Rıhle –bir hayli gecikmeyle– inşaallah bu hafta çıkacak olan 14. sayısında Tasavvuf’u dosya konusu yaptı. Bu sayıya dercedemediğimiz yazıları, 15. sayının dosya konusunu “Tasavvuf-2” şeklinde koyup orada okuyucuya sunmuş olacağız inşaallah.
Tasavvuf bu Ümmetin en temel varoluş alanlarından biridir. İslam coğrafyasını bir uçtan ötekine dolaşın, Tasavvuf’un izlerini görürsünüz. İster Endülüs’e gidin ister Orta Asya’ya, ister Afrika’ya uzanın ister Orta Doğu’ya, İslam coğrafyasının her karışında Tasavvuf’un rengini, tadını, kokusunu hissedersiniz. Sarayda da karşınıza çıkar, en ücra köyde de. Ulema meclislerinde de rastlarsınız ona, mahalle kahvesinde de de. Dedim ya, bizim en temel “varlık alanlarımızdan” biridir Tasavvuf.
Osmanlı’da yaşanmış “Kadızadeli-Sivasi” sürtüşmesi “arızî” bir durumun ifadesidir. Tıpkı İbn Teymiyye ile başlayan ve gittikçe temelli bir “arıza”ya dönüşen arızî süreç gibi. İslam dünyasını bir baştan bir başa saran ve özellikle gençleri köklerimizden koparıp hakikatsiz, ruhsuz, köksüz, kuru, kurgusal ve haşin bir selef söyleminin anaforuna savuran bu süreç hafızalarımıza ve köklerimize kastediyor. Çok tehlikeli bir gidiş bu!
Bu durumun istisnaları yok mu? Elbette ve şükür ki var. Tasavvuf’un arı-duru veçhesini her türlü tavsifin üstünde ve ötesinde yaşayanlar ve yansıtanlar, ruhunu kaybetmiş modern dünyada çok şükür ki hala etraflarına ışık saçmaya devam ediyor.
Bir süre önce Sufi Kitap neşriyatı olarak birkaç kitap gönderilmiş Daru’l-Hikme’ye. Muhterem Ömer Tuğrul İnançer’in “Hz. Mevlânâ”sı, muhterem Fatih Çıtlak’ın “Huzur Defteri” ve muhterem Tosun Bayrak’ın “(el-)Esmâü’l-Hüsnâ”sı. İnşaallah imzalarını almak da nasip olur bu kıymetli “tuhfe”ler için.
Muhterem müelliflere teşekkür için yayınevinden telefon numaralarını istettim. Ama aradan 10 güne yakın bir zaman geçtiği halde hala bir cevap çıkmadı. Ben de teşekkürü buradan yapmak durumunda kaldım.
“Hz. Mevlânâ”, muhterem İnançer’in Hz. Mevlana üzerine verdiği birkaç konferansın deşifre edilmiş hali. Hz. Mevlana etrafında –tabirim hoş görülsün– ağzı olanın konuştuğu bir zaman ve zeminde hakikatin, “işin ehli”nden öğrenilmesi son derece önemli. Mevlana fotoğrafını, hatta genel olarak Tasavvuf’u hakiki veçhesiyle görmek isteyenler için muhterem İnançer’in ne kadar önemli bir merci olduğunu ayrıca belirtmeye gerek yok…
Muhterem Fatih Çıtlak’ın “Huzur Defteri”, “huzur”da alınmış notlardan oluşuyor ve başladığınızda elinizden bırakamıyorsunuz. Gerek kişilerin ve hadiselerin birbirine bağlanışı, gerekse diğer üslup özellikleri bu çalışmayı gerçek anlamda “farklı” kılıyor.
Muhterem Tosun Bayrak’ın “(el-)Esmâü’l-Hüsnâ”sı, adından da anlaşılacağı gibi Yüce Allah’ın güzel isimlerinin kısa şerhinden oluşuyor. William Chittick’in önsözüyle başlayan kitapta, Esma-i Hüsna’nın kolay anlaşılır bir üslupla açıklaması yapılıyor, her ism-i şerifin ardından, o isme tecelligâh olan insanın hususiyetleri dikkate sunuluyor ve nihayet o ism-i şerifin havassı cümlesinden bazı tavsiyelere yer veriliyor. Kitabın sonunda Efendimiz (s.a.v)’in güzel isimlerine de kısa bir bölüm halinde yer verilmesi ayrı bir güzellik oluşturmuş.
Bitirirken bir-iki noktaya temas etmeden geçemeyeceğim.
İlki: Eserlerde geçen bir kısım hadis rivayetlerinin Hadis ulemasının koyduğu kriterler doğrultusunda değerlendirilmesi iyi olurdu.
İkincisi: Daha önce de muhtelif vesilelerle değinmiştim: Dilimiz öyle alışmış, ama “Esmâü’l-Hüsnâ” terkibi bir isim tamlamasıdır ve “Hüsnâ’nin isimleri” demektir. Hüsnâ da münnes (dişil) bir kelimedir. Dolayısıyla bu, son derece yanlış bir kullanımdır. Ya Osmanlıca imlaya uygun olarak “Esmâ-i Hüsnâ” veya Arapça aslına uygun olarak (sıfat tamlaması şeklinde) “el-Esmâü’l-Hüsnâ” demeliyiz.
Milli Gazete – 29 Mayıs 2012
.
Bazı Tasavvuf Kaynaklarındaki Hadisler-I
10 Haziran 2004 tarihli yazımda Saadet-i Ebediyye isimli eserle ilgili kısa bir değerlendirme yapmış ve içinde zayıf, hatta uydurma rivayetler bulunduğunu söylemiştim. Örnek olarak da Efendimiz (s.a.v)’in, Hz. Ali (r.a)’a, “Benden sonra halife Ebû Bekr olacaktır. Ondan sonra Ömer, ondan sonra Osman, ondan sonra da sen” buyurduğunu anlatan rivayeti zikretmiştim.
Yine o yazıda, Saadet-i Ebediyye’de yer alan, “İmam-ı Şafiî hazretleri, İmam-ı a’zamın içtihadının inceliğinden az bir şey anlayabildiği içindir ki, “Bütün müçtehidler, İmam-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin çocuklarıdır” demiştir” şeklindeki tesbit üzerine şunları söylemiştim:
“Oysa İmam eş-Şâfi’î’nin bu sözü, İmam Ebû Hanîfe’nin içtihadlarından ancak az bir şeyi anlayabildiğini değil, hüküm istinbat metotlarının, özellikle de Kıyas’ın inceliklerini sistemli bir şekilde ilk önce ortaya koyan kişinin İmam Ebû Hanîfe olduğunu tesbit ve itiraf ettiğini gösterir. Aksi halde İmam eş-Şâfi’î’nin İmam Ebû Hanîfe’ye ve onun talebelerine muhalefet etmesini açıklamak mümkün olmaz. Daha da önemlisi, bu durumda İmam eş-Şâfi’î’nin mezhebinin “yüzeysel” ve “daha az değerli” olduğu gibi bir garabet ortaya çıkar ki, aklı başında bir kimsenin böyle bir iddiada bulunması mümkün değildir.”
İnternetteki bazı forumlarda bu meselenin gündeme geldiği ve mezkûr rivayetin İmam-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ında geçtiği söylenerek yukarıdaki ifadelerime itiraz edildiği konusunda bir uyarı aldım. İtiraz edenler, Tasavvuf büyüklerinin bir hadisi keşfen tashih etmeleri halinde artık zahir ulemasının değerlendirmelerinin bir şey ifade etmeyeceğini söylemişler. “Bir metin hadis-i şerif olmak üzre Mektubat-ı Rabbani’de müsbetse (geçiyorsa) o metin hadistir ve sahihtir” diyenler olmuş, hatta (Abdülkadir Geylânî ve İmam-ı Rabbânî gibi büyüklere dil uzattığım düşüncesinden kaynaklanan bir gayret-i diniye ile) şahsıma yönelik ağır ithamlarda bulunulmuş. Ayrıca İmam eş-Şâfi’î’nin sözüyle ilgili değerlendirme hakkında söylediklerimin de İmam-ı Rabbânî’yi hedeflediği tesbitinde bulunmuşlar.
