|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Hak din, bütün insanlara lâzımdır
2017-03-15 02:00:00
Din ismi altında insanların uydurduğu eğri yollara din denmez. Dünyada yaygın olan Brahmanlık, Mecusîlik ve Budistlik gibi sapık inanışlar, din değildir.
Hak ve gerçek olan din, insanları dünya ve âhirette rahat ve huzura kavuşturmak, sonsuz kurtuluşa götürmek için, Allahü teâlâ tarafından gösterilen yol demektir. Din ismi altında insanların uydurduğu eğri yollara din denmez. Dünyada yaygın olan Brahmanlık, Mecusîlik ve Budistlik gibi sapık inanışlar, din değildir. Bunlara inanmak, insana sonsuz kurtuluşu sağlamaz.
Din, güzel ahlâk sahibi olmayı, mahlûklara merhameti ve büyüklere itaati, küçüklere şefkati emreden, insanları doğruluğa götüren ‘Allah yolu’dur. Dînin, şahsî menfaatler için kullanılması en büyük günahtır. İnsanlara karşı yumuşak davranmak, onlara iyilik etmek, onların işlerini güler yüzle, tatlı dille ve kolaylıkla yapmak, Allanın sevgisine kavuşturan yoldur. Bu hâl, insanın âhirette azaplardan kurtulmasına ve Cennet nimetlerinin artmasına sebep olur.
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede, bir peygamber vasıtası ile insanlara bir din göndermiştir. Bu peygamberlere (Resûl) denir. Her asırda, en temiz bir insanı peygamber yaparak, bunlar ile dinleri kuvvetlendirmiştir. Resûllere tâbi olan bu Peygamberlere de (Nebî) denir. Bütün peygamberler, hep aynı imanı söylemiş, hepsi ümmetlerinden aynı şeylere iman etmeyi istemişlerdir. En son gönderilen hak din, Muhammed aleyhisselâmın getirdiği ‘İslam dini’dir.Din, insanlar için büyük bir ihtiyaçtır. Bir dine inancı olmayan zavallıların rûhu, bomboş kalır ve türlü türlü yalancıların yanlış fikirlerine sarılırlar. Çünkü insan, muhakkak bir inanışa bağlanmaya muhtaçtır. En ileri, en gelişmiş milletlere mensup olanlar bile bu ihtiyacı tatmin için, çeşitli sapık düşüncelere, uydurma mezheplere bağlanmışlardır.
Din, insana Allahını tanıtan, onu fenalık yapmaktan koruyan, onun yolunu açan, dimağını ferahlatan, sıkıntılı zamanlarda onu teselli eden ve ona yaşama gücünü veren, toplum içinde ona saygı, şeref, sevgi kazandıran en büyük âmildir...
Din, insanlara iyi ahlâk, karşılıklı sevgi, cesaret, sabır, rahat ve huzur kazandırır. İnsanları aynı imanda, aynı ibadet ve işlerde, anlayış ve faziletlerde birleştirerek, bölücülüğe, yıkıcılığa engel olur. Birbirleriyle sevişen ve haklarına saygı gösteren, annesine babasına, âmirlerine ve devletine itaat eden bir toplum meydana getirir.
Din, insanla yaratanı arasında kurulan bir bağdır. Dünya işlerini de düzenleyen büyük bir ahlâk okuludur. İnsanları iyiliğe, dürüstlüğe, hoşgörülüğe, büyüklere karşı saygı ve küçüklere karşı şefkat göstermeye, Cenâb-ı Hakk'ın emirlerine uymaya ve O'na teslim olmaya, kısaca insanı faydalı, doğru yola koymaya yarayan en büyük âmildir.
Din, insanların ruh gıdasıdır...
2017-03-22 02:00:00
İnsanın ruhu da, bedeni gibi gıdaya muhtaçtır. Bu da, ancak îmân etmekle kâbildir ve Allaha teâlânın yolunu, ancak hak olan gerçek bir din gösterir.
Din, insan ruhunun gıdasıdır. Dinsiz bir adam, kafasız bir gövdeye benzer. Bir vücudun, nasıl nefes almak, yemek ve içmek ihtiyacı varsa; ruh da tam bir asalete erişmek, tertemiz olmak, huzura kavuşmak için dine muhtaçtır. Dinsiz bir adam bir makineden, bir hayvandan farksızdır.
Din, her zaman, kötü niyetli olmayı, özel çıkarlar sağlamak ve gizli işler, manasız olaylar için mukaddes/kutsal değerleri âlet etmeyi yasak etmektedir. Nitekim, Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen, (Gizli toplantılarda, günah işlemeyi, düşmanlık etmeyi ve Peygambere karşı gelmeyi fısıldaşmayın! Allahü teâlâya karşı gelmekten sakınmayı konuşun! Gizli toplantılar, insanları üzmek ve kirletmek için, şeytanın istediği ve yaptırdığı şeydir) buyuruyor. [Mücâdele sûresi 9-10.]
Din, insanlara teselli kaynağıdır, dünyada aradıklarını bulamayan insanlar, haksızlığa uğratılanlar, hastalıkla ömür geçirenler bütün tesellilerini âhirette kavuşacakları bir hayata bağlarlar. Ayrıca bir dine bağlı olmak, insanı fazilete sevk eder, çeşit çeşit iyilikleri karşılık beklemeden yaptırır.
Gerçek fen adamları Allahü teâlânın varlığına inanmakta ve iki elle Onun dînine sarılmaktadır. Yalnız maddiyata inanan kimseler, çok kereler dertlerine çare bulamayıp, ümitsizliğe kapılmaktadırlar. Bu, onların ruhlarının boş kalmasından ileri gelmektedir... Allahü teâlâyı inkâr edenler bile, muhakkak bir gün bu ihtiyacı duyarlar. Ünlü Rus yazar Soljenitsin, Amerika’ya yerleştiği zaman, kendisinin büyük sıkıntılardan, ruhî bunalımlardan, makine olmaktan kurtulacağını zannetmişti. Bir gün, bir üniversitede Amerikan gençlerini başına toplayarak onlara “Ben buraya gelince, çok bahtiyar olacağımı zannetmiştim. Ne yazık ki, burada da büyük bir boşluk hissediyorum. Çünkü siz, artık maddenin esiri olmuşsunuz. Evet, burada hürriyet var, herkes istediğini yapıyor. Ancak maddeye ehemmiyet veriyor. Ruhları bomboş. Hâlbuki insanı hakiki insan yapan, onun tekâmül etmiş [gelişmiş], temizlenmiş ruhudur. Size tavsiyem şudur: Ruhunuzu geliştirmeye, güzelleştirmeye bakın! Ancak o zaman, memleketinizde bulunan ve sizi de üzen çirkinlikler yok olmaya başlar. Dine ehemmiyet/önem verin! Din, insan ruhunun gıdasıdır. Dinine bağlı insanlar, her işte sizin en büyük yardımcınız olacaktır. Çünkü, onları Allah korkusu doğru yoldan ayırmaz. Sizin en büyük zabıta kuvvetiniz bile, herkesi gece gündüz murakabe/kontrol edemez...” diye hitap etmişti.
Yukarıda da belirtildiği gibi, insan ruhunun gıdası, dindir. Mevcut dinlerin içinde de en doğrusu, en yenisi ve dünya şartlarına en uygunu İslâm dinidir. [Herkese Lazım Olan İman]
.İslamın temel bilgileri İlmihâllerden öğrenilir
2017-03-29 02:00:00
Dînini bilen ve seven ve kayıran mübârek insanların ilmihâl kitaplarını alıp, çoluğuna ve çocuğuna öğretmek, her Müslümanın birinci vazifesidir.
Her Müslümânın bilmesi ve yapması gereken îmân, fıkıh ve ahlâk bilgilerini kısaca ve açıkça anlatan kitaplara “İlmihâl” kitapları denir. Dînini bilen ve seven ve kayıran mübârek insanların ilmihâl kitaplarını alıp, çoluğuna ve çocuğuna öğretmek, her Müslümanın birinci vazifesidir. Kendilerine din adamı ismini ve süsünü veren cahil ve sapık bir kimsenin sözlerinden ve yazılarından din öğrenmeye kalkışmak, kendini Cehenneme atmaktır.
Kelâm, fıkıh ve ahlâk bilgilerini lüzumu kadar öğrenmek ve çoluk çocuğuna öğretmek, her Müslümana “Farz-ı ayn”dır. Öğrenmeyenler ve çoluk çocuğuna öğretmeyenler büyük günah işlemiş olur. Cehenneme gider, yanarlar. Bu üç ilmin lüzumundan fazlasını ve diğer din bilgileri ile fen bilgilerini öğrenmek “Farz-ı kifâye”dir. Büyük İslam âlimi İmam-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh” “İlimlerin en üstünü, ilmihâl bilgisidir” buyurdu.
“Bezzâziyye” isimli fetva kitabında diyor ki:
“Kur'ân-ı kerîmden bir miktar ezberledikten sonra, fıkıh öğrenmek lâzımdır. Çünkü Kur'ân-ı kerîmin hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir. Lâzım olan fıkıh bilgilerini öğrenmek ise, farz-ı ayndır.”
Muhammed bin Hasen Şeybânî "rahmetullahi teâlâ aleyh" buyurdu ki:
“Her Müslümânın haramları, helâlleri bildiren iki yüz bin fıkıh bilgisini öğrenmesi lâzımdır. Farzlardan sonra ibadetlerin en kıymetlisi, ilim ve fıkıh öğrenmektir.”
