'Fıtrat' Hadisi ve İnsanın Mahiyeti
Prof. Dr. Osman Güner
Bozulmamış fıtrat, sürekli hakka müteveccih bir istikamet takip eder. Bu itibarla, selim fıtrata sahip insan, kendini bildiği andan itibaren Hakk’ı tanımaya ihtiyaç duyar, devamlı O’nu arar ve O’na kulluk sayesinde rahatlar.
İnsan nasıl bir varlıktır, özü ve mahiyeti neden oluşur, varlıklar âlemindeki konumu nedir, dinle irtibatı nerede başlar, sorumluluklarının temeli hangi esasa dayanır? Bütün bunlar insanın kendi hakikatini tanımaya ve bir arayış içerisinde olmaya yönelik en mânidar sorulardır. Esasen bu hususta bir kanaat belirtmeden önce, zihinleri zonklatan bu gibi sorulara tatminkâr cevaplar bulabilmek için bazı kavramların öne çıkarılması, bazı tanımlamaların yapılması gerekir. İşte bu çerçevede insanın mahiyetini oluşturan fıtrat, beden, kalb, vicdan, nefis, irade, duygu ve istidat gibi kavramlar izah edilmeyi beklemektedir.
Fıtrat Nedir?
Varlıklar âlemindeki yeri ve varlık mertebeleriyle irtibatı açısından insan, ‘çift tabiatlı’ bir hususiyete sahiptir. Buna göre insan, beden ve ruh, fizik ve metafizik, dünya ve ahiret, hayır ve şer âlemlerine ait olmak üzere iki farklı özelliği mahiyetinde taşır. Dolayısıyla toprağın özünden yaratılması itibariyle şerre, rahmanî bir ruhun özünü taşıması itibariyle de hayra açık bir kısım kabiliyetlerle donatılmıştır. Bu hususiyetler, onda âdeta iç içedir, birbiriyle ahenkli bir bütünlüğü teşkil ederler. İnsanı böylesine mu’cizevî bir biçimde var eden Yüce Yaratıcı, ondaki bu özellikleri dengelemiş ve onu her türlü mertebeyi kazanmaya istidatlı olarak yaratmıştır. Nitekim bir âyet-i kerîmede insanın bu yaratılış özelliği şöyle ifade edilir:
"فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفاًۜ فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّت۪ي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَاۜ لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُۗ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَۗ"
“Sen, bâtıl dinlerden uzaklaşarak yüzünü ve özünü, hak din olan İslâm’a yönelt; Allah’ın insanları yaratmasında esas kıldığı o fıtrata uygun hareket et. Allah’ın bu hilkatini kimse değiştiremez. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların ekserisi bunu bilmezler, anlamazlar.”2
Bu âyette de geçen ‘fıtrat’ kelimesi, lügatte ‘yaratılış, belli kabiliyet ve yatkınlığa sahip oluş’ gibi mânâlara gelir. Bundan maksat, bütün insanların beşeriyet itibariyle yaratılışlarında esas ve ortak olan yaratılış özelliğidir. İnsanın hususî yaratılışında herhangi bir sebeple eksiklik veya fazlalık bulunabilirse de, asıl fıtrat her zaman tam ve sağlamdır. Âlimler âyetteki bu ifadeyi, her yeni doğan çocuğun Rabbini tanımaya istidatlı olarak yaratılışı diye anlamışlardır.3 Allame Hamdi Yazır’ın da ifade ettiği gibi, ‘fıtrat her daim hakka ve hayra yönelik bir istikamet takip eder. İnsanın ruh, zekâ ve fıtratının aslı da, Hakk’ı tanımak ve hakiki Yaradan’ından başkasına kul olmamak içindir.’4
Efendimiz’in de (sallallahu aleyhi ve selem) buyurduğu üzere,
"مَا مِنْ مَوْلُودٍ إِلَّا يُولَدُ عَلَى الْفِطْرَةِ، فَأَبَوَاهُ يُهَوِّدَانِهِ أَوْ يُنَصِّرَانِهِ أَوْ يُمَجِّسَانِهِ كَمَا تُنْتَجُ الْبَهِيمَةُ بَهِيمَةً جَمْعَاءَ، هَلْ تُحِسُّونَ فِيهَا مِنْ جَدْعَاءَ"