Bu eleştirilerde bulunanların, Tasavvuf büyüklerinin kendilerine ve eserlerine yönelik tahripkâr saldırılar karşısında gösterilmesi gereken hassasiyetle hareket ettiklerini biliyor ve bunu takdir ediyorum. Bu hassasiyete her zamankinden fazla ihtiyaç duyulan bir zaman diliminde yaşıyoruz. Aidiyetlerimizi muhafaza etmenin bizim için hayat-memat meselesi olduğunu ayrıca belirtmeye gerek yok. Bu köşenin takipçileri, bu köşede en fazla vurgulanan hususu bu noktanın teşkil ettiğini çok iyi biliyor. Bu cümleden olarak hangimiz diğerinin tavrında hakkın hatırını rencide eden bir tavır görürse, onu lisan-ı münasiple ikaz etmeli, birimizden hasbel beşer sadır olmuş bir hata/kusur varsa, en uygun tarzda düzeltme yoluna gitmelidir. Kardeşliğin gereği budur…
Meselemize gelecek olursak, geçen haftanın Pazar (8 Şubat) yazısında bir noktaya dikkat çekmiştim. Kaynaklardan istifade etme tarzı, onlara vakıf olmak kadar, hatta ondan daha önemlidir. Hangi kaynağın özelliği nedir, hangi eserden hangi sahada istifade etmek gerekir, bunları iyi bilmek ve müelliflerin eserlerini telif ediş gayesi ve metodu hakkında gerekli donanıma sahip olmadan bu sahada sarf-ı kelam etmekten uzak durmak icab eder…
Evet, İmam-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbât’ında1) Abdülkadir Geylânî hazretlerinin Gunye’sine atfen iki rivayet zikrediyor. Bunlardan birine göre Efendimiz (s.a.v) Miraç’tayken, Hz. Ali (r.a)’ı halife kılmasını Allah Teala’dan talep etmiş, ancak melekler, “Daima Allah’ın dilediği olur; senden sonra halife Ebû Bekr’dir” karşılığını vererek bu talebin kabul edilmediğini bildirmişler.
Diğer rivayete göre Hz. Ali (r.a) şöyle demiştir: “Resulullah (s.a.v), kendisinden sonra Ebû Bekr’in, sonra Ömer’in, sonra Osman’ın, ondan sonra da benim halife olacağıma dair benden söz almadan dünyadan ayrılmadı.”
Burada dikkat edilmesi gereken nokta şurası: İmam-ı Rabbânî hazretleri, Hulefa-i Raşidin’in efdaliyeti konusunda Ehl-i Sünnet’in görüşünü zikrettiği bağlamda yer verdiği bu rivayetleri keşfen ya da başka bir tarikle tashih ettiğini söylemiyor. Abdülkadir Geylânî hazretlerinin Gunye’sini referans vermesi bu durumu açıkça ortaya koyuyor. Öyleyse burada onun bu rivayetleri, Geylânî hazretlerine itimat ederek aldığını söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır.
O halde soru şu:
- Abdülkadir Geylânî hazretleri bu hadislerin sahih olduğunu söylemiş midir?
- Onun Gunye’sinde geçen rivayetlerin tamamının sahih olduğunu söylemek mümkün müdür?
Bazı Tasavvuf Kaynaklarındaki Hadisler-2
Bir önceki yazının sonunda sorduğum iki sorunun cevabıyla başlayalım:
- Abdülkadir Geylânî hazretleri bu hadislerin sahih olduğunu söylemiş midir?
Gunye’de Dört Halife’nin hilafeti ile ilgili bahsin işlendiği yere1) baktığımızda, onların hilafete gelişinin Sahabe’nin seçimi, ittifakı ve rızası ile olduğunun söylendiğini görüyoruz. Bunun arkasından Geylânî hz., Hulefa-i Raşidin’in hilafete geliş tarzını tek tek ele alıyor ve şöyle diyor:
“Ebû Bekr es-Sıddîk (r.a)’ın hilafeti, Muhacirin ve Ensar’ın ittifakıyla oldu. Şöyle ki: Resulullah (s.a.v) vefat ettiğinde Ensar’ın konuşmacıları kaktılar ve (Muhacirin’e hitaben) “Bir emir bizden, bir emir de sizden olsun” dediler. Bunun üzerine Ömer b. el-Hattâb (r.a) kalkarak şöyle dedi: “Ey Ensar topluluğu! Sizler Resulullah (s.a.v)’in Ebû Bekr’e, imam olup halka namaz kıldırmasını emrettiğini bilmiyor musunuz?” Ensar, “Evet, biliyoruz” dedi. Ömer şöyle devam etti: “O halde hanginiz gönül rahatlığıyla Ebû Bekr’in önüne geçebilir?” Onlar, “Ebû Bekr’in önüne geçmekten Allah’a sığınırız” dediler.
“Bir diğer rivayette de şöyle gelmiştir: “Ömer onlara, “Hanginiz gönül rahatlığıyla onu, Resulullah (s.a.v) tarafından layık görülen makamından alaşağı edebilir?” dedi. Ensar da hep bir ağızdan, “Hiçbirimiz bunu gönül rahatlığıyla yapamayız. Allah’tan bağışlanma dileriz” diye karşılık verdi. Bunun üzerine Ensar Muhacirin ile ittifak ve hepsi birlikte Ebû Bekr’e bey’at ettiler ki, Ali ve ez-Zübeyr de aralarında bulunuyordu.”
Bundan sonra şunları söyler: “Rivayet edildiğine göre Abdullah b. el-Kevvâ’, Cemel savaşından sonra Hz. Ali’nin yanına geldi ve “Resulullah bu iş (hilafet) konusunda sana herhangi bir bilgi verdi mi?” diye sordu. O şöyle cevap verdi: “Bu işimiz hakkında şöyle düşündük: Namaz İslam’ın temelidir (ve Resulullah, Ebû Bekr’i namaz imamlığı için görevlendirmiştir); biz de Allah’ın ve Resulü’nün dinimiz hakkında razı olduğu kişiye razı olduk ve bu işimizi (hilafeti) Ebû Bekr’e tevdi ettik.”
Hilafete kimlerin hangi sırayla geçeceği konusuna ancak “işareten” delalet eden bir-iki rivayet sıraladıktan sonra Geylânî hz. İmam Ahmed b. Hanbel’den, Hz. Ebû Bekr (r.a)’in hilafetinin açık nass ve işaretle sabit olduğu görüşünü –senedsiz olarak– nakleder; bunun, el-Hasenu’l-Basrî ve muhaddislerden bir grubun mezhebi olduğunu söyler ve “Bu rivayetin izahı, Ebû Hureyre (r.a)’den nakledilen şu hadistir…” diyerek, “uydurma” olduğunu söylediğim rivayete yer verir.
