin faziletini basitleştirmek" ile suçlaması, hem de Sünnetsizlerin hadis ehlini "hadisleri gerektiği şekilde incelememek ve hele metin tenkidine hiç girmemek" ile suçlamalarıdır. Naklettik ki, hadis ehlinin hadis tetkikinde ne derece dikkatli ve özenli oldukları bir kez daha tezahür etsin...
[7] Muztarib: Bazan bir, bazan da iki veya daha fazla râviden muhtelif şekillerde rivayet edilen, fakat ne râvilerden birinin hafıza yönünden üstünlüğü, ne kendisinden rivayet ettiği şeyhine yakınlık derecesi ve ne de sair sebeplerinden birinin bulunmaması dolayısıyla rivayetleri arasında tercih yapılamayan hadise muztarib denir. (...) Iztırâb, râvilerin zabt yönünden zayıflıklarına delalet etmesi dolayısıyla, hadisin de zayıf sayılmasını gerektirir. (Koçyiğit, Hadis Istılahları, 357-358.)
[10] Nak. Muzaffer Can, (İbn Kayyım, Menâru’l-Munîf sonunda), 147-172.
AÇIKLAMA 1...Hadisin sıhhati: İbn Teymiyye, Redd-i Şems hadisini tenkit ederken Peygamberimizin hayatında olan olaylardan hareketle de birtakım değerlendirmeler yapar:“Rasulullah (as), Hendek Savaşında ikindiyi kaçırmış ve onu kaza etmiştir. Allah Teâlâ’dan Redd-i Şems istememiştir...Nebi (a.s), böyle yaptığına göre, Hz. Ali ondan daha faziletli değildir, öyleyse o da kaza edebilir.”88 Argümanları sağlam olan İbn Teymiyye, bu konuyla ilgili dinsel kültürü de kullanır: “Nusayrîler, Musa’yı isim, Yuşa’yı da mana yaparlar ve derler ki: Yûşâ emrettiğinde, güneş itaat ederek ona geri dönmüştür. Oysa güneş, Rabbinden başkasına döner mi?”89 Yahudilikle Şiilik arasında bağ kuran İbn Teymiyye, müslüman olan Yahudilerin çoğunun, Tevrat’taki on iki imam ifadesini, Şiilikte bulduğu için onları onlar sanarak Şii olduğunu söyler.90 Nusayrilikle ilgili yukarıdaki değerlendirmeyi yapan İbn Teymiyye, bu şekilde güneşin geri dönmesi olayının Ehl-i Kitap kaynaklı oluşunu imâ etmektedir. Konumuzun başlığı olan himem ve devâî ilkesini, İbn Teymiyye, özellikle bu rivayette kullanarak bu tenkidini temel eleştiri noktası yapmaktadır:“Bu gibi bir olay, ilgi ve dürtülerin naklinden geri kalmayacağı olağanüstü olaylardandır. Bir veya iki kişi onu rivayet ederse, onun yalan olduğu anlaşılır. Şakku’l-Kamer, geceleyin insanlar uykudayken gerçekleşmesine rağmen, sahabe onu birçok tarikten rivayet etmiştir... O halde, gündüz olan Redd- i Şems nasıl meşhur olmaz ve ehl-i ilim, onu Şakku’l-Kamer gibi rivayet etmez?”91
Görüldüğü gibi İbn Teymiyye, Redd-i Şems olayını Şakku’l-Kamer olayıyla mukayese ederek Redd-i Şems’in daha büyük bir olay olduğunu, fakat Şakku’l-Kamer gibi rivayet edilmediğinden, uydurma olduğuna karar vermektedir. İbn Teymiyye Sahîhayn’daki Redd-i Şems ile ilgili Ebu Hüreyre hadisini zikrettikten sonra, Benî İsrail’den Yûşa için geri döndürülen güneş niçin, daha faziletli olan bu ümmetin faziletlileri için döndürülemediği sorusuna karşı şöyle cevap vermektedir: “Yûşa’ya güneş geri dönmedi, fakat batması gecikti ve gün uzatıldı. Bunu, insanlar fark etmeyebilir. Günün uzunluğu ve kısalığı fark edilmez. Biz, güneşin Yûşa için durduğunu, ancak Rasulullah’m haberiyle bildik.”92 Burada esasen İbn Teymiyye, Tahâvî'nin argümanım kullanmaktadır.93 Yukarıdaki ifadede, İbn Teymiyye’nin aklı kullanmasının tipik bir örneği vardır. Zira o, Redd-i Şems’i reddederken, Habs-i Şemsi kabul etmekte ve bunun akli izahını yapmaktadır.94 “Güneşin battıktan sonra geri döndüğü asla görülmemiş ve duyulmamıştır. Her ne kadar çoğu felsefeci, tabiat alimi ve bazı Kelam ehli, inşikâk-ı kameri vb. şeyleri reddediyorlarsa da, bunun söz edilme yeri burası değildir. Fakat bununla amacımız, bu olayın astronomik harikuladeliklerden olduğunu vurgulamaktır. Çoğu insan, onun imkanını reddetmektedir. Şayet vaki olsa, onun zuhuru ve nakli, daha basitlerin zuhuru ve naklinden daha büyük olurdu. Hadisin meşhur bir isnadı da yokken, o nasıl kabul edilir? Bu durum, onun asılsız bir yalan olduğu konusunda, yakini bir bilgi oluşturur.”95 Esasen buradaki tenkitte İbn Teymiyye, nakil/din ile akıl arasında bir çatışma olamayacağı ve Peygamberlerin, insanlardan, muhal şeylere inanmayı isteyemeyeceği ilkesine atıfta bulunmaktadır. Bu, çok önemli bir ilkedir. Zira naklin kabulünü, sırf inanca bırakmak, aklı kullanmayı dışlayan bir yaklaşımdır ve dinin temelini sarsmaktadır. İbn Teymiyye, hadisle ilgili tenkitlerini ilerleyen sayfalarda, hadisle ilgili teknik konulara kaydırır: “Derim ki, bu lafız (Hz. Ali’nin kucağında iken vahiy gelmesi), önceki rivayetle çatışmaktadır. Çünkü, birinde Nebi (as), Hayber gazvesinde Sahba’da, Hz. Ali’nin hicrinde, ikindi’den güneş batana dek uyumuştu. İkinci de ise, uyanıkken Cibril ona vahyetmekte ve başı, güneş batana dek Hz. Ali’nin hicrindedir. Bu tenakuz, hadisin mahfuz olmadığını gösterir. Çünkü birisi, o vakit uykuda olduğunu söylerken diğeri, uyanıkken kendisine vahyedildiğini tasrih etmektedir, ikisi de bâtıldır. Çünkü ikindiden sonra uyumak, yasaklanmış bir mekruhtur. Nebi’nin gözleri uyur fakat kalbi uyumazken, Hz. Ali’ye, ikindi namazını nasıl kaçırtır?”96 İbn Teymiyye, burada hadisin mahfuz olmadığı noktasında oldukça teknik bir eleştiri yapmaktadır ve bunda oldukça tutarlıdır. İbn Teymiyye devamla, tekrar himem ve devâî ilkesinden hareket ederek rivayeti tenkit etmektedir:“Hayber’de, askerin önünde bu kıssa olduysa, müslümanlar orada 1400’den fazlayken onu görmeleri gerekirdi. Bu, ilgilerin ve dürtülerin (himem ve devâî) naklinden geri kalmayacağı şeylerdendir. Onun naklinde bir iki kişinin teferrüdü imkansızdır. Onu sahabe nakletseydi, onların ehl-i ilmi naklederdi, benzerlerini naklettikleri gibi. Onu, zabt ve adaletleri bilinmeyen meçhuller nakletmiştir. Bu hadisin tüm isnadlarında, sabit bir isnad yoktur. Yani nakledenlerinin adalet ve zabtlarının bilindiği bir isnad. Keza onun isnadının ittisali de bilinmemektedir...Bu hadis, mutemet hadis kitaplarının hiçbirinde yoktur. Onu, ne ehl-i sıhâh, ne ehl-i Sünen ne de Musned ehli asla rivayet etmemiştir. Bilakis onun terkinde ittifak etmişlerdir.”97 İbn Teymiyye, Ebu Hanîfe’nin (6.150), Hz. Ali’ye güneşin geri dönüşüne ilişkin rivayeti, şeriata ve akla aykırı gördüğü için reddettiğini söylemektedir.98
Redd-i Şems rivayetiyle ve İbn Teymiyye’nin bu rivayeti reddi hususunda, birçok tartışma olmuştur. Örneğin İbn Hacer, İbn Teymiyye’nin bu rivayeti reddini eleştirmiştir: “Bu olay en büyük mucizedir. İbnü’l-Cevzî (ö.597) onu el-Mevzûât’ta, keza İbn Teymiyye de, “Kitabu’r-Reddi ala’r-Ravâfız” da zikretmekle hata etmişlerdir. Sırf uydurulduğu zannıyla. Allâhu a’lem. Kadı Iyâd (Ö.544), Hendek Günü, ikindi namazından uzak, meşgul oldukları için, Nebi’ye güneşin geri döndürülmesini ki, kendisi bu şekilde ifade etti ve Tahâvî’ye (Ö.321) atfetti. Tahâvî’nin Muşkilu’l-Âsâr’ında gördüğü, şayet sabitse, Allah bilir, üçüncü bir olaydır.”99 İbn Teymiyye’nin söylediği gibi Kadı Iyâd, Redd-i Şems rivayetini kabul etmektedir: “Redd-i Şems hadisini Tahâvî, Muşkilu’l-Hadîs’inde Esma binti Umeys’ten iki tarikten rivayet etmiştir...
Tahâvî, bu iki hadisin sabit olduğunu ve râvîlerin sika olduğunu söylemiştir. Tahâvî, Ahmed b. Sâlih’in, “yolu ilim olan birinin, Esmâ’nın hadisini hıfzdan geri kalmaması gerekir, çünkü o, Nübüvvet alametlerindendir” dediğini anlatır."100 Kadı Iyad’ın eş-Şifâ’sının şârihi Ali el-Kârî (Ö.1014), Kadı Iyad’ı destekler mahiyette şunları söylemektedir: “İbnu’l-Cevzî, el-Mevzûât’ında, Hz. Ali kıssasındaki Redd-i Şems için, şüphesiz mevzu dedi. Ona, îbnu’l- Kayyım ve şeyhi İbn Teymiyye de uydu ve Tahâvî’nin isnatlarındaki ricalin tazifini zikrettiler, bazısını da hadis uydurmaya nispet ettiler. İbnu’l-Cevzî ; ben sadece Ebu Ukde’yi itham ediyorum, çünkü o, sahabeye söven bir Râfızî’dir, dedi. Şüphesiz râvîlerden birinin Rafızi veya Haricî olması, dini açısından sika ise, hadisin mevzu olmasını kesin olarak gerektirmez. Tahâvî, bu temel hususu görmüştür. Sonra, hıfzeden, hıfzetmeyene karşı hüccettir. Aslolan, rivayeti iptal eden cerh sabit olana kadar, adalettir. Dulecî’nin İbnu’l-Cevzî’ye uyarak, ‘bunun sıhhati kabul edilse bile güneşin reddini ifade etmez, Hz. Ali’nin namazı, güneşin batmasından dolayı kaçmasına rağmen, edaya dönüşmesi, onun için bir menkıbe ise de’ şeklindeki sözü, hususiyete ilişkin karineden dolayı reddedilir. Bunun tevil imkanı da vardır: Esmâ’nın, “güneş battı” sözünden murad, onun namazından veya tüm cürmüyle batmak üzereydi veya bazı parçalarıyla batmıştı veya, güneşin reddinden murad, onun hâli üzere sâbit tutulması, tayy-ı zaman ve bast-ı zamanın aksine, hareketlerinin yavaşlatılması ile seyir zamanının uzatılmasıdır. Zehebî’nin bunu İbnu’l-Cevzî’nin de zikrederek Sahîh’te, güneşin sadece Yûşa’ bin Nûn’a geri çevrildiğini söylediğine gelince, hasr, geçmiş ümmetler açısındandır. Son olaydan önce olma ihtimali de vardır.”101 İbn Kayyım (Ö.751), el-Menâru’l-Munîf adlı eserinde Redd-i Şems hadisini, yalanın bilinme yollarından, bir rivayetin sarih sünnetin getirdiğine açıkça ters düşmesi bölümünde zikreder: “Bu çok fazla iştihar olmamıştır. Onu, sadece Esma binti Umeys bilmektedir.”102 Heysemî (ö.807), Mecmau’z-Zevâid’inde, Taberânî’nin bu rivayeti isnadlarla rivayet ettiğini ve ricalinden birinin, Sahîh’in ricalinden biri olduğu, onun İbrahim b. Hasan’dan rivayet ettiğini söyler. Heysemî, İbrahim b. Hasan’ı, İbn Hibbân’ın (Ö.354) tevsik ettiğini söylerken, Fatıma binti Ali b. Ebî Tâlib’i tanımadığını söyler.103 Sehâvî (Ö.902), bu rivayeti savunarak şunları söyler: “İmam Ahmed, aslı yok demiştir. İbnu’l-Cevzî ona uyarak bunu Mevzûât’ına aldı. Fakat onu Tahâvî (ö.321) ve eş-Şifâ’nın sahibi tashih etmiştir. İbn Mende (Ö.395) ve İbn Şahin (Ö.385) onu, Esma binti Umeys hadisinden rivayet ederken, İbn Merduye (Ö.410), Ebu Hüreyre hadisinden rivayet etmiştir.”104 Leknevî, her zaman yaptığı gibi İbn Teymiyye’yi İbnu’l-Cevzî’yle bağlantılandırarak şunları söyler: “Redd-i Şems hadisini, İbnu’l-Cevzî, İbn Teymiyye ve benzeri aşırılar gibi mevzu sayanlar vardır.”105
Tânevi (Ö.1394), İbn Teymiyye’yi, haksız olarak cerhte müteşeddid sayarak Redd-i Şems ile ilgili olarak İbn Teymiyye hakkında şu değerlendirmeleri yapar: “İbn Teymiyye’nin Minhâc’ta reddetmiş olduğu ceyyid hadislerden biri de Hz. Ali’yle ilgili Redd-i Şems hadisidir. Bu hadisi, Tahâvî’nin tahsin ettiğini görünce İbn Teymiyye, Tahâvî’yi akıcı bir dil ve cezbedici bir kelamla cerh etmeye yeltendi. Allah’a yemin olsun ki, hadis ilminde Tahâvî’nin derecesi, İbn Teymiyye gibi birininkinden binlerce kez daha yüksektir. İbn Teymiyye, onun ayağının tozu bile olamaz. Bunun için böyle müteşeddidlerin kavilleriyle ihticâc etmeden önce araştırmak ve düşünmek gerekir.”106 Kevseri: İbn Teymiyye’nin bu hadisi reddetmesini eleştirenlerden birisi de, İbn Teymiyye’ye saldırılarıyla meşhur Kevserî’dir. Kevserî (Ö.1952), birçok kitabında İbn Teymiyye’yi ve İbn Teymiyye’nin reddettiği rivayetler üzerinde durmaktadır. Redd-i Şems rivayetiyle ilgili olarak Kevserî, Makâlât’ında şu değerlendirmeleri yapar: “İbn Teymiyye’nin, Esma hadisini zayıf sayarken (tevhîn) Tahâvî (Ö.321) hakkında söyledikleri, onun deliliklerinden birisidir. Bu, Tahâvî’nin kitaplarına ve Esma hadisiyle ilgili olarak hafızların yazdıklarına muttalî olmasından kaynaklanmamaktadır. Ricale ilişkin galatları hakkında, Ebu Bekir es-Sâmit el-Hanbelî’nin bir cüz kitap yazdığı İbn Teymiyye’ye rağmen, teknik açıdan bu hadisin sıhhatine söz söylenemez. Fakat bu rivayetin hükmü, ilm-i metâlib’deki sahih haber-i vâhidlerin hükmüdür. Tahâvî’nin ilel bilgisini, ancak çözümsüz illetli birisi görmezlikten gelebilir.”107 Kevserî, İbn Teymiyye’nin reddettiği rivayetlerle ilgili olarak, “et-Taakubu’l-Hasîs li-mâ Yen- fîhi İbn Teymiyye mine’l-Hadîs” adlı bir kitap yazdığını söyler.»Kevserî (Ö.1952), İbn Teymiyye’nin tenkidindeki Kur’ânî ve akli delillere hiç değinmeden, rivayet hakkında hiç ihtilaf yokmuş gibi İbn Teymiyye’yi şâz ilan ederek, onun karşısındaki garazkârlığını yinelemektedir. Fakat, eğer dayandığımız kaynak sahihse,109
