Çin’in de bölgeye yönelik ilgisi zaman zaman gündeme geliyor. Çin-İran ilişkileri de, 1980-1988 yılları arasındaki İran-Irak Savaşı’ndan itibaren gelişme kaydediyor. Savaş, Çin’in uluslar arası silâh pazarına girmesine olanak sağladı. Savaşan iki ülkeye de silâh satışında bulunan Çin’in, savaş süresince katı tarafsızlığını koruduğu belirtiliyor. Birde her iki ülkenin ABD karşıtlığı, ilişkilerinin dayanak noktasında önem arz ediyor.
İran’da 8 yıl devam eden savaş boyunca önemli gelişmeler yaşandı. Kasım 1979’da İranlı öğrencilerin Tahran’daki ABD Büyükelçiliği’ne baskın yapıp diplomatları rehin almaları beklenmeyen bir durumdu. Bunun üzerine ABD, yaptırımlara başlayarak İran’ın ABD’ye ihracatını yasaklamış ve İran’ın 12 milyar Dolarlık varlığını dondurmuştu. Buna ek olarak İran, uluslar arası alandan izole edilerek yalnızlaştırılmaya çalışıldı. Zikredilen ve benzer gelişmeler, İran’ı Çin’e yaklaştırmıştır. Dönemin İran Parlamentosu Başkanı Haşimi Rafsancani’nin 1985’teki Çin ziyareti, iki ülkenin diplomatik ilişkilerini arttırmıştır. Diğer taraftan Çin’in, İran-Irak Savaşı’nı sona erdirmek için taraflar arasında arabuluculuk yaptığı da bildiriliyor. Buradan hareketle Çin, Körfez bölgesinde siyasî ve ekonomik pozisyonunu güçlendirme imkânı da buldu.
Böylece Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in 2013’te duyurduğu ve 2049’da tamamlanması planlanan Kuşak-Yol Girişimi’nin belirtilen bölgede altyapısının hazırlandığı düşünülüyor.
Çin’in, Kuşak-Yol Girişimi ile başta ekonomik olmak üzere Ortadoğu, Orta Asya ve Güney Asya’yı birbirine bağlamasında İran’la olan ilişkileri ön plana çıkıyor. Aynı zamanda Çin’in, ekonomik izolasyona uğrayan İran’a ihtiyaç duyduğu desteği sağladığı ileri sürülüyor. Hatta İran’ın, Çin’in Ortadoğu’da en büyük ticaret ortağı olduğu vurgulanıyor.
Çin-İran ilişkileri 1980’den itibaren karşılıklı çıkarlar ve işbirliği çerçevesinde gelişme gösteriyor. Yine ekonomik ve diplomatik ilişkilerin “stratejik” düzeye taşınması uluslar arası basında yer alıyor. Önce Jinping’in 27 Mart 2021’deki İran ziyareti ile iki ülkenin muhtelif alanlarda 25 yıllık anlaşmalar imzaladığı ve bunun “Çin-İran Stratejik Anlaşması” ve “İran’ın, Kuşak-Yol Girişimi’ne katılımı” şeklinde ifade ediliyor. Ayrıca ABD-Çin geriliminin arttıkça, Çin-İran yakınlaşmasının hızlandığına dikkat çekiliyor. Sonra İran’ın Şangay İşbirliği Örgütü’ne tam üyelik başvurusunun 15 yıl aradan sonra 19 Eylül 2021’de Örgüt’ün 7 daimi üyesi tarafından kabul edildiği haberlere yansıdı. Dolayısıyla tüm bu gelişmeler, Çin’in bölgedeki etkisini arttırıyor. Birde İran’a uygulanan yaptırımları, ekonomik baskıyı ve uluslar arası izolasyonu hafifletmesi hedefleniyor.
Son dönemlerde Çin’in İran’la ilişkilerinin, Kuşak-Yol Girişimi’nin gelecekteki başarısıyla doğrudan bağlantılı olduğuna işaret ediliyor. Elbette İran’ın siyasî gücü ve etkisinin önemli rol oynayacağı muhtemeldir. Bu anlamda İran, Çin açısından Kuşak-Yol Girişimi’nin Ortadoğu’daki başarısında önemli bir ortak olarak karşımıza çıkıyor. Her iki ülkenin “ortaklık” veya “stratejik” ilişkileri, ABD’ye meydan okumayı temsil ettiğine ihtimal veriliyor.
Ancak İran’da bazı siyasi elitlerin, Çin’le yapılan anlaşmaların “İran’dan daha çok Çin’e fayda sağladığına” dair eleştirileri mevcut. Eleştirenler arasında eski Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedi Necat, eski muhafazakâr Milletvekili Ali Motahari, 1979 İslâm Devrimi’nde iktidardan uzaklaştırılan ve sürgün edilen son İran Şahı’nın oğlu Rıza Pehlevi de bulunuyor. Ahmedi Necat “yabancı bir ülke ile 25 yıllık bir anlaşmanın İran ulusunun gözünden uzakta tartışıldığı” eleştirisini getiriyor. Motahari’nin kritiği ise “İran’ın, Çin’de zulüm gördüğü bildirilen Müslümanların durumunu gündeme getirmesi gerektiği” beyanında. Pehlevi de “Çin ile doğal kaynaklarımızı yağmalayan ve topraklarımıza yabancı askerler yerleştiren utanç verici 25 yıllık anlaşmaya karşı çıkma çağrısı” yapmıştı. Yine eleştirilerde daha da ileri gidilerek Anlaşmalar “İran’ın Kafkasya’daki topraklarının bir bölümünü Rusya’ya devrettiği 1813 Gülistan ve 1828 Türkmençay Anlaşmalarına” benzetiliyor.
Bununla birlikte Çin’le yapılan Anlaşmaların, “İran için bir kazanım olduğunu ve uzun vadede ABD gibi büyük güçlerle müzakerelerde İran’ın elini güçlendireceği” düşüncesine sahip olanlar da var.
Eleştirileri hafifletmeye çalışan İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif “ülkesinin Çin’le yaptığı anlaşmaların müzakerelerinde gizli bir şey olmadığını, İran’ın Çin’e indirimli petrol satacağı ve Kiş Adası’nın Pekin yönetimine verileceği iddialarının asılsız olduğunu” savundu. Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ve Genel Kurmay Başkanı Mahmud Vaezi de “Anlaşmaların İran üzerinde herhangi bir yabancı kontrolü ihtiva etmediğini” vurguladılar.
İki ülkenin 1980’lerde başlayan diyaloglarla stratejik işbirliğine geldikleri görülüyor. Çin, İran üzerinden Ortadoğu ve Basra Körfezi’ndeki etkisini arttırmaya çalışırken, İran da kendisine uğradığı yaptırımlar ve izolasyondan çıkış yolu arayışında. İlişkilerin daha ileri boyutlara taşınması halinde, İran’ın Çin üzerinden Haziran 2006’da kurulan “Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika”dan müteşekkil BRICS’e üye olabileceği tahmin ediliyor.
.
Ukrayna ve Rusya’nın çatışma ihtimali
İki ülke arasındaki en temel sorun Kırım’dır. Rusya, Kırım’ı kendisine bağlamak için 16 Mart 2014’te referanduma gitti. Kırım’daki tartışmalı referandumda yüzde 95 oranıyla Rusya’ya katılımın kabul edildiği duyuruldu. Tatarlar, referandumu boykot ederken, Kanada Başbakanı Stephen Joseph Harper de referandumu “gayri meşrû” ilân etmişti. Diğer taraftan 1994 Budapeşte Momerandumu ile ABD, İngiltere ve Rusya, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü taahhüt etmişlerdir. Kırım’daki referandum ile dengeler değişmiş oldu.
Diğer bir sorun da Donbas bölgesidir. Donbas, kömür ve zengin maden yataklarından dolayı önem arz ediyor. Bölge, Nisan 2014’te Rus yanlısı ayrılıkçıların eline geçmeden önce, Ukrayna’nın GSMH’nın yüzde 20’sini teşkil ediyordu. 16 Mart 2014 Referandumu sonrasında ayrılıkçılar, 6 Nisan 2014’te Ukrayna ordusuyla çatışmaya başladılar. Çatışmalar sonrasında Donetsk Halk Cumhuriyeti (DNR) ve Lugansk Halk Cumhuriyeti (LNR) adında iki ayrı devlet kuruldu. Ancak bu devletler hiçbir uluslar arası aktör tarafından tanınmıyor. Bu vb. sebeplerden dolayı Ukrayna’nın doğusundaki Donbas’ta, Rus yanlısı ayrılıkçılar ile Ukrayna ordusu arasında 7 yıldır aralıklarla çatışmalar devam ediyor (Yeni Asya, 24.04.2021, Ukrayna-Rusya İlişkileri Nereye Gidiyor?).
Rusya’nın, Ukrayna üzerinden NATO üyesi ülkelere karşı sınırını koruduğunu ileri sürdüğü biliniyor. Ancak bölgede Kasım 2021’deki gerginlikler ve sonrasında çıkan haberler dikkat çekiyor. Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın 18 Kasım’da “Ukrayna konusunda Almanya ve Fransa’nın gizli yazışmaları yayınlandığı” notu basına yansımıştı. Ardından iki ülkenin, Rusya’yı “diplomatik kuralları çiğnediği” hususunda beyanatları geldi. Yine aynı gün Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in “Rusya’nın, Batı sınırlarında güvenliğini sağlayan ciddî ve uzun vadeli garantileri” ihtiva eden konuşması önem arz ediyor.
Hem diplomatik yazışmaları yayınlama hem de Putin’in garanti çağrısı hakkında iki ihtimal değerlendiriliyor. Birincisi “Rusya, Ukrayna’nın Donbas ayrılıkçıları sorununa askerî bir çözüm getirmeyi düşündüğüne dair bilgiye sahiptir.” İkincisi ise, “Rusya’nın kendisi, Ukrayna’nın doğusunda askerî bir operasyona hazırlanıyor. Sarf edilen sert ifadeler de, gelecekteki eylemlerden sorumlu olmaktan kurtulma girişimidir.” Ancak her iki ihtimalin de bölgede tansiyonu yükselteceği kesindir. Zikredilen ihtimallerden birincisinin gerçekleşmesi durumunda, yani Ukrayna’nın askerî yolla Donbas’ı geri alması halinde “Rusya’nın, Ukrayna’yı işgal edeceği” değerlendiriliyor. İkinci ihtimal için de “Rusya’nın güç kullandığında, Batı’nın, güç kullanımına vereceği tepkinin orantısını belirlemenin ne kadar uzun ve zor bir süreç olacağı” üzerinde duruluyor.
Diğer taraftan 1-12 Ağustos 2008’deki Rusya ve Gürcistan savaşı hatırlardadır. Rusya’nın savaştaki bütün gücüne rağmen, Güney Osetya, uluslar arası toplum açısından Gürcistan’ın bir parçası olarak kabul edilmektedir. Yani Batı, Donbas’taki muhtemel bir olayı Ukrayna’nın toprak bütünlüğü çerçevesinde ele alacaktır.
Rusya’nın, Soğuk Savaş’ın 1989’da sona ermesinden bu yana Ukrayna’nın NATO’ya katılması ve Batı askerî alt yapısının, Rus sınırlarına taşınmasından çekindiği yorumlanıyor. Birde Rusya’nın daha önce sınır bölgesindeki askerî yığınağı ve tatbikatı biliniyor. Şimdi de diplomatik gizli yazışmaları yayınlaması ve Putin’in garanti çağrısında bulunması, Rusya’nın bölge hakkındaki net bir karar alamadığı ihtimalini doğuruyor. Fakat Ukrayna da bulunduğu noktadan geri adım atma niyetinde değil. Dolayısıyla Ukrayna’nın her an hazırlık içinde olduğu izlenimine işaret ediliyor.
Bölgede tansiyon yükselmiş olsa da, Ukrayna ve Rusya’nın, uluslar arası dengeleri etkileyebilecek büyük çaplı bölgesel sıcak bir çatışmadan şu an için kaçındıkları muhtemeldir.
.
Suriye’de müftülük yerine Fıkıh Bilim Kurulu
Bu açıdan Suriye’deki durum önemini korumaya devam ediyor. Ancak Suriye yönetimindeki ve iç siyasetindeki gelişmelerde gündeme geliyor. Bunlardan en önemlilerinden biri de Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın, Cumhuriyet Müftüsü’nin tüm yetkilerini elinden alıp bir hukuk konseyi niteliğinde olan El-İlmi El-Fıkhi (Fıkıh Bilim Kurulu)’yeye vermesidir.
Suriye rejimi, Fıkıh Bilim Kurulu’nun oynadığı rolü güçlendirmek ve yetkilerini genişletmek için 15 Kasım 2021’de bir toplantı düzenledi. Toplantıya “Vakıflar Bakanı ve Yardımcıları, Şeriat Hakimi, Levant Âlimler Birliği Başkanı, 5 kişiden oluşan Kadın Vaizeler, Şeriat Fakültesi, Levant Üniversitesi, tüm İslam Mezheplerinden ve gençlik temsilcilerinin katıldıkları bildiriliyor.
Toplantı sonucunda alınan kararlarda, yayınlanan Yeni Kararname ile Vakıflar Bakanlığı’nın çalışmalarını düzenleyen 2018’deki 31 Sayılı Kararname’nin 3. Maddesinin (e) bendi ve ilgili Kanunun 35. Maddesindeki 3. Kısım 9. Fasıl’ın da iptal edildiği belirtiliyor. Bu yasal düzenleme ise, “Cumhuriyet Başmüftülüğü’nin ve vilayetlerdeki Müftü’nün görevinin iptaline ve fetva görevlerinin Fıkıh Bilim Kurulu’na devredilmesi” anlamına geliyor.
Yani rejim, başka bir ifadeyle “tüm ekolleriyle İslam fıkhındaki çalışmaları kontrol etmek için standartlarını ve mekanizmalarını” oluşturmaya çalışıyor.
Ayrıca 15 Kasım 2021’de alınan kararların dayanağı, 2018’deki 31 Sayılı Kararname olarak gösteriliyor. 31 Sayılı Kararname ile Müftü’nün görevinin artık bir formaliteden ibaret olduğu ve sadece resmi dini etkinliklere katılmakla sınırlandırıldığı kaydediliyor. Müftülük makamının kaldırılmasında, özellikle Başmüftü Şeyh Ahmed Hassoun’un “Halepli ünlü şarkıcı Sabah Fakhri’nin cenaze törenindeki konuşmasında Kur’an-ı Kerim’de Suriye haritasının bulunduğunu, Allah’ın (cc) insanlığı Suriye’de yarattığını, ülkeyi terk eden mültecilerin olduğu” gibi sözleri sarf etmesi iddia ediliyor. Hassoun’un iddia edilen konuşmasından birkaç gün sonra, Müftülük kurumunun lağvedildiği basına yansıdı. Bununla birlikte Hassoun’un hakkında basında yayınlanan haberlerde “Suriye’deki dini cemaatler içindeki dengesini kaybetmesiyle” de bağlantılı olduğu vurgulanıyor.
Halepli saygın bir din âliminin oğlu olan Hassoun, Cuma vaazları ile adını duyurmuş ve 1990’larda milletvekili seçilmişti. Sünnî seçkinler arasında adanmışlığı ve sadakati ile rejim tarafından tehdit görülmedi. Bu sebeple 2005’te Başmüftü olarak atandı. Hassoun göreve başladığında “kendisini laik, İslam ve Hıristiyanlık arasında bağ kurmak ve Şiî dostu” söylemini benimseyerek rejimle uyum içerisindeydi.
Ancak Hassoun’un, “Suriye’nin önde gelen sermayedarlarından, Esad’ın kuzeni ve varlıklarına 2020’de el konulan Rami Makhlouf ile iş ortaklığı rejim nazarında gözden düşmesinin nedeni” gösteriliyor. Bir diğer sebep de Hassoun’un, Vakıflar Bakanı Muhammed Abdul Settar El-Seyyid’le olan rekabeti. Bu rekabetin derinlerinde “Hassoun’un Halepli, El-Seyyid’in ise aslen Tartuslu olup Şamlı ulemaya bağlılığı ve rejim yanlısı ulemanın desteğini alması” mevcut. Yani ikisi arasında hem yerel hizipçilik hem de dini doktrin meseleleriyle ilgili sorunlar bulunduğu kaydediliyor. Elbette Müftülük kurumunun sona ermesinde, “Hassoun’a yönelik bazı Sünnî din adamlarının entrikalarının” da etkili olduğundan bahsediliyor.
“Suriye’de Din ve Devlet: Darbeden Devrime Sünnî Ulema” (Religion and State: The Sunni Ulama from Coup to Revolution, Cambridge University Press, 2013) kitabının yazarı Michael Young’a göre “Hassoun’un, İran yanlısı, Suriye’de faaliyet gösteren İslâm Devrim Muhafızları’na bağlı milislerle yakın bağları var. Hassoun’un Başmüftülük görevinden alınmasından sonra bile, İran nüfuzunun desteğini gördüğünü” belirtiyor. Young ayrıca “El-Seyyid’in ise, tam tersine Rusya’ya daha yakın ve İran’ın Suriye gündemine uymayan daha katı bir Sünnî anlayışı temsil ettiği”ni vurguluyor.
Müftülük kurumunun kaldırılarak, yetkilerinin Fıkıh Bilim Kurulu’na devredilmesinin Sünnî kesimin fetva ve Müftü konumundaki yargı yetkisini ortadan kaldırdığı aktarılıyor. Birde Suriye’de 4 Sünnî mezhebin fetva, vakfiye ve şahsiyet kanunlarındaki hakimiyetinin kaldırıldığına da işaret ediyor. Böylece ülkede Alevî, Dürzi ve İsmaililer’in İslâmî mezhepler şeklinde kabul edilmesi daha güçlü bir şekilde beyan edilmiş oluyor.
Suriye’de dinî sahadaki değişikliklerin Şiî referansını genişlettiğine dikkat çekiliyor. Ülkede Şiî referansın genişlemesinin, İran’ın, Sünnî mezheplerin referansına tabi olan meşrû ve yasal kurumlara müdahalesinin boyutunu yansıttığı ileri sürülüyor. Bunun iç savaş nedeniyle son 10 yılda meydana gelen demografik değişimin ardından çok daha tehlikeli bir kimlik silme aşamasıyla karşılaşılabileceğine ihtimal veriliyor.
Diğer taraftan Müftülüğün kaldırılması, “Suriye’de Sünnilerin artık çoğunluk değil, mevcut İslâmî anlayışlardan biri olduğunun rejim tarafından ilân edilmesidir” biçiminde değerlendiriliyor. Böylece “Suriye’deki siyasî durum, çoğunluğu yöneten bir azınlık rejimi değil, çok mezhepli bir toplumu yöneten laik bir sistemdir” mesajı da geçiliyor.
Sonuçta Başmüftülük ve Müftülük görevlerinin kaldırılması, Sünnilere sembolik bir darbedir. Hatta İstanbul merkezli Suriye İslam Konseyi gibi rejim karşıtı ulema bu kararı kınadı bile. Ancak şu da bir gerçek ki, Müftülük makamı Baas rejiminin 1963’teki başlangıcından günümüze kadar geçen sürede, resmi toplantılara katılan sembolik bir kurumdu. Ama bağımsızlığını da görece koruduğu aktarılıyor. Ayrıca El-Seyyid’in oğlunu Fıkıh Bilim Kurulu üyeliğine ataması, Kurul’un şeffaflığıyla ilgili şüpheleri de uyandırıyor. Tabi ki, “El-Seyyid’in ulema içindeki taraftarları, siyasi konularda rejime mutlak bağlılıkları karşılığında ana endişeleri olan dini doktrin meseleleri üzerinden daha fazla resmî kontrol elde etmek amacı” da yadsınamaz.
Sünnî anlayışın Müftülük kurumu kapatılsa da, Sünnilerin ilk fırsatta konuyu tekrar gündeme taşıyacakları aşirkârdır.
Suriye rejimi her ne kadar dinî alanı yeniden şekillendirmeye çalışsa da, yakın gelecekte Müftülük konusunun yine Esad’ın karşısına çıkacağı kuvvetle muhtemeldir.
.
BAE ve Türkiye ilişkileri
Türkiye’nin 2002’den itibaren Kuzey Afrika, Ortadoğu ve daha bölgesel ölçekte Körfez ülkeleri arasındaki ilişkileri dış politikasının ana gündem maddelerindendir. Özellikle belirli bir dönem için “ortak geçmiş / tarih, ortak din, ortak kültür vb.” unsurlar üzerinden dış politikada “yumuşak güç”ün bir enstrüman olarak kullanıldığı kaydedilmektedir.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da 2011 yılında Arap Baharı / Uyanışı’nın başlamasıyla birlikte, bölge ülkelerinin Türkiye’nin bu coğrafyaya ilişkin politikasına yönelik tutumları farklılık göstermiştir. Türkiye ve BAE ilişkilerinin bu dönemde gerginliklerle anıldığı görülmektedir. İki ülke ilişkilerinin ekonomi, ideoloji ve uluslar arası sistem çerçevesinde değerlendirilmektedir.
Ekonomik açıdan “2005’te imzalanan Türkiye ve Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi Üyesi Ülkeler Arasında Ekonomik İşbirliğine İlişkin Çerçeve Anlaşma” ile “2008’deki Türkiye – Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) Yüksek Düzey Stratejik Diyalog”, Türkiye ve BAE ilişkilerinde önem arz etmekteydi. Ancak Arap Baharı ile başlayan süreçte BAE’nin yüksek miktarda bütçelerle savunma sanayi harcamaları yapması, bölgedeki ilişkilerin seyrini değiştirmiştir. “BAE ile yaşanan siyasi gerginlik dönemlerinde, iki ülkenin yeterli ekonomik performansı göstermediği” belirtilmektedir. Türkiye’nin, Mısır’da Müslüman Kardeşler’in Hürriyet ve Adalet Partisi’nin iktidardan uzaklaştırıldığı 3 Temmuz 2013 darbesi hakkındaki tutumundan dolayı, Türkiye-BAE ilişkilerinin en kötü dönemini yaşadığı bildiriliyor. Buna rağmen her iki ülkenin birbirlerine herhangi bir ekonomik yaptırım ya da boykot uygulamadıkları da aktarılıyor.
İdeolojik açıdan ise, Ortadoğu’da geçmişten günümüze Arap milliyetçiliği, Baas tarzı sosyalizm, Komünizm ve İslâmcı akımların etkisi bilinmektedir. Bununla birlikte bölge Krallık, Emirlik, Şeyhlik vb. karizmatik özellikteki liderlerin yönetim tarzlarının etkili olduğu bir coğrafyadır. Dolayısıyla hanedan iktidarlarının bulunduğu Körfez ülkelerinde “Nasırcılık, Müslüman Kardeşler, Baasçılık, İran İslam Devrimi üzerinden Şii yayılmacılığı gibi devrimci ideolojik hareketleri ulusal güvenliklerine ve yönetimlerine yönelik bir tehdit olarak algıladıkları vurgulanıyor. Bu bağlamda Türkiye’nin önce Turgut Özal sonra AKP iktidarı döneminde gündeme getirilen dış politikada Yeni-Osmanlıcılık kavramı; Türkiye’nin Mısır’da seçimle işbaşına gelen Müslüman Kardeşler’i desteklemesi; BAE’nin dış politikasında siyasal İslâm karşıtlığı ile Müslüman Kardeşler’i tehdit olarak gören anlayışı; her iki ülke, Müslüman Kardeşler’e yönelik yaklaşımlarından dolayı karşı karşıya gelmişlerdir.
Uluslar arası sistem çerçevesinde de “Mısır’da, Müslüman Kardeşler’e yapılan darbe, Arap Baharı ve sistem yönünden dönüm noktası. Kadim kültürü, tarihi ve büyük potansiyeli ile öne çıkan Mısır’daki darbe, bölge ülkelerinin iç ve dış dinamiklerin etkisini göstermektedir. Stratejik öneme sahip Mısır’da Müslüman Kardeşler’in seçimle iktidara gelmesi hanedanlıkla yönetilen BAE, Suudi Arabistan, Bahreyn, Kuveyt gibi ülkeler; ve geçmişte İsrail’le yapılan savaşlara öncülük etmesi dolayısıyla Mısır’ın, İsrail tarafından tehdit algılanmış veya güvenlik endişesine sebep olduğu ileri sürülmektedir.
Mısır’daki darbe ile, bölgede Arap Baharı kaynaklı devrimlere karşı BAE, Suudi Arabistan ve İsrail’in statükoyu koruyan blok oluşturarak bölgesel güç kazandıkları değerlendirmeler arasında.
ABD’de 2016’daki Başkanlık seçimlerini Donald Trump’ın kazanarak “öncelik Amerika” sloganıyla politikasını belirlemiştir. Bu dönemde ABD’nin, Suriye’de PKK bağlantılı PYD/YPG’yi desteklemeye başlaması; Trump’ın ilk yurt dışı gezisini Suudi Arabistan’a yaparak bölge ülkeleriyle ilişkilerini güçlendirmesi; BAE’nin Doğu Akdeniz, Yemen, Suriye ve Libya’da Türkiye karşısında yer alması; BAE’nin 13 Ağustos 2020’de İsrail’le “normalleşme”si (Yeni Asya, 15.08.2020, İsrail-BAE Anlaşması); yine BAE’nin Hindistan ve İsrail ile muhtemel ittifak girişimi (Yeni Asya, 07-10-14-17 Ağustos ve 02-09 Ekim 2021 tarihli makaleler); BAE’nin Afrika ülkelerine muhtelif alanlarda teşebbüslerde bulunması da Türkiye olan ilişkilerinde uluslar arası sistemdeki gelişmelerin bölgesel yansımaları şeklinde yorumlanmaktadır.
Diğer taraftan BAE’nin 15 Temmuz darbesine destek verdiği iddiaları hatırlardadır. Suudi Arabistan öncülüğünde Haziran 2017’deki Katar’a karşı uygulanan ablukayı BAE desteklerken, Türkiye ise Katar’a yardımda bulunmuştur. Birde Sedat Peker’in de bu ülkede bulunması da son aylarda eleştirilen konulardandır.
Son olarak “El-Nahyan’ın Ankara ziyareti ile iki ülkenin normalleşmeye dönük adımlar attığına işaret ediliyor. Yapılan görüşmelerde yatırım, enerji, teknoloji, ulaşım, altyapı, sağlık, finans, gıda, tarım vb. 9 alanda anlaşma imzalandığı haberlere yansıdı. Bununla birlikte Abu Dabi Kalkınma Holdingi tarafından, yapılan anlaşmalar kapsamında 10 milyar Dolarlık fon tahsis edildiği ve iki ülke Merkez Bankaları’nın işbirliği mutabakatına vardıkları da bildiriliyor. Ancak Merkez Bankası’yla yapılan mutabakatın, bir Swap (Takas) anlaşması olmadığı değerlendiriliyor. Çünkü böyle bir anlaşmanın olması halinde ise hemen açıklanıp piyasaya moral verilebileceği kaydediliyor” (HaberTürk TV, 25.11.2021, Para Gündem Programı).
Her iki ülkenin yaklaşık 10 yıldır farklı kulvarlarda politika izledikleri ve karşı karşıya kaldıkları biliniyor. El-Nahyan’ın ziyareti ve imzalanan anlaşmalarla, iki ülke ilişkilerinin devamının hangi yönde / nasıl şekilleneceğini gözlemleyeceği
.
Siyasal İslâmcılık nereye?
Siyasal İslâmcı anlayışıyla öne çıkan Müslüman Kardeşler’in kurumsal nitelikteki yapısı ile bölgenin diğer 16 ülkesinde siyasî parti, cemaat, grup veya parlamentosunda bağımsız seçilen milletvekili vb. şekillerde temsil edildikleri bildiriliyor.
Ancak Mısır’da 3 Temmuz 2013’te Müslüman Kardeşler’e ve onun siyasî kanadı Hürriyet ve Adalet Partisi iktidarına, Abdul Fettah El-Sisi liderliğinde yapılan darbe yükselişin yönünü aşağıya çekmeye başlamıştır. Aynı zamanda Mısır’da, Müslüman Kardeşler yasaklanarak, terör örgütü ilân edildiler.
Arap Baharı sonrasında muhtelif ülkelerde iktidara gelen Müslüman Kardeşler bağlantılı siyasî partiler de yönetimden uzaklaştırıldılar. Mısır’daki gelişmelerin ardından, Tunus’ta 26 Ekim 2014 seçimlerinde En-Nahda Partisi, Parlamento’da çoğunluğu kaybetti. Yine Tunus’ta 26 Temmuz 2021’de Cumhurbaşkanı Kays Saed’in darbesiyle, El-Gannuşi’nin Başkanı olduğu Parlamento kapatıldı. En-Nahda’ya karşı sert söylemler siyasette ve protestolarda yerini aldı. Birde istifaların yaşandığı Parti, kan kaybetmeye başladı.
Daha sonra Fas’ta geçmiş iki seçimde birinci gelen Adalet ve Kalkınma Partisi, 8 Eylül 2021’de gerçekleştirilen seçimlerin sonucunda 125 sandalyeden 13’e düşerek büyük bir kayıp yaşadı. (Yeni Asya, 21.09.2021, Fas Seçimleri: Neo-Siyasal İslâmcılığın Sonu mu?).
Diğer taraftan bölge ülkelerinin, İsrail’le “normalleşme” adına yapılan “İbrahim Anlaşmaları” hatırlardadır. İsrail’le ilk normalleşen ülke 1978’de Enver Sedat liderliğindeki Mısır olmuştu. Hatta İsrail’le yapılan barış, Sedat’a Nobel Barış Ödülü’nün verilmesini sağlamıştır. İsrail’le normalleşen sonraki ülke 1994’te Ürdün oldu. Daha sonra 13 Ağustos 2020’de Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve 16 Eylül 2020’de de Bahreyn şeklinde sıralanıyor. Birde Fas Dışişleri Bakanı Nasser Bourita’nın 12 Aralık 2020’de, İsrail Kamu Yayın Kurumu’na bağlı TV Kanalı KAN’a verdiği demeçte “Fas ve İsrail ilişkilerinde iyileşmeye” atıfta bulunularak normalleşme sinyali verilmişti. Sudan’ın da benzer bir anlaşma imzalayacağı ihtimaller arasında.
İsrail ve Suudi Arabistan arasında güvenlik ve istihbarat hususunda işbirliğini geliştirmek için görüşmelere devam ettiği de belirtiliyor.
Eski İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun 3 Mart 2020 Çarşamba günü, internet üzerinden Likud Partisi’nin düzenlediği konferansta “geçen yıl 4 Arap devletinin, İsrail’le normalleşmesinin en önemli sebepleri arasında ekonomik avantajlar ve ortak güvenlik hedefleri” olduğunu vurguladı. Netanyahu birde “normalleşme ile Arap devletlerinin, İsrail’i düşman olarak görmeyi bırakıp, bizi ekonomik ve güvenlik açısından müttefik olarak görmeye başlamalarıdır” ifadesini sarf etmiştir (Yeni Asya, 03.03.2021, “Normalleşme”lerden “Ortadoğu NATO’su”na).
Başta Müslüman Kardeşler olmak üzere ve diğer benzer grupların, Arap Baharı’ndaki yükselişlerinin yerini gerilemeye, küçülmeye, bölünmeye vb. durumlara bıraktığı görülmektedir. Bununla birlikte bölgedeki siyasal İslâmcı unsurların en önemli argümanlarından birisi de İsrail karşıtlığıdır.
Yukarıda adı zikredilen devletlerin, İsrail’le “normalleşmeleri” de siyasal İslâmcı unsurlar açısından beklenmeyen bir gelişmeye yol açtığı veya öfkelendirdiği düşünülmektedir.
Hem Arap Baharı sonrası gerileme hem de İsrail ile muhtelif ülkelerin “normalleşme”lerinin, bölgedeki siyasal İslâmcı yapıların zayıflamasına neden olduğu iddialar arasındadır.
Afganistan’da ise, Taliban’ın 15 Ağustos 2021’de Kabil’i ele geçirip kontrolü sağlaması, diğer coğrafyalardaki benzer siyasal İslâmcı unsurları, örgütleri, cihatçı ve silâhlı grupları cesaretlendirdiği, hatta zafer kutlamaları yapıldığı uluslararası basında yer almıştı.
Aynı zamanda İdlib’de “Heyet Tahrir El-Şam’ın (HTŞ)” zafer kutlaması; HAMAS lideri İsmail Haniye’nin de, “Taliban’ı tebriği ve İsrail’e karşı Taliban’ın kararlılığını uygulayacakları”; Taliban’ı tebrik edenler arasında Somali’deki Eş-Şebab ve Filistin İslâmî Cihad’ın yer aldığı uluslararası haberlerde kaydedilmişti.
Yine El-Kaide de, Taliban’ın Afganistan’ı ele geçirmesini “zafer” diye niteliyor. “El-Kaide’nin yayınlarında Pakistan, Keşmir, Yemen, Suriye, Gazze, Somali ve Mali’deki Müslümanlara Afganistan’ın özgürleşmesi ve Şeriat’ın uygulanmaya başlanmasını kutladıklarını” neşretmişti. (Yeni Asya, 21.08.2021, Taliban, Diğerleri ve İslâm).
Bugün gelinen noktada bazıları tarafından Taliban’ın iktidara dönüşü kutlansa da, Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde İslâm’ın siyasetteki rolünün azaldığı ve siyasal İslâmcı unsurların giderek zayıfladığı vurgulanıyor. Ancak kimilerine göre, etkisi azalanın seçimle iktidara gelen, şiddet yanlısı olmayan vb. özellikteki akımlar olduğu ileri sürülüyor. Buna karşılık bazı çevrelere göre ise, Taliban gibi şiddete başvurabilen, silâhlı, radikal nitelikte bir yapının yükselişi söz konusu.
Şimdi kimi kesimlerce Taliban hakkında belirtilen “zafer, başarı” vb. söylemlerin, siyasal İslâmcılığın gerilemesini tersine çevirip çevirmeyeceği gözlemleniyor.
.
Uganda’da bombalı saldırılar
Saldırıları Orta Afrika Cumhuriyeti’nde bulunan İslâm Devleti’ne (İD – IŞİD / DAEŞ / DAİŞ) bağlı Müttefik Demokratik Güçler’in (MDG) üstlendiği açıklandı. MDG’nin uzun süredir, ABD ile güvenlik işbirliği içindeki Uganda Cumhurbaşkanı Yoweri Museven’in yönetime karşı olduğu bildiriliyor. Bununla birlikte MDG’nin halen 23 Ekim 2021’de Kampala’daki bir restoranı bombalama olayında 7 kişinin vefat ettiği hatırlardadır. Birde MDG, geçtiğimiz Haziran 2021’de Çalışma Bakanı Gen Katumba Wamala’ya yönelik başarısız bir suikast girişiminden sorumlu tutuluyor.
Dolayısıyla MDG, son zamanlarda ölümle sonuçlanan eylemlerde bulunduğu görülmektedir.
MDG’nin, Orta Afrika Cumhuriyeti ile birlikte Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nin mineral açısında zengin Kuzey Kivu ve iktidarın kontrolünün görece daha az olduğu Kinşasa eyaletlerinde de etkili olduğu belirtiliyor. Aslında Uganda’da kurulan ve gelişen MDG’nin 1990’lardan beri saldırılara giriştiği vurgulanıyor. İD’nin 2019’da MDG’nin yan kuruluşu olduğunu ve İslâm Devleti Orta Afrika Eyaleti şeklinde ilân ettiği aktarılıyor.
Uganda güvenlik güçleri arka arkaya gerçekleşen 2 bombalı saldırı hakkında MDG’yi suçluyorlar. Uganda yetkilileri, saldırılar hakkında “MDG’nin Şeriat yasasına dayalı bir Halifelik kurma niyetinde olduğu, yabancı bir aktörün ülke ekonomisini sabote etmek amacıyla karışıklık çıkarmak için MDG’yi destekleyebileceği ve üçüncü bir ihtimal” üzerinde de durduklarını kaydediyorlar.
Uganda Savunma ve Ordu Sözcüsü Brig Flavia Byekwaso’ya göre “soruşturmalarında MDG’nin ana amacının Doğu Afrika’da İslâmî bir Hilâfet kurmak olduğu” görülüyor. Ayrıca Byekwaso “son patlamaların, iktidardaki Ulusal Direniş Hareketi hükümetini deviremeyince, MDG’nin yeni eylemlere kalkışabileceği” ihtimaline dikkat çekiyor.
Uganda Polis Şefi Fred Enanga da 18 Kasım’daki açıklamasında “MDG üyelerinin, Polis teşkilâtına girmesini sağladığı tesbit edilen örgütün önde gelenlerinden Şeyh Muhammed Kirevu’nun tutuklanacağı sırada çıkan çatışmada ölü ele geçirildiğini” ifade ediyor. Enanga “benzer suçlamadan dolayı Şeyh Süleyman Nsubuga’nın da arandığını” sözlerine ekliyor.
Diğer taraftan MDG’nin 2000’li yılların başından itibaren Kampala’da bazı saldırıları yönettikleri, batı Uganda’daki okullara ve kasabalara baskınlar düzenleyerek, bar ve eğlence yerlerine el bombası attığı vurgulanıyor. Resmî makamların Uganda’da 2012’den bu yana bir düzineden fazla Müslüman din âliminin öldürülmesinden de MDG’yi sorumlu tutuyor. Ayrıca MDG’nin kendisine alt yapı oluşturmak üzere, “Kyazanga ve doğu Uganda’dan çocukları toplayarak yine doğu Demokratik Kongo’daki kamplarında onlara eğitim verdikleri” de beyan ediliyor.
Uganda Cumhurbaşkanı Museveni “MDG tehdidine karşı kalıcı çözümün, örgütün Demokratik Kongo’nun doğusundaki konuşlu üslerine operasyon yapılması gerektiğini” düşünüyor. Birde Museveni “Kinşasa’daki MDG ve Demokratik Kongo’daki diğer milis gruplarını etkisizleştirmek için ortak saldırı veya Uganda’nın tek taraflı hareket etmesi” hususunda bölgesel görüşmelerde bulunuyor. MDG kamplarında eğitilen çocukların topluma kazandırılması hakkında da politika benimsenmesi gerektiği değerlendiriliyor.
Uganda güvenlik birimlerince, MDG’yi, Demokratik Kongo’nın doğusunda faaliyet gösteren 120’den fazla silâhlı grubun en kanlısı şeklinde tabir ediliyor. Kampala’da 2010’de Dünya Kupası Final Maçı’nı izleyen taraftarları hedef alan 2 bombalı saldırıda 76 kişi vefat etmiş ve saldırının sorumluluğunu Somali’de konuşlu El-Şebab örgütü üstlenmişti. Kampala’daki 16 Kasım’da meydana gelen patlamalar, Uganda’nın El-Şebab’a karşı Afrika Birliği Misyonu’nun bir parçası olarak Somali’ye asker göndermesinin intikamı olarak yorumlanıyor.
.
AB-Belarus sınırındaki göçmen krizi
Göçmenler, bazı devletler tarafından birbirlerine karşı araçsallaştırabiliyor. Bu anlamda Polonya ve Belarus sınırındaki göçmenlerin benzer bir duruma örnek teşkil ettiği belirtiliyor. Hal-i hazırda AB ve Belarus arasında “Minsk tarafından alıkonan gazeteci Roman Protasevich’in serbest bırakılmaması, AB’nin Belarus Cumhurbaşkanlığı seçim sonucunu tanımaması, Belarus’un Rusya’ya yakınlaşması, Belarus’un çok taraflı dış politikasından vazgeçmesi, göçmenler” vd. sorunlar bulunuyor.
Belarus’tan Polonya’ya gitmek isteyen 3-4 bin kadar mültecinin Polonya için büyük bir nüfus olduğu söyleniyor. Ancak AB’nin daha önce bu sayıdan çok daha fazla mülteci ile karşılaştığını da unutmamak gerekiyor. Bununla birlikte Belarus’un Rusya’nın yakın müttefiki ve Polonya’nın da NATO’nun üyesi olduğu biliniyor. Dolayısıyla sınırdaki mültecilerden kaynaklı sorunun derinleşmesi ihtimali karşısında, müttefiklik ilişkilerinin harekete geçirilmesi ile gerginliğin daha da artacağına işaret ediliyor.
Aslında sınırdaki mülteci krizi üzerinden her iki ülke yöneticilerinin kendi lehlerine siyaset ürettikleri bir hâl almış vaziyette. Polonya’da iktidardaki muhafazakâr Hukuk ve Adalet Partisi “göçe karşı bir mücadele başlatarak muhafazakâr tabanını harekete geçirme ve yine göçe karşı Avrupa’nın cephedeki savunucusu görünme” ihtimali mevcuttur. Böylece Polonya’daki medya hürriyetlerine ilişkin hem ABD baskısına hem de AB’nin Polonya’nın yasal reformları ve kömür kullanımını azaltma konusundaki isteksizliği sebebiyle vereceği muhtemel cezalara kolaylık sağlanacağı tahmin ediliyor.
Rusya’ya yakınlaşmasından dolayı AB’nin yaptırımlarıyla yüzleşen Belarus’un “mültecileri kontrol altında tuttuğu” söyleminin asılsız çıktığı kaydediliyor. Belarus’un “kontrolsüz göçmen, uyuşturucu ve kaçak mal akışı” tehditlerinde bulunduğu iddialar arasında. Hatta Belarus makamlarının “göçmenlerin Polonya ve Litvanya sınırlarına gitmeleri için aktif olarak yardım ve teşvik ettiği”ne dair haberler de yayınlandı.
Belarus’a uygulanan yaptırımların uygulanmasına öncülük ettiği için Polonya ve Litvanya’nın Lukaşenko’nun takibinde olduğu vurgulanıyor. Bir başka ifadeyle “Polonya ve Litvanya’da göçmenler hakkında karşıt söylemler arttıkça, Lukaşenko’nun göçmenleri cesaretlendirdiğine” dikkat çekiliyor.
Lukaşenko’nun kazandığı 9 Ağustos 2020’deki tartışmalı Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında başlayan siyasî kriz ile Belarus çok taraflı dış politikasından uzaklaşmıştır. Belarus’un, AB ile ilişkilerini tekrar başlatmak için yaptırımların kaldırılmasını ve Lukaşenko’nun seçim zaferinin tanınmasını vb. isteyebilir.
Polonya ise, Belarus ile yaşanan göçmen krizini Rusya’nın körüklediğini ileri sürüyor. Göçmen krizi derinleştikçe, Belarus’un da Avrupa’dan izolasyonu artıyor. Ayrıca AB’nin bu konuda üye ülkelerine daha fazla destek vermesi de bekleniyor.
Bazı çevrelere göre “Belarus ve Rusya arasındaki yakınlaşmanın iç boş bir retorikten ibaret olduğu belirtiliyor. İki ülkenin yakınlaşma retoriği ile Lukaşenko, ülkesinde devlet kurumlarının kontrolünü elinde tutuyor ve karar almada özerk şekilde hareket ediyor.
Her ne kadar Belarus, Rusya tarafından destekleniyorsa da, AB liderlerinin Lukaşenko karşısında geri adım atmak gibi bir niyetlerinin olmadığı görülüyor. Polonya ve Litvanya’da sınırdaki göçmenlere sempatik bakılmasa da, göçmenlerin hedeflerindeki ülkenin Almanya olduğu aktarılıyor.
AB-Belarus krizinin şu an için silâhlı bir çatışmaya dönüşmesine ihtimal verilmiyor.
AB’nin Polonya sınırındaki güvenliği arttırması, göçmenlerin menşe ülkelerinin de sorunun çözümünde çaba göstermeleri hususunda teşvik edilmeleri vb. tedbirlere yöneleceği değerlendiriliyor. Bu gibi girişimlerin sınır boyunda mülteci sayısının artmasını önleyeceği düşünülüyor. AB’nin tedbirlerine rağmen Lukaşenko’nun politikasında herhangi bir yumuşama da beklenmiyor.
Bununla birlikte AB’nin 10 Kasım 2021’de Belarus hakkında aldığı yeni yaptırım kararlarının ilk meyvelerini verdiği haberlere yansıdı. AB Komisyonu Ulaştırma’dan Sorumlu Sözcüsü Stefan De Keersmaecker’in 12 Kasım’daki beyanatında “Irak Hava Yolları, Minsk uçuşlarına devam etmeyeceğini ve Türk Hava Yolları’nin Minsk’e tek yön bilet satışını askıya alacağını” açıkladı. Birde De Keersmaecker “Fly Dubai, Türk Hava Yolları, Royal Air Maroc, Air Arabia, Emirates, Qatar Airways, Etihad, Middle Eastern Airlines, Oman Air, Irak Airways ve Egypt Air” dahil olmak üzere bir takım hava yolu şirketinin “her türlü insan kaçakçılığını şiddetle kınadığını ve somut eyleme geçtiklerini” ifade etti.
AB’nin Belarus’a karşı ilk yaptırım kararını 1997’de aldığı biliniyor. Yaptırım ile “Bakanlar seviyesinde temaslar yasaklanmış, AB ortaklık ve işbirliği süreci de askıya alınmıştı.”
Sonuçta sınırdaki göçmen krizi devam etse de, “Belarus’un, AB ile Rusya arasında bir güç mücadelesinin sahnesi olup olmadığı” değerlendiriliyor.
.
Taliban’ın ekonomik politikası
Rapor, alanında uzman 10 kişiyle yapılan görüşmelere dayanıyor. Rapor’un muhtevası da “Afgan hükümetinin 15 Ağustos 2021’de çöküşünün ve Taliban’ın 20 yıl sonra yeniden iktidara gelmesinin arkasındaki yerel ve uluslar arası etkenler üzerinde yoğunlaşıyor. Rapor’da ayrıca tekrar iktidara gelen Taliban’dan yeni versiyon “Taliban 2.0” olarak bahsediliyor. Birde yeni versiyon Taliban yönetiminin ekonomik stratejileri ve Kabil’e dönüşlerinin sosyal sonuçlarına da değiniliyor. Bununla birlikte Taliban’ın radikal dinî ideolojisinden kopma ihtimalinin düşük olduğuna dikkat çekiliyor.
Taliban’ın 15 Ağustos’ta Kabil’i almasından sonra devlet kademelerine atamalar yaptığı bilinmektedir. Böylece Taliban’ın Afganistan devletinin devamlılığını sağlayarak, kendisine uluslar arası tanınma sağlamaya çalıştığı da değerlendirilmişti. Ancak geçen sürede Taliban’ın nasıl bir ekonomi politikası izleyeceği de merak konusu olmuştur.
Rapor’da, Taliban’ın ekonomik (Talibaneconomics) olarak 3 farklı yol takip edeceği ihtimali üzerinde duruluyor. Zikredilen muhtemel 3 yol “dış yardım ve yatırım, yasadışı ve geleneksel araçlar ve iç kaynak tahsisi” şeklinde sıralanıyor. Taliban’ın zorlukları bulunan “3 yöntemin de bir karışımı olan yaklaşım benimseyeceği”ne işaret ediliyor.
Birinci olarak dış yardımlar konusunda, Taliban’ın “diğer hükümetlerden sağlanan yardım ve bağışlara bağlı kalacağı” ileri sürülüyor. Ancak Taliban’ın, “gayri resmî kanallardan gelen bağışların finansal akışla nasıl düzenleyebileceği ve bunu kimin takip edeceği” henüz netlik kazanmış değil. “Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası kaynaklarının da dahil olmak üzere, duraklatılmış olan uluslar arası yardımın, Afganistan’daki yoksulluk dikkate alındığında yeniden başlatılacağı ve gelen yardımların Taliban’ın kasasına gireceğine” ihtimal veriliyor. Elbette bu durum önemli bir çekince oluşturuyor.
Çin ve Pakistan başta olmak üzere, bölge ülkelerinin Afganistan’daki ekonomik çöküşün kendileri için büyük bir mülteci sorununa yol açabileceğini düşündükleri muhtemeldir. Afganistan’daki gelişmelerden güvenlik tehdidi algılaması yüksek olan Çin ve Pakistan gibi bölgesel aktörlerin, güvenliğin sağlanması ve terör mücadelede Taliban’a fon sağlamaya devam edecekleri iddialar arasında. Bununla birlikte Taliban’ın gelir sağlamak için, Çin’in Kuşak-Yol Girişimi’ne dahil olmaya çalışabileceği de aktarılıyor.
Taliban’ın hem dış yardım hem de dış yatırım sağlanması hususu ekonomi politikasının bir parçası olsa da, “Afganistan’ı yabancı devletlerden ve onların müdahalelerinden kurtarmak isteyen, bir Afgan milliyetçi hareketi olarak da tanımlanan Taliban için çelişkilidir.” Ancak Afganistan’ın ilk etapta büyük oranda dış yardıma ihtiyacı olduğu da unutulmamalı.
İkincisi, yasadışı ve geleneksel araçlarda, “Taliban’ın sınır noktalarından geçen malların vergilendirilmesi ve daha geleneksel anlamda afyon ticareti yoluyla gelir elde etmesi” ihtimaline yer veriliyor. Buna ek olarak Rapor’da “Taliban’ın geçmişte sivil toplum kuruluşlarının finanse ettiği projelerden % 10’luk bir kesinti talep ettiği ve bu uygulamanın devam edebileceği” öne sürülüyor. Hatta “Cihad amaçları için dışarıdan yapılan bağışların ve zekat gibi geleneksel İslâmî hayır uygulamalarının da Taliban için diğer bir gelir kaynağı oluşturması” ihtimaldir.
Rapor’a katkı sunan uzmanlar arasında, Taliban’ın narkotik ticaretinden ne kadar gelir sağlayabileceği tartışma konusudur. Uzmanların bir kısmı “Taliban’ın, afyon hacmini çok yüksek gösterip bundan elde edeceği getiriyi abartma eğiliminde olduğu” yönünde görüşe sahiptir. Buna karşılık diğer bir kısım Uzman da “Taliban’ın uyuşturucu ticareti hakkındaki tutumunun şartlı olduğunu, çünkü uluslar arası toplum yardım etmeyi sürdürürse Taliban’ın narkotik işlere girmesinin önlenebileceğini” düşünüyor.
Üçüncüsü iç kaynak tahsisi hakkında. Rapor’da Afganistan iç kaynaklarının tahsisinin, Taliban’a yönetim için temel yeterli fonu sağlayabileceği kaydediliyor. Özellikle hükümet harcamalarının doğru kullanılması, devlet yönetiminde maliyetlerin önemli ölçüde azaltılması, silâhlı kuvvetlerin harcamalarına dikkat edilmesi vb. şekilde iç kaynakların ölçülü kullanım alanları sıralanıyor.
Ayrıca Taliban’ın, Batılı veya Çinli şirketlere ülkedeki madencilik girişimlerini başlatmayı teşvik etmesi önem arz ediyor. Hal-i hazırda Çin’in ve Pakistan’ın, Afganistan’da ciddî yatırımlara giriştikleri biliniyor. Yine Afganistan’da iş yapan uluslar arası şirketlerin itibar risklerini en aza indirmeyi hedefledikleri “toplumsal cinsiyet, kadın hakları, kültür, vb.” konuları kapsayan projeler yaparak kamu davranışlarında belirli değişikliklere yol açması bekleniyor.
Rapor’da Taliban’ın önüne konulan muhtemel 3 ekonomik yol olsa da, Taliban’ın bazı dış yatırım projeleri dışında nasıl bir ekonomi politikası izleyeceği tam manasıyla net değildir.
Dolayısıyla dünyanın en büyük afyon üreticilerinden biri olan Afganistan’da siyasî gelişmeler ve silâhlı çatışlara ek olarak ekonomik yöntem arayışı, ekonomik güvenliği ve kayıtdışı ekonomisi bölgesel ve uluslar arası aktörler açısında da önem arz ediyor.
.
Etiyopya’da silâhlı çatışmalar
Etiyopya’da 1936-1941 yılları arasında kısa süreli İtalya işgali mevcuttu. Ancak 1930’da tahta çıkan İmparator Haile Selassie’ye, ordu içinden Derg isimli cunta tarafından 1974’te görevden uzaklaştırıldı. Ardından Derg Cuntası, ülkede sosyalist anlayışta bir devlet kurdu. Kanlı darbe girişimleri, ayaklanmalar, protestolar, kuraklık, kitlesel mülteci sorunları, etnik vb. sorunlar sebebiyle Etiyopya’nın Cunta rejimi 1991’de isyancı güçlerden meydana gelen bir koalisyon olan Etiyopya Halkın Devrimci Demokratik Cephesi (EPRDF) tarafından devrilmiştir. Sonra 1994’te Anayasa kabul edilmiş ve ilk çok partili seçim 1995’te yapılmıştı.
Etiyopya’da Temmuz 2021 tahminine göre nüfus 110 milyon 871 bin 31 kişi. Nüfus içerisinde başlıca Oromo (% 34.9), Amara (% 27.9), Tigray (7.3), Sidama (4.1), Welaita (3), Gurage (2.8), Somali (2.7), Hadiya (% 2.2), Afar (% 0.6) ve diğer (12.6) etnik gruplar bulunmaktadır.
Ülkede yönetim ve siyasî partiler etnik gruplara dayanıyor. Birde ülkenin idarî yapısı, 10 farklı etnik bölge devletinden oluşuyor. Etiyopya’nın Kasım 2019’da yaklaşık 30 yıllık etnik temelli iktidar koalisyonu EPRDF, Refah Partisi adı ile Birlik Partisi altında birleşmiş, ancak 4 kurucu partiden biri olan Tigray Halk Kurtuluş Cephesi (TPLF) bu birliğe katılmamıştır.
Etiyopya’da “etnik sorunlara yoksulluk, yoksunluk ve kuraklığın getirdiği yeterli gıdaya erişememe” gibi maddeleri de eklemek gerekiyor. Ülkede 3 Kasım 2021’de beri yaşanan çatışmaların kaynağının, zikredilen sorunlar olduğu belirtiliyor. Çatışmaların, “Tigray Özel Kuvvetleri tarafından Etiyopya Ulusal Savunma Kuvvetleri Kuzey Komutanlığı’na düzenlenen bir saldırı ile başladığı” bildiriliyor. Saldırılar cevap olarak, “Etiyopya Başbakanı Abiy Ahmed Ali’nin orduya savaşa girmesini ve topraklarını savunmasını emrettiği” kaydediliyor.
Bununla birlikte Federal Hükümet ile Tigray Bölgesel Hükümeti arasındaki çatışmaya nelerin yol açtığına dair farklı tartışmalar da yapılıyor. Bu tartışmalar Federal Hükümet ile Tigray Bölgesel Hükümeti arasında ve EPRDF-Refah Partisi ile Tigray halkı arasındaki düşmanlığa işaret ediyor. Daha önce “Federal Hükümet, Tigray Bölgesel Hükümeti ve TPLF ile savaşa girmeyeceği hususunda söz vermesine rağmen, Tigray liderlerinin potansiyel bir kıyım için kuşatıldıklarını defalarca açıkladıkları” aktarılıyor. Ayrıca Başbakan Abiy Ahmed Ali’nin, Covid-19 salgınıyla mücadelede Tigray’a “sadece maske göndermesi ve diğer tedbirleri almaması da” şikâyet konusu. Buna ek olarak son çatışmaların bir diğer sebebi de daha önceki karşılıklı çatışmalarda ölenler hakkında taraflı şekilde yayınlanan raporlar gösteriliyor. Karşılık yayınlanan raporların muhtelif insan hakları izleme kuruluşlarınca da itibar görmediği ve uluslar arası kuruluşlarca yeni rapor hazırlanacağı vurgulanıyor.
Ancak 3 Kasım’da yayınlanan bir raporda, çatışmadaki Etiyopya Ulusal Savunma Kuvvetleri, Amhara Özel Kuvvetleri, Amhara Milisleri, Eritre Savunma Kuvvetleri, Tigray Özel Kuvvetleri, Tigray Milisleri, Tigray Polisi, Samri ve Fano gibi silâhlı grup ve fertlerin de savaş ihlâlleri yaptığı ileri sürülüyor.
Gelişmeler karşısında başşehir Addis Ababa’nın Meskel Meydanı’nda milyonlarca kişinin katılımıyla 7 Kasım’da “Hayatta Kalma Kampanyası” sloganıyla barışçıl gösteriler düzenlediler. Hatta Addis Ababa Belediye Başkanı Adanech Abebe, CNN’e yaptığı açıklamada “Addis Ababa kuşatma altında, başşehir TPLF ve Oromo Kurtuluş Cephesi (OLF) tarafından kuşatılıyor” diyerek durumun öneminden bahsediyor.