İbni Âbidin hazretleri buyuruyor ki:
“Her Müslümanın ilmihâl öğrenmesinin farz olduğunu fıkıh âlimleri söz birliği ile bildirdi. Bunun için, karı-kocanın hayz ve nifâs bilgilerini öğrenmeleri lâzımdır. Kocası, hanımına öğretmeli, kendisi bilmiyorsa, bilen kadınlardan öğrenmesi için izin vermelidir. Kocası izin vermeyen kadının, ondan izinsiz gidip bu bilgileri öğrenmesi lâzımdır.”
İmâm-ı Muhammed’e "rahmetullahi aleyh" mütehassıs olduğu tasavvuf bilgisinde niçin bir kitap yazmadığını sorduklarında buyurdu ki:
“Bu bilgiler ancak, bütün işlerde dîne uymakla, dine uygun alışveriş yapmakla elde edilebilir. Bunlar da, fıkıh kitaplarından öğrenilir. Alışveriş ve başka sözleşmeleri yapacak kimsenin bunların sahîh ve helâl olmasının şartlarını öğrenmesi lâzımdır. Bunun için, bu işleri öğrenmek her mükellefe farz-ı ayndır. Bu farzın yerine getirilmesi için, alışveriş kitabını yazdım.”
Ehl-i sünnet itikadını ve fıkıh bilgilerini öğrenmeden önce, ibretli menkıbelerle dolu olan (Gülistan) ve benzeri kitapları bile okumamalıdır. Fıkıh kitapları yanında, Gülistan ve benzeri kitaplar lüzumsuzdur. Dinde lâzım olanları, önce okumak ve öğrenmek ve öğretmek lâzımdır...
.Kur'ân tercümesinden dinî bilgi öğrenilemez
2017-04-05 02:00:00
Her Müslümânın Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdığı “İlmihâl” kitaplarından birini okuyup öğrenmesi ve çocuklarına öğretmesi lâzımdır.
Kur'ân-ı kerîmin hakiki manasını anlamak isteyen bir kimse, din âlimlerinin kelâm, fıkıh ve ahlâk kitaplarını okumalıdır. Bu kitapların hepsi, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şeriflerden alınmış ve yazılmıştır. “Kur'ân Tercümesi” ismi verilen kitaplardan dinin lüzumlu bilgileri öğrenilemez. Bu tercümeler; okuyanları, bunları yazanların fikirlerine, düşüncelerine ve maksatlarına esîr eder ve dinden ayrılmalarına bile sebep olur...
“Berîka” kitabında, dil âfetlerinin ellincisinde, “Tefsir yazanın, on beş ilimde mahir olması lâzımdır” diyor. Bunları bilmeyenlerin hadîs ve tefsîr okumaya kalkışması, mide hastasının, kuvvetlenmek için, baklava, börek yemesine benzer. Hâlbuki, bu hastanın, önce perhiz yapması, sonra, kuvvetli yemeğe başlaması lâzımdır. İşte, bizim gibi, ana ilimleri okumayanlar, din öğrenmek için, Kur'ân tercümesi, tefsir, hadîs okumaya kalkışırsak, bunları kavrayamayız. Yanlış anlayarak, dînimizi, îmânımızı da kaybedebiliriz.
Yine “Berîka” kitâbının 1297. sahifesinde, “Tefsîr kitaplarına tâbi olmamız emrolunmadı. Fıkıh âlimlerine tâbi olmamız emrolundu” buyurulmaktadır.
“Birgivî vasiyetnâmesi” şerhinde de diyor ki:
“Kelâm ve fıkıh âlimlerimiz, tefsirden, hadîsten anladıklarını, bizim gibi ilmi olmayanlara, açık, kolay öğretmek için, binlerce ‘Fıkh’ ve ‘İlmihâl’ kitabı yazmışlardır. İslâmiyeti doğru öğrenmek için, o fıkıh ve ilmihâl kitaplarını okumaktan başka çare yoktur.”
Her Müslümânın Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdığı “İlmihâl” kitaplarından birini okuyup öğrenmesi ve çocuklarına öğretmesi lâzımdır. Müslümânlar, çocuklarını ilkokula vermeden önce, Kur'ân hocasına göndermeli, Kur'ân-ı kerim okumasını, namaz kılmasını, imânın, İslâmın şartlarını, onlara muhakkak öğretmelidir. Nefs-i emmâre, burada da karşımıza çıkar. “Önce ekmek parası kazanmasını öğrensin. Onları sonra da öğrenir” diyerek aldatır. Çocuğunun Müslümân olmasını isteyen, dünyada ve âhirette saadete kavuşmasını dileyen ana ve baba, nefsin ve insan şeytanlarının yalanlarına aldanmamalı, çocuklarını, elbette Kur'ân-ı kerîm hocasına göndermelidir. Mektebe başladıktan sonra göndermek çok güç, hatta imkânsız olur. Ağaç, yaş iken bükülür. Kartlaşınca bükmeğe kalkılırsa, kırılır, zararlı olur. İslâm bilgileri verilmeyen çocuk, sapık veya kâfir olur. Ananın, babanın, sonra “âh” etmeleri, dizlerini dövmeleri, kendilerini ve çocuklarını Cehennemden kurtarmaz. Sevgili Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem", bu pek acı hakikati anlatmak için, (Helekel-müsevvifûn!) yani hayırlı işleri yapmayı sonraya bırakanlar helak oldu, buyurdu.
.İlmihâl Medeniyeti ne demektir?..
2017-04-12 02:00:00
Fert olarak ilmihâl bilgilerini öğrenip yaşamazsak, toplum olarak ‘İlmihâl Medeniyeti’ne ulaşamazsak, mutluluğu yakalamamız; Müslüman olarak kalmamız mümkün değildir.
Peygamber Efendimizin “sallallâhü aleyhi ve selem” (İlim öğrenmek, erkek ve kadın her Müslümana farzdır) emrine uyarak, her Müslümanın öğrenmesi lazım olan din bilgilerine “İlmihal” denir. Bir kimsenin, bu bilgileri öğrenmeden, Müslüman olması, dinini yaşaması ve Müslüman kalması imkânsızdır. Bu bilgiler, her Müslümana ekmek, su ve hava gibi mutlaka lazımdır.
“İlmihâl” ilim ve hâl kelimelerinden meydana gelen Farsça bir terkiptir ki, “hâlin ilmi” demektir. Bir Müslümanın cinsiyetine, yaşına, malına, bedenî durumuna, sağlığına, mesleğine ve mevkiine göre öğrenmesi gereken ilimler olup, herkese “farz-ı ayn”dır. Yani herkesin ayrı ayrı bilmesi ve yapması lazım olan iman, ibadet ve ahlak bilgileridir.
“İlmihâl Medeniyeti” sadece bilmek, öğrenmek değil, kendine lazım olan her bilgiyi öğrenmek ve onu hayata geçirip yaşamaktır. “Hâl” kişinin zaman ve mekân itibariyle içinde bulunduğu durum, an ve şartlar demektir. “İlm-i hâl” ise hâlin, yani içinde bulunulan durumun ve şartların bilgisidir. Bu da, âkıl ve bâliğ olan her kişinin, yani İslâmiyete uymakla memur olan, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yerine getirmekle şereflenen kişinin uyması gereken ilimdir. Bunun başında, iman, ibadet ve ahlak bilgileri gelir. İman, kalbinde bulunan sevgiyi gösteren bilgidir. Mükellef olmak ise, cinse, yaşa, varlığa ve bedene göre değişir; herkes sahip olduklarına göre sorumlu olur.
Teknolojideki, gelişmeler, yazılı-sesli ve görüntülü iletişimin akıl almaz seviyeye ulaşması ve daha nice gelişmeler, İlmihâl’in din ve dünya saadetimiz için ne kadar önemli olduğunu meydana çıkardı. Fert olarak ilmihâl bilgilerini öğrenip yaşamazsak, toplum olarak ‘İlmihâl Medeniyeti’ne ulaşamazsak, mutluluğu yakalamamız, kalabalıklar içinde Müslüman olarak kalmamız mümkün değildir.
İmihâl bilgilerini öğrenmeyen ve çocuklarına öğretmeyenler, Müslümânlıktan ayrılmak, küfür felâketine düşmek tehlikesindedir. Böyle kimselerin duaları zâten kabul olmaz ki, küfürden korunabilsinler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” (İlim bulunan yerde Müslümânlık vardır. İlim bulunmayan yerde Müslümânlık kalmaz) buyurdu...
Ecdâdımız, her zaman toplanırlar, ilmihâl kitaplarını okurlar, dinlerini öğrenirlerdi. Ancak, böyle Müslümân kaldılar. İslâmiyyetin zevkini aldılar. Bu saâdet ışığını bizlere, doğru olarak ulaştırabildiler. Bizim de Müslümân kalmamız, yavrularımızı, içimizdeki ve dışımızdaki kâfirlere kaptırmamamız için, birinci ve en lüzumlu çare, her şeyden önce Ehl-i sünnet âlimlerinin hâzırladığı “İlmihâl” kitaplarını okumak ve öğrenmektir..
.Osmanlı medeniyetinde 'ilmihâl kültürü' zirvedir
2017-04-19 02:00:00
Osmanlıda Müslüman olan halk günlük hayatını, “İlmihâl” kitaplarına göre düzenlerdi. Hatta Müslüman olmayan vatandaşlar da, bu hayat tarzına göre hareket etmeye çalışırdı.
