|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
.
|
|
www.incemeseleler.com/.../1583-etini-yemek-helal-ve-haram-olan-hayv...
[1] Hanefi mezhebine göre; müfta bih kavle göre at eti yemek tenzihen mekruhtur.[2] ... Üveyik, saksağan,
Gerek kara üzerinde, gerek uçan gerekse deniz içerisindeki hayvanlardan hangilerinin etini yemek haramdır, hangileri helaldir ve hangileri mekruhtur. Fıkıh kitaplarından derlemeler...
Ehli eşeğin eti ve sütü mekruhtur (tahrimen). Yabani eşeğin eti ve sütü helâldir. Musannif ehlî eşek için haram dememiştir. Çünkü İmam-ı Malik (r.a)’ın hilafı vardır. İmam-ı Azam indinde atın eti de sütü de mekruhtur. İmâm-ı Ebu Yusuf ve Muhammed’e göre ise helaldir. Bazıları keraheti tenzihiye ile mekruhtur dediler. Devenin sidiği haramdır.Hanefi mezhebine göre; müfta bih kavle göre at eti yemek tenzihen mekruhtur.
Başkasına saldırıp azı dişleriyle parçalayan hayvanlar; kurt, kaplan, aslan, pars, tilki, sırtlan, ayı, sansar, maymun, çakal, fenek, samur, sincap, gelincik, arap tavşanı, fil, domuz, köpek ve kedinin yenilmesi haramdır. Domuzun her şeyi necistir. Arap tavşanı denilen hayvan ile sırtlan eimme-i selase’ye göre yenilebilir. Zürafa Şafiilere göre haram, Hanefi, Maliki ve Hanbelilere göre helâldir. Yılan, fare, kertenkele, kaplumbağa (ister karada yaşayan ister suda yaşayan olsun) gibi hayvanları ve kendisinde kan olmayan arı, karasinek, sivrisinek, pire, bit, kene ve diğer bütün böcek ve kurtçukları yemek haramdır. Şafi ve Malikilere göre tilki, samur, sincap, fenek ve kirpinin yenilmesi helâl olur. Pençesiyle avlanan yırtıcı kuşlar; doğan, şahin, kartal, tavşancıl, atmaca, akbaba, kuzgun, çaylak ve alaca kargayı yemek de haramdır. Ziraat kargasını yemek ise helâldir. Çavuş kuşunu yemek mekruhtur. Yarasa da ihtilâf vardır. Şafii ve Hanbelilere göre çavuşkuşu, kırlangıç, baykuş, yarasa ve saksağanı yemek haramdır. Şafiilere göre papağan ve tavus kuşunu yemek de helâl değildir. Gurerulefkâr isimli kitapta “Biz Hanefilere göre kırlangıç ve baykuş yenilir. Çavuşkuşu ve göçka kuşunu yemek mekruhtur. Yarasada ihtilâf vardır. Üveyik, saksağan, leylek, ve angıt kuşunu yemek her ne kadar fil asıl helal ise de, insanlar bunları yiyenlere afet isabet eder diye bildiklerinden kaçınmak uygun olur. Yemek mustehap değildir” Saksağan, kumru, bülbül, keklik kuşlarının etleri esasen helâl olduğu halde, bunların etlerini yiyenlere bir afet isabet edeceğine dair insanlar arasında bir kanaat hasıl olduğundan bunları yemek güzel görülmemiştir.
Biz Hanefilere göre suda yaşayan hayvanlardan sadece balık helâl olup diğerleri haramdır. Tafi denilen suda kendi kendine ölüp karnı yukarı gelen balık yenmez. Şafiilere göre suda yaşayanlar tafi dahil yenir. Malikiler de suda yaşayanların tamamı yenilir dedi ve hiçbir şey istisna etmedi. Çekirge dört mezhebe göre de yenilir.
Celâle denilen devamlı necaset yiyen hayvanı yemek, sütünü içmek ve bu haliyle satmak ve hibe etmek mekruhtur. Eğer devamlı necaset yemez, bazen necaset bazen de temiz yiyecek yerde eti ve sütü kokmazsa mekruh olmaz. Eğer yediği sırf necaset olursa; Tavuk üç gün, koyun dört gün, deve ve sığır hayvanı yirmi gün haps olunur, muhtar olan budur. İmâm-ı Serahsi “Hepsi için bir zaman takdir olunmaz kerih koku zail oluncaya kadar hapis olunur” dedi. Celâle deve olursa kırk gün, sığır olursa yirmi gün, koyun olursa on gün, tavuk olursa üç gün ve serçe olursa bir gün haps olunup öyle kesilir. Zahirurrivaye de celâlenin hapsi için takdir olunmuş bir zaman yoktur. Fukaha “Mahalle tavuğunu hapsetmeden yemekte beis yoktur, çünkü bu sadece necaset yemez temiz yiyeceklerde yer, kesilince eti kokmaz. Üç gün hapsedilip sonra kesileceği hususunda ki rivayet şart olarak değil de iyice temiz olsun içindir.” dedi. Domuz, köpek ve eşek sütüyle büyüyen oğlak ve kuzu da celâle hükmündedir. Bir hayvana şarap içirilip hemen kesilse eti yenir lakin mekruh olur.
F. Akyıldız
.
www.sorularlaislamiyet.com/qna/4397/midye-yemek-haram-midir.html
13 Eyl 2006 - Midye yemek Hanefi mezhebine göre caiz değildir. ... Bazıları, Hanefi mezhebinde haram diğer mezheple
.Midye, kalamar yemek haram mıdır?
Sorunun Detayı
- Bazıları, Hanefi mezhebinde haram diğer mezheplerde ise helal diyor, ne dersiniz? - Hangi deniz ürünleri yenir; ıstakoz, yengeç, ahtapot, midye, istiridye?..
| Tarih:
Çar, 13/09/2006 - 00:20
Değerli kardeşimiz;
Midye yemek Hanefi mezhebine göre caiz değildir. Zaruri bir hal yoksa yememek evladır. Mezhepleri ihtiyaç olmadan taklit etmek doğru değildir.
“Taze et yemeniz için denizi sizin hizmetinize veren Allah’tır.”1
mealindeki âyet-i kerime ile,
“Denizde avlanmak ve onları yemek size helâl kılındı ki; hem size hem de yolcu olanlarınıza faydalı olsun.”2
mealindeki âyet, denizlerin birer ilâhî nimet deposu olduğunu ve onlardan insanların faydalanabileceğini ifade etmektedir.
Âyet-i kerimelerde, Cenab-ı Hak belirli bir kısmını haramlaştırmadan ve başka hayvanlar gibi boğazlanma şartını koşmadan, bütün deniz hayvanlarının helâl olduğunu bildirmekte, kullarına kolaylığı ve genişliği temin etmektedir. Hattâ mümkün mertebe hayvana eziyet vermekten kaçınılması kaydıyla, onları yakalamak için insana her şeyi kullanabilme müsaadesini vermektedir.
Bilindiği gibi, yaşadıkları yerler bakımından hayvanlar kara ve deniz hayvanları olmak üzere ikiye ayrılır. Karada yaşayan hayvanların hangilerinin yenip yenmeyeceği fıkıh kitaplarında belirtilmiş, ayrılmıştır. Denizde yaşayan hayvanların hangilerinin yenilmesinin helâl, hangilerinin haram olduğu hususunda ise mezhepler arasında farklı görüşler mevcuttur.
Yukarıda meallerini verdiğimiz âyet-i kerimeden hareket eden Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebi âlemlerine göre, deniz hayvanlarının, yani suyun içinden başka bir yerde yaşayamayan hayvanların hepsi, nerede bulunursa bulunsun, ister balık şeklinde olsun, isterse başka cins ve şekide bulunsun, helâldir, yenebilir. Yine aynı mezheplere göre, bu hayvanların isimlerinin farklı olması, diri veya ölü olması; yakalayanların Müslüman veya gayri müslim olması hükmü değiştirmez.
Mâlikî mezhebi hiçbir deniz hayvanını istisna kılmazken, Hanbelî mezhebi yılan balığını habis saydığı için; Şâfiî mezhebi de kurbağa, yengeç ve timsah gibi hem denizde, hem de karada yaşayabilen hayvanların etinin yenilmesini haram olarak vasıflandırmaktadır.
Hanefî mezhebine göre ise, balık sûretinde olmayan deniz hayvanlarının etlerini yemek haramdır. Buna göre, daima suda yaşayan, suda barınan hayvanlardan her çeşit balık eti yenebilir. Kalkan balığı, sazan balığı, yunus balığı, yılan balığı bu kabildendir. Fakat, diğer su hayvanları caiz değildir. Midye, istiridye, istakoz ve yengeç gibi hayvanların yenilmesi helâl olarak kabul edilmemektedir, haram sayılmaktadır.3
Bu esaslara göre, midye, istiridye gibi deniz hayvanları Şâfiî, Mâlikî ve Hanbeli mezheplerine göre yenebilirken, Hanefî mezhebine göre yenilmemektedir. Hanefî mezhebinin haram saymasının sebebi, bu çeşit hayvanları gerek görünüş, gerekse yenen kısımları itibariyle hoş olmaması, çirkin ve pis sayılmasıdır.
Dipnotlar:
1. Nahl Sûresi, 14.
2. Mâide Sûresi, 96.
3. el-Mezâhibu’l-Erbaa, II/5.
(bk. Mehmed PAKSU, Helal – Haram)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Helâl Gıda Ve Gıda Maddelerinde İstihâle ve Tegayyür
Prof. Dr. Hamdi Döndüren
Anne-babanın vazifelerinden biri de kendi rızıklarına dikkat
etmeleri gerektiği gibi çocuklarına da hoş, tayyib, helâl bir rızık
yedirmeleridir.
|
Helâlı ve haramı belirleme yalnız Allah ve Peygamber’inin yetkisindedir. Diğer insanlara böyle bir yetki verilmemiş, hattâ buna kalkışanlar şu âyetle uyarılmıştır: “Siz dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak, ‘Şu helâldir, bu haramdır!’ demeyin. Aksi hâlde Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise kurtuluşa eremezler.”1
Kur’ân ve Sünnet’te hükümlerin konulması “menfaatin celbi ve mazarratın def’i (yarar sağlama ve zararı önleme)” ilkesine dayanır. Yüce Allah birçok âyette dünyayı, yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle insanın emir ve tasarrufuna verdiğini, hayvanları ve bitki örtüsünü insan için yarattığını bildirmiştir. Kur’ân’da et, süt ya da gücünden yararlanılacak hayvanlardan, kuş türlerinden ve deniz avının helâl kılındığından söz edilir.
Eşyada asıl olan mubahlıktır. Bu yüzden Kur’ân ve Sünnet’te sadece yenilmesi, içilmesi veya kullanılması caiz görülmeyen şeyler belirtilir, bunların dışında kalan şeylerin meşru olduğu bildirilir.
Kur’ân-ı Kerîm’de yenilmesi yasaklanan hayvanlar ve hayvanî gıdalar ikisi Mekke’de ikisi Medine döneminde inen dört âyette sayılmıştır, bunlar; ölü hayvan, domuz eti, kan ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvandan ibarettir.2 Bu konuda son inen âyette şöyle buyurulur:
“Ölmüş hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilmiş, boğularak veya vurularak yahut yukarıdan yuvarlanarak ölmüş ya da (başka bir hayvan tarafından) süsülmüş veya canavar tarafından parçalanmış hayvanla -ölmeden yetişip kestikleriniz müstesna- dikili taşlar üzerinde boğazlananlar ve fal okları ile kısmet aramanız size haram kılınmıştır. Bunlar itâat sınırı dışına çıkmaktır…”
Hayvan kesilirken besmele çekilmesi, av hayvanı ise avlanma kurallarına uyulması gerekir.
Hanefilere göre besmele kasten terk edilmediği sürece Müslüman veya ehl-i kitaptan birisinin keseceği hayvanın eti yenir. Hanefiler bu konuda daha çok Mekke döneminde putlar adına kesilen hayvan yerine Allah’ın adı zikredilerek kesilecek hayvan etinin yenilmesini bildiren âyetlere ve Hz. Peygamber’in her önemli işe besmele ile başlanmasını bildiren hadîs ve uygulamalarına dayanırlar.
İmam Şâfiî’ye göre ise her önemli işte olduğu gibi hayvan keserken de besmele çekilmesi Sünnet veya müstehap olmakla birlikte, besmele terk edilse bile Müslüman veya ehl-i kitaptan birisinin keseceği hayvanın eti yenir.3
Hz. Aişe şöyle demiştir: “Bedeviler bize et getirirlerdi. Biz onların besmele çekip çekmediklerini bilmezdik. Hz. Peygamber, ‘Siz yerken besmele çekin ve yiyin.’ buyurdu.” Eğer hayvan kesilirken besmele çekmek şart olsaydı, Hz. Peygamber durumları bilinmeyen bedevilerin getirdiği etin yenilmesini emretmezdi.
Kur’ân’daki Yasağın Sünnet’le Genişletilmesi
Kur’ân-ı Kerîm’de helâl kelimesi ile ifade edilen mubahlığın ölçüsü şöyle belirlenir: “Sana kendileri için nelerin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: Bütün iyi ve temiz şeyler (tayyibât) size helâl kılınmıştır.”4 Bununla birlikte Hz. Peygamber’e de helâl ve haramı açıklama ve gerektiğinde bunlara ilâve yapma yetkisi tanınmıştır. “O peygamber onlara iyiliği emreder, kötülükten meneder, onlara temiz olan şeyleri (tayyibât) helâl, pis olan şeyleri (habâis) de haram kılar.”5
Peygamber Efendimiz’in, kendisine verilen bu yetkiyi, “temiz olan gıda maddelerinin yenmesi, pis ve zararlı olanların ise yasaklanması” ölçüleri içinde kullandığında şüphe yoktur.