“Her çocuk, İslâm’a yatkın olarak, selim fıtrat üzere dünyaya gelir.” Sonra çocuğu anne babası, ya Yahudileştirir, ya Hristiyanlaştırır veya Mecusileştirir. Nitekim hayvanlar da derli toplu, yaratılışı kusursuz bir yavru olarak dünyaya getirilir. Siz hiç doğuştan inenmiş (burnu veya diğer uzuvları kesilmiş) bir yavru gördünüz mü?)5 Hadîsin zahirinden anlaşıldığına göre, insanın fizikî varlığı nasıl görünen ve duyulan şeyleri idrake elverişli yaratılmışsa, kalbi de hakkı kabule istidatlı yaratılmıştır. Kalbler bu kabul ve istidadını devam ettirdiği sürece hakkı ve hak din olan İslâm’ı idrak edecektir. Nitekim hadîsin devamındaki ‘hayvanların, yaratılışı kusursuz bir yavru doğurduğu’ hakikati de bunu göstermektedir.6 Dolayısıyla fıtrata, yaratılışa müdahale edilmediği sürece, fıtrat aslî hüviyetini koruyacaktır, bu maddeten böyle olduğu gibi aklen, manen ve ahlaken de böyledir. Fakat ne zaman insanın yetiştiği çevre fıtrata ters bir tesir gösterirse, onu saf ve temiz fıtratından ayıracak, farklı bir kimlik ve vasfa doğru yöneltecektir.
Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz: ‘Dinî duygunun iki kaynağı vardır. Bunlardan biri fıtrat, diğeri de kesbdir. Fıtrat, bütünüyle İlâhî bir mevhibedir. Allah’ın emrini yerine getirerek O’nun rızasına ermeğe matuf hep Hakk’a yönelik bir yaratılışı ifade eder. Kesb ise, insanın afakî ve enfüsî (iç ve dış âleme) bakışına bağlı duygusal yönelişleri ve fikrî aksiyonlarının bir neticesidir. Dolayısıyla insanı fıtrata aykırı bir takım isteklere, zararlı işlere, haksızlıklara, isyana ve şirke sürükleyebilir. İşte insanı bütün bunlardan koruyacak olan dindir. Bu sebeple âyette,
'فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفاًۜ فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّت۪ي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا'
(yüzünü bir müvahhid olarak dine, Allah’ın o fıtratına çevir) buyrulmaktadır. Zîrâ insanı bu türlü sapmalara karşı koruyacak başka alternatif bir yol yoktur.’7 O hâlde yüce Yaratıcı, insandaki bu ‘fıtrat’ özelliğiyle, ona hakkı kabul etmeye elverişli olma istidadını yerleştirmiştir. Ancak burada tetkik edilmesi gereken esas mesele, insandaki bu fıtrî duygu, istidat ve kabiliyetlerin eğitim ve terbiye yoluyla en mükemmel şekilde değerlendirilip üst seviyede bir kıymete ulaştırılmasıdır.
Fıtrat-İrade Münasebeti
İnsan fıtratındaki kabiliyetlerin mahiyetini anlamaya çalışırken, ona yerleştirilmiş bazı duyguların varlığı ve fonksiyonlarından da bahsetmek gerekir. Meselâ insanın mahiyetine ‘irade kabiliyeti’ yerleştirilmiştir ki, o bunu iyi kullanabilmesi durumunda varlık mertebelerini aşabilir, hattâ melekleri bile geride bırakabilir. İnsandaki bu irade gücü sayesinde şehvet, öfke, hırs, inat ve haset gibi duygular ıslah edilebilecek, belli ölçüde baskı altına alınabilecek ve neticede bunlardan faydalanmak bile mümkün olacaktır. İnsanoğlu, ancak fıtratında var olan irade, his, zihin ve vicdan gibi kabiliyetlerini inkişaf ettirmekle bu nefsanî duygular karşısında bir başarı elde edebilir. Bu başarı insana, şehvet, makam, mansıp, şöhret gibi tutkular karşısında dize gelmemeyi, kin, nefret ve zulüm gibi günahlara meyletmemeyi kazandıracaktır.