Osmanlı medeniyetini hazırlayan ve Allah sevgisi ile Allah korkusunu insanların gönlüne yerleştiren, ihlas ile yazılmış “Birgivî Vasıyetnamesi”, “Huccetül-İslam İlmihali” ve “Mızraklı İlmihâl” gibi kitaplar olmuştur. Bu kitaplarda, ülkenin Padişahından dağdaki çobanına kadar herkese lazım olan, iman, ibadet ve ahlâk bilgileri toplanmış ve bunların herkes tarafından kolayca öğrenilmesi sağlanmıştı. Okunmaya bile ihtiyaç kalmadan, herkes birbirinden görerek İslamî bir hayatı kolayca öğreniyor ve yaşıyordu.
Evet, okunmadan bilmek, işte buna deniyordu. Müslümanın hayat bilgisi olan bu ilimler, toplumun her kesimi tarafından bilindiği ve tatbik edildiği için, okunmadan öğrenilir ve yaşanırdı. Bu sayede, insanın doğumundan ölümüne kadar tatbik edeceği İslam bilgileri, her Müslümanın bir hayat tarzı olmuştu. Padişah da, dağdaki çoban da, sabahleyin yatağından aynı şekilde sağ tarafından Besmele ile kalkar, günlük dualarını okuyarak, güzel bir niyetle işine başlardı... Sabah namazını kılmak için abdest hazırlığı yapılır ve namaz kılınırdı. Yemeğe “Besmele” ile başlanır “Hamdele” ile bitirilirdi. Günlük hayatta, hep aynı olan bu davranışlar, bir ömür boyu devam ederdi. Toplumun her kesiminde hep aynı iman, ibadet ve ahlâk hükümleri hâkim olurdu. Herkes birbirine yardım ederdi. Hatta Bosna’dan çıkıp Mekke’ye hacca giden bir Müslüman, uğradığı beldelerde ücret ödemeden yer, içer ve yatardı. Osmanlı ülkesinin insanları, hep birbirine nasihat eder, öğüt verirdi. İyiliğe teşvik ve kötülükten birbirlerini menederlerdi. Kısacası, Osmanlıda Müslüman olan halk günlük hayatını, “İlmihâl” kitaplarında yazan bilgilere göre düzenlerdi. Hatta Müslüman olmayan vatandaşlar da, bu hayat tarzına göre hareket etmeye çalışırdı. İşte böylece, yetmiş iki milletten ve çeşitli dinlerden meydana gelen Osmanlı halkının yaşayışı, bir “İlmihâl Medeniyeti”ni meydana getirmişti.
Bu hassasiyet ve uygulama Osmanlı Müslümanlarını, İslâmiyetin zirvesi olan tasavvuf terbiyesine ulaştırmıştı. Dağdaki çoban da, Rabbine kavuşmak için gönül yolculuğuna çıkmış ve zirveye ulaşmış olan da, günlük olaylar karşısında hep aynı tepkiyi verir ve "Bunda da bir hayır vardır", "Hak şerleri hayreyler..." der, kalp kırmayı en büyük cürüm ve günah bilirlerdi.
İslamın temel bilgileri, atasözleri ve halk deyimleri şeklinde zihinlere yerleşmişti: “Eden bulur… Eden kendine eder…” gibi nice özlü sözler, hep böyle bir kültürün ürünleriydi.
İşte bu (İlmihâl Medeniyeti)’nden, günümüz insanlarının anlamakta zorlandığı “Sadaka taşları”, “Zimem/alacak defterlerinin yırtılması” ve “Kışın aç kalan kurtlar ve yaralı kuşlar için vakıf kurulması” gibi güzellikler doğmuştu…
.
Herkese, önce iman lazımdır
2016-05-25 02:00:00
İslamiyet; yeryüzündeki bütün insanların, dünya ve âhiretin efendisi Muhammed Mustafâya “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi olmasını ve Ona uymasını emretmiştir.
İbadet ve duaların kabul şartları -1-
Amellerimizin, ibadetlerimizin ve dualarımızın kabul olunmasının birinci şartı iman etmektir. İslamiyet; yeryüzündeki bütün insanların, dünya ve âhiretin efendisi ve bütün insanların her bakımdan en yükseği ve en iyisi olan, Muhammed Mustafâya “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi olmasını ve Ona uymasını emretmiştir. Ona uymanın ufak bir zerresi, bütün dünya lezzetlerinden ve bütün âhiret nimetlerinden daha üstündür. Hakiki üstünlük, Onun getirdiği İslam dinine inanmak ve Ona tâbi olmaktır. İnsanlık şerefi ve meziyeti, Onun dinine uymakla ele geçer. Ona tâbi olmak, yani Ona uymak, Onun gittiği yolda yürümektir. Onun yolu, Kur’ân-ı kerîmin gösterdiği yoldur. Bu yola (Dîn-i islâm) veya (İslamiyet) denir.
Âhirette Cehennemden kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselâma tâbi olanlara mahsustur.
Dünyada yapılan hayrât ve hasenât, yani bütün iyilikler, bütün keşifler, bütün hâller ve bütün ilimler Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yolunda bulunmak şartı ile, âhirette işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın Peygamberine tâbi olmayanların yaptığı her iyilik, dünyâda kalır ve âhiretin harap olmasına sebep olur. Yani, iyilik şeklinde görünen, birer istidrâctan başka bir şey olamaz. Nitekim, dünyadaki faydalı ve hayırlı işlerden cenâb-ı Hakkın, en çok beğendiği, câmi yapmaktır. Câmi yapmanın, çok sevap olduğunu bildiren hadîs-i şerîfler vardır. Böyle olmakla beraber, Tevbe sûresi, 18. âyetinde meâlen, (Kâfirlerin câmi yapmaları câiz değildir. Yerinde ve yarar bir iş değildir. Onların câmi yapmaları ve diğer bütün beğendikleri işleri, kıyâmette kendilerine yaramayacak ve Muhammed aleyhisselâma tâbi olmadıkları için, Cehenneme girip, çok acı azaplarda sonsuz olarak cezâlandırılacaklardır) buyuruldu.
Âl-i İmrân sûresi, 85. âyetinde de meâlen, (Muhammed aleyhisselâmın getirdiği İslâm dîninden başka din isteyenlerin, dinlerini Allahü teâlâ sevmez ve kabul etmez. Dîn-i islâma arka çeviren, âhirette ziyan edecek, Cehenneme girecektir) buyuruldu.
Bir kimse, binlerce sene ibâdet etse ve ömrünü, nefsini temizlemekle geçirse ve güzel huyları ile yanındakilere ve keşfettiği âletler ile, bütün insanlara faydalı olsa, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmadıkça ebedî saâdete kavuşamaz. Nisâ sûresi, 13. âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allahü teâlânın ve Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın emirlerine aldırış etmeyenler, beğenmeyenler, asra, fenne uygun değildir, modern ihtiyaçlara kâfi değildir diyenler, kıyâmette Cehennem ateşinden kurtulamayacaklardır. Bunlara, Cehennemde, çok acı azap vardır) buyuruldu.
İman, bir nesep işi değil, nasip işidir
2017-04-26 02:00:00
Cenab-ı Hakk’ın insanoğluna en büyük ihsanı, (Şerh-i Sadr) nîmetidir. Bu da, kalbin açılması ve oraya iman nurunun girmesidir.
Allahü teâlâ, sevdiği ve dilediği kulunu iman ve hidayete kavuşturur. Ona, kendisine ibadet etmeyi ve diğer kullarına karşı da güzel ahlak sahibi olmayı nasip eder. İman, ibadet ve ahlak bilgileri, İslâmın temelidir. Bunlar “İlmihal” kitaplarında kolayca öğrenilir. Müslümanın hayat bilgisi bunlardır. Aynı değerlere inanan kişilerin bir arada yaşamasını sağlayan ortak bir kültür, ancak “İlmihal Medeniyeti”ne ulaşmakla elde edilir. İmanları ve amelleri/işleri aynı olan insanlar birbirini sever. Bunun için, “Camiye gidenler sevişir, meyhaneye gidenler dövüşür” denilmiştir.
Cenab-ı Hakk’ın insanoğluna en büyük ihsanı, (Şerh-i Sadr) nîmetidir. Bu da, kalbin açılması ve oraya iman nurunun girmesidir. Seyyid Abdülhakim-i Arvasî hazretlerinin, “Allah bir kuluna iman verdi, ona ne vermedi ki? İman nasip olmayana verdiği ne ki?” sözü, bu hakikati haber vermektedir. İman ve hidâyete kavuşan, dünya ve âhiret saadetine kavuşmuş demektir. Bu da, bir nesep işi değil, bir nasip işidir.
Peygamberimiz “aleyhisselâm” buyurdu ki: “Kalbe imân nûru girince, genişler ve açılır.” Eshâb-ı kirâm (aleyhimürrıdvân) “Yâ Resûlallah! O nûrun kalbe girmesinin alâmeti, işâreti nedir?” dediler. Buyurdu ki: (Alâmeti, kulun, yüzünü ebedî olan âhirete dönmesi, aldatan ve yoldan çıkaran dünyadan ve ona tutulmaktan uzaklaşıp kurtulmasıdır.)