Kur’ân’da yasak edilen dört çeşit hayvanî ürünün, Hz. Peygamber’in şu hadîslerinde genişletildiği görülür:
“Allah’ın Resûlü, köpek dişi olan yırtıcı hayvanları ve tırnaklı yırtıcı kuşları yemeyi yasakladı.”6
Sonuç olarak Ebû Hanîfe, Şâfiî ile Ahmed İbn Hanbel’e ve İmam Mâlik’in sağlam görüşüne göre, hadîslerde zikredilen bu gibi hayvanların etlerini yemek caiz değildir. İmam Mâlik’in ikinci görüşüne göre ise yukarıdaki hadîs haramlık değil kerâhet bildirir.7
Deniz hayvanları
Deniz hayvanları da insanın yararlanması için yaratılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de: “Size deniz avı helâl kılındı..”8 buyurulur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Bizim için iki ölü ve iki kan helâl kılındı. Ölüler; çekirge ve balık. Kanlar da karaciğer ve dalaktır.” 9
Hanefiler yukarıdaki âyet ve hadise dayanarak, suda yaşayan hayvanlardan sadece balık çeşidine girenlerin caiz olduğu görüşündedirler.
Hanefiler dışındaki üç mezhebe göre yukarıdaki âyette bir sınır getirilmediği için denizde yaşayabilen her hayvanın eti yenebilir. Diğer yandan Hz. Peygamber, “Denizin suyu temiz, ölüsü helâldir.”10 buyurmuştur. Ancak bazıları su domuzunu ve su köpeğini istisna ederek, diğerlerinin helâl olduğunu söylemişlerdir. Bu konuda şöyle bir kıyas da yapılmıştır: Deniz hayvanlarında kan mevcut değildir. Haram kılınmış olan ise ancak kandır. Bu yüzden deniz hayvanlarının hepsi tıpkı balık gibidir.
Kur’ân’la Yasaklanan Nebatî Ürün: Şarap
Kesin içki yasağı bildiren âyette şöyle buyurulur: “Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz.”
İçki yasağı için âyet ve hadîslerde kullanılan “hamr” sözcüğü Ebû Hanîfe ve onun görüşünde olan kimi sahabe ve tâbiî fakihlerine göre yalnız yaş üzümden yapılan içkinin adı olup, Kur’ân nassı ile “li aynihî haram” olan budur. Hanefi mezhebinde müftâ bih olan görüş ise11 diğer üç mezhepte olduğu gibi içildiği zaman kişiyi sarhoş eden bütün içecekler hamr (şarap) hükmündedir. Bunların azı da çoğu da haramdır. Çünkü Hz. Peygamber, “Sarhoşluk veren şeyin çoğu ve azı haramdır.”12 buyurmuştur.
Nebiz
Ebû Hanife’ye göre şarap dışındaki diğer sarhoş edici maddeler aynen ve bizzat değil kıyas yoluyla haram kapsamına girer. Burada illet “iskâr (sarhoş etme)” niteliği olup, bu da “Her sarhoşluk veren şey haramdır.” gibi hadîslere dayanır.13 Yaş üzüm suyu ancak ekşiyip acılaştıktan ve köpüğünü attıktan sonra keskinleştiği takdirde hamr (şarap) hükümleri tam olarak bulunur. Üçte ikisi gidinceye kadar kaynatılmış kuru üzüm ve kuru hurma ise nebiz adını alır ve sarhoş eden miktarını içmek caiz olmaz.14 Eğer bunda bir sertlik hissedilirse suyla hafifletilmesi gerekir. Rivayete göre Hz. Ömer’e kuru üzüm nebizi getirildiğinde su isteyerek onun üzerine dökmüş, sonra da içerek, “Taif kuru üzümünün nebizinde acılık olur.” demiştir.15 Müslim’in naklettiği birkaç hadîste, Allah Elçisi’nin nebîzin içilmesine izin verdiği, ancak, farklı meyve ve maddelerden yapılan nebîzlerin karıştırılarak içilmesini yasakladığı nakledilir.16
Sonuç olarak üzümden yapılan içkiler aynen haram ve necistir, bunun dışındaki meyve vb.den yapılan alkollü içkileri de içmek haramdır. Ancak bunların kendileri şarap gibi necis sayılmaz, bir kimsenin üzerine şarap dökülse namaza engel olurken, meselâ ispirto, kolonya gibi bir sıvı dökülse, namaza engel olmaz. Zaten alkol uçucu bir madde olduğu için, kısa bir süre sonra buharlaşır. Ebû Hanife’nin temsil ettiği Irak ekolü bu konudaki hadîslerin bir kısmını zayıf bulmuş, bir kısım hadîslerde de nebize, mecazen hamr (şarap) denildiğini söylemiştir.17
Günümüzde alkollü içki ve uyuşturucular pek çok bitki ve meyvelerden elde edilir olmuş; haşhaş, esrar, kokain gibi sıvı veya katı olanları bulunmuştur. Adı ne olursa olsun; yenildiği, içildiği, damara zerk edildiği veya dumanı çekildiği zaman sarhoşluk veren yani iskâr niteliği bulunan her madde çoğunluk fakihlerce doğrudan, Ebû Hanîfe’ye göre ise şaraba (hamr) kıyas yapılarak içki hükmünde ve yasak kapsamındadır.
İstihâle ve Tagayyür
İstihâle; hayvanî veya nebatî bir ürünün bir hâlden başka bir hâle geçmesi, tagayyür de nitelik değiştirmesi demektir. Böyle bir değişim sonunda daha önce pis olan bir madde temiz hâle dönüşebilir. Bunun sonucunda haramlık da kalkmış olur. Örnek: Şarap sirkeye dönse, misk ahusunun kanı miske dönse bunlar temizlenmiş olur. Yine pis bir toprak altüst edilmekle, pis bir zeytinyağı da sabun hâline getirilmekle temiz hâle gelir.
Lâboratuar ortamının bulunmadığı müctehid imamlar döneminde, tecrübeye dayanarak verilen değişim örneklerinin günümüz kimya tahlilleri ile de kontrol edilmesi gerekir. O dönemde maddelerin daha çok “renk, koku ve tat” değişikliği dikkate alınarak nitelik değiştirip değiştirmediği anlaşılmaya çalışılmıştır.
Şarabın sirkeye dönüşmesi ile ilgili bir değerlendirme
1- Hanefilere göre şarap sirkeye dönüşünce artık yeni bir madde hâline gelmiş olur. Şaraplıkla ilgisi kalmaz. Dayandıkları deliller: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Herhangi bir deri tabaklandığında temiz olur. Sirke durumuna gelen hamrın helâl olması gibi.”18 Bu bozuk bir cevherin iyileştirilmesi gibidir.
İçki yasağı bildiren âyet gelince, başlangıçta Ebû Talha’ya ve diğer sahabeye evlerindeki şarapların sirkeye dönüştürülmesi için izin verilmemesi, onları şarap içme alışkanlığından uzaklaştırmak içindir.19 Nitekim hadîste, “Sizin en iyi sirkeniz şaraptan (hamr) yapılandır.”20 buyrulmuştur.
2- İmam Şâfiî’ye göre şaraptan (hamr), içine tuz veya sirke gibi bir şey atarak, onu güneşte tutarak veya ateşte kaynatarak sirke yapmak caiz değildir.
Dayandığı deliller şunlardır: Hadîs: “Hz. Peygamber hamrın sirkeye çevrilmesini (başka bir rivayette sirke edinilmesini) yasakladı.”21 Ebû Talha’dan rivayete göre, onun evinde yetimlere ait şaraplar (hamr) vardı. Kesin içki yasağı bildiren âyet gelince, “Ey Allah’ın Rasûlü! Bunları ne yapayım, sirke yapmayayım mı?” diye sordu. Hz. Peygamber “Hayır yapma, dök!” buyurdu.22 Kısaca şarap sirkeye çevirmekle mal hâlini almaz, kendisi necis olduğu için, sirke yapmak için ona katılacak madde de necis hâle gelir. 23
Gıdalardaki Katkı Maddeleri ve Zararları
Katkı maddesi deyince; normalde gıdanın besleyici unsurlarından olmadıkları hâlde, gıda üretiminde teknolojik işlemlere yardımcı olma, bozulmayı önleme, dayanıklılığı artırma, besleyici değeri koruma, renk, görünüş ve lezzet gibi duyusal özelliklerini düzeltme ve koruma gibi değişik maksatlarla besinlere katılan maddeler akla gelir.
İnsanlarda doğuştan anomaliye yol açan maddelerin bir kısmı gıdaların içinde yapıtaşı olarak bulunur. Kafein, metil ksantin ve metil glioksal bunlardandır. Diğer bazı maddeler ise gıdalara bilerek katılır. Nitrikler gibi. Doğumsal anomaliye yol açan maddelerin hemen hepsi aynı zamanda kanser yapıcı etkiye de sahiptir. Bazı katkı maddeleri de insan vücudunda alerji meydana getirir. Astım, kurdeşen, saman nezlesi bunlar arasındadır. Yine bu katkı maddeleri insan bünyesi için toksik-zehirli, kanser yapıcı, hattâ nesilleri bozucu tesire sahip olabilirler.24
Sadece alkolde çözünen bir renk maddesi, eğer çözülmeden bir içeceğe karıştırılırsa tortu bırakır ve ortamı renklendirmez. Tortu yoksa belli miktarda alkolü içerdiği akla gelir ki, bunun seviyesi % 1,2 kadar olabilir.25
Özel katkı maddeleri
1- Peynir mayası: Sütü pıhtılaştırıp peynir hâline getirmek için kullanılan bir enzimdir. Bu işlevi sütü sıvı tutan süt proteinlerini parçalayarak yapar. Peynir mayası geviş getiren hayvan buzağılarının dördüncü midelerinden (şirden) elde edilir.26 Günümüzde bu mayalar dana, domuz, piliç gibi hayvanlardan elde edilmektedir. Domuz mayası çok ucuza mal edildiği için çoğunlukla dana mayasına karıştırılarak kullanılır.
2- Kimyasal mayalar: Genetik mühendisleri, buzağı genlerine konakçı mikroplar aşılayarak kimyasal kaynaklı mayalar elde etmişlerdir. Bugün için Batı ülkelerinde peynir üretimi için kullanılan mayaların yarısını bu çeşit enzimler oluşturmaktadır.
3- Jelâtin (E441): Hayvanların deri, kemik, kıkırdak, bağ dokusu gibi kısımlarının uzun süre kaynatılması, asit ve kireçle muamele edilmesi sonucunda elde edilen şeffaf ve yumuşak bir maddedir.
Jelâtin sığır, domuz, balık ve kümes hayvanları gibi omurgalıların Kollagen’inden elde edilen bir protein türüdür. Gıda ve ilâç üretiminde ve sanayide birçok kullanım alanı vardır. En çok kullanıldığı alan jöleler ve jelâtinli şekerlemelerdir. Ayrıca hazır gıdalarda sabitleştirici, kıvam artırıcı olarak kullanıldığı gibi, dondurma, reçel, krem peynir ve margarinlerde yapı elemanı olarak kullanılır. Jelâtin elma suyu benzeri meyve sularını ve sirkeleri berraklaştırmak için de kullanılır.27
Jelâtin ve benzeri gıda katkı maddelerinin İslâm’a göre eti yenen hayvanî ürünlerden üretilmesi yoluna gidilmelidir. Günümüzde Müslüman ve Yahudilerin tüketimine sunulmak üzere uygun hayvanlar ve balıktan üretilmiş jelâtinler de bulunur. Nebatî kaynaktan elde edilmiş jelâtin yoktur.
Sonuç olarak günümüzde özellikle peynir mayası ve jelâtin gibi domuzdan da elde edilebilen katkı maddelerinin güneşte kurutulma, tuzun içinde uzun süre bekletme, güneşte kurutulup öğütülme, jelâtinde olduğu gibi uzun süre ateşte kaynatılma gibi üretilme şekilleri dikkate alınarak kimyevî bir değişime uğrayıp uğramadığı lâboratuar kontrolü ile tespit edilmelidir.
* Uludağ Üniv. İlâhiyat Fak. Öğrtm. Üyesi
hdonduren@yeniumit.com.tr
Dipnotlar
1. Nahl, 16/116. bk. 136, 138-140.
2. En’âm, 6/145; Nahl, 16/115; Bakara, 2/172 ve 173.
3. Dârekutnî, IV, 295; Serahsî, Mebsût, XI, 238. Dârekutnî’de, hadisin râvîsi Mervan b. Sâlim’in zayıf olduğunu belirtir. Ayrıca aynı hadis İbn Abbas’ın sözü olarak da zikredilir.
4. Mâide, 5/4.
5. A’râf, 7/157.
6. Müslim, Sayd, 15, 16; Ebû Dâvûd, At’ime, 32; Tirmizî, Sayd, 9, 11.
7. Mâlik, Muvatta’, Sayd, 10-12.
8. Mâide, 5/96.
9. İbn Mâce, Sayd, 9, At’ıme, 31; A. İbn Hanbel, II, 97.
10. Ebû Dâvûd, Tahâre, 41; Tirmizî, Tahâre, 52.
11. Abdu’l-Gani, el-Meydanî, el-Lübab fi Şerhi’l-Kitab, (Dersaadet) 3/216; İbrahim Halebi, Mülteka’l-Ebhur, 2/263.
12. Ebû Dâvûd, Eşribe, 5; Tirmizî, Eşribe, 3; Nesâî, Eşribe, 25; İbn Mâce, Eşribe, 10.
13. bk. Buhârî, Edeb, 80, Ahkâm, 22, Megâzî, 60; Müslim, Eşribe, 73-75; Ebû Dâvud, Eşribe, 5, 7.
14. Serahsî, Mebsût, XXIV, 9.
15. Serahsî, age, XXIV, 8.
16. Müslim, Eşribe, 5, Hadis no: 22. bk. Ebû Dâvûd, Eşribe, 8; Nesâî, Eşribe, 4.
17. Sâbûnî, Tefsîru Âyâti’l-Ahkâm, Mâide, 5/90.
18. Serahsî, age, XXIV, 23.
19. Serahsî, age, XXIV, 24.
20. Beyhakî, Sünen, VI, 38; Nasbu’r-râye, IV, 367.
21. Müslim,Eşribe, 11; Tirmizî, Buyû, 59; Beyhakî, Sünen, VI, 37.
22. Tirmizî, Buyû, 37; Beyhakî, Sünen, IV, 37.
23. Serahsî, Mebsût, XXIV, 22, 23.
24. Hasan Doğruyol, Gıdalardaki Katkı Maddeleri ve Zararları, Nobel Tıp Kitabevleri, İstanbul 2007, s. 1-3.
25. age, 3, 4.
26. age, 49.