Meselâ şehvet duygusu, iradenin hakkı verilmesi ve meşru dairede kullanılması durumunda insan soyunun devamını (tenasülü) netice vereceğinden bir Sünnet’in ifası ve İlâhî bir iltifata mazhariyet gerçekleşmiş olacaktır. Nitekim bu sayede Resûlüllah’ın (sallallahu aleyhi ve selem): “Evleniniz, çoğalınız! Zîrâ ben (kıyamet günü diğer ümmetlere karşı) sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim.” 8 buyruğu ihya edilmiş olacaktır. Böyle bir yaklaşım neticesinde, şehevî duyguların bütünüyle iradeye teslim olduğu görülür. Ayrıca Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve selem): “Herkesin bir şeytanı vardır, benim de vardır, lakin Allah bana yardım etti ve benimki bana teslim oldu.” 9 sözlerini de bu mânâda anlamak mümkündür. O (sallallahu aleyhi ve selem), bu sözleriyle ‘Yemeye, içmeye ve tenasüle ait bu şehevî duygular ve diğer hisler bütün derinlikleriyle tamamen benim irademe teslim (veya Müslüman) oldu.’ demek istemektedir. Böyle bir şehvetin artık insana zarar verebilme imkânı kalmamıştır.’10
İnsandaki inat duygusu da iradenin emrine geçmesi durumunda, insan davranışlarında faydalı neticeler doğuracaktır. Bu duygunun ıslahıyla birlikte, insan hakta sebat ve hakikate teslim olma vasfını kazanacaktır. Tarihimizde nice yiğit ve kahraman insan vardır ki, iradenin zaferi sayesinde mahiyetindeki bu özelliği hayra tebdil etmesiyle birlikte onlara üstesinden gelinmesi zor fetihler nasip olmuştur. Nitekim Ukbe b. Nafi (ra) bunlardan biridir. O, batıya doğru gerçekleştirdiği bir dizi fetihler neticesinde ordusuyla Atlas Okyanusu’na kadar ilerlemiş ve dilinden şu sözler dökülmüştür: “Rabbim! Eğer karşıma şu okyanus çıkmamış olsaydı, küfür ehliyle cihat etmek için Zülkarneyn’in yaptığı gibi, izninle nice ülkeler fethederdim.”11
Güçlü bir iradeye sahip sapasağlam ruhların ifa ettikleri âbidevî ibadet ve kulluk hayatı da çok farklı mazhariyetlere vesile olmaktadır. Bu gibi kimselerde başkalarında olmayan hiss-i kable’l-vukular, farklı İlâhî ikram ve ihsanlar, keşif ve keramet varidatları pek sık görülen hâdiselerdir. Bu İlâhî lütuflar, iradesini her daim hayra yöneltmiş, rıza ufkuna kilitlenmiş hayır ve irade kahramanlarından Rabb’in razı olduğunun açık bir işaretidir.
Fıtrat-Vicdan Münasebeti
Bozulmamış, saflığını yitirmemiş fıtrat insanının, etrafındaki menhiyata ve şer odaklarına karşı bir diğer korunma mekanizması da vicdanın sesi soluğu olan hislerin inkişaf ettirilmesidir. Vicdan, ‘insanın hem kendini hem de bütün varlığı, varlığın Allah’la münasebetini duyan, sezen, yorumlayan ve rükünlerinin canlılığı ölçüsünde imana, mârifete, muhabbete, aşk u iştiyaka menfezler oluşturan melekûtî bir mekanizmadır.’12 Fonksiyonu itibariyle söylersek, esasen insanı hakiki bilgi ve mârifete ulaştıran da vicdandır. İnsan, her şeyi vicdanının enginliğiyle hakikati en uygun şekliyle kavrar ve ona göre bir hükme varır. Bu hâliyle o, her şeye esas kabul edilen maddeyi aşar ve iç dünyasının safvet ve enginliği ölçüsünde salt hakikatle rahatlıkla tanışabilir.13