"İn sahha" İbn Teymiyye Redd-i Şems hadisini, zayıf hadisler için kullandığı, “in sahha” tabiriyle zikretmekte ve mevzû saymamaktadır:“....Örneğin inşikâk-ı kamer ve Yûşa’ b. Nûn’a güneşin reddi. Keza Nebi(as), Hz. Ali’nin hicrinde uyurken Hz. Ali’nin namazı geçtiği için güneşin reddi-in sahha’l-hadîs- örneği. Alimlerin kimisi; Tahâvî ve Kadı Iyâd gibi, bunu tashih ederken kimisi de; ibnu’l-Cevzî gibi mevkuf saymıştır ki, bu daha sahihtir.”110 Belki, Mecmûu Fetavâ’nın nâsihi, “mevzûan”kelimesini yanlışlıkla, "mevkûfen” yazmış olabilir. Fakat yine de, “in sahha” eklentisi, bu rivayeti İbn Teymiyye’nin burada mevzû saymadığını, zayıf saydığını gösterir. Zira İbn Teymiyye, bu tabiri zayıf hadisler için kullanmaktadır. Kanaatimizce İbn Teymiyye bu rivayetin reddinde, daha önce belirttiğimiz metin tenkidini eksene almıştır. Zira İbn Teymiyye, metin tenkidini esas aldığı için ehl-i hadis tarafından kabul edilen bazı rivayetleri reddetmek zorunda kalmış ve bundan dolayı da eleştirilmiştir. Elbani: Nitekim İbn Teymiyye’nin bu rivayetle ilgili metin tenkidi eğilimini, Nasıruddin Elbânî şöyle değerlendirir:“İbn Teymiyye, bu hadise isnad açısından mevzû hükmünü vermemiştir, isnadı yalnızca taz’if etmiştir. Çünkü o, bu hadisi, Esma, Ali, Ebu Saîd el-Hudrî, Ebu Hüreyre hadisinden sevk edip isnatlarındaki zaafı açıklamıştır. Bunların hepsi adalet ve zabtla maruf olmayan ricale sahiptir. Kiminde metruk ve ciddi olarak munkeru’l-hadis olanlar vardır. Hadise metin olarak mevzû hükmüne gelince o, bu konuda, o kadar sağlam bir mevzuluğunun kesinliğinden kendini alamaz.”111 Ebu Gudde de, İbn Teymiyye’nin argümanlarının sağlamlığını vurgulayarak, bu hadisi İbn Teymiyye’den dinleyen herkes, onun mevzû olduğuna kesin inanır, demektedir.112 Feryevâî de, İbn Teymiyye’nin bu rivayete eleştirisinin, metin eksenli olduğunu vurgulayarak şunları söyler:“Redd-i Şems hadisini, bazı ehl-i ilim tahsin ve tashih etmişken, İbnü’l-Cevzî, İbn Teymiyye, İbn Kesir (Ö.774) ve Zehebi ve başka ehl-i ilim ise, mevzû olduğuna kail olmuşlardır. İbn Teymiyye’nin tenkidinin çoğunluğu, isnadın zaafını ve zayıflığını (vehâ) belirtmekle birlikte, metne yöneliktir.”113
88. İbn Teymiyye, MS., VIII.170-171
89. İbn Teymiyye, MR., er-Reddu ale’n-Nusayriyye, 95
90. İbn Teymiyye, MS., VIII. 242
91. İbn Teymiyye, MS., VIII.171. Benzer şekilde İbn Teymiyye, Hillî’nin, Gadir-i Hum olayından sonra, Haris b. Nu’man el-Fehrî’nin, Peygamberimizin söylediklerine inanmaması sonucu helak olmasına ilişkin rivayeti de, hem bu surenin Mekke’de indiğinden hareketle, hem de Himem ve Devâî faktöründen hareketle eleştirmektedir.bk. İbn Teymiyye, MS., VII.44-45
92. İbn Teymiyye, MS., VIII. 169
93. Tahâvî, Muşkilu’l-Âsâr, 11.10
94. İbn Teymiyye, MS., V1I1.169
95. İbn Teymiyye, M S. VIII. 172
96. İbn Teymiyye, MS., VIII.175
97. İbn Teymiyye, MS., VI.176-177
98. İbn Teymiyye, MS., VIII.197-198
99. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, VI. 222
100. Iyâd, Kadı, eş-Şifa, 1.240, krş. Ali el-Kârî, Şerhu’ş- Şifa, I. 589-591
101. Ali el-Kârî, Şerhu’ş-Şifa , 1.590
102. İbn Kayyım, el-Menâru’l-Munîf, 58
103. Heysemî, M Z. VIII. 297
104. Sehâvî, el-Makâsıdu’l-Hasene, 226
105. Leknevl, Zaferu'l-Emânî, 425
106. Tânevî, Kavâid, 441, d p: 1
107. Kevserî, Makâlât, 470
108. Zeylu Tezkirâti’l-Huffâz, 224, Kevserî’nin taliki.
109. Dr. Selahuddin el-Muneccid, İbn Teymiyye’nin Hindistan, Kahire ve Riyad’da basılan eserlerinin İlmî olmadığını, özellikle Riyad’da basılan Mecmûatu’l-Fetavâ’nın böyle olduğunu söyler, bk. İbn Kayyım, Esmâu Muellefâti İbn Teymiyye, 4, dp.1
110. İbn Teymiyye, MF., XI. 316.
111. Elbânî, Nâsıruddin, ez-Zâife, 11.397-398
112. Ebu Gudde, bk.Ali el-Kârî, el-Masnu’, 216, dipnot, krş. el-Menâru’l- Munîf, 59, dipnot.
113. Feryevâî, a.g.e., 1.67 (1)
Dumeyni: Muhal şeyler içeren ve hadisçiler arasında büyük tartışmalara yol açan rivayetlerden biri de "Umeys kızı Esma'dan nakledilen şu rivayettir: Resûlullah'a vahiy gelmişti. Başını Hz. Ali'nin dizine koydu. O sırada güneş battı ve Ali ikindi namazını kılamadı. Durumu anlayan Resulullah, Ya Rabbi, o senin ve peygamberinin taatinde idi. Ona güneşi geri döndür, diye dua etti. Bunun üzerine batan güneşin, geri doğduğunu gördüm" [628] rivayeti. Normal olarak güneşin battıktan sonra geri dönmesi, insanların dikkatini üzerine çekmiş ve dolayısıyla onun tevatür derecesine varan yollarla rivayet edilmesine yol açmış bir husus olmalıdır. Ancak onu Esma binti Umeys'ten başka kimse rivayet etmemiştir. Ahmed b. Hanbel, bu rivayetin uydurma olduğunu bildirmek için onun asılsız olduğunu söylerken, İbn Teymiyye, İbn Kayyım, Zehebî ve İbn Kesir de aynı görüşü ifade etmişlerdir [629]. İbnü'l-Cevzî bu rivayet ile ilgili olarak şöyle demektedir: Bu rivayeti uyduran kimsenin sadece fazilet cihetine bakıp anlamsızlığı fark edememiş olması, onu aldatan hususlardan biri olmuştur. Zira ikindi namazı, güneşin batmasıyla kaza namazı haline gelmiştir. Güneşin geri dönmesi onu tekrar bir eda namazına çevirmez [630].Ne var ki, bu hadisin sahih olduğunu kabul eden âlimler de olmuştur. Tahavî, Beyhakî, Kadı İyaz, Heysemî, İbn Hacer, Kastallânî, Suyûtî, Sehavî, İbn Arrak ve Ali el-Kârî bunlardandır [631]. Ben bu rivayeti değerlendirme ile ilgili ihtilafı, söz konusu ölçünün kabul veya reddi ile alakalı bir şey olarak görmüyorum. Çünkü bu ölçüyü kabul eden veya etmeyen herkesin hadis üzerinde hüküm verirken ihtilafa düşmesi mümkün olup bu ölçünün uygulaması ile ilgili bir ihtilaftır. Hadisle ilgilenen herkes bu hadisi söz konusu ölçünün içinde görebileceği gibi, dışında da görebilir. Bu, içtihadı meselelerde tabiî bir durumdur. Dolayısıyla bu rivayetin sahih olduğunu ileri sürenler, onu Resûlullah'ın bir mucizesi olarak kabul ederler. Zayıf olduğunu benimseyenler ise, güneşin battıktan sonra geri dönmesi halinde onu sadece Esma bint Umeys değil, büyük kalabalıkların nakletmesi gerektiğini ileri sürerek böyle bir şeyin muhal olduğunu söylerler. Aslında güneşin battıktan sonra dönmesi, bu hadisin zayıf olduğunu ileri sürenlere göre haddi zatında muhal olan bir şey değil, aksine Allah'a nispetle mümkün olan bir husustur. Zira bu evren Allah'ındır ve burada ancak onun istediği olur. Evrendeki kanunları o koymuştur ve o değiştirebilir. Yarattığı hiçbir şey ona karşı gelemez. Ancak, bir kişinin namazı için evrendeki bir kanunu değiştirmek, kabul edilecek bir şey değildir. Nitekim bir defasında müşrikler, Resulullah ve ashabının gün batıncaya kadar ikindi namazını kılmalarına engel olmuşlar ve Hz. Peygamber namazı kılmaları için Allah'ın güneşi geri döndürmesi hususunda dua etmemiş, aksine müşriklere beddua etmiştir [632]. Keza, bir defasında sabahleyin güneş doğuncaya kadar uyuya kalmış, namazı vaktinde kılmak için güneşi geri döndürmesi hususunda Allah'a dua etmemiştir [633]. Buna rağmen bu iki rivayeti güneşin battıktan sonra geri döndürülmesi ile ilgili haberi nakledenlerden daha çok kimse nakletmiştir. Sonra söz konusu olayda erkekler nerededirler? Güneşin battıktan sonra geri dönmesini onlar ve diğer hiçbir kimse görmemiş de sadece Esma bint Umeys mi fark etmiş? Bütün bunlar hepsi de bu hadisin zayıf olduğunu kesin olarak ifade etmektedirler. Bütün bunlara ravileri içerisinde tenkit edilen bir veya daha fazla şahsın bulunduğu bir haber-i vahidle mucizelerin sabit olamayacağını da ilave etmek gerekir [634]. Bu hadis bu ölçüyü kullanmanın son derece önemli olduğunu göstermektedir. Zira Allah'ın peygamberlerine lütfettiği mucizeler, özellikleri itibariyle insanların benzerine tanık olmadıkları olağanüstü şeyler olurlar. Dolayısıyla kişi, rivayetin olağan dışı herhangi bir şey taşıdığını gördüğü zaman teenni ile hareket etmeli, onun uydurma olduğuna çabucak hüküm vermemelidir. Zira mucizeler asla şüphe edilemeyecek olan gerçeklerdir. Binaenaleyh, hiçbir müslüman mucizeleri inkar edemez, onlarla ilgili hadislerin zayıf olduğunu iddiada bulunamaz. Ancak mucize, haber-i vahidle sabit olmaz. İşiten kimsenin, doğruluğundan emin olması için mucizenin tevatür yolu ile nakledilmesi gerekir. Burada bu ölçü çerçevesinde işaret edilmesi gereken bir şey daha vardır ki, o da bir hadisin çeşitli rivayetlerini birbirine arz etmeden ibaret olan ikinci ölçünün birinci neticesinde idraçtan bahsederken temas ettiğimiz husustur. Orada belirttiğimiz üzere, hadisçiler Rsaûlullah'a nisbet edilen lafızlar arasına ravi tarafından ilave edilen kısmın belirlenmesinde o kelime veya ibarenin Hz. Peygamber'den sudurunun muhal olmasını bir esas olarak kabul etmişlerdir... [627] A.g.e., s. 109. [628] İbnü'l-Cevzî, el-Mevzüât, I, 355.
[629] Ebû Gudde, Haşiye ale'l-Menâri'l-münîf, s. 58.
[630] İbnü'l-Cevzî. el-Mevzûât, I, 357.
[631] Ebû Gudde. a.e., s. 58.
[632] Buhâri, Müslim ve diğerlerinin rivayetlerine göre Resulullah Ahzab savaşında şöyle demiştir: Allah evlerini ve mezarlarını ateşle doldursun; bizi güneş batıncaya kadar orta namazından alıkoydular. M. Fuad Abdillhâkî, et-Lü'lüü ve'l-mercân. I, 123.
[633] Hadisi Ebu Dâvûd, Ebu Hureyre'den (Ebu Dâvûd, Salat, 11); Nesâî, Ebû Meryem'den (Nesâî, Mevâkit, 51; Leyl, 32); Ahmed b. Hanbel, Amr b. Ümeyye ve İmran b. Husayn'dan (Müsned, IV, 139, 431, 444; V, 287) rivayet etmişlerdir.
[634] İbnü'l-Cevzî bu rivayeti Mevzuat'ında üç tarikle zikretmektedir: Birinci tarikte Ahmed b. Davud vardır. Dârekutnî bu zatın hadislerine itibar edilmediğini (metruk) ve yalancı (kezzâb) olduğunu söylemiştir. Ayrıca bu tarikte Ammar b. Matar vardır ki, İbn Adiy onun hadisleri alınmayan (metruku'l-hadis); İbn Hibban ise uydurma hadis rivayet eden biri olduğunu söylemişlerdir. İkinci tarikte İbn Ukde bulunmaktadır. Bu şahıs sahabeye dil uzatan bir rafizîdir. Üçüncü tarikte bulunan Davud b. Ferahic hakkında Şu'be "zayıftır" demiştir, bkz. el-Mevzûât, I, 356-357. (2)
*
Aliyyu'l-Kari: 471. Dülâbî'nin [472] Hüseyin b. Ali'den rivayetine göre; Allah Rasûlü (s.a.v)'nün başı Hz. Ali'nin kucağında idi. O sırada Allah Rasûlüne vahiy geliyordu. (Güneş batmak üzere idi.) Vahiy sona erip Peygamberimiz (s.a.v) açılınca Hz. Ali'ye;
-ikindi namazını kıldın mı? diye. sordu. Hz. Ali (r.a): -Hayır, dedi. Peygamberimiz (s.a.v):
-Allahım! Sen gayet iyi biliyorsun ki, O senin tâatinde ve Rasûlünün tâatinde idi. Onun için güneşi iade et, buyurdu. Allah da onun için güneşi iade etti. Bunun üzerine Hz. Ali (r.a) ikindi namazını kıldı. Sonra da güneş battı. Alimler: Bu hadis uydurmadır. Güneş hiç kimse için tekrar iade edilmemiştir. Sadece Yûşa' b. Nûn için güneşin batması bir süre ertelenmiştir, demişlerdir, er-Riyadu'n-Nadıra fî Menâkıbi'l-Aşera kitabında böyle denilmiştir.[473]
Ancak bu hadis, Şifa'da Tahavî rivayetiyle (sahihtir, denilerek) nakledilmiştir. [474] Biz bunun yorumunu Şifa Şerhin'de [475] geniş bir şekilde açıkladık.[476]
[472] Dûlâbî lakabıyla meşhur olan Ebu Bişr Muhammed b. Ahmed b. Hammad ed-Dûlâbî, el-Esma ve'l-Künâ kitabının müellifi olup hicrî 310 yılında vefat etmiştir. (Çev.)