Dünya görünüşte süslüdür, yaldızlıdır, ama aldatıcıdır, hilecidir. Kendini sevenlerin gönüllerini çalar. Peygamberlik basireti, gözüyle ve iman nuru ışığıyla bakılınca, yakînen görülür ve anlaşılır ki, dünya işlerinin temeli sakat ve dayanıksızdır. Âhiret ise daimi ve sonsuzdur. Bu anlayışa erişen kimse, yüzünü fâni olan dünyadan çevirir, kalp gözünü sonsuzluk âlemine döndürür ve yolculuk için lâzım olan sevap azıklarını bulundurur. Kişinin göğsünün inşirahından, açılmasından nasibi, bu iman nurundan olan nasibi kadardır. Bunun da miktarı kalbindeki ferahlıkla ölçülür. Çünkü nurun, sinenin açılmasında ve kalbin ferahında tesiri tamdır. Bu sebeptendir ki, dünyadaki ışığın bile, gönül rahatlığına, kalp ferahlığına, karanlığın da, sıkılmaya, daralmaya yol açması, sebep olması büyüktür. Bunun için demişlerdir ki: Nefs-i natıka/insanî rûh, nura, ışığa âşıktır… Nerede bir ışık hüzmesi, parıltısı bulsa, o tarafa döner ve o yöne koşar. Bu yüzden aydınlık yerde uyku az gelir. Zira ruh, aydınlığa nura olan teveccühü sebebiyle içeriden dışarıya gelir. Karanlık olunca, içe çekilir ve uykuya dalar...
Şairin bir beytinde söylediği gibi: Sana visal meclisinde, göz uyku yüzü görmez/Yüzünün kandili önde, uykuya sıra gelmez...
.İman nurunu hiç söndürmemelidir
2017-05-03 02:00:00
İman nurunu söndürmeyen sebeplerden biri de, kalbi, "sıfât-ı zemîme" yani "kötü sıfatlar" denilen; haset, ucub, kibir ve riya gibi kötü huylardan temizlemektir.
Kalbimizdeki iman nurunun sönmemesini temin eden sebeplerin başında hiç şüphesiz ilim gelir. İlim sebebiyle kalp o kadar genişler ve açılır ki, onun her köşesi göklerden ve yerden daha geniş olur. Hepsini içine alır. Bir kimsenin ilmi ne kadar çoğalırsa, sinesindeki genişleme de o kadar artar. Bu ilim ise, Peygamberimizden “aleyhisselâm” miras kalan ilimdir. Peygamberlere ilimden başka şeyle vâris olunmaz... O zamandan bu yana çok vakit geçti. Felsefe karanlıkları zuhur etti. İslâm semasını kararttılar. Bir kısım insanları yoldan çıkardılar. Bunlara ilim değil, cehalet demek daha uygun olur.
İman nurunu arttıran şeylerden biri de, Allahü teâlânın kullarına mal, para, makam ve benzeri şeylerde ihsanda bulunmak lazımdır. Mal ve para ile olan ihsan ve iyiliğin ne olduğunu herkes bilir. Kimin eli daha açık ise, kalbi de o kadar geniştir. Kimin eli kısa ve kapalı ise, sinesi de o nispette dardır. El açıklığı, cömertlik ve ihsan, Allahü teâlâ ve kulları katında büyük mertebedir. Dünya ve âhirette izzettir, iyiliktir ve sevaptır. Makamla olan ihsan; kimsesiz bir kişiyi, yanına veya emrine veya birisinin yanında bir işe koymakla yapılan ihsandır.
Kalpteki iman nuru, Allah yolunda kahramanlık, insaf sahipleri yanında doğruyu söylemekle de artar. Bu da gönül ferahlığına yol açar. Böyle yiğitlik, güzelliklerin başı ve bütün iyiliklerin kaynağıdır. Din yolundaki şiddet ve zorluklar, ancak bununla aşılır. “Canını düşünmeden saldırdığı zaman, yiğidin kalbine açılan ve görünen şeyi, başkaları kırk sene halvette/hep ibadette kalmakla göremez” demişlerdir. Ama bu cesaret ve yiğitlik, Allah için ve Allahın dininde olursa her şeyden daha yüksektir. Âl-i İmrân sûresinin 169 ve 170. âyetlerinde, (Onlar Rableri katında diridirler. Cennet meyvelerinden rızıklanırlar. Onlar, Allahın verdiği ihsandan dolayı, ferah ve sevinç içindedirler) diye meâlen bildirilen büyük nimetler bunlardır...
İman nurunu söndürmeyen sebeplerden biri de, kalbi, sıfât-ı zemîme, yani kötü sıfatlar denilen; haset, ucub, kibir, riya, buğz, kin ve Allah için olmayan mal ve makam, yani dünya sevgisi gibi kötü huylardan temizlemektir. Çünkü bunlar, şehvet ve nefis toprağından yükselen, zulmânî buhar ve dumanlardır. Kalbi bulandırır ve karartırlar ve gönlün şerhine/yarılmasına sebep olan iman nurundan, tevhîdden, ilimden, muhabbetten ve zikirden insanı alıkoyarlar. Mahrum bırakırlar. Kalp sahasını karartır ve daraltırlar. Bu güzel sıfatlar, en kâmil, en yüksek, en mükemmel şekilde Resûl-i ekremde “aleyhisselâm” mevcut idiler. Ondan sonra, uyma miktarınca, ona tâbi olanlarda bulunur. Resûlullaha uymada, kim daha ileri gitmişse, gönlü daha çok genişlemiş ve kalbi o nisbette nurlanmış olur...
.
. İlim öğrenmeden ibadet yapılamaz
2016-06-01 02:00:00
Ehl-i sünnet itikadını ve ilmihâlini öğrenmeyen ve çocuklarına öğretmeyenler, Müslümanlıktan ayrılmak, küfür felaketine düşmek tehlikesindedir.
İbadet ve duaların kabul şartları -2-
Amellerimizin, ibadetlerimizin ve dualarımızın kabul olmasının, bir şartı da ilim sahibi olmaktır. Bir amelin, ibadetin sahîh olması başkadır, kabul olması başkadır. İbadetlerin sahîh olmaları için, kendilerine mahsus şartları, farzları vardır. Bunlardan biri noksan olursa, o ibadet sahîh olmaz. O ibadet yapılmamış olur. Cezasından, azabından kurtulamaz. Sahîh olup da, kabul olmayan ibadet için azap yapılmaz ise de, o ibadetin sevabına kavuşamaz. İbadetin kabul olması için, önce sahîh olması ve bunun yanında iman, niyet, ihlas şartlarının da bulunması da lâzımdır. Kul hakkını gözetmek de bu şartlara dâhildir.
Ehl-i sünnet itikadını ve ilmihâlini öğrenmeyen ve çocuklarına öğretmeyenler, Müslümanlıktan ayrılmak, küfür felaketine düşmek tehlikesindedir. Böyle kimselerin duaları zaten kabul olmaz ki, küfürden korunabilsinler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimiz buyurdu ki:
(İlim bulunan yerde Müslümanlık vardır. İlim bulunmayan yerde Müslümanlık kalmaz.)
Ölmemek için, yemek, içmek lâzım olduğu gibi, kâfirlere aldanmamak, dinden çıkmamak için de, dînini, îmânını öğrenmek lâzımdır. Ecdâdımız, her zaman toplanırlar, ilmihâl kitaplarını okurlar, dinlerini öğrenirlerdi. Ancak, böyle Müslüman kaldılar. İslamiyetin zevkini aldılar. Bu saadet ışığını bizlere, doğru olarak ulaştırabildiler. Bizim de Müslüman kalmamız, yavrularımızı içimizdeki ve dışımızdaki kâfirlere kaptırmamamız için, birinci ve en lüzumlu çare, her şeyden önce Ehl-i sünnet âlimlerinin hazırladığı ilmihâl kitaplarını okumak ve öğrenmektir. Çocuğunun Müslüman olmasını isteyen ana-baba, çocuğuna Kur’ân öğretmelidir. Fırsat elde iken okuyalım, öğrenelim ve çocuklarımıza, sözümüzü dinleyenlere öğretelim! Mektebe gittikten sonra öğrenmeleri güç olur. Hatta imkânsız olur. Felâket gelince, âh etmek fayda vermez. İslâm düşmanlarının, zındıkların, tatlı, yaldızlı kitaplarına, gazetelerine, mecmua, televizyon ve radyolarına ve filmlerine aldanmamalıdır.
Allahü teâlâ, Resûlünü, Kur’ân-ı kerîmi teblîğ etmek, öğretmek için gönderdi. Eshâb-ı kirâm, Kur’ân-ı kerîmdeki bilgileri Resûlullahtan öğrendiler. Din âlimleri de, Eshâb-ı kirâmdan öğrendiler. Bütün Müslümanlar da, din âlimlerinden ve bunların kitaplarından öğrendiler. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (İlim öğreniniz! İlim öğrenmek ibadettir. İlim öğretene ve öğrenene cihâd sevabı vardır. İlim öğretmek, sadaka vermek gibidir. Âlimden ilim öğrenmek, teheccüd namazı kılmak gibidir.)
.Niyetsiz ibadet kabul olmaz
2016-06-08 02:00:00
Niyet, ibadet yapmayı kalbe getirmek, hatırlamak değildir. Allahü teâlâ için yapmayı irâde etmek, istemek demektir. Niyet, ibadete başlarken yapılır...
İbadet ve duaların kabul şartları -3-
İbadetlerin sahih ve makbul olması için, Allahü teâlânın rızası için yapmaya niyet etmek lâzımdır. Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki:
(Yapılan işler niyetlere göre değerlenir. Herkes yaptığı işin karşılığını niyetine göre alır. Kimin niyeti Allah’a ve Resûlüne varmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap da Allah’a ve Resûlüne hicret sevabıdır. Kim de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir kadına kavuşmak için yola çıkmışsa, onun hicreti de hicret ettiği şeye göre değerlenir.)