Nisan 2018’de iktidara gelen Abiy Ahmed Ali’nin durumunun hiç bu kadar tehlikeli olmadığı belirtiliyor. Birde bugünkü çatışmaların yeni değil, neredeyse 1 yıl önce başladığı beyan edilirken, TPLF ile OLF’nin başşehre birkaç hafta içinde gireceği ön görülüyor. Federal Hükümetin başşehirde sokağa çıkma yasağı ilân etmesinin ve Addis Ababa sakinlerini şehri savunmaya çağırmasının “varoluşsal bir savaş” biçiminde nitelendiriliyor. Her iki seçeneğin uygulama aşamasına gelinmesinin, Abiy Ahmed Ali’nin seçeneklerinin azaldığına ve başşehrin daha fazla açık hale geldiğine yorumlanıyor.
Etiyopya’da şiddetlenen çatışmalar komşu ülkeleri de endişelendirirken, geniş çaplı bir bölgesel tehlike de arz ediyor. Tigray liderleri, “öncelikli hedeflerinin Tigray bölgesine uygulanan ablukanın kaldırılması olduğunda ısrarcılar. Ancak uzun vadeli hedeflerinde net olmadıkları” kaydediliyor.
Ancak ülkede yakın zamanda kurulması muhtemel bir isyancı ittifakın adından bile söz ediliyor: Etiyopya Federalist Güçlerinin Birleşik Cephesi. Abiy Ahmed Ali, Etiyopya ile Eritre arasında 2002’de başlayan sınır anlaşmazlığının çözümünde oynadığı önemli rolle biliniyor. Abiy Ahmed Ali’ye, iki ülkenin 2018’de imzaladıkları Anlaşma’nın mimarı olduğu için, kendisine 2019’da Nobel Barış Ödülü verilmişti. Etiyopya’daki çatışmaların başka bir bölgesel yansıması da, Abiy Ahmed Ali’nin bu yükselişinin düşüşü ve Eritre ile imzalanan Anlaşma’nın sonu olabileceğine ihtimal veriliyor.
Nobel Barış Ödülü sahibi Abiy Ahmed Ali’nin kendi ülkesinde barışı sağlayamadığı görülüyor. Çatışmaların durdurulması için uluslar arası kuruluşların ve arabulucuların devreye girmesi beklentiler arasında.
.
Bosna Hersek'te Dodik ve Covic'in tehditleri
Bosna-Hersek’te bir süredir siyasî gerilimler yaşanıyor. Bosna-Hersek Devlet Başkanlığı Konseyi üyesi Sırp lider Milorad Dodik’in söylemleri dikkat çekiyor. Dodik’in 3 Kasım 2021’deki açıklaması “Dayton Anlaşması için aslına dönülmez ise, ülkeyi meydana getiren iki entiteden biri olan Sırp Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını ilân edeceğini” belirtmesi siyasî krizi derinleştiriyor. Bununla birlikte ülkede Dayton Anlaşması’nın gereğince kurulan ve Anlaşma’nın sivil yönlerinin uygulanmasından sorumlu olan eski Yüksek Temsilci Valentin Inzko’nun 23 Temmuz 2021’de “soykırım inkârını suç sayan bir yasa çıkartmasını boykot etmeleri kararıyla başlayan siyasî kriz, Dodik’in ayrılıkçı söylemleriyle büyümüş ve Bosna-Hersek’te bir kez daha savaş olur mu sorusunu” gündeme getirmiştir.
Sırp Cumhuriyeti Meclisi’nde “Bosna-Hersek İlâç ve Tıbbî Malzeme Kurumu’nun yetkilerini, Sırp Cumhuriyeti’nde kurulacak yeni bir kuruma devretmeye ilişkin kanun teklifinin kabul edilmesi” de, Dodik’in, Anlaşma’ya aykırı bir şekilde yeni devlet kurmasına yönelik bir adım olarak değerlendiriliyor. Birde Dodik’in Genel Başkanı olduğu Bağımsız Sosyal Demokratlar İttifakı (SNSD)’nın kabul ettiği kararlarda “Sırp askerlerinin kendi ordusunu kuracak” iddiası ile muhtelif talepleri kabul edilmezse “Bosnalı Sırpların kendi kaderini tayin hakkını kullanarak, entiteden ayrılabileceği” kaydediliyor. Hatta Dodik daha da ileri giderek “7 AB ülkesinin Sırpların bağımsızlığını desteklediğini” de ileri sürüyor. Bosnalı Sırpların, devlet kurumlarından çekilme planı bölgede endişelere yol açıyor. Böylece Dayton Anlaşması’nın sonu mu, güvenlik ve savaş ihtimali tartışmaları yaşanıyor.
Dodik’in açıklama yaptığı aynı tarihte, BM Güvenlik Konseyi (GK) “Bosna-Hersek’te artan siyasî gerilimlerin ortasında bir araya gelerek, 26 yıllık Dayton Barış Anlaşması’nın uygulanmasındaki ilerleme gözden geçirilerek ülkedeki AB öncülüğündeki istikrar gücünün görev süresini 1 yıl daha uzatma kararı alması” önem arz ediyor.
GK, Dönüşümlü Üye (Rotating Memebers) ülkelerin de katılımıyla, BM Sözleşmesi’nin 7. Bölümü kapsamında “2604 (2021) (Belge S/RES/2604(2021) Sayılı Kararı”nı oybirliği ile kabul ederek AB ve AB ile işbirliği içinde hareket eden üye devletlere, Dayton Anlaşması’nın askerî yönlerinin uygulanmasına yardımcı olmakla görevlendirilen “Çok Uluslu İstikrar Gücü EUFOR-Althea’nın görev süresini 12 ay daha uzatma kararı almıştır.” Ayrıca GK “NATO’nun Bosna-Hersek’te bulunma yetkisini de 12 ay süreyle yenilemiş” oldu.
Bosna-Hersek Hırvat Demokrat Birliği (HDZ BİH) Başkanı Dragan Čović’in de önümüzdeki yıl yapılacak Bosna-Hersek Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik hamlesi mevcut. Čović, “Hırvatlar’a ayrılan Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyeliğini tek başına kazanabilmek için yapısal değişiklikler” talep ediyor. Čović “taleplerinin yerine getirilmezse seçimi engellemekle tehdit ettiği” iddialar arasında.
Čović’in istekleri hakkında da GK’daki Hırvat Delegesi Ivan Šimonović’in “mevcut seçim hükümlerinin, seçim mühendisliğine izin verdiğini ve böylece Bosna-Hersek’teki Hırvatları Cumhurbaşkanlığı bünyesindeki meşrû temsilcilerini seçmede mahrum bırakıldığını” vurguluyor. Šimonović’in “bu kabul edilemez durumun değiştirilmesi gerekiyor” diyerek, “seçim yasasının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına ve ilgili diğer kararlara uyması için yasal değişikliklerin yapılmasını kuvvetli bir şekilde destekledikleri” aktarılıyor.
Her ne kadar GK, EUFOR-Althea’nın görev süresini 12 ay daha uzatma kararını almış olsa da, Sırp ve Hırvat liderliğinin Dayton Anlaşması’nın kurduğu ortamı kendi lehlerine bozma gayretleri görülmektedir. Buna ek olarak Dodik’in, Dayton Anlaşması’nı tehdit ettiği de ortadadır. Bundan dolayı GK toplantısına katılan delegelerin çoğunluğu “Bosna-Hersek’in temel ilkelerini, egemenliğini ve toprak bütünlüğünü destekliyoruz” beyanında bulunuyorlar.
GK, AB ve NATO EUFOR-Althea’nın görev süresinin uzatılması ile Bosna-Hersek’teki mevcut yapıda her hangi bir değişikliğe gitmek istemediğini göstermektedir. Eğer Dayton Anlaşması üzerinde bir müzakere yapılacaksa, diplomatik yollarla yapılmalıdır. Dodik’in ve Čović’in tehditleri ile değil.
.
Müslüman Kardeşler’de klikler arası mücadele
Yapılan seçimleri Müslüman Kardeşler’in (İhvan) aynı yıl kurulan Hürriyet ve Adalet Partisi kazanarak hükümeti kurmuştu. Aynı zamanda İhvan’ın ileri gelenlerinden Muhammed Mursi de Cumhurbaşkanı seçilmişti.
Hasan El-Benna tarafından 1928’de kurulan ve tarihinde ilk defa iktidara gelen İhvan’ın hataları ve bölgede Krallık, Emirlik, Şeyhlik vb. kalıtsal yönetim biçimlerine sahip olan ülkeler, Mısır’da seçimlerin yapılmasını, kendi rejimlerine tehdit algıladıkları görülmüştü. İşte bu başlıca her iki sebebin darbeye giden yolu araladığı kaydediliyor. İhvan’ın 1 yıllık iktidarının ardından, Abdul Fettah El-Sisi liderliğinde 3 Temmuz 2013’te aralarında “sol, seküler, liberal” kesimlerin de bulunduğu asker-sivil destekli darbesi gerçekleşti. Böylece İhvan önce yasaklanıp, sonra terör örgütü ilân edildi. Ancak İhvan, darbe yönetimine karşı “barışçıl protestolarla mücadele edeceklerini ve silâha başvurmayacaklarını” beyan etmişler ve geçen sürede de bu çerçevede kaldıkları görülüyor.
Geçtiğimiz 11 Ekim 2021’de, İhvan’ın, Londra’daki Rehberlik Konseyi Başkanı İbrahim Münir’in, lider kadrosundan 6 kişinin görevine son verdiği haberlere yansıdı. Bu isimler İhvan’ın Genel Sekreteri Mahmut Hüseyin, Mısırlı Müslüman Kardeşler Gurbetçileri Derneği Başkanı Muhammed Abdul Vahab ve İhvan’ın Türkiye Ofisi Başkanı Hammam Ali Yusuf şeklinde sıralanıyor. Diğer 3 ismin ise İhvan’ın Şûrâ Konseyi üyelerinden Midhad El-Haddad, Memduh Mabrouk ve Recep El-Benna olduğu belirtiliyor. Bununla birlikte Münir, Konsey’in Türkiye’de bulunduğu iddia edilen Sözcüsü Talat Fehmi’nin yerine de, Londra’da ikamet eden Usame Süleyman ve Sohaib Abdul Maksud’u atadığı bildiriliyor.
Buna ek olarak Münir’in, “Türkiye’deki İhvan liderlerini yolsuzlukla suçladığı” ileri sürülüyor. Yine Münir’in, Londra’da İhvan’ının “TV Kanalı Al-Hiwar’da 15 Ekim’de yapılan görevden almalar”, İhvan’ın “Türkiye’deki İdarî Ofisi ve Şura Konseyi’nin de feshedilmesini kapsayan iç düzenleme hareketinin bir parçası olduğu” yönünde açıklamalarının olduğuna dikkat çekiliyor.
Diğer taraftan Münir’in karar ve açıklamalarının, İhvan’ın Türkiye’deki üyeleri tarafından reddedildiği kaydediliyor. Aynı zamanda İhvan’ın İstanbul kanadında, Münir’in, Baş Rehber Vekili görevinden alınmasının da tartışıldığı vurgulanıyor.
Araştırmacı Amr Foruk’un, Sky News TV’ye “İhvan’ın Londra ve Türkiye’deki iki kanadı arasındaki çatışmanın, Mısır-Türkiye uzlaşma girişimlerinin başladığında ve Türkiye’de İhvan’ın bazı medya organlarına sınırlama getirilmesi ile ortaya çıktığını” ifade ediyor.
Aslında İhvan içindeki krizin, eski Baş Rehber Mahmut Ezzat’ın “terörizm ve casusluk suçlamalarıyla tutuklanıp yargılanmaya başlanmasının ardından, yani güvenilir liderliğin eksikliğinden kaynaklandığı” da ihtimaller arasında. Kahire Ceza Mahkemesi’nin, Ezzat hakkındaki kararını 19 Aralık’ta açıklayacağı tahmin ediliyor. Konu hakkında Münir de “İhvan içinde, önceki Baş Rehber Muhammed Bedii’nin 2013’te tutuklanması sonrasında başlayan krizin Ezzat’ın yargılanması ile daha da kötü bir hâl aldığını” kabul ettiğine değiniliyor.
İhvan içinde klikler arasındaki mücadelenin bölünmeye yol açabileceğine de işaret ediliyor. Londra ve İstanbul Ofislerinin birbirlerinden bağımsız hareket edebileceği muhtemeldir. Böylece İhvan’da, iki başlılığın meydana gelebileceği vurgulanıyor.
Mısır’daki 3 Temmuz 2013 darbesinden bu yana bir türlü toparlanamayan İhvan’ın, bir dönem El-Sisi rejimi ile uzlaşmaya gidebileceği de gündeme gelmişti. Fakat yapılan girişimlerde şu an için başarı sağlandığını söylemek oldukça güç.
Türkiye ve Katar’ın, Mısır’la ilişkilerini düzeltmeye çalışması; İhvan taraftarı siyasi partilerin Mısır (Hürriyet ve Adalet Partisi), Tunus (En-Nahda Partisi) ve Fas’ta (Adalet ve Kalkınma Partisi) iktidarı darbe veya seçim yoluyla kaybetmeleri ile İhvan’da yeni bir “varoluşsal krize” sebep olduğu değerlendiriliyor.
İhvan tarihinde ilk defa 1948’de, ikinci kez 1954’te ve üçüncü olarak da 2013’te yasaklanmıştı. Her seferinde tekrar toparlanma yoluna giden İhvan’ın, özellikle Arap Baharı sonrasında siyasî partiler yoluyla iktidara geldiği ülkelerde “siyasî, ekonomik, toplumsal” sorunlara çözüm üretememesiyle, seçmen kitlesinin desteğini de kaybettiği görülüyor.
İhvan içerisinde bir müddet daha toparlanma veya ayrışma tartışmalarının devam edeceği kuvvetle muhtemeldir.
.
Polonya-AB ilişkisi
AB gibi uluslar arası kuruluşlarda temel nokta üye ülkelerin egemenliklerini bir üst otoriteye devrederek, ortak alınan kararların uygulanmasıdır. AB’nin başlıca “demokrasi, hürriyetler, hukukun üstünlüğü, insan hakları” vb. üst yapısal değerlere sahip olduğu belirtiliyor. Yine malî, güvenlik, sağlık vd. alanlarda da dayanışma içinde olmak Polonya’nın da dahil olduğu bütün AB üyeleri için de geçerlidir.
Ancak Polonya Anayasa Mahkemesi’nin 7 Ekim 2021’deki “Polonya hukukunun, AB hukuku üzerindeki üstünlüğünü kabul ettiğine” dair kararın, AB’nin kuruluş ve devletlerle imzaladığı üyelik anlaşmasına aykırı olduğu bildiriliyor. Birde Karar’da “AB organlarının, Polonya tarafından verilen yetkilerin sınırları dışında çalıştığı sürece, AB düzenlemelerinin Polonya Anayasasıyla tutarsız olduğu” kaydediliyor.
Ayrıca Anayasa Mahkemesi, ilgili Kararın, “Başbakan Mateusz Morawiecki’nin başvurusunun incelendikten sonra alındığını” belirtiyor. Karar’da özellikle “AB Adalet Divanı tarafından Polonya yargısına müdahale girişiminin hukukun üstünlüğü ve Anayasa’nın üstünlüğü ilkesini ihlâl ettiği, Avrupa entegrasyonu sürecinde egemenliğin korunması” da vurgulanıyor.
Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi Kararı’nın, AB’nin hükümleriyle sorun yaşadığı görülmektedir. Kararı alan Anayasa Mahkemesi’nin, iktidardaki muhafazakâr Hukuk ve Adalet Partisi’nin kontrolünde olduğu da ileri sürülüyor. Birde iktidar partisinin 2015 yılından beri Anayasa Mahkemesi’nin bağımsızlığını sistematik şekilde aşındırdığına dikkat çekiliyor. Hatta Polonya’nın “kendi Anayasasının AB hukukunun yerine geçtiği” ile ilgili Kararı Macaristan’ın desteğiyle aldığı da iddialar arasında.
Karar ile Polonya’nın, AB’nin yasal ve siyasî bütünlüğünü teste tabi tuttuğu ifadeleri uluslar arası haberlerde yer alıyor. Bununla birlikte Macaristan da 18 Mayıs 2021’de, AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrel’in “İsrail-Filistin arasında ateşkes, Gazze’ye insanî yardım erişimi, sivillerin korunması ve Filistin’de seçimlerin yapılması çağrısı hakkında AB’nin 27 üyesi adına ortak açıklamayı veto ederek engellemişti (Yeni Asya, 25.05.2021, AB’de Macaristan Vetosu). Her iki ülkenin izledikleri politikaların, AB’nin geleceği hakkında endişelere yol açtığını değerlendirenler de mevcut.
AB Parlamentosu ve bazı üye devletlerden gelen baskıların ardından, AB Komisyonu, üye devletlerin “Topluluk Müktesebatı”nın ruhuna uygun olmayan teşebbüslerine karşı tavır aldı. AB, Covid-19 salgını sonrasında üyelerinin ekonomilerini harekete geçirmek için hibeler ve ucuz kredilerden oluşan 750 Milyar Euro’nun üzerinde “Korona Virüs Pandemisi Kurtarma Fonu”nu kabul etmişti. Fakat Komisyon belirtilen Fon çerçevesinde, Polonya ve Macaristan’ın ulusal kurtarma planlarının onaylanmasını erteleyerek tepkisini gösterdi. Böylece AB’nin “Korona Virüs Pandemisi Kurtarma Fonu” kapsamında Polonya için 23 Milyar Euro hibe ve düşük faizli 34 Milyar Euro kredinin verilmesini engelledi.
Polonya Anayasa Mahkemesi Kararı’nın diğer AB üyesi ülkelere emsal oluşturmaması için, Komisyon’un daha sert tedbirler alması muhtemeldir. Bunlardan bir tanesi Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen, Avrupa Adalet Divanı’ndan “ihlâlleri durana kadar Polonya’ya günlük para cezası verilmesini” talep edebilir.
Polonya’da hem salgının getirdiği olumsuzluklardan hem de 2023’te yapılması planlanan Parlamento seçimlerine giden süreçte, AB’nin hibe ve düşük faizli kredileri hayati önem arz ediyor. Çünkü iktidardaki Hukuk ve Adalet Partisi’nin, Polonya’daki ekonomik sorunlara çözüm üretmede, AB’nin yardımlarına ihtiyacı olduğuna kesin gözüyle bakılıyor. Hukuk ve Adalet Partisi’nin siyasî geleceğini, AB yardımlarının Polonya’ya gelmesine bağlı olduğu muhtemeldir.
Anayasa Mahkemesi’nin 7 Ekim’deki Kararı’na rağmen, Polonya ve Macaristan hükümetleri 11 Ekim’de AB Adalet Divanı’ndan “AB’nin hukukun üstünlüğünü ihlâl ettiği düşünülen ülkelere, bütçeden fon kesmesine izin veren tedbirin kaldırılmasını” talep ettiler. Böylece her iki ülke için AB yardımlarının vazgeçilmezliğini yine kendileri ortaya koymuş oldular.
AB’nin “müsbet” manada Avrupa entegrasyonunu gerçekleştirmek için kuruluş anlaşmasından ve üst yapısal değerlerinden taviz vermemesi kaçınılmazdır.
.
Sudan’da darbe
Sudan Geçiş Konseyi Başkanı ve Ordu Başkomutanı Abdul Fettah El-Burhan 25 Ekim 2021 sabah saatlerinde internet hizmetini durdurduktan sonra olağanüstü hâl ilân etti. El-Burhan daha sonra TV konuşmasında Başbakan Hamdok hükümetini kendi ifadesiyle “dağıttığını” duyurdu.
El-Burhan, devamında “siyasî gruplar arasındaki kavgaların orduyu müdahale etmeye teşvik ettiğini, ancak yeni bir teknokrat hükümetin kurularak Sudan’ı seçimlere götüreceğini ve ülkenin demokratik geçişini tamamlamaya söz verdiğini” bildirdi. El-Burhan’ın bu açıklaması “Sudan’da Hamdok hükümetine yönelik bir darbe” olarak değerlendiriliyor. Böylece Sudan’da 1956’daki bağımsızlığından bu yana 15. darbe gerçekleştirilmiş oluyor.
El-Burhan’ın darbesine karşı Sudan Meslek Odaları Birliği ve muhtelif sendikaların çağrısı üzerine özellikle gençlerden oluşan göstericiler başşehir Hartum, Omdurman ve diğer şehirlerin sokaklarında protestolara başladıkları belirtiliyor. Ordunun, protestoculara zaman zaman ateş ettiği de gelen haberler arasında.
Uzun süredir istikrarsızlıklar içerisindeki Sudan’da, Geçiş Konseyi başkanlığının bir sivile devredilmesine 1 aydan kısa bir süre kala, darbenin yapılması şüpheleri de beraberinde getiriyor. Zaten Ömer El-Beşir’in devrilmesinden beri, Geçiş Konseyi’nde asker ve sivil üyeler arasında sık sık anlaşmazlık yaşandığı biliniyor. Ayrıca sivil üyelerin de kendi içlerinde derin görüş ayrılıkları yaşaması da olumsuzluk arz ediyor. 23 Eylül’deki başarısız darbe girişiminde, ülkenin yönetici elitleri olan El-Beşir’i devirenlerle, askerî bir idare talep ettiği ileri sürülen aşırı muhafazakâr İslâmcılar arasında gerginlikler sahnelenmişti.
Ülkede 23 Eylül’deki başarısız darbe girişimi, aslında sivil kanadın üst kuruluşu olan “Özgürlük ve Değişim Güçleri”nde bölünmeye yol açmıştı (Yeni Asya, 01.10.2021, Sudan’da Özgürlük ve Değişim Güçleri’nde Bölünme). Bu bölünmenin El-Burhan’ın işini kolaylaştırdığı ihtimaller arasında.
Dolayısıyla 23 Eylül’deki olaylar, 25 Ekim darbesinin habercisi niteliğindeydi.
El-Burhan’ın 25 Ekim darbesi ile aralarında Başbakan Hamdok ve eşi, Sanayi Bakanı İbrahim El-Şeyh, Enformasyon Bakanı Hamza Baloul, Geçiş Konseyi üyesi Muhammed El-Fiky Süleyman, Hartum Valisi Ayman Khalid ve Hamdok’un Basın Danışmanı Faysal Muhammed Salih’in de bulunduğu birçok üst düzey hükümet görevlisinin tutuklandığı veya gözaltına alındığı bildiriliyor.
Sudan’da tutuklama haberlerinin yayılmasının ardından Komünist Parti, El-Burhan’ın “tam bir askerî darbe” düzenlediğini beyan ederek, işçileri toplu sivil itaatsizlik eylemlerine ve grevlere dâvet etti. Uluslar arası haber kaynakları, ülkenin bir çok bölgesinde toplumsal kesimlerin gösterilerde bulunduğunu kaydediyor. Ancak toplumsal kesimlerin de bütüncül bir yapıda olmadığı, farklı gruplardan oluştuğu için kırılganlığına da dikkat çekiliyor. Ancak El-Burhan’a atfedilen “Geçici Konsey’in 21 ay askerî bir yetkili tarafından, sonra 18 ay boyunca da bir sivil figürün yönetmesi gereken önceden kararlaştırılan zaman çizelgesine bağlı kalmayabileceğini” dair iddiaların, farklı toplumsal grupları konsolide ettiğine işaret ediliyor.
Sudan’daki gelişmeler, bölgesel ve uluslar arası aktörleri de harekete geçirmiş durumda. İlk olarak Afrika Birliği Komisyon Başkanı Moussa Faki, sonra ABD’nin Afrika Boynuzu Özel Elçisi Jeffrey Feltman, daha sonra AB Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Yüksek Temsilcisi Joseph Borrel ve son olarak da Arap Ligi’nden taraflara “diyalog ve demokratik geçiş için endişeler” dile getirildi.
El-Beşir’in iktidardan uzaklaştırılmasından sonra, ABD, 2020’de Sudan’ı “terör destekçisi devlet listesinden çıkartmıştı.” Böylece ülkede çok ihtiyaç duyulan dış kredilerin ve yatırımların önü açılmıştı. Fakat Sudan, uluslar arası kredi kuruluşlarının talep ettiği bir dizi ekonomik reformun getirdiği zorluklarla mücadele etmek durumunda kalmıştır. Ülke ekonomisinin düzelmesi ile Sudanlılar’ın sosyo-ekonomik refahının arttırılması hedefleniyor.
Ancak dış müdahalelere açık olan Sudan’da siyasî istikrarın sağlanamaması olumsuzluk arz ediyor. Ülkede 23 Eylül başarısız darbe girişiminin sonrasında askerî bileşenlerin demokratik geçişe verdikleri güvencenin, güvenilirliği 25 Ekim darbesi ile ölçülmüştür.
Böylece El-Burhan ve kadrosunun inandırıcılığının endişe verici seviyede olduğu muhtemeldir.
Sudan’da etnik, ideolojik, mezhebî vb. problemler üzerinden çatışmaya varmadan, bir an önce demokratik geçişin tamamlanması zorunluluktur. Sudanlılar’ın ülkelerinin geleceğine hür iradeleriyle karar vermesi önemlidir. Ancak protestolar henüz bitmemiştir. Geçiş döneminin sancılarına da yenilerinin ekleneceği kuvvetle muhtemeldir.
.
NATO-Rusya ilişkileri
Ancak Soğuk Savaş sonrası süreçte NATO’nun 1990’larda Rusya’nın müttefiki Sırbistan’a müdahalesi ilk gerginliklerden biriydi. Devam eden yıllarda Rusya’nın, Ukrayna’ya muhtelif şekillerde müdahalesi ve 2014’te Kırım’ı ilhakı ile NATO-Rusya ilişkilerinde yeni gerginlikler meydana getirdi. Bununla birlikte 2018’de İngiltere’nin Salisbury şehrinde istihbarat personelinin zehirlenmesinde, Rusya suçlu gösterilerek, NATO’daki 7 Rus diplomatın akreditasyonu iptal edilmişti. Yine geçtiğimiz 7 Ekim 2021’de de Brüksel’deki NATO merkezinde çalışan 8 Rus diplomatın istihbarat ajanı olduğu gerekçesiyle akreditasyonları kaldırılmıştı. Hatta NATO merkezinde çalışacak Rusların kontenjanında da 20’den 10’a indirildiği haberlere yansımıştı. Böylece NATO ve Rusya ilişkilerinin bir kez daha yara aldığı vurgulanıyor.
Rusya ise, NATO’daki diplomatik misyonunu sona erdirme kararı alarak, Soğuk Savaş ardından taraflar arasında güven inşa etmeye yönelik girişimlerin durakladığı aktarılıyor. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un 18 Ekim’deki açıklamasında “Moskova ile Batı arasında çözülen ilişkilerin son örneğinin Rusya’nın NATO ile diplomatik ilişkisini durdurmayı planladığı” yönünde.
Lavrov’un beyanatına karşılık olarak, NATO Sözcüsü Oana Lungescu “Rusya’nın diplomatik misyonunun çalışmalarını askıya alma kararını not aldık, NATO’nun Rusya’ya yönelik politikası tutarlılığını koruyor, Rusya’nın saldırgan eylemlerine cevap olarak caydırıcılığımızı ve savunmamızı korurken, birde diyaloğa da açığız” ifadelerini kullandı.
NATO ile ilişkilerini durdurma sürecine girse de, Rusya’nın Avrupa güvenliğini tehdit eden askerî bir tutum içinde olmadığı değerlendirmeler arasında. Aynı zamanda Rusya’nın, NATO üyesi ülkelerdeki dış temsilcilikleri faaliyette ve bu ülkelerle ilişkilerini sürdürmektedir.
“Eski ABD Başkanı Donald Trump’ın, NATO’nun Avrupa’daki üyelerini askerî harcamalarda beleşcilikle suçlaması” hatırlardadır. NATO-Rusya ilişkilerindeki kopmanın, Trump’ın suçlamasından sonra, yeni Başkan Joe Biden’ın “Avrupa ittifakını güçlendirmeye çalışmasıyla” aynı döneme denk gelmesi de düşündürücü karşılanıyor.
Lavrov’un Ekim ayı başında NATO Genel Sek- reteri Jens Stoltenberg’le yaptığı görüşmede “Rusya’nın NATO ile ilişkilerinde dürüst ilgisini vurguladığı, NATO’nun gerektiğinde Rusya’nın Brüksel’deki Büyükelçiliğine diplomatik mesajlarını iletebileceğini, ancak Rus diplomatların akreditasyonlarının iptal edilmesini kendileri için sürpriz olduğunu” kaydediyor.
Lavrov açıklamasında “NATO’nun eşit diyalog veya ortak çalışmaya ilgi göstermediğini ve öngörülebilir gelecekte her şeyin değişeceğini iddia etmeye gerek olmadığını” söylemesi, tarafların bir müddet daha birbirlerine mesafelerini koruyacaklarına işaret ediyor.
Bununla birlikte Rusya’nın geçtiğimiz aylarda, Ukrayna sınırına askerî yığınak yapması ve tatbikat hazırlıkları içerisine girmesi de, NATO’nun Doğu Avrupa’daki üyeleri için bir tehdit görülmektedir. Aslında NATO-Rusya ilişkilerindeki zedelenmenin temelde Ukrayna merkezli olduğu kaydediliyor. Buna birde NATO karargâhındaki ajan iddiaları eklenerek iki taraf arasında sorunun derinleştiği nettir.
Diğer taraftan Rusya’nın, eski Sovyet ülkeleri ile “Bağımsız Devletler Topluluğu” adıyla birliktelik kurarken, Çin’le de tek başına askerî girişimlerde bulunduğundan bahsediliyor.
Kimilerine göre “Asya’nın ya da Doğu’nun NATO’su” şeklinde tanımlanan Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) üye ülkeler arasında askerî, ekonomik ve kültürel iş birliğini gerçekleştirmek ve özellikle güvenlik alanında ortaklıklar geliştirmeyi amaçlıyor. ŞİÖ’nün 17 Eylül 2021’de Tacikistan’ın başşehri Duşanbe’de yapılan Devlet Başkanları Zirvesi’nde İran 14 yıllık bir sürecin ardından Örgüt’e tam üye olarak kabul edildi. ŞİÖ’de İran’la birlikte Çin, Rusya, Tacikistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Pakistan, Hindistan da bulunuyor.
İran’ın ŞİÖ’ye tam üyeliği sonrasında, NATO’daki Rus görevlilerin akreditasyonlarının iptal edilmesine “Rusya’ya gözdağı verilmesi” vb. yorumlayanlar da mevcut. Birde İran’ın ŞİÖ üyeliğine kabul edilmesinde, bölgede ABD öncülüğünde Çin’e karşı 16 Eylül 2021’de “AUKUS (Avustralya, İngiltere, ABD) Güvenlik Paktı”nın da kurulması da etkilidir. Ancak bir müddet daha NATO-Rusya ilişkilerinde duraklama yaşanacağı kuvvetle muhtemeldir.
..
Irak’ta parlamento seçimleri
Seçimler sonucunda 4 yıl boyunca görev yapacak Parlamento üyeleri de belirlenmiş oldu.
Irak, Temmuz 2021 itibariyle 39 milyon 650 bin 145 nüfusa sahip. Ülkede 10 Ekim’de oy verebilir durumda 24 milyon 900 bin seçmen mevcut. Seçmenler 21 Koalisyon / Blok, 109 Parti ve toplamda 3 bin 249 aday için tercihte bulundular. Sandalye sayısının 329 olduğu Parlamento’nun 83 temsilcisi kadınlara ve 9’u da azınlıklara ayrılmış.
Etnik, dinî / mezhebî fay hatlarının hareketliliği her daim gözlenebilen Irak’ta, seçimlerin en büyük kaybedeninin İran yanlısı adaylar olduğu belirtiliyor. Ülkede geniş bir tabana sahip Şiî lider Mukteda Es-Sadr’ın “Sadr Hareketi” 73 sandalye ile Parlamento’da birinciliği elde etti. Sadr Hareketi 2018 seçimlerinde kazandığı 54 sandalyeyi 73’e çıkardı. Bununla birlikte Takaddum Partisi 38, Kanun Devleti Koalisyonu 35, Kürdistan Demokratik Partisi 33, Kürdistan Vatanseverler Partisi 16, Yeni Kuşak Hareketi 9, Fetih Koalisyonu 16, Azim İttifakı 13, İmtidat Hareketi 9, Ulusal Devlet Güçleri Koalisyonu 4, Birleşik Irak Türkmenleri Cephesi 2, Hukuk Hareketi 1, Bağımsızlar 39 ve diğer gruplar 41 sandalye ile Parlamento’da temsil edilecekler.
Sonuçlara göre Sadr Hareketi’nin, İran destekli Şiî milislerden meydana gelen Halk Seferberlik Güçleri’ne bağlı Fetih Koalisyonu’nun favori adaylarını geride bıraktığı görülmektedir. Fetih Koalisyonu’nun, aşırı Sünnî IŞİD’e karşı silâhlı mücadele ile tanınsa da, Koalisyon içerisinde İran yanlısı Asaib Ehl-i Hak milisleri gibi en sert grupları da barındırdığı aktarılıyor. Koalisyon 2018 seçimlerinde 48 sandalye kazanırken, 10 Ekim seçimlerinde 32 sandalye kaybederek Parlamento’ya 16 temsilciye düştüler. Böylece İran taraftarı Koalisyon’un, Iraklı Şiî lider Sadr karşısında seçimlerin kaybedeni olduğu değerlendiriliyor.
İran destekli unsurların bir önceki seçime göre ciddî kayıplarından dolayı, Irak’ta çıkması muhtemel bir takım olaylara karışabilecekleri endişesi bulunuyor. Bununla ilgili olarak yeni kurulacak hükümetin mevcut ABD askerlerinin geri çekilmesini talep etme ihtimalini azaltabileceği üzerinde duruluyor.
Iraklı yetkililer ve din adamları vatandaşları seçimlere katılmaya teşvik etse de, bazı boykotlar ve Iraklıların değişim oluşturacağına dair güven eksikliğinden seçimlere katılım düşük oldu. Uzun yıllar savaşlara sahne olan ve başarısız hükümetlerin göreve geldiği Irak’ta, seçimlere katılım oranı yüzde 41 şeklinde belirlendi. Bu oran 2018 seçimlerinde yüzde 44’tü. Her seçimde, katılımın biraz daha düşüş gösterdiği Irak’ta, seçmenlerin siyasî unsurlara güveninin azaldığı yorumlanmaktadır.
Ülkede Ekim 2019’da protestolar (Yeni Asya, 08-09-15 Ekim 2019 tarihli makaleler) ve Şubat 2020 olayları ve “Bir Milyon Adam Yürüyüşü” (Yeni Asya, 08.02.2020, Irak’ta Bir Milyon Adam Yürüyüşü) gibi toplumsal gösteriler hatırlardadır. Irak’taki yolsuzluk, yoksulluk, yoksunluk, gelir dağılımı adaletsizliği, işsizlik, altyapı sorunu vb. sosyo-ekonomik yetersizlikler ile başta ABD olmak üzere ülkedeki yabancı güçlerin varlığına ve İran’a karşı rahatsızlık muhtelif toplumsal kesimlerin tepkisine sebep olmuştu. Seçmenlerin 10 Ekim’de seçimlere katılımındaki düşüş, toplumun ülkesi adına gelecek kaygısı taşıdığına işaret ediyor.
ABD öncülüğünde 2003’te Irak’ın işgalinin ardından ve Saddam Hüseyin’in devrilmesinden bu yana, Irak’ta 5. Seçim gerçekleştirildi. Ancak Iraklılar, son seçimlerin de ülkede gerçek bir değişim yapabileceği hususunda şüpheyle yaklaşıyorlar. Çünkü 2018 ve 2019’daki sosyo-ekonomik taleplerin hâlen tam manasıyla karşılanmadığı vurgulanıyor. Irak’ta pek çok kişinin siyaset ve ekonomide kapsamlı bir reformun yapılmayacağında hem fikir olduğu aktarılıyor.
Parlamento’daki hiçbir siyasî grup, tek başına hükümeti kuramıyor. Dolayısıyla seçimin kazananı ve en büyük siyasî unsur Sadr Hareketi’nin, seçimlerin kesin sonucu açıklanmadan koalisyon görüşmelerine başladığı bildiriliyor.
Aynı zamanda yeni Parlamento’nun yeni Irak Cumhurbaşkanı’nı da seçeceği için de son seçimlerin sonucu önem arz ediyor.
Irak’ta, bazı siyasî yapıların silâhlı kanatlarının eylem ihtimali göz önünde tutulmaktadır.
Ancak her şeye rağmen yapılan seçimin neticesinde “Irak halkının iradesini yansıtan bir hükümet kurulması” bekleniyor.
.
BAE ve Güney Kore anlaşması
Önce İsrail’in Mısır, Ürdün, BAE (Birleşik Arap Emirlikleri), Bahreyn, Fas ve Sudan’la normalleşmesi öne çıktı. Bu sürece eş zamanlı olarak İsrail’in, Suudi Arabistan’la da ilişkilerinde en iyi dönemi yaşadığı görülüyor.
Sonra ABD’nin Afganistan’dan çekilmesiyle birlikte, ABD’nin Hint-Pasifik stratejisi ile ilgili Çin’e karşı güvenlik paktı olan AUKUS (Avustralya, İngiltere, ABD) ve “Çin’in gelişen gücüne karşı en önemli demokratik siper” şeklinde değerlendirilen Dörtlü Grup (ABD, Japonya, Hindistan, Avustralya) toplantıları gerçekleştirilmişti.
Daha sonra Hindistan, İsrail ve BAE arasındaki blok anlayışının yükselişi söz konusudur. Bununla birlikte Suudi Arabistan’ın yıllar önce ortaya attığı Kızıldeniz Birliği düşüncesi de Riyad’da 6 Ocak 2020’de Suudi Arabistan, Sudan, Cibuti, Somali, Eritre, Mısır, Yemen ve Ürdün’ün Dışişleri Bakanları toplantısı yapılmıştı. Toplantıda Kızıldeniz’e kıyısı bulunan ülkelerin “Kızıldeniz Arap ve Afrika Ülkeleri Konseyi”nin kurulduğu beyan edilmişti. Bölgedeki yeni birliklere Yunanistan ve Mısır öncülüğündeki Doğu Akdeniz Gaz Forumu’nu da eklemek gerekiyor. Birde Mısır, Ürdün ve Irak arasında olgunlaştırılmaya çalışan “Yeni Levant” birliğini de unutmamak lâzım.
Son gelişme ise Dubai’de 14 Ekim 2021 BAE ile Güney Kore arasında “Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşmasına Giden Yol” başlıklı Anlaşma’nın imzalanmasıdır. Anlaşma, Güney Kore Ticaret Bakanı Yeo Han-Koo ve BAE Dış Ticaret Bakanı Thani El-Zeyoudi arasında imzalandı. Her iki bakan “Kapsamlı Ekonomik Anlaşmayı sürdürme niyetinde olduklarını” açıkladılar.
İki ülke arasındaki Anlaşma’nın başlıca “sera gazı emisyonlarını azaltma, yeşil teknolojiyi geliştirme, biyolojik, havacılık, yenilenebilir enerji ve yeni nesil serbest ticareti” kapsadığı belirtiliyor. Bu amaçla müzakerelerin iki ay içinde başlayacağı ve Anlaşma’nın yarısının 2022 yılı sonuna kadar tamamlanması hedefleniyor.
BAE ekonomisinin geçtiğimiz yıl Covid-19 salgınının da etkisiyle ciddî şekilde daraldığı ve Suudi Arabistan’la artan ekonomik rekabetle de karşı karşıya kaldığı bildiriliyor. BAE’nin ekonomisindeki sıkıntıyı aşmak için Güney Kore’ye ek Japonya, Şili, Gürcistan, Ukrayna ile de benzer bir “Kapsamlı Ekonomik Anlaşma” yapabileceğine ihtimal veriliyor. BAE’nin Anlaşma ile asıl amacının “mal ve hizmetlerdeki bütün tarifeleri ve kotaları kaldırmak olduğuna” işaret ediliyor. Hatta BAE’nin, Türkiye de dahil, birçok ülkeyle ilgilendikleri kaydediliyor.
Diğer taraftan BAE ile Güney Kore’nin, Abu Dabi’de 24 Eylül 2021’de “atom enerjisi işbirliğini teşvik etmenin yolları hakkında ikili çalışma” düzenledikleri ve “iki tarafın, atom enerjisindeki işbirliğinin özel stratejik ortaklığının temeli olduğu” düşüncesi paylaşılmıştı. Ayrıca “Güney Kore’nin 2009’da BAE’nin Barakah bölgesinde dört nükleer reaktör inşa etmek için 20 milyar Dolarlık bir sözleşme kapsamında reaktörlerin inşaat halinde olduğu” da vurgulanıyor.
Güney Kore’nin BAE ile ticaret hacminin 2020 itibariyle 9.4 milyar Dolar gerçekleştiği aktarılıyor. İki ülkenin başladıkları Anlaşma sürecinin yeni işbirliği sahalarını da beraberinde getireceği belirtiliyor.
Güney Kore son yıllarda ASEAN (Güney Asya Ülkeleri Birliği) ülkeleri Brunei, Kamboçya, Endonezya, Laos, Malezya, Myanmar, Filipinler, Tayland, Singapur ve Vietnam’la ihracata dayalı ekonomisinin büyümesini arttırmayı hedefliyor. Yine Güney Kore’nin belirtilen hedef doğrultusunda ASEAN ülkeleriyle bir dizi anlaşma yaptığı da kaydediliyor.
BAE’nin de İsrail’le normalleşmeyi sağladıktan sonra, bölgede Hindistan-İsrail’le bloklaşmaya giderek Hindistan üzerinden Güney Asya pazarlarına açılmayı hedeflediği muhtemeldir. BAE’nin Hindistan’la ilişkilerini geliştirerek, BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) üyesi ülkelerle de ekonomik ilişkilerini ilerletmeyi amaçladığı da ihtimaller arasında.
Yine BAE’nin Güney Kore ile ilişkilerinin gelecekteki adımının ASEAN ülkeleriyle serbest ticaret vb. anlaşmalar olacağı kuvvetle muhtemeldir. BAE de, ekonomisi petrol ve doğal gaza dayalı diğer Körfez ülkeleri gibi, “2030 Vizyon”larında belirtildiği üzere karbon temelli kaynakların dışında, sürdürülebilir ekonomiye dayalı ürünlere/finansal araçlara yönelik arayışı içinde olduğu anlaşılmaktadır.
.
Lübnan nereye?/Quo Vadis?/
Yakın geçmişte yaşadığı iç savaş ve yurt dışı müdahaleler, ülkenin farklı yapılarını daha belirgin hale getiriyor. Hatta Lübnan Parlamentosu’ndaki sandalye dağılımı, mezhebî temsiliyete dayanıyor.
Farklılıklarını zenginliğe dönüştüremeyen Lübnan, siyasî ayrışmaların, etnik sorunların ve ekonomik krizlerin sahnesi durumunda. Ortadoğu’nun en uzun iç savaşını 13 Nisan 1975 ve 13 Ekim 1990 tarihleri arasında yaşayan Lübnan’da, Suriye işgali ise 30 Nisan 2005’e kadar devam etmişti. İç savaş ve Suriye işgalinin sona ermesinin ardından bir türlü istikrara kavuşamayan ülkede, ekonomik kriz(ler)in derinleşmesiyle birlikte toplumsal sorunlarda da artış gözlenmektedir. Ülke Eylül 2018’den bu yana ciddî problemler yaşamaktadır.
Bütün ayrışmalara rağmen toplum, ekonomik sorunlar karşısında birleşiyor. 17 Ekim 2019 Perşembe günü hükümetin “internet üzerinden gerçekleştirilen WhatsApp iletişimlerine günlük 0,20 Cent, aylık toplamda 6 (ABD) doları vergi getirdiği”ni açıklaması, aynı günün akşamında protestolara sebep oldu (Yeni Asya, 20.09.2019, Lübnan’da WhatsApp Devrimi mi?). Sonra Covid-19 salgınının ekonomiye getirdiği yük ve sağlık hizmetlerinin yetersizliğinde şikâyet edenlerin gösterileri gerçekleşti (Yeni Asya, 31.03.2020, Lübnan’da Korona Salgını Siyasi Krize Yol Açar mı?). Daha sonra Lübnan’ın ödenemeyecek seviyeye gelen borçları; artan işsizlik, yoksulluk, yoksunluk, yolsuzluk, gelir dağılımı adaletsizliği; yükselen enf- lasyon, satın alma gücünün düşmesi ve orta sınıfın giderek yok olması ülkede yeni sosyo-ekonomik protestolara neden olan kırmızı alarm durumu mevcuttu. (Yeni Asya, 25.05.2020, Lübnan Ekonomisi Alarm Veriyor).
Sahip olduğu Şii nüfusu ve Hizbullah’ın konuşlandığı Lübnan’a, İran’ın ilgisinin olduğu belirtiliyor. IMF’yle de yaptığı görüşmelerden istediğini bulamayan Lübnan’ın, İran’ın yardımını almasına bir anlamda mecbur bırakıldığı tartışılıyor. Hattan Çin’in bile Lübnan’a istihdam sağlayacak yatırım yapacağı da gündeme gelmişti (Yeni Asya, 21.07.2020, Lübnan’a Kim Yardım Edecek?).
Beyrut limanında, 4 Ağustos 2020 Salı günü meydana gelen büyük patlamada, en az 137 kişi hayatını kaybederken, 5 bin kişinin yaralandığı bildirilmişti. Patlamanın ardından 2 haftalık olağanüstü hâl ilân edildiği hatırlardadır. Patlama hakkında “Lübnan bürokrasisine özgü yaygın ihmal, yozlaşma ve suçlama kültürünün neticesi” şeklinde değerlendirilmişti. Ancak bu dönemde hem Korona salgını hem de patlama olayı, sosyo-ekonomik durumu protesto edenlerin meydanlardan çekilmesine yol açmıştı. (Yeni Asya, 08.08.2020, Lübnan’da Patlama).
Sosyo-ekonomik talepleri karşılayamaması ve patlamanın akabinde Başbakan Hasan Diab hükümeti 10 Ağustos 2020’de istifasını vermişti. Cumhurbaşkanı Mişel Aoun, 31 Ağustos’ta Diab’ın yerine, Mustafa Adib’i Başbakan olarak atadı.
Böylece Adib, 2020 yılı içinde göreve gelen 3. Başbakan oldu. Sorunlu ülke siyasetinin içinden gelen Adib’in de, Lübnan’ın sorunlarına çare üretemediği anlaşılıyor. (Yeni Asya, 05.09.2020, Msutafa Adib, Lübnan’a Çare Olur mu?).
Dünya Bankası’na göre, Lübnan’da nüfusun yarısından fazlası yoksulluk içinde yaşıyor. Büyümedeki keskin düşüş, hiper enflasyon ve devalüasyonla birleşince; Lübnanlılar mecburen daha fazla güvencesiz, sigortasız, kayıt dışı istihdama yöneliyor. Buna düşük ücretli işler veya geçici işlerin tercih edilmesini eklemek gerekiyor. Dolayısıyla Lübnan’da işsizlik oranının yüzde 50’den fazla olduğuna işaret ediliyor. Hatta sosyo-ekonomik şartların protesto edilmesinde “Açız” sloganları dikkat çekiyor (Yeni Asya, 22.05.2021, Lübnan’da Açlık Krizi mi?).
Ülkenin kuzeyindeki Trablus’ta suç oranı, Lübnan’ın ekonomik çöküşünün derinleşmesiyle endişe verici seviye ulaştığı bildiriliyor. Trablus’ta “Koronavirüsle mücadelede uygulanan karantina tedbirinin de etkisiyle işsizlik ve yoksulluk oranını yüzde 60’lara çıktığı” belirtiliyor. Özellikle son dönemde “soygun, gasp ve silahlı saldırı olaylarından dolayı Lübnanlılar’ın geceleri sokağa çıkmaktan çekindikleri” kaydediliyor.
Ülke genelinde “nüfusun %82’si sağlık, ilâç, hizmet, eğitim, istihdam, barınma ve varlık alanlarında artan yoksunluğun bir sonucu olarak 2021’de yoksulluk içinde yaşadığı” vurgulanıyor. Yine Lübnan’da yoksulluk oranı yüzde 42 olarak belirtilirken, nüfusun yüzde 34’ü yani 1 milyon 650 bin kişi aşırı yoksulluk” içinde yaşam mücadelesi veriyor.
Uluslararası Veri Merkezi (International Data Center)’nin raporuna göre, “2021 yılı Ocak-Şubat aylarında, bir önceki yılın aynı dönemiyle karşılaştırıldığında, cinayetlerde yüzde 45.5 ve hırsızlık vakalarında da yüzde 114 artış” görülmektedir.
Geçtiğimiz 4 Ağustos 2020 tarihli Beyrut limanındaki patlamayı araştıran Mahkeme Hâkimi’nin, görevden alınmasını talep eden Hizbullah ve Amal Hareketi’nin taraftarlarına 14 Ekim 2021’de düzenlenen saldırıda 6 Şii ölürken, onlarca kişinin yaralandığı haberlerde kaydediliyor. Saldırı üzerine Cumhurbaşkanı Aoun “silâhların bir kez daha Lübnanlı rakip gruplar arasında iletişim aracı olmasının kabul edilemez olduğuna” dikkat çeken bir açıklama yaptı.
Taraflarla temasa geçtiğini belirten Aoun “kimsenin ülkeyi kendi çıkarları için rehin almasına izin vermeyeceğinin” altını çizdi.
Ülkede sosyo-ekonomik sorunları ek olarak, farklı etnik ve mezhebî gruplar arasında iç savaş olmasının yükseldiği ihtimaller arasındadır.
Lübnan’da siyasî yapının mezhebî unsurlar üzerinden tanımlanmasına son verilmelidir. Ülkede demokratik değerlerin yerleşmesi, etnik ve mezhebî ayrımcılığın sonlandırılması kaçınılmazdır.
Yoksulluk ve yoksunluğunu tetikleyen yolsuzluk ekonomisiyle mücadele edilmelidir.
Rantiyeci ekonomik zihniyete ülkenin geleceği için son verilmelidir.
Çünkü Lübnanlılar artık kurtuluş için, ülkelerini terk etmeye başladılar.
..
Pandora’nın Kutusu açıldı
Haberi ilk yayınlayanlardan BBC, “dünya liderlerinin, siyasetçilerin, oligarkların, milyarderlerin gizli servetlerini deniz aşırı ülkelere taşımak ve anonim olarak gayrimenkul veya lüks mallar satın almak için şirketlerin kullanıldığını ve anlaşmalarının ortaya çıktığı”nı bildiriyor. Hatta BBC, kendi bünyesinde “Pandora Belgeleri Araştırma Ekibi” bile kurmuş. Dolayısıyla bu durum, gizli belgelerle ilgili haberlere devam edileceğinin de işareti niteliğinde.
Gizli belgeler hakkındaki haberlere ise “Pandora’nın Kutusu Açıldı” başlığıyla rastlıyoruz. Pandora’nın Kutusu teriminin anlamı da “mitolojiye göre, içinde kötülüklerin saklandığı kutunun açılmasıyla, kötülüklerin yeryüzüne yayılması” olarak belirtiliyor (Pervin Erbil, Kibele’den Pandora’ya Kadının Tarihsel Yenilgisi, s. 198, Arkadaş Yayınları, 2015).
“Yolsuzluğa karşı küresel koalisyon” sloganıyla faaliyette bulunan Uluslararası Şeffaflık Örgütü (Transparency International) 8 Ekim’de web sitesinden bir açıklama yaptı. Açıklamada Pandora belgelerinin “Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu (International Consortium of Investigative Journalists –ICIJ-) ile Organize Suç ve Yolsuzluk Haberciliği Projesi”nin (Organized Crime and Corruption Reporting Project) 117 ülkedeki medya kuruluşları tarafından yürütülen geniş çaplı bir araştırmanın sonucu olduğu kaydediliyor.
Konsorsiyum’da ve Proje’de yer alan Gazeteciler’in “tümü yüksek düzeyde malî gizliliğe sahip yargı bölgelerinde mevcut 14 kurumsal hizmet sağlayıcıdan sızdırılan belgeleri analiz ettikleri” aktarılıyor. Birde Uluslararası Şeffaflık Örgütü, Malî Eylem Görev Gücü (The Financial Action Task Force –FATF) üyelerinin sızdırılan belgelerin üzerine gitmesi için fırsat yakaladığını da vurguluyor. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu Mali Eylem Görev Gücü’nün toplan 37 ülke ve 2 bölgesel kuruluş üyesi mevcuttur.
Sızdırılan Pandora belgelerinin “90 ülkeden, aralarında 35 eski veya halen görevde bulunan hükümet başkanının da yer aldığı 300’den fazla politikacıyı ilgilendirdiği” bildiriliyor. Bununla birlikte “kirli para akışıyla mücadelede kararlı adımlar atması gereken kişilerin, sistemin şeffaflık ilkesini kötüye kullandıkları” değerlendiriliyor.
Pandora belgelerinde başta “Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’in 400 milyon Strelin’den fazla değerde mülk aldığı, Ürdün Kralı Abdullah’ın İngiltere ve ABD’de 70 milyon ederinde mülk aldığı, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Monaco’da gizli mülklerinin bulunduğu” gibi iddialar mevcut. Buna ek olarak belgelerde servet edinen Bahreyn eski Başbakanı Prens Halife bin Salman El-Halife, Abu Dabi’de mukim Kraliyet ailesinden Khadem El-Qubaisi, İsrailli maden milyarderi Dan Gertler, eski İngiltere Başbakanı Tony Blair, Şili Devlet Başkanı Sebestián Piñera, Kenya Devlet Başkanı Uhuru Kenyatta, Karadağ Devlet Başkanı Milo Dukanovic, Gabon Devlet Başkanı Ali Bongo Ondimba ve birçok ülkeden devlet adamının adının geçtiği iddia ediliyor.
Pandora belgelerinin 3 yıldır incelemenin ardından yayınlandığı ileri sürülüyor. Aynı zamanda belgeler yayınlandığında “2006-2016 yılları arasında toplam 10 milyon belge yayınlayan Avusturyalı aktivist Julian Assange’ın sızdırdığı ve uluslar arası sivil toplum kuruluşu olduğu belirtilen Wikileaks belgelerini çağrıştırdığı” kaydediliyor.
Pandora belgelerinin “14 kaynaktan alındığı, 11 milyon 903 bin 676 adet belgeden oluştuğu ve bilgisayar Harddisk’inde 2.94 TB’lık bir alanı kapladığı” ifade ediliyor. Belgelerin “6 milyon 406 bin 119’nun doküman, 2 milyon 937 bin 513’ünün görsel, 1 milyon 205 bin 716’sının e-posta, 467 bin 405’inin excell tablosu ve 886 bin 923’ünün diğer bilgi-belgelerden meydana geldiği” açıklanıyor.
Daha önceki yıllarda da uluslar arası kamuoyuna farklı başlıklar altında sızdırılan belgeler paylaşılmıştı. Bunlar “2013’te 2 buçuk milyon belgeyle Offshore Sızıntıları, 2016’da 11 buçuk milyon belgeyle Panama Belgeleri, 2017’de 13 milyon 400 bin belgeyle Paradise Belgeleri ve 2021’de de Pandora Belgeleri” şeklinde sıralanıyor.
Önceki yıllarda açıklanan belgelerdeki iddiaların ne kadar araştırıldığı ve adlî makamlar huzurunda hesap verildiği hususunda net bir bilgi mevcut değildir. Ancak ismi zikredilen kuruluşların raporları incelendiğinde, küresel köyün aktörlerinin ulusal / uluslar arası şeffaflıktan ve hesap verebilirlilikten uzak olduğu anlaşılıyor.
Pandora’nın kutusu açıldı. Kötülükler dışarıya sızdırıldı. Yolsuzluk, yoksulluk, gelir dağılımı adaletsizliğiyle mücadele etmesi ve sosyo-ekonomik istikrarı sağlaması gerekenlerin nerede durduklarını tekrar düşünmekte fayda vardır. Belgeler “demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve hürriyetler” ortamına ne kadar çok ihtiyaç olduğunun delili niteliğindedir.
.
Hindistan, İsrail ve BAE: Ortadoğu’da yeni ittifak (6)
Bir dönemin Bağlantısızlar Hareketi lideri, bugünün özellikle bilgisayar yazılımı vd. alanlarda gelişme gösteren Hindistan’ın yükselişi; bölgesindeki ülkelerle “normalleşen” İsrail; ve yine Ortadoğu’da etkisini göstermeye çalışan BAE’nin muhtemel ittifakı söz konusu.