[473] el-Muhıbb et-Taberî, er-Riyadun-Nadıra: 2/236.
[474] Kadı Iyaz, eş-Şifa bi-Ta'rif Hukukı'l-Mustafa kitabında Allah'ın; Rasûlü (s.a.v) eliyle ortaya koyduğu delil ve mucizelerle ilgili dördüncü babında, Ayın yarılması ve Güneşin batışının ertelenmesi faslında bu hadisin "sahih" olduğunu ifade etmektedir.
[475] Aliyyül Karî, Şerhu'ş-Şifa: 1/589-590.
[476] Ebu Gudde diyor ki: Allah Rasûlü (s.a.v)'nün duasıyla Hz Ali (r.a) için Güneşin iade edilmesi (Reddü'ş-Şems) olayı hakkında gelen en sahih rivayet Esma bt. Umeys (r.anhâ) hadisidir. Bu hadisi sadece Esma bnt. Umeys (r.anhâ) rivayet etmiştir. Alimler bu hadis hakkında çok söz söylemişlerdir. Alimlerden bu hadisi sahih kabul edenler de reddedenler de bulunmaktadır: Bu hadisi reddedenler arasında şu alimler bulunmaktadır: 1. Ali ibnü'l-Medînî (et-Tac es-Sübki, Tabakâtü'ş-Şafi'iyyeti'l-Kübrâ: 2/150)
2. Ahmed b. Hanbel: Bu iki zat: "Bunun aslı yoktur "demiştir.
3. İbnü'l-Cevzî, Mevzûat'ta (1/355-357)
4. İbn Teymiyye Minhacü'sSünnetin-Nebevîyye'de (4/185-195) bu iki imama tabi olmuşlardır. İbn Teymiyye'nin talebelerinden şu Hafız imamlar bu konuda onun görüşüne katılmışlardır:
5. Zehebî (bkz. İbn Arrak, Tenzîhü'ş-Şeriatıl Merfûa (1/379-380)
6. İbn Kayyım ehCevziyye el-Menaru'l-Münîf fıs Sahih ve'd' Daîf (s.57)
7. İbn Kesir (bkz. el-Bidaye ven-Nihaye: 1/323; Zürkanî, Şerhu'l-Mevahibi'l-Ledünniyye: 5/117)
8. Hafız Delecî. Bu hadisi kabul eden ve bunun sahih olduğunu ifade edenler arasında şu alimler bulunmaktadır: 1. İmam Ahmed b. Salih el-Mısrî, 2. İmam Tahavî; Müşkilü'l-Âsâr'da (2/8-11) 3. Ebu'l-Kasım el-Amirî, 4. Hakim en-Neysabûrî, 5. Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve kitabında, 6. Kadı İyaz, Şifa kitabında, 7. Hafız Heysemî, Mecmau'z-Zevaid'de (8/297), 8. Hafız Veliyyüddin b. Zeyneddin el-Irakî Tarhu't-Tesrîb'de (7/247) Bu hadisin tariklerini derlemiş ve sahih olduğuna hükmetmişlerdir. 9. Hafız İbn Hacer, Fethu'l-Barî'de (6/155) Bu hadisin tariklerini derlemiş ve sahih olduğuna hükmetmiştir. Hafız ibn Hacer; bu konuya Farzul Humus, (8) nolu "Ganimetler bana helâl kılındı hadisi" başlıklı babda yer alan şu hadisi açıklarken temas etmiştir: Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre; Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur: Peygamberlerden bir Peygamber -ismi Yûşa' b. Nûn'dur- ikindi namazı esnasında ya da ikindiye yakın -fethetmek istediği- kasabaya yaklaşmıştı. (O gün o kasabayı fethetmeliydi. Zira ertesi gün Cumartesi idi. Cumartesi günü savaşamazdı.) O Peygamber (a.s) Güneşe baktı: (Ey Güneş!..) Sen de ilahi emre tabisin. Ben de ilahî emre tabiyim, dedi. Allah'ım şu güneşi tut, diye niyazda bulundu. Güneş bir müddet durdu. Nihayet Allah onlara fetih ihsan etti. " (Buharı, Sahih: Farzul Humus 8 Hadis No: 3124; Müslim, Sahih (Şerhu'n-Nevevi: 11/51) Cihad 32 Hadis No: 1747) 10. Kastallânî el-Mevahibü'l-Ledünniyye'de (5/113-118) 11. Süyûtî el-Leâlil Masnûa'da. (1/336-341) bu konuda İbn Hacer'e tabi olmuştur. Süyûtî bu konuda Keşfül Lebs fi Hadisi Reddi'ş-Şems adını verdiği bir hadis cüz'ü telif etmiştir. 12. Aynı şekilde Hafız Muhammed b. Yusuf es-Salihî, 13. Sehavî el-Makasıdü'l-Hasene'de (s.226), 14. İbn Arrak Tenzihü'ş-Şeriati'l-Merfûa'da (1/378-382) 15. Aliyyü'l-Karî Şerhu'ş-Şifa'da (1/589-590), 16. Aclûnî Keşfü'l-Hafâ'da (1/516) Raddü'ş-Şems konusunda, 17. Üstadımız Kevserî Makalât'ta (s.470) Tahavînin Eserleri başlıklı makalesinde bu hadisin tariklerini derleyip hadisin sahih olduğuna hükmetmişlerdir. Hafız İbn Hacer diyor ki: "Kadı Iyaz şöyle demiştir: Hadiste geçen Allah'ın Nebisi Yûşa' b. Nûn (a.s) için güneşin hapsedilmesi konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bir görüşe göre biraz önceki duruma iade edilmiştir. Bir görüşe göre durdurulmuştur. Bir başka görüşe göre güneşin hareketi yavaşlatılmıştır. Üç görüş de ihtimal dahilindedir. İbn Battal ve başkalarına göre üçüncü görüş tercihe daha layık olan görüştür." İbn Hacer daha sonra şöyle demiştir: "Tahavî, el-Mu'cemu'l-Kebir sahibi Taberanî, Hakim ve Delâil sahibi Beyhakî, Esma bt Umeys (r.anha)' dan şu hadisi rivayet etmişlerdir: "Peygamberimiz (s.a.v), Hz. Ali'nin dizinde uyuyup da Hz. Ali ikindi namazını geçirince güneş iade edildi. Hz. Ali (r.a) namazını kıldıktan sonra battı."Bu hadis, son derece üstün bir mucizedir. İbnü'l-Cevzî, Hz. Ali için güneşin iade edilmesi hadisini uydurma hadisler arasında zikretmekle; aynı şekilde ibn Teymiyye de bu hadisin uydurma olduğunu iddia ederek Rafizîlere Red için yazdığı kitabında bunu zikretmekle hata etmişlerdir." Allâme Aliyyü'l-Karî Şerhu'ş-Şifa kitabında (1/590) şöyle demiştir: Hafız Deleci'nin İbnü'l Cevzî'ye uyarak; "Bu hadisin sahih olduğu kanaatine varılsa bile, bu durum Hz. Ali hakkında bir fazilet olmakla birlikte güneşin iade edilmesi, güneşin batması sebebiyle ikindi namazının vakti çıktığı için, bu namazın eda olarak yerine getirildiği manasını ifade etmez", şeklindeki görüşü, karinenin özel bir duruma ait olması sebebiyle reddedilmiştir. Ayrıca bu konuda şu şekilde yorum yapılabilir: "Esma'nın; Güneş battı, şeklindeki ifadesi güneş göz önünden kayboldu, ya da neredeyse tamamen batıyordu, veya bir kısmı batmıştı, demektir. Yahut güneşin iade edilmesi, onun hareket etmemesi, aynı durumda kalması, zamanın dürülmesi olayının aksine güneşin hareketinin yavaşlaması sebebiyle seyir zamanının uzaması anlamında olabilir." (3) 18. İbni Mende.
*
İmam Suyuti: Güneşin Batmasından Sonra Gerî Gelmesi Mucizesi
îbn-i Mende, İbn-i Şâhîn ve Taberânî (senedlerinden bazıları Sahih-i Müslim'in şartlarına uygun olarak), Esma bint-i Umeys'ten şu haberi naklederler: "Peygamber'e (s.a.v.) vahiy gelirken, kendileri Ali'nin dizleri üzerine başını koymuş bir şekilde uzanmakta idiler. Ali, henüz ikindi namazını kılmamış idi. Derken O, ikindi namazını kılamadan güneş battı. Bunun üzerine Peygamberimiz şu duada bulundular: "Ey Allah'ım, o senin ve senin Resulünün itaatinde idi, bu yüzden namazını kılamadı. Güneşi onun üzerine geri çevir de namazını vaktinde kılsın!" Esma der ki: Ben, bu olay sırasında güneşin battığını, sonra battığı yerden doğup geri geldiğini' gördüm." Yine Taberânî iyi bir senedle Câbir'den şunu anlatmaktadır: "Peygamber (s.a.v.) güneşe bir müddet gecikmesi için emretti, güneş te bunun üzerine gecikti. Ve gecikmiş olarak battı." Esma bint-i Umeys, İlk müslüman olanlardandır. Kocası Cafer bin Ebu Tâlib ile birlikte Habeşistan'a hicret etti, onunla birlikte Medine'ye avdet eyledi. Cafer, Mûte Savaşında şehit olduktan sonra Ebu Bekr'in evlenme teklifini kabul ederek onunla evlendi. Veda Haccı sırasında Zü'l-Huleyfe'de dünyaya getirdiği Muhammed adındaki oğlu, Ebu Bekir'den olmadır. Ebu Bekir öldükten sonra, Ali (r.a.) onu nikahladı. Allah, hepsinden razı olsun. Esmâ'nın rivayet ettiği Güneş'in battıktan sonra geri gelmesi mucizesine dair bu habere gelince: İmâm-ı Sehâvî der ki: "İmâm-ı Ahmed bin Hanbel, bu rivayetin aslının olmadığını bildirmiştir. İbnü'l-Cevzî de bunu kabul ederek el-Mevzûat adlı kitabına almış, uydurma haberlerden saymıştır. Ben derim ki: "Bu rivayette, şîîlik kokusu vardır." el-Cezükânî de demiştir ki: "Bu haber, muztaribtir ve münkerdir." Bilindiği gibi Peygamber'in (s.a.v.) ikindiden sonra uyuma âdeti de bulunmamakta idi. Hatta bunun men'ine dair haber vârid olduğu da bilinmektedir. Sonra şu noktayı da belirtmek lazımdır ki, Ali (r.a.), Hz. Peygamber dizinde uyumakta olduğu için ikindi namazını kılamamışsa; Güneş de bu sırada batmışsa, niçin Güneş'in geri gelmesine ihtiyaç ve lüzum duyulsun? Elbetteki dînen ve manen buna ihtiyaç da yok idi. Zira özrü sebebiyle namazını geciktiren (kazaya bırakan) kimseler, bu yüzden günahkar olmazlar. Dinin bu husustaki hükmünü, şu sahih hadîs açıklamaktadır: "Her kim uyuyakalmak, unutmak gibi bir sebeple, namazını geçirmiş olursa; hatırladığı veya uyandığı zaman namazını kaza etsin" Hendek Savaşı sırasında Peygamberimizin ve ashabının ikindi namazını vaktinde kılamadıkları da tarîhen ve ilmen bilinen bir husustur. Hz. Peygamber; Hendek Günü hem kendisinin hem de ashabının namazlarını vaktinde kılmaları İçin Güneş'in battıktan sonra geriye gelmesini istememişken, sırf Ali'nin namazı için istemiş olması nasıl kabul edilebilir? (Bu gibi ilmî ve ciddi noktaları düşündüğümüz zaman, Buharî ve Müslim'in Sahihlerinde ve diğer sahihlerde bu gibi haberlerin niçin bulunmadığını daha iyi anlamış oluyoruz. Zaten böyle bir şey olsaydı, onun tek râvîsi, Esma adındaki kadın sahabi olmazdı. (El-Esrarü'l-Merfûa, 433-Beyrut, 1391) (4)
*
Sonuç: Hadisi tashih edenlerin çokluğu ve her mezhepten çeşitliliğine bakılırsa İbni Teymiye ve onun çizgisine yakın, Zehebi, İbni Kesir, İbnül Cevzi ve Ebu Gudde'nin -ve diğer bazı hadis imamlarının ki bunların arasında en önemlisi İmam Ahmed'tir-, tarafının daha zayıf olduğunu söyleyebiliriz..İmam Suyuti'nin hadisin bazı tariklerinin Müslim'in şartına uygun olduğunu söylemesi tartışmaya son noktayı koyacak güçtedir..Bu hadis ya hasendir ya Sahih. Zayıf değil mevzu ise hiç değildir..
*
2...Zamanda yolculuk mümkün mü?
Ünlü fizikçilere göre teoride bu mümkün: a-Stephen Hawking: Zamanda yolculuk mümkün mü? Geçmişe bir kapı açabilir miyiz ya da geleceğe bir kestirme yol bulabilir miyiz? Tabiatın yasalarını nihayet bizzat zamanın efendisi olmak yönünde kullanabilir miyiz? Zamanda yolculuk vaktiyle bilimsel bir sapkınlık gibi görülüyordu. Kafayı yemiş derler korkusuyla bu konuda konuşmaktan kaçınırdım. Fakat artık o kadar temkinli değilim. Aslında Stonehenge’i inşa eden insanlara daha fazla benziyorum. Zamana taktım kafayı. Bir zaman makinem olsaydı, güzelliğinin zirvesinde Marylin Monroe’yu ziyaret ederdim ya da teleskobunu gökyüzüne çevirirken Galile’nun yanında bitiverirdim. Hatta belki, bütün kozmik hikâyemizin nasıl sona erdiğini bulmak için evrenin sonuna yolculuk yapardım. Bunun nasıl mümkün olabileceğini anlamak için zamana fizikçilerin yaptığı gibi bakmamız lazım - yani dört boyutlu olarak. Göründüğü kadar zor değil. Her dikkatli öğrenci bütün fiziksel nesnelerin, hatta tekerlekli sandalyedeki benim bile, üç boyutlu var olduğunu bilir. Her şeyin bir genişli, bir yüksekliği ve bir de uzunluğu vardır.
Fakat başka tür bir uzunluk da var, zaman içinde bir uzunluk. Bir insan 80 yıl yaşayabilir, fakat söz gelimi Stonehenge taşları binlerce yıldır ayakta. Ve güneş sistemi milyarlarca yıl sürecek. Her şeyin uzayda olduğu kadar zamanda da bir uzunluğu var. Zamanda yolculuk, bu dört boyutun içinden yolculuk etmek demek. Etrafımız solucan deliği dolu: Bunun ne anlama geldiğini anlamak için, her günkü gibi normal araba yolculuğu yaptığımızı tahayyül edelim. Düz bir çizgide ilerlediğinizde tek boyutta yolculuk yaparsınız. Sağa veya sola döndüğünüzde ikinci boyutu eklersiniz. Kıvrımlı bir dağ yolundan aşağı veya yukarı gittiğinizde uzunluk boyutu eklenir, yani her üç boyutta da yolculuk yapıyor olursunuz. Peki zamanda nasıl yolculuk yapabiliriz? Dördüncü boyutta ilerlemenin yolunu nasıl bulabiliriz?