27. Doğruyol, age, s. 57-59.
Para Vakıfları Ve Günümüz Bazı Alternatif Finansman Kaynakları
Prof. Dr. Hamdi Döndüren
Ekonomik sistemler, kaynakların insanların ihtiyaçları çerçevesinde dengeli ve adaletli dağılımını, en verimli şekilde işletilip, en rantabl biçimde kullanımını esas alır. Bu noktada birleşen iktisat sistemleri , bu meselelere bakışları, konuyla alâkalı getirdikleri prensipler ve ortaya koydukları düzenlemeler açısından farklılıklar arz eder.
|
1- Osmanlı Devleti Uygulamasında Para Vakıfları:
Vakıf, belli gayelerin gerçekleşmesi için menkul veya gayrimenkul malın kendisinin veya gelirinin bir hayır amacına tahsisidir. Vakfiye ise, vakfın kuruluş gayesini, vakfedilen malların dökümünü ve bunların işletilme şeklini, vakfın gelirlerinin sarf yerlerini gösteren ve yargıç kararıyla tescil edilen bir vesikadır. Osmanlı Devleti döneminde vakfiyeler, İslâm'a uygunluğu denetlenip, kadı siciline kaydedildikten sonra kesinleşirdi.1
Vakıflarda "ebedilik" niteliği arandığı için, nakit paranın vakfedilip edilemeyeceği uzun süre tartışılmış, Şeyhu'l-İslâm Ebussuud Efendi'nin (v. 982/1574) "nakit para vakfında, malın cinsinin (mislin) devamı, kendisinin (aynın) devamı hükmündedir." fetvası ile para vakıflarının önü açılmıştır.
Osmanlılarda ilk bilinen para vakfı, Fatih Sultan Mehmed'in, geliri yeniçeri ocaklarına verilen etlerin sübvansiyonunda kullanılmak üzere vakfettiği 24.000 altın tutarındaki vakıftır.2 İstanbul'da Fatih'ten itibaren, 1456–1551 yılları arasında 1161 para vakfı vardı.3
Yine İstanbul'un et ihtiyacı için Kanuni Sultan Süleyman kendinden önce bu maksatla tesis edilen para vakıflarını birleştirerek, 698 bin akçelik bir vakıf oluşturmuştu.4 Bu paralar İstanbul kasaplarına kredi olarak veriliyordu. Para vakıfları o kadar gelişmişti ki, bunları "Vakıf bankalar" olarak isimlendirmek mümkündür.
Para vakıflarında toplanan fonlar, vakfiyelerindeki şartlara göre işletilmesi gerekiyordu. Fonların işletilmesinde kullanılan başlıca yöntemler şunlardır:
Karz (ödünç vermek), Mudarebe (emek-sermaye ortaklığı), Murabaha (vakıf para ile peşin mal alıp vadeli satmak yoluyla kâr elde etmek) ve Bidâa (vakıf parayı hayır amacıyla işletip kârın tamamını vakfa vermek). Bunlardan en çok kullanılan yöntem "Murabaha"dır.
Tarihî süreçte, para vakıflarından kredi kullanan kimi girişimciler, kervan ve gemilerle uzak ülkelere giden ve kârlı ticaret yapan büyük tüccarlardı. Bunlar elde ettikleri kârdan sermaye sahiplerine pay veriyorlardı.5
15. yüzyıldan itibaren önemli bir finans kaynağı olan para vakıflarının, diğer vakıflar içindeki gelişme süreci şöyledir:6
Bu resmî kayıtlara göre 1456–1546 arası 90 yıllık dönemde vakfedilen nakit para toplamı 18 milyon akçeye ulaşmaktadır. Bunların diğer vakıf çeşitlerine göre yüzde ortalaması ise, vakıf sayısı içinde % 26, toplam nakit değerler içinde ise % 44,3'tür.
Aynı döneme ait, 933/1527 yılı Osmanlı Devleti vergi gelir toplamı 537 milyon 927 bin akçe kadardır. Bundan eyaletlere, has, tımar ve zeamet teşkilâtlarına verilen paylar düşüldükten sonra, merkezde toplanan bütçe gelirlerinin % 12 kadarını, vakıf paraların oluşturduğu görülür.7
Para vakıfları Osmanlı'nın son dönemlerine kadar önemini korumuştur. Nitekim 18 ve 19. yüzyıllarda kurulan vakıflar üzerinde yapılan incelemelerden, 18. yüzyıl vakıflarının % 31,7'sinin, 19. yüzyıl vakıflarının ise % 56,8'inin para vakıfları olduğu tespit edilmiştir.8
Osmanlı Devleti'nde son yüzyıla kadar tedavülde altın veya gümüş paranın kullanılması, enflasyonun çok düşük seyretmesine vesile olmuştur. Çünkü maden değeri ile piyasada dolaşan para sisteminde enflasyon yoktur.9 Paradaki değer kaybı günümüze oranla asırlara göre hesaplandığında çok düşüktür. Meselâ ilk Osmanlı akçesinin basıldığı 1326 yılından 1740 yılına kadar 414 yıllık süre içinde değer kayıp oranı % 84,3 idi. Buna göre yıllık ortalama değer kaybı % 0.24'te kalmıştır.10
Vakıf paraların ekonomide bir istikrar unsuru olması, bunların vakıf mütevellileri tarafından standart ölçülerde işletilmesi ile yakından ilişkilidir. Şöyle ki:
İslâm kültüründe vakıflara, yetimlere ve kamuya ait bütün mal ve nakit para varlıkları rayiç piyasa fiyatları ölçü alınarak yönetilir. Bunların satımı veya kiraya verilmesi durumunda fâhiş gabin (aşırı aldanma) ölçüsünde ucuza verilmesi, satım veya kira akdini geçersiz kılar. Gerektiğinde bunları yöneten mütevelli, velî veya kayyım, ortaya çıkan zararı tazmin etmekle yükümlü olur.11
İlk olarak Belh fakihlerinden Nusayr b. Yahya (v. 268/881), rayiç piyasa fiyatlarının dışına çıkmayı ifade eden "fâhiş gabin" ölçülerini, gayrimenkullerde % 20, hayvanlarda % 10 ve menkul mallarda % 5 olarak tespit etmiştir. Osmanlı Devleti piyasasında yüzyıllarca ölçü alınan bu miktarlar, 1876 tarihli Mecelle'nin 165. maddesi ile kanunlaştırılmıştır.12
Osmanlı ekonomik yapısında hâkim olan bu fiyat standartlarının, para vakıflarının "Vakfiye"lerinde de standart ölçülere bağlandığı görülür.
Aşağıda vereceğimiz iki vakfiye örneği bu standartlığa işaret eder:
a) 1517 tarihli, 2. Bayezid'in oğlu Şehinşah'ın oğlu Mehmed'in karısına ait, 91.000 gümüş dirhemlik paranın vakfiyesinde işletilme şekli şöyle belirlenmiştir: "Yukarıda adı geçen vakfedici kadın, miktarı belirtilen 91.000 gümüş dirhemin, ne eksik ne de fazla olmamak üzere, yılda her 10 dirheme, 1,25 dirhem (yıllık % 12,5) hesabı üzere, faiz (riba) ve faiz şüphesinden uzak bir şekilde, İslâm'a uygun bir muamele (muamele-i şer'iyye) ve günlük rayiç bedeller (murabaha-i mer'iyye) uygulanarak, kâr (rıbh) getirecek şekilde işletilmesini şart koştu. Bu muamele sağlam rehin veya varlıklı kefil güvencesi ile güçlendirilir."13
Bu vakfiyeye göre, vakfın konusu olan para fonu, yıllık % 12,5 kârla işletilecektir. Meselâ; İstanbul kasapları için hayvan yetiştiricilerinden peşin parayla satın alınacak hayvanlar, % 12,5 yıllık kârla kasaplara satılacak, kasaplar ödemeyi para vakfına bir yıl sonra yapacaktır. Bunun, günümüz faizsiz bankalarında uygulanmakta olan "Murabaha"dan ibaret olduğunda şüphe yoktur.
Osmanlı dönemi fıkıh literatürü ve para vakfı vakfiyeleri incelendiğinde, bu çeşit vakıflara ait anaparanın; Karz-ı hasen (ödünç verme), Mudarebe (emek-sermaye ortaklığı yoluyla işletme), Müşâreke (sermaye ortaklığı), Murabaha (malı peşin fiyatla satın alıp yıllık belli kârla alıcıya devretme), Bidâa (vakıf parayı Allah rızası için meccanen işletip kârın ve anaparanın tamamını vakfa verme), veya bey' bi'l-vefa (mülkiyeti muhafaza kayıtlı geçici satış) yöntemlerinden birisiyle veya birkaçı ile işletildiği görülür. Böyle bir kredi kullanımı sonucunda elde edilecek gelir, vakfın hayır cihetine harcanır.
b) Kanuni Sultan Süleyman, çeşitli para vakıflarını birleştirerek oluşturduğu 698.000 akçelik vakıf paranın "Murabaha" yoluyla işletilmesini ve elde edilecek kârın (rıbh) İstanbul kasaplarına sermaye olarak kullandırılmasını şart koşmuştur.14
Bu uygulamalara göre, vakıf paraların Murabaha yoluyla yıllık % 10-15 arası kârlarla işletilerek, bir çeşit bankacılık faaliyeti sürdürülmüştür. Ancak para vakıflarının arka plânında, "Murabaha" yöntemi görülür.
Yıllık olarak eklenen bu fazlalığı faiz olarak değerlendirenler de olmuştur. Ömer Lütfü Barkan ve John E. Mandaville bunlar arasındadır.15
Günümüz, faizsiz katılım bankaları büyük ölçüde Murabaha yöntemini kullandıkları ve klâsik bankaların faiz oranlarına yakın kâr payı verdikleri için, bu itham onlara da yapılmaktadır. Böyle bir ithama maruz kalmamak için onların Mudarebe ve risk sermayesi gibi daha kârlı alanlara yönelmesi beklenir.
2- Bey' bi'l-Vefâ Yoluyla Finansman Kullanımı:
Günümüz beşerî hukuklarında yer alan "mülkiyeti muhafaza kaydı ile satış" çeşidi bir çeşit ipotek olup, daha çok taksitle mal satışlarında, satış bedelini teminat altına almak maksadıyla uygulanmaktadır. Borç ödenince, mal üzerindeki ipotek kalkar ve malın mülkiyeti ilk sahibinin üzerinde devam eder.16
Borcun tamamı ödeninceye kadar, ipotekli mal üzerinde satıcı aslî, alıcı fer'î zilyed durumundadır. Bunun bir neticesi olarak, şart yerine gelmeden malda yapılacak temlikî her tasarruf geçersiz sayılır. Bu konuda kötü niyetli üçüncü kişilerin hakkı da korunmaz.17
Tarihte doğu İslâm toplumlarında, faizsiz kredi temini için başvurulan "bey' bi'l-vefa" işlemi de, sözünü ettiğimiz bu ipotek çeşidine benzer ve fıkıhtaki "rehin" işleminden başka bir şey değildir. Bu yöntem, 15. milâdî yüzyıldan itibaren kullanılmış ve örf hâline gelmiştir.
Tarihte ilk olarak Şeyh Bedruddin Mahmud (v. 823/1420) Câmiu'l-Fusûleyn adlı eserinin 18. faslında, Necmuddin Ömer bin Muhammed en-Nesefi'nin Fetva'sından naklen şunları kaydeder: "Zamanımızda halkın faizden korunmak için yaygın olarak kullandıkları ve adına bey' bi'l-vefa dedikleri muamele, gerçekte rehinden (ipotek) başka bir şey değildir. Çünkü bu işlemde, alıcı mala mâlik olamaz ve mal sahibinin izni olmadan da ondan yararlanamaz. Maldan izinsiz yararlanır ve malı telef ederse tazmin etmesi gerekir. Eğer ipotekli mal telef olursa borç düşer. Bize göre bununla rehinin (ipotek) hükmü arasında hiçbir fark yoktur. Akdi yapanlar ona satış deseler bile bu, teamül (örf) hâline gelmiş rehindir ve burada maksat, alacağı teminat altına almaktır."18
Bey' bi'l-vefa sözleşmesinde, alıcı akit süresince mala mâlik olamaz. Satıcı, süre dolmadan her an borcunu ödeyip malı geri isteyebilir. Ancak bu şekilde ipotekli bir malı, ne satıcı ne de alıcı diğerinin izni olmadıkça başkasına satamaz. Bu hak mirasçılara da geçer.
İslâm fıkhına göre, rehnedilen (ipotekli) bir maldan, sahibinin izni bulununca ipotek ettiren kimse yararlanabilir. Böyle bir yerde kendisi oturabilir, ticaret yapabilir ya da kiraya verip kira bedelini alabilir.
Mecelle'yi şerh eden Ali Haydar Efendi (v. 1355/1936) bu konuda şöyle der: Bey' bi'l-vefa yoluyla satılan bir gayrimenkulün gelirinden bir bölümü, alıcıya ait olmak üzere şart kılınsa, bu şarta uyulması gerekir. Çünkü Mecelle'nin 83. maddesinde, "İmkân ölçüsünde yasalara uygun bulunan (legal) şarta uymak gerekir." hükmü yer alır.19
Son dönem İslâm bilginlerinden Ömer Nasuhi Bilmen'in konu ile ilgili tespiti şöyledir: İslâm bilginlerinin çoğunluğu, mülkiyeti muhafaza kaydıyla satışı (bey' bi'l-vefa) rehin (ipotek) olarak kabul eder. Mal sahibinin izni olunca, alıcı malın gelirinden yararlanabilir.20
Meselâ: Faizsiz yolla kredi sağlamak isteyen (A), aylık 1000 dolar kira geliri olan ve gerçek değeri 100 bin dolar bulunan bir gayrimenkulünü, bey' bi'l-vefa sözleşmesi yaparak, iki yıl süreyle, (B)'ye satsa, (B) iki yıllık süre içinde 24.000 dolar kira bedelini alabilir. (A), en geç vade sonunda 100.000 dolar borcu (B)'ye öderse, ipotek kalkar ve gayrimenkulünü geri alır. Eğer süre sonunda kredi geri ödenmezse, bu gayrimenkulün mülkiyeti kendiliğinden (B)'ye geçer.