Üç ülkenin de ekonomik, diplomasiden askeri meselelere, birbirlerine muhtelif sahalarda yakınlaşmaları görülmektedir. Hatta Hindistan ve BAE’nin derin ve stratejik bir uyum bile gerçekleştirdikleri ileri sürülüyor. Bu hususta BAE, Hindistan’ı 1 ve 2 Mart 2019’da başşehir Abu Dabi’de yapılan İslam İşbirliği Teşkilâtı (İİT) Dışişleri Bakanları toplantısına da “Onur Konuğu” olarak davet etti. Bununla birlikte yine 2019’da Keşmir’deki Müslümanlara, Hindistan baskısına rağmen Hint Devlet Başkanı Narendra Modi’ye 24 Ağustos 2019’da BAE’nin en yüksek seviyedeki sivil ödülü “Zayid Nişanı” verildi. Birde Hindistan Genel Kurmay Başkanı M. M. Naravane 9 ve 14 Aralık 2020’de Suudi Arabistan ve BAE’ne altı günlük bir ziyaret gerçekleştirmişti. Her iki ülkeye de ilk defa bir Hint Genel Kurmay Başkanı ziyareti yapılması önem arz ediyor. Aynı zamanda ziyaret, Hindistan askerî diplomasisinin bir parçası olarak değerlendiriliyor. Naravane’nin ziyaretinde “Hindistan, BAE ve Suudi Arabistan arasında ortak askerî tatbikatlar, güvenlik ve istihbarat vb. işbirlikleri” vurgulanmıştı.
Naravane’nin ziyaretinin ardından 3 ve 21 Mart 2021 tarihlerinde, BAE’nin ev sahipliğinde yapılan “Çok Uluslu Tatbikat”a Hindistan Hava Kuvvetleri de katılmıştı. Buna ek olarak tatbikata Suudi Arabistan, Bahreyn, ABD, Fransa ve Güney Kore hava kuvvetleri de iştirak etmişti. Ayrıca tatbikatta Yunanistan, Ürdün, Kuveyt ve Mısır ise, gözlemci statüde bulundular.
Yine son yıllarda BAE ile İsrail arasında daha önce görülmemiş bir yakınlaşma görülmektedir. Bu yakınlaşma, iki ülke arasında imzalanan “Normalleşme/İbrahim Anlaşması” ile sonuçlanmış ve diğer bölge ülkelerinin de aynı anlaşmayı yapmasına zemin hazırlamıştır (Yeni Asya, 15.08.2020, İsrail-BAE Anlaşması). Dolayısıyla bir sonraki çok uluslu tatbikata İsrail’in de katılmasına kesin gözüyle bakılıyor.
Süleyman, makalesinde “Hindistan, İsrail ve BAE’nin büyüklüğü, gücü, etkisi, bölgenin jeo-politiğini ve jeo-ekonomisini dönüştürme potansiyeline sahip olduğunu” belirtiliyor. Üç ülke arasında son yıllarda muhtelif dinamiklerin şekillendiği bildiriliyor. Henüz üç ülke resmi bir jeo-politik blok kurmamış olsalar da, Hint-İbrahim (İsrail-BAE) stratejik diyalogu yakın bir olasılık olarak değerlendiriliyor.
Benzer bir gelişme de Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias tarafından 9 Temmuz 2021’de gündeme getirilmiştir. Dendias açıklamasında “Yunanistan, Hindistan ve BAE arasında üçlü diyalog kurulması” çağrısında bulunmuştu. Böylece Ortadoğu’da hem Türkiye’ye karşı tavır alınması hem de Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’de elini güçlendirmesinin hedeflendiği yorumlanıyor. Dendias’ın ileri sürdüğü “üçlü diyaloğ”un zamanla İsrail’i de kapsayacağına ihtimal veriliyor. Dendias’ın çağrısı ile Hindistan, BAE ve muhtemelen İsrail’in ilerleyen dönemde AB ile başta ekonomi olmak üzere muhtelif ilişkilerini arttırması da ihtimaller arasında. İsmi zikredilen ülkeler arasında jeo-politiğin yanında jeo-ekonomi de önem arz ediyor.
Suudi Arabistan’ın da “Hindistan, İsrail ve BAE” arasındaki muhtemel ittifakla ilişkili olduğu aktarılıyor. Bölgesinde en büyük ekonomiye sahip Suudi Arabistan’ın, İsrail ve Hindistan’la mevcut iyi ilişkileri üzerinden, muhtemel ittifaka stratejik bir fırsat olarak bakması ihtimaller arasında.
Hindistan, İsrail ve BAE arasındaki blok anlayışının yükselişini, bölgede, ABD’nin nasıl okuyacağı merak konusudur. ABD’nin Hint-Pasifik stratejisi, AUKUS (Yeni Asya, 18.09.2021, Çin’e Karşı AUKUS Güvenlik Paktı), Dörtlü Grup (Yeni Asya, 28.09.2021, Çin’e Karşı Dörtlü Grup) ve Afganistan’dan çekilmesi (Yeni Asya, 20.08.2021, Afganistan’dan Çekilince) Washington’un Asya’da dengeleri tekrar değerlendirmesini gerekli kılmaktadır. Hindistan, İsrail ve BAE arasındaki muhtemel ittifaka Yunanistan’ın ve Mısır öncülüğündeki Doğu Akdeniz Gaz Forumu’nunda destek vermesi söz konusu olabilir. Böylece Türkiye’nin bölgedeki gelişmeleri tekrar değerlendirmesi kaçınılmazdır.
.
Tunus’ta En-Nahda Partisi’ndeki istifalar: Neo-Siyasal İslâmcılığın sonu mu?
Resmi Gazete’deki kararnamelerden sonra, Gannuşi “artık mücadeleye alternatif yok, doğal olarak barışçıl bir mücadeleye” başlayacaklarının işaretini vermişti (Yeni Asya, 25.09.2021, Tunus’ta En-Nahda Partisi’nin Barışçıl Mücadele Girişimi). Ancak 26 Temmuz darbesinde Saed taraftarları, 2011 devriminden 2019’a kadar koalisyon hükümetlerinde yer alan En-Nahda Partisi’ni ülkedeki kötü gidişattan sorumlu tutmaktadırlar. Böylece toplumsal unsurlar arasındaki ayrışmalar daha da artmış ve farklı kesimler karşıya karşıya gelmiştir.
Devrimden bu yana geçen sürede halkın En-Nahda Partisi’ne teveccühü de azalmıştır. En-Nahda Partisi’nin Parlamento’da 2011-2015 arasında 89 sandalyesi mevcutken, bu oran 2015-2019 arasında 69’a ve 2019’da da 52’ye düşmüştür. Böylelikle En-Nahda’nın toplumsal tabanını kaybetmesi söz konusudur. Hatta 26 Eylül’deki eylemlerde protestocular “Saed’in son ekonomik ve sosyal çıkmazdan kurtulmak için gerekli olduğuna inandıkları kararlarına, ülkeyi En-Nahda Partisi’nin başarısız politikalarının neden olduğunu savundular.”
En-Nahda Partisi’ne diğer siyasi ve toplumsal unsurlardan şiddetli eleştiriler gelirken, En-Nahda içerisinden de daha önceden beri devam eden reform talepleri mevcuttu. En-Nahda bünyesinden milletvekilliği ve bakanlık yapmış, hareketin önde gelen isimleri Parti’den istifa ettiler. 25 Eylül’de başlayan istifaların sayısı 30 Eylül’e kadar 131’e ulaştı. Başta El-Gannuşi ve En-Nahda’nın lider kadrosuna yönelik “Parti’nin izolasyonu, taleplere rağmen reform yapılmaması, Saed’e karşı diğer siyasi yapılarla aktif müdahale edilmediği ve her seçimde En-Nahda’nın oylarının düştüğü ve En-Nahda’nın seçmenini yabancılaştırdığı” eleştirileri yapılıyor.
Parti’den ayrılanlar El-Gannuşi’yi, parti içi ve ülkedeki krizden sorumlu tutuyorlar.
En-Nahda eski milletvekili ve 2011-2014 yılları arası bakanlık yapmış Samir Dilou “istifanın kesin ve geri alınamaz bir karar olduğunu, El-Gannuşi ve çevresi nedeniyle Parti’yi içeriden reforme etmenin imkânsızlığı”na işaret ediyor. Elbette bu gelişmenin, seçmenlerin zihninde “kendini reforma tabi tutamayan bir partinin, ülkenin sorunlarını çözmede yeterli olamayacağı” düşüncesini doğurduğu ihtimal dahilindedir.
Arap Baharı sonrasında muhtelif ülkelerde iktidara gelen Müslüman Kardeşler ağlantılı siyasî partiler yönetimden uzaklaştırıldılar. Önce Mısır’da 3 Temmuz 2013 darbesi ile Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ve Hürriyet ve Adalet Partisi iktidarına son verildi. Aynı zamanda Mısır’da, Müslüman Kardeşler yasaklandı ve terör örgütü ilan edildiler. Sonra Tunus’ta 26 Ekim 2014 seçimlerinden En-Nahda Partisi, Parlamento’da çoğunluğu kaybetti. Yine Tunus’ta 26 Temmuz 2021 darbesiyle, El-Gannuşi’nin Başkanı olduğu Parlamento kapatıldı. En-Nahda’ya karşı sert söylemler siyasette ve protestolarda yerini aldı. Birde Parti’den istifalar yaşanmaya başlandı. Daha sora Fas’ta geçmiş iki seçimde birinci gelen Adalet ve Kalkınma Partisi, 8 Eylül 2021’de gerçekleştirilen seçimlerin sonucunda 125 sandalyeden 13’e düşerek büyük bir kayıp yaşadı. (Yeni Asya, 21.09.2021, Fas Seçimleri: Neo-Siyasal İslâmcılığın Sonu mu?).
En-Nahda’dan yapılan istifalar, laik kesimin ve Saed’in rahat hareket edeceğine yorumlanıyor. El-Gannuşi’nin ise hem istifaların önüne geçip Partisi’ndeki çözülmeyi engellemesi hem de rejimle mücadele etmesi gerekiyor. Dolayısıyla El-Gannuşi’nin işi oldukça meşakkatli.
Sonuçta, Arap Baharı sonrasında yükselişe geçen Müslüman Kardeşler yanlısı siyasal İslâmcı partiler gerilemektedir. Toplumun ve “zamanın ruhuna uygun hükümler”den uzaklaştıklarından siyasal İslâmcı unsurlar kan kaybetmektedirler. Böylece belirtilen ülkelerde “neo-siyasal İslamcılığın sonu mu?” tartışmaları yapılmakta ve siyasal İslâmcı yapılar içerisindeki genç kuşaktan yeni bir söylem beklentisine girildiği kuvvetle muhtemeldir.
.
Sudan’da Özgürlük ve Değişim Güçleri’nde bölünme
Egemenlik Geçiş Konseyi (EGK) Başkanı Abdul Fettah El-Burhan’ın başını çektiği askerî kanat ile sivil cenahtaki Özgürlük ve Değişim Güçleri (ÖDG) arasındaki 26 Eylül’de yumuşamaya yönelik açıklamaların sahada yeteri kadar etkili olmadığı anlaşılıyor.
Gösterilerin devam etmesi toplumdaki unsurlar ile yönetim arasında kırılganlığı da ortaya koyuyor. Elbette bu durum ülke dışından ziyaret ve beyanatları da beraberinde getiriyor. BM’nin Sudan’daki Entegre Geçiş Yardım Misyonu (UNITAMS) Başkanı Volker Perthes 27 Eylül’de “başarılı bir demokratik geçişi sağlamak için Geçiş Hükümeti üyeleri arasında diyalog” çağrısında bulundu. Yine aynı gün, Fransa’nın Sudan Özel Elçisi Jen-Michel Dumont ise “Sudan’da sivil liderlikteki geçişe ve Geçiş Hükümeti’ne desteğini” belirtiyor. Bununla birlikte ABD’nin Afrika Boynuzu Ülkeleri Özel Temsilcisi Jeffrey Feltman’ın da Sudan’a bir ziyaret gerçekleştirmesi beklentiler arasında.
Diğer taraftan Sudan’ın, Güney Sudan’ın başşehri Juba’da 31 Ağustos 2020’de imzalanan “Sudan Barış Anlaşması”ndan diğer adıyla “Juba Anlaşması”ndan uzaklaşıldığı da değerlendiriliyor. Anlaşma, Güney Sudan liderliğinde, Sudan Başbakanı Abdullah Hamdok, Sudan EGK Başkanı El-Burhan ve her biri kendi içerisinde farklı gruplardan meydana gelen 6 silâhlı grup tarafından imzalanmıştı.
Anlaşma’daki başlıca taraflar Sudan EGK’nın ÖDG’den ve Sudan Silâhlı Kuvvetleri’nden oluştuğu bildiriliyor.
6 silâhlı gruptan birincisi: Darfur Yolu’dur. Darfur Yolu ise Adalet ve Eşitlik Hareketi, Sudan Kurtuluş Hareketi (Minni Minavi), Sudan Kurtuluş Hareketi Geçiş Konseyi, Sudan İttifakı Hareketi, Sudan Kurtuluş Güçleri İttifakı ve Sudan Kurtuluş Hareketi’nden müteşekkildir.
İkincisi: Sudan Kurtuluş Hareketi-Kuzey, Güney Sudanlılar Sudan Halkının Kurtuluşu Hareketi ile bağlantılıdır. Yine grup kendi içinde farklı 2 fraksiyona ayrılmaktadır. Bunlardan Malik Agar fraksiyonu, Juba Anlaşmasını imzalamıştır. Ancak diğer Abdul Aziz El-Hilu fraksiyonu, Anlaşmayı imzalamamıştır. Her iki grupta Güney Sudan’ın Kordofan ve Mavi Nil bölgelerinde konumlanmıştır.
Üçüncüsü: Beja Kongresi’dir. Kongre farklı etnik gruplardan meydana gelen siyasî yapıdır. Kongre’de gruplar arasında Juba Anlaşması hususunda fikir birliği mevcut değildir. Kongre lideri Usame Saeed, Anlaşmayı, Birleşik Halk Kurutuluş ve Adalet Cephesi ile Beja Kongresi adına imzalamıştı.
Dördüncüsü: Kush Kurtuluş Hareketi’dir. Hareket, Halfa Vadisi’ndeki baraj inşaatından dolayı yerinden edilmişlerden oluşmaktadır.
Beşinci: Devrimci Demokratik Cephe Partisi’dir. Parti, siyasî partilerin ve Sufi grupların koalisyonudur.
Altıncı: Üçüncü Yol olarak adlandırılan El-Jabaha El-Thalitha-Tamazaj’dır. Üçüncü Yol, Güney Sudanlılar Sudan Halkının Kurutuşu Hareketi’nin bir kanadıdır.
Taraflar, Anlaşma masası etrafında, esas itibariyle 2003’te Darfur’da başlayan iç savaşı durdurmak, bölgede barış ve istikrarı sağlamak, Sudan’da demokratik geçişi başarmak için toplanmışlardı. Ancak Sudan’ın siyasî, ekonomik ve sosyal fay hatlarının kırılganlığından dolayı, grupların silâhlarını bırakmadığı görülmektedir. Bununla birlikte silâhlı ve toplumsal unsurlar arasında ayrılıklarda söz konusudur. Hartum’da 27 Eylül’de Adalet ve Eşitlik Hareketi Siyasî Sekreteri Süleyman Sandal açıklamasında “Minni Minnavi’nin Sudan Kurtuluş Hareketi (SLM), Khamis Jaleb, Muhammed Ali Kurayşi Tamazuj, El-Amin Davud’un grupları ile eski Halk Kurtuluş Cephesi lider kadrolarını, Adalet ve Eşitlik Hareketi’ni ve bazı unsurlarla birlikte, ÖDG’nin ayrı bir yapılanmasına gittiklerine” dikkat çekiyor.
Sandal ayrıca “ÖDG içinde bazı küçük aktörlerin kendi gündemlerini uygulamak için iktidar koalisyonunu ele geçirdiğini, dolayısıyla Sudan halkına geniş ve kapsamlı bir alternatif sunmaktan başka bir seçeneklerinin olmadığını” vurguluyor.
Sudan’da, Juba Anlaşması hakkında başından beri hem sivil hem de silâhlı gruplar arasında görüş farklılığı biliniyor. Bu farklılık geçen sürede ülkenin istikrara kavuşamaması üzerinde daha da belirginleşmekte ve derinleşmektedir. 21 Eylül’deki başarısız darbe girişiminin ardından sivil ve askerî unsurlar arasındaki karşılıklı açıklamalarda tansiyonun arttığı görülmüştür.
Aslında Sudan’da hal-i hazırdaki krizler hem EGK içindeki asker ve siviller arasında sürmekte, hem de ÖDG bünyesindeki sivil yapılar arasında da devam etmektedir. Darbe teşebbüsü sonrasında siviller arasındaki ihtilâflar daha da artmıştır.
Uluslar arası gözlemciler ise, Juba Anlaşması’nın Sudan’daki olumsuz gidişattan etkilenmeyeceğini iddia ediyorlar. Asker ağırlıklı, EGK’nın geçtiğimiz 2 yıllık süreçte, demokratik geçiş konusunda başarılı olduğu söylenemez. Sudan gibi geçmişi demokrasiden uzak bir ülkede, askerler yoluyla demokrasiye ve seçimlere gitmeye çalışmanın huzursuzluğunun yaşandığı ihtimal dahilindedir. Ülkenin ilerlemesini, heterojen özellikteki asker, sivil, etnik/toplumsal yapıların anlaşmazlığı olumsuz etkilemektedir.
Her şeye rağmen Sudan’da asker ve sivil yapıların net bir pozisyon almaları bekleniyor.
.
Sudan’da başarısız darbe girişimi
Sudan, 1956’da İngiltere ve Mısır’dan bağımsızlığını aldığından beri siyasî, ekonomik, toplumsal vd. konularda istikrarsızlıklar yaşamaktadır.
Ülkede kuruluşundan bu yana 14 darbe, 2 iç savaş ve muhtelif büyüklüklerde ayaklanmalar görülmüştür. Sudan’da son darbe girişimi ise 21 Eylül 2021 Salı günü sabah saatlerinde, başşehir Hartum’da başarısız bir şekilde gerçekleşti.
Sudan ordusundaki İslâmcı Subayların darbeye kalkıştığı, ancak bunun önlendiği belirtiliyor.
Darbe teşebbüsünün engellenmesinin ardından, Sudan’ın Geçiş Hükümeti niteliğindeki Egemenlik Geçiş Konseyi Sözcüsü ve üyesi Muhammed El-Faki, Sudanlıları “demokratik geçişi korumak” için sokağa çıkmaları çağrısında bulundu.
Bununla birlikte Geçiş Hükümeti’ndeki askerî figürlerin de, “demokratik değişimi destekleyeceklerini, orduyu İslamcı Subaylardan temizleyecekleri ve birlik ruhunun galip geleceği” kaydediliyor.
Geçiş Hükümeti Başkanı ve Sudan Ordusu Başkomutanı Abdul Fettah El-Burhan 23 Eylül’de “başarısız darbe girişimi içerisinde sivillerin de bulunduğunu ve darbe teşebbüsünde bulunanların İslâmcı olmadıklarını” belirtiyor.
Başbakan Abdullah Hamdok da “darbede feshedilen Ulusal Kongre Partisi’ne bağlı sivillerin yer aldığına” dikkat çekerek “darbenin eski (El-Beşir) rejiminin taraftarlarınca düzenlendiğine” işaret ediyor.
Hamdok ile Geçiş Hükümeti’nin unsurlarından Özgürlük ve Değişim Güçleri (ÖDG) liderleri, El-Burhan’ı kastederek “güvenlik sektöründeki reformları geciktirmekle ve İslâmcıları ordudan uzaklaştırmayı reddetmekle” eleştiriyorlar. Çünkü Hamdok ve ÖDG liderleri “benzer durumların geçmişte de yaşandığı ve İslâmcıların iktidarı ele geçirme girişimlerine olanak sağlandığını” aktarıyorlar. Buna karşılık El-Burhan ise, “siyasi güçler arasında farklılığı giderip, güçler arasında mücadeleler durursa İslâmcıların iktidarı ele geçirme fırsatı bulamayacakları” şeklinde değerlendiriyor. Aynı zamanda El-Burhan “ordunun demokratik geçişi desteklediğini ve 4 yıllık geçiş sürecinin ardından genel seçimlerin yapılacağı”nın güvencesini vererek kamuoyunu yatıştırmaya çalışıyor.
Fakat Sudan’da ordu mensupları tarafından, sokaklarda sivillerin iktidarın tam kontrolünü talep eden vatandaşların dağıttığına dair haberler yayınlanmaya devam ediyor.
Geçiş Hükümeti’nin sivil unsurlarının temsilcileri 26 Eylül’de “demokratik geçişi savunmaya ve askerî liderlerle yüzleşmeye hazır olduklarını” duyurması üzerine El-Burhan da “iktidarı ele geçirme niyetlerinin olmadığını” vurguluyor. Dolayısıyla 21 Eylül’deki başarısız darbe girişiminin, Geçiş Hükümeti içerisindeki sivil ve askerî kanat arasındaki diğer tartışmaları da gün yüzüne çıkardığı yorumlanıyor.
Yine 26 Eylül’de yüzlerce aktivistin eski Sudan Parlamento binası çevresindeki ÖDG merkezinde toplanmaları, binaları korumakla görevli güvenlik güçlerinin geri çekilmesi sonrasında eski rejimin liderlerine ait olduğu iddia edilen 22 tesise el koymalarıyla olayların farklı bir boyuta ulaştığı belirtiliyor. Göstericilerle beraber hareket ettiği ifade edilen El-Faki’nin korumalarının görevden alındığı da kaydedildi.
Geçiş Hükümeti’nin askerî unsurlarının, doğu Sudan’daki stratejik ve ekonomik değeri yüksek tesisleri korumayı reddetmesinin, ordunun iktidarı ele geçirme planının bir parçası olduğu ileri sürülmektedir.
El-Faki, göstericilere “Sudan’ın bağımsızlığının ilân edildiği bu (eski Parlamento binası) kutsal yer, (birilerinin) isterlerse çatışma operasyonlarının merkezi olacak. Herkes için Anayasayı değiştirmeye hazır olduklarını” beyan etti. Protestocular ise, El-Faki’nin konuşmasına “ordu Sudan’ın ordusudur, ordu El-Burhan’ın ordusu değildir” sloganıyla eşlik ettiği aktarılıyor.
Aslında Sudan’da 11 Nisan 2019’da El-Beşir döneminin sona ermesinden itibaren, sivillerin Geçiş Hükümeti’nde askerlerin mevcudiyetlerini kabul etmedikleri tartışması yapıla gelmektedir. Ülkede bugünlerde yaşanan gelişmelerin temelindeki en önemli husus bu tartışmanın giderek şiddetlenmesidir.
ÖDG unsurları merkezlerinde toplantı yapılarak “Anayasa’ya bağlı kalmaya ve güvenlik reformunun yapılması / uygulanması” çağrısında bulundular. Diğer taraftan El-Burhan da “demokratik geçişi taahhüt ederek, ordunun siyasî kutuplaşmadan uzak kalması gerektiğini, ordunun darbe yapmayı düşünmediğini ve 21 Eylül’deki darbe girişimini ordunun engellediğini” vurguladı. Hamdok ise, vatanseverlik çağırısı yaparak “mevcut çatışmanın askerler ile siviller arasında değil, demokratik sivil dönüşüme inananlar ve onu engellemeye çalışanlar arasında olduğunu” ileri sürüyor.
Devlet inşa sürecinin devam ettiği Sudan’da, toplumsal inşa da sürmektedir.
Geçiş Hükümeti’nin farklı sivil bileşenlerinin ortak paydada buluştukları bir kez daha görülmüştür. Askerî bileşenlerinin ise, demokratik geçişe verdikleri güvencenin, güvenilirliği ölçülecektir. Sudan’da etnik, ideolojik, mezhebî vb. problemler üzerinden çatışmaya varmadan, bir an önce demokratik geçişin tamamlanması zorunluluktur. Ancak protestolar henüz bitmemiştir. Geçiş döneminin sancılarına da yenilerinin ekleneceği kuvvetle muhtemeldir.
.
Çin’e karşı dörtlü grup
Bununla birlikte ABD, Avustralya, Japonya ve Hindistan’ın yer aldığı “Dörtlü Güvenlik Grubu”nun toplanacağına dair haberlerin yayınlandığından 18 Eylül’deki “Çin’e Karşı AUKUS Güvenlik Paktı” başlıklı köşe yazımda bahsetmiştim.
Nihayetinde Beyaz Saray’da 24 Eylül’de ABD, Japonya, Hindistan ve Avustralya’dan meydana gelen “Dörtlü Grup” toplandı. Dörtlü Grub’un 2004 yılındaki Asya’daki tusunami felâketinin ardından kurulduğu aktarılıyor. AUKUS’un 16 Eylül’deki kuruluşunun hemen sonrasında Dörtlü Grup’un 24 Eylül’de toplanması, aktörlerin Çin’e karşı konsolide olduğuna yorumlanıyor. Buna ek olarak Dörtlü Grub’un “Çin’in gelişen gücüne karşı en önemli demokratik siper” şeklinde değerlendirenler de mevcut.
Yine AUKUS’un sonrasında bir araya gelen Dörtlü Grup toplantısı hakkında “hızla yükselen düşman Çin karşısında, ABD dış politikasının uzun savaşlardan ve Avrupa’daki geleneksel ittifaklardan uzaklaş(tırılma)sı ve bunun yerine bir savaşa karşı koymaya odaklanmaya yönelik baskının bir parçası olacağı” ifade ediliyor.
Dörtlü Grub’un liderleri ABD Başkanı Joe Biden, Japonya Başbakanı Yoshihide Suga, Hindistan Başbakanı Narendra Modi ve Avustralya Başbakanı Scott Morrison’un Covid-19 salgını döneminde yüz yüze toplantı yapmaları, konuya verdikleri önemi gösteriyor.
Dörtlü Grub’un önceki toplantısını 12 Mart 2021’de yapmış ve “Dörtlü Liderlerin Ortak Açıklaması: Dörtlülerin Ruhu” başlıklı ortak sonuç bildirgesi yayınlamışlardı. Ortak bildirgede “hukukun üstünlüğü ve seyrüsefer hürriyeti”ne atıf yapılarak, Çin’in, Güney Çin Denizi’ndeki iddialarını da gayrimeşrû gördüklerini vurguladılar. Birde Covid-19 aşısı üretimini arttırmak ve dağıtımını sağlamak için de beraber çalışmayı kabul ettikleri belirtiliyor.
Dörtlü Grub’un 24 Eylül’deki zirvesinde “aşı ihracatındaki ilerlemenin araştırılması, 5G telekomünikasyon teknolojisi, siber güvenlik, deniz tatbikatları ve istihbarat paylaşımı” başlıklarında daha fazla işbirliğinin gündem edildiği kaydediliyor.
Dörtlü Grub’un üyeleri ortak tatbikatlar yapmış olsa da, Grup hakkında askerî bir ittifak olmadığına dair yaklaşım söz konusudur. Hatta Dörtlü Grub’un üyelerinin bazen Dörtlü değil de, Grup içinden ülkelerle ikili veya üçlü düzeyde işbirliğine gittikleri bildiriliyor. Japonya’nın 2008 ve 2009 yıllarında Avustralya’nın “Kakadu” ve “Nichi Trou Trident” deniz tatbikatlarına katılması; Japonya ve Hindistan arasında ilk kez 2012’de ortak deniz tatbikatı düzenlemesi; yine Avustralya ve Hindistan’ın 2015’te ortak deniz tatbikatı gerçekleştirmesi; Avustralya’nın ilk defa 2014’te ABD-Filipinler’in “Balikatan” tatbikatında yer alması; Japonya’nın Hindistan’ın 2015’te “Malabar” tatbikatında bulunması; yine Japonya 2015’te, Avustralya-ABD “Ortak Savunma Tatbikatı Talisman Sabre”ye ve 2017’de de ABD-Filipinler’in tatbikatına katıldı.
Resmî bir askerî bir ittifak olmaması dolayısıyla, Dörtlü Grub’un, Çin’e karşı gevşek bir stratejik ortaklık olduğuna ihtimal veriliyor. Bununla ilgili olarak Tokyo Dış Politika Enstitüsü Başkanı ve eski diplomat Kunihiko Miyake “Dörtlü Grup, yekpare, birleşik, NATO gibi toplu güvenlik ittifakı değildir. Daha çok çeşitli gruplamalardan ve varlıklardan oluşan çok katmanlı bir sistemdir” beyanında bulunuyor. Ancak her halükârda “Beş Göz İstihbarat Paylaşımı Anlaşması, AUKUS ve Dörtlü Grub”un hedefleri arasında Çin’e caydırıcı bir mesaj göndermek pek tabi mümkündür.
Her uluslar arası yapı gibi Dörtlü Grub’un da olgunlaşması ve belirli bir seviyeye gelmesi zaman alacaktır. Fakat “gevşek yapılı” eleştiriye rağmen, Dörtlü Grup, temkinli adımlarla Çin karşıtı duruşunu netleştirmektedir.
.
Tunus’ta En-Nahda Partisi’nin barışçıl mücadele girişimi
Protestolar “Dışarı Çıkın” sloganıyla yeni bir unsur olan “25 Temmuz Hareketi”nin öncülüğünde gerçekleşti. Daha sonra göstericilerin, önemli siyasî unsurlardan Parlamento Başkanı Raşid El-Gannuşi’nin liderliğindeki siyasal İslâmcı En-Nahda Partisi’nin temsilciliklerini bastığı ve maddi zarara yol açtıkları haberleri yayınlandı. (Yeni Asya, 31.07.2021, Tunus’ta Darbe ve En-Nahda Partisi)
Olaylar devam ederken 26 Temmuz’da Cumhurbaşkanı Kays Saed liderliğinde sivil darbe gerçekleştirildi. Hemen ardından Saed tarafından Parlamento’nun ve Bakanlar Kurulu’nun feshedildiği bildirildi. Tunus’ta geçici yönetim ve Yeni Anayasa tartışmaları da beraberinde geldi. Ülkede 2011 yılında meydana gelen Arap Baharı / Uyanışı sonrasında, Müslüman Kardeşler’in Tunus yapılanması En-Nahda Partisi’nin yükselişi görülüyor. Ancak geçen sürede En-Nahda Partisi’nin her seçimde bir miktar gerilemesi de söz konusu.
Mısır’da 3 Temmuz 2013’te Müslüman Kardeşler’in iktidardan uzaklaştırıldığı darbeyi iyi okuyan Gannuşi, En-Nahda Partisi’nin söylemlerine dikkat ederek Tunus’ta benzer bir akıbete uğramamaya çalıştığı değerlendiriliyor. Hatta Gannuşi’nin, ülkede laik-İslamcı tartışmalarının önüne geçmek için, 15 Eylül 2019 tarihli Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olmadığı yorumlanıyor. Gannuşi’nin yerine En-Nahda Partisi’nin Cumhurbaşkanı adayı, dönemin Parlamento Geçici Sözcüsü Abdelfetah Mourou olmuştu. Mourou, Nahda Partisi’nin ilk kez Cumhurbaşkanı seçimlerinde gösterdiği aday olarak tarihe geçmişti. (Yeni Asya, 13.10.2019, Tunus Cumhurbaşkanı’nı Arıyor)
Tunus’ta 26 Temmuz darbesiyle birlikte toplumsal kutuplaşma artmış ve En-Nahda Partisi’nin bu durumdan oldukça olumsuz etkilendiği haberlerde kaydedilmektedir. Saed, ülkenin normale dönmesi için 12 Eylül’de TV’lerden yaptığı konuşmasında “en dürüst insanları seçtikten sonra, mümkün olan en kısa sürede yeni hükümet kurulacağını ve Anayasa’yı değiştirmenin gerekli olduğunu” söyledi. Böylece Saed’in “Yeni Anayasa” sinyali verdiği aktarılıyor.
Saed, 14 Eylül’deki konuşmasında ise “son yapılan 2014 Anayasası’nın ebedi olmadığını ve değiştirilmesi” hususunda ülkesinde gündemi belirledi. Saed, beyanatında “En-Nahda Partisi’nin adını vermeden, Tunuslular’ın 2014 Anayasası’ndan ve uyarlanmış yasal kurallardan nasıl bıktığı görülmelidir” ifadesini kullandı. Buna karşılık 15 Eylül’de 90 adet siyasî ve sivil toplum aktivisti, Mosaique FM radyo kanalında “devrim sürecini taçlandıran” 2014 Anayasası’na bağlılıklarını teyit eden bir bildiri yayınladılar. Bildiride Tunuslular’a “darbeye karşı bütün çabaları bir araya toplamaya, bir an önce demokratik sürece geri dönmeye ve darbeye son verme” çağrısı yapıldı. Bildiriye En-Nahda Partisi ve Parlamento’da ikinci en büyük blok Tunus’un Kalbi Partisi’nden isimler de imzacılar arasında.
Gannuşi de “26 Temmuz darbesinde Parlamento, Bakanlar Kurulu vb. kurumların 30 gün süreyle askıya alındığını” hatırlatarak “belirtilen 30 günlük sürenin çoktan dolduğunu, ancak Saed’in siyasî güdümlü söylemiyle bu sürenin reddedildiğini” açıklaması dikkat çekiyor. Saed ise 21 Eylül’de, Arap Baharı’nın başlangıç merkezi olan yoksul Sidi Bouzid kasabasında “milletvekillerini seçmenlere karşı daha sorumlu tutacak yeni bir seçim yasası ve yeni bir Başbakan atamadan önce ülkeyi yönetecek geçiş düzenlemeleri” sözünü verdiği bildiriliyor. Saed’in söz vermesine rağmen bir gün sonra 22 Eylül’de “Resmi Gazete’de yayınlanan bir dizi kararname ile normal şartlarda hükümetin elinde olması gereken birçok yürütme yetkisini eline alması” da kendi açıklamaları arasında tutarsızlığa yol açıyor. Böylece Saed’in, geçiş sürecine geçmeden önce, bazı yetkileri tekeline aldığı kuvvetle muhtemeldir.
Saed’in tutarsız girişimleri karşısında, En-Nahda Partisi taraftarlarının “Parlamenter demokrasiye dönüş talebiyle protesto gösterilerinde bulundukları” belirtiliyor. En-Nahda, Saed’in “yetkilerini genişletmek için aldığı önlemlerin devletin dağılmasını harekete geçirme riski taşıdığı” vurgulanıyor.
Gannuşi, Tunus’taki son gelişmeler hakkında 23 Eylül’de yaptığı açıklamada “mutlak tek adam yönetimine dönüşmeye karşı, barışçıl mücadele” çağrısında bulundu. Resmi Gazete’deki kararnamelerden sonra, Gannuşi “artık mücadeleye alternatif yok, doğal olarak barışçıl bir mücadeleye” başlayacaklarının işaretini veriyor.
Mısır’da 3 Temmuz darbesi sonrasında Müslüman Kardeşler’in “barışçıl protestolar” başlatması ile geçen 8 yıllık sürede hem yasaklanıp hem de terör örgütü ilân edilmelerine şahit olundu. Tunus’ta Gannuşi’nin başlattığı “barışçıl mücadele” söylemi/eyleminin yönü ve buna Saed rejimin tutumunun ne olacağı merak konusudur.
.
Fas seçimleri: Neo-Siyasal İslâmcılığın sonu mu?
Seçimlere katılan 30 siyasî partiden sadece 12’si Temsilciler Meclisi’ne girmeyi başardı. Buradaki en önemli husus 2011 yılındaki Arap Baharı / Uyanışı sonrasında iktidara gelen, Fas’ın, Müslüman Kardeşler bağlantılı Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Meclis’teki çoğunluğunu kaybetmesidir. Parti’nin, 395 Sandalyeli Meclis’te 125 sandalyesi mevcuttu. Ancak seçimlerde büyük bir gerileme kaydeden Parti, 125’ten 13 sandalyeye düştü.
Şimdi Fas’ta, Arap Baharı sonrası süreçte yükselişe geçen ve son seçimlerde büyük oy kaybına uğrayan siyasal İslâmcılar hakkında “neo-İslâmcılığın sonu mu?” tartışmaları yapılıyor.
Fas’ta her ne kadar 2011’de Yeni Anayasa kabul edilip, Anayasal monarşiye yaklaşılmaya çalışılsa da, Kral’ın etkisi ve yetkilerinde herhangi bir kayıp söz konusu değildir. Yine ülkede Kral’ın belirleyici konumu devam etmektedir.
Avusturya Güvenlik Politikası Enstitüsü’nden Michael Tanchum “Parti’nin seçimleri kaybetmesinde Fas’ın sarayla uyumlu merkezi bürokrasinin ekonomiyi daha iyi yönetebildiği, krizleri idare edebildiği ve istihdam artışı sağladığı” yönündeki kamuoyu algısının bir yansıması olarak görüyor.
Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde özellikle 2011’deki Arap Baharı sonrasında, muhtelif ülkelerde yönetime gelen Müslüman Kardeşler bağlantılı siyasî partilerin iktidardan uzaklaştırıldığı belirtiliyor.
Mısır’da 2012’deki seçimlerde Müslüman Kardeşler üyesi Muhammed Mursi’nin Cumhurbaşkanı seçilmesi, ülke ve bölge demokrasisi için umut niteliği taşımaktaydı. Çünkü hem siyasal İslâmcılar’ın “hür, âdil, şeffaf” vb. özellikteki seçim yoluyla iktidara gelmesi ile demokrasiyle tanıştığını göstermesi hem de ilgili ülkelerin en azından demokrasinin (önceki sorunlu seçimlerin dışında) seçim unsuru ile yüzleşmesi önem arz etmekteydi. Dolayısıyla Mursi için Mısır’ın seçimle işbaşına gelmiş ilk Cumhurbaşkanı olması da, bölgenin Krallık, Şeyhlik, Emirlik gibi hanedan yönetimleri tarafından kendilerine bir tehdit algılanması da gecikmemişti. Sonuçta Mısır’da Abdülfettah es-Sisi liderliğindeki asker-sivil destekli darbe ile Mursi ve Müslüman Kardeşler’in Hürriyet ve Adalet Partisi iktidardan uzaklaştırıldılar. Aynı zamanda yasaklandılar ve terör örgütü ilân edildiler.
Bölgede siyasal İslâmcılara yönelik ikinci girişim Tunus’ta yaşandı. Tunus’ta 27 Temmuz 2021’de Cumhurbaşkanı Saed Kays’ın sivil darbesi ile, Raşid El-Gannuşi liderliğindeki En-Nahda Partisi’ni hedef alması, Bakanlar Kurulunu ve Parlamentoyu feshetmesi haberleri geldi.
Buna ek olarak bölgede üçüncü girişim 8 Eylül’de Fas seçimlerinde gerçekleşti. İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin seçimlerde ağır yenilgiye uğraması dikkat çekiyor. Ancak Fas’ta Müslüman Kardeşler zayıflamış olsa da, rejime karşı direnç göstermeye devam ettikleri bildiriliyor.
Arap Baharı’nda toplumsal kesimlerin meydanlarda “ekmek, hürriyet ve onur” talepleri ile sonrasında yönetime gelen Müslüman Kardeşler bağlantılı siyasî partiler geçen sürede hem toplumsal desteklerini hem de siyasî kazanımlarını kaybettiler. Çünkü işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk ve gelir dağılımı adaletsizliği gibi sosyo-ekonomik sorunlara çözüm üretmede başarısız oldular. Birde etnik, ideolojik ve dinî/mezhebî ayrılıkların derinleşmesinin olumsuz etkisini fazlasıyla yaşadılar.
Hasan El-Benna tarafından 1928’de kurulan Müslüman Kardeşler’in, bölgedeki 16 ülkede siyasî parti, cemiyet, dernek, topluluk vb. yapılanmalara sahip olduğu aktarılıyor. Müslüman Kardeşler başlangıçta, Mısır’daki İngiliz hâkimiyetine karşı cephe alarak faaliyet göstermiş ve devamında dünyanın en büyük kurumsallaşmış siyasal İslâmcı hareketi haline gelmiştir. 2011 Yılı Arap Baharı sonrasında ismi belirtilen ülkelerde iktidara gelerek siyasal İslâmî normlar üzerinden yönetimi sağlamaya çalışmaları büyük tepkilere sebep oldu. Birde ilk defa iktidarda olmanın da tecrübesizliğini yaşadılar.
Bugün Mısır, Tunus ve Fas’taki darbe ve seçimler üzerinden (Arap Baharı sonrasında) “neo-siyasal İslâmcılığın sonu mu?” tartışmaları yapılıyor. Özellikle bölgedeki siyasal İslâmcı yapılardaki genç kuşağın “iklim değişikliği, küresel ısınma, vergilendirme” vb. farklı söylemleri ile ilerleyen dönemde, yine farklı bir siyasal İslâmcı retoriğin geliştirileceğine ihtimal verilmektedir.
.
Afganistan’da geçici hükümet
Mücahid, “Afganistan İslâm Emirliği” adına yaptığı konuşmasında 33 üyeli geçici kabinedeki isimleri zikretti. Kabinedeki isimler arasında kadın bakan bulunmaması bazı aktörlerce tepkiyle karşılandı.
Geçici hükümette, Başbakan Molla Muhammed Hasan olurken; Başbakan Yardımcıları ise Molla Abdul Gani Birader ve Mevlevî Abdul Selam Hanefi olarak açıklandı. Savunma Bakanlığı’na Taliban’ın kurucusu Molla Ömer’in oğlu Molla Muhammed Yakup getirildi. İçişleri Bakanı Sirajuddin Hakkanî ve Dışişleri Bakanı da Mevlevî Emir Han Muttaki şeklinde belirlendi. Belirtilen isimlerden bazılarının, 4 Eylül tarihli Yeni Asya’da “Afganistan’da Yönetim Yapısı Kurmak” başlıklı köşe yazımda kuvvetle muhtemel kabinede yer alacaklarına değinmiştim.
Mücahid, geçici kabineyi beyanında “kimsenin Afgan işlerine karışmasına izin vermeyeceğiz. Sistemin adı, oluşumu ve sistemin türü Afganlara aittir” cümlesine de yer verdi.
Elbette bu cümleden, Taliban’ın bağımsız hareket edeceğinin sinyalini verdiği anlaşılmaktadır.
Taliban içerisinde bazı grupların, Geçiş Konseyi’ndeki Hamid Karzai, Abdullah Abdullah ve Gulbeddin Hikmetyar’a karşı oldukları ve geçici kabinede bakanlık verilmesini istemedikleri de değerlendirmeler arasında.
Bununla birlikte FBI tarafından aranan ve ABD Dışişleri Bakanlığı’nın başına 10 milyon Dolar ödül koyduğu, Sirajuddin Hakkanî’nin İçişleri Bakanlığına getirilmesi dikkate değer bir husustur.
Afganistan’ın nüfusu, Temmuz 2021 verilerine göre 37 milyon 466 bin 414 kişi olarak tahmin ediliyor. Ülkede farklı etnik gruplar mevcuttur. Etnik gruplar Peştun yüzde 42, Tacik yüzde 27, Hazara yüzde 9, Özbek yüzde 9, Türkmen yüzde 3, Beluci yüzde 2 şeklinde sıralanıyor. Buna Nuristani, Pamiri, Arap, Gujar, Brahuyi, Aimak, Paşayi ve Kırgız gibi yüzde 8’lik küçük grupları da eklemek gerekiyor.
Ancak 33 kişilik geçici kabine incelendiğinde, 31 bakanlığın Peştunlar’a, 2’sinin Tacikler’e ve 1’inin de Özbekler’e verildiği görülüyor. Dolayısıyla geçici hükümetin kurulmasında, Afganistan’daki etnik yapının dikkate alınmadığı anlaşıyor.
Heterojen nüfus yapısına sahip Afganistan’da, geçici hükümette etnik grupların sadece 3’üne yer verilmesinin yeni toplumsal huzursuzluklara yol açması muhtemeldir. Birde Şiî anlayıştaki Hazaralar’ın da mezhebî açıdan muhtemel dışlanma endişesi de göz ardı edilmemelidir.
Bununla birlikte geçici hükümetteki Peştun ağırlığı, Taliban’ın “İslâmî kimlikten” “etnik kimliğe” yöneldiğine yorumlanıyor. İç savaş olasılığının devam ettiği Afganistan’da, ülkenin parçalanması durumunda “Peştunistan” adında yeni bir bölünmeye gidebileceği ihtimali de söz konusudur. Böyle bir gelişmede, sadece Afganistan’da değil, komşu ülkelerdeki Peştunların da hareketliliği görülmesi muhtemeldir.
Yine farklı etnik yapıların da benzer girişim içine girip girmeyeceğinin garantisi verilememektedir.
Taliban’ın geçici hükümetinde, ülkenin bütün toplumsal taraflarının temsiline imkân vermediği nettir. Böylece Taliban’ın, Afganistan’da yeni bir “devlet inşası” sürecinin ne kadar başarılı olacağını tahmin etmek oldukça güçtür. Toplumsal tarafların, kendilerini daha çok etnik, mezhebî veya dinî inanışları üzerinden tanımladığı bir ülkede, Taliban’ın “ulus inşa” sürecinden de bahsetmek zor olsa gerektir.
Taliban’ın, “devlet inşası, ulus inşası” gibi zorlukları mevcutken, buna ülkenin ekonomik durgunluğunu, yoksulluk, Covid-19 salgını ve savaş yorgunluğunu da eklemek gerekiyor. Dolayısıyla Taliban, birçok açıdan tükenmiş bir ülkede geçici hükümet kurmuş oluyor.
Diğer taraftan Taliban içerisinde tartışmalar ve farklılıklar var.
Yine Taliban bünyesinde hiç kimsenin mutlak otoriteye sahip olmadığı belirtiliyor. Taliban’ın bugünkü yapısının da, yine grubun kendisi için handikap niteliğinde.
Batılı aktörlerin ve Afganistan’ın komşularının, Taliban’la para, ekonomi ve tanınma üzerinden ilişki kuracağı yorumlanıyor. Hatta ABD merkezli Wilson Center Asya Programı Direktör Yardımcısı Michael Kugelman “para ve tanınma”nın, Batılı ve bölgesel devletler tarafından bir koz olarak da kullanılabileceğine işaret ediyor. Bununla birlikte Kugelman “Pakistan, Çin ve Rusya”nın Taliban’ı tanımak hususunda daha yakın olduğunu vurguluyor. Burada Çin’in, Afganistan’ın Lityum başta olmak üzere diğer maden kaynaklarını çıkarmaya yönelik girişimleri biliniyor (Yeni Asya, 24.08.2021, Afganistan’ın Lityum Elementi, Çin Ekonomisini Şarj Eder mi?)
Uluslar arası sistemde belki de ilk defa, terör örgütü şeklinde tanımlanan ve muhtelif terör örgütü listelerinde yer alan bir unsurun, muhtemel hükümet / devlet kurma aşamalarına şahit olunuyor.
Taliban’ın bu girişiminin, diğer benzer unsurlara da örnek teşkil edebileceği ihtimaller arasındadır.
Taliban, ilân ettiği geçici hükümetiyle “meşrûiyet ve uluslar arası tanınma” arayışındadır. Ancak geçici hükümetin yapısı ve yöneltilen eleştiriler ele alındığında bunun zorlu bir süreç olduğu; uluslar arası aktörlerin de temkinli açıklamaları ile sürecin olgunlaşmasını izledikleri anlaşılıyor.
Bütün zikredilen gelişmeler içerisinde unutulan çok önemli bir husus var. Taliban bir geçici hükümet kurdu. Ancak geçici hükümeti kurarken Afgan halkına başvurdu mu?
Elbette hayır. Peki hemen herkes Taliban’ın duyurduğu geçici kabineyi değerlendirirken, Afgan toplumu bu işin neresinde yer alıyor?...
Gine’de darbe
Yeraltı zenginlikleriyle bilinen Gine’de maden kaynaklarının ülke ekonomisine kazandırılamaması ve giderek büyüyen sosyo-ekonomik sorunlara çözüm üretilememesi de toplumsal kesimlerin zaman zaman memnuniyetsizliklerini ifade etmelerine sebep olmaktadır.
Condé’nin 2020 yılında toplumsal tarafların desteğini almadan Anayasa değişikliğine gitmesi ise, muhalefet cephesinde Anayasa’ya darbe şeklinde nitelenmişti. Yine Condé’nin üçüncü kez Cumhurbaşkanı seçilmesini protesto edenlerin, kanlı biçimde bastırılması ve Condé’nin Ekim 2020’de Fransız medyasına yaptığı beyanatta “ömür boyu başkanlık uygulamasını başlatmayı planladığından” bahsetmesi vb. sorunların Gine’de siyasî fay hatlarını hareketlendirdiğine yorumlanıyor.
Albay Mamady Doumbouya liderliğindeki bir grup asker tarafından gerçekleştirilen darbe ile, darbecilerin iktidarı devraldığı bildiriliyor. İktidarı ele geçiren cuntanın adının “Ulusal Meclis ve Kalkınma Komitesi” olduğu belirtiliyor. Cuntanın TV’den “Gine Halkının Meşrû İsteklerini Karşılamak İçin Birliğe” başlıklı açıklamasında Anayasayı, hükümeti ve devlet kurumlarını feshettiğini bildirdiği, aynı zamanda ülkenin “kara sınırını kapattığı” aktarılıyor. Cunta açıklamasının devamında “ülkenin sosyo-politik ve ekonomik durumu, Cumhuriyet kurumlarının işlevsizliği, adaletin araçsallaştırılması, yurttaş haklarının çiğnenmesi, demokratik ilkelere saygısızlık, kamu yönetiminin aşırı siyasallaşması, maliyenin kötü yönetilmesi, yoksulluk, yoksuzluk, vb. olumsuzlukların Ulusal Meclis ve Kalkınma Komitesi aracılığıyla Cumhuriyetçi Gine ordusunu Gine’nin egemen halkına ve bütünüyle sorumluluklarını üstlenmeye yönlendirdiği”ne dikkat çekiliyor.
Cuntanın lideri Doumbouya’nın da TV ve radyolardan yaptığı uzun konuşmada özetle “kapsayıcı ve barışçıl bir geçiş için ulusal istişare başlatacağız. Hiç kimse bir hiç için ölmemeli. Tüm ikili ve çok taraflı ortaklara, uluslar arası kuruluşlara verilen taahhütlere saygılıyız” ifadelerini kullandı. Birde Doumbouya, 1981-2001 Gana’da devlet başkanlığı görevinde bulunan Jerry Rawlings’in “halk, seçkinleri tarafından ezilirse, insanlara hürriyetlerini vermek ordunun işidir” sözüne de atıfta bulunuyor. Doumbouya’nın Fransa ve İsrail askerî akademilerinde eğitimler aldığı; Afganistan, Fildişi Sahili, Cubuti ve Orta Afrika Cumhuriyeti’nde uluslar arası operasyonel askerî görevler yaptığı kaydediliyor.
Gine’nin muhtelif yerlerinde, Condé’ye yapılan darbe halk tarafından sevinçle karşılanmış durumda. Diğer taraftan Afrika Birliği, Gine’deki darbe hakkında “her türlü iktidarın zorla ele geçirilmesini kınıyor ve Cumhurbaşkanı Alpha Condé’nin derhal serbest bırakılmasını istiyoruz” cümlesiyle Cunta’ya ve uluslar arası topluma mesajını iletiyor. Bununla birlikte Batı Afrika Ekonomik Topluluğu’ndan da (ECOWAS) “darbe girişiminin kınandığı, Condé’nin fizikî bütünlüğüne saygı gösterilmesini ve serbest bırakılması” talebi yayınlandı. Yine benzer bir tepki de BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’ten de geldi.
Albay Doumbouya’nın imzasıyla Gine saatiyle 22:22’de (Türkiye’de 01.25) yayınlanan 2 nolu basın bildirisinde “görevden alınan bakanların, milletvekillerinin, feshedilen kurumların yetkililerinin ve bütün resmî görevlilerin 06 Eylül Pazartesi saat 11:00’da başkent Conakry’deki Halk Sarayı’nda toplantıya dâvet edildiği” bildiriliyor.
Gine’de darbeyi yapan cuntanın ne kadar süre görevde kalacağı, bundan sonra nasıl bir yol izleyeceği, sosyo-ekonomik kalkınmayı ve siyasî birlikteliği nasıl sağlayacağı, uluslar arası aktörlerin sesine ne yönde cevap vereceği ve en önemlisi Ginelilerin beklentilerini karşılayıp karşılamayacağı hususları merakla beklenmektedir.
.
Afganistan’da yönetim yapısı kurmak
Elbette uluslar arası kamuoyu, Afganistan’da Taliban yönetiminin gerçekliğiyle karşı karşıya olduğu bir aşamada. Her ne kadar ABD’nin, 29 Şubat 2020’de imzaladığı Doha Anlaşması gereğince Taliban’ı “resmen tanıdığı” (de jure) ileri sürülse de, diğer bölgesel ve küresel aktörlerin “irade belirtmeksizin tanıdığı” (de facto) belirtilmektedir. Dolayısıyla Taliban lider kadrosunun, Afganistan’ın fiilî yöneticisi olma yolunda ilerledikleri kaydediliyor. Yine ülkenin fiilî yöneticiliğindeki en güçlü adayların “Taliban’ın en üst düzey Dinî Hâkimi Haibatullah Akhundzade, Siyasî Ofis Başkanı Molla Abdul Gani Birader, Afganistan-Pakistan sınırındaki ekonomik ve askerî varlıkları denetleyen Hakkanî Grubu’nun lideri mücahit Sirajuddin Hakkanî, askerî operasyonları yöneten ve Taliban’ın kurucusu Molla Ömer’in oğlu Molla Muhammed Yakup, eski Taliban hükümetinde bakan yardımcılığı ve 2015’ten bu yana Doha’daki Siyasî Ofisin Başkanı Sher Muhammed Abbas Stanekzai, müzakere ekibinin lideri ve eski Güçlü Din Bilginleri Konseyi Başkanı Abdul Hâkim Hakkanî” olduğu aktarılıyor.
Taliban’ın Kabil’i almasından sonra, lider kadrosunun uluslar arası açıklamaları ağırlıkta diyalog yollarını açık tutmaya yönelik olup ve ılımlı mesajlar vermeye çalıştıkları gözlemleniyor. Yapılan açıklamalardan, Taliban’ın yönetimde bulunduğu 1996-2001 yılları arasındaki döneme göre daha yumuşak dozda olduğu anlaşılıyor. Böylece Taliban’ın sürekli silâhlı ve muhtelif diğer mücadele yöntemleri yerine, kendine göre elde edilen kazanımı koruma amaçlı hareket ettiği tahmin ediliyor. Taliban’ın bu davranışı karşısında, uluslar arası aktörlerin de temkinli siyasî söylemde bulundukları görülüyor.
Ancak Taliban için zafer ilân etmeyle doğrudan ilişkili olan 3 madde kritik önem arz ediyor. Bunlar “yabancı güçleri ülkeden kovmak, meşrû yönetimi geri getirmek ve İslâmî yönetim kurmak” şeklinde sıralanıyor. Taliban’ın böylelikle geldiği noktayı güvence altına alma gayreti ihtimaller arasındadır. Zikredilen güvencenin birincisi olan “yabancı güçleri ülkeden kovmak”, Doha Anlaşması kapsamında ABD’nin Afganistan’dan çekilmesiyle yerine getirildiği kuvvetle muhtemeldir.
Taliban hakkında bugünlerde ikinci husus “meşrû yönetimi geri getirmek” başlığı tartışma konusu. Artık Afganistan’da Taliban’ın “yabancı destekli gayri meşrû hükümeti tanımayıp, ona direnme” retoriğinden “meşrû yönetimi geri getirmek” söylemine geçildiği ihtimaldir. Bu söylemin, ABD’nin geri çekilmesiyle daha da güçlendiği tahmin ediliyor. Çünkü Taliban’ın, 11 Eylül 2001 terör olayları sonrasında, ABD’nin Afganistan’a müdahalesiyle kaybettiği güç ve prestijini yeni dönemde tekrar toparlamaya çalıştığı yorumlanıyor.