Bir an için küçük bir bilim kurgu turuna çıkalım. Zamanda yolculuk filmleri genellikle devasa, enerji canavarı bir makine gösterir bize. Makine dördüncü boyut içinde bir yol, zamana doğru bir tünel yaratır. Zaman yolcusu, ki cesur ve muhtemelen çılgın bir şahıstır, bilinmeyene hazırdır, zaman tüneline girer ve bilinmeyen bir zamanda zuhur eder. Bu konsept zoraki, gerçeklik de bundan çok farklı olabilir, fakat söz konusu fikir kendi içinde o kadar da çılgınca değil. Fizikçiler de zaman içindeki tüneller hakkında kafa yoruyor, fakat biz meseleye farklı bir açıdan yaklaşırız. Geçmişe veya geleceğe açılan kapıların tabiat yasaları dahilinde mümkün olup olamayacağını merak ederiz. Geldiğimiz noktada bizce bu mümkün. Dahası, buna bir isim bile veriyoruz: Solucan deliği. Gerçek şu ki tüm çevremiz solucan delikleriyle doludur, sadece görülmeyecek kadar küçüktürler. Solucan delikleri çok ufaktır. Uzay ve zamanın kuytularında ve çatlarında oluşurlar. Zor bir mefhum gibi geliyor olabilir size, ama sabredin. Hiçbir şey düz veya yekpare değildir. Herhangi bir şeye yeterince yakından bakarsanız, onun içinde delikler ve pürüzler görürsünüz. Bu temel bir fizik prensibidir ve benim için bile geçerlidir. Bir bilardo topu gibi pürüzsüz bir şeyde bile küçük gedikler, çatlaklar ve boşluklar vardır. Şimdi bunun ilk üç boyut için de geçerli olduğunu rahatlıkla gösterebiliriz. Fakat bunun dördüncü boyut için de geçerli olduğu konusunda bana güvenin. Zaman içinde de küçük gedikler, çatlaklar ve boşluklar vardır. En küçük birimlerin, atomlardan ve moleküllerden bile küçük birimlerin altına indiğimizde, kuantum köpüğü denilen bir yere ulaşırız. İşte solucan delikleri buradadır. Uzay ve zaman boyunca sürekli küçük tüneller veya kestirmeler şekillenir, kaybolur ve bu kuantum dünyası dahilinde yenilenir. Ve bunlar aslında iki ayrı yeri ve iki ayrı zamanı birbirine bağlar. Ne yazık ki bu gerçek hayata ait zaman tünelleri, santimetrenin sadece milyar-trilyonda biridir. Bir insanın geçemeyeceği kadar küçüktür - fakat solucan deliği zaman makineleri kavramının vardığı yer de burası. Bazı bilimciler bir solucan deliğini yakalayıp trilyonlarca kere büyütmenin ve böylece bir insanın, hatta bir uzay gemisinin geçebileceği hale getirmenin mümkün olabileceğini düşünüyor. Yeterince güç ve ileri teknoloji bulunabilirse, belki dev bir solucan deliğini uzayda inşa etmek bile mümkün olabilir. Bunun yapılabileceğini söylemiyorum, fakat yapılabilse hakikaten çarpıcı bir aygıt olurdu. Bir ucu burada, Dünya’ya yakın, diğer ucuysa çok uzakta, ücra bir gezegenin yakınında olabilirdi. Geçmişteki partime gelir miydiniz? Teorik olarak, bir zaman makinesi veya solucan deliği, bizi diğer gezegenlere götürmekten daha da fazlasını yapabilir. Eğer her iki uç aynı yerde olsaydı ve mesafe yerine zaman üzerinden ayrılsaydı, bir gemi yine Dünya’nın yakınına uçup gelebilir, fakat bu kez vardığı yer uzak geçmiş olabilirdi. Belki de dinozorlar gemiyi iniş yaparken izlerdi. Dört boyut dahilinde düşünmenin kolay olmadığının farkındayım ve solucan delikleri zihninizde yer etmesi zor olan çetrefilli bir kavram, fakat biraz daha sabredin. Şu an, hatta gelecekte insanın zamanda yolculuk yapmasının mümkün olup olmayacağını ortaya koyabilecek basit bir deney düşünüyorum. Basit deneyleri ve şampanyayı severim.
Gelecekten geçmişe zaman yolculuğunun mümkün olup olmadığını görmek için en sevdiğim iki şeyi birleştiriyorum. Bir parti verdiğimi, müstakbel zaman yolcuları için bir hoş geldin resepsiyonu verdiğimi hayal edelim. Fakat işin içinde bir oyun var. Parti olup bitene dek kimsenin bunu bilmesine izin vermiyorum. Zaman ve uzay içinde tam koordinatları veren bir davetiye hazırlamışım. Bunun kopyalarının, o veya bu biçimde, binlerce yıl boyu kalacağını umuyorum. Belki günün birinde gelecekte yaşayan biri davetiye üzerindeki bilgileri bulacak ve partime gelmek için bir solucan deliği makinesi kullanacak, böylece zaman yolculuğunun günün birinde mümkün olacağını kanıtlayacak.(5) Sonuç: Stephen Hawking'e göre geleceğe ve geçmişe seyahat teoride mümkündür.. b- Einstein (6)
Einstein-Rosen Köprüsü (Solucan Deliği - Wormhole)
Her ne kadar, bilimsel düzeyde şimdilik bir varsayım olarak kabul ediliyor olsa da, birtakım bilimsel ön bilgiler öne sürülmemiş olsaydı, ''paralel evrenler'' felsefi bir kavram olmanın ötesinde hiçbir şey ifade etmeyecekti. Paralel evrenler konusuyla ilgili kapıyı açan kişinin, Albert Einstein olduğu biliniyor. Einstein'ın ünlü Genel Rölativite teorisi'nde, paralel evrenleri birbirine bağlayan ''köprülerden'' söz edilir. Genel rölativite teorisi, çekim, uzay ve zaman konularını kapsayan, oldukça kompleks bir teoridir. Rölativite teorisine göre, bir çekim alanı (örneğin, bir kara deliğin yakınları), eğimli bir uzay demektir. Üç boyutlu uzay, dördüncü bir buyuta uzanır. Einstein ve yakın çalışma arkadaşı, Nathan Rosen'in bu karadelik tünellerini matematiksel olarak kabul ettikleri ve inceledikleri de biliniyor. Einstein ve Rosen, bu çalışmalarının sonucunda şaşırtıcı bir şey keşfettiler: karadelik tünellerinin dibinin olmadığını. Burada, uçlarından birbirlerine bağlı iki eğimli huni söz konusudur. Birleştikleri nokta, tünelin ''boğaz'' kısmını oluşturur. Dolayısıyla tünelin bir ucundan giren bir nesne, merkezdeki ya da boğazdaki olağan üstü çekimin etkisiyle, tünelin öbür ucundan dışarı fırlatılır. ''Öyleyse öbür yanda ne vardır?'' sorusu, şu durumda kaçınılmazdır. Öbür yan, Paralel Evrenler teorisi'ne göre, yeni bir evrendir; ilkinden tamamen farklı fiziksel sabitlere sahip, farklı bir evren. İşte bu iki evreni birbirine bağlayan tünele, Einstein-Rosen Köprüsü adı verilir. Genel görelilik, evrendeki kara deliklerin birbirleriyle bir şekilde irtibat halinde olduklarını göstermektedir. Bu yapıda kara delikleri birbirlerine bağlayan koridorlar, alışılmış adıyla ''kurt delikleri'' (meyve kurdu) olarak belirtilmektedir. Kara delikleri birbirine bağlayan sözkonusu koridorlar, bir elmanın içindeki kurdun yolunu andırır biçimde düşünüldüğünden, sözkonusu koridorlara ''kurt deliği'' adı verilmiştir. Evrende pek çok kara deliğin var olduğu göz önünde bulundurulduğunda, uzayın birbiri içine geçmiş sayısız tünellerden oluştuğu sonucuna varılır. Zaman ve ışık-yılı uzaklıkları hiçe sayarak kozmosta ''zıplama''lara olanak veren bu kurt delikleri, ister istemez bilim-kurgu yazarlarına esin kaynağı olmuştur. Kozmosun tünellerle dolu bu yapısı, genel görelilik tarafından doğrulanmakla birlikte, astrofizik bağlamda, bu tünellerdeki yolculuklar şimdilik imkânsız gibi görünmektedir; çünkü şimdilik, bilinen hiçbir süreç, bu yolculukları yapabilecek nesnelerin oluşumunu tamamlayabilecek gibi görünmemektedir.(7)
c- Bediüzzaman: Zamanda yolculuk mümkün mü?
Zamanda yolculuk yapılabilir mi? İnsan zamanın şartlarından kurtulup geleceğe veya geçmişe gidebilir mi? Veya yeni aletler keşfederek dünya şartlarının dışına çıkıp yeni boyutlara seyahat edebilir mi? Çağımız bilim dünyasında en çok merak edilen sualler bunlar.Bilhassa teorik fizikçiler tarafından bu konuda çok ciddi araştırmalar yapılıyor. Elde edilen son veriler bu noktada olumlu görüşleri destekler mahiyette. Asrın başında bulunan relativite teorisi ile bu konuda zaten fikri bir alt yapı vardı. Takyonlar gibi ışıktan hızlı hareket eden atom altı parçacıkların keşfi ile zamanda yolculuk yapılabileceği hususundaki kanaat güçlenmiş bulunuyor. Şayet ışıktan daha büyük hızlar mevcut ise bu durum, ışık altı hız boyutlarının geçerleri olduğu bu dünya ve bu dünya içindeki zaman şartlarının ötesine geçilebileceğinin işaretidir. Zaten günümüz bilim adamları zamanda ileri veya geri gitmenin teorik olarak mümkün olduğu konusunda hem fikirdirler. Peki bu konuda Risale-i Nur’da neler var dersiniz? Üstad eserlerinde bu konuya temas etmiş midir? Nurlarda zaman yolculuğu hakkında bir işaret, bir bilgi veya bir misal var mıdır? Evet, Risale-i Nur’da bu ve benzeri suallerin cevaplarına ait işaretler var. Hem de zaman yolculuğu konusunda açık ve net bilgiler verilmiş. Üstelik bazı misaller yolu ile de fiili durumlara dikkat çekilmiş. Bu konuda nazarlara sunacağımız ilk ifade 15. Mektupta geçiyor:
“Meselâ, nasıl ki dün geceki Leyle-i Kadr’e ulaşmak için iki yol var:
Biri, bir sene gezip dolaşıp tâ o geceye gelmektir. Bu kurbiyeti kazanmak için bir sene mesafeyi tayyetmek lazım gelir. Şu ise, ehl-i sülûkün mesleğidir ki, ehl-i tarikatin çoğu bununla gider. İkincisi, zamanla mukayyet olan cism-i maddi gılâfından sıyrılıp tecerrütle ruhen yükselip, dün geceki Leyle-i Kadr’i öbür gün leyle-i îd ile beraber, bugünkü gibi hazır görmektir. Çünkü ruh zamanla mukayyet değil. Hissiyat-ı insaniye ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişlenir; başkalarına nispeten mazi ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmündedir. İşte bu temsile göre, dün geceki Leyle-i Kadr’e geçmek için, mertebe-i ruha çıkıp maziyi hazır derecesinde görmektir.” (Mektubat, s. 55) İfadede ruhun zamanla sınırlı olmayışı, aynı zamanda ruha bağlı olan insan hissiyatının da zaman ve mekân kayıtlarına ve şartlarına tabi olmaması bir hayli dikkat çekici tabirler. “Tecerrüdle ruhen yükselmek” tabiri de üzerinde düşünülmesi gereken bir tabir. Acaba ‘yükselme’ kelimesi ile başka boyutlara veya farklı sema katmanlarına seyahat etmek manası mı anlaşılıyor? Evet bu noktada ilmî ve fennî bilgiler ışığında güçlü bir tefekkür gerekiyor...
3. lem'a: Zamanın izafi olduğu, zaman sıçramalarının mümkün olduğu, zamanda ileri ve geri gidilebildiği hususunda belki de en net ifadeler aşağıda, 3. Lem’a adlı bölümde izah edilen ifadelerdir. Mezkûr bölümden kısa bir kısmını alıyoruz:“Bu hakikate işareten, Leyle-i Kadir gibi birtek gece, seksen küsur seneden ibaret olan bin ay hükmünde olduğunu, nass-ı Kur’ân gösteriyor. Hem bu hakikate işaret eden, ehl-i velayet ve hakikat beyninde bir düstur-u muhakkak olan ‘bast-ı zaman’ sırrıyla, çok seneler hükmünde olan birkaç dakikalık zaman-ı Mi’rac, bu hakikatin vücudunu ispat eder ve bilfiil vukuunu gösteriyor. Mi’racın birkaç saat müddeti, binler seneler hükmünde vüs’ati ve ihatası ve uzunluğu vardır. Çünkü, o, Mi’rac yolunda beka âlemine girdi. Beka âleminin birkaç dakikası, şu dünyanın binler senesini tazammun etmiştir.“Hem şu hakikate bina edilen beyne’l-evliya kesretle vuku bulmuş olan bast-ı zaman hadiseleridir. Bazı evliya bir dakikada bir günlük işi görmüş, bazıları bir saatte bir sene vazifesini yapmış, bazıları bir dakikada bir hatme-i Kur’âniyeyi okumuş olduklarını rivayet edip ihbar ediyorlar. Böyle ehl-i hak ve sıdk, bilerek kizbe elbette tenezzül etmezler. Hem o derece hadsiz ve kesretli bir tevatürle bast-ı zaman hakikatini aynen müşahede ettikleri medar-ı şüphe olamaz.“Şu bast-ı zaman, herkesçe musaddak bir nevi, rüyada görünüyor. Bazan bir dakikada insanın gördüğü rüyayı, geçirdiği ahvali, konuştuğu sözleri, gördüğü lezzetleri veya çektiği elemleri görmek için, yakaza âleminde bir gün, belki günler lazımdır. (Lema’lar, s. 23) Bütün bu ifadelerden anlıyoruz ki, zamanda yolculuk etmek mümkündür. Bazı özel insanlar bunu zaten yapıyorlar. Hızır (as), İsa (as), İlyas (as) gibi zatlar bir ölçüde zaman gezginleridir. Zaman içinde ilim ve fen yolu ile de zaman içinde seyahat etmek mümkün olabilecek gibi gözüküyor. Belki de yakın bir gelecekte insanlar kâinatta konulmuş olan bazı yolları keşfedecekler ve zaman denizi içinde bazı tarih sahillerine çıkabilecekler. (8) Sonuç: Görüldüğü gibi teorik olarak fizikçiler ve pratik olarak ta Tasavvufi çevreler zamanda yolculuğun mümkün olduğuna inanmaktadırlar..İster dindar olsun ister ateist isterse Evrimci, pek çok araştırmacı veya bilim adamı aynı kanıda birleşmişlerdir..Şahsen ben bu konuda en küçük bir tereddüt duymuyorum..Bu konunun belirleyici cümlesi şudur: "Nasıl ki saatin saniyelerini sayan dairesi, dakikayı ve saati ve günleri sayan daireleri zâhiren birbirine benzer, fakat sür'atte birbirine muhaliftir. Öyle de, insandaki cisim, nefis, kalb, ruh daireleri öyle mütefavittir. Meselâ, cismin bekası, hayatı, vücudu, bulunduğu bir gün, belki bir saat olduğu ve mazi ve müstakbeli mâdum ve meyyit bulunduğu halde, kalbin hazır günden çok gün evvel, çok gün sonraki zamana kadar daire-i vücudu ve hayatı geniştir. Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir daire-i azîme, daire-i hayatına ve vücuduna dahildir."