Ancak (B)'nin bu ipotekli gayrimenkulden yararlanamama riski de vardır. Gayrimenkulün boş kalması, tarım arazilerinden ürün alınamaması gibi riskler bunlar arasında sayılabilir.21
Yukarıdaki örnekte, (A), kendine ait ipotekli gayrimenkulü kullanmaya devam edecekse "kiracı" sıfatıyla yararlanır. Bu durumda (B)'ye rayiç fiyat üzerinden kira bedeli ödemesi gerekir. Fıkıhta bu son işleme "Bey' bi'l-istiğlâl" denilmiştir.22
Bu duruma göre kredi alacaklısı, şart konulmuşsa, ipotekli yerden yararlanabilir. İpotekli yerin kira gelirini almak da yararlanma kapsamına girer.23
3- Tahvil ve Sukuk Çıkarma Yoluyla Finansman:
a) Tahvil ve Mukarada Tahvili İlişkisi:
Beşerî hukukta tahvilin tanımı şöyle yapılmıştır: Anonim şirketlerin ödünç para bulmak için itibari kıymetleri eşit ve ibareleri aynı olmak üzere çıkardıkları borç senetlerine "tahvil" denir.24
Devlet tahvilleri, hazine bonoları gibi kamu tüzel (hükmî) kişileri tarafından çıkarılan tahvillerle, Anonim şirketlerce çıkarılan tahviller, menkul kıymetler grubuna dâhil kıymetli evraktan sayılmıştır. Hattâ açık bir hüküm bulunmamakla birlikte, sermayesi paylara bölünmüş Komandit Şirketlerin de tahvil çıkarabilecekleri savunulmuştur.25
İslâm'ın yayıldığı ilk dönemlerde, Hicaz yöresi denilen Mekke ve Medine toplumları emek-sermaye ortaklığına Mukarada veya Kıraz terimini kullanırlardı. Irak yöresi ise, bu ortaklık için Mudarebe terimini kullanmıştır.26 Buna göre, emek-sermaye ortaklığı (Mudarebe) esasları çerçevesinde çıkarılacak faizsiz tahvile "Mukarada" veya "Mudarebe tahvili" diyebiliriz.
Mukarada veya mudarebe tahvili ilk olarak Türkiye mevzuatına Albaraka Türk A.Ş.'nin 12.11.1984 tarihli ilk Ana Sözleşmesi ile girmiştir.27 Adı geçen Ana Sözleşme'nin 11. maddesine göre; ilgili kanun, tüzük, kararname ve tebliğlerce müsaade edildiğinde ve ilgili mercilerden izin alınarak on yıla kadar süreli mukarada tahvilleri çıkarılabilecektir. Ancak mukarada tahvili Türkiye'de uygulama alanı bulamamış ve Albaraka Türk Finans Kurumu, bu tahvil çeşidini, yeni Ana Sözleşmesi'ne almamıştır.28
b) Sukuk uygulaması:
Günümüz bazı dünya piyasalarında Mukarada tahvili yerine bir çeşit gelir ortaklığı senedi veya çeki sayılan "sukuk" belgeleri kullanılmaktadır. Arapçada sakk (çoğulu sukuk) olarak kullanılan Farsça çek kelimesi, aslî şekil ve anlamıyla bugün batı dillerinde yaşamaktadır. Hz. Ömer devrinde de varlığı bilinen çek keşidesi beytülmale ve daha çok cihbizlere yapılabiliyordu. Ancak Hz. Ömer'in, kıtlık yıllarında vurgunculuğa yol açmaması için, beytülmalden gıda maddesi alımını sağlayan sakk (çek) belgelerinin el değiştirmesini yasakladığı belirtilir.29
Günümüz sukuku (çekleri) geçmişte kullanılan bu sukuktan farklıdır. Günümüzde Mudarebe, Muşareke, İcâre hatta İstisna' sözleşmelerine dayalı "kâr veya gelir ortaklığı senedi" diyebileceğimiz bu belgeler dünya borsalarında yerini almış bulunmaktadır. Sukuk veya faizsiz menkul kıymet kullanımı son yıllarda oldukça yaygınlaşmıştır.
Körfez ülkelerinde 2000 yılında toplam değeri 336 milyon USD olan üç ihraçla başlayan sukuk işlemleri, 2006 yılı sonunda 77 ihraçla 27 milyar USD'nin üzerinde bir hacme ulaşmıştır.
Sukuk bonolar yani varlığa dayalı faizsiz tahviller, Malezya'nın buluşudur. 2002 yılında Malezya hükümeti tarafından ihraç edilen sukuk bonolara yönelik ilgi, Pakistan, Bahreyn, Brunei Sultanlığı, Katar gibi birçok bölge ülkesinin de konuyla ilgili harekete geçmesi, gelişmiş ülke sermaye piyasalarında bu yeni yatırım enstrümanına uygun ortamlar meydana getirmiştir.. Moody's Investors Service'in tahminlerine göre, sukuk pazarı 40 milyar doları aşan bir büyüklüğe sahiptir.
Bir sukuk bono ihraç edebilmek için borçlunun önce bir varlık sahibi olması gerekiyor. Bu varlığa istinaden ihraç gerçekleşiyor. Meselâ, ilk uygulamanın hayata geçtiği Malezya'da, Federal Malezya Arsa Ofisi'nin elindeki arsalar, kurulan bir kamu varlık şirketine satılmış, arsalar daha sonra Malezya hazinesine kiralanarak kira geliri kontratları oluşturulmuştur.
Bu kira gelirlerine dayalı olarak ihraç edilen sukuk bonolarla da menkul kıymetleştirme yapılmıştır.
Sukuk genel olarak İslâmî prensiplere uygun (faizsiz) tahvil olarak tanımlanır. En basit şekliyle sukuk bir varlığa sahip olmayı veya ondan yararlanma hakkını gösterir. Sukukta yer alan hak-iddia sadece nakit akışı hakkı değil aynı zamanda mülkiyet hakkıdır. Bu, sukuku geleneksel bonolardan ayırır. Geleneksel bonolar faiz taşıyan menkul kıymetlerden oluşurken, sukuklar temel olarak varlık sepetinde sahiplik hakkından oluşan yatırım sertifikalarıdır.30
Sonuç olarak İslâm nakit para kaynaklarının, sadece üretimde ve mal alım satımında mübadele aracı olarak kullanılmasını hedeflemiştir. Bu, aynı zamanda para gücünün doğrudan reel ekonomide kullanımını gerektirir.
* Uludağ Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
hdonduren@yeniumit.com.tr
Dipnotlar
1. Ömer Hilmi, Ahkâmü'l-Evkâf, İstanbul 1307/1889; Özcan, Tahsin, Osmanlı Para Vakıfları Kanuni Dönemi Üsküdar Örneği, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2003.
2. Uzunçarşılı, Kapıkulu Ocakları, 1/254.
3. Barkan-Ayverdi, 1970. İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri, (H. 953/M. 1546)
4. Altınay, A. Refik, 16. Asır İstanbul Hayatı, İstanbul 1935, s. 87.
5. İnalcık, Halil, The Otoman Empire, The Classial Age 1300-1600, London 1673, s. 162, 319.
6. Barkan-Ayverdi, a.g.e., s. 30-31.
7. Barkan-Meriçli, Hudavendigar Livası Tahrir Defteri, 1/5; Döndüren, Hamdi, Günümüzde Vakıf Meseleleri, İstanbul 1998, s. 97.
8. Yediyıldız, Bahaeddin, "18. Asır Türk Vakıflarının İktisadî Boyutu" V.D., 18, 5-41; Öztürk, Nazif, Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi, TDV Yayını, Ankara 1995, s. 138.
9. Tabakoğlu, Ahmet, "İslâm Dünyasında Para ve Bankacılık Tecrübesi", İslâm Dünyasında Para ve Bankacılık Tecrübesi, Albaraka Türk Yayını-17, İstanbul 2000, s.153.
10. Tabakoğlu, Ahmet, "Osmanlı İktisat Tarihinde Enflasyon Meselesi (1300-1750)", M.Ü.İ ve İ.B.F. Der., Sy. 2, İst. 1985, s. 245. Bir başka hesaba göre 1326-1755 arasında 429 yılda akçenin değer kaybı %91.3, yıllık ortalama değer kaybı yine %0.2'dir.
11. krş. En'âm sûresi, 6/152; İsrâ sûresi, 17/34.
12. Ali Haydar, Duraru'l-Hukkâm, İstanbul 1330 H., 1/165-166.
13. bk. Bursa Şer'iyye Sicilleri, A 21/27, 33a.
14. Altınay, A.Refik, a.g.e., s. 87.
15. Barkan-Meriçli, a.g.e., 1/129 vd.; Murat Çizakça, Para Vakıfları, İst. 1993, s. 69.
16. Ekemen, Nafiz Zeki, Mülkiyeti Muhafaza Mukavelesi, İst. Barosu Mec., 1964, s. 339 vd.
17. Türk MK. 901; TBK. 150/3.
18. Ali Efendi, Fetâvâ, İst. 1311 H. I, 300, Madde, 398.
19. Ali Haydar, a.g.e., 1/666, 667; Mecelle, Madde, 396, 398.
20. Bilmen, Ö. Nasuhi, Hukuk-ı İslâmiyye Kamusu, İst. 1967, VI, 127, 128.
21. Ali Haydar, a.g.e., 1/664, 655, 666.
22. Ali Haydar, a.g.e., 1/664, 655, 666; Mecelle, Madde, 119, 397. krş. İbn Rüşd, Bidâye, Mısır, t.y., 2/123, 124; Bilmen, a.g.e., 6/47, 48.
23. Ali Efendi, Fetâvâ, I, 300-3002.
24. Türk TK. 420.
25. Poroy, Reha, Kıymetli Evrak Hukuku Esasları, İst. 1971, s. 7; Türk TK. 476/2.
26. Serahsî, Mebsût, 2. baskı, Beyrut, ts. s. 17/18; Kâsânî, Bedâiu's-Sanâyi', Beyrut, 1394/1984, 6/80; Bâcî, Müntekâ, Beyrut 1403/1983, 5/149, 150.
27. bk. Türk Ticaret Sicili Gazetesi 12.11.1984 gün ve 1134 sayılı nüshası.
28. bk. Türkiye Sicil Gazetesi, 30.05.2007 gün ve 6819 sayılı nüsha.
29. Tabakoğlu, Türk İktisat Tarihi, s.62.
30. İnfomag Der. sy. 2007/1, Yıl: 7, Ekonomi sayfası; Milliyet Gazetesi, 19 Eylül 2007 sayısı.
XXXXXXXXX
Helal Gıdanın Önemi
Dr. Yüksel Çayıroğlu
Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîm'de birçok âyet-i kerîmede yerde ve gökte bulunan bütün varlıkları insan için yarattığını ifade etmiş, farklı âyet-i kerîmelerde insanlara ihsan ettiği nimetlerden numuneler sunmuş ve nihayet bazı âyet-i kerîmelerde de mubah ve helâl dairesine bir sınır getirerek bizim için haram kılınan yiyecekleri açıklamış ve bunlardan uzak durmamızı emretmiştir. Konuyla ilgili âyet-i kerîmelere baktığımızda genel olarak Yüce Allah'ın temiz, hoş ve faydalı gıdaları insanlara helâl; pis, nâhoş ve zararlı gıdaları da haram kıldığını görüyoruz. Meselâ konuyla alâkalı Allah Teâlâ Bakara Sûresi'nde bütün insanlığa hitaben: يَا أَيُّهَا النَّاسُ كُلُوا مِمَّا فِي الْأَرْضِ حَلَالًا طَيِّبًا "Ey insanlar! Yeryüzünde olan bütün nimetlerimden helâl hoş olmak şartı ile yiyiniz."1 buyurmak suretiyle, insanlara helâl ve hoş rızıklardan yemeyi emretmiştir. Birkaç âyet-i kerîme sonra ise mü'minlere hitaben şöyle buyurmuştur: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ "Ey iman edenler! Size kısmet ettiğimiz rızıkların temiz ve helâlinden yiyiniz!".2 Başka bir âyet-i kerîmede de Allah Resûlü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) hüküm koyma hak ve salâhiyetini ifade etme sadedinde,وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَائِثَ "Onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar."3 buyrulmuştur.
Bu âyet-i kerîmelerde icmalen temiz-pis veya helâl-haram olarak vasıflanan gıdaların neler olduğu, başka âyetlerde tafsilâtlı bir şekilde ifade edilmiştir. Ancak, "Eşyada asıl olan ibahadır/mubahlıktır." kaidesinde de ifade edildiği gibi, hakkında yasaklayıcı bir hüküm bulunmayan gıdalar helâl olduğu için, bunlar tek tek sayılmamıştır. Çünkü önemli olan, haramların bilinmesidir. Buna göre Kur'ân-ı Kerîm'de; domuz, meyte, kan, Allah'tan başkası adına kesilen hayvan ve şarap haram kılınan yiyecek ve içeceklerdir.4 Sünnet-i Sahiha'da ise bunlara ilâveten, azı dişleri ve pençeleriyle avlanan yırtıcı hayvanlar, yırtıcı kuşlar ve eşek de haram kılınmıştır.5 Bütün bunlar haram olduğu gibi, bunların katıldığı yiyecek ve içecekler de haramdır.
Kur'an ve Sünnet'in yasaklayıcı beyanlarının yanında, yiyecek ve içecekleri haram duruma getiren diğer bir faktör de, onların elde edilme şeklidir. Buna göre, rüşvet, faiz, gasp, hırsızlık, hile, yağmacılık gibi yollarla kazanılan gıdalar da helâl olmazlar. Bu açıdan yiyip içtiklerinin helâl olmasını isteyen bir Müslüman, bir yandan dinin helâl kıldığı gıdaları arayacak, diğer yandan da bu gıdaları helâl ve meşru yollardan temin edecektir.