Bununla birlikte Taliban’ın, Batılı demokratik değerlerle arasına mesafe koyduğu bilinmektedir. Birde Taliban yetkilileri, yabancı güçlerin güdümünde yapılan 2004 Anayasası’nı kabul etmeyeceklerini beyan ettiler. Dolayısıyla modern anlamda “şeffaf, âdil, hür” gibi özellikteki seçimden bahsetmek pek mümkün olmayacaktır. Taliban’ın daha önceki pratiklerine dayanarak, herhangi bir Anayasa maddesini veya yönetim kriterini “İslâmî ilkeler ve Afgan gelenekleri ışığında yorumlayacaklarına ve nihaî sonucu din âlimleri ile yaşlıların kararına bırakacakları” da ihtimallerdendir.
Buna ek olarak Hamid Karzai, Abdullah Abdullah ve Gulbeddin Hikmetyar’dan müteşekkil Geçiş Hükümeti/Konseyi’nin görüşmelerde bulunduğu, ancak Konsey’in yeni yönetimin kurulmasında ve “meşrû yönetimi geri getirmek”te oynayacağı rol belirsizliğini korumaktadır.
Afganistan’da idarî yapının kurulmasında ve güç paylaşımında ülkenin heterojen etnik ve mezhebî yapısının dikkate alacağı kuvvetle muhtemeldir. Böyle bir yönetimin de ne kadar istikrarlı olacağını söylemek oldukça güçtür.
.
AB’nin Afganistan’a yaklaşımı
Hatta Taliban’ın Kabil’i ele geçirmesinden birkaç hafta önce, gelişmelerin farkında olan Almanya’nın Kabil Büyükelçiliği’nin Berlin’den Alman personelin tahliyesi için hazırlık yapılması talebinin kabul edilmediği ileri sürülüyor. Ancak Taliban’ın Kabil’e girmesinden sonra, Alman personelin hava yoluyla tahliyesine başlandığı belirtiliyor.
AB temelde kolektif anlayış, ortak ben, kaynakların bir araya toplanarak paylaşılması vb. ortaklık hedefleriyle kurulmuş bir yapıdır. Fakat AB’nin, daha sonra toparlamış olsa da Covid-19 salgını başlangıcında gösterdiği ortaklıktan uzak anlayışın, kendisini Afganistan hususunda bir kez daha gösterdiği iddia ediliyor. Böylece salgın hastalık veya Avrupa’nın güvenlik politikası gibi âcil durumlarda pratikte sorunlar olduğuna ihtimal veriliyor.
Korona salgınının etkisi devam ederken, AB içerisinde Taliban hakkındaki güvenlik konusu gündeme gelmiş ve bunlara ek olarak Afgan mültecilere yönelik nasıl bir politika izleneceği hakkındaki krizle karşılaşılmıştır.
Başta Almanya olmak üzere AB üyesi ülkelerin iç savaştan kaçan Suriyeli mülteciler örneğiyle bir daha yüzleşmek istemedikleri bildiriliyor. Alman Federal İstatistik Bürosu’nun 2019 yılı verilerine göre, Almanya’da 843 bin Suriyeli göçmen bulunuyor. Her ne kadar belirtilen istatistik, Türkiye’deki mülteci oranıyla kıyaslanamayacak olsa da, Almanya açısından büyük bir rakam şeklinde veriler sunuluyor.
Bununla birlikte Taliban’ın 15 Ağustos’ta Kabil’i ele geçirmeden önce, AB liderlerinin sınır kapılarını kapatmaya hazırlandıkları da cabası.
AB üyesi ülkelerden Avusturya, Belçika, Danimarka, Almanya, Yunanistan ve Hollanda içişleri bakanlarının 5 Ağustos tarihli bir mektubu söz konusu. Mektupta, AB yürütme organı Komisyon’a “mültecilerin sınır dışı edilmelerinin devamını sağlamak için Afgan hükümetiyle görüşmeleri yoğunlaştırma çağrısı” yaptılar. Ayrıca mektupta, bakanlar “Afganistan’a hem gönüllü hem de gönüllü olmayan geri dönüşlerin âcil ihtiyacını” vurguluyorlar. Birde “geri dönüşlerin durdurulmasının yanlış olacağı, böyle bir durumda daha fazla Afgan mültecinin AB topraklarına gelmek için evlerini terk edebilecekleri” ihtimaline yer veriliyor.
Mektuba karşılık, ismi zikredilmeyen bir AB yetkilisinin “göçmen krizinin yakınında değiliz. Avrupa büyük bir Afgan göçmen tehdidi ile karşı karşıya değildir. Ancak yarım milyon Afgan’ın komşu ülkelere gideceğini tahmin ediyoruz” şeklindeki açıklaması dikkat çekiyor.
Diğer taraftan Alman Şansölyesi Angela Merkel “Afganistan’da Almanya’nın destek personeli, insan hakları aktivistleri ve risk altındaki başkaları da dahil 10 bin kadar Afgan’ın tahliye edilmesi gerektiğini” ifade etmişti. Merkel’in yerine gö- revi devralması planlanan Hıristiyan Demokrat Birliği Genel Başkanı Armin Laschet ise, 16 Ağustos’ta Merkel’in aksine, “Almanya’nın Afgan mültecileri kabul etme sözünü reddediyor.” Birde Laschet, “Almanya’nın, ihtiyacı olan herkesi alabileceği sinyalini şimdi göndermemiz gerektiğine inanmıyorum” beyanıyla Merkel’den farklı düşündüğünü ortaya koyuyor. Laschet açıklamasında son olarak “2015 yılından farklı şekilde, bu kez yerinde insanî yardım sağalamaya odaklanılması” gerektiğini ve “Afganistan’dan çoğu insan komşu ülkelere kaçacaktır. Dolayısıyla uluslar arası toplum, komşu ülkeleri desteklemeli ve insani felaketin hafifletilmesine yardımcı olmalıdır” görüşüyle mültecileri AB’de istemediğini belirtiyor.
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron da, kendisine ait “@EmmanuelMacron” isimli Twitter hesabından 16 Ağustos’taki konuşmasında mültecilere değiniyor. Macron konuşmasında “kendimizi, onları tehlikeye atacak ve her türlü kaçakçılığı besleyecek düzensiz göçlere karşı öngörmeli ve korumalıyız” ifadesini kullanıyor.
AB Komisyonu Başkanı Von der Leyen de, Yeni Asya’nın 21 Ağustos’taki haberinde “Taliban ile siyasi temaslarının olmadığını, Taliban’ı tanımadıklarını, çocukların ve kadınların haklarını inkâr eden bir rejime bir Avro bile vermeyeceklerini, ancak Afgan mültecileri kabul eden ülkelere yardım yapmaya hazır olduklarını” vurguluyor.
AB’nin kurucu iki büyük ortağı Almanya ve Fransa’nın mülteciler konusundaki görüşleri önem arz ediyor. Buna diğer AB üyelerini de ekleyince, mültecilerine yönelik tutum netleşiyor.
Avrupa’da ABD’nin çekilme hususunda NATO, AB üyelerinin ve ABD Başkanı Joe Biden’ın bile ayrıntılı bir şekilde bilgilendirilmediği eleştirileri de getiriliyor.
Bundan dolayı eski ABD Başkanı Donald Trump’ın ileri sürdüğü, Avrupa devletleriyle “stratejik özerklik” ve Biden’ın vaatlerinden olan “ABD-Avrupa arasında transatlantik ilişkilerin geliştirilmesi” girişimlerinde şu an için ilerleme kaydedilmesi pek mümkün görünmüyor.
Batılı güçlerin Afganistan’dan çekilmesi ile, ABD-AB arasındaki “transatlantik ittifakın siyasî, güvenlik ve ahlaki” açılardan “savunmasız ve zayıfladığına”na ihtimal veriliyor.
Kimilerine göre Afganistan’da, Batılı güçler hedeflerine ulaşamadı. Yani ABD ve Avrupa, Afganistan’a demokrasi, barış, refah, hukuk ve güvenlik ihraç etmede başarısız oldu. Kimilerine göre de hedefler, şekil ve muhteva değişikliğine uğradı. Ortadoğu’da ABD merkezli neo-conların, Avrupa’da da neo-liberallerin yeni bir “istibdat libası” giymeye çalıştıkları yorumlanıyor.
.
Afganistan’ın ekonomik ve insanî maliyeti
11 Eylül olaylarının, ABD ve diğer ülke toplulukları üzerindeki siyasî, ekonomik, sosyal, dinî, psikolojik vd. etkileri geçmiş dönemde epeyce tartışma konusu oldu. Günümüzde ise, ABD’nin Doha Anlaşması’yla çekilme kararı almasının sonrasında, Afganistan’ın ABD’ye maliyeti tartışılıyor.
Bizler de, ABD çekilirken yerel, bölgesel ve küresel aktörlerin yaklaşımlarına odaklanmışken, değerli bir Ağabeyimin gönderdiği mesaj konuya dikkatimi çekti. Mesajın içeriği, Afganistan meselesinin ABD’ye ve müttefiklerine maliyeti üzerine.
Afganistan savaşının maliyeti hakkında ABD’de bulunan Brown Üniversitesi bünyesindeki Watson Enstitüsü’nün Uluslararası ve Kamu İşleri Bölümü’nün “Savaşın Maliyeti (Cost of War)” başlıklı raporu önem arz ediyor.
Watson Enstitüsü tarafından 15 Nisan 2021’de yayınlanan Rapor’un “Afganistan’daki Savaşın ABD’ye Bugüne Kadar Maliyetleri 2001-2020” başlığı altında, ABD’nin harcadığı toplam miktarın 2.261 trilyon Dolar olduğu belirtiliyor.
Rapor’a göre ABD’nin harcamalarının ana başlıklardaki dağılımı ise şöyle: “Savunma Bakanlığı Denizaşırı Âcil Durum Operasyonları Bütçesi 933 milyar, Dışişleri Bakanlığı Bütçesi 59 milyar, Savunma Bakanlığı Bütçesi 443 milyar, Afganistan Gazileri 296 milyar, Savaş Borçlanmasının Tahmini Faizi 530 milyar Dolar olmak üzere toplamda 2.261 trilyon Dolar” şeklinde gerçekleşmiştir.
Elbette Rapor’da belirtilen harcamaların Afganistan ve yine bu ülkeyle ilgili olarak Pakistan’da gerçekleştirilen operasyonlara aktarıldığı bildiriliyor. Bununla birlikte Rapor’da “ABD’nin, Afganistan savaşındaki gazileri için ömür boyu karşılayacağı giderleri içermediği ve savaşı finanse etmek için borç alınan paranın gelecekteki faiz ödemelerini de kapsamadığı” kaydediliyor. Bu ödemelerin de ilerleyen zamanda yapılmasıyla 2.261 trilyon Dolar’dan çok daha büyük bir maliyetin ortaya çıkacağı kesindir.
Rapor’da savaşın sadece ekonomik maliyeti değil, birde Ekim 2001 ile Nisan 2021 tarihleri arasındaki ölümlere de yer verilmektedir. Ölüm verileri de yine Afganistan ve operasyonların etki alanındaki Pakistan’ı kapsamaktadır. Rapor’da “2.442 ABD’li asker, 6 bin ABD’li Sivil Savunma Görevlisi, 3.936 ABD’li inşaat firması çalışanı, 78.314 ABD’li Askerî Polisi, 1.144 diğer müttefik ülke askerleri, 71.344 sivil, 84.191 muhalif/terör militanları, 136 gazete ve medya mensubu, 549 insanî yardım çalışanı olmak üzere 242 bin 62 kişinin öldüğü” aktarılıyor. Dolayısıyla savaşın hem ekonomik maliyeti hem de insanî kaybı oldukça fazla. Ancak şu da unutulmamalı ki, Watson Enstitüsü’nün Rapor’u kayıtlı verilerden elde edildiğidir. Geçen 20 yılda kayıt altına alınamayan ölümlerin de olduğu muhakkaktır.
Savaşın 20 yıllık maliyetine rağmen ABD’nin evanjelik, neo-con ve ezoterik politikasının başarısızlığı tartışılıyor. Birde ABD’nin bölgeye refah, demokrasi ve barış getireceği Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ve AB’nin Geniş Ortadoğu Projesi (GOP) akim kaldığı muhtemeldir. Hatta son gelişmeler ABD ve AB arasında siyaset ve strateji farklılığını iyice gün yüzüne çıkarmıştır. Başlangıçta ABD’nin iddia ettiği Yeni Dünya Düzeni girişiminin akıbeti de ayrı bir tartışma konusudur.
ABD, her ne kadar Afganistan’dan çekiliyor olsa da, Kabil’deki Hamid Karzai havaalanında 26 Ağustos’ta gerçekleşen ve IŞİD/DAİŞ/DAEŞ kaynaklı olduğu bildirilen bombalama olaylarından, ifsad komitelerinin eylemlerinin durmayacağı anlaşılıyor.
ABD’nin çekilmesi, 11 Eylül zihniyetinin sonu olmadığı ve ifsad komitelerinin çalışmalarının yeni bir versiyonunu teşkil ettiği ihtimaller arasındadır.
Değerli Ağabeyime konuya ve Rapor’a çektiği dikkatten dolayı teşekkürlerimi sunuyorum.
.
Pakistan’ın, Afganistan yaklaşımı
Taliban’ın Kabil’i almadan önce 29 Temmuzda, Pakistan ordusundan emekli Korgeneral Gulam Mustafa’nın Tweeter “@_GhulamMustafa_” hesabından yaptığı paylaşım dikkat çekiyor. Mustafa, Londra’daki Analist Sami Ullah Malik’in paylaştığı bir mesaja cevap olarak “Taliban’ın mücadelesi epik (destansı) boyutlarda. Hür dünyanın ‘İnşaallah’ yaşama biçiminin yok olmasına yol açacak geri dönüşü olmayan süreçleri harekete geçirdi” diye yazdı. Mustafa böylece, Taliban’ın Afganistan’daki ilerleyişinden duyduğu memnuniyeti dile getiriyor.
Bununla birlikte 17 Ağustosta “Pakistan’dan Camiat Ulema-i İslâm Fuzul (JUI-F) Grubu” lideri Mevlânâ Fazl Rahman ve “Vifak’ul Medaris El-Arabiya Pakistan” gibi İslâmî unsurlar ile “Avami Ulusal Partisi (ANP)” Genel Başkanı Aimal Vali Han vb. siyasî yapıların, Taliban’ın Afganistan’daki “başarısını kutladıklarını ve Müslüman dünyasının zaferi olduğunu” belirttiler. Taliban’ın Afganistan’a hâkim olmasından, Başbakan Han’la birlikte asker, İslâmî gruplar ve siyasilerin de olumlu mesajları görülmektedir.
Pakistan’ın ileri gelenlerinin, Hamid Karzai ve Eşref Ghani dönemlerinde, Pakistan’a rağmen Afganistan’da etkisi artan Hindistan’ın ivme kaybedeceğini düşündükleri iddia edilmektedir. Yine Taliban yönetiminde, Pakistan’ın etkisini arttıracağına ihtimal veriliyor. Çünkü Pakistan’ın en uzun kara sınırının Afganistan’la olması önem arz ediyor. Birde Taliban üzerindeki etkisinin, Pakistan’ı Taliban yönetimi ile iletişim kurmak için birincil diplomatik kanal olma özelliğiyle öne çıkartıyor.
Pakistan sahip olduğu bu özelliğiyle hem Taliban’la iletişim kurmada hem de Afganistan’a insanî yardımların dağıtılmasında önemli kılıyor. Diğer taraftan başta El-Kaide olmak üzere, benzeri terör yapılarının, Afganistan’da yeni dönemde tekrar konuşlanıp gelişme kaydederlerse, gelecekte ABD’nin terörle mücadele operasyonlarının gerçekleşmesine yardımcı olabileceklerine ihtimal veriliyor.
Taliban’ın Afganistan’daki durumu Ortadoğu’daki bazı İslâmî grupları cesaretlendirdiği gibi Pakistan içerisindeki muhtelif militan grupları da heyecanlandırabilir niteliktedir. Bunlardan en önemlisi Deobandi Pakistan Talibanı (Tehrik-i Taliban Pakistan) isimli Deobandi-Vahhabi çizgideki gruptur. Deobandi Pakistan Talibanı, kendi tanımlarına göre cihad ve şeriat iddiasında olan, mezhepçi bir topluluk olup, Pakistan’da Halifelik kurmak için Pakistan hükümetini devirmeyi amaçlamaktadır. Deobandi Pakistan Talibanı, zikredilen son özelliğinden dolayı, Afganistan Taliban’ından farklılaştığı ihtimaldir. Deobandi Pakistan Talibanı, 2000’ler ve 2010’ların başlarında Pakistan’da bir dizi terörist saldırılarda bulunup, güvenlik güçlerinin karşılık vermesinden çekindiklerinden Afganistan’da saklandıkları aktarılıyor. Elbette bu gibi gruplar, Pakistan için güvenlik meselesidir.
Diğer taraftan Deobandi Pakistan Talibanı, 14 Temmuz 2021’de Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru’nun bir parçası olan, iki ülke arasında karayolu, demiryolu ve boru hattı ağını ihtiva eden 65 milyar Dolarlık bir yatırım planı kapsamındaki Dasu Hidroelektrik Barajı inşaatına çalışanları taşıyan otobüse saldırılarda bulunmuştu. Saldırılarda 13 kişinin öldüğü ve bunlardan 9’unun Çinli çalışanlardan meydana geldiği belirtiliyor. Böylelikle Deobandi Pakistan Talibanı’nın, Pakistan’daki Çin yatırımlarına karşı olduğu anlaşılmaktadır.
Pakistan, Afganistan’da eskiye nazaran daha fazla etki arayışında olup, ulusal güvenlik algısını büyük ölçüde rakibi Hindistan karşısında temellendirmiştir. Ancak Pakistan’daki figürlerce, Afganistan’daki Taliban’ı dolaylı veya dolaysız bir şekilde tanımak ya da tanımlamanın, ülkelerini hedef alan diğer grupların dikkatinden kaçmadığı aşikârdır. Yine de Pakistan’ın hem topraklarındaki hem de dışındaki unsur ve gruplarla ilişkisinin dengesi, kendi güvenliğiyle ilişkili olduğu kuvvetle muhtemeldir.
.
Hindistan’ın, Afganistan ilişkisi
Katar’ın başşehri Doha’da, Taliban ve Afgan hükümet temsilcilerinin bulunduğu belirtiliyor. Hindistan Dışişleri Bakanı Subrahmanyam Jaishankar’ın, 2021 Temmuz ayının ikinci haftasında, Doha’yı iki kere ziyaret ettiği bildiriliyor. Jaishankar’ın 14 Temmuz’da gerçekleştirdiği son ziyaretinde, Taliban lideri Molla Birader ve ABD’nin Afganistan Özel Temsilcisi Zalmay Halilzad da dahil birçok yetkiliyle görüştüğü kaydediliyor.
Hindistan Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Arindam Bagchi’nin, Taliban’ın Kabil’e girdiği 15 Ağustos günü yaptığı açıklamada “Hindistan’ın, Afganistan’ın kalkınması ve yeniden inşasına yönelik uzun vadeli taahhüdümüz uyarınca, Afganistan’daki çeşitli unsurlarla temas halinde olduklarını” vurgulaması dikkat çekiyor. Ancak Hindistan’ın daha önceki yıllarda, Afganistan’daki Hindistan dış temsilciliklerine Leşker Taiba ve Ceyş Muhammed gibi grupların terör saldırıları hatırlardadır. Hindistan, saldırıları kolaylaştırdığı gerekçesiyle Taliban lider kadrosuyla doğrudan görüşmelerde bulunmamaktaydı. Bununla birlikte geçmişte Hindistan, doğrudan görüşmese de Taliban’la iletişimi olan bölgedeki daha ılımlı gruplarla diyaloğunun olduğu ileri sürülüyor.
ABD’nin bölgeden çekilme sürecinde, Taliban’ın iktidarı alması ile Yeni Delhi yönetiminin yeni stratejiler arayışına gireceği tahmin ediliyor. Konuyla ilgili olarak Taliban Sözcüsü Süheyl Şahin 14 Ağustos’taki açıklamasında “Hindistan’ı Afganistan’da Salma Barajı, yollar, okullar ve diğer altyapı projeleri gibi insanî kalkınma ve çabalarını takdir ettiklerini; Hindistan’ın ülkelerine 2 milyar Dolar’dan fazla yardım ettiğini, ancak askerî varlık şeklinde istemediklerini ve Afganistan halkı için yaptıkları her şeyi takdir ettiklerini” beyan ediyor. Şahin’in beyanatının Taliban sonrası dönemde Afganistan stratejisi için Hindistan’a verilen ipucu biçiminde değerlendiriliyor.
Taliban’la karşılıklı olumlu açıklamalarına rağmen Yeni Delhi’nin Afganistan’la ilgili 3 önemli husus önem arz etmektedir. Bunlardan birincisi Afganistan’ın 1996-2001 yılları arasında Taliban tarafından yönetildiği İslâm Emirliği dönemidir. Bu dönemde, Hindistan’ın Afganistan’da diplomatik misyonunun mevcut olmadığı aktarılıyor. Pakistan’daki teröristler tarafından 31 Aralık 1999’da Hindistan’a ait India Airlines IC 814 nolu ticarî uçak 160 yolcusuyla kaçırılmıştı. Kaçırılan uçak Afganistan’ın Kandahar şehrine indirilerek, Taliban militanlarınca ele geçirilmiş ve Hindistan hapishanelerinde tutuklu bulunan “Mushtaq Ahmet Zargar, Ahmet Ömer Saeed Şeyh, Mulana Mesut Azhar” isimlerinde 3 militanın serbest bırakılmasının ardından uçağın Pakistan’a gidişine izin verilmişti. Yeni Delhi ve Taliban arasındaki bu olay halen hafızalardadır.
İkincisi, Afganistan’da hem Taliban hem de Pakistan Servisler Arası İstihbarat Müdürlüğü (ISI) ile bağlantısı olan Hakkanî Grubu’nun varlığı, Hindistan’a rahatsızlık vermektedir. Çünkü Hakkanî Grubu’nu Leşker Taiba’nın desteklediği ve ISI’nin güdümünde ve Hindistan karşıtı bir stratejiye sahip olduğu iddia ediliyor. Hatta Hakkanî Grubu’nun, 2008 ve 2009 yıllarında Kabil’deki Hindistan Büyükelçiliği’ne yönelik saldırılardan sorumlu tutulduğu belirtiliyor. Bu gelişmeler iki taraf arasındaki ilişkilerin geçmişinde kötü bir örnek teşkil ediyor.
Üçüncüsü ise, Hindistan’ın; İran, Rusya, ABD ve Avrupa devletleriyle yakın ilişkilerinin mevcudiyeti sayesinde bölgesindeki konumunu güçlendirdiği vurgulanıyor. Hindistan zikredilen konumunu kullanarak, halen Kabil’de Geçiş Konseyi için bulunan Hamit Karzai, Abdullah Abdullah ve Gulbuddin Hikmetyar gibi isimleri de dahil ederek yeni bir süreç başlatabilir.
Hindistan’ın bu süreci, 5 Aralık 2001’de imzalanan Bonn Anlaşması (Afganistan Daimî Devlet Kurumlarının Yeniden Kurulması Geçici Düzenlemeleri Anlaşması) benzeri, uluslar arası bir girişimle gerçekleştirebileceğine ihtimal veriliyor.
İlerleyen süreçte Hindistan, Afganistan’ın geleceğine yatırım yapan Çin ve İran gibi ülkelerle birlikte bölgesel ve uluslar arası bir girişimin içinde olabilir. Taliban’ın 15 Ağustos sonrasında en azından söylem bazında olumlu mesajlar verdiği biliniyor. Taliban sonrasında Hindistan’ın Afganistan hakkında nasıl bir strateji izleyeceği yine Taliban’ın davranışına göre şekilleneceği kuvvetle muhtemeldir.
.
İran’ın, Afganistan politikası
İran’ın zaman zaman Kuzey Kore ve Venezüella gibi gayrimüslimlerle işbirliğine gittiği görülmüştür. Aynı zamanda İran’ın ortak düşman algısında buluştuğu Hamas, Filistin İslâmî Cihad, Taliban, bazen El-Kaide olmak üzere Sünnî unsurlarla da bir araya geldiği bildiriliyor.
Afganistan’da 2001 yılı öncesi de Taliban yönetiminden kaçan Afganlıların ilk güzergâhlarından biri İran olmuştu. Uluslararası Af Örgütü’nün 20 Temmuz 2019 tarihli verilerine göre, İran bir dönem 2 milyon Afgan mülteciyi barındırmaktaydı. Ancak bunların yarısından fazlası, ABD’nin 11 Eylül’den sonra Afganistan’a müdahalesi sonrasında ülkelerine döndükleri belirtiliyor. Afgan mültecilerin çoğunun ülkelerine dönüşü, İran ekonomisinin ucuz Afgan işgücünü kaybetmesine sebep olmuştu.
Ucuz işgücünün kaybı, İran’ın kendi vatandaşlarının sosyo-ekonomik ve istihdam ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanması sonucunda İran’da toplumsal protestolar yaşadığı da kaydediliyor.
ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi ve Taliban’ın kontrolü ele geçirmesiyle, İran en başta, Afgan mülteci hareketliliğinden endişe etmektedir. Bununla birlikte İran İçişleri Bakanlığı Sınır İşleri Genel Müdürü Hüseyin Kasımî “Afganistan sınırında görevli birliklere, İran’a girmeye çalışan Afganlıları engellemeleri” talimatı verildiği bildiriliyor. İran’ın hal-i hazırda 3 buçuk milyon Afgan mülteciye ev sahipliği yaptığı aktarılıyor.
İran’ın ikinci tereddüdü de ABD’nin çekilmesiyle doğan güç boşluğundan en fazla uyuşturucu tacirlerinin yararlanacağı ve uyuşturucu akışının hızlanacağı ihtimalidir. BM Uyuşturucu ve Suç Bürosu’nun 2019 yılı verilerinden, küresel eroin arzının yüzde 80’inden fazlasının Afganistan kaynaklı olduğu ve bunun çoğunlukla yasadışı yollardan İran-Afganistan sınırı üzerinden Batıya ulaştırıldığı değerlendiriliyor. Buna karşılık İran’ın uyuşturucu akışı ve bağımlılığı ile mücadele önemli miktarda para harcadığı ve güvenlik tedbirleri aldığı beyan ediliyor.
İran’ın üçüncü çekincesi ise, Washington Post gazetesinin 30 Hazirandaki nüshasında “Taliban’ın Afganistan’daki Hazara Şiî azınlığına yönelik zulmünden” bahsedilmektedir. Afganistan’ın yüzde 10’nunu meydana getiren Şiilerin neredeyse tamamı Hazara’dır. Yeni süreçte Taliban’ın Hazara Şiileri’ne karşı olası bir saldırısında, İran’ın Beşşar Esad’ı savunmak için yetiştirdiği iddia edilen yaklaşık 30 bin kişilik Fatimiyyun Tugayı’nı harekete geçirmesine ihtimal verilmektedir.
Taliban’ın Kabil’e girmesinin hemen sonrasında, BBC Farsça Muhabiri Hadi Nili’nin 15 Ağustos’taki Twitter mesajında “Tahran yönetiminin gazetecilere, Taliban’a yönelik eleştirel yayın yapmamaları talimatı verildiği” bildiriliyor.
Tahran Üniversitesi İngiliz Edebiyatı ve Oryantalizm bölümünden Prof. Dr. Seyyid Muhammed Marandi “Taliban’ın İran’la ilişkilerinin son 20 yılda, 3 Ocak 2020’de öldürülen Kasım Süleymani’nin liderliğindeki Kudüs Gücü grubu üzerinden gerçekleştiğini” ifade ediyor.
Marandi birde “Taliban’ın Kudüs Gücü’ne 4 konuda teminat verdiğini; bu teminatların İran sınırında istikrarın korunması, yabancı güçlerin varlığına karşı duruş, farklı etnik grup ve mezheplere saygılı olunacak ve kardeş kardeşi öldürmeyecek” şeklinde sıralanıyor.
Diğer taraftan Taliban’ın talebi üzerine İran’dan ve Afganistan’a akaryakıt ihracatının yeniden başladığı haberleri 23 Ağustos’ta Al Jazeera ve Reuters ajanslarından verildi. Böylece İran ve Taliban ilişkilerinde bir adım daha atıldı. Haberde “İran Petrol, Gaz ve Petrokimya Ürünleri İhracatçıları Birliği Sözcüsü Hamid Hüseyni, İran’ın Taliban’dan gelen talep doğrultusunda, birkaç gün önce Afganistan’a benzin ve gaz yağı ihracatını yeniden başlattıklarını” açıklıyor. Buna ek olarak Hüseyni “Taliban’ın İran’dan yakıt ithalatına uygulanan tarifeleri yüzde 70’e kadar düşürmesinin ardından başladığını” sözlerine ekledi.
İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Saeed Hatipzade 17 Ağustos’taki basın açıklamasında “Afganistan’ın Mezar-ı Şerif, Celalabad ve Kandahar şehirlerinde İran temsilciliklerinin açık ve başşehir Kabil’de de Büyükeliçiliğin faaliyette olduğunu” belirtti. Böylece Çin ve Rusya gibi İran’ın da, Taliban’ı “de facto” (irade belirtmeksizin) tanıdığı muhtemeldir.
Hatipzade’nin 23 Ağustos’taki basın toplantısında ise “İran’ın Afganistan politikasını açıkladığı” bildiriliyor. Hatipzade “diyalog ve barışçıl çözümden yana ve bütün parti ve gruplarla temas halinde olduklarını, Afganistan’da bütün etnik grupların haklarını güvence altına alacak ve koruyacak kapsamlı bir hükümet kurulmasını desteklediklerini, şu anda İran’ın Taliban’ı resmen tanıma aşamasında olmadığı, mülteciler hususunda dikkatli oldukları ve barış için Geçiş Konseyi’nin başarısını umduklarını” belirtiyor.
Sünnî Taliban’ın bir zamanlar Şiî İran’ın düşmanı olmuş, iki taraf 1998’de neredeyse savaşın eşiğine gelmişlerdi.
Bugünkü gelişmelerden İran devrim ideolojisinin başlıca itici gücünün dinî kriterlerden daha ziyade, ABD ve İsrail karşıtlığı olduğu muhtemeldir.
.
Afganistan’ın Lityum elementi, Çin ekonomisini şarj eder mi?
Bunlardan en önemlilerinden biri de yüksek ekonomik değere sahip olan Afganistan’ın yeraltı zenginlikleri olduğu ileri sürülüyor.
Afganistan topraklarında, dünyada iklim değişikliği ile mücadele önemli bir işlev gören yenilenebilir enerjiye geçişi destekleyecek “değerli element”lerden “Lityum”un fazlasıyla bulunduğu bildiriliyor. Hatta Afganistan’da lityum kaynağı açısından dünyanın en zengin yataklarına sahip olduğu ve ülkenin lityum rezervinin 1 trilyon Dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Birde Afgan coğrafyasında uzun süren savaşlar, yetersiz altyapı ve teknoloji imkânının olmayışı da ülkenin toprak altındaki zenginliklerinin ekonomiye kazandırılmasını engellemiştir.
Taliban’ın 20 yıl sonra, yönetime tekrar gelmesi ve maddî kaynaklara ihtiyaç duyması, lityum başta olmak üzere ülkenin madenlerinin önemini ortaya çıkardı. Bundan dolayıdır ki, Taliban, lityum sahalarına nöbetçi yerleştirerek başka silâhlı unsurlar tarafından ele geçirilmesini önlemeye çalıştığı aktarılıyor.
ABD İçişleri Bakanlı Jeolojik Araştırma Ajansı’nın (USGS) Ocak 2021 verilerine göre, Afganistan’da başlıca “boksit, bakır, demir cevheri, lityum ve nadir nitelikte değerli toprak elementlerini coğrafyasında bulunduruyor. Özellikle 2021’de güç kabloları üretmek için gerekli bakırın, uluslar arası piyasalarda tonu 10 bin Dolar’ın üzerine çıkmasıyla sıcak bir emtia haline gelmiştir. Yine lityum, elektrikli araba pilleri, güneş panelleri ve rüzgâr çiftlikleri yapmak için çok önemli bir elementtir. Bununla birlikte Uluslararası Enerjisi Ajansı’na göre, dünya lityum talebinin 2040 yılına kadar 40 kat artması bekleniyor.
Uluslararası Stratejik Mineraller Envanteri’ne katılan ülkeler tarafından, lityum, büyük ölçüde yeşil teknolojilerdeki önemine binaen muhtelif çalışmalarda 15 kritik maden ürününden biri olarak belirlenmiştir. Lityum’un kullanım alanları ise “şarj edilebilir piller, seramik, cam, madeni yağlar, döküm kalıplarındaki akı tozları, hava arıtma, polimer üretimi, alüminyum vd. şeklinde sıralanıyor.
Guillaume Pitron’un 2020 yılında Scribe Yayınları’ndan çıkan “Nadir Metaller Savaşı (The Rare Metals War)” kitabında, Afganistan’ın “bugüne kadar kullanılmayan devasa bir lityum rezervi üzerinde oturduğunu” kaydediyor. Aynı zamanda Pitron, ülkenin temiz enerjide kullanılan nadir toprak elementlerinden “neodimyum, praseodimum ve disprosyum”a da sahip olduğu bilgisini veriyor.
USGS, Afganistan’ın lityum rezervini 1 trilyon Dolar değerinde tahmin etse de, Afgan makamlarının tahminlerinin 3 trilyon Dolar olduğu bildiriliyor. Diğer taraftan Afganistan zümrüt, yakut, turmalin, lapis lazuli gibi değerli taşlara da sahiptir. Ancak bu taşların kaçakçıların yasadışı yollarla ülke dışına çıkardıkları açıklanıyor.
Yabancı sermaye ise, yatırım yapacağı ülkede hukukî güvence ve güvenlik kriterlerini aramaktadır. Ancak Taliban’ın yönetime gelmesi, yabancı yatırımcıyı Afganistan’dan uzaklaştırdığı muhtemeldir. Buna ek olarak Çin’in, Taliban’ı “de facto tanıması, işbirliği mesajı vermesi, ilişki kurmaya yönelik karşılıklı görüşmeler yapması vb.” Afganistan’ı bir yatırım sahası görmesi tahminler arasındadır (Yeni Asya, 23.08.2021, Çin ve Rusya’nın Taliban’a Yaklaşımı).
Çin Devlet Metalurji Grup Şirketi, 2007 yılında Kabil’in 40 km güneydoğunda konumlu Mes Aynak bakır madeni işletmesini 30 yıllığına kiralamış ve 11.5 milyon ton emtia çıkarma hakkını elde etmişti. Ancak güvenlik sorunları sebebiyle maden işletmesinin bir türlü faaliyete geçirilemediğinden bahsediliyor. Çin’in, Taliban rejimi ile ilişkilere başlamasıyla, madeni açmayı planladığı haberlerde geçiyor. Çin’in, lityum için de benzer bir anlaşma imzalayabileceği ihtimal dahilindedir.
Hatırlanacağı üzere ABD eski Başkanı Donald Trump döneminde, Mayıs 2019’da ABD’de “Çin menşeli Huawei markasının casusluğa varan faaliyette bulunduğu” iddiası ile Çin’e karşı yaptırımlar söz konusu olmuştu. Hatta bu yaptırımlar uluslar arası ticarete de yansımıştı. Çin ise, Trump öncülüğünde başlatılan bu gelişmeye, teknolojide kullanılan Çin’den “değerli element / nadir toprak element”lerinin ihracatına kısıtlama getireceğini ileri sürerek cevap vermişti. Dolayısıyla lityum gibi değerli / nadir toprak elementleri, teknoloji üreten ülkeler için önem arz ediyor.
Hal-i hazırda dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olan Çin’in, teknoloji vd. üretimlerinde kullanılmak üzere, Afganistan’ın lityum madenlerine de yöneleceği kuvvetle muhtemeldir. Malî kaynağa ihtiyacı olduğu iddia edilen Taliban ve Çin arasında lityum üzerinden “karşılıklı bağımlılık” ilişkisinin gelişeceği değerlendirilmektedir.
.
Çin ve Rusya’nın Taliban’a yaklaşımı
Çin’in, Afganistan’daki güç boşluğundan doğan endişesi özellikle Uygurlu Müslümanların yaşadığı Sincan Özerk Bölgesi’ndeki Doğu Türkistan konusundan kaynaklandığı belirtiliyor. Çin, Afganistan topraklarının güç boşluğundan dolayı yararlanacağına ihtimal verdiği Doğu Türkistan İslâmî Hareketi’nin (DTİH) üyelerini eğitmek için kullanmasından çekiniyor. Birde Çin, DTİH’in Afganistan topraklarının Sincan’a muhtemel saldırıları için üs olarak kullanması tereddüdünü taşıdığı bildiriliyor. Halbuki Doğu Türkistan’da, Çin’in Uygur Müslümanları’na yönelik anti-demokratik, hukuk dışı, insan hakları ve hürriyetleri kısıtlayıcı uygulamaları dünyanın gündeminde. Hatta Çin’in, Uygurlar’a karşı soykırıma varan nitelikteki muhtelif davranışları olduğu kaydedilmektedir. (Yeni Asya, 21-22-23-24-28 Ağustos ve 3-11 Eylül 2019 tarihli makaleler)
Pekin Yuan Wang Askerî Bilim ve Teknoloji Enstitüsü Araştırmacılarından Zhou Chenming de, “Afganistan’daki gelişmeler hakkında başlıca 3 hususun Çin açısından önemli” olduğunu vurguluyor. Bunlardan birincisi yukarıda bahsedilen DTİH kaygısı. İkincisi ABD’nin çekilmesinden kaynaklı Orta Asya’da tepki gösterebilecek aşırılık yanlısı veya terör unsurlarının Çin’in Sincan veya diğer bölgelerindeki sanayi/yatırım sahalarına saldırılar düzenlemesi ihtimalidir. Üçüncüsü de Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan Özbekistan vd. bölge ülkelerinde, küçük şirketlere sahip tahmini 1 milyon Çin vatandaşının güvenliğidir. Ayrıca Çin’in Kuşak-Yol Girişimi’ndeki çevre ülkelerde Çin menşeli şirketlerin yatırımlarının korunması önem arz ediyor.
Taliban’la ilişkilerde Çin ve Rusya’nın beraber hareket edebileceği aktarılıyor. Bununla birlikte 9 Ağustos’ta, Çin ve Rusya’nın Gobi Çölü’nde “Zapad/Etkileşim 2021 Ortak Askerî Tatbikat” gerçekleştirdikleri uluslar arası haberlerde yayınlandı. Ayrıca 5 gün süren tatbikatın “Orta Asya’daki aşırılıkçı ve terörist grupları caydırmak amacı”ndan bahsediliyor. Çin ve Rusya’nın ilk kez büyük çapta tatbikat yaptıkları belirtilirken, hal-i hazırda Şangay İşbirliği Örgütü üyesi olan iki ülkenin, Afganistan’daki yönetim değişikliği ve Taliban hususunda beraber hareket edebilecekleri ihtimaller arasında. Çin’in hassasiyetleri yukarıda sırlanmaktadır. Çin Sosyal Bilimler Akademisi Çin-Rusya Uzmanı Su Chang “Rusya’nın ise, Afganistan’dan kaynaklı uyuşturucu trafiğini ve terör saldırılarını engellemeyi, böylece arka bahçesinde güvenliği sağlamayı hedeflediği”ni ifade ediyor.
Çin Uluslararası ve Stratejik Araştırmalar Vakfı’ndan Eagle Yin’e göre “Çin ve Rusya’nın Afganistan’da Taliban’la çalışması şarttır. Her ne kadar Rusya, Taliban’ı terör örgütü görüyor olsa da, 2018’de bir Taliban heyetine ev sahipliği yaparak, örgütle açıkça ilişki kurmuş oldu.” Buna ek olarak Yin, “Pekin ve Moskova’nın koordinasyon ve işbirliği konusunda fikir birliğine vardıklarını, Çin’in ekonomik kalkınmaya daha fazla önem vereceği ve Rusya’nın da güvenliğe ağırlık vereceğini” aktarıyor.
Diğer taraftan Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hua Chunying 17 Ağustosta yaptığı basın toplantısında “Afgan Taliban”ına geniş yer verdi. Chunying “28 Temmuzda Dışişleri Bakanı Wang Yi, Tianjin’de Afgan Taliban Siyasî Komitesi Başkanı Molla Abdul Gani Birader başkanlığındaki konuk heyet ile bir araya gelindiği; Afgan Talibanı’nın ülke ve ulusun çıkarlarını ön planda tutacağı, barış görüşmelerinin bayrağını yüksek tutacağı, barış hedefini belirleyeceği, olumlu bir imaj inşa edeceği ve kapsayıcı bir politika izleyeceği umudunu dile getirdiğini” bildiriyor. Chunying açıklamasına “Afganistan’daki bütün hizipler ve etnik gruplar dayanışma oluşturmalı; Wang Yi’nin 16 Ağustos’ta Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’la da telefonda görüştüğünü” ekledi. Chunying birde “Çin, Afgan Taliban’ını ılımlı ve ihtiyatlı bir din politikası izlemeye, diğer taraflarla açık ve kapsayıcı bir siyasî yapı oluşturmak için çalışmaya, barış ve dostluk dış politikası izlemeye ve özellikle komşu ülkelerle uyum içinde yaşamaya ve yeniden yapılanmayı sağlamaya teşvik ediyor. Ve Afganistan’da kalkınma ile yeni Afgan rejiminin her türlü uluslar arası terörist güçten temiz bir şekilde ayrılmasını umuyoruz” diyerek Taliban’la çalışabileceklerinin mesajı verilirken, Çin’in bu şekilde Taliban’ı tanıdığı değerlendiriliyor.
Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın 16 Ağustos’taki basın bildirisinde “Afganistan’daki gelişmeler bir bütün olarak istikrar kazanıyor. Taliban, kamu düzenini uygulamaya başladı ve yerel sakinler ve yabancı diplomatik misyonlar için güvenlik garantilerini yeniden teyit etti. Kabil’deki Rus Büyükelçiliği normal şekilde çalışmaya devam ediyor” ifadeleriyle, aynı Çin gibi Taliban yönetiminin tanıdığına yorumlanıyor.
Afganistan’da iktidar değişikliğine, Çin ve Rusya’nın ekonomik ve güvenlik odaklı yaklaştığı görülmektedir. Yine Çin ve Rusya’nın birlikte hareket etmeleri bölgesel ve uluslar arası sistemde muhtemel yeni kutuplaşmaların meydana gelmesi şeklinde yorumlanıyor. Her iki aktörün, Taliban’la şu an için “de facto (irade belirtmeksizin)” tanımayla ilişki kuracağı anlaşılmaktadır.
.
Çin ve Rusya’nın Taliban’a yaklaşımı
Çin’in, Afganistan’daki güç boşluğundan doğan endişesi özellikle Uygurlu Müslümanların yaşadığı Sincan Özerk Bölgesi’ndeki Doğu Türkistan konusundan kaynaklandığı belirtiliyor. Çin, Afganistan topraklarının güç boşluğundan dolayı yararlanacağına ihtimal verdiği Doğu Türkistan İslâmî Hareketi’nin (DTİH) üyelerini eğitmek için kullanmasından çekiniyor. Birde Çin, DTİH’in Afganistan topraklarının Sincan’a muhtemel saldırıları için üs olarak kullanması tereddüdünü taşıdığı bildiriliyor. Halbuki Doğu Türkistan’da, Çin’in Uygur Müslümanları’na yönelik anti-demokratik, hukuk dışı, insan hakları ve hürriyetleri kısıtlayıcı uygulamaları dünyanın gündeminde. Hatta Çin’in, Uygurlar’a karşı soykırıma varan nitelikteki muhtelif davranışları olduğu kaydedilmektedir. (Yeni Asya, 21-22-23-24-28 Ağustos ve 3-11 Eylül 2019 tarihli makaleler)
Pekin Yuan Wang Askerî Bilim ve Teknoloji Enstitüsü Araştırmacılarından Zhou Chenming de, “Afganistan’daki gelişmeler hakkında başlıca 3 hususun Çin açısından önemli” olduğunu vurguluyor. Bunlardan birincisi yukarıda bahsedilen DTİH kaygısı. İkincisi ABD’nin çekilmesinden kaynaklı Orta Asya’da tepki gösterebilecek aşırılık yanlısı veya terör unsurlarının Çin’in Sincan veya diğer bölgelerindeki sanayi/yatırım sahalarına saldırılar düzenlemesi ihtimalidir. Üçüncüsü de Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan Özbekistan vd. bölge ülkelerinde, küçük şirketlere sahip tahmini 1 milyon Çin vatandaşının güvenliğidir. Ayrıca Çin’in Kuşak-Yol Girişimi’ndeki çevre ülkelerde Çin menşeli şirketlerin yatırımlarının korunması önem arz ediyor.
Taliban’la ilişkilerde Çin ve Rusya’nın beraber hareket edebileceği aktarılıyor. Bununla birlikte 9 Ağustos’ta, Çin ve Rusya’nın Gobi Çölü’nde “Zapad/Etkileşim 2021 Ortak Askerî Tatbikat” gerçekleştirdikleri uluslar arası haberlerde yayınlandı. Ayrıca 5 gün süren tatbikatın “Orta Asya’daki aşırılıkçı ve terörist grupları caydırmak amacı”ndan bahsediliyor. Çin ve Rusya’nın ilk kez büyük çapta tatbikat yaptıkları belirtilirken, hal-i hazırda Şangay İşbirliği Örgütü üyesi olan iki ülkenin, Afganistan’daki yönetim değişikliği ve Taliban hususunda beraber hareket edebilecekleri ihtimaller arasında. Çin’in hassasiyetleri yukarıda sırlanmaktadır. Çin Sosyal Bilimler Akademisi Çin-Rusya Uzmanı Su Chang “Rusya’nın ise, Afganistan’dan kaynaklı uyuşturucu trafiğini ve terör saldırılarını engellemeyi, böylece arka bahçesinde güvenliği sağlamayı hedeflediği”ni ifade ediyor.
Çin Uluslararası ve Stratejik Araştırmalar Vakfı’ndan Eagle Yin’e göre “Çin ve Rusya’nın Afganistan’da Taliban’la çalışması şarttır. Her ne kadar Rusya, Taliban’ı terör örgütü görüyor olsa da, 2018’de bir Taliban heyetine ev sahipliği yaparak, örgütle açıkça ilişki kurmuş oldu.” Buna ek olarak Yin, “Pekin ve Moskova’nın koordinasyon ve işbirliği konusunda fikir birliğine vardıklarını, Çin’in ekonomik kalkınmaya daha fazla önem vereceği ve Rusya’nın da güvenliğe ağırlık vereceğini” aktarıyor.
Diğer taraftan Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hua Chunying 17 Ağustosta yaptığı basın toplantısında “Afgan Taliban”ına geniş yer verdi. Chunying “28 Temmuzda Dışişleri Bakanı Wang Yi, Tianjin’de Afgan Taliban Siyasî Komitesi Başkanı Molla Abdul Gani Birader başkanlığındaki konuk heyet ile bir araya gelindiği; Afgan Talibanı’nın ülke ve ulusun çıkarlarını ön planda tutacağı, barış görüşmelerinin bayrağını yüksek tutacağı, barış hedefini belirleyeceği, olumlu bir imaj inşa edeceği ve kapsayıcı bir politika izleyeceği umudunu dile getirdiğini” bildiriyor. Chunying açıklamasına “Afganistan’daki bütün hizipler ve etnik gruplar dayanışma oluşturmalı; Wang Yi’nin 16 Ağustos’ta Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’la da telefonda görüştüğünü” ekledi. Chunying birde “Çin, Afgan Taliban’ını ılımlı ve ihtiyatlı bir din politikası izlemeye, diğer taraflarla açık ve kapsayıcı bir siyasî yapı oluşturmak için çalışmaya, barış ve dostluk dış politikası izlemeye ve özellikle komşu ülkelerle uyum içinde yaşamaya ve yeniden yapılanmayı sağlamaya teşvik ediyor. Ve Afganistan’da kalkınma ile yeni Afgan rejiminin her türlü uluslar arası terörist güçten temiz bir şekilde ayrılmasını umuyoruz” diyerek Taliban’la çalışabileceklerinin mesajı verilirken, Çin’in bu şekilde Taliban’ı tanıdığı değerlendiriliyor.
Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın 16 Ağustos’taki basın bildirisinde “Afganistan’daki gelişmeler bir bütün olarak istikrar kazanıyor. Taliban, kamu düzenini uygulamaya başladı ve yerel sakinler ve yabancı diplomatik misyonlar için güvenlik garantilerini yeniden teyit etti. Kabil’deki Rus Büyükelçiliği normal şekilde çalışmaya devam ediyor” ifadeleriyle, aynı Çin gibi Taliban yönetiminin tanıdığına yorumlanıyor.
Afganistan’da iktidar değişikliğine, Çin ve Rusya’nın ekonomik ve güvenlik odaklı yaklaştığı görülmektedir. Yine Çin ve Rusya’nın birlikte hareket etmeleri bölgesel ve uluslar arası sistemde muhtemel yeni kutuplaşmaların meydana gelmesi şeklinde yorumlanıyor. Her iki aktörün, Taliban’la şu an için “de facto (irade belirtmeksizin)” tanımayla ilişki kuracağı anlaşılmaktadır.
Taliban, diğerleri ve İslâm
Taliban’ın beklenilenden daha kısa sürede ülkeyi ele geçirmesi, ABD ve diğer güçlerin Taliban’a herhangi bir müdahalede bulunmadan geri çekilme sürecinde oldukları bilinmektedir.
Taliban’ın Afganistan’daki mevcut durumunu diğer coğrafyalardaki benzer örgütleri, cihatçı ve silâhlı unsurları cesaretlendirdiği, hatta zafer kutlamaları yapıldığı uluslar arası basında yer alıyor. Bununla birlikte “@Tahtakuslar” isimli Twitter hesabından 18 Ağustos’ta yapılan bir paylaşım dikkat çekiyor. “@Tahtakuslar” hesabından “İdlib’teki El-Kaide liderlerinden Ebu Mariyah El-Kahtani’nin açıklamasındaki İdlib-Türkiye-Pakistan-Taliban arasında yeni bir İslâmî hat kuruluyor. Arapların başaramadığını, Arap olmayan Müslümanlar yerine getiriyor. Cihadın ve İslami siyasetin gereğini yapıyorlar” ifadeleri kafa karışıklığına yol açıyor. El-Kahtani’ye aid olduğu iddia edilen açıklama izahata muhtaçtır.
Soğuk Savaş döneminde Afganistan’da Sovyetler’e karşı Cihatçıları kullananlar, birde tarihsel Sünnî-Şiî fikir ayrılığından istifade ederek Sünnîleri ve Şiîler’i de birbirlerine karşı konumlandırmıştı. Uluslar arası sistemin saiklerince, El-Kahtani’nin sözlerine atıfla “Arap olmayan Sünnî Müslümanlar üzerinden yeni bir siyasetin” sinyali mi veriliyor? Sorusu akıllara geliyor.
Diğer taraftan İdlib’de, Taliban’ın Afganistan’ı ele geçirme başarısından dolayı “Heyet Tahrir El-Şam’ın (HTŞ) kontrolündeki bölgede şeker ve tatlı dağıtımında” bulunduğu bildiriliyor. HTŞ’nin, “Taliban’ın başarısını kendi zaferi gibi kutladığı ve uluslar arası toplumun Suriye halkının iradesini desteklemesini umduğunu” belirtiliyor. HAMAS lideri İsmail Haniye de, “Taliban’ı ABD’nin Afganistan’daki işgalini sona erdirdiği için tebriklerini iletti. Birde Haniye, İsrail işgalinden kurtulmak için Taliban gibi kararlılıkla İsrail’e üstün geleceklerini” kaydediyor. Buna ek olarak 16 Ağustosta Haniye ve Taliban lideri Abdul Gani Birader arasında telefon görüşmesi yapıldığı da aktarılıyor. Taliban’ı tebrik edenler arasında Somali’deki Eş-Şebab ve Filistin İslami Cihad da bulunuyor.
El-Kaide de, Taliban’ın Afganistan’ı ele geçirmesini “zafer” diye niteliyor. “El-Kaide’nin yayınlarında Pakistan, Keşmir, Yemen, Suriye, Gazze, Somali ve Mali’deki Müslümanlara Afganistan’ın hürleşmesi ve Şeriat’ın uygulanmaya başlanmasını kutladıklarını” neşrediyor.
Taliban’la ideolojik farklılığa sahip olmasına rağmen IŞİD/DAEŞ/DAİŞ’in de etkisini arttırabileceğine ihtimal veriliyor. IŞİD’in Irak ve Suriye’nin bir bölümüne hâkim olarak gerçekleştirdiği insanlık dışı uygulamaları hatırlandığında, muhtelif örgütlerin cesaretlenmesi endişelere sebep olmaktadır.
Dünyanın muhtelif yerlerindeki “şeari İslâmiyeyi tağyir eden ehl-i bid’a (Mektubat, s. 420)” mahiyetindeki cihatçı, radikal, aşırılık yanlısı vb. grupların kendi bünyelerinde üyelerini yeniden konsolide edeceği ve bu unsurların yeni bir yükseliş sürecine girecekleri ihtimali üzerinde duruluyor. Böylece İslamofobi’de de artış olması beklenmektedir.
Taliban vb. unsurların İslâm anlayışıyla dine hizmet edilemeyeceği realitesi herkesçe bilinmektedir. “Doğru İslâmiyeti ve İslamiyete lâyık doğruluğun ve istikametin (Münazarat, s. 86)” silâhlı cihat yoluyla gösterilemeyeceği defalarca ispatlandı. Bir takım ifsad komitelerince desteklendiği tahmin edilen muhtelif örgütler üzerinden günümüz dünyasında İslâm’ın silâh, cihad daha ileri boyutta terörle anıldığı görülmektedir. Halbuki hakiki İslâm’ın Taliban, El-Kaide, IŞİD/DAEŞ/DAİŞ, Boko Haram vb. silâhlı unsur ve terör örgütleri tarafından temsil edilmediği ve İslâm’ın hakikatlerinin bu terör örgütleriyle uzaktan yakından bağdaşmadığını “medenîlere ikna” yoluyla “İslâmiyeti, mahbup ve ulvî olduğunu, evâmirine imtisalen ef’al ve ahlâk ile (Hutbe-i Şamiye, S. 103)” izah edilmesi kaçınılmazdır.
.
Afganistan’dan çekilince
Afganistan’da 2001’de öldürülen komutanlardan Ahmet Şah Mesut’un oğlu Ahmet Mesut’un, Pençşir’de Taliban’a karşı direniş çağrısında bulundu. Ahmet Mesut’un, Pençşir’de toplanan Taliban karşıtlarına liderlik ettiği aktarılıyor. Bununla birlikte Nangarhar vilayetinde de toplumsal kesimlerin Taliban’a karşı ayaklandığı ve Afganistan bayrakları taşıdıkları belirtiliyor. Taliban’ın Kabil’e girmesinden sonra yapılan ilk değerlendirmelerde yerel unsurların Taliban karşıtı bir direniş göstermesinin, iç savaş ihtimalini arttıracağından bahsedilmişti. Pençşir ve Nangahar’daki hareketlilik bu durumu ispatlar niteliktedir.
Bununla birlikte Afganistan Cumhuriyeti Birinci Başkan Yardımcısı Amrullah Salih, 17 Ağustos Salı günü Twitter hesabından “Afgan Anayasası’na göre, Cumhurbaşkanı’nın yokluğunda, kaçışında, istifasında veya vefatında Birinci Başkan Yardımcısı’nın Geçici Cumhurbaşkanı olduğunu ve ülkenin meşrû Geçici Cumhurbaşkanı’nın” kendisi olduğu mesajını paylaşmıştı. Ayrıca Salih, “Pençşir’de bulunduğunu ve Taliban’ın Pençşir’i ele geçiremediği” bilgisini paylaşıyor. Birde Salih, mesajındaki iddiası ile devleti ve halkı temsil etmede Taliban’ın gayri meşrûluğuna dikkat çekiyor. Yine Salih ve Ahmet Mesut’ın ilerleyen günlerde temsiliyet veya direniş konularında anlaşmazlığa düşecekleri ihtimali de göz ardı edilmemelidir. Ülkenin geçmişinde bu tarz yaşanmışlıklar mevcut. Elbette Taliban’a karşı yerel direnişin taktiği, muhtevası, yönü vb. özelliklerinin nasıl gerçekleşeceği de merak konusudur.