3...Şüpheler ve Cevaplar
1. Şüphe: Tekhafızoğlu'nun Aliyyu’l-Karî'yi "Aliyyu’l-Karî’nin bu açıklaması, hadisin sıhhatine kail olduğu yönünde bir kanaat vermektedir; ama o, kitabının sonunda uydurma hadisler hakkındaki kaidelerden bahsederken de şöyle demiştir:" parağrafında hadisi reddedenler sınıfına dahil etmesi..
Cevap1: Bu şüphesiz eksik değerlendirmedir..Yukarıda bir bir sıraladığımız gibi, konunun tüm uzmanları Aliyyu’l-Karî'yi özellikle'de Şerhu'ş-Şifa'daki (1/589-590) ifadelerinden hareketle rivayeti kabul edenler arasına dahil etmiştir..Yine ülkemiz akademisyenlerinden biri olan Prof. Dr. Musa Bağcı'da aynı şekilde onu kabul edenler arasında sayar:"Aliyyu’l-Kârî (1014/1598) alimlerin bu hadisin mevzû olduğunu, Güneş’in hiçbir kimse için geri döndürülmediğini, ancak Yûşa’ b. Nûn (a.s) için hapsedildiğini söylediklerini nakletmektedir. O, Muhib et-Taberî’niner-Riyâdu’n-nadire fî menâkıbi’l-aşera eserinde de bu görüşlere yer verdiğini ifade etmektedir.[32] Ancak Aliyyu’l-Kârî, Yuşa b. Nun için Güneşin hapsedildiğini kabul etmekle beraber, aşağıda da görüleceği gibi reddu şems hadisinin sıhhatine de inanmaktadır. " (9) Bu duruma göre Tekhafızoğlu'nun verdiği bilgi doğru değildir ve okuyucuyu yanıltıcı mahiyettedir..
2. Şüphe : Güneş fiziksel olarak battığı yerden tekrar geri mi döndürülmüştür ?
Cevap 2: Şemsin geri döndürülmesini mecaz olarak anlıyorum..Bu konuda Dümeyni'nin ifadelerine katılıyorum: "Aslında güneşin battıktan sonra dönmesi, bu hadisin zayıf olduğunu ileri sürenlere göre haddi zatında muhal olan bir şey değil, aksine Allah'a nispetle mümkün olan bir husustur. Zira bu evren Allah'ındır ve burada ancak onun istediği olur. Evrendeki kanunları o koymuştur ve o değiştirebilir. Yarattığı hiçbir şey ona karşı gelemez. Ancak, bir kişinin namazı için evrendeki bir kanunu değiştirmek, kabul edilecek bir şey değildir." Ayrıca güneşin battığı yerden döndürülmesini muhal sayan şu görüşü de haklı buluyorum: "Peki, gündüz olduğu iddia edilen güneşin geri gönderilme hadisesine ne oluyor ki, meşhur olmuyor, böyle bir olay nakledilmiyor, "güneş battıktan sonra geri döndürüldü" diye bir şey asla bilinmiyor. Gerçi, birçok felsefeci, tabiatçı ve birkaç kelam âlimi ayın yarılma hadisesini inkâr ediyorlarsa da, onlara cevap verilecek yer burası değildir. Ancak, maksat şudur: Bu çok muazzam bir astronomi mucizesidir. İnsanların çoğu böyle bir şeyin olabileceğini inkâr ederler. Eğer güneş geri getirilseydi, onun görünmesi ve anlatılması kendisinden daha küçük şeylerin anlatılmasından daha muazzam olurdu. "
3. Şüphe: "Bunu neden Esma binti Umeys’ten başka bilen de yoktur"
Cevap 3: (a) Hz. Ali başından geçen bu garip vakayı, anlaşılması güç tecrübeyi bir sır mahiyetinde ve hatta sembolize ederek sadece eşi Esma binti Ümeys'e anlatmış olabilir..
(b) Bu fiziksel bir güneş hareketinden ziyade mecazi bir Reddi Şems olduğundan kaynaklanmaktadır.(Güneşin Mecazi hareketine örnek: “Güneş battığı bir sırada mescide girdim. Rasülullah (sav) oturuyordu. Bana: 'Ey Ebu Zer, şu güneş nereye gidiyor, biliyor musun?' Dedi. Ben, ‘Allah ve Rasülü bilir’ dedim. Şöyle buyurdu: ‘Secde yapmak için müsaade almaya gidiyor ve kendisine müsaade ediliyor. Sanki bir gün ona ‘Buradan Doğ!’ denilecek, o da battığı yerden doğacaktır." Rasülullah (sav) daha sonra ‘Güneş, kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider.’(Yasin, 36:38) ayetini okudu.”(Tirmizi, Fiten, 22.))
Bu durumda başka bir izah aramak gerekecektir..Hadiste güneşin geri döndürülmesi olarak verilen olayın aslı :
a-Her şeyden önce ve en kuvvetli ihtimal olarak: nasıl olduğuna vakıf olamadığımız veya idrak seviyemizi aşan bir vasıfta vakti çıkmış bu namazın edaen kılınması.
b- Vakti çıkmak üzere olan ikindi namazının vaktinde kılınmasına olanak sağlayacak şekilde Güneşin hareketinin yavaşlatılması (bunu pek olası bulmuyorum)
c-Zamanda yolculuk ile geriye seyehat (tercih ettiğim ihtimal bu ve bundan sonrakiler)
d-Tayyı mekan ile güneşin henüz batmadığı bir zemine gidip namazı edaen kılıp geri gelmek (10)
e-Zaman kavramının olmadığı bir mekanda yani göklerde namazı kılmak: İmam-ı Rabbani, 7. mektub:...Bir defasında, ruhumu manevi yükselişle arşın üstündeki makamda buldum. Bu makam Hâce Bahâeddin Naksibend hazretlerine (k.s) aitti, Bunun arkasından dört unsurdan oluşan bedenimi de bir müddet sonra orada buldum. İşte o vakit, bu âlemin tamamıyla unsurlardan ve feleklerden oluşarak aşağı doğru indiğini ismi ve resmi adına hiçbir şeyinin kalmadığını hayal ettim. Bu makamın sadece büyük velilere mahsus olması ve bütün alemi mahal ve makam itibariyle kendime ortak bulmam beni hayrete düşürdü...Daha sonra bu makamda önüne merdiven konulmuş yüksek bir köşk belirdi. Köşke çıktım. Bu makam da yavaş yavaş inerek alem gibi kayboldu gitti. Böylece kendimi gittikçe yükselmekte buldum. Bu arada abdest için iki rekât şükür namazı kılmak nasip oldu. Ardından çok yüce bir makam belirdi. Orada dört büyük Nakşibendi şeyhini gördüm. Burada "Taifenin Efendisi" gibi diğer şeyhler de vardı. Bazı şeyhler de köşkün sütunlarına sarılmış vaziyette bu makamın üstünde oturuyorlardı. Bazıları da bu makamın altında, derecelerine göre farklı yerlerdeydiler. O sırada kendimi bu makamın gerçekten çok uzağında buldum. Hatta içimde bu makama karşı bir ilgi dahi yoktu.Yaşadığım bu durumdan dolayı çok ıstırap duydum; üzüntü ve kederimin şiddetinden neredeyse çıldıracak ve ruhum bedenimden çıkacak haldeydim. Bu hal üzere bir müddet geçtikten sonra nihayet yüksek teveccühleriniz [hocası Muhammed Bakibillah'ın] sayesinde kendimin de bu makama uygun halde bulunduğunu gördüm. İlk önce başım bu makamla aynı hizadaydı, yavaş yavaş yükselip bu makamın üstüne oturdum. Sonra teveccühün ardından, bu makamın tam tekmil (kemale erdirme) makamı olduğu, buraya ancak seyrü sülük tamamlandıktan sonra ulaşılabileceği ve seyrü sülûkünü tamamlamamış hiçbir cezbe sahibinin bu makamdan bir nasibi olmadığı içime doğdu. O sırada bu makama ulaşmamın, yanınızda bulunduğum dönemde görmüş olduğum şu zuhuratın bir sonucu olduğu hissine kapıldım. Bu zuhuratta; Hz. Ali Efendimiz (k.v.) bana gelip, "Sana göklerin ilmini öğreteceğim..." demişti. Bunun üzerine iyice düşündüğümde, bu makamın râşid halifeler arasından sadece Hz. Ali Efendimiz'e (k.v.) ait olduğunu anladım. Allah Sübhânehû ve Teâlâ gerçeği en iyi bilendir.
Sonuç: İmam Rabbani, unsurlardan oluşan maddi vücuduyla yaptığı miracını ve göklerde kıldığı namazını anlatmaktadır..İmam-ı Rabbani'ye göklerin yolunu öğreten İmam-ı Ali (r.a.), ondan çok daha evvel göklerde, 4 unsurdan yani etten ve kemikten oluşan maddi bedenini de semavat zeminini seccade yaparak Allah'ın huzurunda secdeye vardırmış olabilir..
4. Şüphe: "Üstelik, güneşin batmış olmasıyla ikindi için konulan vakit geçmiş olup, ondan önce namazını kılan kişi şer'î vakit içerisinde kılmış olur, güneşin dönüp gelmesi durumu değiştirmez. Allah’ın: "Güneş doğmadan ve batmadan önce Rabbini hamd ile tesbih et!" (Tāhâ, 20/130) ayeti bilinen gurubu kapsamına alır. Kul, işte bu guruptan önce namaz kılmaya mecburdur, tekrar doğup batması durumu değiştirmez."
Cevap 4 : Bunu farzın yerine getirilmesi değil de Hz. Ali'nin Resulullah'a hizmetine karşılık Allah'ın bir lütfu olarak düşünmemeye gerekçe nedir? Öte yandan, vakit çıktığı için bir vesileyle bu namazı edaen kılabılse bile kabul edilmez demek küstahlıktır..Allah Resulü ve Allah'ın olduğu yerde başka bir hüküm koyucu ve fakihin sözü geçer mi?Allah o vaktin ikindi namazı için öyle emretmiş ve öyle kabul etmişse bunun devamında böyle bir namaz olurdu da olmazdı da diye yorumlara girişmek haddi aşmak olur..
5. Şüphe: Ulema, bu hadisin mevzu olduğunu söylemiştir.
Cevap 5: Tam tersine ulema bu hadisi tashih etmiştir. Tashih edenlerden sadece 20 tanesine bakmak bile hadisin sıhhati üzerindeki mutabakatın sağlamlığı noktasında kanaat vermeye yeterlidir..
6. Şüphe: Allah yalancılara lanet etsin! Yine onların: "İnsanların gözü önünde, ikindiden sonra güneş, Ali için geri gönderildi." diye rivayet ettikleri de bu kabil uydurmalardandır.
Cevap 6: Hadisin bir kısmı mecazi bir uslüp taşıyor diye veya hadiste müşkil var diye hemen inkara girişmemek lazımdır..Hadisin tevili olup olmadığına ve zahiri manasının veya müşkil kısmının gerisinde izaha kavuşturulabilecek yönünün var olup olmadığına bakılmalıdır..Her müşkil hadis reddedilecekse, Tevilu Muhteliful hadis, Tevilu müşkilul Hadis, Müşkilül hadis , ihtilafül hadis eserlerine gerek kalmaz tevil veya izah gerektiren müşkil hadisler direkt olarak mevzu hadis olarak damgalanırdı..
7. Şüphe: Müslümanlar Hz. Ali’nin faziletleri ve Efendimizin mucizelerinden, buradakinden daha küçük şeyleri bile rivayet etmişlerdir. Bunu ise hadis otoritelerinden nakleden kimse yoktur.
Cevap 7: Tahavi, Beyhaki, İmam Ahmed b. Salih, Hakim, Taberani...ve daha niceleri hadis otoritesi değil de nedir? Redcilerin bu yanlış genellemeleri ne kadar yanlış bir yolun üzerinde yürüdüklerinin de kanıtıdır..
8. Şüphe: Bu hadisin meşhur bir senedi yoktur veya hadis senedi açısından mevzudur.
Cevap 8: Elbani'nin dediği gibi buna İbni Teymiye bile cesaret edememiştir..Onun tespitleriyle İbni Teymiye buna isnat açısından zayıf der..Öte yandan İmam Suyuti gibi bir otoritenin hadisin bazı senedlerini tashih etmesi ve Müslim'in şartına uygun olduğunu söylemesi hadisin senedinde pek fazla bir kusurun olmadığının en açık delilidir..Hadisi eleştirenler daha çok metin tenkiti açısından eleştirmişlerdir..Hadisi makul bulmama sebeplerine karşılık her bir şüpheye verilebilecek makul izahın varlığı hadisin hem sened hem de metin açısından testi geçeceğini göstermektedir..Hadisi tashih eden muazzam ulemalar da hadisin en az hasen derecesinde olduğunun göstergesidir..
Yukarıda geçen diğer şüphelere de makul izahlar verilebilir..Şimdilik bu kadarı doğruya ufak bir işaret olarak kafidir.
*
(1) Salih Özer , Sünnet ve Hadisi yeniden düşünmek; İbni Teymiyye Örneği
(2) Misfir B. Gurmullah Ed-Dümeyni, Hadiste Metin Tenkidi Metotları
(3) Aliyyu'l-Kari, Uydurma olduğunda ittifak edilen hadisler
(4) Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri
(5) http://www.radikal.com.tr/
(6) http://www.2023.gen.tr/mart2002/t104.html
Elbani'ye göre İbn Teymiyye hem mevzu hadis kullanmış hem de Hz. Ali'nin faziletleri konusunda iskontoya gitmiştir
İbn Teymiye’nin Hz. Ali’nin Kıymetini Düşürüp Faziletlerini Basitleştirmesi -1
"Nur Risaleleri’ne Eleştirel Bir Yaklaşım" adlı karalamadan alıntı: 4.6.4. İbn Teymiye’nin Ve İbn Kayyım’ın, Hz. Ali’nin Kıymetini Düşürüp Faziletlerini Basitleştirdikleri İddiası İddia: Said Nursi, İbn Teymiye’nin ve İbn Kayyım’ın İbn Arabî’yi tenkitlerine getirdiği yorumundaki amacının aynısını güderek, onların Hz. Ali’nin kıymetini düşürüp, faziletlerini basitleştirdiklerini de iddia etmiştir. Onlar, bunu güya Ehl-i Sünneti Şiaya karşı müdafaa ve Hz. Ebu Bekir’in Hz. Ali’den efdaliyetini ispat için yapıyorlarmış!... Oysa: İbn Teymiye Havaric, Mutezile, Kaderiye, Cehmiye, Şia ve Bâtıniye hakkında doğru bilgilere sahiptir...