Vicdan sisteminin gelişmesi, nefsin menfi duygularına karşı tahkim edilmiş bir harekettir. Bu mekanizma geliştikçe, nefse ait duygular zamanla teslim bayrağını çekmek zorunda kalır. Sonrasında nefis mertebelerini kat eden bir insan, artık fenalıklardan dolayı nefsini kınar hâle gelir ki, bu durum nefs-i emarenin bozguna uğraması demektir. Böyle bir insan, işlemiş olduğu her bir günahtan dolayı kendisini hesaba çeker ve devamlı bir vicdan azabı duyar. Bu ıstırap, ‘nefs-i levvâmeye’ yani kendi kendini kınamaya dair bir tavırdır. Vicdanının sesine kulak vermesi sayesinde fıtratın nezahetini korumaya odaklanmış bu gibi insanlar, bir gün öyle bir seviyeye gelirler ki, Rabbinden gelen kahrı da lütfu da hoş görmeye başlarlar.14
İnsandaki bu vicdanî mekanizma elbette mücerret bir mânâ taşır, lakin onun inkişaf etmesi bir yönüyle amelle doğrudan alakalıdır. Bu konuda terakki etmek, çok ciddi gayret göstermeye ve fedakârlıkta bulunmaya bağlıdır. İnsan, gece ve gündüzün birbirini takip etmesi gibi her zaman yenilenme cehd ve gayreti içinde olmalıdır. Yaşanan hâdiseler, zaman ve eşyanın insanı farklı mecralara sürüklemesi karşısında, o, vicdan diriliği ve tazeliğini koruyabilmek için her daim arayış cehdini sürdürmelidir. Böylesine ısrarlı bir arayış sonrasında sağlam bir yol ve sistem bulduktan sonra da önce bu yolda tam bir gerilime geçmeli ve yüce hakikatlere konsantre olmaya bakmalıdır. Bu hususta daima talepte bulunmak, neticeye ulaşmada en kestirme yoldur. Amelde süreklilik ve temadi, Rabbin rızasına ermede Peygamberane bir usuldür: “Allah’ın en çok hoşlandığı amel, az da olsa daimî olanıdır” 15 fehvasınca insan talep ettiği şeyin arkasına düşer ve bu yolda amelleriyle ciddi bir gayret gösterirse er ya da geç aradığını bulur.
İnsandaki iman ve vicdan gibi mücerret hakikatlere ait bir farkındalık yaşamak, bu hususta bir fazilet ve hayra ermek, insanın içtenlikle ve severek yaptığı ameller sayesinde olacaktır: “Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça, gerçek iyiliğe (birre) asla erişemezsiniz.” 16 Bu âyetin yorumunda allame Hamdi Yazır şunları kaydeder: “Mücerret iman, insanı kemaliyle hayra ulaştırmak için yeterli bir sebep değildir. İman ve ilimden sonra amel ve özellikle de infakta bulunmak gerektiği açıktır. İnsan bunu en sevdiklerinden yapacak olursa daha kıymetli olur. Dolayısıyla (mücerret) iman, dinin (hakikatlerine ermede) bir başlangıç, (amelle ulaşılan) iyilik (birr) mertebesi ise dinin gayesi hükmündedir. Hakiki tevhid ve hayra ulaşmak, dinin olmazsa olmaz iki temel rüknüdür.”17
Kalben Derinleşmek
İnsanın müspet amellerle gerçekleştirdiği bu vicdanî hislerdeki derinleşme, kalb hayatının da tanzimine ve kalben yaşanan müşahedelere kapı açacaktır. Fıtrat insanına ait bir diğer hususiyet olarak ‘kalb, hem idrak eden hem de idrak edilen bir özelliğe sahiptir. İnsan; ruhuna, cismine, aklına onunla girer. Kalb ruhun gözü gibidir. Basiret, kendi dünyasına göre onun nazarı; akıl, ruhu; irade de, onun iç dinamizmidir.’