Taliban’ın Kabil’e girmesine saatler kala ülkeyi terk eden Cumhurbaşkanı Eşref Gani Ahmedzay hakkında, Birleşik Arap Emirlikleri’inden (BAE) yapılan haberde “Gani’yi ve ailesini tamamen insanî kaygılar sebebiyle kabul ettikleri” açıklandı. Buna ek olarak müzakereler için bir süredir Katar’da bulunan Afganistan eski hükümet delegasyonu ise, “Afganistan’da kapsayıcı bir hükümet kurulana kadar Doha’dan geçici sığınma talebinde bulunması” da ülkeleri hakkında güvenlik endişeleri taşıdıklarına yorumlanıyor.
Batılı unsurlardan da Afganistan hususunda beyanatlar gelmeye başladı. İngiltere Savunma Bakanı Ben Wallace’dan “Taliban’ın yönetimi ele geçirmesinin ABD, İngiltere ve NATO için bir yenilgi olduğu” itirafı geldi. Wallace “Afganistan’ın uluslar arası terörizm için bir sığınak olmayacağına dair hiçbir garanti olmamasına rağmen, siyasî bir sürecin yokluğunda ve insanî bir kriz baş gösterirken, Afganistan’ı mağlûp ederek terk eden koalisyon güçlerinin maruz kaldığı aşağılanma var” diyerek yapılan yanlışları kabul ettiğini belirtiyor. Birde Wallace “eski ABD Başkanı Donald Trump yönetimi tarafından Katar’da müzakere edilen geri çekilmeye dair anlaşmaya yönelik, İngiltere’nin o sırada direnmeye çalıştığını ve mutabık kalınan metnin çürük bir anlaşma olduğunu” vurguluyor.
Ayrıca ABD ve diğer tarafların, Afganistan’dan çekilmesiyle ülkenin El-Kaide ve IŞİD (DEAŞ) gibi terör örgütlerine sığınak olabileceğinden endişe ediliyor. Fakat öncelikte Taliban’la nasıl başa çıkılacağı yer alıyor. İngiltere Başbakanı Boris Johnson ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un net bir sonuca varamadıkları telefon görüşmesi gerçekleştirdikleri kaydediliyor. Bununla ilgili olarak Taliban’ın davranışlarına, kadın ve kız çocuklarının haklarını ihlâl edip etmemesine ve diğer terör örgütleriyle ilişkilerinin yönünün belirleyici rol oynayacağı ihtimal dahilindedir.
Batı’nın, Afganistan politikasının bundan sonra nasıl şekilleneceği hakkında muhtelif fikirler üretilebilir. Ancak gerçek olan Avrupa güvenliği, yeni bir mülteci krizi beklentileri ile karşı karşıyadır. Buna benzer bir durum Türkiye’de de Afgan mülteci hareketliliği ile yaşanmaktadır.
ABD’nin çekilmesiyle Taliban, Salih, Ahmet Mesut, diğer siyasî, ideolojik, etnik, mezhebî ve silâhlı unsurlar arasında nasıl bir dengenin sağlanacağı ise belirsizliğini koruyor.
ABD liderliğindeki Koalisyon, 11 Eylül 2001 terör olayları sonrasında, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında, Afganistan’ı demokratikleştirme, medenileştirme, insan hakları vb. iddialarla işgal etmişlerdi. Bugün gelinen noktada Batı’nın, Afganistan’da ulus inşa süreci başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Böylece Neo-Con’ların işgal yoluyla “Ortadoğu’da demokrasinin yaygınlaştırılması hedefi” tutmamıştır. Avrupa’daki Neo-Liberal’lerde de mülteci akını tedirginliği başlamıştır.
Nasıl ki 11 Eylül terör olayları, uluslar arası sistemde bir kırılma noktası şeklinde değerlendiriliyorsa, ABD ve beraberindekilerin Afganistan’dan çekilmesi ve Neo-Con siyasetin başarısızlığı da yeni bir kırılma noktasını teşkil ettiği kuvvetle muhtemeldir
.
Afganistan’da korku, endişe, barış ve Geçiş Konseyi
Taliban’ın, Afgan ordusuyla çatışarak sür’atle eyaletlere girmesinde, Doha’da 29 Şubat 2020’de ABD ile imzaladığı “Afganistan’a Barış Getirme” Anlaşması’nın etkili olduğu belirtiliyor. Ancak siyasî gözlemcilerin, Afgan ordusunun bu kadar çabuk yenileceğini ve Taliban’ın hızlı ilerleyeceğini tahmin edemedikleri muhtemeldir.
Taliban’ın 15 Ağustos’ta Kabil’e ilk girdiğinde, genel af ilân ederek tutukluları serbest bırakmasının heterojen yapıdaki Afgan toplumuna “yeniden başlayalım” mesajıyla barışçıl ve olumlu sinyal vermesi dikkat çekmektedir. Böylece Taliban’ın en azından şu an için halkı karşısına almayacağını bildiriyor. Ancak Taliban’ın bu çıkışına rağmen, halkta korku, endişe ve ülkeden ayrılma düşünceleri mevcut olduğu anlaşılıyor. Hal-i hazırda Kabil Havaalanı’ndan yapılan yayınlar bunun bir göstergesi niteliğinde.
Taliban Sözcüsü Zabihullah Mücahid 17 Ağustos’ta gerçekleştirdiği basın toplantısında “ilân edilen genel aftan bahsederek isyancılara yönelik intikam peşinde olmayacaklarını; bütün taraflarla iletişim halinde olduklarını ve yakında hükümeti kuracaklarını; kadınlara İslâm’ın ilkelerine göre çalışmalarına izin verileceğini” ifade etti. Fakat Afgan halkında, Taliban’la ilgili geçmiş deneyimler zihinlerde halen canlı. Dolayısıyla halkın tamamının günlük işlerini sürdürmediği ve ülkeyi terk etmeyenlerin evlerinde bekledikleri aktarılıyor. Taliban tarafından devlet kurumları ve ekonominin normal işleyişinin devamı için çağrı yapılsa da, az sayıda Afganlı’nın cadde ve sokaklarda bulunduğu kaydediliyor. Taliban üyelerinin vatandaşlarla sokak röportajlarında “ülkeye barış geldiği” hakkındaki ifadelerden korku ikliminin devam ettiği anlaşılıyor.
Taliban’ın Kabil’i aldıktan sonra Afganistan’da “İslâm Emirliği” ilân edeceği iddialarından bahsediliyor. ABD ile barış müzakerelerini gerçekleştiren Taliban lideri Molla Abdülgani Birader’in (Molla Birader) Kabil’e muzaffer bir komutan olarak gelip İslâm Emirliği’nin başına geçeceği ileri sürülüyor.
Kabil’de şu anda şiddetten uzak duran Taliban’ın “barış” söylemini koruyup koruyamayacağından endişe ediliyor. Birincisi bu endişe ABD, İngiliz ve diğer askerî unsurların birkaç gün içerisinde Afganistan’ı terk eder etmez, ülkede iç savaşın patlak vermesi ihtimalinde kendisini gösteriyor. İkinci bir soru işareti ise, Cumhurbaşkanı Eşref Gani Ahmedzay, Yardımcısı Amrullah Salih ve diğer ileri gelenlerin, Taliban ile yapılacak görüşmelerde rol oynayacak mı? Ya da muhtemel bir direnişi koordine edecekleri hakkında. Üçüncüsü de muhtemel Geçiş Konseyi veya diğer adlandırmayla Geçiş Hükümeti tam olarak nasıl bir görev yapacak? Geçiş Konseyi’nde 1990’larda Afganistan Başbakanı olan ve istihbarat bağlantılarıyla tanınan eski isyancı lider Gulbuddin Hikmetyar’ın bulunduğu bildiriliyor. Bununla birlikte Geçiş Konseyi’nde Afganistan eski İcra Kurulu Başkanı, Tacik asıllı Afgan siyasetçi ve 2001’de öldürülen Kuzey İttifakı lideri ve komutanı Ahmet Şah Mesut’a yakınlığıyla bilinen Abdullah Abdullah yer alıyor. Yine Geçiş Konseyi’nde Afganistan eski Cumhurbaşkanı Hamit Karzai’nin de olduğu kaydediliyor.
Geçiş Konseyi’nin, Taliban’ın Kabil’i ele geçirdiği 15 Ağustos gecesi geç saatlerde yapılan gayriresmî görüşmelerle oluşturulduğu belirtiliyor. Geçiş Konseyi’nde ismi zikredilen 3 kişinin de halen Kabil’de bulundukları aktarılıyor. Kabil’in düştüğü günün gecesinde Geçiş Konseyi’nin meydana getirilmesi gibi önemli bir gelişmenin önceden planlanmış olma ihtimali üzerinde de duruluyor.
Geçiş Konseyi’ndeki Hikmetyar, Abdullah ve Karzai’nin masada neyi görüşecekleri ve hangi konularda neleri talep edecekleri henüz bilinmiyor. 15 Ağustos’ta kurulan Geçiş Konseyi’nin Taliban liderleriyle ilk toplantısını 16 Ağustosta yaptıklarına dair haberler mevcut. Ancak toplantının muhtevasıyla ilgili net bir bilgi mevcut değil. Ayrıca Geçiş Konseyi üyelerinin henüz kendi aralarında görev ve yetki paylaşımı yapmadıkları da vurgulanıyor.
Taliban’ın, Doha’da 29 Şubat 2020’de ABD ile imzaladığı “Afganistan’a Barış Getirme” Anlaşması ile resmî olarak tanındığı değerlendiriliyor. Tanınmanın Taliban’a avantaj sağladığı yorumlanıyor. Ancak Molla Birader’in Kabil’e geldikten sonra, Taliban’ın bu avantajı ne kadar sürdürebileceği şimdiden söylemek olduk güç.
Elbette uluslar arası aktörlerinde tutum ve davranışları ilerleyen süreci etkileyecektir.
.
Taliban, Kabil’de
ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın 15 Nisan 2021’de Afganistan ziyaretini gerçekleştirmişti. Blinken, Afganistan Devlet Başkanı Eşref Ghani Ahmedzay’ı ziyaretinde, Biden’ın, Afganistan’daki ABD birliklerini 11 Eylül 2001 tarihli terör olaylarının 20. yıl dönümü olan 11 Eylül 2021’e kadar geri çekeceklerinin mesajını iletti. Ayrıca Blinken “ABD-Afganistan ortaklığı değişiyor. Ancak ortaklık sürüyor” diyerek, Afganistan’daki yerel unsurlara göndermede bulunmuştu (Yeni Asya, 18.04.2021, ABD’nin, Afganistan’dan Çekilme Kararı).
Ancak Blinken’ın, Afganistan’la değişen, ama devam edeceğinin sinyalini verdiği ortaklığın içeriği hakkında bilgi vermemesi şüpheyle karşılanmıştı. Bir müddettir Afganistan hükümet güçleriyle savaşan ve hızlı adımlarla ilerleyen Taliban’ın, 15 Ağustos 2021 Pazar günü geç saatlerde başşehir Kabil’i aldığı haberleri yayınlandı. Taliban’ın Kabil’e girmeden, Cumhurbaşkanı Ahmedzay’ın ülkesinden ayrıldığı bildirildi. Ülkeyi terk etmeye çalışan birçok insanın Kabil havaalanındaki izdihamı ve çaresizliklerini hep birlikte haber kanallarından takip ettik. Afganistan’dan kara yoluyla kaçanların haberleri de TV’lerden veriliyor. Acaba Blinken’ın şüpheyle karşılandığı ortaklık muhtevasının olan bitene seyirci kalmak dahil miydi diye yeni soru işaretleri beliriyor.
Bununla birlikte sessizliğini bozan Biden “Afganistan ordusunun bile savaşmadığı, Afgan siyasî liderlerinin kaçtığı bir ortamda ABD askerini feda etmem” diyerek kararından geri adım atmayacağını vurguluyor.
Diğer taraftan Taliban’ın daha önce ülkenin kuzeyine doğru ilerlemesinden endişelenen Tacikistan ise, Rusya’dan yardım isteyerek Tacikistan-Rusya sınırına Rus askerlerinin konuşlanmasını sağlamıştı. Rusya’nın etki alanındaki Tacikistan’ın, Taliban tehdidine karşı yalnız olmadığına dikkat çekilmişti.
AB’nden yapılan açıklamada “Afganistan’da bozulan güvenlik durumunu göz önüne aldıkları; ülkeyi terk etmek isteyen yabancı uyruklu ve Afganlar’ın güvenli bir şekilde hareket etmeleri gerektiği; ülke genelinde güç ve otorite konumunda olanların, insan hayatının ve mülkünün korunması, güvenlik ve sivil düzenin derhal yeniden sağlanması için sorumluluk ve hesap verilebilirlik taşımalı; Afgan halkı emniyet ve haysiyet içinde yaşamayı hak ediyor, uluslar arası toplum olarak onlara yardım etmeye hazırız” ifadelerine yer verdi. Ancak AB’nin öncülüğünde yapılan bu açıklamada, Afganistan’a nasıl yardım edebilecekleri hususunda bir ipucu mevcut değildir.
NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in, Afganistan hakkında açıklamasını 17 Ağustos 2021 Salı günü Brüksel saatiyle 12:00’da yapacağı bildiriliyor. Bundan tam 20 yıl önce, 11 Eylül 2001 terör olaylarından sonra ABD öncülüğünde NATO’nun Afganistan’a müdahalesi “NATO’da alandışılık” tartışmalarını da beraberinde getirmişti. Müdahaleden dolayı siyasî ve hukukî tartışmaların odağında kalan NATO’nun, Afganistan’daki son gelişmeler karşısında hemen açıklama yapmaması manidar bulundu.
İslâm İşbirliği Teşkilâtı’ndan da (İTT) henüz Afganistan için herhangi bir beyanatta bulunulmuş değildir.
Almanya lideri Angelina Merkel, Afganistan’daki gelişmelerden kaynaklanabilecek ülkesine yönelik bir mülteci hareketliliğinden çekindiğinden olsa gerek “Birçok insan korkuyor. Şu an için komşu ülkelerde hayatlarını devam ettirmelerini sağlayacağız. 2015 yılındaki hatayı tekrarlamak istemiyoruz. Bu tür durumlar için komşu ülkelere yardım ve destek teklif edeceğiz” şeklinde değerlendiriyor.
Afganistan’daki son gelişmeler hakkında uluslar arası aktörlerin mesafeli yaklaşımları söz konusudur. Taliban ve ülke içindeki başka unsurların, aynı zamanda diğer uluslar arası figürlerin düşüncelerinin ne olduğunu öğrenmek için bekledikleri ihtimal dahilindedir.
Taliban’ın Kabil’i, Türkiye’nin Kabil havaalanının işletme ve güvenliğini sağlamayı gündemine aldığı sırada ele geçirmesi, Afganlı mülteci hareketliliğinin de ortaya çıkması konunun tekrar değerlendirilmesini zorunlu kılıyor.
..
Hindistan, İsrail ve BAE: Ortadoğu’da yeni ittifak mı? (1)
Bugünlerde Ortadoğu’da muhtemel yeni bir bölgesel ittifaktan söz ediliyor. Bu ittifak iddiası merkezi Washignton DC’de bulunan ve 1946’da kurulmuş Ortadoğu Enstitüsü’ndeki (Middle East Institute) Muhammed Süleyman’ın makalesine dayandırılıyor. Süleyman’ın 28 Temmuz 2021’deki makalesi “Yükselişte Hint-İbrahim İttifakı: Hindistan, İsrail ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Nasıl Yeni Bir Bölgelerarası Düzen Yaratıyor?” başlığıyla yayınlandı.
“Yükselişte” diye ifade edilen, jeostratejik ittifak pek az kimse tarafından fark edilmiş bir gelişmedir. İttifakta olduğu zikredilen Hindistan, İsrail ve BAE’nin uzun süredir devam eden ilişkileri vardır. Diğer taraftan ABD’nin sponsorluğunda 2020 ve 2021 yıllarında İsrail’in Bahreyn, Fas ve BAE ile “Normalleşme/İbrahim Anlaşması” imzaladığı biliniyor. Buna ek olarak İsrail’in Suudi Arabistan, Umman ve Sudan’la da normalleşme hakkında üstü kapalı görüşmelerde ve pratiklerde bulunduğu da aşikârdır. Hatta İsrail’in 1978’de Mısır’la imzaladığı Camp David Anlaşması ve 1994’te Ürdün’le yaptığı anlaşmalar da normalleşme kapsamında değerlendiriliyor. (Yeni Asya 15.08.2020, 19.09.2020, 18.10.2020, 28.11.2020, 15.12.2020 tarihli makaleler). Dolayısıyla İsrail, uzun vadeli stratejiyle, bölgedeki ülkelerle çeşitli sebeplerle anlaşmaya varmış ve güvenliğini sağlamada ilerleme kaydetmiş durumdadır.
Süleyman, makalesinde bir dönem “Türkiye’nin bölgedeki etkinliği, BAE ile Pakistan arasındaki mesafenin artmasıyla Ortadoğu’da Hindistan, İsrail ve BAE arasında bölge ötesi bir düzeni meydana getirdiğini” belirtiyor. Ayrıca Süleyman “ortaya çıkan bu çok taraflı ittifakın, ABD’nin (Irak ve Afganistan’dan çekilmesini kastederek) Ortadoğu’da bıraktığı boşluğu doldurabileceğine; bölgenin jeopolitiğini ve jeoekonomisini dönüştürme potansiyeline sahip olduğunu” ileri sürüyor.
İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle, başlayan İki Kutuplu dünya sisteminin Soğuk Savaş sürecinde “Hindistan, İsrail ve BAE’nin kendilerine özgü tarihi ve dini özelliklerinin karışıklıklarını yaşadıkları” biliniyor.
Özellikle “Hindistan ve İsrail’in iki temel ilke olan tarih ve din üzerinden güç merkezi haline geldikleri” aktarılıyor.
Britanya Hindistan’ının 1947 bölünerek kurulan Pakistan’ın, Pakistan Hareketi tarafından Hint Müslümanları için bir yurt olması hedeflenmiştir. Süleyman “Pakistan’ın Hindistan’dan ayrılmasıyla, Yeni Delhi yönetiminin Müslüman uluslara yönelik politikalarının” görüldüğünü bunun en önemli olanının da “İsrail ile yaşanılan ihtilâflarda Arapların yanında yer alarak ve Filistin’in kendi kaderini tayin hakkını desteklemesiydi.” Çünkü Filistin’in eski hakimi Mısır’ın ve Hindistan’ın, İngiliz işgaline karşı mücadele etmeleri Hint ve Arap uluslarını ortak paydada buluşturmaktaydı. Birde Soğuk Savaş’ın ABD ve SSCB dışındaki üçüncü kutbu olan “Bağlantısızlar Hareketi’nde de, Arap dünyasının karizmatik lideri Cemal Abdul Nasır ile Hindistan’ın Başbakanı Javaharlal Nehru güçlü ilişkilere sahiplerdi.”
Mısır’ın Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan beri var olan bölge ülkelerine liderlik düşüncesi, Kahire’de 22 Mart 1945’te Arap Birliği/Ligi’nin kurulmasıyla somutlaşmıştır. Arap Birliği kurumsal niteliğe sahip olup, Süleyman’a göre “Arap halkları arasında Nasır’ın öncülüğündeki sosyalist Arap milliyetçiliği (Pan-Arap) akımına karşılık, rakibi Suudi Arabistan’ın etkisiyle” İslâm ve Müslümanlığı öne çıkartarak 25 Eylül 1969’da İslam İşbirliği Teşkilâtı’nı (İTT), Fas’ın başşehri Rabat’ta kuruldu. Böylece “BAE ve Körfez ülkeleri nezdinde, Müslümanların da yaşadığı, Hindistan ve Pakistan arasındaki Jammu-Keşmir anlaşmazlığına dikkat çekilmiştir.”
Süleyman, BAE ve Pakistan konusunda “iki ülke ilişkileri son 30 yıllık sürede ciddî gelişme göstermiştir. BAE’de önemli oranda Pakistanlı işçiler çalışmakta ve şirketler faaliyette bulunmaktadır.
Dolayısıyla BAE, Pakistan diasporasına ev sahipliği yapmaktadır. BAE’ndeki işçiler, Pakistan’a yaptıkları para gönderme işlemleriyle ülkelerine büyük miktarda döviz girişi sağlamaktadırlar. BAE’nin güvenlik ve askerî eğitim desteği aldığı Pakistan, Müslüman dünyanın tek nükleer gücü özelliğini taşımaktadır” şeklinde ifade ediyor.
Yine Süleyman’a göre, ABD destekli İsrail hakkında “Filistin dâvâsı, Arap devletleriyle geçmişte yaşanan savaşlar, gelişmekte olan ülkelerdeki ABD karşıtlığı sebebiyle Hindistan, bazı Afrika, Asya ve Latin Amerika ülkelerine ya da Bağlantısızlar Hareketi üyesi ülkelere nüfuz etmede sınırlı bir yeteneğe sahiptir” diye kaydediyor. Dolayısıyla bölge ülkeleriyle “normalleşen” İsrail’in, bölge dışına açılma girişimi ihtimal dahilindedir.
Soğuk Savaş dönemi için Hindistan, İsrail ve BAE hakkında kısa açıklama yukarıda zikredilen şekildedir. Süleyman’ın konuyla ilgili Soğuk Savaş sonrası dönem değerlendirmesini gelecek makalede ele alacağım.
.
Hindistan, İsrail ve BAE: Ortadoğu’da yeni ittifak (2)
Bu ittifak iddiası Ortadoğu Enstitüsü’nden (Middle East Institute) Muhammed Süleyman’ın, 28 Temmuz 2021’deki “Yükselişte Hint-İbrahim İttifakı: Hindistan, İsrail ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Nasıl Yeni Bir Bölgelerarası Düzen Yaratıyor?” başlıklı makalesine dayandırılıyor. Söz konusu ittifak “Hint ve İbrahimî İttifakı” olarak da isimlendiriliyor.
SSCB’nin 1989’da dağılma sürecine girmesi, Berlin Duvarı’nın 1991’de yıkılması ile Soğuk Savaş sona ermiştir. Doğu Avrupa’nın Demir Perdesi açılmış ve dünya ABD’nin hâkimiyetinde “Tek Kutuplu” uluslar arası sistemle tanışmıştır.
Süleyman’a göre “İsrail 1992’de Hindistan’la diplomatik ve 1990’lardan itibaren de Körfez ülkeleriyle de gayriresmî ilişkilere başlamıştır. Geçen sürede taraflar arasındaki ilişkiler gelişme kaydetmiştir. Hindistan, BAE işgücü piyasasına Hintli işçilerle girmiş ve burada ekonomisi için ihtiyaç duyduğu petrole de erişmiştir. Bununla birlikte BAE ise, Hindistan’ın yükselen bir küresel güç olarak statüsünü tanımıştı. Birde Yeni Delhi yönetimi, Abu Dabi’nin stratejik özerklik emellerinin merkezinde yer aldı.”
Soğuk Savaş döneminden farklı bir şekilde, “İsrail’in bölge ülkeleriyle ilişkilerinde ilerlemek istemesi ve BAE bu durumu ABD için kilit bir güzergâh olarak gördü.” İsrail’in BAE ile başlayan ve Bahreyn, Fas, Mısır, Ürdün, Sudan, Suudi Arabistan gibi ülkelerle “İbrahim veya Normalleşme” adıyla anlaşmalar ya da görüşmeler yapması bunun göstergesidir. Eski ABD Başkanı Donald Trump’ın himayesinde gerçekleştirilen bu anlaşmaları, Körfezin gücü Suudi Arabistan’ın sessizce onayladığı görülmüştür. Diğer taraftan “Hindistan, İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’deki eylemlerini kınamasına rağmen, iki ülke karşılıklı güvenlik ve stratejik kaygıları paylaşmıştı.”
Süleyman tarafından ileri sürülen “Hindistan, İsrail ve BAE İttifakı” iddiasının, “Normalleşme Anlaşmaları’ndan daha fazla, kapsayıcı bir ittifak” olduğu belirtiliyor.
Başka bir ifadeyle “bugünkü Normalleşme Anlaşmaları 1979’da Mısır’la ve 1994’te Ürdün’le imzalanan soğuk barış anlaşmalarından oldukça farklı.”
Çünkü Normalleşme Anlaşmaları’nın imzalanmasından itibaren “İsrail ve BAE liderleri, ABD’nin BAE’ne F-35 savaş uçağı satışına İsrail desteği de dahil olmak üzere daha fazla savunma işbirliği sözü vermişlerdi. Ayrıca İsrail ile BAE arasındaki ticaret önemli ölçüde artmış ve kısa sürede 2 yüz binden fazla İsrailli BAE’ye” muhtelif amaçlı ziyaretler gerçekleştirmişlerdi. Önemli bir husus da “BAE’nin ticaret, teknoloji, altyapı ve enerji gibi işbirliği için öncelikli alanlara yatırıma odaklanan 3 milyar dolarlık İbrahim Fonu” dikkat çekiyor. Buna ek olarak “İsrail ve BAE’nin gelişen teknolojiler ve siber yetenekler geliştirmede her zamankinden daha yakın ortak olacağı yeni bir dijital bölgesel düzen kurmak için beraber çalıştıkları” da makalede yer alıyor.
Gazze’nin giderek kötüleşen durumu, Doğu Kudüs’teki Filistinliler’in zorla yerlerinden edilmeleri ve Benjamin Netanyahu’nun iktidardan uzaklaştırılıp yerine Naftali Bennet ile Yair Lapid öncülüğündeki koalisyonun hükümeti devralması gibi gelişmeler yaşanmıştır (Yeni Asya, 1-5-8 Haziran 2021 tarihli makaleler).
Ancak Süleyman “Normalleşme Anlaşmalarının bütün bu gelişmelerden bağımsız, stratejik ve egemen bir tercih olduğunu açıkça ortaya koyduğu”nu vurguluyor.
Bir bakıma Normalleşme Anlaşmalarının “Filistin-İsrail ilişkilerinden ve İsrail’deki hükümet değişiklikleri”nden daha üst bir anlayışla uzun vadeli değerlendirildiği anlaşılıyor.
İsrail’de son koalisyon hükümetinin kurulmasından kısa bir süre sonra, Dışişleri Bakanı Lapid, BAE’ne iki günlük ziyaret gerçekleştirmişti. “Lapid, Abu Dabi’de İsrail Büyükelçiliği ve Dubai’de de bir Konsolosluk açarak” iki ülke ilişkilerini yeni bir merhaleye taşıdı. Süleyman, son kaydedilen İsrail-BAE ilişkilerinin “1940’lardan beri Filistin meselesi üzerinden kurulan Arap-İsrail ilişkilerindeki merkeziliğin ötesine geçtiğini” savunuyor.
Birde Süleyman, İsrail-BAE yakınlaşmasına sebep olarak “Ankara ve Tahran’ın, İsrail-BAE ve diğer Körfez ülkelerini kuşatmaları” şeklinde yorumlamasıdır. Ancak Körfez ülkeleri ile İran arasında mezhepsel farklılık başta olmak üzere, ABD taraftarlığı ve karşıtlığı üzerinden yıllardır devam eden düşmanlığa ve savaşa varan siyaset mevcut. Hatta İran-Irak savaşı, Yemen’de İran destekli unsurlar bunlara örnek gösterilebilir. BAE’nin, Türkiye’ye olumsuz tutumunun sebebi, Türkiye’nin ortak tarih, din, kültür, sosyoloji enstrümanlarıyla eski Osmanlı coğrafyasında yürüttüğü dış politikasından rahatsız olmasıdır.
Dolayısıyla Süleyman’ın, İran hakkında iddia ettiği düşmanlık, çatışma ve savaşla neticelenen bir kuşatma politikasını, Türkiye için de ifade etmesi yanlış bir değerlendirmedir.
.
Hindistan, İsrail ve BAE: Ortadoğu’da yeni ittifak (3)
Arz ettiğim bölümler, ilgili ülkelerin Soğuk Savaş öncesi ve sonrası ilişkilerini kapsamaktaydı. Bugün ise, yine makalede zikredilen diğer bölge ülkelerinden ve ağırlıkta Pakistan’dan bahsedeceğim.
Süleyman “Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’da, İsrail ile Birleşik Arap Emirleri (BAE) arasındaki uyum; Körfez ülkeleri ile Narend- ra Modi’nin Hindistan’ı arasındaki artan ilişkiler; ve Pakistan ile Türkiye arasındaki iyi ilişkiler vb. dinamiklerin bölgedeki değişikliklere paralel bir şekilde gerçekleştiğini” ileri sürüyor.
Süleyman “Türkiye’nin, BAE ile İsrail cenahıyla jeostratejik rekabetinin Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Doğu Akdeniz’le sınırlı olmadığını” iddia ediyor. Süleyman bu iddiasını “Ankara’nın, Suudi Arabistan’ın yerine Müslüman dünyasının liderliğine oynadığı” tezine dayandırarak açıklıyor. Hatırlanacağı üzere Malezya’nın başşehri Kuala Lumpur’da 18-21 Aralık 2019’da, Türkiye, Katar ve İran başta olmak üzere 52 Müslüman ülkenin liderlerinin, din adamlarının ve düşünürlerinin katıldığı bir toplantı düzenlenmişti. “Ulusal Egemenliğin Sağlanmasında Kalkınmanın Rolü” başlıklı toplantıda Müslüman dünyasının karşı karşıya olduğu zorluklar tartışılmıştı. Hatta Kuala Lumpur toplantısının “Müslüman dünyasının meselelerinin, Suudi/Körfez liderliğini ve Cidde merkezli İslâm İşbirliği Teşkilâtı (İTT) çatısı altında tartışmaya yönelik onlarca yıllık geleneği baltalamaya yönelik Türkiye liderliğindeki bir çaba” olarak görüldüğü aktarılıyor.
Süleyman, ayrıca “Riyad ve Abu Dabi’nin, Pakistan Başbakanı İmran Han’ı toplantıya katılmamaya ve rakip gördükleri Türkiye ile İran’ın liderleriyle fotoğraf çektirmekten kaçınmaya zorladıkları”nın altını çiziyor.
Baskılar üzerine “Pakistan’ın sonunda toplantıdan çekildiği, ancak İslamabad ile Körfez ülkeleri arasında Keşmir ve Filistin hakkında büyüyen bir sürtüşmenin mevcudiyeti” de vurgulanıyor.
Pakistan Adalet Hareketi Başkan Yardımcısı ve Ulusal Meclis Üyesi Şah Mahmut Kureyşi de “Başbakan Han’ın, BAE’nin İsrail ile normalleşmesini açıkça eleştirmese de Pakistan’ın İsrail’i tanımayacağını” belirtiyor. Bununla birlikte Kureyşi “Pakistan’ın, İsrail’i Filistin hakları pahasına tanırsa, Keşmir’den vazgeçmek zorunda kalacaklarına” dikkat çekiyor. Birde Pakistan ve BAE ilişkilerinin “Abu Dabi’nin Pakistanlı gurbetçi işçilere kısıtlamalar getirmesi sebebiyle de dibe vurduğu” bildiriliyor. Süleyman “İslamabad’ın Ankara ile ilişkilerini daha geniş çapta düzenlemesi nedeniyle, Riyad ve Abu Dabi’den uzaklaştığı” şeklinde değerlendiriyor.
Diğer taraftan Türkiye ile Pakistan arasındaki jeostratejik ittifakın en önemli işaretinin, “ABD’nin Afganistan’dan çekilmesiyle birlikte Ankara’nın, Kabil Uluslararası Havaalanı’nın işletilmesi ve güvenliğinin sağlanmasında Türkiye’nin potansiyel rolü konusunda yaptığı müzakereler” olarak gösteriliyor. Süleyman “Ankara’nın Kabil’deki misyonunun muhtemel başarısının, Pakistan’ın desteğine ve işbirliğine bağlı olduğunu ve Pakistan’ın işbirliğinin Taliban’ın, Ankara’nın planına muhalefetini de hafifletebileceğini” kaydediyor.
Buna ek olarak “İslamabad ile Ankara arasında Afganistan hususundaki stratejik işbirliğinin muhtemelen BAE’nin güvensizliğini daha da arttıracağına” işaret ediliyor. İslamabad ve Abu Dabi arasındaki siyasî çatlağın, geçmiş dostluklarla telafi edilemeyecek kadar büyüdüğü tahminler arasında. Yani tarafların birbirlerinin çıkarlarını zedelemeden, işbirliği ve dostluklarını sürdürebilmeleri için yeni enstürmanlara ihtiyaç olduğu aşikârdır.
.
Hindistan, İsrail ve BAE: Ortadoğu’da yeni ittifak (4)
Süleyman “Hindistan-Türkiye arasında 1949’da ilişkilerin kurulmasından bu yana soğuk ve güvensiz” olduğunu ileri sürüyor. Çünkü “Soğuk Savaş döneminde Yeni Delhi’nin Doğu Bloku ve Ankara’nın da Batı Bloku içinde yer alarak” farklı kutuplarda konumlandıklarına dikkat çekiliyor. Hatta Süleyman “Soğuk Savaş sürecinde Hindistan, Bağlantısızlar Hareketi’nin liderliğine yapmış ve SSCB’ye yaslandığını” hatırlatıyor. Bununla birlikte Soğuk Savaş sonrasında, iki ülke arasındaki ilişkileri geliştirmek için “ticaret ve yatırımda önemli bir artış gerçekleşmiş, aynı zamanda iki ülke liderlerinin karşılıklı üst düzey ziyaretleri” de sürece katkıda bulunmuştur.
Süleyman’a göre “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dini retorikli siyaseti ile Başbakan Narendra Damodardas Modi’nin Hindu milliyetçiliği karşı karşıya kalmış ve Hindistan’ın rakiplerini cesaretlendirmiştir.” Süleyman bu iddiasına delil olarak “Türkiye’de Erdoğan’ın iktidara gelmesinden bu yana Keşmir meselesinde Pakistan’a desteğini yoğunlaştırdığını” gösteriyor. Birde Süleyman “Erdoğan, 28 Eylül 2019’da BM 74. Genel Kurul konuşmasında, Hindistan’ı Cammu-Keşmir’in özerkliğini iptal ettiği için eleştirdiğini” de belirtiyor. Buna karşılık “Modi, daha önceden Türkiye’ye planlanmış bir gezisini iptal etmişti. Modi’nin gezisini iptal etmesinde, BM Genel Kurulu’nda Ermenistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan liderleriyle yaptığı görüşmelerin etkili olduğu 20 Ekim 2019 tarihli gazetelerde kaydediliyor. Diğer taraftan Pakistan, Keşmir meselesinin de ötesinde Türkiye ile ilişkilerini geliştirdiği” makalede yer alıyor. “Pakistan’ın, Türkiye’nin Libya’daki girişimleri ve Ermenistan’la savaşan Azerbaycan’a insansız hava araçları desteğinden sonra Türkiye’yi bir güvenlik ortağı ve silah tedarikçisi olarak gördüğü” aktarılıyor. Buna ek olarak “Türkiye’nin de üyesi olduğu Nükleer Tedarikçiler Grubu’na (Nuclear Suppliers Group) katılması için Pakistan’ı desteklemesi” de Hindistan’ın dikkatinden kaçmayan bir husustur.
Pakistan’ın nükleer güce sahip olması ve Türkiye ile gelişen ilişkileri, Süleyman’ın açısından “Yeni Delhi için tehdit oluşturuyor. Dolayısıyla Yeni Delhi, oluşan bu tehdide karşı, Batı bloğundaki Yunanistan ve Ortadoğu’daki Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile işbirliği yaparak, Türkiye’ye cevap verebilmek için Doğu Akdeniz ve Körfez’e yönelmiştir.” Süleyman, Hindistan hakkında “Doğu Akdeniz’de Yunanistan’ı, Türkiye’nin savaş gemisi diplomasisine karşı tutumunu desteklediği” belirtiliyor. Yine 20 Ekim 2019 tarihli Türkiye basını incelendiğinde “Hindistan makamları Sedef Tersanesi, Sefine Tersanesi ve Anadolu Tersanesi ortaklığında kurulan TAIS firmasının (haber tarihinden) 4 ay önce kazandığı 5 savaş gemisi ihalesinin iptal edebileceklerini” ileri sürmüşlerdi. Bununla birlikte “geçtiğimiz Temmuz ayı başlarında Doğu Akdeniz’de Yunanistan ve Hindistan’ın ortak deniz tatbikatı düzenlemesi” de Türkiye’ye yönelik bir mesaj niteliği taşıdığına yorumlanıyor.
Süleyman sonuç olarak “Ankara ve İslamabad’ın stratejik ortaklıkları ne kadar ilerlerse, Türkiye ve Hindistan’ın ekonomik ilişkilerden daha ziyade jeopolitik rakip haline geldikleri” şeklinde değerlendiriyor.
Yeni Delhi ve Atina’nın askeri koordinasyon ve işbirliğini yoğunlaştırdıkları farklı haber kanallarında da yer alıyor. Dolayısıyla Yeni Delhi’nin benzer bir ilişkiyi Ortadoğu’da İsrail ve BAE ile karşılıklı ilişkiler üzerinden yürütüp, muhtemel yeni bir ittifak içinde Hindistan’ın adının geçtiğini ilerleyen dönemde de görmemiz ihtimal dahilindedir.
.
Tunus’ta, darbe mi yapılıyor?
Tunus’ta Korona salgınının kötü yönetilmesi, artan vak’a sayıları ve aşı stoğunun yetersizliği vb. sebeplerden dolayı Sağlık Bakanı Faouzi Mehdi’nin 20 Temmuz 2021 Salı günü görevden alınmasına yol açtı. Bununla birlikte Başbakan Hişam Maşişi tarafından görevden el çektirilen Mehdi’nin, Cumhurbaşkanı Kais Saied’le de daha önce gerginlik yaşadığı iddia ediliyor. Mehdi’nin yerine geçici olarak Sosyal İşler Bakanı Muhammed Trabelsi’nin vekâlet edeceği aktarılıyor.
Kovid-19’un Delta ve Alpha gibi yeni varyantlarının Tunus’u büyük oranda etkilediği belirtiliyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) son açıklamasına göre “Tunus’un, Arap dünyası ve Afrika kıt’asında Korona’dan en yüksek ölüm oranına sahip olduğu” bildiriliyor. DSÖ Temsilcisi Yves Souteyrand “Tunus’ta salgından günde 100’den fazla ölümün gerçekleştiğini ve bu sayının 12 milyon nüfuslu ülkede oldukça fazla olduğuna” dikkat çekiyor.
Çünkü 19 Temmuz Pazartesi günü Tunus’ta salgından ölenlerin sayısı 194’le rekor bir seviyeye ulaşmıştı.
Salgın dönemindeki en yüksek ölüm oranının ardından 20 Temmuz’da Mehdi’nin görevden alınması haberleri geldi. Cumhurbaşkanı Saed’in 21 Temmuz Çarşamba günü “Kovid-19 salgınıyla mücadele görevini ordunun devralması talimatını” verdiği açıklandı. Ordunun ilk iş olarak, salgının yüksek seyrettiği bazı bölgelerde Kurban Bayramı’nda bile sokağa çıkma yasağı tedbiri aldığı ve ülkenin kuzeybatısına oksijen sevkiyatı yaptığı ifade ediliyor.
Tunus’ta, salgının daha da derinleştirdiği sağlık, siyasî ve ekonomik krizler özellikle gençler tarafından 25 Temmuz’da protesto edildi.
Binlerce vatandaşın birçok şehirde “Dışarı Çıkın” sloganıyla, ülkenin bağımsızlığının 64. yıl dönümünde protestolara başlaması önem arz ediyor. Protestolara “25 Temmuz Hareketi” adında yeni bir grup öncülük ediyor. Aşırı sıcak ve sokağa çıkma yasağına rağmen, göstericiler taleplerini Parlamento’nun feshedilmesi ve erken seçim şeklinde sıraladı. Protestocuların, 10 yıl önce Ben Ali’nin diktatörlük rejimini devirdikleri olayların başlangıcı olan başşehrin ana caddesi olan Avenue Bourguiba’ya yönelmeleri de simgesel anlam taşıyor. Diğer taraftan Polis, Avenue Bourguiba girişinde ve Parlamento’nun çevresinde güvenlik tedbirlerini almış durumda. Polis ve protestocular arasında zaman zaman sertlikler yaşandığı bildiriliyor.
Protestocuların, önemli siyasî unsurlardan Parlamento Başkanı Raşid El-Gannuşi’nin liderliğindeki İslâmcı En-Nahda Partisi’nin temsilciliklerini bastığı ve maddî zarara yol açtıkları aktarılıyor.
En-Nahda Partisi’nden yapılan açıklamada, “Tunus’un içinden ve dışından suç çetelerinin, ülkenin demokratik sürecine zarar vermeyi amaçlayan bir gündemin hizmetinde kaos ve yıkım tohumu ekmeye çalıştıkları” beyanatıyla baskınlar kınandı.
Bununla birlikte Tunus’ta salgın, 25 Temmuz Hareketi adında yeni bir muhalif akımı meydana getirdi.
Hareketin, En-Nahda Partisi temsilciliklerini de hedef alması, yeni muhaliflerin İslâmcı karakterde olmadığının ipucunu veriyor. Tunus’ta son yaşanan gelişmeler, Arap Baharı dönemini olaylarını da hatırlatıyor.
Bütün bu gelişmeler olurken, 26 Temmuz Pazartesi saat 03:20’de Tunus’tan “darbe” haberleri gelmeye başladı. Cumhurbaşkanı Saed’in açıklaması acil koduyla yayınlandı.
Saed, açıklamasında “ülkenin bütünlüğünü, ülke güvenliğini ve bağımsızlığını korumak ve devletin normal işleyişini sağlamak amacıyla: Başbakan Maşişi’nin görevden alındığını; Parlamento’nun iş ve yetkilerinin 30 gün süreyle dondurulduğunu; Milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırıldığını; Cumhurbaşkanı, yeni bir Başbakan atayana kadar yürütme yetkisini kendisinin üstleneceğini” ilân etti.
Açıklamada ayrıca “ilerleyen saatlerde, şartların gerektirdiği bu istisnai tedbirleri düzenleyen bir emir çıkarılacak ve sebepleri ortadan kalktığında kaldırılacaktır. Bu vesileyle Cumhurbaşkanlığı, Tunus halkını dikkatli olmaya ve kaos savunucularının gerisinde kalmamaya çağırıyor” ifadesine yer verildi. Saed açıkladığı kararları “ülkenin içinden geçtiği olağanüstü şartlar” sebebiyle “Anayasa’nın 80. Maddesi uyarınca” aldığını söyledi.
El-Gannuşi ise, Saed’i “devrimi ve Anayasayı devirmekle” suçluyor.
Bir de El-Gannuşi “kurumların halen ayakta olduğunu ve Tunus halkının destekçilerinin devrimi savunacağını düşünüyoruz.
Tunus’ta darbe yapılıyor. Saed’in aldığı kararları tanımıyoruz” diyerek taraftarlarına mesaj veriyor.
Tunus’ta siyasî ve toplumsal unsurlar Saed destekçileri ve karşıtları şeklinde ikiye bölünmüş durumdalar.
Saed’in böyle bir harekette bulunacak Anayasal dayanağının olmadığı ileri sürülüyor. Yine Saed’in, ordunun desteğini aldığı ihtimal dahilindedir. Bununla birlikte sokaklarda artan kalabalıklar arasında şiddetin baş göstermesinden çekiniliyor. Mısır’da 3 Temmuz 2013’te Müslüman Kardeşler iktidarına karşı yapılan darbenin bir benzerinin Tunus’ta uygulanmaya çalışıldığı iddiaları mevcut.
Tunus’ta darbe ve En-Nahda Partisi
Ertesi gün 21 Temmuz’da Cumhurbaşkanı Kays Saed’in “Covid-19 salgınıyla mücadele görevini ordunun devralması talimatını” verdiği açıklaması geldi. Sonra ülkenin 64. Bağımsızlık yıl dönümü olan 25 Temmuz’da, Parlamento’nun feshedilmesi ve erken seçim taleplerinin seslendirildiği protestolar gerçekleşti. Protestolar “Dışarı Çıkın” sloganıyla yeni bir unsur olan “25 Temmuz Hareketi”nin öncülüğünde yapıldı. Daha sonra göstericilerin, önemli siyasî unsurlardan Parlamento Başkanı Raşid El-Gannuşi’nin liderliğindeki İslâmcı En-Nahda Partisi’nin temsilciliklerini bastığı ve maddî zarara yol açtıkları haberleri yayınlandı.
Tunus’ta art arda zikredilen gelişmeler yaşanırken, 26 Temmuz Pazartesi saat 03:20’de Cumhurbaşkanı Saed’in liderliğindeki “darbe” haberleri gelmeye başladı. “Başbakan Hişam Maşişi’nin görevden alındığı, Parlamento’nun 30 gün süreyle kapatıldığı, milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırıldığı” Saed tarafından açıklandı. Saed’e ordunun da destek verdiği bildiriliyor. (Yeni Asya, 27.07.2021, Tunus’ta Darbe mi Yapılıyor?)
Saed’in liderliğinde darbenin yaşandığı Tunus, 10 yıl önceki Arap Baharı’nın kısmen başarıya ulaştığı tek ülkeydi. Tunus, yapılan darbe ile bu özelliğini yitirmiş oluyor. Her ne kadar El-Gannuşi, darbeye karşı çıkmış ve “devrimin kazandırdıklarından geriye dönüş yok” dese de konunun bir başka boyutu daha var. O da Mısır’da 3 Temmuz 2013’te Müslüman Kardeşler iktidarına karşı yapılan darbenin bir benzerinin Tunus’ta uygulanmaya çalışıldığı iddialarıydı. Nitekim En-Nahda Partisi’nin, Tunus’ta Müslüman Kardeşler’in bir kolu oldukları belirtiliyor. Bununla birlikte El-Gannuşi, darbeye karşı duruşu dikkat çekerken, Saed’i yetkilerini aşmakla eleştiriyor.
Darbe tarihi 26 Temmuz’dan iki gün sonra, Savcılığın, 28 Temmuz’da En-Nahda Partisi, Tunus’un Kalbi Partisi, Aysh Tunus Partisi’ne, ülke dışından finansman ve isimsiz bağışlar yapıldığı iddiasıyla soruşturma başlattığı aktarılıyor. Malî Savcılık Sözcüsü Mohsen Daly, 28 Temmuz’da Mosaique FM ve Shems FM radyolarından “Temmuz ayı ortalarından itibaren ayrıca bir soruşmanın da başlatıldığını” bildirmiştir. Ayrıca Savcılığın “Ulusal Yolsuzlukla Mücadele Kurumuna ve Tunus’un Hakikat ve Onur Komisyonu” hakkında da yolsuzluk soruşturmasına başladıkları duyuruldu.
El-Gannuşi ise 27 Temmuz’daki beyanatında “Tunus’un bir türlü çözülmeyen artan ekonomik, sağlık, Korona’nın yüksek etkisinden dolayı halkın öfkesi ve diğer sorunların üzerinin örtülmesi için En-Nahda Partisi’nin hedef yapılmaya çalışıldığını” kaydediyor. Yine El-Gannuşi, demokratik bir sisteme dönülmesini talep etmek için “Ulusal Cephe” kurma gayretlerinin de üzerlerindeki baskıyı arttırdığı vurguluyor. Diğer taraftan El-Gannuşi “Parti içi kaygıları bir kenara bırakıp, kendilerini gözden geçirmeleri gerektiği” hususunda öz eleştiride de bulunuyor.
Halk hareketiyle 10 yıl önce Ben Ali’nin diktatörlüğü sona ermiş ve diğer ülkelere nazaran Tunus’ta Arap Baharı’nın kısmen başarılı olduğu söylenmektedir. Ancak geçen sürede demokrasi, hukuk, insan hakları, hürriyetler ve ekonomik refah alanlarında gereken başarı sağlanamadı. Şimdi Tunus’ta çözül(e)meyen muhtelif sorunlar üzerinden En-Nahda’nın üzerine gidildiği kuvvetle muhtemeldir.
Darbe sonrası Tunus’ta gençlerin talepleri
Ülkede pek çok kişi, özellikle de genç nüfus, Saed’in demokrasiyi nasıl restore etmeyi planladığı hakkında herhangi bir fikre sahip değiller. Arap Baharı sürecinde 30 yıllık diktatör Ben Ali rejimini devirip, seçimler ve kendine has şartlar içerisinde demokrasiye geçmeye çalışan Tunus’ta, Arap Baharı sonrası kazanımların kaybedilmesinden korkulduğu bildiriliyor. Darbe sonrasında Saed’in demokrasi, hukuk, insan hakları ve hürriyetlerle ilgili sorulara cevap vermediğinden şikâyet ediliyor. Dolayısıyla gençlerin Tunus’ta demokrasinin tehlikede olduğuna dair düşüncelere sahip oldukları aktarılıyor.
Arap Baharı sonrasında gençlerin çoğunluğunu oluşturduğu grupların, ilk durakları İtalya olmak üzere Avrupa ülkelerine göç hareketleri gerçekleşmişti. 26 Temmuz darbesinin ertesinde de gençlerin yasa dışı yollardan göç etmeye çalıştıkları bildiriliyor.
Hatta konu ile ilgili Saed sosyal medyada bir video yayınlayarak meseleye dikkat çekiyor. Saed videosunda “Yüzlerce gencin, insan kaçakçılarının tekneleriyle Avrupa’ya gitmeye çalıştıkları, siyasî amaçları olan bazılarının 10 yıl önce (Arap Baharı) devrimden sonra başlaya kitlesel yasadışı göçü tekrarlama girişiminde olduklarını ve seyahate çıkmaları için umutsuz gençlere para bile ödendiğini” iddia etti.
Saed, ülkesinde çalışmakta olan “1500 gencin, göç etmek üzere işlerinden ayrılmayı istediklerini ve gençlere işlerinden ayrılmaları için de para ödendiğini” belirtiyor. Elbette Tunus’tan Avrupa’ya göçmen sayısı arttıkça, Tunus’un İtalya ve diğer Avrupalı ülkelerle ilişkilerinin bozulmasından endişe ediliyor.
Saed, ülkesindeki siyasî, ekonomik, toplumsal ve sağlıktan kaynaklı huzursuzluğu gidermek için 1 Ağustos 2021 Pazar günü “Bir buçuk milyon doz Covid-19 aşısı”nın müjdesini verirken, gençleri de herhangi bir “siyasî sömürüye” karşı da uyardı. Ülkesinde umudunu yitiren gençlerin göçünün önüne geçmeye çalışan Saed yönetimi, Tunus Sahil Güvenliği’nin çalışmalarını hızlandırdı. Ancak Saed, göç etmeleri için gençlere hangi odaklarca para ödendiğini açıklamıyor. İtalyan haber ajansı ANSA ise, çoğu Tunus’tan gelen düzinelerce göçmenin geçtiğimiz hafta sonu İtalya’nın Sardunya Adası’na ulaştığını kaydediyor.
Diğer taraftan darbe sonrasında Raşid El-Gannuşi liderliğindeki En-Nahda Partisi’nin gençlik yapılanması En-Nahda Gençlik Hareketi’nden de “parti yönetimine eleştiriler yöneltildi.” Aralarında Milletvekilllerinin de bulunduğu 130 gencin, 31 Temmuz 2021 Cumartesi günü “Yol Düzeltme” başlıklı bir açıklama yayınladılar.
Açıklamada “Tunus, Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından memnuniyetle karşılanan istisnai tedbirler almasına ve siyasî ve yasal seçkinlerin bir kısmının çekincesine yol açan tarihi bir dönüm noktasından geçiyor. Partimiz, Tunus siyasetinde vazgeçilmez bir unsurdur. Arzumuz, sadece selefleri kadar kötü politika ve seçenekler üretebilen daha önce onaylanmış mekanizmalardan uzağa, etkili çözümlere doğru ülkemiz için bir çıkış yolu olarak gördüğümüz hedefe doğru gitmektir” denildi.
Ayrıca Hareket, “Tunus devriminin kazanımlarına bağlı kaldığını ve seçilmiş Anayasal kurumlara geri dönerek ve en kısa sürede krizi aşmak için tek seçenek olarak diyaloğu benimsediğini” beyan ediyor. Bununla birlikte Hareket “En-Nahda Hareketi’nin mevcut liderliğini Tunus halkının taleplerinin karşılanamamasının sorumluluğunu üstlenmeye” çağırıyor. Bu aynı zamanda “partinin siyasî, ekonomik ve sosyal tercihleri ile ittifakları ve siyasî krizleri yönetme şekli vatandaşın ihtiyaçlarını karşılamada etkili olmadığı için liderliğin tıkanıklık durumunu anlaması gerektiği” anlamına geliyor. Bununla birlikte Hareket “Ulusal Danışma Konseyi’ni sorumluluğunu üstlenmeye ve partinin yürütme ofisini derhal feshetme” çağrısında bulundu. Birde Hareket, Parlamento Başkanı El-Gannuşi’yi “ulusal çıkarlara öncelik vermeye ve Parlamento’nun normal işleyişine dönmesini sağlamak için gerekli tedbirleri almaya” dâvet etti. Hareket “siyasî girişimlerde hukuka önem atfederken, Anayasal kurumların etkileşim içinde çalışması gerekliliğini” vurguluyor.
Darbe sonrasında Tunus’ta, gençlerin göçünden şikâyetçi Cumhurbaşkanı; Parti için değişim ve dönüşüm talepleri ile eleştirilere hedef olan El-Gannuşi figürleri söz konusu. Her iki durumunda da gençlerin umutları ve gelecek hakkında talepleri mevcut. El-Gannuşi, Partisi için yaptığı önceki açıklamalarında “öz eleştirileri dikkate alacaklarının” sinyalini vermişti. Ancak Saed’in henüz sunmadığı siyasî ve sosyo-ekonomik reçetesi, darbenin yönünü belirleyecektir. Saed’in böyle bir reçeteye sahip olup olmadığı da belli değil. Fakat gençlerin istekleri belli. İstikrar ve refah.
.
Afganistan-1 (Nereden Nereye)
SSCB, Afganistan’daki Marksist hükümetin dâveti üzerine bu ülkeye müdahale ettiğini iddia etmişse de daha farklı sebeplerin olduğu da muhakkaktır. Bununla birlikte 9 yıllık savaşta, Afganistan’daki SSCB karşıtı İslâmî direnişçilere ve diğer adıyla Mücahitlere en büyük destek ABD’den gelmişti. Afganistan’daki grupların, ABD silâhlarıyla SSCB’ye karşı bir asimetrik savaş yürüttükleri bilinmektedir.
Soğuk Savaş’ın 1991’de sona ermesiyle birlikte, SSCB de Afganistan’dan çekilmiştir. Ülkede merkezi otoritenin yok denecek kadar zayıf olması sebebiyle, eskiden SSCB’ye karşı savaşan Mücahitlerin artık birbirleri arasındaki silâhlı çatışmaları ve iktidar mücadeleleri görülmüştür. Buna ek olarak farklı etnik, mezhepsel ve ideolojik unsurları bünyesinde barındıran Afganistan’da toplumsal, dinî, siyasî ve ekonomik konularda istikrarsızlıklar yaşanmaktadır.
İşte bu ortamda Taliban, El-Kaide, Hareket’ül Mücahidin, Hareket’ül Cihad-ı İslâmî, İslâmî Cihad Birliği, Özbekistan İslâmî Hareketi, IŞİD/DAİŞ/DAEŞ, İslâm Devrim Muhafızları (Kudüs Gücü), Ceyş-i Muhammed, Ceyş El Adl (Cundallah), Leşker ve Cengvi, Leşker Tayyiba vd. silâhlı grup veya terörist olarak tanımlanan unsurlar kendilerine rahat hareket ettikleri alan bulmuşlardır. Bu grupların İslâmî anlayışları da birbirlerinden farklılık arz edebilmektedir.
Afganistan farklı etnik yapısıyla da dikkat çekmektedir. Ülke topraklarında Afgan, Peştun, Tacik, Hazara, Özbek, Beluci, Türkmen, Nuristani, Pamiri, Arap, Gujar, Brahui, Aimak, Pashai ve Kırgızlar yaşamaktadır.
Soğuk Savaş sonrasında tek kutuplu uluslar arası sistemde etnik, dinî/mezhebî ve siyasî grupların kendi kimliklerini öne çıkartmaları ve sahip oldukları kimlikler üzerinden tanımlanmaları bu dönemin en önemli özelliklerindendir. Elbette bahsedilen unsur ve grupların kimliklerini belirginleştirmeleri, Afganistan’a etnik ve mezhebî temelli siyaset şeklinde yansımaktadır. Buna silâhlı grupların da etkisini eklemek gerekmektedir. Başlıca adı zikredilen grupların, ülkeleri için ortak paydada buluşamamaları Afganistan’ı istikrarsızlaştıran en önemli hususlardandır.