İbn Teymiye’nin Haricîler hakkındaki görüşleri özetle böyle. Şimdi de onun, Hz. Ali’nin kıymetini düşürüp, faziletlerini nasıl adileştirdiğini (?) görelim: Soru:
İki kişi anlaşmazlığa düştüler. Biri Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in Hz. Ali’den daha âlim ve fakih olduğunu söylerken, diğeri Hz. Ali’nin ikisinden daha âlim ve fakih olduğunu söylemiştir. Bunlardan hangisi doğrudur? "En büyük kadınız (doğru hüküm veren) Ali’dir" (Buhārî, Tefsîr Sûre 2, 7; İbn Mâce, Mukaddime, 11; Ahmed İbn Hanbel, V/112) ve "Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır" hadisleri sahih midir? Sahih iseler, Ali’nin Ebu Bekir ve Ömer’den daha âlim ve fakih olduğuna işaret ediyor mu? Birisi "Hz. Ali’nin Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’den daha âlim ve fakih olduğunda Müslümanların icması vardır" iddiasında bulunursa, doğru mu söylemiş, yoksa hata mı etmiş olur?
Cevap: Allah’a hamdolsun. Sözü dinlenir İslâm âlimlerinden hiçbiri Hz. Ali’nin Ebu Bekir ve Ömer’den daha âlim ve fakih olduğunu söylememiştir...
*
İddiaya Cevap: Yazar, yukarıdaki başlık altında İbni Teymiye'den çok uzun alıntılar yapmıştır..Bundan evvelki başlıklarda genelde yazarın anlatmak istediklerinin insicamını bozmama adına başlığın tamamını almaya çalışsam da verilen alıntıların uzunluğu nedeniyle bu konuyu parça parça işlemek durumunda kaldım..Öncelikle belirteyim ki ; İbni Teymiye'nin Ashab hakkında ve özellikle de Hz. Ali (r.a.) ve evladı hakkında yaptığı bazı yorumlar vardır ki bunları kabul edilebilir olarak görmüyorum. İbni Teymiye'nin Hz. Ali’nin kıymetini düşürüp faziletlerini basitleştirmeye çalışması ise tartışmasız-somut bir olgudur..Bu noktada Tekhafızoğlu'na gereken bilgileri verip ikmal-i nüsah yapmasınayardımcı olma noktasında kendimde -Allah'ın izniyle- yeterlilik hissediyorum. Umulur ki
dersini iyi takip eder. Bu konuyu en az 4-5 başlık halinde genişçe incelemeye çalışacağım..Gayret bizden tevfik Allah'tan..
*
Elbani'ye göre, İbn Teymiyye ve İbn Kayyım Zayıf Ve Uydurma Hadislerle Amel Etmişler
Selefi görüşü üzere olduğunu iddia edenler zayıf hadislerle amel etmediklerini ve hadis ehli olduklarını söylüyorlardı. Selefi görüşü üzere olduğunu iddia edenlerin asrın muhaddisi dedikleri Elbani, el-Kelimu’t-Tayyib, Tahkik, 49-57 adlı eserinde görüşlerinin inin en büyük kaynaklarından biri olan İbn-i Teymiyye’nin kitabında zikredip itiraz etmediği onlarca zayıf hadis olduğunu, dahası birkaç tane mevzu hadis bulunduğunu söylüyor. Ayrıca Elbani İbn-i Teymiyye’nin sahih bir hadise zayıf bir kısmına uydurma dediğini halbuki hadisin sahih olduğunu söylüyor. Elbani, kendisinin "Silsiletu'l-Ehadîsi's-Sahiha" adli kitabinin 4. cildinin 344. sayfasında diyor ki: "Ben Şeyhülislam İbni Teymiyye'nin hadisin (Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır) birinci kısmını zayıf ikinci kısmını ise yalan ve uydurma olarak adlandırdığını görünce bu konu üzerine uzun bir yazı yazmak zorunda kaldım. Benim fikrimce böyle abartısının (İbni Teymiyye'nin) arkasındaki sebep Onun (ibni Teymiyye'nin) bazı hadisleri uygun şekilde görmeden önce onların asılsızlığı yönünde aceleci karar vermiş olmasıdır" ("Silsiletu'l-Ehadîsi's-Sahiha 4. cildinin 344. sayfası) Elbani'nin "Silsiletu'l-Ehadîsi's-Sahiha" adli kitabinin 4 cildinin 331-344 sayfasında.: "Ben kimin Mevlasıysam Ali de onun Mevlasıdır. Allahım ona dost olana dost ol.Ona düşman olana düşman ol... Bunu Ahmed ibni Hanbel (4/370), İbni Hibban "Sahihinde (2205)" ibn Ebu Asim (1367,1368), Teberani (4968) ...zikretti (Elbani) hadisin senedi hakkında dedi ki:"Hadisin isnadı Buhari kriterine göre sahihtir". Heytemi kendi mecmuasında (9/104) Ahmed (bin Hanbel) tarafından bütün raviler sahih, Fatir bin Halife ise Sikadır güvenilirdir)... Aynı zamanda ben kimin Mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır Tirmizi tarafından nakledilmiş (2/298) ve Hadis Hasen Sahihtir demiştir. Elbani sonraki sayfada "Hadisin isnadı Sahiheyn kriterlerine göre sahihtir" ("Silsiletu'l-Ehadîsi's-Sahiha 4. cildinin 344. 331-344 sayfaları)
*
Elbani: İbn-i Teymiyye ve İbnü’l Kayyım’ın kitaplarında, zayıf ve uydurma hadisleri delil getirmiştir.
Burada da görüleceği gibi Elbani, İbn Teymiyye'nin zayıf hadislerle uydurma hadislerle amel ettiğini itiraz etmediğini söylemişti şimdi ibn Teymiyye'nin sahih bir hadise zayıf ve uydurma olduğunu söylüyor. Ayrıca bn-i Teymiyye’nin talebesi İbnü’l Kayyim el-Cevziyye’nin Kitabu'r-Ruh adlı eserini tercüme eden selefi görüşü üzere olduğunu iddia eden hoca dip notlarda Elbani'nin görüşünü ve kitabını referans göstererek İbnü’l Kayyim el-Cevziyye’nın Kitâbu’r-Ruh adlı eserinde ölülerin işittiğini, ölülere kuran okunabileceğini, ruhların yardım edebileceğini, ruhların rüyalarda insanlara yardım ettiği gibi birçok mesele için delil getirdiği hadislerin bir çoğunun Elbani'ye göre zayıf bazılarının da uydurma olduğunu söylüyor. Elbani'nin dediği doğruysa İbn-i Teymiyye ve İbnü’l Kayyim’ın kitaplarında, itiraz etmeyip zayıf ve uydurma hadisleri delil getirerek amel etikleri ortaya çıkıyor. (1)
*
(1) Ali Hoşafçı , Selefilik Adı altındaki Görüşlere Selefice Cevaplar , 409-410
Şeyhu'l-İslâm rahımehullâh, bu gezginin dediği gibi gerçekten, "İşte Allah, dünya semâsına şu benim inişim gibi iner" demiş midir?
Eğer böyle bir şey dediyse, bu söz veya bu söze uygun cümleler neden kendi kitaplarında yoktur? Aksine bu sözün hılâfına sayısız açıklamalar bulunmaktadır! Bir an dediğini varsaysak bile; peki neden o dönemde çağdaşı olan Rabbânî İslâm âlimleri ve müctehidleri bu sözü, Şeyhu'l-İslâm'dan nakletmediler ya da nakzetmediler?
Yüce Allah'ı mahlûkâta benzetme (teşbîh)'den, misallendirme/örnekleme/benzetme (temsîl)'den, cisimlendirme (tecsîm)'den ve sıfatlarını keyfiyetlendirme (tekyîf)'den sakınma ve sakındırma konusunda hayatı boyunca çok hassas olmuş bir âlimin; tüm yaşam mücâdelesi, i'tikâdı, yetiştirdiği çok sayıdaki âlim ve müctehid talebeleri ve geride bıraktığı sayısız eserleri bu iftirânın yalan olduğuna şahitlik ederken, işi gücü yalan söylemek, iftirâ etmek ve insanları garip, tuhaf söz ve olaylarla etkileyip dikkat çekmek olan bir seyyâhın lafına hiç itibar edilebilir mi? Hem de bu yalana o dönemdeki âlimlerin karşı çıkmasına rağmen... Bu kadar kolay mıdır, bir kimseye iftirâ etmek? Sırf bozuk akîdelerini ıslah etmek için çabaladığı için, bir kimseye hakkın dışında yakıştırmalar uydurarak, onu itibarsızlaştırmaya çalışmak ne kadar büyük âcizliktir! Tarih bu zavallıları kaydetmiştir ve kendi avanelerinden başkasının gözünde de hiçbir itibarları kalmamıştır! Allah, dünyada iken bile suçlarına uygun cezayı kendilerine vermiştir! Yarın, Huzûr-u Rabbi'l Âlemîn'de hallerinin ne olacağını ise, Allah çok iyi bilmektedir!
İbn-i Teymiyye'nin eserlerini okumaktan, anlamaktan âciz olanlar, sırf kendi akîdelerine aykırı sözler söylediği için bu mübarek âlime muhalefet etmişlerdir. Keşke aleyhlerinde söylendiğini anladıkları kadar, ne söylendiğine de bakıp i'tikâdlarını düzeltselerdi! Böylesi, kendileri için daha hayırlı olurdu...
Uydurulmuş o hikâyeye gelelim...
Şeyhu’l-İslâm İbn Teymiyye’ye, çağdaşı mutasavvıf, kelamcı ve bid’atçi hasımlarından çokça iftirâlarda bulunulduğu gibi, çağından sonra günümüze kadar da bu durum devam edecek gibi görünmektedir. Ancak bu iftirâlar arasında en şaşırtıcı olup hasım bid’atçilerin dayanak kabul ettikleri iftirâ ise gezgin İbn Batuta’nın, "Rihletu İbn-i Batuta (İbn-i Batuta Seyâhatnâmesi)" diye tanınıp meşhur olmuş "Tuhfetu’l-Enzâr..." adını taşıyan eserinde -Allah’tan layıkı ile muamele görmesini dileriz- söylediği şu sözlerdir:
"726 yılı muazzam Ramazan ayı 9’una tesadüf eden perşembe günü Şam’ın Dımeşk şehrine vardım... Dımeşk’de Hanbeli fukahasının büyüklerinden Şam’ın büyüğü ve çeşitli ilim dalları hakkında söz söyleyen Takıyyu’d-Dîn İbn-i Teymiyye vardı. Ancak aklı pek yerinde değildi. Dımeşk’liler onu çokça ta’zim eder, o da minbere çıkıp, onlara vaazlar verirdi..." diye sözlerini sürdürür ve daha sonra şunları söyler:
"Mescidin minberinde insanlara vaaz ederken cuma gününde huzurunda bulundum. Onlara öğüt veriyordu, söylediği sözler arasında şu da vardı:
Allah dünya semâsına benim şu inişim gibi iner, dedi ve minberin basamaklarından bir basamak indi. İbnu’z-Zehrâ diye bilinen Mâlikî mezhebine mensup bir fakih ona karşı çıktı ve onun söylediği bu sözü reddetti. Fakat herkes bu fakihe karşı çıktı, elleriyle, ayakkabılarıyla ona alabildiğine vurdular ve nihayet sarığı da düştü..."
İbn-i Batuta daha başka yalan ve iftirâlarını da bunların akabinde sıralamaya devam etmektedir. (Bkz. Er-Rıhle, I, 102, 109, 110, Tahkîk: Dr. Ali el-Muntasır el-Kettânî, Muessesetu'r-Risâle Baskısı.)
İbn Batuta’nın iftirâ sözleri bu. Bundan dolayı Şeyh Ahmed b. Îbrâhîm b. Îsâ "el-Kasidetu’n-Nûniyye" (Şerhu'l-Kasideti'n-Nûniyye, 1, 497)'ye yazdığı şerhinde şu sözleri söylemektedir: "Böyle bir yalandan Allah’a sığınırız. Bu yalanı söyleyen Allah’tan korkmaz mı? Bu iftirâda bulunan utanmaz mı?
İbn-i Batuta, Şeyhu'l-İslâm İbn-i Teymiyye'ye iftirâ ederek, onun, Dimeşk'de bir mescidin minberinin basamağından bir basamak inerek "Allah dünya semâsına işte benim indiğim gibi iner" dediğini söylediğini/gördüğünü iddia (iftirâ) etmiştir. Mâlikî fakihlerinden İbn-i Zehrâ bu adamın sözlerine karşı çıkmıştır. (Bkz. Rıhle, 1/102, 109, 110)
İbn Batuta, Dımeşk'e 726 yılı 9 Ramazan'da geldiğini söylemektedir. İbn Teymiyye o sırada el-Kal'a'da hapiste idi. Bu durumu talebesi Hâfız Muhammed b. Ahmed b. Abdu'l-Hâdî Tabakâtu'l Hanâbile'de zikretmiştir.
Ebu'l Ferac: "Şeyhu'l-İslâm, 726 yılı Şaban ayının 6. gününden Zilkade ayının 28. gününe kadar el-Kal'a'da hapiste kaldı." (İbn-i Receb, ez-Zeyl alâ Tabakâti'l Hanâbile, 2/405)
Yalan söylemeyi ve iftirâ etmeyi meslek edinmiş bu türden adamlara, Peygamber Efendimizin Hadisiyle cevap veriyoruz. "Eğer utanmazsan dilediğini yap!" (Buhârî, Edeb, Bâbu İzâ lem testehı fef'al mâ şi'te, 78)
İbn Batuta’nın çokça yalan söylediğinin delillerinden birisi de onun seyâhatnâmesinde naklettiği çok acaip hikâyeleridir. O kadar ki, İbn Haldûn bu seyâhatnâmeden bir miktar nakillerde bulunduktan sonra şunları söylemektedir:
"... Onun anlattığı şeylerin çoğunluğu Hint ülkesinin hükümdarı ile ilgili olup onu dinleyenlerin çokça garip karşılayacağı halleri ile ilgili anlattıklarıdır... Nihayet o bu kabilden hikâyeler anlattı, bu sefer insanlar kendi aralarında onun yalancı olduğunu söylemeye koyuldular. O günlerde Sultan Faris b. Vardar’ın veziri ile karşılaştım. Bu hususta onunla konuştum ve ben bu adamın insanlar tarafından yaygın bir şekilde yalanlanmış olması dolayısıyla vermiş olduğu haberleri kabul etmediğini gördüm." (İbn Haldûn, Mukaddime, II, 565, Tahkîk: Ali Abdu'l-Vâhid Vâfi)
Şimdi bu iftirâdan medet umanlara soruyoruz. Moğol İstilası esnasında Moğol hükümdarı Kazan Han'ın karşısına büyük bir cesaret, vakar ve soğukkanlılıkla çıkıp, yanında herkesin korkudan titrediği o zâlime karşı en belîğ ifadelerle Müslümanların haklarını savunan ve yaptıkları zulümlerden dolayı kendisine nasihat eden bir kimseye, iftirâda böylesine aşırı gitmek ne büyük cüretkarlıktır! Bu cüretkarlık, insaf ve adalete mi dayanıyor yoksa cehalete mi? Şeyhu'l-İslâm'a karşı yalan söylerken bu kadar kahraman(!) kesilenler, Moğol istilası esnasında, o, cephede zâlimlere karşı kılıç sallarken, hangi köşelerde zikir çekmekle meşguldüler acaba? O müfteriler ve bu insafsız iftirâya çanak tutanlar; Moğol mezâlimi karşısında cesaretlerini mi kaybetmişlerdi? Ümmetin Şeyh’ine iftirâ ederken dilleri şakıyanların, Moğol hükümdarı ve komutanları karşısında nutukları mı tutulmuştu? O zamanlarda, ümmet zulümler altında inim inim inlerlerken, feryatları gök kubbeyi inletirken, sizlerin o merhamet ve şefkat âbidesi(!) ğavs'larınız, kutb'larınız size ve tüm mazlumlara neden yardıma gelemediler? Arkanızda evliyâ (!) ordusuyla Cengiz Han'ı sürklase etseydiniz ya! Yoksa siz mi onları yardıma çağırmadınız! Sizde durum böyle, ya Şeyhu’l-İslâm’da durum nedir? O da, sizin gibi, hasmından intikam alma ve onları itibarsızlaştırma sevdalarına mı düştü? Onu ve onun akîdesini sizden ayıran ayırıcı çizgilerden bir tanesi de işte budur! Hakkı savunan ve davası hak olan kimse, muhaliflere taşkınlık yapmaz, hakkın dışına çıkarak, tabir-i caizse belden aşağı vurmaz. Bu nedenle de o mübarek Şeyh -İbn-i Teymiyye- daha sonra kendisine muhalefet eden herkesten intikam alacak bir imkana ve iktidar gücüne sahip olduğu halde, onlardan asla intikam almamıştır. İşte hak yolunun yolcusunun muhteşem davranışı budur! Allah ona rahmetiyle karşılık versin.