Keza ‘kalb, eskilerin ifadesiyle nazargâh-ı ilâhîdir. ‘Allah, insana insanın kalbiyle bakar.’18 fehvasınca da, insanla muamelesi kalbe göre cereyan eder. Zîrâ kalb; akıl, mârifet, ilim, niyet, iman, hikmet ve kurbet gibi insan için çok hayatî hususların kalesi mesabesindedir. Kalb ayakta ise, bu duygular da hayatta sayılır; o, yıkılmış veya bir kısım mühlikâtla (helake sürükleyici şeylerle) sarsıksa, bu latifelerin hayatiyetinden, devam ve temadisinden bahsetmek de oldukça zordur. Hazreti Sâdık u Masdûk: “Bakın, cesette bir çiğnem et vardır ki, o sıhhatli olunca bütün ceset de sağlam olur; o fesada yüz tutunca da bütün ceset bozulur gider. Dikkat! İşte o kalbdir.” 19 buyurarak kalbin insan bedenindeki yer ve önemine dikkatleri çekmiştir.’20
Müstakim bir hayatla, memnu sayılan amellere karşı gösterilen dirençle ve her fırsatta Allah’ı tefekkür ve tezekkür halleriyle belli olgunluğa erişmiş bir insan, kalbine yönelir, devamlı bir ilerleme azmi yaşar ve his dünyasında derinleşebilirse, imana ait fevkalade lezzet ve müşahedelere mazhar olabilir. Böylesi bir fıtrat insanı, beklemediği bir anda karşısına çıkacak menfiliğe tepkisini koymakta hiç tereddüt yaşamaz. Hadis-i kudsîde şöyle buyrulur: “Harama nazar, şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim onu Benden korktuğundan dolayı terk ederse, onu imana çeviririm ve o kimse bunu kalbinde derin bir lezzet olarak hisseder.” 21 ‘Bu hadîs-i şerîften anlaşıldığına göre, Cenab-ı Hakk, bakışlarını bile harama meyletmekten koruyan insanın kalbinde imana ait öyle bir lezzet vermektedir ki, bu lezzet o insana her türlü iştihayı unutturmaktadır. O kişinin haram karşısındaki bu tutumu, daha sonra (ötelerde) Allah’ı müşahede gibi mühim bir neticeyi de semere verecektir.’22
Sonuç
Allah Teâlâ, maddî ve mânevî açıdan en mükemmel surette yarattığı insana, daha doğuştan hak ve hakikati tanıyabilecek bir fıtrat bahşetmiştir. Bu fıtrat, bozulmadığı, tahrip edilmediği, yanlış bir yönlendirme olmadığı takdirde, kişiyi hakka ve hakikate ulaştıracak bir cevherdir. Hakkı tanıyabilme istidadı da diyebileceğimiz bu nezih fıtrat, doğru bir eğitim, iyi bir terbiye ve düzgün bir çevre ile insanı rıza ufkuna doğru terakki ettirecektir. Bu seferde, insana fıtraten kazandırılmış olan irade, his, vicdan, kalb ve nefis gibi hâsseler refakat etmektedir. İradenin hakkı verildiğinde, vicdanın sesine kulak kesildiğinde, nefsanî duygulardan arınarak kalbî derinleşme sağlandığında, insan, mahiyetinde saklı bulunan hakiki değerlerin farkına varacaktır. Bu değerli farkındalığı yaşamak, irade insanının bitmek tükenmek bilmeyen büyük bir azim ve kararlılıkla iyi ve güzel olan amellere yönelmesiyle mümkün olacaktır.
DİPNOTLAR
1. * Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi, guner_osman@hotmail.com
2. Rûm sûresi, 30/30.
3. Kurtubî, el-Câmi’u li ahkâmi’l-Kur’ân, XIV/19.
4. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, IV/3823.
5. Buharî, Cenâiz 79; Müslim, Kader 23-25.
6. İbn Hacer, Fethu’l-bârî, III/293.
7. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, IV/3824.
8. Ebû Davûd, nikâh 3; İbn Mâce, nikâh 1.
9. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/257.
10. Fethullah Gülen, Yol Mülahazaları (Prizma-6), s.77
11. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîh, IV/106.
12. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, s.619.
13. Gülen, a.e., s.620.
14. Gülen, Yol Mülahazaları (Prizma-6), s.80-81.
15. Buharî, imân 32.
16. Âl-i İmrân sûresi, 3/92.
17. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, II/1145-1146.
18. Müslim, birr 33.
19. Buharî, imân 39.
20. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, s.71-72.
21. Hâkim, el-Müstedrek, IV/314.
22. Gülen, Yol Mülahazaları (Prizma-6), s.80.
.