Daha sonra Geylânî hz. Hz. Ömer (r.a)’in hilafete geliş sürecini ele alır ve şöyle der: “Ömer (r.a)’ın hilafetine gelince, Ebû Bekr (r.a)’ın istihlafı (halife tayin etmesiyle) olmuştur. Sahabe de bu karara itaatle ona bey’at etmiş ve kendisine “Mü’minlerin Emiri” ünvanını vermişlerdir. Abdullahb. Abbâs (r.a) şöyle demiştir: “Ebû Bekr (r.a)’e, “Ne kadar katı birisi olduğunu bildiğin halde başımıza Ömer’i tayin ettiğin için yarın Rabbine kavuştuğunda ne diyeceksin?” dediler, şöyle karşılık verdi: “Yarattıklarının en hayırlısını bıraktım” diyeceğim.”
Geylânî hz. devam eder: “Osman (r.a)’ın hilafetine gelince, o da Sahabe’nin ittifakıyla olmuştur. Şöyle ki; Ömer (r.a) çocuklarını hilafetten çıkardı (çocuklarını veliahd tayin etmedi) ve halife seçimini şu 6 kişinin oluşturduğu şuraya bıraktı: Talha, ez-Zübeyr, Sa’d b. Ebî Vakkâs, Osman, Ali ve Abdurrahmanb. Avf. Abdurrahman, Ali ve Osman’a şöyle dedi: “Allah, Resulü ve Mü’minler için ben, ikinizden birini seçiyorum.” Sonra Ali’nin elini tuttu ve “Allah’ın ahdi, misakı, zimmeti ve Resulü’nün zimmeti senin üzerinde; eğer sana bey’at edersem Allah, Resulü ve Mü’minler için nasihat görevini yerine getirir, Resulullah, Ebû Bekr ve Ömer’in gidişatı üzere hareket eder misin?” diye sordu. Ali, kendisinden istediklerini yerine getirmeye güç yetiremeyeceğinden korktu; bunun için Abdurrahman’a olumlu cevap vermedi. Sonra Abdurrahman, Osman’ın elini tuttu ve Ali’ye söylediklerini ona da söyledi. Osman olumlu cevap verdi. Bunun üzerine Abdurrahman onun elini mesh ve kendisine bey’at etti. Ali de bey’at etti. Sonra herkes bey’at etti ve böylece Osman, insanlar arasında, herkesin ittifakıyla halife oldu.”
Daha sonra Hz. Ali (r.a)’ın hilafete gelişini anlatır ve Hz. Osman (r.a)’ın şehadetinin ardından insanların Hz. Ali (r.a)’ın kapısında toplandıklarını, kendisini halife olarak görmek istediklerini söylediklerini zikreder. Burada Hz. Ali (r.a)’ın verdiği cevap manidardır: “Benim size vezir (halifenin yardımcısı/danışmanı) olarak hizmet vermem, emir olarak hizmet vermemden daha hayırlıdır.”
Bütün bu pasajlar boyunca meselenin işleniş biçimine baktığımızda şunu görüyoruz: Önce Hz. Ebû Bekr (r.a)’in hilafete geliş süreci hakkındaki sahih bilgi/gerçek durum naklediliyor ve bu anlatım çeşitli rivayetlerle teyit ediliyor; arkasından konu hakkında İmam Ahmed’den nakledilen bir bilgiye değiniliyor ve onun açıklaması sadedinde bahse konu rivayete yer veriliyor. Yani Geylânî hz. o uydurma hadisi meselenin mihveri kılmıyor. Sadece İmam Ahmed’den nakledilen bir görüşün izahı sadedinde zikrediyor. Burası son derece önemlidir. Zira şayet Efendimiz (s.a.v) kimlerin hangi sırayla hilafete geleceğini nassen belirtmiş, tayin etmiş olsaydı, Hz. Ebû Bekr (r.a)’in hilafete geliş süreci esnasında yaşananların yaşanmasının hiçbir açıklaması olmazdı. Ne Beni Sa’ide gölgeliğinde Ensar ile Muhacirin arasındaki müzakereleri, ne Hz. Ebû Bekr (r.a)’in, Hz. Ömer (r.a)H’i halife tayin etmesine itiraz edenlere verdiği cevabı, ne Hz. Ömer (r.a)’in, kendisinden sonraki halifenin seçimini şuraya havale etmesini, ne de Hz. Ali (r.a)’ın hilafet teklifi karşısındaki tutumunu açıklayabilirdik!
.
Bazı Tasavvuf Kaynaklarındaki Hadisler-3
Bir Önceki yazıda Abdülkdir Geylanî hz.lerinin, Hulefa-i Raşidin’in hilafete geliş sırasıyla ilgili –uydurma olduğunu söylediğim– rivayeti kullanma tarzını gördük. Muhtemelen kendisinin iştirak etmediği, ama mezhep imamı Ahmed b. Hanbel (rh.a)’dan geldiği için zikretme gereği duyduğu bir görüşün gerekçesi olarak zikrettiği bu rivayeti, –daha önce de muhtelif vesilelerle ifade ettiğim veçhile– “temriz sigası” kullanarak, yani “rivayet edilmiştir, nakledilmiştir…” gibi bir ifadeyle vermiştir. Bu nokta önemlidir; zira bu hadisi keşfen veya bir başka şekilde tashih etmediğini gösterir.
İmam-i Rabbânî hz.’nin bu rivayeti Gunye’ye atfen kullanmasına gelince, dediğim gibi Geylânî hz.’ne olan itimadı sebebiyle araştırma ihtiyacı duymamaktan kaynaklanmış olabilir. Nitekim Mektûbât’ta bu şekilde kaynağı bulunamamış birkaç rivayet daha mevcuttur ve hepsi de öncekilere itimaden nakledilmiş rivayetlerdir.
Bahse konu rivayetin uydurma olduğunu söylediğim halde, bunu niçin Saadet-i Ebediyye isimli kitaba atfen yaptığım ve onun kaynağı Mektubat’ı ve onun da kaynağı durumundaki Gunye’yi niçin zikretmediğim meselesine gelince; bunu farkında olmadan yapmış olmam elbette mümkün değil.
Daha önce birçok vesileyle İmam el-Gazzâlî’nin İhyâ’sında uydurma rivayetler bulunduğunu –bizzat Şafiî mezhebine mensup Ehl-i Sünnet Hadis alimlerine ittibaen– söylediğimi bilenler biliyor. (Bunun ilmî emanet düşüncesinden başka bir şeyle irtibatlandırılması söz konusu olamaz.) Bu durumun İhyâ’nın ve sahibinin kadrini tenkis etmek anlamına kesinlikle gelmeyeceğini söylediğimi de… Dolayısıyla internette bu meseleyi dillerine dolayanların söylediği gibi “farkında olmadan” baltayı taşa vurmuş değilim. Saadet-i Ebediyye hakkında yazarken, bu eserde o rivayetin nereden naklen verildiğini atlayacak ya da dikkate almayacak kadar üstünkörü hareket etmedim elbette.