Meyve veren ağacı taşlayan câhillerin yaptığı gibi yapmayın. Üzüm yemek istiyorsanız, bağa, bağcıya ve asmalara zarar vermeden üzüm yeyin ama nankörlük etmeyin! İbn-i Teymiyye’ye, sevgide aşırı gidenler olabilir. Bu durumu Şeyhu’l-İslâm’a saldırı malzemesi yapmayın! Bu durumu o istemedi. Siz de, ona buğz’da aşırı gidenler değil misiniz? Bu durumu da o istememişti hatta böyle yapanlardan razı olmamıştı. Bu nedenle bir kimseye karşı sevgi besleyenler de, sevmeyenler de, hatta sevgi ya da buğz’da aşırı gidenler de olabilir. Ama şu bir gerçektir ki, İbn-i Teymiyye’ye sevgi beslemeyen aklıselim, adil, insaflı bir muvahhid kimse göstermek neredeyse imkânsızdır. İtibar edilmeyecek zan, kuruntu ve nefsânî sözleri can simidi görmeyin; o sözler insanı selamet sahiline değil azaba sürükler! Ona düşmanlık edenler, genelde akîdeleri bozuk, sûfî, bid’atçı ve câhil kimselerdir. Onu sevenler ise tüm ümmet ve İslâm âlimleridir. Ümmetin imamı konumundaki çok değerli pek çok âlim de, İbn Teymiyye’nin talebesidir. Yahut da onun ilminden istifade etmişler ve etmektedirler. Onun ilminden yararlanma durumu –inşâAllah- kıyamete kadar da devam edecektir. Ya İbn Teymiyye’ye düşman olanlar kimler? Herkes biliyor ki, akîdeleri bozuk olup da, kendilerini Selef-i Sâlihîn akîdesi üzere ıslah etmeye çalıştığı birkaç güruhtur! Kendilerine iyilik eden bir imama düşmanlık etmek ancak câhillerin sıfatıdır! Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “İyiliğin karşılığı iyilikten başkası olabilir mi?” (Rahmân: 60)
İftirâdan başka tutar dalı kalmayan yalancıların yalancı sığınaklarını emniyetli kaleler sanmaktan, Allah Teâlâ tüm kullarını muhâfaza etsin.
Tevessül konusu üzerinde çok konuşulan konulardan birisidir. Bu konuda görüşleri ile en fazla dikkat çeken İbn-i Teymiyye’dir. Genel kabul edilen görüşe aykırı fikirleri savunması ve son dönemlerde kendisine çokça atıflar yapılması ile öne çıkmıştır. Burada konuya daha çabuk açıklık getirebilmek için İbni Teymiyye’nin görüşlerini özetleyen bir alıntı ile başlamak daha uygun olacaktır.
İbn Teymiyye’nin bu konudaki görüşlerini nakledelim: “Meleklere yalvarmak meşru olmadığına göre, kendileri dua edip şefaatta bulunsalar bile vefat etmiş peygamberler ve salih kullara yakarmamız ve onlardan dua ve şefaat talep etmemiz, iki sebepten dolayı meşru değildir. Bu sebeplerden birincisi şudur : Onlar, kendilerinden talep olunmasa bile, bu konuda Cenab-ı Hakk’ın kendilerine emrettiğini yerine getirir, kendilerinden talep olunduğunda da, emrolunmadıklarını yapmazlar. Dolayısıyla onlardan istekte bulunmanın hiç bir faydası yoktur. İkincisi ise: Bu durumda onlara yakarma ve onlardan şefaat dileme onlarla şirke düşmeye neden olur; burada böyle bir tehlike vardır. Onlardan istenilen şeyin bir faydasının olacağı farz edilse bile bu tehlike daha ağır basmaktadır; bu istekte hiç bir yarar olmadığı zaman ise ne demek lâzım?! Yalnız hayattayken ve huzurlarında onlardan istekte bulunmak böyle olmayıp bunda tehlike yoktur. Çünkü onlar, insanları kendileri sebebiyle şirke düşmekten alıkoyarlar. Hatta bunda menfaat dahi vardır.
Kabirlerin yanında işlenen bid’atler de derece derecedir: Bunun şeriatten en uzak olanı: Ölüden yardım etmesini ve ihtiyaçlarının giderilmesini istemektir. Nitekim halkın birçoğu bu gibi bid’atler işlemektedirler. İşte bu gibi kimseler tıpkı puta tapanlar gibidirler. Bu tür şeyler müşriklerin ve Kitap Ehlinin yaptıkları şeylerdir.
İkinci derece: Hürmet beslediği kimse yoluyla Allah-u Teala’dan istemektir. Bu da müslümanların ittifakıyla bid’attir.
Üçüncü derece: Hürmet gösterdiği kimsenin kabrinin yanında yaptığı duanın daha çok kabul edileceğine inanmaktır. Bu da tüm müslümanlarca reddedilen bid’atlerdendir. Çünkü kabrin yanında dua ederken yaptığı duanın mescitte yaptığı duadan daha faziletli olduğuna inanmaktadır. Bu da haramdır. Bu konuda müçtehit imamlar arasında bir ihtilafın varlığını bilmiyorum. Halkın çoğu böyle yapıyor olsalar da, müçtehit imamlar bunun haramlığını belirtmişlerdir.
Bütün müslümanlar üzerine farz olan; ibadette ihlaslı olmanın emredilmiş olduğunu, Allah-u Teâlâ ve Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in yasakladıklarından uzak durmanın, şirk ve benzeri şeylerle tüm bağları koparmanın gerekliliğini bilmektir. Çünkü Allah-u Teala, Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem’i bu dinle göndermiştir.”
[ İbn Teymiyye, Mecmû’atü’r-resâil (nşr. M.Reşid Rıza), Baskı yeri ve tarihi yok (Lecnetü’t-türâsi’l-‘Arabî), I,10-31; Kâ’ide celîle fi’t-tevessül ve’l-vesîle, Beyrut ts. (Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye), ]
İbni Teymiyye vefat etmiş peygamberler ve salih kullardan dua talep etmek ve onlardan şefaat talebinde bulunmak meşru değildir ve aynı zamanda faydasızdır, demektedir. Gerekçe olarak ise onlar Allah’ın kendilerine emrettiğinin dışına çıkamazlar. Bundan dolayı senin isteğin lüzumsuz bir şeydir. Zaten Allah şefaata ve duaya izin vermişse dua ederler yoksa etmezler. Senin onlardan şefaat istemen sanki onları zorlaman gibidir. Onlar ise emir harici böyle isteklere cevap veremezler. Emir olmadan böyle isteklere cevap veremeyeceklerine göre onlardan talepte bulunmak faydasız bir iştir, demektedir. Ayrıca onlardan dua ve şefaat talebinde bulunmak şirke düşmek tehlikesi taşımaktadır, demektedir. Eğer sağlıklarında bunları yapıyor olsan o zaman fayda olur ve onlar seni şirke düşmekten alıkoyarlar ve şirk tehlikesi de olmaz, demektedir.
Burada hemen şu hadisleri zikretmemiz konunun anlaşılması için önem arz etmektedir. “Kim vefatımdan sonra beni ziyaret ederse sanki hayatımda ziyaret etmiş gibi olur. Kim de Haremeyn’den birinde vefât ederse kıyamet günü (o günün sıkıntılarından) emin olan insanlar arasında diriltilir.” (Dârakutnî, Sünen, II, 278/193; Heysemî, IV, 2)
“Kim kabrimi ziyaret ederse ona şefaatçi ve şâhit olurum. Kim Haremeyn’in birinde vefat ederse, Allah Teâlâ onu kıyamet günü emniyet içinde bulunan kullarıyla haşreder.” (Beyhakî, Şuab, III, 488)
Dikkat edilirse ilk hadiste kim Efendimizin kabrini ziyaret ederse, sanki hayattayken ziyaret etmiş gibi sayılacağı aktarılmıştır. İbni Teymiyye’nin göremediği hususlardan bir tanesi işte budur. O hayatta iken peygamber ve salihlerden dua ve şefaat talep etmenin caiz olduğunu söylemişti. Bu hadis Peygamberimizi (sav.) vefat ettikten sonra ziyaret edenin hayatta iken ziyaret eden gibi olduğunu bildirmekte ve dolayısı ile İbni Teymiyye’nin itirazını çürütmektedir. Yani hayatta iken ondan isteyebileceğiniz şeyleri vefat ettikten sonra da istemenize bir mani yoktur.
İkinci hadis Efendimizin kendi kabrini ziyaret edene, şefaatçi olacağını bildirmektedir. İbni Teymiyye peygamberler ve salihlerin Allah’ın (c.c.) izni olmadan şefaat ve dua isteyenlere cevap veremeyeceklerini belirtmişti. Bu hadis Peygamber Efendimize, kabrini ziyaret edenler için Allah’ın şefaat etme izni verdiğini göstermektedir. Böylece onun ikinci itirazı da geçersiz olmaktadır. Kim Efendimizin kabrini ziyaret etmiş ise, o şefaat edilme hakkını kazanmıştır ve O’ndan şefaat etmesini ve duasını isteyebilir. Buna bir engel kalmamıştır.
Ebu’d-Derdâ anlatıyor: Rasulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“‒Cuma günü bana çok salavat getirin! Zira o gün, meleklerin hazır ve şâhid olduğu bir gündür. O gün bir kişi bana salât ettiğinde onun salâtı mutlaka bana arz edilir. Salavat getirmeyi bırakıncaya kadar bu durum böyle devam eder.” buyurdu. Ben:
“‒Vefatınızdan sonra da mı?” diye sordum. Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-:
“‒Evet, vefâtımdan sonra da! Allâh Teâlâ peygamberlerin vücutlarını yemeyi yeryüzüne haram kılmıştır. Allâh’ın Nebîsi hayattadır ve dâimâ rızıklandırılır.” buyurdu. (İbn-i Mâce, Cenâiz, 65)
Yukarıdaki hadiste de Allah Rasulu’nün hayatta olduğu ve rızıklandığı belirtilmiştir. Hayattadır. Yani diğer vefat etmiş insanlar gibi değildir. Öyle ise O’ndan şefaat ve dua istenebilir. Burada unutulmaması gereken tarihi bir gerçekliğin belirtilmesi gerekmektedir. Bu ümmet içerisinde tarih boyunca pek çok sapmalar olmuştur. Fakat hiç kimse şimdiye kadar Peygamber Efendimizi (sav.) ilah olarak görmemiş, O’nu Allh’a ortak koşmamış ve O’nun ile şirke düşmemiştir.
Şefaat ve dua talebinde bulunmak ve zat ile tevessül yapmak fiilinde önemli olan husus vesile kılınanın Yüce Allah c.c. yanındaki makamıdır. Onu vesile edilmeye değer kılan budur. Yaşıyor yada vefat etmiş olmak Allah c.c. katındaki makamda bir değişiklik meydana getirmez.
Ebû Saîd el-Hudrîden rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Kim namaz kılmak üzere evinden çıkar ve ‘Allâh’ım, senden isteyenlerin senin katındaki hakkı için senden diliyorum. Şu yürüyüşüm hakkı için senden diliyorum. Zira ben ne büyüklenmek, ne de kendini beğenmek için ve ne gösteriş ne de duyurmak için çıktım. Ben yalnız senin gazabından sakınmak ve senin rızânı aramak için çıktım. Ben senden beni ateşten kurtarmanı ve günahlarımı bağışlamanı istiyorum. Çünkü günahları ancak sen bağışlarsın! derse, Allah ona rızâsıyla yönelir ve ona yetmişbin melek istiğfar eder”.[ İbn Mâce, Sünen,Ezan H.722 İbn Mâce, Mesâcid, 14; Ahmed b. Hanbel, III, 21; İbnüs-Sünnî,Amelul-yevm, s. 43)
Yukarıdaki hadiste ‘senden isteyenlerin senin katındaki hakkı için senden diliyorum’ ibaresi ile dua talebinde bulunulduğu görülmektedir. Burada Allah c.c. katında yüce olanlar diri ve ölü farkı gözetilmeden vesile kılınmıştır. Önemli olan Allah c.c. katındaki makamdır. O’na yakınlıktır. Kul kendini aciz ve duası kabul olmayan bir konumda gördüğünden, Yüce Allah’a kendi katında makbul ve sevilen kullarını vesile kılarak yalvarır. Bu yakarış, Ya Rabbi, onların kabul olan duaları arasına benim yalvarışımı da koy ve sanki onlar dua ediyortmuş gibi muamele de bulun demektir. Allah’ın yücelttiğini yücelterek, O’nu hikmetine rıza ve bunu ilan ve kendi aczini itiraf etmektir.
Ayrıca Yüce Kitabımızda şehidler için onlar ölü değillerdir, onlara ölü demeyin denilmektedir. Allah yolunda öldürülenlere «ölüler» demeyin. Hayır, onlar diridirler. Fakat siz sezemezsiniz. (Bakara 154) Görüldüğü gibi Kuran-ı Kerim’e göre şehidler için ölü diyemiyoruz, onlar diridirler ve hayattadırlar. O zaman onlardan da şefaat talebinde bulunmak ve onları vesile kılmak için ibr engel yoktur. İbni Teymiyye’ ye göre diriler ile zati tevessül yapılabilir. Ölüler ile yapılamaz. Milyonlara varan şehidler ve özellikle şehid sahabeler ile zati tevessül yapılabildiğine göre artık ortada bir problem kalmamış olması gerekir.
İbni Teymiyye ayrıca kabir başında orada yatan kişinin hürmetine Allah’tan bir şey istemenin, o kişiyi vesile kılmanın bidat olduğunu ileri sürmüştür. O ayrıca bir müslümanın hürmet beslediği kişi yoluyla, vesilesiyle Allah’tan bir şey istemesinin tüm müslümanların ittifakı ile bidat olduğunu iddia etmektedir. Aşağıdaki alıntılar onun bu iddialarında da yanıldığını ortaya net olarak oymaktadır.