Soğuk Savaş sonrası uluslar arası sistemde kırılma noktalarından biri de kuşkusuz 11 Eylül 2001’deki terör olaylarıdır. Teröristlerin sivil uçaklarla ABD’deki Dünya Ticaret Merkezi ve ordu komuta merkezi Pentagon’a çarpma/düşürme biçiminde saldırılar yapmaları hatırlardadır. Uçakları kaçırıp, saldırıları gerçekleştirenlerin Usame bin Ladin’in liderliğini yaptığı El-Kaide terör örgütünün üyeleri olduğunun bildirilmesi, gözlerin El-Kaide’nin merkezi olan Afganistan’a çevrilmesini sağlamıştır.
Saldırıların ardından dönemin ABD Başkanı George W. Bush, NATO ve müttefikleriyle Afganistan’ı 2001’de işgal etmiştir. Hatta Bush 29 Ocak 2002’de, teröristlerle savaş ve Afganistan işgali ile arkasına aldığı toplumsal desteği yükseltmek ve devam ettirmek için “Şer Ekseni” diye tanımladığı ülkeleri hedef göstermiştir. Şer Ekseni ülkeleri İran, Irak ve Kuzey Kore olarak belirtilmektedir.
Bush yönetimi “teröristlere verdiği destek ve kitle imha silâhlarına sahip olduğu” iddiasıyla, Afganistan’ın ardından Irak’ı 2003’te işgal etmiştir. Evanjelik öğretilere sahip olduğu ileri sürülen Bush yönetimi bir adım daha atarak, Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinin hürriyetlerine kavuşturulması ve kalkındırılmasını ihtiva eden Büyük Ortadoğu Projesi’ni (BOP) gündeme getirmiştir. BOP’un, 8-10 Temmuz 2004’te Sea Island Georgia’da düzenlenen G8 Zirvesi’nde genel hatlarının belirlendiği hakkında bildiri yayınlanmıştır. Böylece Afganistan ve Irak, BOP’un laboratuvar ülkeleri şeklinde nitelenmişlerdir.
Afganistan’ın işgalinin üzerinden hemen hemen 20 yıl geçti. ABD Başkanı Joe Biden, 2021 Temmuz ayı başında “ABD 20 yıldır Afganistan’da savaşıyor. Savaşa 2 trilyon dolardan fazla para harcandı. ABD binlerce askerini kaybetti ve on binlerce asker veya sivil Afgan’ın ölümüne şahit oldu” dedi. Şimdi ise, ABD neredeyse hiçbir sebep göstermeden Afganistan macerasına son veriyor. -Devam Edecek-
.
Afganistan-2 (İşgalden Stratejik Ortaklığa ve Doha Anlaşması)
Aslında ABD’nin, Afganistan’ı işgal sebebi olarak 11 Eylül 2001’deki terör saldırıları gösteriliyor. Bazı ABD’li diplomat ve siyasetçilerce, ABD’nin Afganistan’daki varlığı “bir daha asla Afgan ülkesinin ABD anavatanına yönelik saldırının kaynağı olmamasını sağlamaktı.” Bu amacın sembolik anlaşılması için de 11 Eylül terör olaylarından 6 ay sonra 11 Mart 2002’de, terör saldırısında yıkılan Dünya Ticaret Merkezi’nin enkazından bir parçanın, Kabil’deki ABD Büyükelçiliği’ndeki bayrak direğinin altına gömüldü. Askerî amaç için Afganistan’, ABD 5. Özel Kuvvetler Grubu Komutanı Korgeneral John F. Mulholland Jr. gönderilmişti.
ABD’nin bir diğer amacı da “ekonomik ve sosyal kalkınma, uzun vadeli istikrarı sağlayabilmek üzere El-Kaide ve Taliban gibi örgütlerin hayat sahası bulamayacağı iklimi tesis etmekti.” Bununla birlikte ABD’nin bu ikinci amacı “Afganistan’da bir ulus inşası için değil, ABD ulusal güvenliğiyle ilgili” durumdur.
Eski Başkan Donald Trump döneminde başlayan Afganistan’dan çekilme tartışmaları, yeni Başkan Joe Biden döneminde de devam etmiştir. Ancak Afganistan’da “ekonomik ve sosyal kalkınma” amacı, gerçekte bir amaç değildi. İşin aslına bakıldığında bu amacın, “amaca giden yolda bir araç” olduğuydu. Dolayısıyla ABD’nin Afganistan’da uğradığı saldırılar, gerçekleştirdiği operasyonlarda beklenilen başarıyı elde edememesi ve “amaç ve araç” sürecindeki hataların işgalin başlangıcındaki heyecandan geriye pek bir şey bırakmadığı söylenebilir.
Diğer taraftan ABD, Afganistan’ın yoksulluk içindeki insanları için hiçbir çaba sarf etmeden, Afganistan’daki askerî varlığını sürdürmeye çalışmasının şiddetli bir mahalli isyanının çıkması da tahminler arasındadır. Dönemin ABD Başkanı Barack Obama ve Afganistan Devlet Başkanı Hamit Karzai’nin 1 Mayıs 2012’de imzaladıkları “ABD-Afganistan Stratejik Ortaklık Anlaşması” ilişkilerde dönüm noktasıydı. Aynı tarihlerde Chicago’daki NATO Zirvesinde, “Afgan güvenlik güçlerine uzun vadeli yardım konusunda da bir anlaşmaya varılmıştı.” Yine bu gelişmeler de ABD için birer araçtan ibaretti.
Hatta Trump, Ağustos 2017’de Güney Asya politikası hakkında ABD’nin Afganistan’daki varlığını takvimlere göre değil, gelişen şartların belirleyeceğini ifade etmişti. Taliban’ın 2018’de sergilediği sert ve anlaşmaz davranışını az da olsa terk ettiği görülmüştür. ABD ile Taliban arasında görüşmeler ilk kez Şubat 2019’da Katar’ın başşehri Doha’da yapıldı. Yaklaşık 6 ay süren görüşmeler sonucunda ABD ve Taliban’ın anlaşmaya yakınlaştıkları bildirilmişti. Taraflar arasındaki ikinci görüşme Doha’da 6 Ocak – 26 Ocak 2020 tarihleri arasında yapıldı. Görüşmeler 22 Şubatta tekrar başlamış ve 29 Şubat 2020’de ABD ile Taliban arasında “Afganistan’a Barış Getirme” adıyla Anlaşma imzalanmıştır. ABD yönetimi, Afganistan’daki gelişmelerin gidişatına göre ülkedeki ABD askerlerinin tamamen geri çekilmeyebileceği mesajını vermişti.
Afganistan’a Barış Getirme Anlaşması ise “şiddetin düşürülmesi, yabancı güçlerin ülkeden geri çekilmesi, Afganistan içindeki gruplarla müzakereler, belirlenen oranlarda tutuklu Taliban mensuplarının serbest bırakılması ve terörizmle mücadele güvencesi” vb. kararları kapsamaktadır.
Ancak Anlaşma ile bazı sorun alanları mevcut. Bunlar Afganistan Devlet Başkanı Eşref Gani Ahmedzay’ın Taliban dışındaki gruplarla iletişiminin zayıf olması; Afgan hükümeti ve toplumu, asker, siyasetçi, kanaat ve mahalli liderlerin, arasında tam bir mutabakatın sağlanmadığı; Taliban’ın şiddeti düşürme taahhüdünün Afgan hükümetine değil de ABD’ye verilmiş olduğu ve bu konuda Taliban-Afgan hükümeti arasındaki bir anlaşmazlığın iç savaşa varan bir şiddete dönüşebilme ihtimali; Afganistan’daki siyasî, ideolojik, dinî, silâhlı ve toplumsal unsurların birbirlerine güven duymamaları; erken dönemde serbest bırakılan mahkûmların, yabancı kuvvetlerin ülkeden çekilmesiyle muhtemel bir iç karışıklığın başlayacağı vd. şeklinde sıralanıyor. Bugün Afganistan’da yaşanan iç çatışmalar ve Taliban’ın ülkenin neredeyse tamamını işgal etmesi, Anlaşma hakkında zikredilen sorun alanlarının geçerliliğinden kaynaklanıyor.
Trump döneminde Trans-Pasifik Ortaklığı, Paris Anlaşması ve İran Nükleer Anlaşması gibi üç önemli anlaşma iptal edilmişti. Buna ek olarak Taliban’la belirtilen Anlaşmayı yaptı. Trump’tan son bazı çevrelerce eleştirilmesine rağmen Biden da Taliban Anlaşması’nın takipçisi oldu. Şimdi Biden da bu Anlaşma’nın sahibi niteliğinde. -Devam Edecek-
.
Afganistan-3 (Türkiye, diğer aktörler)
ABD Başkanı Joe Biden’ın ilk kez Mayıs başında ve sonra 10 Temmuz 2021’de Afganistan’dan çekileceklerini açıklamasının, bu Anlaşma’ya dayandığı bildiriliyor.
ABD askerlerinin ülkesine döndüğü/döneceği konuşulurken, otorite boşluğundan yararlanan Taliban’ın ülkede şiddeti arttırdığı ve birçok yerleşim yerini işgal ettiği biliniyor. Afganistan’da toplumsal unsurlar arasında barışı sağlamak, Taliban şiddetine son vermek ve ABD ile imzalanan Anlaşma’nın süreci hakkında ülkenin ileri gelenleri arasında Doha’da 18 Temmuz 2021’de yeni bir toplantı daha başladı.
NATO’nun Dışişleri ve Savunma Bakanları Toplantısı 14 Nisan 2021’de Brüksel’de yapılmıştı. Toplantıda NATO müttefiklerinin askerlerini Afganistan’dan çekme kararı aldıkları beyan edilmişti. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun “Afganistan’a desteğin bir grup ülke tarafından sürdürülmesi veya ikili düzeyde muhtemel bir desteğin verilmesi önerilmişti. ABD’nin geri çekileceği belirginleşince, Ankara’nın 130 milyon dolarlık bir katkı ile Kabil’de kalmayı kabul ettiği iddiaları gündeme geldi. Bu gündemin muhtevası Türkiye’nin, Kabil’de bulunan Hamid Karzai Uluslararası Havaalanı’nın koruma ve işletme işi hakkındaydı.
Ancak Taliban, Türkiye’nin Kabil’de kalmasına karşı çıkıyor. Diğer ABD güçleri gibi Türkiye’nin de Afganistan’ı terk etmesini açıkça dile getiriyor. Her ne kadar Türkiye, Kabil’de muharip olarak konuşlanmayacaksa da Taliban tarafından istenmediği belli.
Taliban Sözcüsü Süheyl Şahin 11 Haziran 2021’de “ABD ile imzaladığımız Doha Anlaşması uyarınca Türkiye’nin de Afganistan’dan ayrılması gerekiyor” dedi. Diğer bir Taliban Sözcüsü Zabihullah Mücahid de 30 Haziran 2021’de “Türkiye Müslüman ve kardeş ülkedir. Ancak ABD ile birlikte NATO müttefikidir. Dolayısıyla bizim için ABD’den farkı yoktur” diyerek her iki sözcü de Türkiye’nin Afganistan’daki olası bir varlığını istemiyorlar. Yine Taliban Liderlik Konseyi’nde 13 Temmuz 2021’de de yapılan açıklamalarda benzer ifadeler mevcuttur.
Peki, Türkiye’nin Afganistan’da kalma girişiminde hangi amaçlar var? Levent Kemal’e göre “Ankara açısından ABD ile ilişkileri düzeltmek, bölgesel etkinliğini yaymak, iç politikadaki dalgalanmaları dış politika hamleleri ile regüle etmek gibi güncel ve acil amaçları var. Uzak vadede ise Ankara, Afganistan’da inşa edilmeye çalışılan barış sürecinin sonunda aktif askeri varlığını, Libya’da olduğu gibi, ekonomik değere de tahvil edebileceği bir ortamı umuyor. Zira Afganistan işlenmemiş mineralleri, bölgesel CASA-1000 gibi enerji nakil hatları projeleri, Çin’in Kuşak Yol Projesi açılarından önem taşıyor. Ayrıca Afganistan’ın; komşuları ve uzak coğrafyalar için, barındırdığı ideoloji ve örgütler habitatı nedeniyle, istikrara kavuşturulamayacaksa bile çatışmanın sınırlı tutulduğu bir ülke olarak kalması güvenlik açısından büyük önem taşıyor (Karar, 16.07.2021).” Elbette tüm bunlar Türkiye için mayınlı tarlada yürümek gibi oldukça zor bir iş.
Diğer taraftan Afganistan hakkında sadece Türkiye’nin değil Çin, Pakistan, İran, Rusya gibi bölge ülkelerinin de argümanlarının olduğu kuvvetle muhtemeldir. Dolayısıyla adı zikredilen ülkelerin de Afganistan hakkında siyasî, ekonomik, toplumsal, askerî, güvenlik, terör, dinî/mezhebî, enerji, geçiş güzergâhları vb. konularda girişimlerinin olacağı ihtimal dahilindedir.
Taliban’ın, Afganistan’ın büyük bölümünün kontrolünü eline geçirdiği haberleri kaydediliyor. Ülkenin kuzeyine ilerleyen Taliban’dan, kuzey komşu Tacikistan ise rahatsızlık duyuyor. Tacikistan Cumhurbaşkanı İmamali Rahman, Afganistan’ın kuzey sınırına yaklaşan Taliban hakkında kaygılarını gündeme taşımıştı. Konuyla ilgili olarak “Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, Tacikistan Cumhurbaşkanı Rahman’la yaptığı görüşmede Tacikistan-Afganistan sınırına askeri destek vereceklerini açıkladığı” bildiriliyor. Dolayısıyla “ABD’nin çekilmesiyle doğacak boşluğun Rusya tarafından doldurulacağı” ihtimali akıllara geliyor.
Afganistan’da Taliban’ın dönüşü ile etnik ve mezhepsel çatışmaların derinleşmesi tehlikesi ortaya çıkıyor. Böylece Taliban dışındaki silâhlı unsurların da varlığını hissettireceğinden endişe ediliyor. Şimdiden Rusya’nın nasıl bir pozisyon alacağına dair kuvvetli ihtimaller beliriyor. Yakın zamanda diğer bölgesel aktörlerin de Afganistan meselesine dahil olacakları beklentisi mevcut. Dolayısıyla Türkiye’nin, Afganistan’da kalma girişiminin kazançlarını ve risklerini tekrar düşünmekte fayda vardır.
.
Umman’da işsizlik protestoları
Kabus’un yerine, kuzeni ve eski Kültür Bakanı 1954 doğumlu yeni Sultan Hişam bin Tarık El-Said 11 Ocak’ta yemin ederek göreve başlaşmıştı. El-Said, ülkesinde siyasî ve ekonomik reformlar yapmayı planlamıştı. Reform kapsamında ülke yönetiminin temelinde hukukun üstünlüğü ve yargının bağımsızlığına vurgulanıyordu (Yeni Asya, Umman’ın Reform Girişimleri, 26 Ocak 2021).
Ancak bütün dünyayı etkisi altına alan Covid-19 salgınının başlangıcı ile El-Said’in tahta çıkışı aynı döneme denk gelmişti. El-Said, ülkesi için yolsuzlukla mücadele, iyi yönetişim, hesap verebilirlik, şeffaflık, devlet idarî işleyişini yeniden yapılandırmak, modernize etmek, hükümet - özel sektör - sivil toplum arasındaki dengeyi tekrar kurmak, en önemlisi ekonominin canlandırılması hususunda bir fırsat olarak görülmüştü.
Umman, bir süredir ekonomik sorunlar yaşıyor. Koronavirüsü salgını da, ekonomik sorunları daha da derinleştirmiş durumda. Ekonomik problemlerin başlıca kaynağı işsizlik. Ummanlılar, 23 Mayıs 2021’den bu yana, ülkenin farklı yerlerinde işsizlik ve istihdam konusunda protestolar düzenliyorlar. Protestolar ilk başta Sohor, Rustag, Nizwa ve Sur şehirlerinde başladı ve diğer bölgelere yayıldı.
Polisin ilk yapılan gösterilere sert müdahalelerde bulunduğu, ancak sonraki protestolarda göstericilere su dağıtımı yaptığı aktarılıyor. Bu anlamda müdahalede yumuşama sinyali veriliyor.
El-Said göreve geldikten hemen sonra, Şubat 2020’de “Tawazon (Denge)” başlığıyla Orta Vadeli Malî Plan’ı uygulamaya koydu. Fakat Mart 2020’de Korona’nın olumsuz etkileri hissedilmeye başlanmış ve “Tawazon’dan (Denge)” beklenilen sonuç elde edilememişti. Bundan dolayı Umman’da farklı ekonomik tedbirler alınmaya başlandı. Bunlar üst düzey devlet görevlilerinin ayrıcalıklarının askıya alınması, kadrolu çalışanların neredeyse yüzde 70’inin emekliye ayrılması, birkaç bakanlığın birleştirilmesi veya feshedilmesi, hükümetle iş yapan çevrelerin sözleşmelerinin revize edilmesi, devlet projelerinin iptali, devlet harcamalarında kemer sıkma politikası vb. şeklinde sıralanıyor.
Aslında Umman hükümeti, aldığı bu tedbirlerle pandeminin etkilerini hafifletmeyi amaçlamıştı. Ne yazık ki rekabet halindeki öncelikler ve ihtiyaçları dengelemenin başarılamamasıyla, ekonomik gidişatın daha da kötüleştiği belirtiliyor.
Umman yönetiminin Mart 2021’de yeni bir “Ekonomik Teşvik Planı” açıklamıştı. Planla birlikte ekonomik çeşitlendirmenin hedeflendiği sektörlerde büyük yatırımcılara vergi muafiyeti, bankacılık işlemlerinde kolaylıkları ve tercihli tedbirler verilmesini kapsıyor. Diğer taraftan protestolar üzerine El-Said’in, genç istihdamına yönelik bir toplantıya başkanlık ettiği bildiriliyor. Toplantıdan çıkan istihdam, meslekî eğitim ve iş fırsatları vaatleri de yeterli olmadı. Bütün tedbirlere rağmen Umman’da işsizlik büyük bir sorun ve çözülemiyor.
İşsizlik temelli protestolar, Umman Sultanlığı’nın kamu ve özel sektörde iş imkânını arttırmak için Sultanlık Kararnamesi yayınlamasına sebep oldu. Sultanlık Kararnamesi ile de hükümetin güvendiği özel sektörden beklediği sonucu bulamadığı kaydediliyor. Şu anda hükümetin, özel sektörle olan ilişkisinin daha fazla istihdam meydana getirmeye elverişli olmadığı vurgulanıyor. Dolayısıyla hükümet özel sektör, yatırımcı ve girişimcilerle daha fazla işbirliğine gitmesi gerektiğinin baskısı altındadır.
Birde işsizlik ve ekonomik sorunların dile getirildiği protestoların başka bir sebebi de hükümetin, özel sektör temsilcileri ile 2016’da kararlaştırdığı “Tanfeedh’in (Ekonomik Çeşitlendirme Planı)” halen uygulanmaya başlanamamasıdır. Dolayısıyla, hükümetin aldığı önlemlere, özel sektör temsilcileri de mesafeli durmaktadır.
Protestolardan, Umman Sultanlığı’nın geçtiğimiz günlerde açıkladığı “Umman 2040 Vizyonu”nun da vatandaşlara pek umut vaat etmediği anlaşılıyor.
Protestolar ile korona salgını ve petrol fiyatlarındaki düşüşün Umman ekonomisinin zayıf yönlerini ortaya çıkardığı görülmektedir. Böylece El-Said’in, vatandaşların karar alma mekanizmalarına daha fazla katılımlarını sağlamak için sivil toplum kuruluşlarıyla ve ekonomik sorunları aşmada da özel sektörle ülkenin gerçekleri üzerinden ortak politika üretmesi kaçınılmazdır.
.
BAE de mi, OPEC’ten ayrılacak?
OPEC dışı petrol üreticisi Rusya ile yapılan “2016 OPEC +” Anlaşması’ndan ve Suudi Arabistan’ın OPEC üzerindeki ağırlığından dolayı problemler oldukça belirgindi. Bu anlaşma ile petrol üretiminin küresel fiyatları normalize etmeye ayarlanma amaçlanmıştı. Hatta bu gibi sorunlar Katar’ın 1 Ocak 2019’da OPEC’ten ayrılmasına neden olmuştu. (Yeni Asya, 25.12.2018, Katar’ın OPEC’ten Ayrılması: Katar’sız OPEC – OPEC’siz Katar).
BAE de 1 Temmuz’daki OPEC toplantısında, “2016 OPEC +” Anlaşması’nı “haksız” şeklinde niteleyerek eleştirdi. BAE, Anlaşmayı yalnızca üretimin gözden geçirilmesi halinde uzatmayı teklif etti. Koronavirüs salgını sürecinin enerji piyasasını olumsuz etkilediği ve BAE’nin üretimin temel çizgisini arttırma talebi, OPEC toplantısında tartışmaları alevlendirdiği bildiriliyor.
BAE Devlet Haber Ajansı (WAM)’na göre “Enerji ve Altyapı Bakanlığı’nın, mevcut Anlaşma’nın “adil olmayan referans üretim taban çizgisini Anlaşma bitiş tarihi Nisan 2022’den Aralık 2022’ye kadar uzatacağı” aktarılıyor. Birde “Anlaşma’nın uzatılması kabul edildiğinde bütün taraflara âdil olmalarını sağlamak için temel üretim referanslarının gözden geçirilmesi talep ediliyor.”
Suudi Arabistan’ın OPEC ülkeleri arasında toplam üretimin yüzde 33’ünü gerçekleştirmesi, genellikle OPEC’in karar alma süreçlerinde Suudi Arabistan’ın üstünlük kazanmasına yol açıyor. Suudiler’in OPEC’teki üstünlüğünün etkisi, OPEC dışı petrol üreticisi Rusya ile “2016 OPEC +” Anlaşması’nda iyice netleşti. Bu anlaşma ile petrol üretiminin küresel fiyatları normalize etmeye ayarlandı.
Katar’ın, OPEC’ten ayrılmasının sebeplerinden biri bu gelişmeydi. Şimdi benzer bir durum BAE için de geçerli. Bununla birlikte Deutche Bank’ın Analistleri’ne göre “BAE’nin daha önce yapılan Suudi Arabistan-Rusya Anlaşması’na son dakikada itiraz etmesiyle, OPEC içinde tartışmalar başlamıştı.” Elbette Rusya’nın dünyanın en büyük ikinci petrol üreticisi olduğu göz önünde alındığında, konunun önemi daha da artıyor.
BAE, 2018’den beri üretim kapasitesini arttırmış ve üretimini günde 3.8 milyon varile çıkarmakta ısrar ediyor. BAE’nin ısrarlı talebine yeşil ışık yakacak üyeler çıkması halinde, OPEC’in diğer üyelerinin protestosuyla karşılaşması kuvvetle muhtemeldir.
Bloomberg Haber Ajansı’nın 1 Temmuz’daki OPEC toplantısında, “Ağustos 2021’den itibaren üretimin günde 400 bin varil arttırılması ve 2021’in sonuna kadar günde fazladan 2 milyon varile ulaşacak bir anlaşmanın” kabul edildiği belirtiliyor. Böylece OPEC’in, Korona salgınının başlangıcında talepteki düşüşe tepki olarak büyük ölçüde azalttığı üretimi kademeli şekilde arttırmayı hedeflediği kaydediliyor.
Petrol fiyatlarındaki yükselişin Ekim 2018’den beri görülmeyen seviyelere çıktığı ve yüksek fiyatların büyük ham petrol tüketicisi Hindistan’ın da rahatsızlığını bildirdiği vurgulanıyor.
BAE’nin üretimi arttırma ve OPEC hakkındaki tutumu, kendisini, müttefiki ve dünyanın en büyük petrol ihracatçısı Suudi Arabistan ile de karşı karşıya getirmesi muhtemeldir.
BAE’nin kapasitesini büyütmek için yaptığı yatırımdan yararlanması daha fazla petrol üretmesine bağlıdır. Hatta BAE’nin 2020 sonunda OPEC+’dan ayrılma düşüncesini de dile getirdiği bildiriliyor.
Bir dahaki OPEC toplantısının 5 Temmuz Pazartesi günü Viyana’da yapılması kararlaştırılmış. Katar’ın 1 Ocak 2019’da ayrıldığı OPEC’ten, 5 Temmuz’daki toplantıda BAE’nin de ayrılma kararı alabileceği ihtimaller arasındadır.
.
Yeni Levant mı?
Üç ülke arasında yapılan anlaşmalarla Doğu Akdeniz’de petrol ve doğal gaz arama çalışmalarına girişildi. Devam eden Doğu Akdeniz’de petrol ve doğal gaz arama sürecine İtalya, Ürdün, İsrail ve Filistin de dahil edilmiştir.
Yukarıda adı zikredilen ülkeler, Doğu Akdeniz Gaz Forumu’nu (Eastern Mediterranean Gas Forum) meydana getirdiler. Forum’a üye devletlerin Enerji Bakanları 9 Mart 2021 tarihinde internet üzerinden Kahire merkezli ilk toplantılarını yaptılar.
Mısır, Doğu Akdeniz Gaz Forumu’yla eş zamanlı olarak Dostluk Forumu’na katılmaktadır. Dostlu Forumu’nun toplantısı Atina’da 11 Şubat 2021’de “Akdeniz’den Körfez’e Dostluk, Barış ve Refah İnşa Etmek” başlığıyla düzenlenmişti. Forum’a Arap ülkelerinden Mısır, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn üye iken; Avrupa’dan da Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi bulunmaktadır. Forum’un amacının terörizm ve aşırılıkla mücadele etmek, güvenlik ve istikrar çabalarını desteklemek, Covid-19 salgını ile mücadele ve devletlerin içişlerine müdahale etmemek şeklinde sıralanıyor (Yeni Asya, 20.03.2021, Mısır’ın Bölgedeki Girişimleri).
Mısır’ın Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan beri bölge ülkelerine liderlik etme düşünce ve pratiği biliniyor. Bunun en önemli göstergesi Mısır öncülüğünde 22 Mart 1945’te Arap (Ligi) Birliği’nin kurulmasıdır. Sonra 1954-1970 tarihleri arasında Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdül Nasır’ın, Arap dünyasının karizmatik lideri olduğu biliniyor.
Arap Birliği’nin 23-24 Mayıs 2015’te Kahire’deki toplantısında, Mısır’ın önerisiyle Arap Ortak Askerî/Silâhlı Gücü kurulması hususunda taslak kararı alınmıştı. Ancak bu hususta pek bir ilerleme kaydedilmediği anlaşılıyor. Mısır’ın Arap Ortak Askerî/Silâhlı Gücü önerisine karşılık, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Salman 15 Aralık 2015’teki basın toplantısında Teröre Karşı İslâmî Koalisyon fikrini paylaştı. Teröre Karşı İslâmî Koalisyon, bölge ülkelerini tehdit eden Sünnî IŞİD/DAİŞ/DAEŞ ve Şiî İran’a karşı alınan bir karar olduğu iddia ediliyor.
Günümüzde IŞİD/DAİŞ/DAEŞ tehdidinin ilk başladığı döneme göre zayıfladığı, Irak’ta merkezi hükümetin, ülkenin IŞİD tarafından işgal edilen topraklarında otoritesini yeniden tesis ettiği bilinmektedir. Terör tehdidi tamamen sona ermese de, Mısır’ın bölge ülkeleri arasında tekrar diyalog ve işbirliği çalışmalarına başladığı görülmektedir.
Mısır’ın Irak ve Ürdün’le ilişkilerinin ilerletilmesi “üç ülkenin ortak çabalarının bölgede Yeni Doğu veya Yeni Levant” şeklinde tanımlandığını bildiriyor. Üç ülke arasında 8 Şubat 2021’de yapılan görüşmelerde “enerji, ekonomi, yatırım alanlarında işbirliğini arttırma konusunda anlaşmaya varıldığı” ifade ediliyor. Yine Sisi’nin, Irak Dışişleri Bakanı Fuad Hüseyin ile 10 Şubat 2021’deki görüşmesinde “güvenlik ve terörizmle mücadele”nin ele alındığı basına yansımıştı.
Yeni Levant’ın son toplantısı 27 Haziran 2021’de Irak’ın başşehri Bağdat’ta gerçekleştirildi. Toplantı Mısır’dan 30 yıl aradan sonra Irak’a Cumhurbaşkanı düzeyinde yapılan ilk ziyaret olarak kaydedildi. Toplantıya Sisi, Ürdün Kralı II. Abdullah ve Irak Başbakanı Mustafa El-Kadhimi katıldılar. Yapılan toplantının daha önceki Kahire ve Amman görüşmelerinin devamı olduğu belirtiliyor.
Bağdat toplantısında “uluslar arası ve bölgesel gelişmelerin, ortak zorluklar ve tehlikelerle yüzleşmek için ortak işbirliği gerektirdiği, Arap ulusal güvenliğini tehdit eden ve kabulü mümkün olmayan bölgesel müdahaleler, terörizm, aşırılıklar, Filistin halkının meşrû haklarını elde etmelerine destek teyidi” gündem edildiği aktarılıyor. Ayrıca Irak ve Ürdün, Etiyopya tarafından inşaatı yapılmakta olan Büyük Etiyopya Rönesans Barajı’ndan kaynaklanan mağduriyetler hakkında Mısır’a destek verdikleri de bildiriliyor. Toplantıda ayrıca Mısır’ın, Libya’daki tezlerini gündeme getirdiği de belirtiliyor.
Sisi, toplantıdan önce “Arap ülkelerinin birleşmesi ve çeşitli bölgesel krizlerde Arap rolünü güçlendirme” çağrısında bulunması dikkat çekiyor. Yeni Levant toplantılarının ilerleyen tarihlerde de yapılması kuvvetle muhtemeldir. Sisi’nin de selefleri Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve Cemal Abdül Nasır gibi bölge ülkelerine liderlik etme girişiminin mevcudiyeti ihtimal dahilindedir. Doğu Akdeniz Gaz Forumu ve Dostluk Forumu’nun ardından yakın gelecekte; Mısır, Ürdün ve Irak arasında Yeni Levant birliği veya forumunun kurulması da ihtimaller arasındadır.
.
Ermenistan seçimleri
Ermenistan Merkezi Seçim Komisyonu’nun verilerine göre 1 milyon 282 bin 411 kayıtlı seçmenin, yüzde 49.4’ü sandık başına gitti. Pashinyan’ın, Sivil Sözleşme Partisi oyların 687 bin 414’ünü alarak, yüzde 53.92 oranıyla seçimin galibi oldu.
Seçim gözlemcileri, eski Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan’ın Ermenistan Bloğu’nu seçimin favorisi olarak gösteriyorlardı. Ancak Ermenistan Bloğu 268 bin 300 oyla, yüzde 21.04 oranıyla ikinci olabildi.
Ermenistan seçmeni Koçaryan’ı tercih etmeyerek, bölgede savaş istemediği ve Azerbaycan ile yapılan son savaşta Ermeni ordusunun gücünün ne olduğunun anlaşıldığına dair değerlendirmeler mevcut. Dolayısıyla Ermeni halkının savaştan yana olmadığı ve kaybedilen toprakları geri almak için tekrar çatışmaya girmek istemediği bir süredir tartışılıyor. Seçim sonuçlarının da bunun bir göstergesi olduğu yorumlanıyor.
Seçimin güçlü ismi Koçaryan kendi hakkındaki tahminleri boşa çıkardı. Çünkü bölge ve uluslar arası konjonktürün, artık Koçaryan’ın görev yaptığı dönemden çok farklı. Pashinyan’ın başarısının temelinde ise, Aralık 2020’de Azerbaycan tarafından esir alınan Ermeni askerlerin, Ağdam bölgesindeki mayın tarlalarının haritası karşılığında 12 Haziran 2021’de teslim edilmesi başlıca rol oynuyor. Pashinyan, özellikle esir alınan askerlerin memleketi olan Şirak Eyaleti’nden yüzde 65 oranında oy almayı başardı. Seçimlerden önce de Azerbaycan’ın, Ermenistan’a müzakereler veya çatışmadan yana bir seçim yapması yönünde sinyal gönderdiği ileri sürülüyor. Azerbaycan, esir askerlerin teslim edilmesiyle, Ermenistan seçimlerinde Pashinyan’dan yana ağırlığını koyduğu iddialar arasında. Bundan dolayı Pashinyan için “Bakü’nün Adayı” tanımlanması yapılıyor. Mağlûbiyetle sonuçlanacak bir çatışmayı göze alamayan Ermenistan halkının da, Azerbaycan’la ilişkileri sürdürebilmesi için Pashinyan’ı seçtikleri ihtimal dahilindedir.
Pashinyan’ın seçim zaferinin bir diğer sebebi de siyasî, ekonomik, sosyal sorunlar ve savaş yenilgisinin, Ermenistan halkında meydana getirdiği hayal kırıklığından yararlanmasıdır. Seçimlere katılımın yüzde 49.4 olduğu hatırlanırsa, seçmenlerin yarıdan fazlası sandık başına gitmemiştir. Pashinyan da Şirak (yüzde 65) ve Syunik (yüzde 54) gibi eyaletlere yönelerek buralardan yüksek oy oranları elde etmiştir.
Koçaryan ve bazı muhalif partiler, seçim sonuçlarını tanımadıklarını ilân ederek, Anayasa Mahkemesi’ne itiraz edeceklerini bildirdiler. Ancak Pashinyan’ın oy oranı göz önüne alınırsa, itirazın pek bir etki meydana getirmeyeceği açık.
Rusya için de Azerbaycan’la görüşmelerde Pashinyan’ın daha tercih edilebilir olduğu aktarılıyor. Bununla birlikte Pashinyan’ın asıl mayın tarlasının Dağlık Karabağ olacağı belirtiliyor. Yine Azerbaycan üzerinden ticaret yollarının kullanılması için görüşmeler yapılması da bir zorunluluk. Pashinyan’ın, Azerbaycan’dan yeni esirlerin serbest bırakılması girişimleri ile konumunu daha da güçlendireceğine ihtimal veriliyor. Diğer taraftan Pashinyan’ın geri adımı da söz konusu. Bu geri adım, Dağlık Karabağ çatışmalarında gevezelik yapmakla eleştirdiği, Moskova’nın liderliğindeki Avrasya Ekonomik Birliği ve Kollektif Güvenlik Anlaşması Örgütü ile ilişkilerini ilerletme sözü vermesidir.
Pashinyan yine Başbakan, tek partili bir hükümet kuracak ve Parlamento’da çoğunluğa sahip. Yani bu bir galibiyet. Ancak Azerbaycan’la yapılacak zorlu Dağlık Karabağ müzakerelerini sürdürecek ve yeni bir Ermeni dış politikasını oluşturmak için sorumluluk alacak. Tabiî ki son savaş, Koçaryan’ın seçimi kaybetmesi ve seçim sonrası yeni dönem, Ermenistan’da yeni bir kırılma noktasını işaret ediyor.
Ermenistan’ın 1990’lı yılların atmosferinden çıkmaya başladığı muhtemeldir.
.
Libya için Berlin Konferansı
Konferans 17 ülkenin temsilcilerinin katılımıyla gerçekleştirildi. Konferans, liderlerin silâh ambargosuna saygı göstermeyi ve Libya’nın savaşan taraflarını tam bir ateşkese ulaşmayı zorlamayı kabul ettiği, Cenevre’de 13 Ocak 2021 tarihinde düzenlenen Libya Siyasî Diyalog Forumu’nun devamı niteliğinde (Yeni Asya, 13.02.2021, Cenevre Görüşmelerinin Ardından Libya).
Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas, Berlin Konferansı’nın “yeni bir aşamaya işaret ettiğini ve artık sadece Libya’yı değil, her şeyden önce Libya’yı konuştuklarını” belirtiyor. Bu anlamda Konferansta “yabancı savaşçıların ve paralı askerlerin 90 gün içinde Libya’dan ayrılmasını içeren Ekim ayındaki ateşkes anlaşması ve 24 Aralık 2021’de seçimlerin yapılması” teyit ediliyor.
Libya Dışişleri Bakanı Najla Mangoush, Geçiş Hükümeti’nin “ülkemizde istikrarı en iyi nasıl yeniden kurabileceğimize ve 24 Aralık’ta hür, kapsayıcı ve güvenli seçimlerin yolunu açacağına dair bir vizyonla geldiğini” kaydediyor.
Diğer taraftan Maas’a, Konferansa katılan ülkelerin, ülkede izinsiz bulunan yabancı savaşçıları geri çekmek için ne gibi garantiler verdiği sorulduğunda, Alman Dışişleri Bakanı’nın “Konferans için bir araya geldiklerini belirterek, son yabancı güçlerin Libya’yı terk edene kadar pes etmeyeceklerini” ifade etmesi dikkat çekiyor.
Mangoush ise “önümüzdeki günlerde paralı askerlerin geri çekileceğini ümit ederek, daha fazla güven adımına ve konu hakkında ilerle olduğuna” işaret ediyor. Buna bir de Libya’daki bütün silâhlı grupların ortak bir askerî komuta altına almanın zorluğunu da eklemek gerekiyor.
ABD Dışişleri Bakanı Antony John Blinken de “dış müdahalelerden arınmış, egemen, istikrarlı, birleşik, güvenli bir Libya hedefini paylaşıyoruz. Libya halkının hakkı ettiği budur. Bu bölgesel güvenlik için de kritik” diyerek Konferansın ana temasına atıf yapıyor. Blinken “Libya halkının hak ettiğinin gerçekleşmesi için önce 23 Ekimde ateşkes anlaşmasının yapılması ve ardından da 24 Aralık seçimlerinin gerçekleştirilmesinin” gerekliliğini vurguluyor. Elbette bütün bunlar için Anayasal ve yasal konularda bir anlaşmaya varılmasına da ihtiyaç var.
Libya Geçiş Hükümeti Başbakanı Abdul Hamid Dbeibah da, Konferans için 4 önemli madde sıralıyor. Bunlar “güvenlik, seçimler, ulusal uzlaşma ve devlet gelirlerinin adil bir şekilde dağıtılması.” Dbeibah, zikredilen 4 maddenin bir plan çerçevesinde olduğunu ve bunun için gerekli finansmanın Libya partilerinin taahhütlerini yerine getirerek sağlayacaklarını aktarıyor.
Konferansta, Libya makamlarına göç konusunda kapsamlı bir yaklaşım geliştirmede yardım edilmesi taahhüt edildi. Libya’da 2011 yılında eski Devlet Başkanı Muammer Kaddafi’nin öldürülmesi sonrasında devlet düzeni çökmüş ve Libya, Afrika’dan Avrupa’ya gitmeye çalışan göçmenlerin geçiş güzergâhı olmuştur. Dolayısıyla Libya’da ihtiyaç duyulan güvenlik, siyasi, ekonomik, toplumsal istikrara ek olarak bir de göçmen ve mülteci sorununa çözüm gerekmektedir. Göçmen geçişi hızlandıkça ve mülteci sayısı arttıkça, Avrupalı ülkelerin konu hakkındaki hassasiyetinde artış görülüyor.
Konferansta, gözaltı merkezleri de gündeme getirildi. Sınır Tanımayan Doktorlar Yardım Grubu “Trablus’ta 2 gözaltı merkezindeki mültecilere ve göçmenlere yönelik tekrarlanan şiddet olaylarının” ardından faaliyetlerini bir süre durdurduğunu açıklaması önem arz ediyor.
Sonuçta Berlin Konferansı’ndan somut bir sonuç çıkmamakla birlikte, Konferans, 13 Ocak 2021’deki Cenevre Görüşmeleri’nin teyiti niteliğinde. Şimdi hedef 23 Ekimde yapılması planlanan ateşkes anlaşması ve 24 Aralıkta gerçekleştirilecek seçimler. Bu tarihlere kadar herhangi bir sorun yaşanmaması temenni ediliyor.
.
Cezayir seçimleri
Cezayir’deki seçimlere, Ulusal Halk Meclisi’nde gençlerin ve kadınların, katılım ve temsiliyetini arttırılmasını hedefleyen yeni seçim yasasıyla gidildi. Tebboune, “40 yaş altı adayların seçim kampanyasını finanse etme taahhüdünden yararlandıklarını” ifade etti. Böylece Tebboune “siyasî eylemde kirli parayı ortadan kaldırmayı, siyasî hayatı ahlâkî hale getirmeyi, devlet kurumları yenilemeyi ve seçilmiş kurumları rehabilite etmeyi” amaçladıklarını kaydediyor.
Ancak seçim kampanyasını finanse etme taahhüdüne rağmen, seçimlere katılım oldukça düşük kaldı. 24 milyondan fazla seçmen bulunan Cezayir’de, seçmenlerin 5 milyon 625 bin 324’ü sandık başına gitti. Seçimlere katılım yüzde 23.03 gibi çok düşük bir oranda kaldı.
Seçimlere katılımı yükseltmek için oy verme işleminin 1 saat uzatılması da seçmenin ilgisini çekmede yeterli olmadı.
Ulusal Bağımsız Seçim Otoritesi Başkanı Muhammed Charfi 15 Haziran Salı günü yaptığı açıklamada, “kullanılan 5 milyon 625 bin 324 oyun, 1 milyon 16 bin 220’sinin geçersiz olduğunu” belirtti. Seçimlere katılımın çok düşük bir oranda kalması sebebiyle, seçimlerin meşrûiyetinin tartışmalı olduğu kuvvetle muhtemeldir.
Seçmenlerin, sandık başına gitmemesinde Covid-19 salgınının etkileri ileri sürülse de, asıl sebeplerin ekonomik, siyasî ve toplumsal sorunlar olduğu vurgulanmaktadır. Özellikle yolsuzluk, yoksulluk, yoksunluk, gelir dağılımı adaletsizliği, işsizlik, silâhlı çeteler vb. sosyo-ekonomik problemler önem arz ediyor.
Cezayir’in doğal gaz ve petrol gibi yer altı zenginlikleri bilinmekle birlikte, bunlardan elde edilen gelirin halka yeteri kadar yansımadığı iddialar arasında. Yıllardır çözüme kavuşturulamayan sorunlardan dolayı, seçmenlerin siyasetten beklentisinin azaldığına yorumlanıyor.
Seçim ön sonuçlarına göre 407 sandalyeli Ulusal Halk Meclisi’nde, 105 sandalye kazanan Ulusal Kurtuluş Cephesi seçimin galibi oldu. 78 sandalye ile Bağımsızlar ikinciliği elde ettiler. Toplum ve Barış Partisi 64, Ulusal Demokratik Toplum Partisi 57, Gelecek Cephesi 48, Bina Cephesi 40, Halkın Sesi Partisi 3, İyi Yönetişim Partisi 3, Adalet ve Kalkınma Cephesi 2, El Fadjr El Djadid Partisi 2, Yeni Cezayir Cephesi 1, Jil Cedid Partisi 1 sandalye kazandılar. Seçimin kesin sonuçlarının 24 Haziran’da açıklanması planlanıyor.
Seçim, İslâmcılar için göreceli bir zafer şeklinde değerlendiriliyor. Çünkü Toplum ve Barış Partisi Genel Sekreteri Abderrazak Makri, 16 Haziran’daki beyanatında “Ulusal Bağımsız Seçim Otoritesi’nin seçim bölgelerinde yeterli tedbirleri almadığı, silâhlı çetelerin etkinliğinin gözlendiği ve partisinin daha fazla sandalye kazanamamasını” bu sebeplere bağlıyor.
Bina Cephesi Başkanı Abdülkadir Bengrina, 2019’daki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci olmuştu. Bina Cephesi’nin seçim çalışmalarında sosyal ağları kullanarak hızlı ve etkin bir şekilde daha fazla kitleye ulaşarak oylarını arttırdığı belirtiliyor.
Adalet ve Kalkınma Cephesi, İslâmcı unsurlar arasında seçimin en büyük kaybedeni. Adalet ve Kalkınma Cephesi Başkanı Abdullah Djaballah, oylarının ciddî oranda düşmesini, destekçilerinin çekimser kalmasıyla açıklıyor. Yine iç çekişmeler ve boykot kararı alanların da etkisi gözden kaçırılmamalı.
Aslında seçimlerin asıl kazananının Bağımsızlar olduğu vurgulanıyor. Bağımsızlar, Cezayir siyasetinde “ikinci siyasî güç” olarak sunuluyor. Bununla birlikte Bağımsız listelerden seçilenlerin, değişim vaatleri dışında siyasî bir proje üretemedikleri de bildiriliyor. Seçimlere katılım çok düşük oranda ve oy kullananların ikinci adresi de siyasî derinlikten yoksun Bağımsızlar oldu. Sosyolog Nacer Djabi’ye göre “sonuçta seçimlerin siyasî sistemin karmaşasını büyütecek ve mantıksal olarak onun zayıflamasına neden olacağı” kuvvetle muhtemeldir.
.
G7 zirvesi
G7’de ABD, Fransa, Almanya, İtalya, İngiltere, Kanada ve Japonya yer alıyor. Rusya da G7’ye 1998’de katılmış ve grup G8 olarak anılmaya başlanmıştı. Ancak Rusya, 2014’te Kırım’ı ilhak edince grubun dışında bırakıldı.
G7 dönem başkanı İngiltere’nin ev sahipliğinde Cornwall’da Carbis Bay Otel’de, 11-13 Haziran 2021 tarihlerinde zirve toplantısı gerçekleştirildi.
G7’nin son toplantısı 2019’da Fransa’da yapılmıştı. Covid-19 salgınından dolayı 2020 yılındaki G7 zirvesi online ortamda gerçekleşmişti.
G7 zirvesinde başlıca “Daha İyi Bir Dünyayı Yeniden İnşa Et” ve “Covid-19 Aşıları” başlıklarının ele alındığı bildiriliyor.
“Daha İyi Bir Dünyayı Yeniden İnşa Et” başlığı ile G7 üyesi devlet liderleri düşük ve orta gelirli ülkeler için birçok altyapı yatırımını toplu olarak harekete geçirme sözü verdiler. Liderler altyapı yatırımlarında “değer odaklı, yüksek standartlı ve şeffaf” bir ortaklık sunacaklarında hem fikirler. Bununla birlikte “Daha İyi Bir Dünyayı Yeniden İnşa Et” (B3W) projesi, Çin’in küçük ülkeleri yönetilemez borçlarla baş başa bıraktığı için eleştirilere hedef olan trilyon Dolarlık “Kuşak ve Yol Girişimi”yle doğrudan rekabet etmeyi amaçlıyor.
Angela Merkel’in Almanyası’nın, Çin’de büyük yatırımlara sahip olduğu kaydediliyor.
Merkel, projeyi, yoksul Afrika’da çok ihtiyaç duyulan önemli bir girişim olarak nitelendiriyor.
“Covid-19 Aşıları” hususunda ise İngiltere, Korona salgınının ülke ekonomilerine ağır yükler getirmesi ve dünya genelinde ölümle sonuçlanması üzerine, gelecekteki muhtemel salgınları engellemeye yönelik bir dizi taahhüdü zirve deklarasyonuna ekledi. Küresel salgına karşı toplu adım küresel gözetim ağlarını güçlendirirken, gelecekteki herhangi bir hastalık için aşı, tedavi ve teşhis geliştirmek ve lisanslamak için harcanan süreyi 100 günün altına indirmek hedefleniyor.
Dünya Sağlık Örgütü Başkanı Tedros Adhanom, bazı çevrelerde Koronavirüsün ortaya çıktığı Çin’e karşı, G7’nin sağlık konusunda aldığı kararlardan memnuniyetini dile getirdi. G7 liderlerinin bu yıl ve gelecek yıl yoksul ülkelere 1 milyar doz aşı bağışlama sözünü yerine getirmesi bekleniyor. Ancak şu anki aşılama çalışmalarının krizi sona erdirmek için çok yavaş olduğunu da kabul etmek gerekiyor. Buna ek olarak Adhanom, G7’ye 2022’de Almanya’da yapılacak bir sonraki zirvesine kadar dünya nüfusunun en az yüzde 70’ini aşılama görevi verdiğini açıklıyor. Diğer taraftan uluslar arası yardım kuruluşu Oxfam International ise, G7 zirvesinin sonuç deklarasyonunda “aşıların insanlığın büyük çoğunluğu tarafından erişilebilir olmasını engelleyen temel sorunları ele almak için hiçbir şey yapmadığı” eleştirisini yöneltiyor.
G7 toplantısında 12 Haziran Cumartesi günü Avustralya, Güney Afrika ve Güney Kore liderleri de hazır bulundu. Hindistan da dış politika hakkında online ortamda uzaktan geniş kapsamlı bir görüşme gerçekleştirdi. Yine Beyaz Rusya ve Myanmar da G7’nin gündeminde yer alan ülkelerden. ABD Başkanı Joe Biden’ın, Uygurlar hakkında Çin’in iddia edilen zorla çalıştırma uygulamalarına karşı tedbirler alınmasını dile getirmişti. Biden’ın zorla çalıştırma suçlamalarına ilişkin “somut eylem” istediği ve bunların “insanlık onuruna hakaret ve Çin’in haksız ekonomik rekabetinin korkunç bir örneği” şeklinde değerlendirdiği bildiriliyor.
Biden’ın, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile özellikle siber faaliyetler sebebiyle yıpranmış ilişkileri yeniden ele almak için G7 liderleri ile görüştüğü kaydediliyor. G7 toplantısının, NATO zirvesinin hemen öncesine denk getirilerek yapılması da dikkat çekiyor.
Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılarak, Soğuk Savaş döneminin sona ermesinin ardından Çin’in küresel güç olarak ortaya çıkışı en önemli jeo-politik gelişmelerden biri şeklinde yorumlanıyor. Elbette bu durum, ABD için Sovyetler’den sonra Çin’in yeni bir rakip olarak algılanmasıdır. Biden’ın, “ana stratejik rakip gördüğü Çin’in ekonomik suistimalleri ile yüzleşmeye ve insan hakları ihlâllerini meydana çıkarmaya” yönelik politikasının olduğu aktarılıyor.
Buna karşı Çin’in Londra Büyükelçiliği’nden yapılan açıklamada “küresel kararların küçük bir grup ülke tarafından dikte edildiği günler çoktan geride kaldı. Her zaman küçük-büyük, güçlü-zayıf, zengin-fakir vb. ülkelerin eşit olduğuna inanıyoruz ve dünya işlerinin bütün ülkeler tarafından istişare yoluyla ele alınması gerektiğine inanıyoruz. Geçerli tek küresel sistemin, az sayıda ülke tarafından formüle edilen sözde kurallar değil, BM ilkelerine dayanan uluslar arası düzendir” ifadeleri cevap niteliğinde.
Çin, büyük ekonomisine ve en kalabalık nüfusa sahip olmasına rağmen G7 üyesi değil. Kişi başına düşen millî geliri düşük olan Çin, G7 üyeleri gibi gelişmiş bir ekonomi biçiminde kabul edilmiyor.
Aslında G7 zirvesinin bir nevi, Çin’in son 40 yıldaki olağanüstü ekonomik ve askerî yükselişine ve artan nüfuzuna alternatif aramak için yapıldığını söylemek yanlış olmayacaktır.
.
Covid-19, retro-mühendislik mi?
Uluslar arası basında Londra St. George Üniversitesi Onkoloji Bölümü’nden İngiliz Prof. Angus Dalgleish ve Norveçli bir Virolog olan Dr. Birger Sørensen’in Korona virüsü hakkında “Çin’de retro-mühendisliğin ilk bakışta kanıtlarına” sahip oldukları çalışma ve iddiaları gündemde. Sørensen aynı zamanda Korona virüse karşı Biovacc-19 adlı aşı adayını geliştiren ilâç şirketi Immunor’un da(immunor.com) başkanı. Dalgleish’in de aynı şirkette hissedar olduğu aktarılıyor. “Retro” ise geçmişe dönüş, geriye gitme, geçmişte yaşanmış olan belirli özelliklerin güncellenerek ortaya yeni bir ürün ve eser çıkarılmasına denilmektedir.
Dalgleish ve Sørensen akademik çalışmalarında “Çinli bilim adamlarının Wuhan’daki laboratuarda Covid-19’u meydana getirdikleri ve ardından yarasalardan tabiî olarak evrimleşmiş gibi görünmesini sağlamak için virüsün tersine mühendislikle izlerini kapatmaya çalıştıkları” iddia ediliyor. Aynı laboratuarda “verileri kasıtlı olarak yok etme, gizleme veya kirletme” suçlamalarını ihtiva eden araştırmada ciddî iddiaların mevcudiyeti bildiriliyor. Komünist rejimle yönetilen Çin’de, konu hakkında bilgisi olan bilim insanlarının susturulduğu veya ortadan kaybolduğu vurgulanıyor.
Daily Mail Gazetesi’nin 10 Haziran 2021 tarihli nüshasında Dalgleish ve Sørensen’in çalışmasına ayrıntılı yer verildi. Yine ilerleyen günlerde 22 sayfalık çalışmanın Quarterly Review of Biophysics adlı akademik dergide yayınlanacağı bilgisi veriliyor.
Dalgleish ve Sørensen’in çalışmasına göre “Covid-19’un doğal bir atası yok” daha sonra “retro-mühendislik ile üzerini örtmeye çalışan Çinli bilim adamları tarafından meydana getirildiği” ileri sürülüyor. İkilinin çalışmasının ABD Başkanı Joe Biden’a sunulduğu haberleri de mevcut.
Çalışmadaki iddialar kısaca şöyle:
“Çinli bilim insanlarının virüsü Wuhan laboratuarında bir İşlev Kazanım Projesi üzerinde çalışırken oluşturduklarına dair deliller olduğu. ABD’de geçici olarak yasaklanan İşlev Kazanım araştırması, insanlar üzerindeki potansiyel etkilerini incelemek için doğal oluşan virüsleri daha bulaşıcı hale getirmek için değiştirmeyi kapsamaktadır.”
Yine makaledeki varsayımlara göre “Çinli bilim insanları, mağara yarasalarında bulunan tabiî bir koronavirüs ‘omurgasını’ aldı ve üzerine yeni bir ‘sivri uç’ ekleyerek onu ölümcül ve son derece bulaşıcı Covid-19’a dönüştürdü. Yakın zaman kadar çoğu uzman, virüsün kökeninin hayvanlardan insanlara sıçrayan doğal bir enfeksiyondan başka bir şey olmadığını ısrarla reddediyordu.” Hatta “Haziran ayı başında, Dr. Anthony Stephan Fauci, ABD’nin Wuhan Viroloji Enstitüsü’ne sağladığı fonu savundu ve 600 bin Dolarlık hibenin İşlev Kazanım Araştırması için onaylanmadığı” kaydediliyor.
Dr. Fauci ise, ABD’de Ocak 2020’den beri Covid-19 salgınına karşı mücadele eden Beyaz Saray Koro- navirüs Göre Gücü’nün ileri gelenlerinden. Bununla birlikte immünolog olan Fauci, 1984’ten bu yana Ulusal Alerji ve Enfeksiyon Hastalıkları Enstitüsü’nün Direktörü (www.niaid.nih.gov). Birde Fauci, Ronald Reagan’dan itibaren bugüne kadar görev yapan bütün ABD Başkanlarına danışmanlık yapmıştır.
Salgının başlangıcından beri Fauci’nin açıklamaları, ABD toplumu için en güvenilir kaynak özelliğindeydi. Ancak 5 Haziran 2021’de Buzzfeed ve Washington Post, Ocak 2020 ve Haziran 2020 tarihleri arasındaki Fauci’nin e-maillerini yayınladı. Fauci’nin basına sızan e-maillerinde “virüsün laboratuvar ortamından yayıldığı” teorisini şiddetle reddetmesine rağmen, Fauci’nin bilim ekibinin bu teori üzerinde çalıştığı hakkında yazışmaların yer aldığı belirtiliyor. Fauci, maskenin herkes için zorunlu olmasını savunanlardandı. Fakat Şubat 2020’de dönemin ABD Sağlık Bakanı Alex Azar’la yaptığı yazışmalarda “maskelerin aslında enfekte olmuş kişilerin virüsü yaymasını engellemek için kullanılmalıdır. Maskeler, enfekte olmayan kişileri korumak için kullanılmaz” ifadeleri dikkat çekiyor.
Fauci’nin e-maillerinin basına yansımasından sonra, ABD halkının nazarında önemli ölçüde güvenilirliğini yitirdiği gelen haberler arasında.
Bununla birlikte açıklamada bulunan ABD’li siyasetçilerin büyük kısmı, Fauci’nin toplumu yanlış yönlendirdiğinde hem fikir. Cumhuriyetçi Senatör Rand Paul da Twitter hesabından Fauci için “büyük bir hilekar” ifadesini yazdı.