Niyet, kalp ile olur. Yalnız söylemek ile niyet edilmiş olmaz. Kalp ile birlikte olmak şartı ile söyleyerek niyet etmek câiz olur denildi. Kalp ile niyet, söz ile niyete benzemezse, kalpteki niyete bakılır. Yalnız yemin etmek böyle değildir. Yemin etmekte, söz esastır. İbadetlerde niyetin söz ile yapılacağını bildiren hiçbir hadîs-i şerîf ve haber mevcut değildir. Dört mezhebin imamları da bildirmemiştir. Niyet, ibadet yapmayı kalbe getirmek, hatırlamak değildir. Allahü teâlâ için yapmayı irâde etmek, istemek demektir. Niyet, ibadete başlarken yapılır. Daha önce, mesela bir gün önce yapılırsa, niyet olmaz. Buna emel, arzu, vaat denir. Meselâ, Hanefî mezhebinde oruca niyet etmek zamanı, bir gün evvel, güneşin batmasından başlayarak, ertesi gün, (Dahve-i kübrâ) vaktine kadardır. Başkalarının günaha girmemeleri için, bir kimsenin mubahları terk etmesi iyi olur. Fakat sünnetleri, hatta müstehapları terk etmesi câiz olmaz. Namaza başlarken, iftitah tekbiri söylenirken niyet edilir. Daha önce de, mesela, cemaat ile namaz kılmak için evinden çıkan kimse, niyet etmeden imama uysa, caiz olur. Şafii’de niyet, iftitah tekbiri alınırken yapılır, daha önce olmaz. Namaza niyet etmek demek, o namazın ismini, vaktini, kıbleyi, imama uymayı irade etmek, kalbinden geçirip, kılmayı tercih etmek demektir. Yalnız ilim, yani ne yapacağını bilmek niyet olmaz. Niyet ederken, hangi farz ve hangi vacip olduğunu bilmek lazımdır. Mesela (Bugünkü öğleyi kılmaya) diye, farzın ismini bilmek veya vaktin farzı demek lazımdır. Dil bir şeye niyet ederken, kalp bu düşünceye katılmazsa, niyet makbul olmaz. Allahü teâlâ bizim şeklimize, kalıbımıza değil, kalplerimize bakar, niyetlerimize değer verir. Kalpten geçen düşünceler, iyi niyete dayandığı zaman Allah katında değer kazanır. Bu esnada kalbin uyanık ve şuurlu olması gerekir. Yoldaki bir taşı, insanlara zarar vermesin düşüncesiyle ve sevap kazanmak ümidiyle kaldırıp atmak bir ibadet sayılır. Birinin malını meşru olmayan yollardan elde etmeye karar vermişken, Allah korkusuyla bu düşünceden vazgeçmek de aynı şekilde sevap kazanmaya vesile olur.
.İbadetler ihlas ile yapılmalıdır
2016-06-15 02:00:00
İhlas, dünya faydalarını düşünmeyip ibadetlerini yalnız Allahü teâlânın rızası için yapmaktır. İhlas sahibi, ibadet yaparken başkalarına göstermeyi hiç düşünmez.
İbadet ve duaların kabul şartları -4-
İbadetlerin sahih ve makbul olması için ihlas ile yapılması şarttır. İhlas, dünya faydalarını düşünmeyip ibadetlerini yalnız Allahü teâlânın rızası için yapmaktır. İhlas sahibi, ibadet yaparken başkalarına göstermeyi hiç düşünmez. Bunun ibadetlerini başkalarının görmesi ihlâsına zarar vermez. Hadîs-i şerîfte, (Allahü teâlâyı görür gibi ibadet et! Sen görmüyor isen de, O, seni görmektedir) buyuruldu. Başkalarının sevgisine ve methetmelerine kavuşmak için, ibadet yapmak gösteriş olur.
Allahü teâlâya ihlâs ile ibadet etmemiz emrolundu. Hadîs-i şerîfte, (Allahü teâlânın birliğine iman edenden ve namazı ve zekâtı ihlâs ile yapandan Allahü teâlâ râzı olur) buyuruldu.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Mu’âz bin Cebel’i “radıyallahü teâlâ anh”, Yemene vali olarak gönderirken, (İbadetlerini ihlâs ile yap. İhlâs ile yapılan az amel kıyamet günü sana yetişir) ve (İbadetlerini ihlâs ile yapanlara müjdeler olsun. Bunlar hidâyet yıldızlarıdır. Fitnelerin karanlıklarını yok ederler) ve (Dünyada haram edilmiş olan şeyler melundur. Ancak Allah için yapılan şeyler kıymetlidir) buyuruldu.
İbadet yaparak Allahü teâlâdan dünya menfaatlerini istemek, riya olmaz. Yağmur duasına çıkmak böyledir. İstihâre yapmak da, böyledir. Ücret ile imamlık, hatiplik, muallimlik yapmak, sıkıntıdan, hastalıktan ve fakirlikten kurtulmak için âyet-i kerîmeler okumak da, böyledir denildi. Bunlarda hem ibadet, hem de menfaat niyetleri bulunmaktadır. Ticaret maksadı ile hacca gitmek de böyledir. İbadet niyeti hiç bulunmazsa riya olurlar. İbadet niyeti çok olursa, sevap hâsıl olur. İbadetlerini başkalarına göstermek, onlara öğretmek ve teşvik etmek niyeti ile olursa, yine riya olmaz ve çok sevap olur. Ramazan orucunu tutmakta riya olmaz. Allahü teâlânın rızası için namaza başlayıp, sonradan hâsıl olan riyanın zararı olmaz. Riya ile yapılan farzlar sahih olur. İbadet borcu ödenmiş olur ise de, sevabı olmaz. Et ihtiyacını karşılamak niyeti ile, kurban kesmek câiz olmaz. Allahü teâlâ için ve bir insan için birlikte niyet ederek kurban kesmek câiz değildir. Allahü teâlânın rızası için olmayıp, yalnız hacdan, gazâdan gelen için ve gelen emîri, reisi karşılamak için kesilen hayvan leş olur. Kesmesi ve yemesi haram olur. Riyadan korkarak ibadeti terk etmek câiz değildir. Allahü teâlânın rızası için namaza durup, namazı bitirinceye kadar hep dünya işlerini düşünürse, namazı sahih olur.
Hadîs-i şerîfte, (Dünyada riya ile ibadet edene, kıyamet günü, “Ey kötü insan! Bugün sana sevap yoktur. Dünyada kimler için ibadet ettin ise, sevaplarını onlardan iste” denir) buyuruldu.
.Kul haklarından kaçınmak lazım
2016-06-22 02:00:00
"Bir kimse, Peygamberin ameli gibi amel yapsa, fakat üzerinde yarım dank, yani çok az kul borcu olsa, bunu ödemedikçe Cennete giremez."
İbadet ve duaların kabul şartları -5-
Duaların ve herhangi bir amelin, ibadetin kabul olunmasının şartlarından biri de üzerinde kul hakkı bulunmamaktır. İmâm-ı Rabbânî “rahime-hullahü teâlâ”, diyor ki: (Bir kimse, Peygamberin ameli gibi amel yapsa, fakat üzerinde yarım dank, yani çok az kul borcu olsa, bunu ödemedikçe Cennete giremez.) Duaları da kabul olmaz. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Üzerinde kul hakkı olan, mahlûkların malına, ırzına dokunan, ölmeden önce helâlleşsin, ödesin! Zira o gün altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevaplarından alınacak, sevapları olmazsa, hak sâhibinin günahları, buna yüklenecektir). İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” (Dürr-ül-muhtâr) kitabını açıklarken, buyuruyor ki: (Kıyamet günü, hak sâhibi, hakkını affetmezse, bir dank hak için, cemaat ile kılınmış, kabul olmuş yedi yüz namazı alınıp, hak sâhibine verilecektir.) Bir dank, dirhemin altıda biri, yaklaşık olarak, yarım gram gümüştür.
Bir gün, Eshâb-ı kirâma karşı; (Müflis kime denir, biliyor musunuz?) diye sual edilince, onlar da; (Parası ve malı kalmayan kimseye diyoruz) dediler. Resul aleyhisselam buyurdu ki: (Ümmetim arasında müflis, şu kimsedir ki, kıyamet günü, defterinde çok namaz, oruç ve zekât sevabı bulunur. Fakat, bir kimseye sövmüş, iftira etmiş, malını almış, kanını dökmüş, döğmüş. Sevapları, bu hak sâhiplerine dağıtılır. Hakları ödenmeden önce, sevapları biterse, hak sâhiplerinin günahları, bunun üzerine yükletilir. Sonra Cehenneme atılır). Bu hadîs-i şerîf de gösteriyor ki, Eshâb-ı kirâmdan “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” herhangi birine dil uzatan, söven, iftira eden, ahirette muhakkak cezasını görecektir.
Ey Müslüman kardeşim! Allahü teâlânın rızasına kavuşmayı ve amellerinin kabul olmasını istiyorsan, Müslüman olsun, kâfir olsun, kimsenin malına, canına, ırzına saldırma! Kimseyi incitme! Herkesin hakkını öde! Kul hakkının en mühimi ve azabı en çok olanı akrabasına ve emri altında olanlara din bilgisi öğretmeyi terk etmektir. Onların ve bütün insanların din bilgisi öğrenmelerine ve ibadetlerini yapmalarına, işkence ederek veya aldatarak mâni olanın İslam düşmanı olduğu anlaşılır. Bidat sâhiplerinin, mezhepsizlerin, sözleri ile yazıları ile Ehl-i sünnet bilgilerini değiştirmeleri, dini, imanı bozmaları da böyledir.