Mâlik ed-Dâr -ki o Hz. Ömerin haznedârı idi- anlatıyor: Hz. Ömer devrinde halk şiddetli bir kıtlığa maruz kalmıştı. Derken bir adam Peygamberin (s.a.) kabrine gelerek:Yâ Rasûlallâh! Ümmetin için yağmur yağmasını iste. Zira onlar helak oldular! dedi. Bunun üzerine rüyasında adama şöyle denildi: Ömere git, ona selam götür, halkın suya kavuşacağını haber ver ve ona şunu söyle: “Senin vazifen, iyi muamelede bulunmak, muvazeneli ve güzel hareket etmektir”. Adam derhal giderek durumu Ömer’e bildirdi. Bunun üzerine Ömer ağladı ve sonra da: Rabbim! Üstesinden gelemediğim şeyler hariç, çaba sarf etmekten geri durmuyor ve elimden geleni yapıyorum! dedi .[ İbn Ebî Şeybe, Musannef, VII, 482-483; İbn Abdilberr, İstîâb, II, 464; Halîlî, İrşâd, I, 313-314.]
Ebû Mansûr es-Sabbâğın da bulunduğu bir grup âlim, el-Utbîden şu meşhur kıssayı nakleder. el-Utbî anlatıyor: Peygamberin (s.a.) kabri yanında oturuyordum. Derken bir bedevi gelerek, selam sana ya Rasûlallah! dedi ve şöyle devam etti: Ben Allah Teâlâ’nın, “Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri zaman sana gelip de Allahtan mağfiret dileseler ve Rasûl de onlar için mağfiret talebinde bulunsaydı, Allâh’ı çok affedici ve esirgeyici bulurlardı” buyurduğunu işittim. İşte günahlarımdan tevbe edip mağfiret dileyerek ve benim için Rabbime şefâatte bulunmanı isteyerek sana geldim, dedi. Sonra bir şiir okudu ve oradan ayrıldı. O esnada bana bir uyku bastı. Rüyamda Peygamberi (s.a.) gördüm. Bana, “Ey Utbî, bedevîye yetiş ve Allâh’ın onu bağışladığını kendisine müjdele!” buyurdu.[ İbn Kesîr, Tefsîr, I, 532. Kıssa için ayrıca bkz. Sübkî, Şifâus-sekâm, s. 46; Zürkânî, Şerhul-Mevâhib, VIII, 306 (Kastallâniden, kendisinin şahit olduğu benzer bir hadise de nakledilir); Nebhânî, Şevâhid, s. 97; Mahmud Saîd Memduh, Raful-minâra, s. 68, 72.]
Ebul-Cevzâ Evs b. Abdillah anlatıyor: Medine halkı şiddetli bir kıtlığa maruz kalmıştı. Onlar Hz.Âişe’ye gelerek durumdan yakındılar. Bunun üzerine Hz.Âişe: Peygamberin (s.a.) kabrine bakın, ondan semaya doğru bir delik açın. Onunla sema arasında da hiçbir tavan engel olmasın! dedi. Onlar da hemen dediğini yaptılar. Bunun üzerine bize öyle bol yağmur yağdı ki, otlar yeşerdi, develer yağdan çatlarcasına semizleşti. Bundan dolayı o yıla çatlama mânasına gelen âmul-fetk adı verildi.
[ Dârimi, Sünen, I, 43]
Sahabeler Efendimizin kabirine gelmekte ve onu vesile kılarak ya da ondan dua etmesini isteyerek hacetlerini çözmeye çalışmaktaydılar. Bunda herhangi bir beis görmüyorlardı. Çok meşhur başka bir rivayetle konumuza devam edelim.
Enes b. Mâlik (r.a.) anlatıyor: Halk kıtlığa maruz kaldığında Ömer b. el-Hattâb (r.a.), Abbas b. Abdilmuttalib ile istiskâda bulunarak: “Allâh’ım! Peygamberimiz ile sana tevessül ederdik de bize yağmur verirdin. (Şimdi ise) Peygamberimizin amcası ile sana tevessül ediyoruz, bize yağmur ver!” derdi. Bunun üzerine yağmur yağar ve halk suya kavuşmuş olurdu.[ Buhârî, İstiskâ,3; Fedâilu ashâbin-nebî,11; İbn Huzeyme, Sahîh, II, 337-338; Hâkim, Müstedrek, III, 334.Buhârînin rivâyet ettiği bu hadis sahih kabul edilmiş; gerek metin gerekse isnad bakımından sıhhati tartışma konusu yapılmamıştır.]
Hz.Ömer’in hilafeti zamanında gerçekleşen bu hadiseyi bir de İbn Abdilber’in nakline göre okuyalım: Hz. Ömer istiskâda bulunmak üzere Abbâs’ı da yanına alarak (musallâya) çıktı ve şöyle dedi: “Allâh’ım! Biz, Peygamberimizin amcası ile sana yaklaşıyor (tekarrub) ve onun şefaatçi olmasını diliyoruz (istişfâ). Peygamberin için onu gözet! Nitekim sen, ana babasının iyilik ve salâhı sebebiyle iki (yetim) çocuğu gözetmiştin. Biz, istiğfar ve istişfâ ederek sana geldik!”. Sonra Hz. Ömer insanlara yönelerek şöyle seslendi: Rabbinizden mağfiret dileyin. Çünkü O çok bağışlayıcıdır. (Mağfiret dileyin ki) üzerinize bol bol yağmur indirsin, mallarınızı ve oğullarınızı çoğaltsın, size bahçeler ihsan etsin, sizin için ırmaklar akıtsın!”. Sonra da Abbas ayağa kalkarak duâ etti. Abbâs’ın gözleri yaşla doluydu. (Bu vesileyle Allâh’ın yağmur ihsan etmesinden sonra) halk, “Seni tebrik ediyoruz, ey Haremeyn sâkîsi!” diyerek Abbâs’a ellerini sürmeye başladı.[ İbn Abdilberr, el-İstîâb fî marifetil-ashâb (el-İsâbe ile birlikte), III, 97, Beyrut 1409.]
Bu hadisi İbni Teymiyye’de kabul etmekte ve bu hadisin yaşayan bir zat ile tevessül de bulunulacağına delil olduğunu söylemektedir. İmam Kevserî ise, konu hakkında özetle bizlere şu bilgiyi vermektedir: “Bu rivâyet, sahâbenin sahâbe (Abbâs’ın şahsı) ile tevessülünü gösteren açık bir delildir. Hz. Ömer’in, “Biz Peygamberimiz ile sana tevessül ederdik” ifadesi sahâbenin, hem hayatta iken hem de vefatından sonra (Hz. Ömer devrinde vuku bulan) kuraklık ve kıtlık yılına (âmur-ramâde) kadar Peygamber ile tevessülde bulunduklarını ortaya koymaktadır. Peygamber ile tevessülü vefat öncesine tahsis etmek, hevâdan kaynaklanan bir eksikliktir. Ayrıca bu, hadisin metnini tahrif etmek ve mesnedi olmayan bir tevil demektir. İstiskâ esnasında Hz. Ömer’in Abbâs’a yönelmesinden hareketle, vefatından sonra Peygamber ile tevessülü inkâra yeltenen kimse, muhal ve beyhude bir işe girişmiş ve kalbinden geçmemiş olan bir şeyi Hz. Ömer’e nisbet etmiş olur.”[ Kevserî, Makâlât, age., s. 459-460. Ayrıca bkz. İzzet Ali Atıyye, Bida, s. 386-387.]
Başka bir hadisle konumuza devam edelim : Osman b. Huneyf (r.a.) anlatıyor: Gözleri görmeyen bir adam Peygambere (s.a.) gelerek: Yâ Rasûlallah! Gözlerimi iyileştirmesi için Allâh’a duâ et, dedi. Rasûlullah (s.a.): “İstersen duâ edeyim, istersen sabredersin! Sabretmek senin için hayırlıdır.” buyurdu. Adam: Allâh’a duâ buyur (da gözlerim açılsın!) deyince, Rasûlullah (s.a.) onun, gereği gibi abdest almasını ve şu duâyı yapmasını emretti: “Allâh’ım! Peygamberin; rahmet peygamberi Muhammed ile senden istiyor ve sana yöneliyorum. Şu hâcetimin yerine getirilmesinde (gözlerimin açılmasında) ben seninle (Peygamber ile) Rabbime yöneldim. Allâh’ım, onu benim hakkımda şefaatçi kıl (onun hürmetine duamı kabul buyur!)” . Adam (söyleneni) yaptı ve şifa buldu.”[ İbn Mâce, Sünen, tahkik: M. Fuad Abdulbâki, 1952, İkâme, 189, hadis no: 1385.; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 138, Kahire 1313; Hâkim, Müstedrek, I, 700; Beyhakî, Delâil, VI, 167.]
Bu hadisin râvisi olan sahabeden Osman b. Huneyf’den, Hz. Osman’ın hilâfet devrinde meydana gelen hadise şudur: Bir adam, bir hâceti için Hz. Osman’a gelir giderdi. Fakat Hz. Osman ona aldırış etmezdi. Derken adam Osman b. Huneyf’le karşılaştı ve durumu ona arz etti. Bunun üzerine Osman b. Huneyf ona şunları söyledi: Su kabını getir ve abdest al. Sonra mescide git ve iki rekât namaz kıl. Sonra da, “Allâh’ım! Peygamberimiz, rahmet peygamberi Muhammed ile senden istiyor ve sana yöneliyorum. Yâ Muhammed! Seninle hâcetimin yerine getirilmesi için Rabbime yöneliyorum” diye söyle ve ihtiyacını arz et. Sonra bana gel de beraber (Hz. Osman’a) gidelim! Nihayet adam gitti ve onun kendisine söylediklerini yaptı. Sonra Hz. Osman’ın kapısına geldi. Kapıcı gelip adamın elinden tutarak Hz. Osman’ın huzuruna götürdü ve onu sergi üzerine Hz. Osman’ın yanına oturttu. Hz. Osman: Nedir hâcetin? diye sordu. Adam hâcetini söyledi ve Hz. Osman da onun işini gördü. Sonra Hz. Osman, şu vakte kadar senin hâcetini hatırlamamıştım, bundan böyle bir işin olursa bize gel! dedi. Adam Hz. Osman’ın huzurundan ayrıldıktan sonra Osman b. Huneyfle karşılaştı ve ona: Allah seni hayırla mükâfatlandırsın (Rabbim senden râzı olsun!). Benim hakkımda sen Hz. Osman’la konuşana kadar işime bakmıyordu, dedi. Osman b. Huneyf de: Vallâhi, senin hakkında Hz. Osman’la görüşüp konuşmamıştım. Ancak âmâ bir adamın Peygambere (s.a.) gelerek duyduğu rahatsızlıktan şikayeti üzerine Rasûlullâh’ın ona “Sabreder misin?” dediğine şâhit oldum. Adam: Yâ Rasûlallah! Yanımda (elimden tutarak) beni götürecek kimse yok! Bu ise benim için hakikaten çok meşakkatli olmaktadır, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):Su kabını getir ve abdest al. Sonra iki rekat namaz kıl. Daha sonra da şu şekilde duâ et, buyurdu. Osman b. Huneyf diyor ki: Vallâhi biz henüz ayrılmamıştık, aramızdaki konuşma uzamıştı. Derken o âmâ adam geldi. Sanki onda hiçbir rahatsızlık olmamıştı (daha önce âmâ değildi) .( Taberânî, el-Mucemul-kebîr, IX, 31; Beyhakî, Delâil, VI, 167-168; Münzirî, Terğîb, I, 108-109; Heysemî, Mecmauz-zevâid, II, 279.)
Dikkat edilirse Osman b.Huneyf (r.a.) Efendimizin (sav.) vefatından sonra da O’nu vesile kılmakta ve bunu diğer sahabelere de tavsiye etmektedir. O diğer sahabeye ; “Allâh’ım! Peygamberimiz, rahmet peygamberi Muhammed ile senden istiyor ve sana yöneliyorum. Yâ Muhammed! Seninle hâcetimin yerine getirilmesi için Rabbime yöneliyorum” diyerek Allah’a dua etmesini salık vermektedir. Burada Ebu’l-Âla El-Mevdudi’nin bu konuda kendisine sorulan bir soruya verdiği cevabı nakletmemiz gerekmektedir.: ‘Duada, Allah’a (c.c) herhangi birinin yüzü suyu hürmetini vasıta yapmak, O’nun ve Rasûlü’nün bize öğrettiği bir yol değildir. Bildiğiniz gibi, Kur’an-ı Kerim bu tür anlayışlardan uzaktır. Hadislerde de bu anlayışa temel oluşturabilecek bir örnek yoktur. Duada bu yolu uygulamış olan veya bir başka¬sına öğreten sahabeden herhangi birisini de hatırlamıyorum. Doğrusu Âlemlerin Rabbi’ne dua ederken herhangi bir kulun yüzüsuyu hürmetini referans göstermek veya filan kulun hatırı için benim istek ve ihtiyaçlarımı karşıla demek mânâsına gelen anlayış tarzı Müslümanlara nasıl musallat olmuş anlamakta güçlük çekiyorum. ‘ Yukarıdaki hadisleri Mevdudi gibi tefsir yazmış ve pek çok eser kalem alımış bir alimin bilmemesi geçektende insanı şaşırtıyor.
Ebû Said El-Hudri (ra)’dan yapılan rivayetin bir kısmında Peygamberimiz (asm) “Kim evinden namaza çıktığında “Allah’ım senden isteyenlerin hakkı için, bu yürüyüşüm hakkı için (اللهم إني أسألك بحق السائلين)… istiyorum derse…” denilmiştir.
(İbn Mace, c.1, s.256, Ahmed s.3, s.21, Müsned-i Ebûl Cad, 1-299, Musannef İbn Ebi Şeybe, 6-25)
Benzer bir hadis İbn Merduye tarafından yine Ebû Said El-Hudri (ra)’dan rivayet edilmiştir: “Resûlullah (asm) namazını bitirdiği zaman, Allah’ım! İsteyenlerin senin üzerindeki hakkı için istiyorum. Muhakkak ki isteyenlerin senin üzerinde hakkı vardır.” (Eddürrül Mensur c.2, s.224)
Ebû Ümame El-Bahili, “Resûlullah sabahladığı ve akşamladığı zaman şöyle duâ ederdi” diyerek uzun bir duâ zikreder. Duânın sonunda yine “senden isteyenler hakkı için” ifadesi zikredilir. (Taberani, M. Kebir, c.8, s.264)
Buraya kadar zikrettiğimiz rivayetlerde daima السائلين isteyenler vesile kılınmıştır. İsteyenler vesile kılınırsa peygamber ve salihlerin vesile yapılması da câizdir.
Ahmed b. Hanbel olmak üzere Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğuna göre göre ( İmam Nevevi, Bedreddin Aynî, îbn Hacer , İmam Subki, Şevkânî , Âlûsî, Gumârî, Kevserî gibi) Hz. Peygamberin sağlığında ve vefatından sonra onu vesîle edinmek caizdir, Hz. Peygamber ile tevessül edildiği gibi, diğer peygamberlerle de tevessül edilebilir.
İmam-ı Azam Ebu Hanife “hakkı için istemenin” mekruh olduğunu söylemiştir. Ancak Ebu Hanife Hazretleri’nin bunun söylemekten maksadı Mutezile’nin önünü kesmek için sedd-i zerîa kabilindendir. Ebu Hanife “Hakkı için” diyerek duayı mekruh görmüş, “hürmetine, hatırına” gibi tevesülü inkar etmemiştir. Bu tür tevessülü inkar ettiğine dair Hanefi âlimlerinden hiçbir nakil yoktur.
İbni Abidin “Reddü’l Muhtar” da şöyle demektedir: “Ben Allahu Teala’ya Nebiyy’i Kerim’i (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ile ehli taatından her muazzam makam sahibi ile ve imamımız İmam Azam ile tevessül ederek lütuf ve kereminden bu işi bana asan eylemesini, doğruyu ilham buyurmasını, kusurlarımı bağışlamasını, hatalarımı afv buyurmasını niyaz eylerim.”