Hem Dalgleish ve Sørensen’in 22 sayfalık çalışması hem de Fauci’nin e-maillerinin sızdırılmasının aynı günlere denk gelmesinde manidarlık söz konusu. İddialar ne olursa olsun, sağlık hususunda tedbirli olmakta fayda var. Şimdi Dalgleish ve Sørensen’in makalesinin tamamının yayınlanmasını bekliyoruz.
.
srail’in yeni Cumhurbaşkanı: Herzog
İsrail muhalefetinin çeşitli ideolojilere mensup siyasî parti liderleri, 12 yıllık iktidardan sonra Benjamin Netanyahu’yu devirebilecek hükümeti kurmak için 3 Haziran’da anlaştılar. Yeni koalisyonun adı “Değişim Koalisyonu”. Bugünlerde yeni koalisyonun, Parlamento’da 9 veya 14 Haziran tarihlerinden birinde güven oyu alarak göreve başlayacağı konuşuluyor. Her ne kadar yeni koalisyonun istikrarlı olup olmayacağı tartışılsa da, en azından son 2 yıldır 4 defa seçime gidilen ve hükümet kurulamayan İsrail’de olumlu bir adım şeklinde değerlendiriliyor.
İsrail’de diğer bir gelişme de 2 Haziran Çarşamba günü yapılan Cumhurbaşkanı seçimleridir. İsrail’de Cumhurbaşkanı, Parlamento (Knesset) tarafından seçiliyor. Yapılan oylamada Yahudi Ajansı Başkanı ve İşçi Partisi eski Başkanı Isaac Herzog, İsrail’in 11. Cumhurbaşkanı seçildi.
Herzog’un karşısındaki kadın aday Miriam Peretz, Parlamento’dan topladığı 11 oyla Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katıldı. Herzog 87 oy alırken, Peretz ise 26 oyda kalmıştır. Peretz’in İsrail ordusunda görevli iki oğlunu 1998’de Lübnan sınırındaki çatışmada kaybettiği belirtiliyor. Birde Peretz, ülkesinde tanınmış bir eğitimci.
120 Sandalyeli Parlamento’da yapılan gizli oylamada 3 oy çekimser, 3 oy geçersiz sayılırken, 1 Milletvekili de oy kullanmadı. Oy kullanmayan kişi ise, Parlamento’da 4 sandalye ile temsil edilen Ra’am Birleşik Arap Listesi Başkanı Mansour Abbas oldu.
Seçilen yeni Cumhurbaşkanı Herzog 60 yaşında. Aynı zamanda 5 Mayıs 1983 ve 13 Mayıs 1993 tarihleri arasında görev yapan eski Cumhurbaşkanı Chaim Herzog’un oğlu. Birde Herzog, 1936 ve 1959 yıllarında görevde bulunan İsrail’in ilk Hahambaşı Yitzchak Halevi Herzog’un da (1888-1959) torunu.
Herzog’un 9 Temmuz’da görevi Cumhurbaşkanı Reuven Rivlin’den devralması planlanıyor. Herzog, seçildikten sonra yaptığı ilk konuşmasında “İsrail toplumu ve Yahudi diasporası ile köprüler inşa etmeyi, girişimciliği teşvik, anti-semitizm ve İsrail nefretiyle mücadele etmeyi, demokrasinin temellerini korumayı” amaçladığını beyan etti. Bununla birlikte Herzog “bütün İsrail halkına hizmet etme ayrıcalığını kabul ediyorum” cümlesini kaydetti.
İsrail’de Cumhurbaşkanlığı görevinin daha çok resmî ve sembolik olduğu bildiriliyor. Ancak Cumhurbaşkanı’nın, hükümeti kurmada kimin görev alacağına karar vermede kilit rol oynadığından önem arz ediyor. Mevcut Başbakan Netanyahu’nun yolsuzluk dâvâsından mahkûm edilmesi halinde, affetme yetkisine sahip Cumhurbaşkanı’nın nasıl bir tutum sergileyeceği de merakla bekleniyor.
Ancak seçim öncesi her iki adaya da, Netanyahu’nun yolsuzluk dâvâsından muhtemel bir ceza alması durumunda nasıl hareket edecekleri sorusu yöneltilmiş olup, iki aday da bu soruyu cevapsız bırakmışlardı. Diğer taraftan Netanyahu’nun seçimlerde iki adayı da desteklemediği aktarılıyor. Netanyahu için mahkemeden olumsuz bir karar çıkması halinde, af için Herzog’un kapısını çalması ihtimaller arasında.
İsrail’de Cumhurbaşkanı’nın kim olacağı artık kesinleşti. Sırada yeni hükümetin kurulması var. Değişim Koalisyonu, hükümeti kurmaya en yakın siyasî unsur. Hem Herzog’un açık farkla seçilmesi hem de 13 Partili Parlamento’da 8 Partinin bir araya gelerek hükümet kurmayı planlaması, İsrail’de toplumun tıkanan siyasette değişiklik talebini gösteriyor.
.
İsrail’de yeni hükümet: Değişim Koalisyonu
Parlamento aritmetiğine bakıldığında ülkeyi yine koalisyon hükümetinin beklediğini, Yemina Partisi lideri Naftali Bennet ve Yesh Atid Partisi Başkanı Yair Lapid ile birlikte yeni hükümetin kurulmasına öncülük edeceklerini 1 Haziran’daki “İsrail’de, Netanyahu İktidarının Sonu mu?” başlıklı köşe yazımda sizlere arz etmiştim.
İsrail muhalefetinin çeşitli ideolojilere mensup siyasî liderleri, 12 yıllık iktidardan sonra Benjamin Netanyahu’yu devirebilecek hükümeti kurmak için 3 Haziran’da anlaştılar. Yeni koalisyon hükümetini kuracak Lapid, Bennet ve Abbas’ın liderliğindeki partiler arasında imzalanan bir sözleşme metni de mevcut. Koalisyonun adı “Değişim Koalisyonu” ifadesiyle belirtiliyor.
Değişim Koalisyonu’na Naftali Bennet’in Ye- mina Partisi 7, Yair Lapid’in Yesh Atid Partisi 17, Gideon Saar’ın Yeni Umut Partisi 6, Avigdor Lieberman’ın İsrail Evimiz Partisi 7, Nitzan Horowitz’in Meretz Partisi 6, Beny Ghantz’ın Mavi-Beyaz Partisi 8, Merav Michaeli’nin İsrail İşçi Partisi 7 ve Mansour Abbas’ın Ra’am Birleşik Arap Listesi 4 sandalye ile destek verecekler.
120 Sandalyeli İsrail Parlamentosu’nda hükümet kurmak için 61 sandalye gerekiyor. Yeni koalisyonun toplamda 62 sandalyeye sahip olduğu görülmektedir. 13 Partinin bulunduğu Parlamento’da 5 parti koalisyon dışında. Netanyahu’nun Likud Partisi 30, Aryeh Deri’nin Shas Partisi 9, Moshe Gafni’nin Birleşik Torah Judaism’i 7, Ayman Odeh’in Katılım Listesi (Balad, Hadash, Ta’al, Mada) 6 ve Bezalel Smotrich’in Dini Siyonizm Partisi 6 sandalye ile muhalefette yer alıyorlar.
Değişim Koalisyonu, Parlamento’da yemin e-derek göreve başladığında İsrail 2009’dan bu yana ilk defa yeni bir Başbakanla tanışacak. Koa- lisyon görüşmelerinde, Lapid, hükümetin ilk 2 yılında Dışişleri Bakanı; Gantz’ın Savunma Bakanı; Liberman’ın Hazine Bakanı; Sa’ar’ın Adalet Bakanı; Yemina Partisi’nden Ayelet Shaked İçişleri Bakanı; Michaeli’nin Ulaştırma Bakanı; yine İşçi Partisi’nden Ömer Barlev’in Kamu Güvenliği Bakanı; Horowitz’in Sağlık Bakanı; yine Meretz Partisi’nden Tamar Zandberg’in Çevre Koruma Bakanı ve Issawi Frej’in de Bölgesel İşbirliği Bakanı olması bekleniyor.
Koalisyon metni henüz resmî olarak açıklanmadı. Görüşmelerin yeni hükümetin yemin etmesine kadar devam edeceği tahminler arasında. Buna karşılık Netanyahu’nun, Yemi- na Partisi ve Yeni Umut Partisi’ndeki milletvekillerine, Lapid’le hükümet kurmamaları için baskı yaptığı aktarılıyor.
Kırılgan yapıdaki kurulacak yeni koalisyon hükümetinin iç siyasetle fazla meşgul olacağı tahmin ediliyor. Muhtemel yeni Başbakan Bennet’in farklı ideolojilerden ve 8 partiden meydana gelen koalisyonu yönetmekle fazla mesai harcayacağı düşünülüyor. İsrail’le ters düşmek istemeyen ABD Başkanı Joe Biden için de yeni hükümetin kurulması önemli. Bennet’in, Netanyahu’nun “İran Nükleer Anlaşması”nı engelleme girişimlerinden vazgeçerek Biden’e yaklaşacağına ihtimal veriliyor. Böylece Bennet, koalisyondaki solcu ve merkezci ortaklarının eleştirilerini üzerine çekebilir. Bennet’in, Ra’am Birleşik Arap Listesi’nin desteğini kaybetmemesi için Filistinlilere yönelik muhtemel silâhlı ve kışkırtıcı eylemlerden kaçınması da diğer koa-lisyonun ortaklarını kızdırabilir. Dolayısıyla Bennet ve Lapid çok ince bir çizgi üzerinde yürüyecekler.
İran Dışişleri Bakanı Cevat Zarif ise, yeni koa-lisyon sayesinde iktidardan uzaklaştırılan Netanyahu’nun “İran karşıtı işbirlikçilerinin utanç verici yolculuğuna katıldığını” belirterek, memnuniyetini dile getirdi.
Bununla birlikte Bennet’in, Netanyahu’dan daha sağda olduğu ve yeni Başbakan’ın hırslı, sert ve Filistin’e karşı amansız muhalefetinin ileride koalisyon içinde sorun teşkil edebileceği kuvvet- le muhtemeldir. Bennet’in 2 yıl sonra Başbakanlık görevini Lapid’e devredeceği göz önüne alınırsa, Lapid’in daha dengeleyici üslûpla hareket etmesi gerektiği yorumlanıyor.
Yeni hükümetin yalnızca Netanyahu’yu devirmekte başarılı olacağı, ancak reel politik konularda işlevsiz kalacağı da ihtimaldir. Fakat İsrail’in mevcut Parlamento aritmetiğinden sağlıklı bir koalisyonun da çıkmayacağı bilinen bir gerçek.
.
İsrail’de, Netanyahu iktidarının sonu mu?
Seçimlerden önceki Binyamin Netanyahu Başbakanlığındaki hükümet, 7 partiden ve buna ilâveten bağımsızlardan meydana gelen bir koalisyon hükümetiydi.
Yapılan son seçimlerin sonuçlarına göre Netanyahu’nun Likud Partisi 30, Yair Lapid’in Yesh Atid Partisi 17, Aryeh Deri’nin Shas Partisi 9, Beny Ghantz’ın Mavi-Beyaz Partisi 8, Merav Michaeli’nin İsrail İşçi/Çalışma Partisi 7, Moshe Gafni’nin Birleşik Torah Judaism’i 7, Naftali Bennet’in Yemina Partisi 7, Avigdor Lieberman’ın İsrail Evimiz Partisi 7, Ayman Odeh’in Katılım Listesi (Balad, Hadash, Ta’al, Mada) 6, Nitzan Horowitz’in Meretz Partisi 6, Gideon Saar’ın Yeni Umut Partisi 6, Bezalel Smotrich’in Dini Siyonizm Partisi 6 ve Manosur Abbas’ın Ra’am Birleşik Arap Listesi 4 olmak üzere Parlamento’da sandalye dağılımını oluşturdular. Dolayısıyla İsrail’de partiler tek başına hükümet kurmakta sayıca yetersiz kalıyor. Bir kez daha ülkede koalisyon hükümeti kurulması mecburî görülüyor.
Ancak 23 Mart’tan beri yapılan girişimlerden henüz sonuç alınabilmiş değil. Hükümet kurmanın önündeki en büyük engellerin ülkedeki kamplaşan heterojen siyasî yapı, Netanyahu ve diğer siyasilerin yolsuzluklarının olduğuna dikkat çekiliyor. Bununla birlikte Netanyahu’nun Filistin meselesini, ABD ile ilişkileri ve diğer unsurları seçmen kitlesini konsolide etmede kullandığı ihtimal dahilindedir. Böylece Netanyahu ilk defa 1996-1999 döneminde ve daha sonra 2009’dan itibaren 4 dönem Başbakanlık yaptı. Diğer taraftan son 2 yılda İsrail’de 9 Nisan 2019, 17 Eylül 2019, 2 Mart 2020 ve 23 Mart 2021 tarihlerinde 4 kez sandık başına gidildi. Fakat siyasî partiler hükümet kurmada başarılı olamadılar. Netanyahu birde son 2 yıldır sonuç alınamayan seçimlerden dolayı da Başbakanlık görevini sürdürmektedir. Yani Netanyahu, ülkedeki siyasî istikrarsızlıktan istifade etmektedir.
Yemina Partisi lideri Naftali Bennet 30 Mayıs 2021’de “İsrail’de bir dönemin sonu olacak. Netanyahu’yu devirmek için değişim hükümetinin kurulmasını destekleyeceğini” bildirdi. Bennet, “Yesh Atid Partisi Başkanı Yair Lapid’in sağ ve sol partilerden bir koalisyon oluşturmasını ve Netanyahu’ya 1999’dan bu yana ilk seçim yenilgisini yaşatması sağlayabilir” diyerek, Lapid’e destek vereceğini belirtiyor.
İsrail Cumhurbaşkanı Reuven Rivlin’in, seçimlerin ardından hükümeti kurmakla görevlendirdiği Netanyahu başarısız olmuştu. Rivlin, Netanyahu’dan aldığı görevi 4 Mayısta muhalefet lideri Yair Lapid’e verdi. Lapid’in hükümet kurma görevinin süresi 2 Haziran Çarşamba günü doluyor. Bennet ve Lapid’in destekçileri, liderlerinin ellerini çabuk tutması beklentisindeler. Her iki liderin, Netanyahu’yu iktidardan indirip ve dönüşümlü Başbakanlık yapacakları hakkında bir güç paylaşımı anlaşmasında mutabık kaldıklarına ihtimal veriliyor. Hatta Lapid konuyla ilgili açıklamasında “Bu girişim ya 5. seçim ya da birlik hükümeti” diyerek başka bir seçeneklerinin olmadığına da dikkat çekiyor.
İsrail’de inkâr ettiği bütün yolsuzluk suçlamalarına rağmen, Netanyahu 12 yıldır Başbakanlık görevini yürütüyor. Yeni beliren koalisyon girişiminin de kırılgan bir yapıda olacağı değerlendiriliyor. Çünkü yeni koalisyonun, işgal altındaki Batı Şeria’da daha fazla yerleşim yeri inşası ve ilhakını da ihtiva eden gündeme karşı çıkan Arap kökenli Parlamenterlerin dışarıdan desteğine muhtaç olduğu kaydediliyor.
Bennet ve Lapid’in öncülüğündeki koalisyon teşebbüsünün, Netanyahu’yu hükümetten uzaklaştırabileceğine, ancak heterojen ve kırılgan yapısı ihtimali sebebiyle çok uzun ömürlü olamayacağı yorumlanıyor.
Peki, Bennet ve Lapid başarılı olur mu?
Bunu hep birlikte göreceğiz.
.
Suriye seçimleri
Suriye yasalarına göre devlet başkanı olma şartlarından biri de adayların 40 yaşında olması gerekiyor. 34 yaşındaki Beşşar Esad için kanun değişikliğine gidildi ve adaylık yaşı 40’dan 34’e indirildi. Böylece Beşşar Esad 10 Temmuz 2000’deki seçimlerde, seçmenlerin yüzde 99.7 evet oyu oranıyla devlet başkanı seçildi.
Esad, ikinci seçimini 27 Mayıs 2007’de seçmenlerin büyük çoğunluğunun onaylamasıyla kazandı. Suriye’de üçüncü başkanlık seçimi 3 Haziran 2014’te iç savaş ortamında yapıldı. Suriyeli muhalifler, seçimlere katılmayarak boykot ettiler.
Esad’ın dördüncü seçimi 26 Mayıs 2021’de gerçekleştirildi. Esad’ın rakipleri Mahmut Ahmed Marei ve Abdullah Sallum Abdullah da seçimlere katıldılar. Ancak Esad’ın karşısında her iki adayın pozisyonu sembolik olarak değerlendiriliyor. Son seçim iç savaşın 11. yılında yapıldı. İç savaşın başlamasından bu yana Suriye dışına 6.6 milyon kişinin göç ettiği ve ülke içinde de 4.4 milyon insanın yer değiştirdiği bildiriliyor. İç savaş yoğunluklu olarak Suriye’nin kuzeyi ve doğusunda devam ediyor. Dolayısıyla seçimler Esad yönetiminin kontrolündeki bölgelerde gerçekleştirildi. Suriye İçişleri Bakanı Muhammed Halid El-Ramoun’un ifadesine göre 18 mil- yon Suriyeli oy kullanma hakkına sahip.
Seçimler, BM Güvenlik Konseyi’nin 2015 yılındaki 2254 Sayılı “Yeni Anayasa Taslağı Hazırlama” kararının uygulanmamasına rağmen yapıldı. Devam eden iç savaş, mülteciler sorunu, devlet otoritesinin bütün ülkede hâkim olamadığı bir ortamda Suriyeliler “Esad’ın fotoğraflarının altında Geleceği Seçiyoruz” ifadesinin yer aldığı pankartların gölgesinde sandık başına gitti. Korona salgınına rağmen maske ve tedbirlere dikkat edilmediği bildiriliyor.
Suriye Devrimci ve Muhalif Güçleri Ulusal Koalisyonu, Suriye Ulusal Konseyi, Suriye Anayasal Komitesi, Demokratik Arap Sosyalist Birliği, Suriye Demokratik Konseyi ve Kürt Ulusal Konseyi gibi Esad rejimi muha- lifleri seçimlerin illegal olduğunu duyurdular. Diğer taraftan rejimin kontrolündeki güneydeki Daraa ve Sweida’da bile bazı toplumsal kesimler seçimleri gayri meşrû ilân etti. İdlib gibi rejimin kontrolünde olmayan yerlerde de seçim ve rejim karşıtı gösteriler yapıldığı kaydediliyor.
Birleşmiş Milletler Suriye Özel Temsilcisi Geir O. Pedersen’ın 28 Nisan 2021’de Güvenlik Konseyi’ne sunduğu brifinkte “26 Mayıs seçimlerinin Suriye Barış Sürecinin bir parçası olmadığına yer verdi.” Fransa, ABD, Almanya, İtalya ve İngiltere’de yapılan açıklamalar da seçimlerin illegalliğine dikkat çekildi. Buna ek olarak AB ve ABD yönetimi, BM denetimden uzakta yapılan seçim sonuçlarını tanımayacağı beyanında bulundu. Buna karşılık Esad, “seçimleri meşrû olmadığı gerekçesiyle reddedenlerin sömürge geçmişine sahip olduklarını” söyleyerek cevap verdi.
SANA (Suriye Arap Haber Ajansı) seçimlere uluslar arası gözlemci statüsünde Cezayir, Umman, Moritanya, Rusya, İran, Ermenistan, Çin, Venezüella, Küba, Belarus, Güney Afrika, Ekvator, Nikaragua ve Bolivya’nın yer aldığını bildirdi. Böylece rejimin seçimlere uluslar arası meşrûiyet kazandırmaya çalıştığı muhtemeldir.
Suriye’deki seçimlerin iç savaştan dolayı âdil, hür, demokratik ve şeffaf bir şekilde yapılmadığı aktarılmaktadır. Aynı zamanda seçimlerin sadece rejimin egemenliğindeki yerlerde yapılması, meşrûiyet sorununu beraberinde getiriyor. Bununla birlikte BM ve Batılı ülkelerin beyanatları da uluslar arası sistemde Suriye’yi yalnızlaştırmaktadır. Suriye ve Batı arasındaki uçurum derinleştikçe, Esad’ın Çin’e, Rusya’ya ve İran’a daha fazla yöneleceğine ihtimal veriliyor.
Suriye’de iç savaşın getirdiği sorunlara birde ekonomik güçlükler, yoksulluk, Batı’nın yaptırımları, uluslar arası aktörlerin müdahaleleri, yolsuzluklar ve siyasi çözümsüzlüğü de eklemek gerekiyor. Bütün bunlar Esad’ın karşı karşıya kaldığı sorunlar.
Seçim sonuçları 27 Mayıs Perşembe günü SANA’dan açıklandı. Meclis Başkanı Hammouda Sabbagh “Suriye içinde ve dışında oy kullanabilir, toplam 18 milyon 107 bin 109 seçmen olduğunu, seçimlere katılımın 14 mil- yon 239 bin 140 kişi ile yüzde 78.64 olarak gerçekleştiğini ve Esad’ın geçerli oyların 13 milyon 540 bin 860’ını alarak yüzde 95.1’le tekrar devlet başkanı seçildiğini” duyurdu. Sabbagh diğer adaylardan “Mahmut Ahmet Marei’nin aldığı 470 bin 276 oyla yüzde 3.3 oranında kaldığı ve Abdullah Salloum Abdullah’ın ise 213 bin 968 oyla yüzde 1.5 oranla üçüncü olduğunu” bildirdi. Esad aile ülkeyi 1970’ten beri yönetiyor. Suriye’nin siyasî geçmişi incelendiğinde meşrû, âdil, şeffaf, hür ve demokratik seçimlerden bahsetmek oldukça güç.
Seçimlerin, hem rejim hem de Rusya tarafından kazanılacağını göstermek, Suriye’nin güvenli olduğunu ve böylece mültecilerin geri dönebileceği iddiaları için kullanılacağına yorumlanıyor.
Seçimlere aynı zamanda Suriye’nin Arap ülkeleri arasında ve Arap Birliği nezdinde ilişkilerini düzeltebilmesinin bir unsuru şeklinde değerlendiriliyor.
.
AB’de Macaristan vetosu
Bunun ancak üye ülkelerin kriz zamanlarında birbirlerini desteklemesi durumunda anlamlı olacağı aşikârdır. Fakat 1992’den beri AB’nin ortak savunma ve dış politika oluşturmada sorunlar yaşadığı da biliniyor.
Bunlardan başlıcaları şöyle sıralanıyor:
11 Eylül 2001 Terör olaylarından sonra ABD’nin Afganistan ve Irak’a müdahalesiyle birlikte, AB üyesi ülkeler ABD’nin yanında yer almak (İngiltere, İtalya, İspanya, Portekiz, Danimarka, Polonya, Çekya, Macaristan ve Litvanya) isteyenler ile sorunun demokratik yollarla çözülmesi (Almanya vd.) tarafındakiler olmak üzere ikiye bölünmüştü. Fransa ise bu dönemde BM Güvenlik Konseyi kararını beklemekteydi.
2003’te İspanya ve Fas arasında yaşanan Akdeniz’deki Perejil (Leyla) Adası üzerindeki egemenlik sorunu, İspanya’nın adaya asker çıkarması ve AB’den bağımsız hareket etmesiyle gündeme gelmişti.
Haziran 2012’de ise İngiliz kolonisi Cebeli Tarık ile İspanya arasında yaşanan balıkçılık sorununda da AB’nin konuya yeterli ilgiyi göstermediği belirtiliyor.
2009’da Yunanistan’ın bağımsız borçlanmadan dolayı başlayan ve derinleşen ekonomik krizi 2018’de başlanan ve 2060’a kadar sürecek borç ödeme programı ile sonuçlanmıştır. Yunanistan’da ağırlaşan ekonomik şartlar bazı kesimlerce AB’den ayrılma ve Euro’nun tedavülden kaldırılması tartışmalarının yapılmasına yol açmıştı.
31 Ocak 2020’de İngiltere’nin Brexit süreci ile AB’den resmen ayrılması, AB hakkında gelecek tartışmalarını başlattı.
2020’de başlayan Covid-19 salgını, AB’nin sağlık, ekonomik, sosyal yardımlar ve koordinasyon alanlarında eksikliklerini ortaya çıkardı. Hatta İtalya, AB’nin bilgisi haricinde Rus askerî-tıbbî yardım ve personelini ülkesine kabul etti.
AB, mülteci krizinde de iyi bir sınav vermedi. İnsanî durumdan daha ziyade sosyo-ekonomik kaygıları ön plandaydı. Sınırların kalktığı AB’de, mültecilere sınırlar koyuldu. Ama Korona salgını AB’nin en önemli özelliği olan mal ve hizmetlerin serbest dolaşımını durdurdu (Yeni Asya, 14.04.2020, AB’nin Krizleri Gelecek Arayışı mı?).
Muhtelif tarih ve gelişmelerden anlaşılacağı üzere, 1992’den itibaren AB ortak savunma ve dış politikasını tam anlamıyla olgunlaştıramadı. AB, İsrail’in 9 Mayısta Filistinlilere yönelik başlattığı silahlı olayların büyümesine neredeyse tepkisiz kaldı.
AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrel 18 Mayısta “İsrail-Filistin arasında ateşkes, Gazze’ye insanî yardım erişimi, sivillerin korunması ve Filistin’de seçimlerin yapılması çağrısında” bulundu.
Borrel “Macaristan’ın vetosu nedeniyle, AB’nin 27 üyesi adına ortak açıklama yapamadığını” da belirtmiştir. Böylece AB sivilleri öldüren, orantısız güç kullanan İsrail’e karşı herhangi bir kınama ve yaptırım kararı alamadığını gösterdi.
Ancak Macaristan’ın hangi sebeple ateşkes için ortak karar almada veto hakkını kullandığına dair net bir açıklama mevcut değil. Sadece uluslar arası basında Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın, İsrail hükümetine ve Başbakan Benjamin Netanyahu’ya yakınlığıyla bilindiği haberleri dolaşıyor. Birde 26 AB üyesine rağmen Macaristan’ı veto kararı almaya iten sebep nedir? AB’den herhangi bir açıklama yapılmış değil. Macaristan Başbakanı Viktor Orbán da 21 Mayıs’ta kişisel web sitesinde açıklamasında “Yahudi-Hıristiyan kültürüne ve yaşam anlayışına göre yaşadığımız göz ardı edilemez. Bu sebeple bir devlet olan İsrail’i AB yaptırım listesindeki bir organizasyonla eşitlemenin mümkün olmadığı bizim için açıktır” ifadesiyle oylamadaki vetonun gerekçesini sunuyor.
İsrail-Filistin çatışmasında 20 Mayıs’ta ateşkes ilan edildi. İki taraf da zafer kazandıklarını duyurdular. Önemli soru ise ateşkesten sonra ne olacak? Daha önceki çatışmalarda da ateşkes uygulanmıştı. Ancak etkili veya kalıcı çözüm üretilmedi. Dolayısıyla tarafların artık yeni bir strateji izlemeleri gerekiyor.
Şimdi AB’nin, İsrail-Filistin meselesi üzerinden bir kez daha ortak savunma ve dış politika sorunu yaşadığı kayıtlara geçildi. Bediüzzaman Said Nursî’nin tarifinde Avrupa “müsbet Avrupa ve menfi Avrupa” olarak ikiye ayrılmaktadır. İngiltere’nin ayrılması ve yaşanan muhtelif sorunların, Nursî’nin tanımındaki “müsbet Avrupa”nın tasaffi etmesi yönündeki aşamalar olduğu da ihtimal dahilindedir. Son veto kararı ile tasaffi sürecinin devam ettiği değerlendirilmektedir.
.
Lübnan’da açlık krizi mi?
Ülkedeki siyasî istikrarsızlık 4 Ağustos 2020’deki Beyrut Limanı’ndaki patlamadan sonra daha da derinleşti (Yeni Asya, 8 Ağustos 2020, Lübnan’da Patlama). Lübnanlı yetkililer, iflâsın eşiğindeki ülke ekonomisini kurtarmak için Çin ve İran’la bulundukları temaslardan da istedikleri sonucu elde edememişlerdi (Yeni Asya, 5 Eylül 2020, Mustafa Adib Lübnan’a Çare Olur mu?).
Covid-19 salgını son 1 yıldır ülke ekonomilerini olumsuz etkileyen bir unsur. Elbette salgının getirdiği ekonomik sorunlardan kırılgan yapıdaki Lübnan da fazlasıyla etkilendi. Siyasî, ekonomik, mezhebî sorunlarla boğuşan Lübnan, birde Korona’dan dolayı sağlık problemleriyle mücadele etmek durumunda. Ancak Lübnan’da salgın döneminde devlet kurumlarının zayıflığı iyice gün yüzüne çıkmış ve vatandaşlar “salgında devleti görmedik” sloganıyla tepkilerini gösterdiler.
13 Nisan 1975 ile 13 Ekim 1990 tarihleri arasındaki Lübnan iç savaşı 15 yıl 6 ay sürdü. Hatta Suriye işgal ettiği yerlerden 30 Nisan 2005’te çekilmişti. Ancak salgının ekonomik yükü her Lübnanlı tarafından hissediliyor. Lübnan basınında ülke ekonomisinin iflâsı üzerine birde salgının ağır maddî şartları eklenince, sokaktaki insanın “biz böyle bir sıkıntılı durumu iç savaş döneminde bile yaşamamıştık” ifadeleri yer aldı.
Dünya Bankası’na göre, Lübnan’da nüfusun yarısından fazlası yoksulluk içinde yaşıyor. Büyümedeki keskin düşüş, hiper enflasyon ve devalüasyonla birleşince; Lübnanlılar mecburen daha fazla güvencesiz, sigortasız, kayıt dışı istihdama yöneliyor. Buna düşük ücretli işler veya geçici işlerin tercih edilmesini eklemek gerekiyor. Dolayısıyla Lübnan’da işsizlik oranının yüzde 50’den fazla olduğuna işaret ediliyor. Hatta sosyo-ekonomik şartların protesto edilmesinde “Açız” sloganları dikkat çekiyor.
Bütün bu sorunlar yumağı içindeki Lübnan’a bir darbe de Suudi Arabistan’dan geldi. Suudi makamları 25 Nisan 2021’de “Lübnan kaynaklı kaçakçılık, uyuşturucu kaçakçılığı vb.” suçlamalardan dolayı, Suudi Arabistan’ın Lübnan’dan alacağı tarım ürünleri ithalatına yasak getirdi. Suudi Arabistan’ın El-Huber şehrinin Ed-Dammam ilçesinde 23 Nisan 2020’de ele geçirilen mil- yonlarca Captagon hapı ile doldurulduğu tesbit edilen nar sevkiyatı konusunda Lübnanlı yetkililerin sessizliği devam ediyor.
Suudi Arabistan’ın Lübnan’dan tarım ürünlerine getirdiği ithalat yasağına Körfez ülkeleri de katıldı. Önce Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ardından Kuveyt, Bahreyn ve Umman yasağı uygulamaya koydu.
Diğer taraftan Lübnan Baş Müftüsü Şeyh Abdullatif Darian açıklamasında “şeriat ve ahlâkî değerler tarafından reddedilen ve kınanan, Lübnan ekonomisinin daha da kötüleşmesine sebep olan kaçakçılık suçu dolayısıyla Suudi Krallığı’nın ithalat yasağını desteklediğini” belirtti. Darian aynı zamanda “Suudi Kralı’na ve Veliaht Prensi’ne Lübnan ekonomisini destekleme” çağrısında bulundu.
Lübnan bölgede her konuda neredeyse istikrarsızlık arz ediyor. 4 Ağustos 2020’deki Beyrut Limanı’ndaki patlamadan sonra ülkedeki yönetici elitlere olan güven oldukça azaldı. Çünkü yöneticiler, gerekli reformları uygulamaktan ve krizleri yönetmekten epeyce uzaklar. Krizlerin Lübnan Merkez Bankası’nın yabancı para rezervlerini tüketeceği ve Lübnan’ın siyasî ve sosyo-ekonomik açıdan çöküşüne kaçınılmaz gözüyle bakılıyor.
Yolsuzluklarla anılan ülke konumundaki Lübnan’da siyasî istikrarsızlık, ekonomik krizler, etnik anlaşmazlıklar, silahlı çatışmalar, mezhebî sorunlar ve dış müdahaleler içinden çıkılamaz bir hal almış vaziyette. Her ne kadar ülkede seçimler yapılıyor olsa da, parlamentodaki sandalye dağılımı dinî ve mezhebî kimlikler üzerinden gerçekleştiriliyor. Dolayısıyla ülkedeki sorunun temelinde de dinî ve mezhebî tanımlamalar yer alıyor. Günümüzde Lübnan’da resmî olarak tanınan 18 adet mezhep grubu bulunuyor (Yeni Asya, 16 Nisan 2018, Lübnan Seçimlerini Anlama Klavuzu-1). Ülkede konuşlanan başta Hizbullah olmak üzere vb. grupların, Lübnan devletinden daha kurumsallaşmış yapısı ve devletten güçlü olmaları da, insanların Hizbullah gibi unsurlardan gıda ve sağlık vd. alanlarda hizmet almalarına yol açıyor. Başka bir ifadeyle Lübnan’daki istikrarsızlıklar devam ettikçe etnik ve mezhebî unsurlar kendi içlerinde saflarını sıklaştırıyor.
Lübnan’da siyasî yapının mezhebî unsurlar üzerinden tanımlanmasına son verilmelidir. Ülkede demokratik değerlerin yerleşmesi, etnik ve mezhebî ayrımcılığın sonlandırılması kaçınılmazdır. Yoksulluk ve yoksunluğunu tetikleyen yolsuzluk ekonomisiyle mücadele edilmelidir. Rantiyeci ekonomik zihniyet ülkenin geleceği için terk edilmelidir. Çünkü insanlar artık yoksulluktan değil, açlıktan şikâyet etmeye başladılar.
.
İsrail-Filistin meselesi
İsrail’in 1948’de kurulmasıyla birlikte, bölge ülkeleri İsrail’i kendilerine tehdit algılamıştır. Bölgedeki Arap ülkelerinden oluşan ittifak tehdide karşı 1948, 1956 ve 1973 tarihlerinde savaşlar yapmışlar. Ancak Arap ülkeleri bu savaşlarda başarılı olamamışlardır.
İsrail-Filistin sorununun gidişatını, kuruluşundan itibaren İsrail’le yapılan savaşlar belirlemiştir. Mısır’ın 1978’de İsrail’le imzaladığı Camp David Anlaşması’ndan sonra, İsrail-Filistin arasındaki süreç genel itibariyle hem Camp David hem de bölgede iç ve dış aktörlerin etkisiyle oluşan silâhlı veya siyasî grupların faaliyetleriyle şekillenmiştir.
Bugün gelinen noktada İsrail’in adım adım uyguladığı bir devlet politikası, Filistin’de özellikle de Kudüs ve çevresinde Müslümanlara ait ev ve arazileri satın almak, satın alamadığını da zorla el koymak biçiminde zuhur ediyor.
Aslında işin başka bir yönü daha var. İsrail’de 23 Mart 2021’de genel seçimler yapıldı. Ancak hiçbir siyasî parti tek başına hükümet kurmak için yeterli oyu alamadı. Zaten seçimlerden önceki Benjamin Netanyahu Başbakanlığındaki hükümet, 7 partiden ve buna ilâveten bağımsızlardan meydana gelen bir koalisyon hükümetiydi. Yapılan son seçimlerin sonuçlarına göre, koalisyon hükümeti kurulması mecburi görülüyor.
İsrail Cumhurbaşkanı Reuven Rivlin’in, seçimlerin ardından hükümet kurmakla görevlendirdiği Netanyahu başarısız olmuştur. Rivlin, Netanyahu’dan aldığı görevi 4 Mayısta muhalefet lideri Yair Lapid’e verdi. Ancak Lapid’in görevi almasından sonra 9 Mayıs’ta Şeyh Cerrah Mahallesi’nde başlayan olaylar halen devam etmekte. Netanyahu’nun, Şeyh Cerrah’taki olaylar ve devamındaki çatışmalar üzerinden, hükümet kurmakla görevlendirilen Lapid karşısında, kendi seçmen kitlesini konsolide ettiği de ihtimaller arasında. Aynı zamanda yolsuzluk bataklığına saplanmış olan Netanyahu (Yeni Asya, İsrail’de Yolsuzluk Tartışmaları, 25 Şubat 2018), saldırılar ile İsrail kamuoyunun dikkatini farklı bir yöne çekmeye çalışıyor olabilir. Bununla birlikte İsrail’in heterojen bir dinî ve siyasî ortama sahip olduğu biliniyor. Bu noktadan hareketle hükümet kurulmasının önündeki engelin, ülkedeki dinî ve siyasî kamp- laşma olduğuna işaret ediliyor.
Diğer taraftan Filistinliler ise, yıllardır süren çatışmalardan kaynaklı mağduriyetleri ve haklarının gasp edilmesi her gün basına yansıyor. İsrail’in son saldırılarında da yüzlerce Filistinli vefat etti veya yaralandı. Ancak geçmişten günümüze bakıldığında Filistin’de de siyasî / ideolojik, dinî / mezhebî ayrışmalar mevcut. Filistin’in önde gelen en önemli iki grubu Filistin Kurtuluş Örgütü ve HAMAS bilinmektedir. Fakat her iki grupta kendi içerisinde çok farklı unsurlardan meydana gelmektedir (Yeni Asya, Filistin Siyasî Yapısı ve Seçim Tartışmaları 13-14 Şubat 2019). Dolayısıyla karar alma mekanizmalarında bazen sorunlar yaşandığı ihtimal dahilindedir. Filistinli grupların farklılıklarını bir kenara bırakarak ülkeleri için birlikte hareket etmeleri zorunluluktur. İsrail saldırılarında gösterilen birliktelik, siyasî çözüm arayışlarında da hayata geçirilmelidir.
Son çatışmalardan da anlaşılacağı üzere, iki taraf arasındaki ilişkiler tıkanmıştır. İsrail’le yakın geçmişte normalleşen (Mısır 1978, Ürdün 1994, Birleşik Arap Emirlikleri 13 Ağustos 2020, Bahreyn 16 Eylül 2020, Fas 12 Aralık 2020, Sudan ve Suudi Arabistan’ın İsrail yetkilileriyle üstü kapalı normalleşme görüşmeleri-Yeni Asya, Normalleşmelerden Ortadoğu NATO’suna, 6 Mart 2021) Müslüman bölge ülkelerinden, Filistin için yapılan tek girişimin “İsrail’i kınamak”tan öteye gitmediğini hep birlikte gördük.
Dolayısıyla Filistinli grup, aktör, figür ve unsurlar, İsrail’deki dinî ve siyasî ayrışmayı ve istikrarsızlığı göz önünde bulundurmalıdırlar. Filistin tarafı ve İslâm dünyası, İsrail’i sadece Filistin çatışması üzerinden okumamalıdırlar. İsrail’in içinde olduğu siyasî/ideolojik, dinî/mezhebî, toplumsal/etnik ve ekonomik durumları da incelemeli ve buna göre bir politika geliştirmelidirler. İsrail’in sosyo-ekonomik meseleleri başta konut ve su sorunu ile Afrika kökenli Yahudilere yönelik ayrımcılıktır. Dış politikada ise İsrail’in, 1 Temmuz 1968’de imzaya açılan ve 5 Mart 1970’de yürürlüğe giren Nükleer Silâhların Yayılması ve Önlenmesi Anlaşmasını imzalamadığı konuları politika geliştirmede incelenebilir niteliktedir.
Düzeltme: 23 Mart 2021 Tarihli ve “Tanzanya’nın Demir Lady’si Samia Suluhu Hasan” başlıklı köşe yazımda, ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in sehven Afrika kökenli olduğu belirtilmiştir. Kaynaklara göre Harris’in aslen Hint kökenli olduğu kaydedilmektedir. Dikkatli okuyucumuza teşekkür ediyorum.
.
Somali-Kenya ilişkileri ve Katar’ın arabuluculuğu
Bunlar başlıca Somali’deki iç savaştan dolayı Kenya’ya göç eden mülteciler ve deniz sınırı anlaşmazlığı şeklinde sıralanıyor.
Somali’de 1990’dan bu yana devam eden iç karışıklıklar ve çatışmalar sebebiyle yerlerini terk etmek zorunda kalan yüz binlerce mülteci Kenya’da bulunuyor. Kenya 1 Nisan 2021’de 500 bin Somalili’nin kaldığı Dadaab ve Kakuma mülteci kamplarını kapatacağını bildirmesi, iki ülke arasındaki ilişkileri gerginleştirmişti. Kenya, kampların getirdiği malî ve sosyal yükleri daha fazla taşıyamayacağını belirterek, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne durumu aktararak 14 günlük süre verdi. Kenya böylece mültecileri Somali sınırına taşımayı planlıyor. Bununla birlikte Kenya hükümeti, kamplardaki Somali merkezli El-Shabab örgütünün militanlarıyla bağlantılı kişilerin terör olaylarına karışmasını, ulusal güvenliğine tehdit algılıyor. Birde Kenya’nın tehdit algılamasından dolayı, El-Shabab örgütüne karşı bir tampon bölge oluşturmak amacıyla Somali’nin güneyinde konuşlanmış yaklaşık 4 bin askeri de mevcut.
İki ülke yıllardır deniz sınır anlaşmazlığı içindeler. Her iki taraf da kendi çizdikleri deniz sınırını doğru kabul etmekte ve anlaşmazlık içinde olunan deniz sınır bölgesinin petrol zengini sular olduğu iddia ediliyor. Sorun Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) gündeminde. Somali hükümeti, Kenya’nın UAD’nin deniz sınırı anlaşmazlığının görüşülmesini dördüncü defa ertelenmesi talebini reddetti. Somali Eformasyon Bakanı Osman Dubbe, “Somali’nin, BM’nin Lahey merkezli yargı organının duruşmayı daha fazla ertelemesini artık kabul etmeyeceğini söyleyerek, Kenya’yı duruşmadan kaçmakla suçladı. Yakın geçmişte Kenya, UAD için bir Avukat ekibi meydana getirecekti. Ancak Covid-19 salgını Kenya’nın ekonomisini olumsuz etkileyerek, Avukat ekibini oluşturamadı. Şimdi Kenya, duruşmayı ertelemeye çalışıyor. Birde Kenya hazırladığı bir haritayı UAD’ye sunmak için zaman kazanma amacında” olduğunu belirtiyor.
Seçimlerin yapılamaması da Somali’deki istikrarsızlığı ve çatışmaları derinleştiriyor. Özellikle El-Shabab örgütünün komutanlarının idam cezasına çarptırılması, bir anlamda Kenya’ya pozitif sinyal biçiminde değerlendiriliyor. Aslında El-Shabab’ın ileri gelenlerine idam cezasını veren, Somali’nin kuzeyindeki yarı özerk Puntland eyaleti Mahkemesi Başkanı Albay Ali Shire’dir. Shire yakalanan El-Shabab komutanları Muhammed Hashi Mumin (Abu Dayib), Abdülkadir Ahmed Ummal (Ebu Abdullah), Muhammed Ali Avke (Jeri), Muhammed Abdullah Ayanle (Abbeyle) ve Kasım Jaylani El-Turabi’nin hükümet yetkililerini hedef alan saldırılar düzenlemekten suçlu bulunduklarını aktardı. İdam cezası verilenlerin itiraz etmek için 30 gün süreleri bulunuyor.
Somali Enformasyon Bakan Yardımcısı Abdirahman Yusuf El-Adala, 6 Mayıs 2021 günü Mogadişu’da yaptığı basın toplantısında “geçtiğimiz yıl kopmaya başlayan Somali-Kenya diplomatik ilişkilerinin düzeldiğini, iyi komşuluk çıkarlarına uygun bir şekilde Somali-Kenya dostane ilişkilerin yeniden kurulduğunu” beyan etti. El-Adala ayrıca “ilişkiler egemenlik ve toprak bütünlüğüne karşılıklı saygı, içişlerine karışmama, eşitlik, karşılıklı yarar ve barış içinde birlikte yaşama ilkelerine dayanıyor” dedi.
Somali ve Kenya arabuluculuğunu Katar Şeyhi Tamim bin Hamad El-Thani’nin atadığı Dr. Mutlaq bin Majid El-Kahtani olduğu belirtiliyor. El-Kahtani, Katar’ın Terörle Mücadele ve Anlaşmazlıkların Çözümünde Arabuluculuk Elçisi göreviyle biliniyor.
El-Kahtani 1 Mayıstan bu yana bölgede görüşmeler yapıyor. El-Kahtani, Kenya Cumhurbaşkanı Uhuru Kenyatta, Somali Başbakanı Muhammed Hüseyin Roble ve Somalili muhalefet gruplarının liderleriyle bir araya gelerek çalışmalarını tamamladı. Diğer taraftan El-Kahtani, Somaliland devlet merkezi Hargeisa’da Muse Bihi Abdi ile de bölgesel sorunlar hakkında görüştü.
Somali ve Kenya ilişkileri 15 Aralık 2020’de tamamen kopmuştu. Kenya Şubat 2019’da Mogadişi Büyükelçisi’ni geri çağırmış ve iki ülke arasında dâvâ UAD’nda 2014’ten beri görülüyor.
Yine iki ülke ilişkilerinin düzeltilmesinde mimar olarak, Katar öne çıkmıştır. Bir süredir Çin’in Afrika’ya olan ilgisi biliniyor. Şimdi de Katar’ın bölgeye yönelik ilgisi ortaya çıktı. Körfez ülkelerinin karbon kaynaklarına dayalı ekonomiden çıkış yolu aradıkları aşikâr. Dolayısıyla Afrika’daki istikrar, Katar’ın bölge ile yaptığı veya yapacağı ticaret için önem arz ediyor
.
Türkiye-Mısır görüşmeleri: Bir dönemin sonu mu?
Mısır’da 25 Ocak 2011 Arap Baharı/Uyanışı ile yönetim değişikliğine gidilmiştir. Ülke tarihinde ilk defa 2012’de demokratik, şeffaf, âdil nitelendirilebilecek seçimlerin yapıldığı değerlendiriliyor. Seçim sonuçlarına göre Müslüman Kardeşler üyesi Muhammed Mursi, Mısır’ın ilk sivil Cumhurbaşkanı olmuştur. Bununla birlikte Hürriyet ve Adalet Partisi’de iktidara gelmiştir.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinden Arap Baharı halk hareketleri devam ederken, Mısır’da 30 yıllık Hüsnü Mübarek’in devrilmesinin ardından seçimle işbaşına gelmiş Cumhurbaşkanı ve hükümet, bölge ülkelerinin dikkatini çekmiştir. Bölgenin özellikle Krallık, Emirlik ve Şeyhlik gibi idarî şekillerle yönetilen ülkeleri, Mısır’daki seçimleri ve iktidar değişikliğini, kendi rejimlerine tehdit algılamışlardır. S. Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn başta olmak üzere, Mısır’daki demokratik gelişmelerden endişe duymuşlardır.
Mısır’da hem Müslüman Kardeşler’in eksiklikleri ve hataları hem de bölge ülkelerinin desteğinin söz konusu olduğu 3 Temmuz darbesi gerçekleştirilmiştir. Türkiye, demokratik yollarla seçilmiş Cumhurbaşkanı ve hükümete yönelik darbeye en sert tepki veren ülkelerdendir. Birde darbe mağduru Müslüman Kardeşler’e desteğini belirtmiştir. Karşılıklı olarak iki ülke Büyükelçilerini geri çekmesi ile ilişkilerde sert söylemler yer almıştır.
Geçen 8 yılın ardından Türkiye ile Mısır arasında siyasî istişareler, Dışişleri Bakan Yardımcısı Büyükelçi Sedat Önal ile Mısır Dışişleri Bakan Yardımcısı Büyükelçi Hamdi Sanad Loza’nın başkanlıklarında 5-6 Mayıs 2021 tarihlerinde Kahire’de gerçekleştirilmiştir. Söz konusu istikşafi görüşmelerde, iki ülke arasındaki ilişkilerin ikili ve bölgesel bağlamda normalleştirilmesine yönelik atılması gereken adımlar üzerinde durulacağı belirtildi.
Türkiye ve Mısır 3 Temmuz darbesinden sonra birçok konuda karşı karşıya geldi. Bunlar Libya’da iki ülkenin farklı saflarda yer alması; darbenin hemen ardından Mısır’ın Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ve Yunanistan ile muhtelif anlaşmalar imzalaması; Mısır’ın Yunanistan, GKRY, İtalya, Ürdün, İsrail ve Filistin ile birlikte “Doğu Akdeniz Gaz Forumu” içinde yer alması aynı zamanda bu Foruma Fransa’nın üye ve ABD’nin de gözlemci üye statüsünde dâvet edilmesi; Mısır’ın diğer taraftan “Akdeniz’den Körfez’e Dostluk, Barış ve Refah İnşa Etmek” başlıklı “Dostluk Forumu”nda Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi ile birlikte bulunması (Yeni Asya, Doğu Akdeniz Gaz Forumu, 27.03.2021); Fransa ile savaş uçağı alımı anlaşması yapması vd. gelişmelerin Mısır’ın elini güçlendirdiğine yorumlanıyor.
Türkiye’nin ise hem Mısır hem İsrail’le sorunlar yaşaması, hem de Yunanistan ve GKRY ile geçmişten gelen problemlerinin olması dolayısıyla, Mısır’ın bölgede öne çıktığı muhtemeldir. Mısır’ın, Etiyopya’nın Nil nehri üzerine inşa etmekte olduğu Büyük Rönesans Barajı’nın meydana getireceği sorunlardan sebebiyle güneyinde de sorunlar yaşadığı biliniyor. Türkiye’nin bu konuda Etiyopya’nın yanında bir siyaset izlediği aktarılıyor. Mısır uzun süredir Sina Yarımadası’nda konuşlanan IŞİD örgütünün Sina kolu olan Ensar Beyt El-Makdis’in (Kudüs Partizanları) terörist saldırılarına karşı mücadele ediyor. Bu anlamda Mısır, terör konusunda tecrübeye sahip Türkiye’den taktik ve planlama hususlarında yardım da alabilir. Görüşmelerde iki ülke ekonomik ilişkilerinin geliştirilmesi konusu da gündemin kuvvetle muhtemel başlığıdır. Mısır’ın da Türkiye’nin Müslüman Kardeşler’e desteğini çekmesini istemesi ihtimaldir. Dolayısıyla Türkiye’de Müslüman Kardeşler’in faaliyetlerinde gözle görülür bir azalma olacağı beklentiler arasındadır. El-Sisi iktidardaki 8 yıl boyunca halkın refahını yükseltecek vaad ettiği ekonomik iyileşmeyi sağlayamadı. Yukarıda adı zikredilen ülkelerle de beraberliğinin, Mısır ekonomisine olumlu yansıması beklentilerin uzağında. Mısır’ın da bölgede eskisi gibi ticarî/ekonomik ilişkilerini sürdürebileceği Türkiye’ye ihtiyacı olduğu nettir.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da Arap Baharı dönemindeki siyasî atmosferin etkisinin büyük oranda kalmadığı belirtiliyor. Bugünlerde İran ve S. Arabistan arasındaki görüşmelerden bile yakınlaşma bekleniyor. Türkiye ve Mısır geçen 8 yıldaki ekonomik ve siyasî kayıplarını telâfi etmek durumundadırlar.
Sonuç olarak Prof. Dr. Hüseyin Bağcı Hocanın ifadesiyle (HaberTürk TV, Afşin Yurdakul’un Programı, 05.05.2021) “İki ülke arasındaki görüşmeler, 3 Temmuz darbesi ile başlayan 8 yıllık dönemin sonu olmalıdır. Her iki taraf ticarî açıdan kaybetmiştir. Artık dış politikada değerli yalnızlıktan değerli beraberliğe geçilmelidir.”
Korona ve Hindistan eyalet seçimleri
Özellikle son günlerde basından, Hindistan’daki artan Korona vak’alarını, sağlık sisteminin tıkandığını ve ölen kişilerin cesetlerinin krematoryumlarda yakıldığını takip ediyoruz. Yine aşı stoğunun miktarı ve aşılama hızının da istenilen düzeyde olmadığı bildiriliyor. Birde salgının artık Hindistan mutantından bahsediliyor. Salgının başlamasından bu yana geçen 1 yıllık sürede, seçmen, iktidarları salgınla mücadeledeki performansına göre değerlendiriyor.
Salgının ciddî boyutlarda olduğu Hindistan’da muhtelif eyaletlerde seçimler yapılmaya başlandı. Ülkenin Batı Bengal eyaletinde 2 Mayıs 2021’de yapılan seçimleri Başbakan Narendra Modi’nin Bharatiya Janata Partisi (Hindistan Halk Partisi –BJP-) kaybetti. Hatta Modi, dünyada salgından dolayı en fazla günlük vak’a ve ölümün gerçekleştiği Hindistan’da “salgını birinci önceliği yapmak yerine, seçimlere odaklandığı” gerekçesiyle eleştiriliyor. Bununla birlikte seçimlerde, salgına karşı tedbir alınmadığı da belirtiliyor. Birde Federal Seçim Komisyonu, sandık başına gelen büyük seçmen kalabalıklarına yönelik sosyal mesafe ve maske takma kurallarına uyulmadığı; ve mitinglere izin vermekle suçlanıyor.
Federal Seçim Komisyonu henüz eleştiriler hakkında herhangi bir beyanatta bulunmuş değil. Ancak Batı Bengal eyaleti seçim sonuçlarının bilgilerini kamuoyuyla paylaştı. Paylaşılan bilgilere göre, oy sayımı devam etmesine rağmen Mamata Banerjee’nin Trinamool Kongre Partisi (TKP), 294 sandalyeli eyalet meclisinde 200’den fazla sandalyeyi kazanarak, üçte iki çoğunluğu kazanmış durumda. Aynı zamanda Banerjee, Hindistan’ın tek kadın siyasî parti başkanı.
İktidardaki BJP de 26 Mayıs 2014’teki ülke genelindeki seçimleri kazanarak yönetime gelmişti. Ancak oy sayımı devam etse de BPJ, Batı Bengal’de yapılan seçimlerin kaybedeni konumunda. Modi ve BJP’nin yetkilileri, salgının meydana getirdiği sorunlara rağmen, sert bir seçim kampanyası yürüttükleri bildiriliyor. Aslında son günlerde Hindistan’da ağırlaşan salgının ve etkilerinin, iktidar partisi BJP’yi seçimlerde teste tabi tuttuğu değerlendiriliyor.
TKP lideri Banerjee, Modi için “seçim sürecinde bütün gücü elinde tuttuğunu ve kontrolün kendinde olduğunu göstermek için tek kişilik seçim kampanyası yaptığını” aktarıyor.
Tamul Nadu eyaletinde de seçimlerde seküler Dravidian İlerlemeci Federasyon (Dravidian Progressive Federation –DMK-) zaferini garantilemiş durumda.
Kerala eyaletinde ise, eyaleti yöneten mevcut sol çizgideki Hindistan Komünist Partisi (HKP) 62 sandalye kazanarak, en yakın rakibi Hindistan Ulusal Kongresi’ne 41 sandalye fark atmıştır. Kerala’da, Modi’nin BJP’sinin kurduğu ittifak sandalye kazanamamıştır.
Puducherry eyaletinde, Tüm Hindistan Namathu Rajiyam Kongresi (All India N.R. Congress –AINRC-), 30 sandalyeli eyalet Meclisi’nde 20 temsilci kazandı. BJP de 6 sandalye ile ikinci oldu.
Hindistan’da eyalet seçimleri geçtiğimiz Mart ayında başlasa da, salgının seyrine göre seçimler Nisan ve Mayıs aylarına sarkmıştır.
Hindistan gibi nüfusu yüksek, salgının hızla ilerlediği ve tedbirlerin yetersiz kaldığı bir ülkede, 1 yıllık salgın süreci devam ederken yapılan seçimlerde iktidardaki BJP’nin eyaletlerde zorlandığı görülmektedir. Bu dönemde Hindistan başta olmak üzere, devletler sağlık sektörüne hiç olmadığı kadar yatırım yapmanın yolunu aramalıdırlar. Elbette sağlık politikasının planlaması da önem arz ediyor. Hindistan’daki eyalet seçimleri, salgın politikasındaki yanlışlık ve eksikliklerin, iktidardaki BJP’yi yıprattığı ve seçimleri kaybettiğine yorumlanıyor. Artık Korona olumsuz etkilerini, sadece ekonomik, sosyal ve sağlık alanlarında değil, siyasette de gösteriyor.