Hükûmete, kanunlara karşı gelme. Kâfir memleketlerinde de, kanunlara, emirlere karşı gelme! Fitne çıkarma! İslama saldıranlarla ve bidat sâhipleri ile ve mezhepsizlerle arkadaşlık etme! Onların kitaplarını, gazetelerini okuma! Sözünü dinleyenlere, güler yüzle, tatlı dil ile nasihat eyle! Kimse ile münakaşa etme! Güzel ahlâkın ile İslam dininin şanını, şerefini herkese göster!
.İman devamlı ve sabit olmalıdır...
2016-07-13 02:00:00
İmanın sahih ve makbul olması için, devamlı ve sabit olması şarttır. Aklı olan herkes bülûğa erdiği andan, son nefesine kadar her an iman üzere olmalıdır.
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -1-
İman, bizleri yoktan var eden Rabbimize olan bağlılığın, sevginin ve teslimiyetin, dil ile ikrarı ve kalp ile tasdiki olup, bunu mümkün olduğu kadar hareket ve davranışlarımızla belli etmektir. İman, Onun varlığına ve birliğine inanmak, Ondan gelen her şeyi şek ve şüphe etmeden kabul etmektir. Bütün bunlara, son Peygamber Muhammed aleyhisselamın haber verdiği gibi inanmaktır.
İmanın sahih ve makbul olması için, devamlı ve sabit olması şarttır. Aklı olan herkes bülûğa erdiği andan, son nefesine kadar her an iman üzere olmalıdır. Peygamber Efendimiz, daima (Allahümme yâ mukallibel-kulûb. Sebbit kalbi alâ dînike) yani, (Ey kalpleri döndüren Allahım! Benim kalbimi dininde sâbit eyle!) diye dua eder ve (Son sözü, ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlüllah’ olan kimse muhakkak Cennete girer) buyururlardı. Bunun için, hep iman üzere yaşamalıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz de, (Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz!) buyurdular. Allahü teala bütün kullarına iman etmeyi, iman ile yaşamayı ve iman ile ölmeyi emretti. Sonsuz saâdete kavuşmanın tek yolu, Müslüman olmaya ve Müslüman olarak ölmeye bağlıdır. Bunun da yolu, ömründe bir kere (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) demeli ve sabah-akşam bunu tekrar ederek imanını tazelemelidir. Müslüman olduğunu tanıdıklara ve meleklere bildirmek için de, (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh) söylemelidir.
Erkek olsun, kadın olsun, her insanın, her sözünde, her işinde, Allahü teâlânın emirlerine, yani farzlara ve yasak ettiklerine/haramlara uyması lâzımdır. Bir farzın yapılmasına, bir haramdan sakınmaya ehemmiyet vermeyenin imanı gider, kâfir olur. Kâfir olarak ölen kimse, kabirde azap çeker. Âhirette Cehenneme gider. Cehennemde sonsuz yanar. Affedilmesine, Cehennemden çıkmasına imkân ve ihtimâl yoktur. Kâfir olmak çok kolaydır. Her sözde, her işte kâfir olmak ihtimâli çoktur. Küfürden kurtulmak da çok kolaydır. Küfrün sebebi bilinmese dahi, her gün bir kere istiğfar etse, yani (Estagfirullah) dese, muhakkak affolur, yani, (Yâ Rabbî! Bilerek veya bilmeyerek küfre sebep olan bir söz söyledim veya iş yaptım ise, nâdim oldum, pişman oldum. Beni affet!) diyerek tevbe etse, Allahü teâlâya yalvarsa, muhakkak affolur. Cehenneme gitmekten kurtulur. Cehennemde sonsuz yanmamak için, her gün muhakkak tevbe ve istiğfar etmelidir. Bu tevbeden daha mühim bir vazife yoktur. Kul hakkı bulunan günahlara tevbe ederken, bu hakları ödemek ve terk edilmiş namazlara tevbe ederken, farzları kaza etmek lâzımdır...
.İman, görmeden kabul etmek demektir...
2016-07-20 02:00:00
İmanın, sahih ve makbul olmasının şartlarından birisi de, gaybî olmasıdır. Kur'an-ı kerimde gerçek müminler için, "Onlar, gayba inanırlar" buyuruluyor.
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -2-
İman; Muhammed aleyhisselamın, peygamber olarak bildirdiği şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan, tasdik edip inanmaktır. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resûlü tasdik etmek olmaz. Yahut Resûlü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz. Çünkü iman parçalanmaz. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Dini, aklı ile ölçen kadar zararlı kimse yoktur.) [Taberani].
Selim akıl çok kıymetlidir. Hadis-i şerifte, (Akıl, hak ile bâtılı birbirinden ayıran bir nurdur) buyuruluyor. Allahü teâlâ, insana, hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden ayırabilmesi için aklı verdi. Akıl bir ölçü âletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Mahlûklara ait bilgilerde ölçü olur. Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar mahlûklara ait bilgilerde isabet ettiği hâlde, bazıları yanılabilir. İnsan, bir yol gösterici olmadan aklı ile Allah’ın bildirdiği doğru yolu bulamadı. Tarih incelendiğinde, kendi başlarına giden insanların yanlış yollara saptıkları görülür. O hâlde Resulullaha inanmak şarttır.
İmanın, sahih ve makbul olmasının şartlarından birisi de, gaybî olmasıdır. İman, görmeden inanmaktır. Bekara suresinin 3. âyet-i kerîmesinde müttekîler/gerçek müminler için, (Onlar, gayba inanırlar) buyuruluyor. Gayb, duygu organları/görmek, işitmek, dokunmak, koklamak, tatmak ile veya hesap ve tecrübe ile anlaşılmayan şey demektir. Büyük âlim İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki:
"Bildiğimiz, hatırımıza, hayalimize gelen, duygu organlarımıza etki eden her şey mahluktur. Bizim, Allahü teâlâ bir şeye benzemez dememiz, benzetmek olur. Bizim anladığımız büyüklük, küçüklüktür. İbrahim aleyhisselam, kâfirlere, (Niçin kendi yaptığınız putlara tapıyorsunuz? Sizleri de, yaptığınız işleri de Allahü teâlâ yarattı) dedi. İster elimizle yapmış olalım, ister aklımız ve hayalimizle meydana getirelim, bunların hepsi, Allahü teâlânın mahlukudur. O, bildiğimiz, düşünerek bulduğumuz şeylerin hiçbirine benzemez ve nasıl olduğu anlaşılamaz. Akıl ve hayal Ona yaklaşamaz. Böyle hiçbir şeye benzemeyen ve akıl ile anlaşılamayan yüce yaratıcıya, gayb yolu ile inanmaktan başka çare yoktur." (Mektûbât-ı Rabbânî 2/9)
İlahi emrin hikmeti anlaşılmasa da, Allah’ın emri olduğu için, hiç tereddütsüz kabul etmek şarttır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Âhir zamanda değişik inançlar çıkınca, kocakarılar gibi inanın.) Bu hadîs-i şerîf, kocakarı gibi bâtıl şeylere körü körüne inan demek değildir. Allah ve Resûlünün bildirdiklerine aklın almasa da, ispat edemesen de, inanın demektir...
.İslam düşmanlarını sevmemelidir!..
2016-07-27 02:00:00
İslâmiyete karşı duranları ve Müslümanlara düşman olanları sevmemek, bunları düşman bilmek farzdır. Cizye vermeyi kabul edenleri de, sevmemek farzdır.
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -3-
İmanın doğru ve kabul olması için, İslam düşmanlarını asla sevmemelidir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (İmânın temeli ve en kuvvetli alâmeti, Müslümanları sevmek ve Müslümanlara düşmanlık edenleri sevmemektir). Cenâb-ı Hak, İsâ aleyhisselâma da buyurdu ki: (Eğer yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkların ibadetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikçe ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikçe, hiç faydası olmaz.) Bunun için her mümin, Allahü teâlâya düşman olanları sevmemeli, İslamiyete yapışanları sevmelidir. Bunu sözlerinde ve mümkün ise, hareketlerinde belli etmelidir. Âsi ve fâsıklarla arkadaşlık etmemeli, fıskı/günahı çok olanlardan, çok kaçınmalıdır. Zâlimlerden, Müslümanlara eziyet edenlerden daha ziyade kaçınmalıdır. Fakat, yalnız kendisine zulmedenleri affetmek ve zulümlerine sabretmek lâzımdır ve çok iyidir.