MEŞRU DAİRENİN GENİŞLİĞİ
Meşru dairede yer alan ve insanlığın istifadesine sunulan nimetler insanı harama düşürmeyecek ölçüde geniştir. Nebiyy-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) bir dualarında: "Allahım helâl nimetlerinle benim gözümü, gönlümü öyle doyur ki harama dönüp bakmayayım."6 buyurmak suretiyle helâl daireyle iktifa etmenin önemine işaret etmiştir. Bediüzzaman Hazretleri de bu hakikati şöyle ifade etmiştir: "Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur."7
Hakikaten haram kılınan yiyecek ve içecekler düşünüldüğünde, helâl olanların yanında bunların çok daha az olduğu görülür. Meselâ, Allah, domuzu yasaklamış; ancak koyun, keçi, inek, deve gibi evcil hayvanların yanında birçok yabanî hayvan etini de helâl kılmıştır. Aynı şekilde sarhoş edici içkilerin haram kılınmasına karşılık, insanın istifade edebileceği çok sayıda meşrubatın mubah olduğu görülür.
Kaldı ki, aslında bazı gıdalardan uzak durulması da yine insanın menfaatinedir. Zîrâ günümüzde yapılan araştırmalarda, İslâm'ın yasakladığı yiyecek ve içeceklerin insanlar için ne denli zararlı olduğu çok daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Meselâ Kur'ân-ı Kerîm'de "rics" yani pis bir madde olduğu ifade edilen8domuz etinin insan bünyesine verdiği zararlar üzerinde bugüne kadar onlarca makale ve kitap çalışması yapılmıştır.9 Keza Kur'ân-ı Kerîm'de bazı faydalarının bulunmasının yanında zararlarının çok daha fazla olduğu ifade edilen10 ve kesin olarak haram kılınan11 alkollü içkilerin, yüzlerce hastalık ve probleme sebep olduğu neredeyse bütün dünya tarafından kabul edilmiştir.
Günümüzde ortaya çıkan birçok hastalık ve rahatsızlığın alınan gıdalarla yakından ilişkisi olduğu bir gerçektir. Bu sebeple hastalıkların tedavisinde yenilip içilen gıdalar kontrol altına alınmaktadır. Her işinde sayısız hikmetler bulunan Cenâb-ı Hakk'ın bazı yiyecek ve içecekleri haram kılmasında da insanlar için birçok fayda ve maslahatlar vardır.
Ancak burada bir hususu ifade etmeliyiz ki, samimi bir Müslüman faydasına ve zararına bakmadan İslâm'ın haram kıldığı her türlü yiyecekten uzak durmalıdır. Çünkü İslâm'ın birçok emrinde olduğu gibi helâl ve haramların da taabbudîlik (sırf Allah'ın emretmesi) sırrı ağır basmaktadır. Buna göre dinen haramlığı kesin olan bir gıdayı terk etmemizdeki asıl sebep ondaki zararlar değil, Allah'ın onu haram kılması olmalıdır.
HELÂL GIDA TALEBİNİN ÖNEMİ
Konuyla alâkalı âyet-i kerîmelerden anlaşıldığı kadarıyla, Allah'ın insanlar için yaratmış olduğu ve onlara rızık olarak ihsan ettiği yiyecek ve içeceklerde, helâl ve temiz olanlar bırakılarak, haram ve pis olan gıdalardan istifade edilmeye kalkışıldığında, Şeytan'ın yoluna girilmiş, takva dairesinden uzaklaşılmış, kendisine karşı şükredilmesi gereken nimetlere nankörlük edilmiş, ubudiyetin dışına çıkılarak haram irtikâp edilmiş ve Allah'a imanın gereği de yerine getirilmemiş olacaktır ki, böyle bir akıbetin gerek fert gerekse toplum plânında daha başka komplikasyonlara da sebebiyet vereceği, günah ve fesada açık bir toplum vücuda getireceği muhakkaktır. Zîrâ Yüce Allah pek çok âyet-i kerîmede, ihsan ettiği rızıklardan, helâl ve hoş gıdalardan yemeyi emrettikten hemen sonra, şeytanın peşinden gitmememizi,12 kendisine iman ettiğimiz Allah'tan sakınarak takva dairesi içinde hareket etmemizi,13 şayet sadece Allah'a (celle celâluhu) ibadet ediyorsak O'na şükretmemiz gerektiğini14 ve yeryüzünde fesat çıkarmak suretiyle taşkınlık yapılmamasını15emretmesi ve aynı zamanda kendisine iman etmeyi ve ubudiyette bulunmayı hatırlatması16gibi hususlar, helâl gıdalarla beslenmenin ne kadar ehemmiyetli olduğunu göstermesinin yanında, bu sınırın ihlâl edilmesinin de, insanları fesat, tuğyan, nankörlük ve taşkınlığa sürükleyebileceğine işaret etmektedir.
Ayrıca Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadîs-i şerîflerinde: يَأْتِي عَلَى النَّاسِ زَمَانٌ لَا يُبَالِي الْمَرْءُ مَا أَخَذَ مِنْهُ أَ مِنَ الْحَلَالِ أَمْ مِنَ الْحَرَامِ "Öyle devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helâlden mi, haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak."17buyurmak suretiyle, insanların helâl ve harama dikkat etmeden bir hayat yaşamalarını âhirzaman fitnelerinden birisi olarak göstermiştir. Aynı zamanda biz bu hadîs-i şerîften hassas bir Müslüman'ın yediği içtiği şeylerin helâl olmasına dikkat etmesinin çok önemli olduğunu da çıkarıyoruz.
Öte yandan Ashab-ı Kehf'in anlatıldığı kıssada geçen şu hâdise de konumuz açısından dikkat çekicidir. Dinlerini yaşamak için bir mağaraya çekilen Ashab-ı Kehf, 309 yıl orada kaldıktan sonra uyanırlar. Daha sonra içlerinden birisini kendilerine yiyecek getirmesi için şehre gönderirler. Kur'ân-ı Kerîm onların bu durumunu şu ifadelerle anlatır: فَابْعَثُوا أَحَدَكُمْ بِوَرِقِكُمْ هَذِهِ إِلَى الْمَدِينَةِ فَلْيَنْظُرْ أَيُّهَا أَزْكَى طَعَامًا فَلْيَأْتِكُمْ بِرِزْقٍ مِنْهُ "Şu akçeyi verip içinizden birini şehre gönderin de baksın en temiz yiyecek ne ise ondan size azık tedarik etsin."18 Buna göre onlar, şehre gönderecekleri kimseden kendilerine getirecekleri rızkın "ezkâ" olmasını istemektedirler. Müfessirler, bu kelimeyi tefsir sadedinde, "daha tayyib", "daha kaliteli", "daha tatlı", "daha ucuz", "daha lezzetli", "daha çok" gibi mânâlar yanında bir de "daha helâl" mânâsını zikretmişlerdir. Hattâ bazı rivayetlerde, bu şehir halkının, hayvanları putlar için kurban ettiği ve domuz kestiği ifade edilerek, "ezka" dan kastın, helâl kesilmiş hayvan olduğu ifade edilmiştir.19 Bütün bu mânâlardan yola çıkarak, herhalde bu âyet-i kerîmenin, günümüzde çokça zikredilen helâl ve güvenli gıda talebinin önemine işaret ettiğini söyleyebiliriz. Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) de, طَلَبُ الْحَلَالِ وَاجِبٌ عَلَى كُلِّ مُسْلِمٍ "Helâl talebi, her Müslüman üzerine vaciptir."20buyurmak sûretiyle meselenin ehemmiyetine dikkat çekmiştir.
Özellikle gıda sektörünün çok karmaşık bir hâl aldığı, gıdalarda menşei belirsiz birçok katkı maddesinin kullanıldığı, genetiği değiştirilmiş ürünlerin yaygınlaştığı, sektörün temelinde genellikle gayrimüslimlerin veya dinî hassasiyeti bulunmayan Müslümanların yer aldığı, insan sağlığından ziyade para kazanma hırsının öne çıktığı bir dönemde böyle bir araştırma ve hassasiyet ayrı bir önem ve ehemmiyet kazanmaktadır. Çok sayıda domuz çiftliğinin bulunduğu, senede ortalama yedi yüz bin ile bir milyon arasında domuzun tüketildiği, gıda endüstrisinde çok sayıda gıda katkı maddesinin yer aldığı, gıdalardaki etiketlerin doğru ve tam yazılmadığı, hâlâ hayvan kesiminde İslâmî usule uygun kesimin tam oturmadığı ülkemizde de Müslümanların hassas davranmaları gerekmektedir.21
HARAMLA BESLENMENİN UHREVÎ ZARARLARI
Cenâb-ı Hak, Mü'minûn Sûresi'nde şöyle buyurmuştur: يَا أَيُّهَا الرُّسُلُ كُلُوا مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَاعْمَلُوا صَالِحًا إِنِّي بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ "Siz ey peygamberler! Helâl ve hoş şeylerden yiyip için, makbul ve güzel işler işleyin! Zîrâ Ben yaptığınız her şeyi bilmekteyim."22 Bu âyet-i kerîmede peygamberlere ve onların şahsında bütün müminlere hitaben, helâl ve hoş rızıklardan yemeleri ve sonra da salih ameller işlemeleri emredilmiştir. Ancak helâl rızık yeme emrinin salih amelden önce gelmesi gösteriyor ki, salih amelde bulunabilmek, helâl rızıkla beslenmeye bağlıdır.23 Demek ki, haramlarla beslenen bir insanın amellerinin de salih olabilmesi zordur.
Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) de birçok lâl ü güher beyanıyla haramdan uzak kalmanın önemine dikkat çekmiş ve haramla beslenen bir vücudun maruz kalacağı tehlikelere işaret etmiştir. Bir yerde Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) haram giren bir midenin maruz kalacağı akıbeti ifade etme sadedinde şöyle buyurmuştur: إِنَّ أَوَّلَ ما يُنْتِنُ من الْإِنْسَانِ بَطْنُهُ فَمَنْ اسْتَطَاعَ أَنْ لَا يَأْكُلَ إلا طَيِّبًا فَلْيَفْعَلْ "İnsanın ilk (çürüyüp) kokacak olan yeri karnıdır. Öyleyse, bir insan gücü yettiğince karnına temiz olmayan şeyleri sokmamaya çalışsın!"24
Başka bir hadîs-i şerîflerinde ise Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) haramla beslenen bir insanın duasının bile kabul olmayacağını şu çarpıcı beyanlarıyla ifade etmiştir: "Seferi uzatıp, saçı başı dağınık, toz toprak içinde kalan ve elini semaya kaldırıp: "Ey Rabbim, ey Rabbim" diye dua eden bir yolcuyu zikredip, buyurdu ki: وَمَطْعَمُهُ حَرَامٌ وَمَشْرَبُهُ حَرَامٌ وَمَلْبَسُهُ حَرَامٌ وَقَدْ غُذِّىَ بِالْحَرَامِ فَأَنَّى يُسْتَجَابُ لَهُ "Bu yolcunun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır ve (netice itibariyle) haramla beslenmektedir. Peki, böyle bir kimsenin duasına nasıl icabet edilir?"25
Deylemî'nin İbn Mes'ud'dan rivayet ettiği: "Kim haram bir lokma yerse, Allah onun kırk gece namazını ve kırk sabah da duasını kabul etmez. Haramın besleyip büyüttüğü her et için en layık olan yer cehennemdir. Muhakkak haramdan bir lokma bile eti besleyip büyütür."26 hadîs-i şerîfi de helâl lokmayla beslenmenin ne derece ehemmiyetli olduğunu çarpıcı bir şekilde beyan etmektedir.
BÜYÜKLERİN HARAM KARŞISINDAKİ HASSASİYETLERİ
Allah Resulü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), sahabe efendilerimizin ve daha sonraki ehlullahın haram lokma karşısında nasıl bir hassasiyet ve titizlik örneği sergilediklerine bakınca meselenin önemi daha iyi anlaşılacaktır.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir gün yatağına yatmış; fakat sabaha kadar uyuyamamış ve yatağında dönüp durmuştu. Sabah olduğunda mübarek zevceleri O'nun (sallallahu aleyhi ve sellem) bu sıkıntısının sebebini sorduğunda Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) cevabı şu olmuştu: "Yatağımı hazırlarken yere düşmüş bir hurma buldum. Onu ağzıma koydum. Fakat sonra aklıma geldi ki, bizim evde sadaka ve zekât hurmaları da bulunuyor. Ya bu hurma, onlardan ise! İşte sabaha kadar bunu düşündüm, bunun ızdırabıyla sağa sola dönüp durdum. Bir türlü gözüme uyku girmedi."27 Aslında bu hurmanın sadaka ve zekât hurması değil de kendisine gelen bir hediye olması daha kuvvetli bir ihtimaldi. Çünkü Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kendisine gelen sadaka ve zekâtları hiç bekletmeden hemen ihtiyaç sahiplerine ulaştırırdı. Buna rağmen O (sallallahu aleyhi ve sellem), bu kadar küçük şüphe karşısında bile hassas davranıyor ve bu yönüyle ümmetine de hüsn-ü misal teşkil ediyordu.
Başka bir gün Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) torunu Hazreti Hasan'ın zekât hurmalarından birisini ağzına attığını görünce hemen onu ağzından çıkartmış ve şöyle demiştir: "Bilmiyor musun, Âl-i Muhammed zekât malı yiyemez."28
Allah Resûlü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) tilmizleri olan sahabe efendilerimiz de midelerine haram bir lokmanın girmemesi hususunda aynı hassasiyeti taşımışlardır. Meselâ bir gün Hazreti Ebu Bekir (r.a.), hizmetçisinin getirdiği yiyeceği yemeye başladıktan sonra bunu nereden getirdiğini sorar. Onun bu yiyeceği Cahiliye döneminde kâhinlikten kazandığı parayla aldığını öğrenince de derhal parmağını gırtlağına kadar sokar ve yediklerini zorla dışarı çıkarır. Ardından da midesinde kalanlardan dolayı Allah Teâlâ'ya istiğfar eder.29
Yanlışlıkla bir zekât devesinin sütünü içen Hazreti Ömer'in tavrı da bundan farklı değildir. O da aynı şekilde kendisini istifraya zorlayarak haramın vücuduna karışmasına fırsat vermemiştir.30 Çünkü onlar Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) haramla beslenen bir vücudu ancak Cehennem ateşinin temizleyeceğini öğrenmişlerdi.