.
24 Nisan mı, 1 Haziran mı?
Bendeniz de 27 Nisan’daki “24 Nisan Açıklaması” başlıklı köşe yazımda, “ABD Başkanı Joe Biden’ın, soykırım ifadesini yazılı olarak beyan etmesi”ne değinmeye çalıştım. Konuyla ilgili farklı kaynaklardan dikkatli okuma yapan değerli bir Ağabeyimiz, bana mail ile ulaşarak “basın ve yayınlarda tehcir meselesinde belirtilen tarihlerde yanlışlık veya farklı bir durum söz konusu olduğunu belirtti. Fakat ülkemizdeki genel geçer literatürde ağırlıkta 24 Nisan tarihi kullanılmaktadır.
Ermenilerce 24 Nisan tarihindeki ısrarda, dönemin Van Valisi’nin telg- rafı ile Hınçak ve Taşnak komitelerinin lider kadrosunun tutuklanması için çıkartılan emir önem arz ediyor.
“Ermeniler’in sözde soykırımın başlangıcı olarak kabul ettikleri 24 Nisan 1915 doğrudan Van’la ilgilidir. Henüz Ermeni tehciri söz konusu değilken, Van Valisi Cevdet Bey, 24 Nisan 1915’te Dahiliye Vekâleti’ne gönderdiği telgrafta, Van’daki Müslüman nüfusun, Ermeniler’e karşı korumasının artık mümkün olmadığını ve bunları batı illerine göç ettirmenin gerekliliğini ifade etmekte ve bunun için müsaade istemektedir. Yine aynı tarihlerde, müstakil ve muhtar bir Ermenistan teşkil edecekleri sabit olan Hınçak ve Taşnak komitelerinin ileri gelenlerinin tutuklanması için Dahiliye Vekâleti tarafından emir çıkartılmıştır. Ancak genel bir tehcir kararı henüz alınmamıştır (Hüseyin Çelik, 1915’te Van’da Ne Oldu? Yeni Türkiye Dergisi, Ermeni Meselesi Özel Sayısı Cilt 3, Sayı 62, Sayfa 2205-2216, Eylül-Aralık 2014).” Dolayısıyla 24 Nisan tarihi, tehcir kararından hemen önceki Van’daki gelişmelere ve Ermeni komitecilerin tutuklanma kararına atıf yapıyor denilebilir.
Değerli Ağabeyimizin dikkat çekmesi üzerine, Osmanlı arşivinde ulaştığım bir belgede konu hakkında süreç, tarih ve muhteva netleşmektedir.
Meclis-i Vükelâ Müzakeratına
Mahsus Zabıtname
(Bakanlar Kurulu Görüşmelerine Özel Zabıt)
Sıra No: 163
Tarih: Milâdî 29 Mayıs 1915
(Hicri 15 Recep 1333,
Rumî 16 Mayıs 1331).
Osmanlı Arşivleri Belge Tarihi:
H-15-07-1333, Yer Bilgisi: 198-24
Hülasa-i Me’ali,
Menatık-ı harbiye civarı mahallerde (harp bölgelerine yakın) sakin Ermenilerden bir bölümünün hudud-u Osmaniyyeyi a’da’yı devlete karşı muhafaza ile meşgul olan Orduy-u Hümayun’un harekâtını (devletin sınırlarını düşmana karşı koruyan Osmanlı ordusunun hareketini zorlaştırmakta) ta’sib ve erzak ve mühimmatı askeriye nakliyatını işkal ve düşmanla tevhid-i âmâl ve ef’al (ordunun mühimmat ve erzak naklini güçleştirmek) ve bilhassa sufuf-ı âdâya iltihak (düşmanla işbirliği yaparak) ve memleketin dahilinde kuvvayı askeriyeye (düşman saflarına katılarak) ve ahali-yi ma’sumeyi müsellahan taarruz (masum ahaliye silahlı saldırı) ve şuhur ve kasabat-ı Osmaniyyeye tasallut ve katl ve nehb-ü garete (Osmanlı kasaba ve şehirlerine musallat olup adam öldürmek ve yağmalamak) ve düşman kuvvayyı bahriyesine (düşmanın deniz kuvvetlerine) erzak tedarikiyle mevaki-i müstahkemeyi irâ’ye cüretleri (askerî bölgeleri düşman gösterdikleri suçlarını işledikleri gerçektir) bu gibi anasır-ı ihtilâliyyenin saha-yı harekâttan uzaklaştırılmasını ve usâta üssül harekat ve melce olan köylerin tahliyesini icab ederek bu babda bazı guna icraata başlanıldığı (ihtilâlcilerin harp alanından uzaklaştırılması ve asilere üs ve sığınak teşkil eden köylerin tahliyesi gerekmektedir) ve mine’l cümle (bu cümleden) Van, Bitlis, Erzurum vilayatıyla nefs-i Adana, nefs-i Sis, nefs-i Mersin müstesna olmak üzere Adana, Mersin, Kozan, Cebel-i Bereket livaları ve nefs-i Maraş müstesna olmak üzere, Maraş sancağı ve Halep vilayetinin merkez kazaları müstesna olmak üzere İskenderun, Belen, Cisr-i Şu’ur ve Antakya kazaları kurâ ve kasabatında sakin Ermenilerin vilayat-ı cenubiyyeye sevkine bi’l ibtidar (Ermenilerin güney vilayetlerine sevkine başlanması gerekmektedir) Van vilayetiyle hem hudud olan kısmı şimali müstesna (kuzey tarafı hariç) olmak üzere Musul vilayetine ve Zor sancağına ve nefs-i Urfa müstesna olmak üzere Urfa sancağının kısm-ı cenubiyyesine (güney kısmının) ve Halep vilayetinin şark ve şark-ı cenubi (kuzey) kısmına ve Suriye vilayetinin kısm-ı şarkisinde (doğu) ta’yin ve tahsis edilen mahallelere nakl (nakli) ve iskanına mübaşeret (başlanmış olup) ve devam edilmekte bulunduğu beyanıyla menfaati esasiyeyi devlete muvafık telakki edilen (devletin temel çıkarlarına uygun işlemlerin) bu cereyanın bir usul ve kaide-i muttarideye rabtı (bir kurala bağlanması) lüzumuna ve bu babda bazı ifadata dair (ifadelere dair) Dahiliye Nezareti’nin (İçişleri Bakanlığı) 13 Mayıs, sene 1331 tarihli ve 270 numrolu tezkiresi okundu.
Karar,
Fil hakika devletin muhafazayi mevcudiyet ve emniyeti uğrunda tevâli iden icraat ve ıslahat-ı fedakârisi üzerine (devletin güvenliği ve korunması için devam eden fedakar icraat ve ıslahat üzerine) icra-i su-i te’sire sebep olan bu kabil harekatı muzırranın icraat-ı müessire (yapılan ıslahatı olumsuz etkileyen bu çeşit hareketler) ile imha ve izalesi katiyen muktezi ve nezâret-i müşarün ileyhce bu emirde ibtidar (bu çeşit zararlı hareketlerin ortadan kaldırılması gereklidir) olunan icraattaki isabet ve bedihi olduğundan tezkire-i mezkûrede dermiyan kılındığı (bakanlık tarafından başlatılan icraatın gayet isabetli olduğu) üzere muharrer’ül esâmi kura ve kasabatda sakin Ermenilerden nakl-i icab edenlerin mahalli mürettebe-i iskaniyyelerine müreffehen sevk ve isalleriyle güzergahlarında temin-i istirahat ve muhafaza-yı can ve malları ve muvasalatlarında (şehir ve kasabalardaki Ermenilerin ismi belirtilen yerlere nakillerinin zarar görmeden yapılması ve yerleştirilecekleri yerlerden dinlenmelerinin sağlanması) keyfiyet-i iğvalariyle suret-i kat’iyede iskânlarına kadar Muhacirin Tahsisatından iaşeleri (yeni yerlerine yerleşinceye kadar iaşeleri Muhacirlere ait ödenekten karşılacaktır) ve ahkam-ı sabıka-yı mâliyye ve iksadiyeleri nisbetinde (geçmişteki ekonomik durumları göz önüne alınarak) kendilerinde emlâk ve arazi tevzii (tahsisi) ve içlerinden muhtaç olanlara taraf-ı hükümetten mesakin (mesken-ev) inşası ve zurra ve muhtecin-i erbab-ı san’ata tohumluk alat ve edavat tevzii (verilmesi) ve terk ettikleri memlekettede kalan emval ve eşyalarının veyahud kıymetlerinin kendilerine suver-i münasibe (uygun bir şekilde) ile iadesi ve tahliye edilen köylere muhacir ve aşa’ir iskâniyle emlâk ve arazinin kıymeti takdir edilerek kendilerine tevzii ve tahliye edilen şuhur (şehirler) ve kasabatda (kasabalarda) kain olup nakledilen ahaliye aid emval-i gayr-i menkulenin tahrir ve tespit cins ve kıymet ve miktarından (değer ve miktarı tesbit edilerek) sonra muhacirine tevzii ve muhacirinin ihtisas ve işgalleri haricinde kalacak zeytunluk, dutluk, bağ ve portakallıklarla, dükkân, han, fabrika ve depo gibi akaratın bi’l müzayede bey’ (açık arttırma ile satılarak) veyahud icarı ile bedelat-i baliğasının (kiraya verilerek) kendilerine i’ta (gelirin verilmesi) edilmek üzere ashabı namına emaneten mâl sandıklarına tevdi (konulması) ve muamelat ve icraat-ı mesrüdenin ifası zımnında vuku bulacak sarfiyatın Muhacirin Tahsisatından tesviyesi zımnında nezaret-i mişarün ileyhaca (yapılacak işlemlerin giderlerinin Muhacirlere ait ödenekten karşılanacağı) tanzim edilmiş olan talimatnamenin bi tamamiha tatbiki ahkamıyla (talimatın bakanlıkça tam olarak uygulanacağı) emvalı-i metrukenin (muhacirlerin mal varlıklarının) temini muhafaza ve idaresi muamelat-ı umumiyyeyi iskaniyyenin tesri ve tanzimi ve tetkik ve teftişi ve bu hususta talimatname ahkamı ve nezaret-i müşarün ileyadan ahz ve telakki edilecek evamir dairesinde mukarrerat ittihaz ve tatbiki ve tali komisyonlar teşkili ile maaşlı ve memur istihdamı vazife salahiyetlerine haiz olmak ve doğrudan doğruya Dahiliye Nezareti’ne merbut bulunmak ve bir reisi ile bir memuriyyini dahiliyeden ve diğeri memuriyyini mâliyeden intihab ve tayin edilecek iki a’zadan terekküb etmek üzere komisyonlar teşkil edilerek mahallelerde mezkur talimatnamenin valiler tarafından icray-ı ahkamı tensib edilmiş olduğunun cevaben nezaret-i müşarün ileyhaya tebliği ve devairi müte allikaya ma’lümat-ı i’tası tezekkür kılındığı (valiler tarafından uygun icraatın yapılacağı).
Yukarı tam metnini ele aldığımız 29 Mayıs 1915 tarihli Meclis-i Vükela Müzakeratına Mahsus Zabıtname’de, Ermenilerin tehcir sürecinin nasıl gerçekleşeceği belirtilmektedir.
Zabıtname’nin kanunlaşması ise, dönemin resmî gazetesi Takvim-i Vekayi da yayınlanarak oldu. Kanun, Takvim-i Vekayi’nin Miladi 1 Haziran 1915 tarihli (Hicri 18 Recep 1333, Rumi 19 Mayıs 1331) ve 2189 sayılı nüshasında yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.
Kanun, Takvim-i Vekayi’de şöyle geçmektedir:
Vakt-i seferde (savaş esnasında) icraat-ı hükümete (hükümetin icraatlarına) karşı gelenler için cihet-i askeriyece (askeriye yönüyle) ittihaz olunacak tedabir (alınacak tedbirler) hakkında kanun-u muvakkat (geçici kanun).
Madde-1: Vakt-i seferde ordu ve kolordu ve fırka (tümen) kumandanları ve bunların vekilleri ve müstakil mevki kumandanları ahali tarafından herhangi bir suretle evamir-i hükümete (hükümetin emirlerine) ve müdafaa-i memlekete (ülkenin savunmasına) ve muhafaza-i asayişe müteallik (ilişkin) icraat ve tertibata karşı muhalefet ve silahla tecavüz mukavemet görürlerse, derakap (hemen) kuvve-i askeriye (askeri güçler) ile en şiddetli surette te’dibat yapmağa (akıllarını başlarına getirmeye) ve tecavüz ve mukavemeti (direnmeyi) esasında imha etmeye (yok etmeye) mezun (görevli) ve mecburdurlar.
Madde-2: Ordu ve müstakil kolordu ve fırka kumandanları, icabet-i askeriyeye (askerliğin gerektirdiği kurallara) mebni (dayanarak) veya casusluk ve hıyanetlerini hissettikleri kura (köyler) ve kasabat (kasabalar) ahalisini münferiden (tek olarak) veya müctemian (toplu olarak) diğer mahallere sevk ve iskan ettirebilirler.
Madde-3: İşbu kanun tarih neşrinden mu’teberdir (İşbu kanun yayınlandığı tarihten itibaren geçerlidir).
Madde-4: İşbu kanun mer’iyet ahkâmına (yürürlük işlerini) baş kumandan vekilli memurdur (görevlidir).
Meclis-i Umumi’nin içtimaında (Meslisin genel toplantısında) kanuniyeti teklif olunmak üzere işbu lahiya kanuniyetin muvakkaten (geçici) en mev’kii mer’iyyete (yürürlük konumunu) vazını ve kavanini devlete (devletin kanunlarına) ilavesini irade eyledim.
14 Mayıs 1331 – 13 Recep 1333
Mehmed Reşad
Baş Kumandan Vekili ve Hariciye Nazırı
Sadrazam Enver Mehmed Said
“Tehcir Kanunu” olarak bilinen ve fakat Türk ordusu savaş alanında olduğu için cephe gerisinde oluşan isyan ve ayaklanmaları önleme amacıyla “Savaş zamanında hükümet uygulamalarına karşı gelenler için asker tarafından uygulanacak tedbirler hakkına geçici kanun” 29 Mayıs 1915 tarihinde Bakanlar Kurulu’nda kabul edilmiştir. Kanun, 1 Haziran 1915 günü dönemin Resmî Gazetesi Takvim-i Vekayi’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Dolayısıyla tehcir konusu 24 Nisan 1915 tarihine temellendirmek doğru olmayacaktır.
Konun hakkındaki tarih ve takvim karışıklığına dikkat çekerek, benim de arşiv araştırması yapmama ve Sizlerle paylaşmama vesile olan Değerli Ağabeyime teşekkürlerimi arz ediyorum.
.
24 Nisan açıklaması
Sözde soykırım iddialarının dayanak noktası ise, İttihat ve Terakki hükümetinin 24 Nisan 1915’te yayınladığı 3 maddelik “Geçici Tehcir Yasası”dır.
Çıkartılan Yasa’da “Ermeni” sözcüğü de geçmemektedir. Yasa’nın 1. Maddesi: “(Ordu) halk tarafından herhangi bir suretle hükümetin emirlerine ve memleketin savunmasını ve güvenliğini korumaya ilişkin uygulamalara karşı koyma, silâhla saldırı ve mukavemet görürse hemen askerî kuvvet ile şiddetli bir biçimde cezalandırmaya ve saldırıyı yok etmeye yetkili ve mecburdur.” 2. Madde: “(Ordu) askerî kurallara aykırı veya casusluk ihanetlerini hissettikleri köy ve kasabalar halkını ayrı ayrı veya topluca başka yerlere gönderebilir ve yerleştirebilir.” 3. Madde: “Bu kanun yayın tarihinden itibaren geçerlidir. (Türk Dış Politikası, Ed. Baskın Oran, C. 1, S. 102-103, İletişim Y.)”
Osmanlı Meclis-i Mebusanı 1 Mart 1915’te kapatıldığı için, Geçici Tehcir Yasası’nın İttihat ve Terakki’nin ileri gelenleri tarafından çıkartıldığı belirtiliyor. Bununla birlikte Yasa’nın çıkartıldığı dönemde 22 Aralık 1914 – 6 Ocak 1915 tarihlerinde Sarıkamış’ta Osmanlı askerlerinin soğuktan öldüğü, 1915’te muhtelif Ermeni ayaklanmalarının yaşandığı ve Mart 1915’te Çanakkale Savaşı’nın gerçekleştiği zaman dilimidir.
Günümüzde diaspora başta olmak üzere, Ermeni tarafının sözde soykırım iddiaları, tehcir esnasında hastalıktan veya tehcir kafilesine yönelik saldırılarda vefat edenler hakkındadır. Yani Osmanlı unsurları tarafından Ermeniler’e yönelik herhangi bir soykırım söz konusu değildir. Hatta Osmanlı Devleti, tehcir için tedbirleri de almıştır. Osmanlı’nın son döneminde, Ermeniler’in Rusya, İngiltere, Fransa, ABD vd. Batılı devletlerin etkisinde hareket ettikleri de bilinmektedir. Osmanlı ordusu cephede savaşırken, Batılı devletlerle hareket eden Ermeniler ülkenin iç kısımlarında isyan ve yağma olayları başlattıkları tarihî vesikalarda geçmektedir.
Cumhuriyet döneminde de, Ermeniler’in Türk diplomatik temsilcilerine ölümle sonuçlanan (ASALA) suikastleri ve sözde soykırım iddiaları devam etti. Özellikle sözde soykırım söyleminin, ABD ve Batılı ülkelerde, Ermeni diasporasının ekonomik ve siyasî çıkarları için de kullanıldığı vurgulanıyor. “Ermeniler, sözde soykırımı 10 Eylül 1984’te ABD Temsilciler Meclisi’nde 9 üyenin tasarı lehine konuşma yapmasıyla gündeme getirdiler. 24 Nisan’ın “İnsanın İnsana Hunharlık Günü” olarak kabul edilmesini isteyen bu tasarı Temsilciler Meclisi’nde sözlü oy kullanma yöntemiyle kabul edildi” (Türk Dış Politikası, Ed. Baskın Oran, C. 2, S. 62, İletişim Y.).
Bu tarihten itibaren Türkiye, Ermeniler’in sözde soykırımı ABD eyaletlerinde ve diğer ülke parlamentolarında kabul ettirme girişimlerine karşı mücadele etmeye başladı.
Sözde soykırım iddiasında son gelişme ise, ABD Başkanı Joe Biden’ın 24 Nisan 2021’de “24 Nisan 1915 olaylarının yıl dönümüyle ilgili yaptığı yazılı açıklamada yaşananları soykırım” olarak tanımladı. Biden açıklamasında Ermenice “Büyük Felâket” anlamına gelen “Meds Yeghem” ifadesini de kullandı. Açıklamasının ardından Biden’a, Cumhurbaşkanı başta olmak üzere üst düzey Türk yetkililerden ve siyasilerden tepki gecikmedi.
Gelişmeler karşısında Prof. Dr. Çağrı Erhan, Twitter hesabından Biden böylece, “Türk milletine tarihin en büyük iftiralarından birini atarak sözde “soykırım” yalanını tanıdığını açıkladı. Birde Biden Türk-Amerikan ilişkilerine en büyük darbeyi vuran ABD Başkanı olarak tarihe geçti. Ermenileri 1890’larda kışkırtan zaten bizatihi Amerikan misyonerleri değil miydi? Bunların tarihten ders alacakları yok! ABD, Ocak 1975’te Türkiye’ye ambargo kararı aldığında, Türkiye Savunma ve İşbirliği Anlaşması’nı (SEİA) fesh etti. İncirlik ve bütün üsler kapandı. ABD hemen yeni bir anlaşma (SEİA) için teşebbüse geçti. Biden (açıklamadan 1 gün önce) ‘soykırım’ derse verilmesi gereken tek karşılık SEİA’nın askıya alınmasıdır.” Elbette Çağrı Erhan’ın tavsiyesi dikkate değer niteliktedir.
Merhum Süleyman Demirel Başbakanlığındaki hükümet, Bakanlar Kurulu kararıyla 25 Temmuz 1975’te SEİA’yı tek taraflı olarak feshetti. Bununla birlikte SEİA, ancak 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, 18 Kasım 1980’de Bakanlar Kurulu kararıyla onaylanarak 1 Şubat 1981’de de Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.
Seçim sath-ı mahallindeki Ermenistan’da Haziran 2021’de sandık başına gidilecek. Biden’ın 24 Nisan’daki açıklaması hem Ermenistan’daki bazı grupları konsolide ettiği hem de Ermeni diasporasını cesaretlendirdiği de yorumlanmaktadır. Türkiye’nin 2005 yılında Ermenilere önerdiği ortak tarih komisyonu tekrar gündeme getirilmelidir. ABD’ye karşı Kızılderili soykırımı masaya konulabilir. Ancak ABD’nin, ambargoyu bile göze alan Türkiye’nin 1975’teki davranışını unutmaması gerekir.
.
Ukrayna-Rusya ilişkileri
Ukrayna da, Parlamentosu’nda 24 Ağustos 1991’de alınan karar ve sonrasında yapılan referandumla bağımsızlığını duyurdu. Böylece Ukrayna bir anlamda kısmen Rus etkisinden çıkmıştır.
Rus yanlısı Leonid Kuçma, 1994 ve 1999’daki başkanlık seçimlerini kazanarak Ukrayna’yı yönetmiştir. Ülkedeki Batı taraftarlarının da sesine kulak veren Kuçma, Batı’yla ilişkileri de geliştirmeye yönelmiştir. Ancak 28-29 Haziran 2004’te İstanbul’da gerçekleştirilen NATO zirvesi öncesinde; Rusya ile ilişkilerin geliştirildiği, Ukrayna’nın NATO ve AB’ye üyelik hedeflerinden uzaklaşarak Rusya’ya ağırlık vereceği açıklanmıştır. Kuçma’nın, Rus yanlısı tutumu, ülkedeki batı taraftarlarını harekete geçirmiştir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapıldığı 21 Kasım 2004’ten Ocak 2005’e kadar gerçekleşen siyasi olaylar Turuncu Devrim olarak adlandırılmıştır.
Seçimler ve Turuncu Devrim ile birlikte, Viktor Yuşçenko 23 Ocak 2005’te Cumhurbaşkanlığı görevine başlamıştı. Seçimler sonucunda halkın Batı’yla ilişkilerinin geliştirilmesi talebinin görmezden gelinemeyeceği anlaşılmıştı. NATO ve AB’ye üyelik ve işbirliği tartışmaları başlamıştır. Ukrayna’nın, Rus etkisinden, Batı’ya kayması Moskova’yı rahatsız etmiştir. Özellikle Kırım gibi jeostratejik bir bölgeye sahip olan Ukrayna’ya, Rusya’nın ilgisi daha da artmıştır.
Rusya, 2006’da Gazprom Şirketi üzerinden Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin doğal gaz ihtiyacının yüzde 51’ini karşılamaktadır. Ancak Gazprom 1000 m³’lük doğal gaz fiyatını 50 dolardan 230 dolara yükseltmiştir. Birde 2009’da Rusya, Ukrayna’ya sattığı doğal gaz fiyatını arttırmış ve Ukrayna da Avrupa’ya doğal gaz sevkiyatı yapan boru hatlarının 4 tane vanasını kapatmıştır. AB hem Ukrayna’ya hem de Rusya’ya tepki göstermiştir. Rusya, Ukrayna’yı doğal gaz çalmakla suçlarken, Avrupa’nın da Rus doğal gazına bağımlılığı ortaya çıkmıştır. Aslında her iki olay da ekonomik değil, siyasî amaçlıdır. Avrupa’nın ise alternatif yeni doğal gaz kaynakları aramasına ve bu doğal gazın Türkiye gibi köprü vazifesi gören bir ülke üzerinden boru hatlarıyla getirilmesi seçeneği gündem olmuştu. Böylelikle NABUCCO Projesi önem arz etmektedir.
Litvanya’nın başşehri Vilnus’ta 29 Kasım 2013’teki AB Doğu Ortaklığı Zirvesi’nde, Ukrayna, AB ile Serbest Ticaret Anlaşması imzalayacaktı. Ancak Zirve’ye günler kala Ukrayna tarafından AB ile Anlaşma’nın imzalanmayacağı ve Rusya’yla işbirliğine gidileceğini belirtildi. Rusya ve Ukrayna arasında 15 milyar dolarlık bir kredi ve doğal gaz fiyatlarında 3’te 1 oranında indirim sağlayan Anlaşma imzalandı. Devamında Ukrayna, Batı yanlıların geniş kitlesel gösterilerine sahne oldu.
Ukrayna ve Rusya arasındaki en ihtilâflı konu Kırım’dır. Kırım, kendisi de Ukraynalı olan SSCB Başkanı Nikita Kuruşçev döneminde 1954’te Ukrayna’ya bağlanmıştır. Ukrayna’nın özerk bölgesi Kırım’da, halkın yüzde 58’i Rus olup, yüzde 77’sinin de Rusça konuşması, Ruslar tarafından Kırım’ın Ukrayna’dan ayıran özellik şeklinde gösteriliyor. Kırım, Sovyetler’den beri Rus donanması için hayatî öneme sahip. Kırım’da artan Batı yanlısı gösteriler de Rusya’yı tedirgin eden diğer bir faktör. Rusya, Kırım’ı kendisine bağlamak için 16 Mart 2014’te referanduma gitti. Kırım’daki tartışmalı referandumda yüzde 95 oranıyla Rusya’ya katılımın kabul edildiği duyuruldu. Tatarlar, referandumu boykot ederken, Kanada Başbakanı Stephen Joseph Harper de referandumu “gayrî meşrû” ilan etmişti. Diğer taraftan 1994 Budapeşte Momerandumu ile ABD, İngiltere ve Rusya, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü taahhüt etmişlerdir. Kırım’daki referandum ile dengeler değişmiş oldu.
Adını basından sıkça duyduğumuz Donbas bölgesi, kömür ve zengin maden yataklarından dolayı önem arz ediyor. Donbas, Nisan 2014’te Rus yanlısı ayrılıkçıların eline geçmeden önce, Ukrayna’nın GSMH’nın yüzde 20’sini teşkil ediyordu. 16 Mart 2014 Referandumu sonrasında ayrılıkçılar, 6 Nisan 2014’te Ukrayna ordusuyla çatışmaya başladılar. Çatışmalar sonrasında Donetsk Halk Cumhuriyeti (DNR) ve Lugansk Halk Cumhuriyeti (LNR) adında iki ayrı devlet kuruldu. Ancak bu devletler hiçbir uluslararası aktör tarafından tanınmıyor.
Kırım’da taraflar arasında ateşkesi sağlamak için, Belarus’un başşehri Minks’te “Minsk Protokolü” adıyla 5 Eylül 2014’te AGİT temsilcilerinin himayesinde bir anlaşma imzalandı. Anlaşma’nın tarafları Ukrayna, Rusya, Donetsk Halk Cumhuriyeti, Lugansk Halk Cumhuriyeti ve AGİT olarak sıralandı. “Minsk Protokolü”, Donbas’taki savaşı durduramamış ve 12 Şubat 2015’te “Minsk II” isimli yeni bir Anlaşma daha kabul edilmiştir. Ancak “Minsk II” de bekleneni verememiştir. Buna ek olarak Ukrayna, Rusya ve AGİT’ten meydana gelen “Üçlü Temas Grubu” 27 Temmuz 2020’de toplanmış ve kapsalı ateşkes kararı almıştı. Fakat ateşkes bir türlü sağlanamamış ve BM verilerine göre 2014’ten bu yana 13 binden fazla asker ve sivil ölmüştür.
Aslında Ukrayna ve Rusya arasında yaşanan sorunların temelinde, Rusya’nın 1993’te ilân ettiği “Yakın Çevre Doktrini” ile Ukrayna’nın, Rus hayat sahası içerisinde tanımlanmasıdır. Yine Rus hayat sahası olarak ifade edilen bölgelerde, Rusya’nın onayı olmadan herhangi bir angajmanın ciddî yaptırımlarla karşılaşabileceği belirtilmiştir.
Ukrayna-Rusya ilişkileri nereye gidiyor?
Konu, özellikle son 1 aydır uluslar arası gündemde yer alıyor. Bunun en büyük sebebi de Ukrayna’nın doğusundaki Donbas’ta, Rus yanlısı ayrılıkçılar ile Ukrayna ordusu arasında 7 yıldır aralıklarla devam çatışmalardan kaynaklanıyor.
Bölgede fay hatlarını harekete geçiren gelişme ise, Donbas bölgesinin Donetsk şehrine bağlı Şumi kasabasında 26 Mart 2021’de Rus keskin nişancılarının açtıkları ateşle 4 Ukrayna askerinin öldürülmesidir. Sonra Rusya’nın 1 Nisan’da, Ukrayna-Rusya-AGİT Üçlü Minsk Grubu’nun 16 Haziran 2015’te aldıkları ateşkes kararını bozması haberleri kaydedildi. Hal-i hazırda Üçlü Minsk Grubu’nun ateşkes kararına, zaman zaman NATO ve AB üyelik başvurusu konuşulan Ukrayna’nın daha çok riayet ettiği belirtiliyor. Daha sonra Rusya yetkililerden gelen açıklamalar bölgede tansiyonu daha da arttırdı. Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov “NATO’ya karşı sınırlarımızı koruyoruz, endişelenmeye gerek yok” dedi. Akabinde Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov da “Ukrayna’nın doğusunda (Donbas) yeni bir savaş Ukrayna için yıkıcı olur” ifadesiyle sert bir mesaj verdi. Açıklamalardan anlaşılacağı üzere Rusya, Ukrayna’da NATO veya AB yanlısı bir yönetim bölge bu kuruluşların etkisini arttırmasını istemiyor. Dolayısıyla NATO karşıtlığı verilen beyanatta vurgulanıyor.
Rusya’nın, tatbikat yapacağını ileri sürerek Donbas bölgesine ve Ukrayna sınırına bir süredir asker sevkiyatı yaptığı basında yer almıştı. Bunu Ukrayna Genel Kurmay Başkanı Ruslan Homçak da 30 Mart 2021’de Parlamento’daki konuşmasında teyit etti. Ancak Ukrayna Ocak 2021’de “Beyaz Kitap 2021”i yayınlayarak Rusya’nın tehdit ve iddialarına bir şekilde cevap vermiş oluyordu. Beyaz Kitap 2021’de “Ukrayna’nın toprak bütünlüğü ve egemenliği için muhtemel tehdit unsurlarını” belirten devlet raporudur.
Yine Ukrayna İstihbaratı da, Rusya’yı güvenlik açısından birinci tehdit olarak algılıyor. Rusya’nın tatbikat ve asker sevkiyatı, bu algıyı doğrular nitelikte.
Donbas bölgesinin hareketlenmesinde ve ateşkesin sona ermesinde, Ukrayna Deniz Kuuvetleri Komutanı Oleksiy Neyijpapa’nın 6 Temmuz 2020’de yaptığı açıklamada “Ukrayna askerî unsurlarının, Rusya’nın Kırım’dan Herson bölgesine saldırması ihtimaline karşı hazırlıklı olduğunu ve Rusya’nın yeni bir saldırı gerçekleştirme ihtimalinin bulunduğunu” vurgulaması da etkili olmuştur. Ateşkesin sonlandırılmasında diğer bir sebep olarak Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski’nin 26 Mart 2021’de “Kırım Yarımadası’nı işgalden kurtarma” stratejisini imzalaması gösteriliyor. Stratejinin asıl adı ise, Ukrayna Millî Güvenlik ve Savunma Konseyi’nin 11 Mart 2021’de “Kırım Özer Cumhuriyeti ve Sivastopol Şehri Geçici Olarak İşgal Altındaki Bölgenin Kapatma ve Yeniden Entegrasyon Stratejisine Dair” kararnamedir. Neyijpapa’nın açıklamaları ve imzalanan Kırım Stratejisi, Ukrayna’nın yaklaşan Rus tehdidine karşı aldığı tedbirler şeklinde değerlendiriliyor.
Ermenistan’ın 27 Eylül 2020’de Azerbaycan unsurlarına saldırmasıyla başlayan Karabağ savaşı 44 gün sürmüş ve Azerbaycan 28 yıl önce kaybettiği toprakları geri almıştı. Savaşta Azerbaycan’ın üstünlük göstermesinde, Türkiye’den aldığı SİHA’ların etkisinin büyük olduğu belirtiliyor. Her ne kadar Rusya, savaş sürecine müdahalede bulunmasa da, 1993’teki savaşta Ermenistan’ı desteklediği biliniyor. Son yapılan savaşta Azerbaycan’ın galibiyeti, Rus tarafında bazı askerî ve siyasî konuları yeniden değerlendirmeye tabi tutulduğuna yorumlanıyor. Ukrayna, Karabağ savaşındaki gibi olası bir savaşta SİHA’ları kullanabilir. Ermenistan’ın arkasındaki güç Rusya ise, Karabağ yenilgisini, Donbas’ta kazanacağı bir savaşla telâfi edebilir şeklinde değerlendiriliyor.
Ukrayna’nın destek aradığı aktörlerden biri de Kırım Platformu’dur. Kırım Platformu, Ukrayna’nın, Kırım’ın işgaline yönelik uluslararası tepkinin faaliyetini arttırmak, artan güvenlik tehditlerine karşı koymak, Rusya’ya uygulanan uluslar arası baskıyı arttırmak, işgal rejiminin mağdurlarını korumak, insan haklarının daha fazla ihlal edilmesini önlemek ve Kırım’ın işgalden kurtarılmasını sağlamak amacıyla başlattığı yeni bir danışma ve koordinasyon formatıdır. Platformun açılış zirvesi ise 23 Ağustos 2021’de yapılacak. Ancak artan Rus tehdidi, Ukrayna Dışişleri Bakanı Dmitri Kulebala’yı erken harekete geçirmiş ve 19 Nisan 2021’de AB üye ülkeleri dışişleri bakanları gayri resmî toplantısına katılarak destek aramıştır. AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell ve AB Konseyi Başkanı Charles Michel, Kırım Platformu açılış zirvesine katılacaklarını bildirerek, Ukrayna’ya verdikleri desteği gösterdiler. Ayrıca Michel, “Kırım’ın yasa dışı ilhak girişimine dikkat çekmek ve Ukrayna’ya daha geniş desteğimizi ifade etmek için önemli bir fırsat olacaktır” ifadelerini kullandı. ABD de daha önce Platforma desteğini belirtmişti. Türkiye ise, Kırım’ın ilhakına baştan beri karşı.
Ukrayna 2019 yılında NATO ve AB üyeliği hedefinin bir ulusal hedef olduğu hükmünü Anayasa’ya koymuştu. Dolayısıyla bu Anayasal hedef, Rusya’yı rahatsız ediyor. Ukrayna, NATO’dan 13 Haziran 2020’de “Genişletilmiş Fırsatlar Ortaklığı” statüsünü aldı. Ukrayna, arkasına NATO, AB, ABD, BM gibi aktörlerin desteğini almış görünü- yor. Kırım meselesi giderek uluslar arasılaşıyor. Böylece Ukrayna’nın, Rusya’yı anlaşmaya zorlaması ihtimaller arasında.
NATO bünyesinde 2004’te kurulan “Çok Yüksek Hazırlık Seviyeli Müşterek Görev Kuvveti”, NATO’nun mızrak ucu olarak nitelendirili- yor. Bu yeni Görev Kuvveti, Ukrayna krizinde Rusya’ya karşı caydırıcı bir kuvvet olarak hayata geçirildi. 2019’da Almanya, 2020’de Polonya’nın öncülük ettiği Görev Kuvveti komutası 1 Ocak 2021’den itibaren yıl sonuna kadar Türkiye’de bulunuyor. Türkiye’nin de NATO’daki konumu ile Ukrayna ve Rusya arasında rol üstlenerek, Donbas ve Kırım sorununun çözümüne daha fazla katkıda bulunması kuvvetle muhtemeldir.
.
ABD’nin, Afganistan’dan çekilme kararı
ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın 15 Nisan 2021’de Afganistan ziyareti önemli. Blinken, Afganistan Devlet Başkanı Eşref Ghani’yi ziyaretinde, Başkan Joe Biden’ın, Afganistan’daki ABD birliklerini 11 Eylül 2001 tarihli terör olaylarının 20. yıl dönümü olan 11 Eylül 2021’e kadar geri çekeceklerinin mesajını iletti. Ayrıca Blinken “ABD-Afganistan ortaklığı değişiyor. Ancak ortaklık sürüyor” diyerek, Afganistan’daki yerel unsurlara göndermede bulundu. Biden’ın ise, birliklerin geri çekilme kararının, ABD’nin en uzun süren savaşını sona erdirme niyetinde olduğuna işaret ediliyor.
Alman haber kanalı Deutsche Welle (DW)’ye göre, Rusya Dışişleri Bakanlığı, ABD’nin geri çekilme stratejisinin Taliban ile yapılan bir anlaşmayı ihlâl ettiğini bildiriyor. ABD’nin daha önce Katar’ın başşehri Doha’da 1 Şubat 2020’de, Taliban ile yaptığı anlaşma uyarınca Afganistan’daki bütün askerî birliklerini 1 Mayıs’a kadar çekmeyi öngör-müştü. Rus yetkililer, geri çekilmenin 11 Eylül’e uzatılmasının, bölgedeki şiddeti arttırabileceğine dikkat çekiyor. Dolayısıyla Afganistan iç müzakerelerini başlatma sürecinin aksayabileceği kaydediliyor.
Taliban Sözcüsü Zabihullah Mücahid de Twitter hesabından “Afganistan İslâm Emirliği, Doha Anlaşması’nda belirtilen tarihte bütün yabancı kuvvetlerin geri çekilmesini istiyor” ifadesini paylaştı. Anlaşma’nın ihlâl edilmesi ve yabancı güçlerin belirtilen tarihte ülkeden çıkış yapmaması halinde, sorunların derinleşerek artacağı ve Anlaşma’ya uymayanların sorumlu tutulacağı aktarılıyor. Afganistan hükümetinden bazı isimlerin de konuya yönelik eleştirilerde yaptıkları basına yansıyor.
Biden da geri çekilme kararını “ABD tarihinin en uzun savaşında, askerlerimizin eve dönme zamanı geldi. Geri çekilme için ideal şartları oluşturma umuduyla, farklı bir sonuç bekleyerek Afganistan’daki askerî varlığımızı sürdürme döngüsünü devam ettiremeyiz. Şu anda Afganistan’daki ABD kuvvetlerinin varlığına şahitlik eden dördüncü ABD Başkanıyım. Bu sorumluluğu benden sonraki Başkana devretmeyeceğim” şeklinde savunuyor.
BM’nin raporlarında 2021 yılının ilk üç ayında Afganistan’da yaklaşık 1800 sivilin yaralandığı ve öldürüldüğü belirtiliyor. Tabi ki bunlar resmî istatistiklere kaydedilenler. BM, sivil kayıpların yüzde 43.5’inin Taliban militanlarından kaynaklandığını ve kayıplara başta İslâm Devleti örgütü ile diğer grupların da sebep olduğunu aktarıyor. Elbette çekilme kararı tartışmalarına, ilerleyen süreçte Afganistan’daki farklı grupların da katılacağı yorumlanıyor.
Başkan George W. Bush ve evanjelik öğretilere sahip bazı kişilerce başlatılan Afganistan işgalinin sonuçsuz kaldığı, geride kan ve göz yaşı bıraktığı bir gerçektir. Geri çekilme kararı hakkında, ABD’nin Ortadoğu’daki bir çok askerî üslerinin varlığını devam ettirmesine rağmen, 2001’de ilân edilen Büyük Ortadoğu Projesi’ni Afganistan’da finanse edemeyecek duruma geldiği değerlendiriliyor.
ABD’nin 11 Eylül 2001 terör olayları ile başlayan Afganistan’daki misyonun, bugün gelinen noktada amacına ulaşmadığı anlaşılıyor. ABD’nin de ekonomik problemler ve Covid-19 salgınının getirdiği sosyo-ekonomik sorunlarla başa çıkabilmek için, Afganistan gibi 20 yılda kendilerince istenilen sonucun elde edilememesi ve maliyeti yüksek bir sahadan geri çekilme kararının alınmasında etkili olduğu muhtemeldir.
.
Ürdün’de Prens Hamza’nın sonuçsuz girişimi
Gelir Vergisi Yasası ile yıllık geliri 8 bin Dinar olan herkes daha fazla vergi ödeyecek. Uzun bir süredir yüksek işsizlik, yoksulluk, enflasyon, gelir dağılımı adaletsizliği, Filistinli ve Suriyeli mülteciler, sağlık ve eğitim sektörlerindeki yüksek vergiler, yolsuzluk vb. ile mücadele eden Ürdün halkı, protestolarıyla hükümetin 05 Haziran 2018 Salı günü istifasını sunmasına yol açtı. Elbette hükümetin istifası protestoların gücünü gösteriyor. Ancak hükümetin hızlı istifa kararı vermesinde Kral Abdullah’ın da halkın tarafında yer alması gösteriliyor. Bu anlamda Kral’ın protesto gösterilerinden çekindiği de değerlendirmeler arasında. (Yeni Asya, 08.06.2018, Ürdün’de Kartopu Etkisi mi?)
Ürdün’de hükümet değişmiş olsa da toplumsal kesimlerin hoşnutsuzluğu devam ediyor. Birde Covid-19 salgını, mevcut sosyo-ekonomik sorunları daha da derinleştirmiş durumda.
Ürdün’de 3 Nisan 2021’de, eski Veliaht Prens Hamza’nın gözaltında tutulduğu haberleri basına yansıdı. Kral Abdullah, 1999’da babası Kral Hüseyin’in ölümü üzerine tahta çıkmıştı. Yeni Kral, Veliaht olarak Prens Hamza’yı tayin etmişti. Ancak Kral, 2004’te kardeşi Prens Hamza’nın Veliahtlığına son vererek, yerine kendi oğlu Prens Hüseyin’i Veliaht ilân etmişti. Kraliyet ailesi içindeki anlaşmazlık, Prens Hamza’nın ülkenin istikrarı ve güvenliğine tehditle suçlandığı 3 Nisan Cumartesi günü, ikamet ettiği sarayda gözaltında tutulduğu haberi ile bir krize dönüştü. Prens Hamza’ya ev hapsinde tutulacağı bilgisi, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yusuf Huneiti tarafından verildiği belirtiliyor.
Prens Hamza ve Huneiti arasındaki görüşmenin ses kayıt cihazı ile kayıt altına alınarak, ses kaydının dışarıya sızdırılması olayı daha da tırmandırdığı bildiriliyor. Ses kaydının sızdırılmasının ardından üst düzey eski yetkili 18 kişinin daha gözaltına alındığı bilgisi geldi. Gelişmeler üzerine hükümet 4 Nisan Pazar günü “Prens Hamza ve diğerlerinin, yabancı desteğiyle Ürdün’ün güvenliğine karşı kötü niyetli bir komploya karıştıkları” açıklamasını yaptı. Tutuklananlar arasında El-Majali kabilesinden Yasser El-Majali ve Samir El-Majali de bulunuyor. Tutuklamanın hemen ardından El-Majali Kabilesi “kabilelerinin onurunun aşağılandığı kara bir gün” şeklinde sert bir açıklama yaptı. Kabile ileri gelenleri, haklarındaki “Ürdün’e karşı komplo düzenledikleri” iddialarını yalanladılar. Bununla birlikte El-Majali kabilesi, Ürdün’de monarşinin tarihsel olarak dayandığı güçlü kabilelerden biri olduğu aktarılıyor.
Kral Abdullah, 7 Nisan Çarşamba günü Kraliyet ailesi içindeki anlaşmazlığa ilk kez değinerek “fitne gömüldü. Son birkaç günlük meydan okuma, ulusumuzun istikrarı için en zor ya da en tehlikelisi değildi. Ama acı vericiydi. Çünkü isyana taraf olanlar kendi evimizden geliyordu” diyerek tepkisini gösterdi. Ardından Kral’a ABD, Suudi Arabistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, İran, Lübnan, Kuveyt, Körfez İşbirliği Konseyi, Irak, Katar, Yemen, Filistin, Türkiye, İngiltere ve Fas başta olmak üzere muhtelif ülke ve uluslar arası kuruluşlardan destek mesajları geldi.
Ürdün Kraliyet Mahkemesi, 5 Nisan Pazartesi günü Prens Hamza’nın mektubunu yayınladı. Mektupta Prens Hamza “Kendimi majesteleri Kral’a teslim ediyorum. Ürdün Haşimi Krallığı’nın Anayasası’na bağlı kalacağım ve majestelerine her zaman yardım ve destek olacağım. Anavatanın çıkarları her düşüncenin üzerinde kalmalı. Hepimiz Ürdün’ü ve ulusal çıkarlarını koruma çabalarında Kral’ın arkasında durmalıyız” cümlelerini kaydetti. Kraliyet Mahkemesi’nden yapılan açıklamaya göre, Prens Hamza, amcası Prens Hasan ve diğer Prenslerle görüştükten sonra mektubu imzaladığını bildiriyor. Kral Abdullah ile Prens Hamza 3 Nisan’dan sonra ilk defa, 11 Nisan Pazar günü Kraliyet mezarlarını ziyaretlerinde beraber görüntülendiler.
Uluslar arası uzmanlardan Tuqa Nusairat ise “Prens Hamza ile olan anlaşmazlık, Ürdün’ün artık kendi ülkesindeki ekonomik ve siyasî sorunları ele almadan, Batı için bölgesel anlaşmazlıklarda arabulucu rolünü oynayamayacağını gösteriyor” şeklinde yorumluyor. Ürdün’de uzun süredir devam eden sosyo-ekonomik ve siyasî sorunlar çözümlendikçe, Kraliyet içinde iktidar mücadelelerinin yaşanabileceği ihtimal dahilindedir.
..
Süveyş Kanalı
Ever Given’ın, Kanal’ı geçişlere kapatması ile dünya ticaretinde milyonlarca dolarlık zarardan bahsediliyor. Ever Given olayıyla, Süveyş Kanalı’nın dünya ticareti için jeo-stratejik ve jeo-ekonomik özelliğini koruduğu bir kez daha anlaşılıyor.
Kanal, kuzeyde Akdeniz’deki Port Said şehrinden, güneyde Kızıldeniz’deki Süveyş Körfezi’ndeki Tevfik Limanı’na kadar uzanan insan yapımı su yoludur. Akdeniz ve Kızıldeniz’i birbirine bağlayan Kanal, Asya ile Avrupa arasındaki en kısa deniz yoludur. Dolayısıyla Atlantik Okyanus’u ile Hint Okyanus’u arasındaki en hızlı geçiş güzergâhıdır. Ahram Stratejik Araştırmalar Merkezi’ne göre Kanal, deniz seviyesinde olup, yaklaşık 13 ile 15 saatlik normal geçiş süresiyle dünyanın kilitsiz en uzun su yoludur. Kanal, Mısır’a yılda 5 milyar dolarlık gelir sağlıyor. Kanal’dan 2020 yılında, günlük ortalama 51.5 ile toplamda 18.500’den fazla gemi geçiş yapmıştı.
Kanal, dünya ticareti için açıldığı 1869’dan beri önemli. Dünya ticaretinin yaklaşık yüzde 12’si Kanal’dan geçiyor. Kanal, Arap Körfezi’nden Londra’ya gidişlerde 8 ile 10 günlük bir süre tasarruf sağlıyor. ABD finans servisi Bloomberg’e göre, Kanal olmasaydı, Ortadoğu petrolünü Avrupa’ya taşıyan bir tanker, Afrika’nın Ümit Burnu güzergahında 6.000 mil daha fazla yol kat etmek zorunda kalacak ve buna tankerin yakıt maliyetine 300.000 dolar eklenecekti.
Osmanlı döneminde, Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa Aralık 1568’de, bugünkü Kanal’ın konumlandığı bölgede fizibilite çalışmaları yaptırdı. Ancak Kıbrıs’ın fethi vd. sebepler kanal fikrinin uygulamaya konulmasını engelledi.
Osmanlı Mısırı’nın, 1798’de General Napolyon Bonaparte’ın öncülüğünde Fransa tarafından işgali ile kanal açma düşüncesi yeniden hasıl oldu. Bonapart’ın amacı, Ümit Burnu ile Doğu Hindistan güzergâhının kontrolünü ve ticaret tekelini elinde bulunduran İngiltere’yi saf dışı bırakmaktı. Aynı zamanda İngiltere’nin Akdeniz’den Mısır ve Suriye üzerinden Hindistan’a uzanan “İmparatorluk Yolu” da kesilecekti. Fakat Akdeniz ve Kızıldeniz’in seviyesinde 30 fitlik bir fark olduğu ve bu farkın Nil Deltası bölgesinde su baskını riskini arttırdığı sonucuna varılarak proje uygulanmadı.
Fransız diplomat Ferdinand de Lesseps, 1854’te Mısır Valisi Hidiv Said Paşa’nın dostluğunu kazanarak, Kanal’ın inşası için bir imtiyaz belgesi imzalamaya ikna etmeyi başarmıştır. 1858’de Denizcilik Süveyş Kanalı Evrensel Şirketi kurularak, hisseleri Fransız ve Mısırlılar’a ait olduğu bildirildi. Fransız Kanal Şirketi, 99 yıllığına Kanal’ın işletme yetkisini üstlendi.
Süveyş Kanalı’nın açılışı 16 Kasım 1869’da yabancı devlet adamlarının katılımıyla büyük merasimlerle gerçekleştirilmiştir. Projenin başlangıcında Said Paşa, Kanal ile dünya genelinde bir şöhrete kavuşacağını ummaktaydı. Fakat ömrü buna yetmedi. Said Paşa, Kanal inşaatından dolayı selefi İsmail Paşa’ya büyük borçlar bıraktı. Böylece Mısır’ın geleceğine ağır yükler getiren bu borçlar, ülke siyasetinin belirleyicisi olmuştur.
Mısır’ın efsanevî lideri Cemal Abdül Nasır, 1956’da Kanal bölgesindeki İngiliz egemenliğine son vermek için, İngiltere, Fransa ve İsrail’e karşı savaşmıştır. Savaşın neticesinde Nasır, Kanal’ı millileştirerek, Mısır’ın egemenliğinde olduğunu ilân etmiştir. Enver Sedat döneminde, İsrail’le 1973’te yapılan Yom Kippur Savaşı sebebiyle de Kanal, 8 yıl boyunca uluslar arası ticarete kapatılmıştır.
Mısır’da Müslüman Kardeşler’i iktidardan uzaklaştıran 3 Temmuz 2013 darbesinin lideri Abdül Fettah El-Sisi, 26-28 Mayıs 2014’teki seçimlerde Cumhurbaşkanı seçilmiş ve İkinci Süveyş Kanalı’nı inşa edeceğini duyurmuştu. İnşaata 17 Ağustos 2014’te başlanmış ve 6 Ağustos 2015’te açılmıştır. Ancak El-Sisi’nin projesi, İkinci Süveyş Kanalı olmayıp, mevcut Kanal’a paralel yan su yolu niteliğinde olup, Kanal trafiğini rahatlatma amacındadır.
Ever Given’ın karaya oturması ve dünya ticaretindeki maddî kayıp, Süveyş Kanalı’nın tarihini ve önemini bir kez daha hatırlatmıştır.
.
Çin’in Ortadoğu girişimi
Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin 24 Mart 2021 tarihli Suudi Arabistan ziyareti bu açıdan önemli. Yi, ziyaretinde Ortadoğu’da güvenlik ve istikrar için 5 maddelik bir girişim açıkladı. Bunlar bölge ülkeleri arasında karşılıklı saygı, Suriye ve Yemen’de çözüm çabalarına destek, İsrail-Filistin sorununa iki devletli çözüm, İsrail-Filistin konusunda Çin’de diyalog toplantıları yapılması, nükleer silâhların engellenmesi şeklinde sıralanıyor.
Yi, Suudi Arabistan’ın, Yemen’deki çatışmanın çözümünde oynadığı rolü desteklediklerini belirtiyor. Yemen’de Suudi barış girişiminin ülke genelinde ateşkesi ve Husiler’in kara, deniz ve hava bağlantılarının yeniden açılması hedefleniyor. Bununla birlikte Yi, İsrail-Filistin meselesinin iki devletli çözümü için taraflara dâvetiye göndereceklerini ve Çin’de diyalog masası kuracaklarını bildiriyor. Birde Yi, Ortadoğu ülkelerinin nükleer silâhlardan arınmaları hususunda çabaları destekleyeceklerini kaydediyor.
Ayrıca Yi, 24 Martta Riyad’da, Suudi Dışişleri Bakanı Faysal bin Farhan El Suud ile görüşmelerde bulundu. Görüşmede Çin’in Kuşak-Yol Girişimi ile Suudi Arabistan’ın 2030 Vizyonu arasındaki sinerjiyi derinleştirmeye hazır olduğu, iki ülke arasında ticarî işbirliğini teşvik etmek üzere Çin-Suudi Üst Düzey Ortak Komitesi’nin çalıştırılması gerektiği vurgulandı. Buna ek olarak büyük yatırım projeleri, 5G, yapay zekâ vb. konular gündem edildi. Çin’in, Suudi Arabistan ekonomisinin çeşitlendirilmesi ve sürdürülebilir kalkınma gayretlerinde yardım edeceği de aktarılıyor. Her iki ülke Çin-Arap Zirvesi hazırlıkları içerisinde olduğu ifade ediliyor. Birde Yi, 25 Martta Neom’da, Suudi Veliaht Prensi Muhammed bin Salman’la da benzer başlıkları ele almıştır.
Diğer taraftan Yi, 25 Martta Ankara’da, Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’yla yaptığı görüşmede “Çin’in, Türkiye’nin egemenlik ve bağımsızlığına saygılı olduğunu; Korona salgını döneminde iki ülkenin karşılıklı yardımlaştığı; işbirliğinin ilerletilmesi; Sincan’daki gelişmelerin özünde şiddet, terörizm ve ayrılıkçılıkla mücadele etmek olduğunu” söylemesi de dikkat çekiyor. Yi, 26 Martta da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile de görüştü.
Yi’nin bir sonraki durağı İran oldu. 27 Martta, İran’da Dışişleri Bakanı Cevad Zarif’le bir araya gelen Yi, aynı gün imzalana kapsamlı bir ekonomi ve güvenlik anlaşması uyarınca, büyüyen ekonomisini desteklemek için istikrarlı bir petrol arzı karşılığında İran’a 25 yıl boyunca 400 milyar dolar yatırım yapılmasını kabul etti. Anlaşma, Çin’in, Ortadoğu’da etkisini derinleştirebileceği ve ABD’nin, İran’ı tecrit etme çabalarını sekteye uğratabileceği ileri sürülüyor. Fakat ABD’nin, İran’la ilgili nükleer programındaki anlaşmazlık tam çözülmeden, Çin’le imzalanan Anlaşma’nın ne oranda uygulanabileceği de henüz net değil.
ABD’nin yeni Başkanı Joe Biden, eski Başkan Donald Trump’ın geri çekildiği 2015 yılında imzalanan İran Nükleer Anlaşması’nı tekrar yürürlüğe koymaya çalışması da gündemde. Hem ABD’nin 2015 yılı Anlaşması hem de Çin’in yeni imzaladığı Anlaşma ile her iki ülkenin, İran’ı kendi anlaşma şartlarına uygun hale getirmek için eş zamanlı adımları şeklinde değerlendiriliyor.
Çin’le yapılan Anlaşmayı, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin Danışmanlarından Hesamoddin Ashena, Twitter hesabından “başarılı bir diplomasi örneği, izolasyonda kalmamak için koalisyonlara katılma” gücünün bir işareti yorumunda bulundu. Bununla birlikte İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Saeed Khatinzadeh de, Anlaşmayı, “gelecek yüzyıl için ilişkilerin eksiksiz bir yol haritası” biçiminde değerlendiriyor. Zarif ise, Çin’i “zor günlerin dostu” olarak tanımlıyor.
Öte yandan Çin, İsrail-Filistin arasında doğrudan görüşmelere ev sahipliği yapmaya da hazır. Bu söylem, bölgede ABD egemenliğinin, barış ve kalkınmayı engellediğine atıf yapıyor. Yi’nin Suudi Arabistan, Türkiye ve İran ziyaretlerinden sonra Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Umman’a da gitmesi planlanıyor. Çin’in ilerleyen süreçte, Kuşak-Yol Girişimi üzerinden Ortadoğu’da etkinliğini arttıracağı kuvvetle muhtemeldir.