İslam büyüklerinden bazıları, fâsıklara ve zalimlere çok sert davranırdı. Bazıları da, hepsine şefkat ve merhamet gösterip, nasihat ederdi. Yani her şeyin kaza ve kader ile olduğunu düşünerek, fâsıklara ve zalimlere acırlardı. Bu hâl, büyük ve kıymetli ise de, cahiller, ahmaklar, burada aldanır. İmanları zayıf ve İslâmiyete uymakta gevşek olanlar, kendilerini Allahü teâlânın kaza ve kaderine razı sanır. Hâlbuki, bu rıza ve bağlılığın alâmeti vardır:
Bir kimseyi döverler, malını alırlar, hakaret ederler de, hiç kızmaz, bunları affeder, acırsa, kazaya rızası olduğu anlaşılır. Fakat, kendine yapılanlara kızıp da, Allahü teâlâya karşı gelenlere acıyarak, kaderleri böyle imiş derse, dinde gevşeklik, münafıklık ve ahmaklık etmiş olur. İşte, kaza ve kaderi bilmeyenlerin, fâsıklara ve kâfirlere acımaları ve bunlara muhabbet etmeleri, imanlarının sağlam olmadığına alâmettir. İslâmiyete karşı duranları ve Müslümanlara düşman olanları sevmemek, bunları düşman bilmek farzdır. Cizye vermeyi kabul edenleri de, sevmemek farzdır. Mücâdele sûresinin son âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe iman edenler, Allahü teâlânın ve resûlünün düşmanlarını sevmezler. O kâfirler ve münâfıklar, müminlerin anaları, babaları, oğulları, kardeşleri ve başka yakınları olsa da, bunları sevmezler. Böyle olan müminleri Cennete koyacağım) buyuruldu.
Kâfirlere itimat ederek, bunları Müslümanların başına tayin etmek, Müslümanlığı aşağılamak olup büyük günahtır. Bidat sâhiplerini, yani Müslüman görünüp, Müslümanların imanlarını bozmak isteyenleri sevmemek, selâmlarını bile almamak, bunların zararlarını Müslümanlara duyurmak lâzımdır...
.İman sahibi olan Allah'tan ümit kesmez
2016-08-03 02:00:00
(Eğer kul, Allahü teâlânın ne kadar affedici olduğunu bilseydi, haram işlemekten çekinmezdi. Azâbının da ne kadar şiddetli olduğunu bilseydi, hep ibadet eder, hiç günah işlemezdi.)
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları-4-
İmânımızın sahih ve makbul olması için, Allahü teâlânın azâbından çok korkmalı, fakat Onun rahmetinden hiçbir zaman ümidimizi kesmemelidir. Her günâhı işlemekten çok sakınmalı, günâhlarımız sebebiyle imanımızın gitmesinden korkmalıdır. Bütün günâhları işlemiş olsak bile, Rabbimizin affedeceğinden ise hiç ümit kesmemelidir. Günâhlarımız için daima tövbe etmelidir.
Cenâb-ı Hak kullarının, kendisinin rahmetinden asla ümit kesmemesini, kullarının asla çaresizlik içinde kalmamasını istiyor. Zümer sûresi 53. âyet-i kerîmesinde, Peygamber Efendimize hitaben şöyle buyuruyor: (De ki, ey çok günah işlemekle haddi aşan kullarım, Allah’ın rahmetinden [bizi affetmez diye] ümidinizi kesmeyin! Çünkü Allah, [iman ehlinin] bütün günahlarını hiç şüphesiz affeder. Elbette O, sonsuz mağfiret ve nihayetsiz merhamet sahibidir.) Bu, ne büyük müjde! Biz kulları ne kadar günahkâr olsak, ne kadar aşırı gitsek ve ne kadar ifrata düşmüş olsak bile, Allahü teâlâ yine günahlarımızı affeder. Kulun günahları okyanusların, denizlerin köpükleri kadar çok olsa bile, Cenâb-ı Hak onu affeder
Allahü teâlâ, kullarının günahlarını affedeceğini Kur’an-ı kerimde, yine şöyle müjdeliyor: (Kim günah işler veya kendine zulmeder, sonra pişman olup, mağfiret dilerse, Allah’ı çok affedici, çok merhametli bulur.) [Nisa sûresi, 110]
Allahü teâlânın azabı şiddetli olduğu gibi, rahmeti de daha boldur. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
(Rabbinizden bahsedince, korku verecek şey söylemeyin!) [Beyheki] (Allahü teâlâyı kullarına sevdirin ki, Allahü teâlâ da sizi sevsin!) [Taberani] (Eğer kul, Allahü teâlânın ne kadar affedici olduğunu bilseydi, haram işlemekten çekinmezdi. Azâbının da ne kadar şiddetli olduğunu bilseydi, hep ibadet eder, hiç günah işlemezdi.) [Nesefî]
İnsanları Allah’ın rahmetinden ümitsizliğe düşüren, onlara zorluk gösteren bir kişiye, Kıyamet günü Allahü teâlâ, (Sen kullarıma rahmetimden ümit kestirdin. Bugün sen de rahmetimden mahrumsun) buyuracaktır.
Allahü teâlânın rahmeti, dünyada mümin-kâfir herkesedir. Ahirette ise, kâfirlere rahmetin zerresi yoktur. Âyet-i kerîmede mealen, (Rahmetim her şeyi kaplamıştır) buyurulduktan sonra, (Rahmetim, benden korkup, haramlardan kaçan ve zekâtlarını veren ve Kur'an-ı kerime inananlar içindir) buyuruluyor.[A’raf:156]
Mümin her zaman (Havf ve reca [korku ile ümit] arasında bulunan mümin, umduğuna kavuşur, korktuğundan emin olur) hadîs-i şerîfini düşünmeli, Allahü teâlânın azabından korkup, rahmetinden de ümit kesmemelidir! [Tirmizi]
.İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -5-
2016-08-10 02:00:00
Allah korkusu
her iyiliğin başıdır
Allahü tealadan korkanlar onun her ân gördüğünü ve bildiğini düşünerek hiç kötülük yapmaz. Onun emirlerine sarılır. Yasaklarından kaçar. Çalışırken, alışveriş ederken, kimsenin hakkını yimez. Herkese iyilik eder. Milletine, memleketine faydalı olur.
İmânımızın sahih ve makbul olması için, Allahü teâlâyı çok sevmekle beraber, ondan daima korkmalıdır. İnsanların her bakımdan en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm, (Allahü teâlâdan en çok korkanınız ve çekineniniz, benim) buyuruyor. Allah sevgisi ve Allah aşkı, İslâmiyetin en yüksek tanıdığı bir bilgidir. Fakat, dünyâya düzen vermek için yalnız bu sevgi yeter deyip, bütün saâdetlerin başı olan Allah korkusunu küçük ve lüzûmsuz görmek, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden haberi olmamanın açık bir alâmetidir.
Kur’ân-ı kerîmin hemen her sahifesi, (Ey îmân edenler, Allahtan korkunuz!) meâlindeki emri ile, müslümânları Allah korkusuna çağırmaktadır. Hucurât sûresi, onüçüncü âyetinde meâlen, (Allah katında en kıymetliniz, ondan çok korkup sakınanınızdır) buyuruldu. (Fâtır) sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen, (İlmi çok olanların, Allah korkusu çok olur) ve Rahmân sûresi kırkaltıncı âyetinde meâlen, (Rabbinin büyüklüğünden korkan kimseye iki Cennet vardır) ve (Enfâl) sûresinin ikinci ve (Hâc) sûresinin otuzbeşinci âyetlerinde meâlen, (Mü’minler onlardır ki, Allahın ismi söylendiği zaman, kalplerine korku düşer) ve (Nûr) sûresi elliikinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya ve Resûlüne itâ’at edenler ve Allahdan korkan ve sakınanlar, kıyâmette kurtulanlar onlardır) buyuruldu. Bunlar, insanları Allah korkusuna teşvîk etmektedir.
Allah korkusu ve Allah sevgisi, insanları saâdet ve huzûra kavuşturan iki kanat gibidir. Peygamber efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyuruyor ki: (Bir kimse, Allahtan korkarsa, herşey ondan korkar. Bir kimse Allahtan korkmazsa, herşeyden korkar olur.) Bir hadîs-i şerîfte, (Aklın çok olması, Allah korkusunun çokluğu ile belli olur) buyurdu.
Allahtan korkan bir kimse, onun emirlerini yapmağa, yasaklarından sakınmağa titizlikle çalışır. Hiç kimseye kötülük yapmaz. Kendine kötülük yapanlara sabreder. Yaptığı kusûrlara tevbe eder. Sözünün eri olur. Her iyiliği Allah için yapar. Kimsenin malına, canına, nâmûsuna göz dikmez. Çalışırken, alışveriş ederken, kimsenin hakkını yimez. Herkese iyilik eder. Şüpheli şeylerden kaçınır. Makâm sâhiplerine, zâlimlere tabasbus etmez, yaltaklanmaz. İlim ve ahlâk sâhiplerine saygı gösterir. Arkadaşlarını sever ve kendini sevdirir. Kötü kimselere nasîhat verir. Onlara uymaz. Küçüklerine merhametli ve şefkatli olur. Müsâfirlerine ikrâm eder. Kimseyi çekiştirmez. Keyfi peşinde koşmaz. Zararlı ve hattâ faydasız birşey söylemez. Kimseye sert davranmaz. Cömert olur. Malı ve mevkii herkese iyilik etmek için ister. Riyâkârlık, ikiyüzlülük yapmaz. Kendini beğenmez. Allahü teâlânın her ân gördüğünü ve bildiğini düşünerek hiç kötülük yapmaz. Onun emirlerine sarılır. Yasaklarından kaçar.
İşte, Allahtan korkanlar milletine, memleketine faydalı olur. Bütün bu yazılanlardan anlaşılıyor ki, Allah korkusu, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşamamak düşüncesidir
.Âhir zamanda imanı kurtarmak çok zordur!
2016-08-17 02:00:00
İmanı korumak, elde tutulan kor ateş gibidir! Bir nesne ne kadar kıymetliyse onun düşmanı o kadar çok olur. Kâinatta imandan daha kıymetli hiçbir cevher yoktur.
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -6-
İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği dini, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan tasdik etmek yani kabul edip, beğenip, inanmaktır...