Şimdi de haramın insan üzerindeki menfi tesirini Ebu'l-Vefâ Hazretleri'nin başından geçen bir hâdiseyle misallendirelim: Hazret, oğlunun elindeki çuvaldızla insanların bin bir zahmetle uzaktan taşıdıkları su tulumlarını deldiğini öğrenir. Bu durumun sebebini öğrenme adına kendisini muhasebeye çeker ancak çocuğun bu davranışına sebebiyet verebilecek bir hatasını bulamaz. Eve gelince meseleyi bir de hanımına anlatır ve onu da muhasebeye sevk eder. Anne, düşünür taşınır ve sonunda yaptığı bir hatayı kocasına anlatır. Buna göre o, çocuğun doğmasından birkaç ay önce komşunun evine gider ve orada portakal ve nar gibi meyveler görür. Canı çok çekmesine rağmen hayâsı ev sahibinden istemeye mâni olur. O da komşusu görmeden elindeki tığı meyvelerden birine batırır ve çıkan suyu içer. Bunları dinleyen Ebu'l-Vefâ Hazretleri çocuğun bu kabahatinin sebebini anlar ve karısından, önce komşusuna giderek helâllik istemesini sonra da Allah'a tevbe ve istiğfar etmesini ister. O, bunları yapınca birden çocuğun içini bir pişmanlık hissi sarar ve artık bu yanlışından vazgeçer.31
ALLAH DOSTLARININ TAVSİYELERİ
Bediüzzaman Hazretleri haramların insanda meydana getireceği tahribata şu veciz ifadeleriyle dikkat çeker: "Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma."32 Demek ki, bazen mideye giren haram bir lokma bile insanı batırabilir. Haram lokmanın insanın kalbî ve ruhî hayatına nasıl zarar verdiğini anlatma adına hak dostlarının çok önemli tespitleri vardır. Kalbin katılaşması, ibadet aşk u şevkinin sönmesi, gece kıyamının bitmesi, duaların kabul olmaması, insan lâtifelerinin ölmesi, iffetin yok olması vb. hususlar haramın zararlarından bazılarıdır.
Kalb ve ruh ufkunun kahramanı birçok Allah dostu haram gıdayla beslenmenin insanın mânevî hayatında nasıl bir tahribe yol açtığı üzerinde durmuşlardır. Sehl ibn-i Abdullah et-Tüsteri konuyla ilgili şunları söylemiştir: "Sıddıkların alâmetlerinin kendisine zâhir olmasını isteyen kimse, helâlden başka bir şey yemesin ve sadece sünnete uygun ameller işlesin."; "Her kim haram yerse, onun organları da isyan eder. Kendisi bu durumu ister istesin ister istemesin, ister bilsin ister bilmesin fark etmez."; "Bir kul şu dört haslete sahip olmadığı sürece imanın hakikatine ulaşamaz: Sünnetleriyle birlikte farzları yerine getirmek; şüpheli yiyeceklerden de korunarak helâl yemek; yasakların açığından gizlisinden uzak durmak; vefat edene kadar bu sayılan mevzularda sabır göstermek."33
Şah Şucâ' el-Kirmânî de harama bakmaktan gözünü muhafaza edenin, kendini nefsanî arzulara kapılmaktan koruyanın, daimî murakabe ile bâtınını, sünnete tâbi olmakla da zâhirini ihya edenin ve helâl lokma yemeyi alışkanlık hâline getiren kimsenin firasetinin şaşmayacağını ifade etmiştir.34
İmam Gazzali Hazretleri de selef-i salihinden konuyla alâkalı şu sözleri nakletmiştir: "Bazen olur ki, kulun kalbi yediği bir yiyecekten dolayı ters çevrilir ve tıpkı tabaklanmış derinin büzülüp çekildiği gibi büzülüp çekilir de bir daha da eski durumuna dönemez."; "Biz başka değil sadece helâl yiyecekleri yeriz. Bu sebepledir ki, kalblerimiz müstakim olur, hâlimiz aynı kalır, melekût âlemine muttali olur ve ahiret âlemini müşahade ederiz."35
Hazreti Mevlâna ise helâl lokmanın insan üzerindeki tesirini şu sözleriyle dile getirmiştir: "İlim de hikmet de helâl lokmadan doğar; aşk da, merhamet de helâl lokmayla meydana gelir. Bir lokma, haset ve hileyi netice verirse, cehalete ve gaflete sebep olursa, bil ki, o lokma haramdır. Hiç buğday ekilip de arpa hasat edildiğini gördün mü?"36
Bunların yanında Abdullah b. Abbas, Cenâb-ı Hakk'ın midesinde haram bulunan bir kimsenin namazını kabul etmeyeceğini, İbrahim b. Ethem, yüce makamlara ermenin, mideye gireni kontrol etmekle mümkün olacağını, Fudayl b. İyaz, midesine girenleri bilen kimseyi Allah'ın sıddıklardan yazacağını, Yahya b. Muaz, Allah'ın hazinelerinden bir hazine olan itaatin anahtarının dua, anahtarın dişlerinin ise helâl lokma olduğunu, ifade etmişlerdir.37
TÜKETİCİLERE DÜŞEN VAZİFELER
1- Öncelikle her tüketicinin helâl gıdanın önemine, bunun İslâm'ın katî bir emri olduğuna inanması ve bu konuda bir arayış içinde olması gerekir. Yani iş öncelikle zihinde hâlledilmelidir ki bu, davranışlara da yansısın.
2- Helâl gıda arayışında şuurlu hareket edilmelidir. Bunun için de, öncelikle İslâm'da helâl ve haram kılınan gıdaların neler olduğunun sonra da bunların günümüzde nasıl kullanıldığının bilinmesi gerekir. İslâm'ın haram kıldığı gıdalar bellidir ve bunların sayısı da azdır. Ancak dinimizde haram kılınan alkol, domuz, kan ve murdar hayvan günümüzde pek çok endüstriyel ürünün üretilmesinde hammadde olarak kullanılmaktadır. Meselâ domuzun, yağı, midesi, pankreası gibi neredeyse her bir organından ayrı bir gıda katkı maddesi yapılmaktadır. Hâl böyle olunca, haram lokmanın midesine girmesini istemeyen Müslümanların da bu konuda şuurlu hareket etmekten başka çaresi yoktur.
3- Müslümanların birinci tercihi ucuzluk değil, helâllik ve güvenilirlik olmalıdır. Bu güne kadar gıda alanında televizyon ekranlarında ve gazete sayfalarında yer alan haberlere bakıldığında, bir kısım uygulamaların "gıda terörü" isimlendirmesini haklı çıkaracak derecede olduğu görülecektir. Meselâ, dana kıymasına tavuk sakatatı, kırmızıbibere kiremit tozu, zeytine siyah boya, tereyağına margarin, yoğurta jelâtin, bala tatlandırıcı katılması gibi gıda sektöründe birçok hile yapılmaktadır. Bu açıdan helâl ve sağlıklı gıda tüketmek isteyen Müslümanların, alacakları yiyecek ve içeceklerin muhtevasına ve güvenilirliğine bakmaları gerekir.
4- Haram maddelerden elde edilmiş veya vücuda zararlı olan gıda katkı maddeleri hakkında bilgi sahibi olunmalı ve etiket okuma alışkanlığı kazanılmalıdır. "Müslüman bir ülkede yaşıyoruz." düşüncesiyle market raflarında ele geçen her ürün alınmamalı, kesinlikle araştırılma yapılmalıdır. Biz Müslüman bir ülkede yaşasak da artık dünyanın bir köy hâline geldiği ve gıda üreticilerinin hepsinin Müslüman olmadığı unutulmamalıdır.
5- Mümkün olduğu kadar endüstriyel gıdalar yerine, tabiî olanlar tercih edilmelidir. Çünkü renklendirmek, raf ömrünü uzatmak, tatlandırmak, kıvamını arttırmak, homojenleştirmek vb. gayelerle endüstriyel gıdaların içine birçok katkı maddesi ilâve edilmekte ve bunların bir kısmı sağlık açısından da risk oluşturmaktadır.
6- Tüketiciler, eğer ürün alırken içine katılan bazı katkı maddelerinden şüphelenirlerse, bunu gerek mail göndererek gerekse telefon açarak üreticilere sormalıdırlar. Onların böyle bir şuurla hareket etmeleri ister istemez üreticileri de belli konularda hassas olmaya zorlayacaktır.
7- Hiç şüphesiz günümüzde Müslümanların gıda konusunda en çok sıkıntı yaşadıkları alanların başında et ürünleri gelmektedir. İslâm, başta domuz olmak üzere bazı hayvanların etini haram kılmış, eti helâl olan hayvanlar için de belli bir kesim usulü getirmiştir. Buna göre hayvanı kesecek kimse Müslüman veya ehl-i kitap olmalı,38kesimden önce besmele çekmeli ve hayvanı "boğazlama usulüyle" kesmelidir. Aksi takdirde hayvan murdar olmuş sayılır. Ancak ülkemizde kesilen hayvanların tamamının böyle bir hassasiyetle kesildiğini söylemek oldukça zordur. O hâlde Müslümanlar, mümkün olduğu kadar aldıkları et ve et ürünlerinin helâl olup olmadığını araştırmalıdırlar.
8- Dünyanın bir imtihan yeri olması hasebiyle dinimiz bazı gıdaları insanlara haram kılmış ve Kur'ân ve Sünnet'te helâl ve haram olan yiyecek ve içeceklerin neler olduğunu açıklamıştır. Fakat kesin haram veya helâl olduğu anlaşılamayan şüpheli bir alan da vardır ki, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem): "Helâl de bellidir haram da; ancak bu ikisinin arasında, ikisine de benzeyen bir kısım şüpheli şeyler vardır ki, insanların çoğu bunları bilemez, ayırt edemez. Bu şüpheli şeylerden sakınan insan dinini, ırzını ve haysiyetini korumuş olur."39 buyurarak bu alana yaklaşmamamızı istemiştir. Bu açında özellikle şüpheli gıdaların oldukça fazla olduğu günümüzde, Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hadisleriyle amel etmek son derece önemlidir.
Özetle günümüzde Müslümanlar boğazlarından midelerine inecek her bir gıdaya vize sormalı ve yediklerinin helâl olup olmadığına dikkat etmelidirler. Gerekirse şüphe duydukları gıdalar hususunda uzmanına sorarak, telefon, mail ve daha değişik yollarla firmalara ulaşmalı ve yedikleri gıdaların mahiyetini öğrenme gayreti içinde olmalıdırlar. Evet, -hayatı yaşanmaz kılacak derecede ileri götürmemek şartıyla- yiyecek ve içeceklerimizde ihtiyatlı ve hassas hareket etmek inancımızın bir gereği olarak görülmelidir.
*İlahiyatçı - Yazar
ycayiroglu@yeniumit.com.tr
DİPNOTLAR
1. Bakara Sûresi, 2/168.
2. Bakara Sûresi, 2/172.
3. Â'raf Sûresi, 7/157.
4. Bkz.: Bakara Sûresi, 2/173; Mâide Sûresi, 5/3; 5/90; Nahl Sûresi, 17/115.
5. Konuyla ilgili rivayetler için bkz.: Şevkânî, Neylü'l-evtâr, 8/125-146.
6. Tirmizî, Dua 110.
7. Bediüzzaman, Sözler, Altıncı Söz, s. 33.
8. En'âm Sûresi, 6/145.
9. Bkz., Süleyman Kuş, Tahrimu lahmi'l-hınzîr hikmetü ve esbâbu fi'l-ilmi ve'd-dîn, Kahire: Dâru'l-beşîr; Ahmed Cevad, el-Hınzîr beyne mizâni'ş-şer' ve minzâri'l-ilm, Kâhire: Dâru's-selâm, 1987; Asaf Ataseven, Din ve Tıp Açısından Domuz Eti, Türkiye Dinayet Vakfı, Ankara, 1987; Muvaffak Muharrir, "Domuzla Gelen Tehlike: Trişinoz", Sızıntı, sayı: 33.
10. Bakara Sûresi, 2/219.
11. Mâide Sûresi, 5/90.
12. Bakara Sûresi, 2/168; En'âm Sûresi, 6/142.
13. Mâide Sûresi, 5/88; Enfâl Sûresi, 8/69.
14. Bakara Sûresi, 2/172; Nahl Sûresi, 16/114.
15. Bakara Sûresi, 2/60; Tâhâ Sûresi, 20/81.
16. Mâide Sûresi, 5/88; En'âm Sûresi, 6/118; Nahl Sûresi, 16/114.
17. Buhârî, Büyû 7.
18. Kehf Sûresi, 18/19.
19. Bkz. Fahruddin er-Râzî, Mefâtîhu'l-gayb, Beyrut: Dâru'l-kütübi'l-ilmiyye, 2000, 21/88; Âlûsî, Rûhu'l-meânî, Beyrut: Dâru ihyâi't-türâsi'l-Ârabî, 15/230-231; Hâzin, Lübâbü't-te'vîl, Beyrut: Dâru'l-fikr, 1979, 4/206.
20. Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr, 10/74 (9993); Ali el-Müttakî, Kenzü'l-ummâl, 4/5 (9204).
21. Gıda sektöründe yaşanan problemler için bkz.; Hüseyin Kami Büyüközer, Yeniden Gıda Raporu, İstanbul, 2011; Kemal Özer, Şeytan Ne Diyor! İnsan Ne Yemeli Ne Yememeli, Hayykitap, İstanbul, 2011; Reşit Haylamaz, Türkiye'de Domuz Gerçeği, İstanbul: Nil Yayınları, 1996; İsmail Tokalak, Dünyada Gıda ve İlaç Terörü, Gülerboy Yayıncılık, İstanbul, 2010.
22. Mü'minun Sûresi, 23 /51.
23. Bkz.: Fahrettin er-Râzi, Mefâtîhu'l-gayb, Beyrut: Dâru'l-kütübü'l-ilmiyye, 2000, 23/91.
24. Buhâri, Ahkâm 9.
25. Müslim, Zekât 65; Timizî, Tefsir, Bakara.
26. Suyutî, Câmiu'l-ehâdîs, 20/55 (21483).
27. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/193; Hâkim, el-Müstedrek, 2/17.
28. Buhâri, Zekât 60.
29. Buhârî, Menâkıbu'l-ensâr 26; el-Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, 6/97
30. Muvatta, Zekât 31; el-Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, 7/14.
31. Fethullah Gülen, Ölümsüzlük İksiri, Nil Yayınları, İzmir, 2011, s. 134-135.
32. Bediüzzaman, Lem'alar, s. 179-180.
33. Gazzâli, İhyâu ulûmi'd-din, II, 89.
34. Abdülkerim Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi, trc. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, 1999, 3. baskı, s. 323-324.