Böyle hareket etmemin sebebine gelince;
Saadet-i Ebediyye üzerine kaleme aldığım o yazıda, eserin karakteristik birkaç özelliğini zikretmiştim. Bunlar arasında, “Hadis’le ilgili hususlarda temel Hadis musannefatına hemen hiç başvurulmaması” da bulunuyordu. İhtiva ettiği hadislerin tahricinin ilmî usullere uygun bir şekilde yapılması bu eserin temel ihtiyaçlarından birisidir. O yazıda örnek olarak zikrettiğim rivayetin kaynağı Mektubat ya da Gunye iken, eserin başka yerlerinde zikredilen benzer durumdaki rivayetlerin kaynağı da başka eserlerdir. Dolayısıyla eseri neşredenlerin, muhtevasındaki rivayetler üzerinde ciddi bir tahriç faaliyeti gerçekleştirmesi o yazımın temel hedefi idi. Yoksa yazı, Mektubat ya da Gunye üzerine kaleme alınmış olsaydı, elbette rivayet bu eserlere atfen zikredilirdi…
- Saadet-i Ebediyye ile ilgili yazımın eleştiri konusu yapılan bir diğer pasajı da, “İmam-ı Şafiî hazretleri, İmam-ı a’zamın içtihadının inceliğinden az bir şey anlayabildiği içindir ki, “Bütün müçtehidler, İmam-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin çocuklarıdır” şeklindeki tesbitim. Şöyle demiştim: “Oysa İmam eş-Şâfi’î’nin bu sözü, İmam Ebû Hanîfe’nin içtihadlarından ancak az bir şeyi anlayabildiğini değil, hüküm istinbat metotlarının, özellikle de Kıyas’ın inceliklerini sistemli bir şekilde ilk önce ortaya koyan kişinin İmam Ebû Hanîfe olduğunu tesbit ve itiraf ettiğini gösterir. Aksi halde İmam eş-Şâfi’î’nin İmam Ebû Hanîfe’ye ve onun talebelerine muhalefet etmesini açıklamak mümkün olmaz. Daha da önemlisi, bu durumda İmam eş-Şâfi’î’nin mezhebinin “yüzeysel” ve “daha az değerli” olduğu gibi bir garabet ortaya çıkar ki, aklı başında bir kimsenin böyle bir iddiada bulunması mümkün değildir.”
Bu ifadelerim hakkında şunlar söyleniyor: “Diğer (4 numaralı) maddedeki tenkid de İmam-ı Rabbanî kuddise sirruh hazretlerini hedef alıyor. Çünkü Sifil Hoca’nın beğenmediği bu yazı, İmam-ı Rabbanî hazretlerinin Mektubatının 2. cild, 55. mektubunda mevcuttur. Herkesin kolayca bulması için ilave edeyim ki, E. Sifil’in tenkid ettiği birinci ifade Yasin Yayınevi tarafından neşredilmiş Mektubat tercümesinin (İstanbul, 2004) 2. cild, 683. sayfasında, sondan 5. satırdadır; ikinci ifade ise 684. sayfada son paragrafın ilk cümlesidir. E. Sifil Hoca burada İmam-ı Rabbanî hazretleri hakkında “aklı başında bir kimsenin böyle bir iddiada bulunması mümkün değildir” gibi hiç de hoş olmayan, yakışıksız ifadeler kullanmış oluyor.”
Saadet-i Ebediyye müellifinin bu ifadesinin, İmam-ı Rabbânî’nin Mektubat’ının belirtilen yerinde mevcut ifadelerinden (alıntı olduğu belirtilmeden) iktibas edildiği doğrudur. Ancak benim İmam-ı Rabbani hz.’ni hedef aldığım doğru değildir. Zira İmam-ı Rabbânî’nin o ifadeleriyle Saadet-i Ebediyye’deki ifade arasında şu farklar var:
- İmam-ı Rabbânî hz.’nin o ifadeleri, İmam Ebû Hanîfe ve ashabını, Kitap ve Sünnet’e muhalefet ve mücerret re’ye dayanarak hüküm vermekle itham edenlere yöneliktir. Oysa Saadet-i Ebediyye’de bu noktayı dile getiren ifadeler yer almamaktadır.
- İmam eş-Şâfi’î’nin sözü hatalı çevrilmiştir. “en-Nâsu ıyâlun alâ Ebî Hanîfe”, cümlesinin doğru çevirisi, “İnsanlar Ebu Hanîfe’nin çocuklarıdır” şeklinde değil, “İnsanlar (Fıkıh’ta) Ebû Hanîfe’ye muhtaçtır” şeklinde olmalıdır. Zira “âle-ye’îlu” fiili, “muhtaç olmak” anlamındadır. Dilimize de geçmiş bulunan “aile” kelimesi de buradan gelmektedir. Kişinin ehl-u ıyâli, geçimlerini tekeffül ettiği, kendisine muhtaç kişileri anlatır. “Iyâl” kelimesini “çocuklar” olarak anladığımızda, Ebû Ya’lâ, el-Bezzâr, et-Taberânî ve daha başkaları tarafından nakledilen “en-Nâsu ıyâlullâh…” rivayetini, “İnsanlar –haşa– Allah’ın çocuklarıdır…” gibi hiç olmayacak bir şekilde çevirmek gerekecektir! Hasılı İmam eş-Şâfi’î’nin bu sözü, Fıkıh ilminde derinleşmek isteyenlerin İmam Ebû Hanîfe’ye, onun dakik istinbat metotlarını bilmeye ve bıraktığı mirasa muhtaç olduğunu anlatmaktadır.
Burada son bir noktaya değinmek istiyorum: Saadet-i Ebediyye üzerine kaleme aldığım o yazıda daha başka bir kısım hususları da dile getirmiştim. O yazının sadece burada söz konusu ettiğim pasajlarına dikkat kesilip, diğer yerlerinin hiçbir şekilde bahse konu edilmemesi, önyargıyla okunduğu hissini uyandırıyor.
Devam edecek.
.
Bazı Tasavvuf Kaynaklarındaki Hadisler-4
Serinin bu yazısında hadislerin keşfen tashihi/taz’ifi meselesi üzerinde durarak meseleyi bağlamak istiyorum. Konu hakkında bilinenleri tekrarlamak yerine, konumuzla da bağlantılı olarak can alıcı noktalar üzerinde durmayı tercih edeceğim.
- “Keşfî bilgi kesinlik ifade eder mi?” sorusuyla başlayalım. Öncelikle şunu ifade edelim: Usul-i Fıkıh ve Kelam eserlerinde Ehl-i Sünnet’in epistemolojisi (bilgi kaynakları ve felsefesi) ortaya konulurken “keşfî bilgi” diye bir kategoriye yer verilmediğini görüyoruz. Bununla birlikte, Tasavvuf büyüklerinin, “keşf”i, bir bilgi kaynağı olarak itibara aldığı bilinmektedir.
“Zahir uleması” için bilgi kaynağı olarak görülmeyen keşfin, “batın uleması” için ne tür bir bilgi ifade ettiği meselesine gelince, İbn Arabî hz.’ne müracaat ettiğimizde gördüğümüz odur ki, keşif neticesi kişide hasıl olan bilgi “kat’î/kesin” değildir. Onun ortaya koyduğu “kâşif” ve “ekşef” kavramları, bir “keşf eden”, bir de “daha iyi keşf eden” bulunduğu gerçeğini dikkatimize sunmaktadır. Buradan çıkan sonuç –yine İbn Arabî hz.’nin tesbitiyle– şudur: Keşf’in bizzat kendisinde değil, fakat keşf edilen şeyi anlamada, yorumlamada hata olabilir.1)
Şu halde keşfen tashih edilmiştir diyerek Tasavvuf büyüklerinin eserlerinde yer alan hadislerin Hz. Paygamber (s.a.v)’e aidiyetine “kesin” gözüyle bakmak, bunda hiçbir şekilde şüphe ve tereddüde mahal bulunmadığını söylemek mümkün değildir.
- Bazı çevrelerce yanlış anlaşılan/bilinen bir diğer husus da şudur: Herhangi bir hadisin, herhangi bir Tasavvuf büyüğünün eserinde yer alması, o hadisin o Tasavvuf büyüğü tarafından keşfen tashih edildiği anlamına gelir.
Oysa böyle bir garantiden söz etmemiz mümkün değildir. Zira bizzat hadisleri keşfen tashih/taz’if ettiğini söyleyen Muhyiddin İbn Arabî hz. bile, eserlerinde yer verdiği her bir rivayet için böyle bir garanti vermemiştir. Söz gelimi şöyle der: “Sahih olup olmadığını bilmediğim bir rivayette geldiğine göre Allah Teala kendisine kavuşmaya iştiyak duyanları zikretmiş, kendi nefsinden haber vererek de kendisinin, onlara daha şiddetli bir iştiyak duyduğunu belirtmiştir.”2)
Dolayısıyla sırf herhangi bir Tasavvuf büyüğünün bir eserinde nakledilmesine dayanarak herhangi bir hadisin keşfen tashih edildiğini ileri sürmek doğru değildir; o eserin müellifinin maksadıyla da örtüşmez.
- Meselenin şöyle bir boyutu da var: Hadislerin keşfen tashihi meselesi, nisbeten geç dönemlerde ortaya çıkmış bir husustur. Ne Sahabe’de, ne de Selef’in daha sonraki kuşaklarında böyle bir uygulamanın yapıldığını bilmiyoruz.
Şayet böyle bir uygulama olsaydı, Sahabe’nin arasında cereyan etmiş olan ve bütün Ümmet’i üzüntüye boğan Cemel, Sıffin gibi hadiselerin yaşanmasına ve Sahabe’nin, Efendimiz (s.a.v)’den sonra ortaya çıkmış meselelerin çözümünde ictihad, şura… gibi mekanizmaları işletmesine gerek kalmazdı. Sahabe’nin her biri, özellikle de –başta Dört Halife olmak üzere– ileri gelen rivayet, dirayet ve fekahet ehli sahabîler, hem zaman olarak hem de mevki itibariyle Efendimiz (s.a.v)’e diğer insanlardan daha yakın idiler. Böyleyken mesela Hz. Ömer (r.a)’in, üç meseleyi (faizin bir türü, O’ndan sonra kimin halife olacağı ve “kelâle” meselesi) Efendimiz (s.a.v)’e iyice sorup hükmünü açık bir şekilde öğrenme imkânı bulamadığı için hayıflanmasına gerek kalmazdı. Bütün bunları Sahabe keşif aleminde Efendimiz (s.a.v)’e sorup problemi halletme imkânına sahipken böyle bir yola başvurmamışsa, burada biraz durup düşünmek zorundayız.
Bu noktada, Müslim’in mukaddimesinde, yahut el-Beyhakî’nin ez-Zühd’de veya daha muahhar kimi alimlerin eserlerinde yer alan münferit rivayetlerin, keşfen hadis tashihinin mütekaddimun tarafından bir “sistem/mekanizma” olarak benimsenip işletildiğini göstermediğine dikkat edilmelidir.
Bir yandan istismara açık yanlarının bulunması –zira denetlenmesi ve sağlamasının yapılması mümkün olmayan bir sistemdir–, diğer yandan da Hadis ilimleriyle iştigal eden herkes tarafından uygulanması mümkün olmadığı için keşfen hadis tashihi/taz’if metodunun Hadis uleması tarafından benimsenmemesini anlamak zor değildir.
Milli Gazete – 8 Mart 2009
.
Tasavvuf-1
Soru:
Tasavvuf konusunda ne diyorsunuz? Rabıta, fenafil şeyh, şeyhten şefaat veya himmet talep etme, başı sıkıştığında vefat etmiş bir şeyhin ruhaniyetinden yardım talep etme gibi mevzularda şirk tehlikesi var mıdır?
Cevap:
Ne yazık ki genellikle Tasavvuf denince akla ilk olarak soruda zikredilen hususlar geliyor. Tasavvuf’un bir “ruh disiplini” ve bir “ahlak eğitimi” olduğu ve bu yönüyle insana ve topluma tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de çok büyük faydalar sağladığı vakıası ihmale uğruyor.
Din’in temel hedefi olan “insan-ı kâmil”i inşa etmek için üç Fıkıh vazgeçilmezdir: Fıkh-ı Ekber, Fıkh-ı Zâhir ve Fıkh-ı Batın. Bunlardan ilki Akaid’i, ikincisi Fıkıh ilmini, üçüncüsü de Tasavvuf’u ifade eder ve kemalin, hiçbirinin ihmaline tahammülü yoktur.
Zede almış, şu ya da bu şekilde kaymalara uğramış bir itikadî sistem, kişiyi, ucu küfre kadar çıkabilen “bid’at vadisi”ne sürükler. Fıkh-ı Zahir’in ihmali, amellerin ihlaline, dolayısıyla ucu yine küfre çıkabilen “fısk vadisi”ne sürükler. Fıkh-ı Batın’ın ihmali ise, sa’y-u gayretle geçirilmiş bir ömrün ardından, kişiyi, sonu hüsrana varabilecek “iflas vadisi”ne sürükler.
Dolayısıyla ben bu “Üç Fıkh”ı, bir bütünün üç ayrı cephesi ve üç ayrı yansıması olarak görüyorum. İsimlerinin farklı olması, zaman içinde meydana gelen –tabir yerindeyse– “iş bölümü”nü ve uzmanlaşmayı anlatması dolayısıyladır. Yoksa Selef-i Salihin’de bunların üçü de kâmil anlamda bir arada mevcut idi.
Bu “Üç Fıkıh” arasındaki dengenin muhafazası son derece önemli bir meseledir. Birbirlerini muhakkak surette etkiledikleri ve aralarında kopmaz bir ilişki bulunduğu için, dengenin bunlardan birisi aleyhine bozulması durumunda ortaya kaçınılmaz olarak aşırılıklar, arızalı duruşlar ve çarpık anlayışlar çıkar. Fıkh-ı Ekber’i zede aldığı için aşırılıklara kaymaktan kurtulamamanın örneğini Haricîler’de, Mücessime ve Müşebbihe’de görürüz. Fıkh-ı Zahir’i ihmale terk ettiği için yoldan sapanlara Batınîler örnek gösterilebilir. Fıkh-ı Bâtın’a gerekli önemi vermediği için bir başka aşırılığa kaymaktan kurtulamayanlara ise günümüzde Vehhabîlik ve “Selefîlik” örnek gösterilebilir.
Biraz daha özele inecek olursak, Tasavvuf’un temsil ettiği değerlerden yoksun bir İslam anlayışının zaman zaman aşırılıklara kayması gibi, Tasavvuf ekolleri içinde de zaman zaman aksi istikamette aşırı yönelişler bulunabilir. Bunun örneği tarih içinde de görülmüştür, günümüzde de görülebilir. Önemli olan, bunlar üzerinden toptancı ve genellemeci bir “Tasavvuf eleştirisi” yapma yanlışlığına düşmemektir.
Soruda zikredilen diğer hususlara gelince her birinin delilleri ve tartışması ilgili çalışmalarda görülebileceğinden, burada bunları tekrar etmeyeceğim. Şu kadarını söyleyeyim: Kendisini, bir üstadın vereceği eğitime ihtiyaç duymadan İslamî ilimlerde gereği gibi eğitebileceğini düşünen ve gerçekten de bunu yapabilecek kapasitesi bulunan kimse için –yine birtakım riskler bulunmakla birlikte– teknik olarak bir problem olmadığını söyleyebiliriz. Tasavvuf da böyledir. Tezkiye-i nefs ve tehzib-i ahlak konusunda kimseden yardım almadan mesafe kat edebileceğini düşünenler ve yapmak istediği işin dünyevî ve uhrevî bedelini göze alabilenler için bir şeyhe bağlanmak da, diğer hususlara riayet etmek de gerekmez. Ancak bunun ne kadar güç bir iş olduğunu ve bir anlamda da Amerika’yı yeniden keşfetmek anlamına geleceğini de belirtmeden geçmek olmaz…
Devam edecek.
.
Tasavvuf-2
Bir önceki yazıdan devam.