35. Gazzâli, İhyâu ulûmi'd-din, II, 89.
36. Mevlânâ, Mesnevî, 1/120.
37. Gazzâli, İhyâu ulûmi'd-din, II, 89.
38. Ehl-i kitabın yaşadığı birçok ülkede hayvanların kesiminde, elektrik şoku verme ve tabancayla öldürme gibi farklı usullerin kullanıldığını biliyoruz. Bu usulleri tatbik eden kimse kim olursa olsun söz konusu hayvan yenmez.
39. Buhârî, Îmân 39, Büyû' 2; Müslim, Müsâkat 107, 108.
.
Haram Kılınan Yiyeceklerin Maneviyat Üzerindeki Etkileri
Dr. Yüksel Çayıroğlu
Helâl gıda denildiğinde kendisi hakkında şer'î bir yasağın bulunmadığı ve şeriat tarafından yenilip içilmesine müsaade edilen gıdalar anlaşılır. Birçok âyet-i kerimede insanın yiyip içtiklerinin helâl ve tayyib olması gerektiği emredildiği için,1 insanın helâl gıdalarla beslenmesi farzdır. Bu konuda varid olan, "Helâl talebi, farzlar üstü bir farzdır."2; "Helâl talebi, her Müslüman üzerine vaciptir."3 hadis-i şerifleri de açıkça bu farziyeti beyan etmiştir. İbn Mâce'de geçen diğer bir hadis-i şerifte ise Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah'tan korkun da helâl olanı alıp haram olanı da bırakmak suretiyle rızık talebini güzel yapın."4 Dolayısıyla helâl olmayan gıdaları tüketen bir Müslüman, dinî bir yasağı çiğnediğinden ötürü uhrevî cezaya müstehak olacaktır.
Nitekim Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, "İnsanın ilk (çürüyüp) kokacak olan yeri karnıdır. Öyleyse, bir insan gücü yettiğince karnına temiz olmayan şeyleri sokmamaya çalışsın!"5; "Haramın besleyip büyüttüğü her et için en layık olan yer cehennemdir. Muhakkak haramdan bir lokma bile eti besleyip büyütür."6 şeklindeki beyanlarıyla, haram gıdalarla beslenen insanların ahirette maruz kalacakları azabı haber vermiştir.
Bununla birlikte haram lokmanın zararları sadece ahirete münhasır değildir. Konuyla ilgili varid olan âyet ve hadislerin yanı sıra İslâm âlimlerinin yorum ve açıklamaları, yenilen gıdaların dünyada da insanın ibadet hayatı, maneviyatı, ahlâkı ve karakter özellikleri üzerinde bir kısım olumsuz etkileri olacağını göstermektedir.
Ayrıca nasslarda haram olduğu bildirilen gıdaların yenilip içilmesi caiz olmadığı gibi, kumar, rüşvet, hırsızlık ve faiz gibi gayrimeşru yollardan elde edilen gıdaların tüketilmesi de aynı şekilde caiz değildir. İlkine liaynihi haram denirken, ikincisine ise ligayrihi haram denir. Bu açıdan haram kılınan yiyeceklerden kastımız sadece bizatihi haram olanlar değildir. Bunun yanında hakkında bir haramlık bulunmayan fakat helâl olmayan yollarla elde edilen yiyeceklerin tüketilmesi de aynı şekilde haramdır ve haram kılınan yiyeceklerin insan üzerindeki olumsuz tesirleriyle ilgili ifade edilen hususlar her ikisi için de geçerlidir.
1- Haramların İbadetlere Etkisi
Kur'ân'da yer alan şu âyet, helâl ve temiz gıda yemekle, salih amel işlemek arasında ciddî bir irtibatın olduğuna işaret etmektedir:"Siz ey peygamberler! Helâl ve hoş şeylerden yiyip için, makbul ve güzel işler işleyin! Zira Ben yaptığınız her şeyi bilmekteyim."7 Bu âyette peygamberlere hitaben, helâl ve hoş rızıklardan yemeleri ve sonra da salih ameller işlemeleri emredilmiştir. Elmalılı Hamdi Yazır, "Her Peygambere zamanında böyle hitap edilmiş ve en sonra hepsinin mazhariyetini cami olmak haysiyetiyle bu hitap bilhassa Hatemü'l-enbiyaya tevcih edilmiştir." demek suretiyle8 buradaki emrin özellikle Allah Resûlü'ne ve dolayısıyla da onun ümmetine yöneltildiğini ifade etmiştir. Nitekim Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bir hadislerinde, "Ey İnsanlar! Şüphesiz ki Allah, temizdir ve ancak temiz olanı kabul eder. Allah mü'minlere de Resullere emrettiği şeyleri emretmiştir." buyurduktan sonra yukarıdaki âyeti okumuştur.9
Fahruddin er-Razî, buradaki sıralamaya dikkat çemiş, helâl yeme emrinin önce gelmesinin bir hikmeti olduğu üzerinde durmuş ve salih amelde bulunabilmenin helâl rızıklarla beslenmeye bağlı olduğunu söylemiştir.10 Konuyla ilgili başka bir müfessir de, âyette tayyibatın yenilmesi emrinin salih amelde bulunmadan önce gelmesinde, helâl rızıklarla beslenmeyen bir insanın salih amellerinin kabul edilmeyeceğine bir işaret olduğunu söylemiş ve "Şüphesiz ki Allah Teâlâ, karnında haramdan bir lokma bulunan kimsenin ibadetini kabul etmez." şeklinde bir rivayete yer vermiştir.11 Aynı şekilde Aliyyü'l-Kârî de âyet-i kerimenin üslûbunun, helâl ve temiz gıdaların insanı Allah'a yaklaştıracak salih amelleri netice vereceği şeklinde bir ima içerdiğini ifade etmiştir.12
Deylemî'nin İbn Mes'ud'dan yapmış olduğu şu rivayet de haram lokmanın ibadetler üzerindeki olumsuz etkisine dikkat çeker: "Kim haram bir lokma yerse, onun kırk gece namazı ve kırk sabah da duası kabul edilmez."13 Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) başka bir hadislerinde de zad u zahiresi haramlardan oluşan bir kimsenin haccının kabul edilmeyeceğini bildirmiştir. Konuyla ilgili rivayet şu şekildedir: "Bir adam helâl ve temiz bir nafakayla haccetmek üzere çıktığı, bineğine bindiği ve ‘Lebbeyk Allahumme lebbeyk!" dediği zaman, gökteki bir münadi de, "Hoş geldin, sefalar getirdin! Senin yiyeceğin helâl, bineceğin helâl ve dolayısıyla haccın da günahsız bir şekilde kabul olmuştur.' mukabelesinde bulunur. Fakat haram nafakayla hacca giden bir kimse bineğine binip, ‘Leybbeyk' dediğinde gökten bir münadi ona, ‘Sen hoş gelmedin ve sefalar getirmedin. Senin yiyeceğin haram, nafakan haram ve haccın da makbul değildir.' şeklinde karşılık verir."14
İbn Ömer'in içki içen bir kimsenin durumuyla ilgili rivayet ettiği şu hadis de, aynı şekilde haramların ibadetler üzerindeki etkisini göstermektedir:"İçki içen kimsenin kırk gün namazı kabul olmaz. Tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder. Yine içki içmeye dönerse Allah kırk gün onun namazını kabul etmez..."15 İçki içen kişinin kırk gün namazının kabul edilmeyeceğine dair, Kütüb-i Sitte'de daha başka rivayetler de bulunmaktadır.16
Bütün bu naslardan anlaşılacağı üzere vücuda giren haramlar, yapılan ibadetleri de etkilemektedir. Zira yenilip içilen gıdaların bir kısmı enerjiye dönüşmekte, bir kısmı atılmakta; fakat bir kısmı da vücudun temel yapı taşlarını oluşturmaktadır. Yukarıdaki âyet ve hadislerin mü'minlere verdiği mesaj ise haramlardan teşekkül etmiş azalardan salih amellerin sadır olmayacağı, olsa bile onların fazilet ve bereketinin bulunmayacağıdır. Nitekim Sehl b. et-Tüsterî konuyla ilgili şöyle demiştir: "Her kim haram yerse, onun organları da isyan eder. Kendisi bu durumu ister istesin ister istemesin, ister bilsin ister bilmesin fark etmez."17
2- Haram Yemenin Dualara tesiri
Konuyla ilgili olarak Müslim ve Tirmizî'de geçen bir hadis-i şerif, haramlarla beslenen bir insanın dinî hayatı adına nasıl bir kayıp içerisinde olduğunu çarpıcı bir şekilde beyan etmektedir. Bu hadiste Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), uzun bir yolculuk yapan, yolculuk esnasında saçı başı dağılan ve üzeri de toz toprak içerisinde kalan ve sonra da"Ey Rabbim! Ey Rabbim!" şeklinde dua eden bir kimsenin durumunu haber vermiş ve şöyle devam etmiştir: "Bu yolcunun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır ve (netice itibarıyla) haramlarla beslenmektedir. Peki, böyle bir kimsenin duasına nasıl icabet edilir?"18
Hadis şarihleri hadiste kullanılan ifadelerden hareketle, burada söz konusu edilen kimsenin hac, umre, cihad veya ilim tahsili gibi hayırlı bir ameli eda etme adına yolculuğa çıktığını, zamanının çoğunu Allah'a ibadet yolunda geçirdiğini, duasının kabul edilmeye uygun bir vaziyette bulunduğunu ve aynı zamanda dua adabını da bilen birisi olduğunu ifade etmişlerdir. Yani hadiste anlatılan kişinin içinde bulunduğu bütün şartlar duasına icabet edilmesi adına önemli birer referans olsa da onun haramlarla olan iştigali bütün bunların önüne geçmekte ve neticede onun duası geri çevrilmektedir. Zira hadisin sonundaki soru, böyle bir kişinin duasının kabul edilmesinin uzak bir ihtimal olduğunu ifade etmeye matuftur. Bu hadisten hareket eden âlimler de duaların kabul edilmesinin yiyecek ve içeceğin helâl olmasına bağlı olduğunu ifade etmişlerdir.19
İbn Abbas'ın rivayet ettiği şu hadis-i şerif de aynı şekilde helâlle beslenmenin duaların kabulüne vesile olduğunu göstermektedir: Bir gün Allah Resûlü'nün yanında, "Ey insanlar yeryüzündeki nimetlerin helâl ve tayyib olanlarından yiyiniz."20 âyeti okunduğunda Sa'd b. Ebî Vakkas ayağa kalkmış ve "Yâ Resûlallâh! Beni duaları kabul edilen birisi kılması için Allah'a dua eder misin?" demiştir. Bunun üzerine Nebiyy-i Ekrem şu mukabelede bulunmuştur: "Ey Sa'd! Yiyeceklerini helâlinden seçersen, duası kabul edilenlerden olursun. Muhammed'in nefsi elinde olan Allah'a yemin ederim ki, karnına haram bir lokma atan bir kulun kırk gün boyunca ibadetleri kabul edilmez."21
Büyük müfessir Âlûsî de konuyla ilgili şöyle bir rivayet nakletmiştir: Emeviler döneminde İbn Mervân'ın halifeliği zamanında Kûfe'de duaları kabul edilen bir grup insan vardır. Onlar, şehre atanan valileri beğenmediklerinden onlar aleyhine dua ederler ve valiler de helâk olurlar. Daha sonra şehre vali olarak Haccac-ı Zalim gelir ve bu insanların varlığından haberdar olduğu için onlar için bir hile planlar ve onları bir yemeğe davet eder. Onlar yemekten yedikleri zaman da şöyle der: "Midelerine haram yiyecek gittiğine göre artık bunların aleyhimde yapacakları duanın kabul edilmeyeceğinden emin olabilirim."22
Hazreti Peygamberin, haramların dünyevî ve uhrevî zararlarına dair ifade buyurduğu hakikatleri dinleyen sahabe-i kiram, midelerine haram bir lokmanın gitmemesi adına oldukça hassas davranmışlardır. Meselâ bir gün hizmetçisinin getirdiği bir yiyeceği yemeye başlayan Hz. Ebû Bekir, daha sonra ona bu yiyeceği nereden getirdiğini sormuş, onun bu yiyeceği Cahiliye döneminde kâhinlikten kazandığı parayla aldığını öğrenince de derhal parmağını gırtlağına kadar sokarak midesine girenleri dışarı çıkarmış, çıkaramadıkları için de istiğfar etmiştir.23 Aynı şekilde hata ile zekât devesinin sütünü içtiğini öğrenen Hazreti Ömer, bunun kendisi için haram olduğunu düşündüğünden derhal istifra etmiş ve haram bir lokmanın midesinde kalmasına müsaade etmemiştir.24
3- Haramların Karakter ve Ahlâk Üzerindeki Etkileri
Tüketilen gıdaların karakter ve ahlâk üzerinde tesirli olduğu öteden beri İslâm âlimleri tarafından dile getirilen hususlardandır. Gerek ibadetlerin gerekse helâl ve haramlarla ilgili hükümlerin hikmetleriyle ilgili geniş açıklamalara yer veren Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, "Bedenin ve ahlâkın değişiminde en güçlü sebep yiyeceklerdir."25 sözüyle meselenin önemine dikkat çekmiştir.
İslâm düşünce tarihinde önemli bir yer olan İbn Haldun da el-Mukaddime isimli eserinde yiyeceklerin karakter üzerindeki tesirleriyle ilgili geniş ve önemli açıklamalara yer vermiştir. O, farklı toplumlar ve hatta hayvanlar üzerinde yaptığı gözlemler neticesinde alınan gıdalarla insanların sahip oldukları karakter ve ahlak özellikleri arasında derin bir ilişkinin olduğunu göstermiştir.26
Bu ilişki sebebiyledir ki nefsini terbiye etmek, ahlâkını güzelleştirmek ve kalb hayatında derinleşmek için riyazet yapan kişilerin, hayvansal gıdalardan uzak durmaları gerektiği ifade edilmiştir.