Rabıta’yı, müridin, yeni girdiği seyr-ü sülûk sürecinde, her haliyle örnek aldığı üstadını tahayyül ve tasavvuruna yerleştirmek, kendisini ona benzetmeye çalışmak ve onu yokluğundayken yanındaymış gibi düşünerek tavr-u ahvaline ve düşüncelerine çeki düzen vermek olarak anlıyor ve bunda da bir sakınca bulunmadığını düşünüyorum. Fena fi’ş-şeyh de yine bu çerçevede düşünülebilecek bir durumu ifade eder. Kalbî ve zahirî ahvaline çeki-düzen vermek için şeyhinde yok olma ya da rabıta ile onun murakabesi altında bulunduğunu hissetme ihtiyacı duymayan, yani seviye olarak daha ileriye geçmiş bir kimse için elbette bunlar söz konusu olmayacaktır.
Şeyhten himmet istemeyi, şeyhin dua ve teveccühünü talep etmek olarak anlıyorum. Mürşid (yol gösterici, irşad edici) makamında bulunan insanların duası elbette talep edilir; hatta manevî mertebeleri ne olursa olsun bütün mü’minler birbirlerine dua eder, birbirlerinden dua talep ederler.
Şeyhin şefaati meselesine gelince, Hadis kitaplarında Ümmet-i Muhammed’den –Hz. Peygamber (s.a.v) dışında– günahkârlara şefaat edecek kimselerin bulunacağını anlatan sahih rivayetlerin mevcudiyeti, sorunun bu kısmına olumlu cevap verilmesini zorunlu kılmaktadır. Kimi rivayetlerde bunlar “melekler, sıddıklar, şehidler” olarak sayılırken1), kiminde “ulema”2), kiminde “müezzinler” zikredilmekte3), kiminde de küçük çocukların ebeveynlerine şefaat edeceği haber verilmektedir.4) Bunlar arasında Ümmet-i Muhammed’in bazı fertlerinin şefaatleri de hassaten zikredilmektedir ki, bunlar arasında kendi ev halkına şefaat edecek olanlar bulunduğu gibi, Mudar kabilesinin bireylerinden daha fazla sayıda insana şefaat edecek olanlar da vardır.5)
Bütün bu rivayetleri bir arada ele aldığımızda, kıyamet günü bu Ümmet’in bazı fertlerinin günahkâr mü’minlere şefaat edeceği ortaya çıkmaktadır. Bu meyanda salih ve kâmil insanların zikredilmesinde herhangi bir yanlışlık yoktur.
Başı sıkışan, darda kalan kimsenin, ölmüş bir salih kulun ruhaniyetinden yardım talep etmesine gelince, burada tafsile gitmek gerekir.
Ölmüş bulunan salih kimsenin, kendisinden yardım istendiğinde bunu duyma ve çağrıya icabet etme kudret ve tasarrufuna kendiliğinden sahip bulunduğunun düşünülmesi son derece tehlikelidir. Hz. Peygamber (s.a.v) bile kendisine getirilen salevatları, Allah Teala’nın, ruhunu iade etmesiyle işiteceğini ve mukabele edeceğini söylemiştir.
Ama eğer salih kişiye Allah Teala’nın böyle bir hususiyet bahşedeceğine inanılarak, yani “Allah Teala’nın kendisine vereceği kudret ile benim sesimi duyabilir ve yardımıma koşabilir” diye düşünülerek böyle bir talepte bulunulursa burada şirkten söz edemeyiz. Maamafih sıkıntılı durumlarda doğrudan Allah Teala’dan yardım ve imdat istemek en doğrusudur.
“İstimdat/istiğase” tabir edilen bu durum ile “tevessül” arasında fark bulunduğunu da ekleyelim yeri gelmişken. Burada doğrudan ölmüş kişiden talepte bulunma söz konusu iken tevessülde onu vasıta yaparak Allah Teala’dan isteme vardır. Eğer ölmüş kişiden yardım talep eden kişinin maksat ve niyeti de tevessül ise, bu takdirde yapılan işin –her ne kadar şeklen yanlış ise de– gayrı meşru olduğunu söyleyemeyiz.
Milli Gazete – 25 Aralık 2005
.XXXXXXXXXXXXXXX
Tasavvuf ve Pasifizasyon-2
Tasavvuf‘un, müntesiplerini hayattan koparması şöyle dursun, hayatın merkezinde yer aldığı ve müntesipleri vasıtasıyla toplumsal dokunun adeta bütün hücrelerine nüfuz ettiği, Tabakat kitaplarının, İslam Sanat veMedeniyet Tarihi sahasıyla ilgili eserlerin gözden geçirilmesiyle kolayca ulaşılabilecek bir hakikat iken,Tasavvuf‘un bireyi ve toplumu tembelliğe, hayata sırt çevirmeye, atalet ve miskinliğe sevk ettiği iddiası bilgisizlikten değilse, olayı bir “bütün” olarak görememe kusurundan kaynaklanmaktadır.
Özellikle bu topraklarda böyle “miyop” bir anlayışın neşv-ü nema bulması, kendi tarihimize yabancılığımızın ifadesinden başka bir şey değildir. Tarihî ve coğrafî anlamda çok ötelere gitmeye gerek yok. Yaşadığımız toprakların İslamlaşması süreci hakkında sathî bir düşünce bile, bu iddianın yersizliğini göstermeye yeterlidir.Anadolu coğrafyasının İslam‘la ilk tanışmasında olduğu gibi, onun bu topraklarda yerleşip kök salmasında daTasavvuf‘un, tarikatlerin ve gazi dervişlerin rolü görmezden gelinemeyecek kadar aşikârdır.
Hoca Ahmed Yesevî, Necmüddîn-i Kübrâ gibi tarikat pirlerinin işaretiyle, Anadolu‘ya yönelen gazi dervişlerin bu topraklarda başlattığı faaliyet, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde dışarıya tebliğ ve cihad, içeriye muhteşem bir medeniyet olarak yansımıştır. Burada Tasavvuf‘un oynadığı vazgeçilmez rolü germemek mümkün müdür?
Anadolu‘nun İslamlaşmasında ve bu topraklarda Müslüman bir medeniyetin teşekkül ekmesinde birçokTasavvufî anlayışın (tarikat) rolü vardır. Bunları kısaca İbn Arabî, Mevlana, Hacı Bektaş, Ahi Evran ve Yunusolarak ifade edebiliriz.
Aksiyoner ve mücadeleci tarzıyla dikkat çeken İbn Arabî, devrin Selçuklu sultanı İzzeddîn Keykâvûs‘un kendisine yazdığı bir mektuba verdiği cevapta, onun Müslümanlar‘a yapacağı en büyük hizmetin, İslam‘ın şanını yüceltmek ve küfre tahakküm etmek olduğunu açıkça ifade etmiştir. (Hilmi Ziya Ülken, “Türk Tefekkür Tarihi“, II, 135.)
Türkistan ve Horasan bölgesinden Anadolu‘ya yansıyan Hoca Ahmed Yesevî ve Necmüddîn-i Kübrâ etkisi, daha önce de söylediğim gibi “gazi dervişlik” geleneğiyle bu toprakların İslamlaşmasında inkâr edilmez bir rol oynamıştır. “Abdalân-ı Rum“, “Gâziyân-ı Rum“, “Alperenler“, “Horasan erenleri“… gibi isimlerle anlatılan zümre, özellikle halk tabakasında “fütuhat” ruhunu işlemek suretiyle henüz “beylik” merhalesinde bulunanOsmanlı‘nın, siyasî nüfuz alanını genişletmesinde aktif bir belirleyiciliğe sahip olmuştur. Sayısız isimsiz kahramandan Şeyh Edebali, Turgut Alp, Konur Alp, Akçakoca isimleri bu bağlamda ilk akla gelenlerdir. (İrfan Gündüz, “Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebetleri“, 5 vd.; Ekrem Işın, Osmanlı Döneminde Tasavvufî Hayat, “Osmanlı“, IV, 453.)
Osmanlı‘nın “beylik”ten “devlet”e, oradan da “cihan devleti” geçiş süreçlerinin her birinde Tasavvuf‘un ve muhtelif meşreplerden Tasavvuf ehlinin inkârı mümkün olmayan etkisi/katkısı vardır.
Özellikle “kuruluş” aşamasında Tasavvufî tarikatlerden kimi, Moğol istilalarından ve iç karışıklıklardan bunalan halk kitlelerine moral destek ve ruhî sükûn sağlayarak aralarında güçlü rabıtalar oluşturan birer sığınak olmuş, kimi de insanları aynı ideal etrafında birleştirerek fütuhata, merkezî otoritenin tesisine ve müesseseleşmeye katkıda bulunmuştur.
Bir başka şekilde söylersek, binanın kurulması ve yükselmesi Horasan erenleri vasıtasıyla, nakış nakış işlenerek estetik bir görümüm kazanması da Mevlana hareketi ile olmuştur.
Toplumsal yapı, son derece karmaşık boyutları bulunan ve çok yönlü ilişkilerle şekillenen müesses bir nizamı anlatır. Bu yapı içinde her bireyin, her kurumun ve her birimin ayrı bir fonksiyonu vardır. Bunlar bir araya gelerek bütünlüğü ve ahengi oluşturur.
Bu itibarla Tasavvuf‘un toplumda icra ettiği fonksiyon da “tek boyutlu” olmamıştır. Gazi dervişliğin ayrı,Ahiliğin ayrı, Mevlevîliğin ayrı fonksiyon icra etmiş olması bu bakımdan yadırgatıcı değildir…
Osmanlılar‘da devlet-Tasavvuf münasebeti, Osman Bey‘den itibaren adeta sistematik bir yapı arz etmiştir.Osman Bey‘in bir Tasavvuf şeyhi olan Edebali ile, Orhan Gazi‘nin Ahi Hasan, Davud-u Kayserî, Abdal Murad,Abdal Musa, Geyikli Baba ile, Murad Hüdavendigâr‘ın –bir “ahi” olan– Sinanüddin Yusuf Paşa ile, Yıldırım Bayezid‘in (aynı zamanda damadı olan) Emir Buhârî ile, II. Murad‘ın Hacı Bayram Veli ile, Fatih‘in Akşemseddinile, III, Murad‘ın Şeyh Şaban Efendi ile, Kanuni‘nin Şeyh Ebû Sa’îd Efendi ve Baba Haydarî-i Semerkandî ile… ilişkisi Osmanlı’ya vücut veren yapının “ilmiye” (ulema), “seyfiye” (askerler) ve “kalemiye” (bürokrasi) yanında dördüncü bir ayağa daha istinat ettiğini gösterir ki, o da “irşadiye” diyebileceğimiz Tasavvuf ehlidir.
Devam edecek.
Not:
Bir önceki yazının son paragrafında geçen, “İbrahim b. Ebî Able‘nin sözü olarak sıhhatinde herhangi bir zaafı yoktur ” cümlesi, “… sıhhatinde herhangi bir ihtilaf yoktur” olacak. Düzeltirim.
Milli Gazete – 5 Nisan 2005
.
Tasavvuf ve Pasifizasyon-3
Tasavvuf ehlinin, toplumun sadece ruhî ve ahlakî eğitimine katkıda bulunmakla kalmayıp, aynı zamanda, yeri geldiğinde düşmanla savaşa (cihada) da fiilî olarak katıldığını gösteren pek çok örnek vardır. Bugün bunlara dair bazı örnekler zikredeceğim.
Okuyacağınız isimlerden birçoğu, sınır boylarında bulunan “ribat“larda yaşamış, bir yandan mücahidleri teşci ederek savaşa hazırlarken, bir yandan da onların ruhî hayatlarının inkişafına gayret göstermişlerdir.
- Hâtem el-Asamm: Katıldığı bir seferde, bir dağ üzerinde nöbet tutarken hayatını kaybetmiştir.
- Seriyy es-Sekatî: “Ey iman edenler! Sabredin, (düşman karşısında) sebat gösterin…” (3/Âl-i İmrân, 200) ayetini tefsir sadedinde, “Savaş anında sebat ve istikamet üzere olmakla sabredin” dediği ve İmam Ahmed b. Hanbel tarafından cihaddan dönerken övüldüğü nakledilmiştir.
- Cüneyd el-Bağdâdî: Şöyle dediği anlatılır: “Birgün bir gazveye çıkmıştık. Ordu komutanı bana nafaka kabilinden bir şeyler göndermişti. Bunu hoş görmedim ve ihtiyaç sahibi gazilere dağıttım.
- Ebu’l-Abbas et-Taberî: Tartus‘ta mücahidlere vaz ediyordu. Allah Teala‘nın celalinden, azamet ve kudretinden bahsederken baygın düştü ve hayatını kaybetti.
- Züheyr b. Şu’be el-Mervezî: Şöyle dediği nakledilmiştir: “Canım et çektiğinde, Bizans ülkesine girinceye kadar yemem. Ne zaman ki onlardan ganimet elde ederiz. Eti o ganimetlerden yerim.”
- Ali b. el-Hüseyin: İslam ülkesini Haçlılar‘dan temizlemeye halkı teşvikte büyük rolü bulunan bu sufinin ribatına toplanan insanların, oraya bir “kışla” görüntüsü verdiği kaynakların naklettiği bir husustur.
- “Şam Aslanı” lakaplı Abdullah el-Yuninî: Ttarihçiler tarafından “Heybetli, kahraman, sürekli zikir ve cihadla meşgul olan bir şeyhti. Keşif ehliydi. Ne kadar kalabalık olursa olsun düşmanla savaşmaktan çekinmezdi” ifadeleriyle anlatılmıştır.
- Ebu’l-Abbâs el-Kudsî: Keramet sahibi bir zat olduğu ve Kudüs‘e geldiğinde öküz üzerinde savaştığı için kendisine “Ebû Sevr” lakabı verildiği nakledilmiştir.
- Hasan b. Yusuf el-Mekzun: Kaynaklarda, bin kişilik müridanıyla Haçlı savaşına katıldığı zikredilmiştir.
- Abdurrahman el-Celculî: Haçlı savaşlarından birinde Dimeşk (Şam) girişinde şehid olmuştur.
- el-Haccâc el-Fendulavî: “Allah mü’minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır” ayetini okuduktan sonra müridleriyle birlikte yaya olarak Haçlı savaşına katılmış ve şehid olmuştur.
- Yahya b. Yusuf es-Sarsarî: Moğollar Bağdat‘ı istila ettiğinde asasıyla 12 düşman askerini öldürdükten sonra şehid düşmüştür.
Bu örneklerin çoğunu “çok bilinen” isimlerin teşkil etmediğini biliyorum. Bu bakımdan bu örnekleri burada kesip, “çok bilinen” isimlerden de birkaç örnek verelim:
- Necmeddin-i Kübrâ: “Kübreviyye” tarikatının kurucusudur. Sadece Tasavvuf sahasında değil, Hadis veTefsir gibi “zahirî ilimler”de de yed-i tula sahibi idi.
Moğollar Horasan‘a girdiğinde Cengiz Han ona, Harezm‘i yerle bir edeceğini bildirmiş ve orayı terk etmesini söylemişti. Şeyh ise bunu reddetti, müritlerini toplayarak Moğollar‘ın karşısına dikildi. Elindeki uzun kargıyla savaşa fiilen iştirak etti ve vücuduna saplanan bir okla şehit oldu.