İmam Gazzâlî'nin, İhyâu ulûmi'd-din isimli eserinde selef-i salihinden nakletmiş olduğu, "Bazen olur ki, kulun kalbi yediği bir yiyecekten dolayı ters çevrilir ve tıpkı tabaklanmış bir derinin büzülüp çekildiği gibi büzülüp çekilir ve bir daha da eski durumuna dönemez."27 şeklindeki rivayet, yenilen haram bir yiyeceğin kalp üzerindeki olumsuz etkisine dikkat çekmiştir. Özellikle bu söze, Kur'ân-ı Kerim'in, "O gün ki ne mal ne de evlât insana hiçbir fayda sağlamaz. Fayda sağlayacak tek bir şey varsa o da kişinin temiz bir kalp ile Allah'a gelmesidir."28 ayetiyle "Bakın, cesette bir çiğnem et vardır ki, o sıhhatli olunca bütün ceset de sıhhatli olur; o bozulunca bütün ceset bozulur gider. Dikkat edin, işte o kalbdir!"29 hadis-i şerifinin muhtevası açısından bakılacak olursa, onun ifade ettiği mânâ daha iyi anlaşılacaktır.
Gazzâli, konuyla ilgili nakletmiş olduğu, "Biz başka değil sadece helâl yiyecekleri yeriz. Bu sebepledir ki, kalblerimiz müstakim olur, hâlimiz aynı kalır, melekût âlemine muttali olur ve ahiret âlemini müşahede ederiz."30 sözüyle de, haramlardan uzak durmanın güzel ahlâka sahip olmada, takvaya ulaşmada ve Allah'a yakınlaşmada ne derece önemli olduğuna işaret etmiştir.
Aynı şekilde Şah Şucâ' el-Kirmânî, "Harama bakmaktan gözünü muhafaza edenin, kendini nefsanî arzulara kapılmaktan koruyanın, daimî murakabe ile batınını, sünnete tâbi olarak zahirini imar edenin ve helâl lokma yemeyi alışkanlık hâline getirenin firaseti şaşmaz."31 sözleriyle meselenin farklı bir boyutuna dikkat çekerken, Sehl b. et-Tüsterî de konuyla ilgili şöyle demiştir: "Sıddıkların alametlerinin kendisine zahir olmasını isteyen kimse, helâlden başka bir şey yemesin ve sadece sünnete uygun ameller işlesin."; "Bir kul şu dört haslete sahip olmadığı sürece imanın hakikatine ulaşamaz: Sünnetleriyle birlikte farzları yerine getirmek; şüpheli yiyeceklerden de korunarak helâl yemek; yasakların açığından gizlisinden uzak durmak; vefat edene kadar bu sayılan mevzularda sabır göstermek."32
Hazreti Mevlâna da, meşhur eseri Mesnevî'de yenilen gıdaların insan üzerindeki tesirleri üzerinde durmuştur. Meselâ onun şu sözleri dikkat çekicidir: "İlim de hikmet de helâl lokmadan doğar; aşk da, merhamet de helâl lokmayla meydana gelir. Bir lokma, haset ve hileyi netice verirse, cehalete ve gaflete sebep olursa, bil ki, o lokma haramdır. Hiç buğday ekilip de arpa hasat edildiğini gördün mü?"33
Bunların yanı sıra Abdullah b. Abbas'ın, Yüce Allah'ın midesinde haram bulunan bir kimsenin namazını kabul etmeyeceğini, İbrahim b. Ethem'in yüce makamlara ermenin, mideyi gireni kontrol etmekle mümkün olacağını, Fudayl b. İyaz'ın, midesine girenleri bilen kimseyi Allah'ın sıddıklardan yazacağını ve Yahya b. Muaz'ın Allah'ın hazinelerinden bir hazine olan itaatin anahtarının dua, anahtarın dişlerinin ise helâl lokma olduğunu ifade etmeleri de 34 Allah'a iyi bir kul olma adına mutlaka haramlardan uzak durulması gerektiğini göstermektedir.
Helâl yiyeceklerden ve Allah'ın bahşetmiş olduğu rızıklardan yemeyi emreden bazı âyetlerin hemen peşinden gelen bir kısım emirler de haram sınırına girilmesi durumunda insanların şeytanın tesiri altına gireceğine ve fesat, tuğyan, nankörlük ve taşkınlığa sürüklenebileceğine işaret etmektedir. Konuyla ilgili bazı âyetler şu şekildedir: "Ey insanlar! Yeryüzünde olan bütün nimetlerimden helâl hoş olmak şartı ile yiyiniz; Fakat şeytanın peşinden gitmeyiniz. Çünkü o sizin besbelli düşmanınızdır."35; "Allah'ın size rızık olmak üzere yarattığı şeylerden helal ve temiz olarak yiyin! Kendisine iman ettiğiniz Allah'a karşı gelmekten sakının!"36; "Allah'ın rızkından yiyin için, fakat sakın yeryüzünde fesat çıkararak taşkınlık yapmayın!"37; "O halde size verdiğimiz rızıkların en hoş ve temiz olanlarından yiyin, ama bu hususta taşkınlık yapmayın, yoksa gazabım tepenize iniverir."38
4- Bazı Yiyeceklerin Haram Kılınmasının Hikmetleri
Yukarıda genel olarak gerek bizatihi haram olan gerekse başka bir sebepten dolayı haram hâle gelen yiyecekleri tüketmenin insanın ibadet ve kalbî hayatı üzerindeki olumsuz bir kısım etkileri üzerinde duruldu. Burada ise Kur'ân ve Sünnet'te yenilmesi yasaklanan bazı yiyeceklerin haram kılınmalarının konumuzla ilgili bazı hikmetleri üzerinde durulacaktır.
İlk olarak Kur'ân'da yenilmesi yasaklanan tek hayvan çeşidi olan domuza bakacak olursak, ilk dönemden itibaren farklı âlimler tarafından onun haram kılınmasının hikmetleri üzerinde durulmuştur. Domuzun yağ ve etinin sağlık açısından bir kısım risklerinin bulunmasının yanı sıra onun insandaki iffet ve hayâ duygusunu olumsuz yönde etkileyeceği de ifade edilmiştir.
Ebû Hayyan, domuz etinin haram kılınma sebeplerini sıralarken konuyla ilgili olarak şunları söylemiştir: Domuz etinin haram kılınmasının sebebiyle ilgili ifade edilen hususlardan birisi de şudur: Domuz eti yemek, insandaki kıskançlık duygusunu ortadan kaldırır ve aynı zamanda onun onur ve haysiyetini de giderir. Bunun neticesinde insanlar haramları çiğnemekten ve zinayı mubah görmekten çekinmezler.39
Büyük müfessir Âlûsî de domuzun insan üzerindeki olumsuz tesirleriyle ilgili olarak âlimlerin şu açıklamalarına yer vermiştir: Gıdalar, onu tüketen canlıların temel yapı taşlarını oluşturur. Dolayısıyla tüketilen gıdanın sahip olduğu sıfatların ve ahlâkî özelliklerin aynısının onu tüketen canlıda da ortaya çıkması kaçınılmazdır. Domuz, şehvet ve arzularına aşırı düşkün olarak yaratılmıştır. Ayrıca o, kıskançlık duygusuna da sahip değildir. Eşini kıskanmadığı için erkek bir domuzun eşinin yanına sokulmasına müdahale etmez. İşte onun yenilmesinin haram kılınmasının sebebi de insanı, domuzun sahip olduğu bu kötü vasıflardan ve onun daha başka habis özelliklerinden uzak tutmaktır.40
Aynı şekilde yırtıcı hayvanların haram kılınmasının da önemli hikmetlerinden birisi, insanın sahip olduğu fıtrat, ahlâk ve karakteri korumaktır. Zira etçil olan yırtıcı hayvanlar genellikle leş ve pis maddeler yiyerek beslenirler. Dolayısıyla onların yedikleri gıdalardan oluşan etlerinin de temiz ve sağlıklı olması mümkün değildir. Nitekim sağlık açısından da bu tür hayvanların etlerinin sert ve kaslı bir yapısının olduğu ve bu sebeple hazmının zor olduğu ifade edilmektedir.41
Daha da önemlisi yırtıcı hayvanlar tabiatları gereği saldırgan, acımasız ve vahşi olduklarından, onların eti haram kılınmak suretiyle insanlar bu kötü sıfatlardan korunmuştur. Nitekim Ünlü Malikî fakihi Karafi, âdet-i Sübhânî gereği yenilip içilen gıdaların değişmesiyle ahlâkın da değişeceğini ifade ettikten sonra konuyla ilgili olarak şöyle demiştir: Yırtıcı hayvanlar, vahşi, zalim, acımasız ve rahmet etmeden uzaktırlar. Allah Teâlâ, insanoğlunun da böyle olmaması için bu hayvanların etinin yenilmesini haram kılmıştır.42
Benzer şekilde İmam Şa'râni de yırtıcı hayvanların haram kılınmalarının hikmetini açıklarken, yırtıcı hayvanların tabiatları itibarıyla haşin ve sert olduklarını, bu huşunet ve sertliğin onların etini yiyen insana da sirayet edeceğini ifade etmiş ve hatta yırtıcı bir hayvanın postu üzerinde oturmanın bile insan kalbinde kasvete sebebiyet vereceğini söylemiştir.43
Sonuç
Konuyla ilgili naslara ve âlimlerin görüşlerine bakıldığında, gerek bizatihi yenilmesi yasaklandığından gerekse gayrimeşru yollarla elde edildiğinden ötürü bir Müslüman için tüketilmesi haram olan yiyeceklerin menfi neticelerinin sadece ahirette ortaya çıkmayacağı, bilâkis dünyada da bunların kişinin ahlâkı, karakteri, maneviyatı ve ibadet hayatı açısından bir kısım olumsuz tesirlerinin olacağı anlaşılmaktadır ki aslında bunlar da bir yönüyle Müslümanın ahiret hayatını mahveden etkilerdir. İşte bu sebepledir ki Peygamber Efendimiz dualarında, "Allahım helâl nimetlerinle benim gözümü, gönlümü öyle doyur ki harama dönüp bakmayayım."44 buyurmak suretiyle ümmetine helâl daireyle iktifa etmenin önemini talim buyurmuştur.
Aslında yenilen gıdaların insan karakterine etki edeceğini söyleyenler sadece Müslüman âlimler değildir. Başka kültür ve dinlere mensup olan kişiler tarafından da buna benzer değerlendirmeler yapılmıştır. Meselâ, "Sen, yediğinsin."; "İnsan, yediğidir."; "Bana ne yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim." şeklindeki cümleler Batı'da atasözü hâline gelmiştir.
Bütün bunlar da göstermektedir ki yenilip içilen gıdaların helâl olması bir yandan İslâm'ın önemli bir yönünü oluştururken, diğer yandan da fert ve toplumun ahlak ve maneviyat değerleri açısından önem taşımaktadır. Hatta toplumda ortaya çıkan bir kısım aşırılıkların ve dejenerasyonun önemli sebeplerinden birisinin de tüketilen gıdalar olduğu söylenebilir.
DİPNOTLAR
1. Bkz. el-Bakara 2/168; el-Bakara 2/172.
2. Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr, 10/74 (9993); Ali el-Müttakî, Kenzü'l-ummâl, 4/5 (9203).
3. Teberânî, el-Mu'cemü'l-evsat, 8/274 (8610); Ali el-Müttakî, Kenzü'l-ummâl, 4/5 (9204).
4. İbn Mâce, "Ticârât", 2; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, 5/264.
5. Buharî, "Ahkâm", 9.
6. Suyutî, Câmiu'l-ehâdîs, 20/55 (21483).
7. el-Mü'minûn 23 /51.
8. Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili, 4/3456.
9. Müslim, "Zekât", 65; Tirmizî, "Tefsîru'l-Kur'ân", 3.
10. Fahruddin er-Razi, Mefâtihu'l-gayb, 23/91.
11. Heravî, Tefsîru hadâiku'r-rûh ve'r-reyhân, 19/82.
12. Ali el-Kârî, Mirkâtü'l-mefâtîh, 5/1889.
13. Suyutî, Câmiu'l-ehâdîs, 20/55 (21483).
14. Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat, 5/251.
15. Tirmizî, "Eşribe", 1.
16. Bkz. Ebû Dâvud, "Eşribe", 5; Nesâî, "Eşribe", 44; İbn Mâce, "Eşribe", 4.
17. Gazzâlî, İhyâu ulûmi'd-dîn, 2/89.
18. Müslim, "Zekât", 65; Timizî, "Tefsir, Bakara".
19. Ali el-Kârî, Mirkâtü'l-mefâtîh, 5/1890.
20. el-Bakara 2/168.
21. Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat, 6/310.
22. Âlûsî, Rûhu'l-meânî fî tefsîri'l-Kur'âni'l-azîm, 1/297.
23. Buhârî, "Menâkıbu'l-ensâr", 26; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, 6/97.
24. Muvatta, "Zekât", 31; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, 7/14.
25. Şah Veliyyullah ed-Dihlevi, Huccetullahi'l-Bâliga (İslâm Düşünce Rehberi), 2/452.
26. Bkz. İbn Haldun, Mukaddime, 1/123-126.
27. Gazzâli, İhyâu ulûmi'd-din, 2/89.
28. el-Şuarâ, 26/88-89.
29. Buhârî, "İmân", 39; Müslim, "Müsâkat", 107.
30. Gazzâli, İhyâu ulûmi'd-din, 2/89.
31. Abdülkerim Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi, s. 323-324.
32. Gazzâli, İhyâu ulûmi'd-din, 2/89.
33. Mevlânâ, Mesnevî, 1/120.
34. Gazzâli, İhyâu ulûmi'd-din, 2/89.
35. el-Bakara 2/168. Ayrıca bkz. el-En'âm 6/142.
36. el-Mâide 5/88.
37. el-Bakara 2/60.
38. et-Tâhâ 20/81.
39. Ebû Hayyân, Bahru'l-muhtît fi't-tefsîr, 2/115.
40. Âlûsî, Rûhu'l-beyân, 2/340.
41. Abdülvehhâb Abdüsselam et-Tavîle, Fıkhu'l-et'ime, s. 34.
42. Karafî, ez-Zahîra, 4/101.
43. Şa'rânî, Mîzânü'l-kübrâ, 3/7.
44. Tirmizî, "Daavât",
|
Bugün 70 ziyaretçi (217 klik) kişi burdaydı!
|
|
|
|
|
Bugün 75 ziyaretçi (88 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|