- İzzuddîn b. Abdisselam: Tasavvuf hırkasını, “Avârifu’l-Ma’ârif” yazarı Şihâbuddîn es-Sühreverdî‘den giydi.Zahir Baybars‘ın Moğol saldırısını durdurup geri püskürttüğü ve Moğollar‘ı büyük bir hezimete uğrattığıAyn–Calut savaşının fetvasını o vermiştir.
İslam ordusunun Haçlılar‘la Mısır‘da giriştiği bir savaşta gösterdiği keramet, Tâcuddîn es-Sübkî‘nin “Tabakâtu’ş-Şâfi’iyye“sinde anlatılmıştır.
- Muvaffakuddîn b. Kudâme: Hanbelî mezhebinin büyük alimlerindendir. 61 yşında iken Bağdat‘a geldi;Abdülkadir-i Geylanî‘nin yanına gitti ve o vefat edene kadar yanından ayrılmadı. Burada “Kadirî” tarikatına girdiğini, yine bir sufî alim olan İbnu’l-Mulakkın‘ın, Kadirî hırkasının kendisine, Ebû Bekr el-Hanbelî, Ebû İshak el-Vâsıtî ve Muvaffakuddîn b. Kudâme silsilesiyle Abdülkadir-i Geylanî‘den geldiğini söylemesinden anlıyoruz.
Keşif ve keramet sahibi olduğu söylenen İbn Kudâme‘nin, düşmanla savaşırken omzundan yara aldığı kaynaklar tarafından nakledilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v) ile tevessüle cevaz verenlerden olduğunu da burada bir not olarak düşelim.
- en-Nevevî: Sufî şeyhi Yasin el-Merrâkeşî (Merrâkuşî)’ye tabi olduğu ve onun edebiyle edeplendiği zikredilen İmam en-Nevevî, Zâhir Baybars‘ı Moğollar‘la savaşması için defaatle teşvik etmiştir.
Devam edecek.
.
Tasavvuf ve Pasifizasyon-4
Üzerinde konuştuğumuz meselenin, bu köşede hall-u fasl edilemeyecek kadar geniş olduğunun farkında bulunmakla birlikte, serinin bu son yazısında temas edeceğim bir-iki noktanın, önceki yazılarla birlikte ele alındığında Tasavvuf hakkındaki önyargılardan veya bilgi eksikliğinden kaynaklanan kimi olumsuz değerlendirmelerin bir kere daha gözden geçirilmesine vesile olacağını umarım.
Cihad‘ın mana ve maksadında mündemiç olan “İslam‘ın kitlelere ulaştırılması” görevi, temelde bir “tebliğ ve davet” işidir. Tasavvuf ehlinin, tarih boyunca gezgin sufiler, ribatlar ve tekkeler vasıtasıyla bu bağlamda icra ettiği fonksiyon ise inkâr edilemeyecek boyuttadır.
Dışarıya yönelik olarak bu faaliyetleri yürüten Tasavvuf ehlinin, içeride de toplumun irşadına dönük çalışmalar yaptığını ayrıca belirtmeye gerek yoktur.
Öte yandan –bir önceki yazıda bir kısım örneklerini zikrettiğim gibi– Tasavvuf ehlinin, düşman tasallutu karşısında cihada, gerek fiilen savaşmak, gerekse halkı teşvik etmek suretiyle iştirak etmekten geri durmadığı hakikatine gözlerimizi kapatmamız söz konusu olamaz.
Mağrib‘de kurulan Murabitun ve Muvahhidun devletlerinin temellerinde, tıpkı Osmanlı gibi Tasavvufşeyhlerinin harcını görmek şaşırtıcı olmadığı gibi, aynı tesbiti Eyyubîler, Memlüklüler, kısmen Babürlüler ve daha birçok devlet hakkında tekrarlamak da yanlış değildir…
Aynı şekilde İslam dünyasının dört bir yanında geçtiğimiz yüzyılda ve öncesinde verilen kurtuluş savaşlarındaTasavvuf ehlinin oynadığı aktif rolü görmemek için tarihe ve gerçeğe karşı kör olmak gerekir.
Hint alt kıtası (İmam-ı Rabbânî ve Şah Veliyyullah çizgisinin varisi Deoband/Diyubend ekolünden gelen sufi alimler), Kuzey Afrika (Libya‘da Senusiyye hareketi, Cezayir‘de Emir Abdülkadir ve Muhammed Haddâd,Sudan‘da Muhammed Ahmed el-Mehdi, Mısır‘da Ahmed el-Arabî, Mağrib‘de Muhammed b. Abdülkerim el-Hattâb…) ve elbette Anadolu bu tesbitin canlı şahitleridir. Kafkasya‘da Şeyh Şamil ve bugün Filistin‘de adını “İzzeddin el-Kassâm Tugayları” vasıtasıyla tanıdığımız şehid İzzeddin el-Kassâm da öyle…
Bu noktada biraz durup vakıaya “kuş bakışı” bakalım:
Tasavvuf ehli hakkında ileri sürüldüğü şekliyle “cihaddan geri durup, aşk-meşk işleriyle uğraşma” iddiasının, mesela “savaştan geri durup, ilim işleriyle ilgilenme” tarzında Muhaddisler, Fakihler, Müfessirler, Kelamcılarvb. için aynı yoğunluk ve boyutta ileri sürülmediği dikkat çekmektedir. Oysa bu saydığım sahalarda etkin olmuş ulemanın tamamının cihada fiilen iştirak ettiğini söylemek mümkün değildir. Durum böyle diye bu ulemanın da hayattan koptuğunu ve insanları da peşinden sürükleyerek pasifize ettiğini mi söylemek gerekir?
Şu halde burada şu soru önem kazanıyor: Bu iddia niçin özellikle Tasavvuf ehli hakkında ileri sürülmektedir?
Bana kalırsa bunun tek bir cevabı vardır: Önyargı.
“Hayata katılma”nın en somut ve keskin göstergesi olan “cihad“a fiilen iştirak edip etmeme durumu, hangi meslek ve meşrebe mensup olursa olsun herhangi bir İslam büyüğünün yaşadığı döneme, özel ve genel şartlara ve hizmet etme tarzına bağlı olarak elbette değişecektir.
Öyleyse bu noktada ileri sürülebilecek örneklerden yola çıkarak “Tasavvuf insanı hayattan koparıyor” gibi korkunç bir genellemeye ulaşmak büyük bir yanılgı ve hata olur.
Bu yazıyı teberrüken İmam eş-Şa’rânî‘nin konu hakkındaki sözleriyle bitirelim:
“Resulullah (s. a.v)’e, gazilere ikramda bulunacağımıza, onlara nakdî yardımda bulunamayanlarımızın ise yiyecek yardımı yapacağına yahut onların aileleriyle ilgileneceğimize dair söz verdik.
“Resulullah (s.a.v)’e, mucahidlerin bulunduğu herhangi bir savaş bölgesine girersek, orada kaldığımız müddetçe gece bekçiliği yapacağımıza (nöbet tutacağımıza) söz verdik.
“Resulullah (s.a.v)’e, yataklarımızda değil, Allah uğrunda savaşırken şehid olarak ölmeyi dileyeceğimize veAllah yolunda savaşmayı nefislerimize kabul ettirmekten gafil kalmayacağımıza dair söz verdik. Bunu bilfiil gerçekleştiremesek dahi, salih bir niyet sahibi olmamız, Rabbimizin bize ecir vermesini sağlayacaktır.
“Resulullah (s.a.v)’e, cihad etmemiz mümkün olmazsa, bize şehadeti ve uhrevi sevabı sağlayacak işleri yapacağımıza dair söz verdik.”
Milli Gazete – 9 Nisan 2005
.