Peygamber efendimiz, imanı şöyle tarif etti:
(İman; Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, [yani Kıyamete, Cennete, Cehenneme, hesaba, mizana], kadere, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna, ölüme, öldükten sonra dirilmeye, inanmaktır. Allah'tan başka ilah olmadığına ve benim Onun kulu ve resulü olduğuma şehadet etmektir.) [Buhari, Müslim, Nesai]
Bir insanın Müslüman olabilmesi için, iman sahibi olması, yani dinimizin emir ve yasaklarına inanması şarttır. Yalnız inanması da kâfi değildir; bu emirleri beğenmesi ve sevmesi de şarttır. Bu da bir bilgi işidir. Yapıp yapmamak ayrı, bunları kabul etmek, beğenmek ve sevmek ayrı şeydir. Yapıp yapmamak günah ve sevapla ilgili, kabul etmek ve beğenmek imanla ilgilidir. İmanın altı esası bir bütün olup, çok önemlidir. Ufak bir şüphe götürmez. İnandığı halde, birini bile beğenmemek küfürdür...
Din büyükleri buyuruyor ki:
"İmanı olmayan kimsenin sonsuz olarak Cehennem ateşinde yanacağını Peygamber efendimiz haber verdi. Bu haber elbette doğrudur. Buna inanmak, Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna inanmak gibi lazımdır. Sonsuz olarak ateşte yanmak ne demektir? Herhangi bir insan, sonsuz olarak ateşte yanmak felaketini düşünürse, korkudan aklını kaçırması lazım gelir."
Hazret-i Ali, dirilmeye inanmayan birine buyurdu ki:
"Biz âhirete inanıyoruz. Diyelim ki, senin dediğin gibi tekrar dirilmek olmasaydı, inanıp ibadet etmekle bizim hiç zararımız olmazdı. Bizim dediğimiz gerçek meydana çıkınca ise sen sonsuz olarak azaba maruz kalacaksın!.."
Ahir zamanda imanı kurtarmak çok zordur. İmanı korumak, elde tutulan kor ateş gibidir! Tutsan elini yakar, bıraksan söner. Bir nesne ne kadar kıymetliyse onun düşmanı o kadar çok olur. Kâinatta imandan daha kıymetli hiçbir cevher yoktur. Çünkü o kimin elindeyse o cennete gidecektir. Hiçbir ibadet cennete girmeye sebep değildir. İbadetler, sohbetler imanı korumak içindir. Onun için Abdülhakîm Arvâsî hazretleri "Benim davam imandır. İman gitti her şey bitti" buyurmuşlardır. Yirmi dört saat boyunca asıl korkacağımız şey, "Aman imanım zayi olmasın, aman iman hırsızları imanımı çalmasın" tehlikesi olmalıdır. İman hırsızları kimlerdir? En büyük hırsızlar kendi kafasına göre konuşan ve kendisini din adamı olarak tanıtan kimselerdir. Allahü teala şerlerinden muhafaza buyursun!..
.Allahü teâlânın sevgisini kaybetmekten korkmalı!
2016-08-24 02:00:00
Allah korkusu, sevileni kaybetmekten meydana gelen bir korku olduğu gibi, Ona isyan ederek tehlikelere maruz kalmaktan da meydana gelen bir korkudur.
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -7-
Allah korkusu ve Allah sevgisi, insanları saâdet ve huzura kavuşturan iki kanat gibidir. İman eden ve imanın tadını bulan, Allahü teâlâyı çok sever. Akıllı insan, kendisine nimet veren, iyilik eden sahibinin sevgisini kaybetmekten çok korkar. Ayrıca Ona isyan edip azaba müstahak olmaktan da korkar. Demek ki, Allah korkusu, sevileni kaybetmekten meydana gelen bir korku olduğu gibi, Ona isyan ederek tehlikelere maruz kalmaktan da meydana gelen bir korkudur.
Allahü teâlâdan celal sıfatı sebebiyle korkmak, günahı sebebiyle korkmaktan daha üstündür. Sadece günahı sebebi ile korkan kimse, günah işlemeyi bırakınca, (Günahları bıraktığıma göre, artık Allah’tan niçin korkayım) diyebilir. Allah’tan korkan, korkunun gereğini yapan kimse akıllıdır. Çünkü hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Aklın çokluğu, Allah korkusunun çokluğu ile belli olur.)
Allah’tan korkmanın alameti, kendini hasta görüp, ölüm korkusuyla bütün isteklerinden kaçınmaya çalışmaktır. Allah’tan korkan kimse, Allahü teâlânın rahmetinin çok bol olduğunu bilir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Kim günah işler veya kendine zulmeder, sonra pişman olup, mağfiret dilerse, Allah’ı çok affedici, çok merhametli bulur.) [Nisa 110]
Allah’tan korkmak, bir zalimden korkmak gibi değildir. Bu korku, saygı ve sevgi ile karışık olan bir korkudur. Âşıkların mâşuklarına karşı yazdıkları şiirlerde, böyle korku içinde olduklarını bildiren beyitleri az değildir. Mâşukunu kendinden pek yüksek bilen bir âşık, kendini o sevgiye layık görmeyerek, hislerini böyle korku ile anlatmaktadır.
İnsan, sevdiği kimseyi, herhangi bir şekilde üzmekten korkar. Allahü teâlâyı ise, herkesten çok sevmek gerekir. Allah’ı çok seven bir kimse, herhangi bir yanlış iş yapıp, Onu üzerim diye çok korkar. Bizleri yoktan var eden ve çeşitli nimetler ihsan eden Rabbimizi elbette çok sevmek gerektiği gibi, bu sevgiyi kaybetmekten de çok korkmak gerekir.
Allah sevgisi ve Allah aşkı, İslâmiyetin en yüksek tanıdığı bir bilgidir. Fakat, dünyâya düzen vermek için yalnız bu sevgi yeter deyip, bütün saâdetlerin, iyiliklerin başı olan Allah korkusunu küçük ve lüzumsuz görmek, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden haberi olmamanın açık bir alâmetidir. İnsanların her bakımdan en üstünü olan Muhammed aleyhisselâmın, (Havf ve reca [korku ile ümit] arasında bulunan mümin, umduğuna kavuşur, korktuğundan emin olur) buyurduğunu düşünmeli, Allahü teâlânın azabından korkup, rahmetinden de asla ümit kesmemelidir! (Tirmîzî)
Allah’tan korkanın kalbi hikmetle dolar. Kalbinde Allah korkusu bulunmayan kalpler harap olmuştur.
.İmansız ölmekten çok korkmalıdır!..
2016-08-31 02:00:00
Çok kıymetli mücevheri olan, onu çaldırmaktan çok korkar. Mücevherleri çaldırmamak için açığa koymaz. En gizli yere saklar. İman bundan daha mı az kıymetli?
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları-8-
Mü’minin en büyük arzusu, son nefeste imanla ölmek olmalıdır. İmansız ölmekten korkmamak, imansız ölmeye sebep olur. Allah saklasın, sonsuz azap ne büyük tehlikedir. Dünyada müebbet hapse mahkûm olup hücreye giren kimse çıldırır, peki sonsuz ateşe insan nasıl dayanır?
İnsan için en büyük felaket, imansız ölmektir. İmansız, yani kâfir olarak ölmemek için, ilim sahibi olmak, ibadetlerimizi ve bütün işlerimizi ihlâs ile yapmak, haramlardan çok sakınmak şarttır. İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür. Bunun için de, işin başı namazdır. Müslümanın aklı fikri namazda olmalıdır. Kur’an-ı kerimde, (Namaz, insanı pis ve çirkin işlerden alıkoyar) buyuruldu. İnsanların kimi ateşe, kimi puta, kimi de Allah’a tapar. Peki namaz kılmayan kime tapar? Dinsiz midir, paraya mı, nefsine mi tapar? Belli değildir. O hâlde, eşimizi, oğlumuzu, kızımızı haramlardan korumalı, onlara mutlaka namazı öğretmeli ve namaz kılmalarını sağlanmalıdır. Namazsız hayat, çok büyük felakettir.
Müslüman olan bir kimse, bir sözüyle, bir işiyle küfre düşebilir, yani kâfir olur da, haberi olmaz. Kendini Müslüman zanneder. Yaptığı işin küfür olduğunu bilmediği için tevbe de etmez, imansız olarak ölebilir. Günahı bilmemekten daha kötüsü, günahı ibadet olarak işlemektir. Bid’at inanışlar ve diğer bid’at olan ameller böyledir. Bu felaketlerden kurtulmak için, İmam-ı Rabbani hazretleri, (İslamiyet, ilim, amel ve ihlâs üzerine kurulmuştur) buyuruyor. Yani dinimizi doğru olarak öğrenip, ihlâsla amel etmeliyiz. Bilmeden yapmak felaket olduğu gibi, bildiklerini de ihlâssız yapmak felakettir. Bunun için Peygamber efendimiz, (Elbisenin eskidiği gibi, içinizdeki iman da eskir. İmanınızı [Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah] diyerek tazeleyin!) buyuruyor.
Çok kıymetli mücevheri olan, onu kaybetmekten veya çaldırmaktan çok korkar. Mücevherleri, çaldırmamak için açığa koymaz. En gizli yere saklar, belki üstünde yatar. İman bundan daha mı az kıymetli? Her an, benim imanıma bir zarar gelir mi gelmez mi diye, imanı düşünmek gerekmez mi?
Âhir zamanda yaşıyoruz. Bu asırda, kendini kurtulmuş gibi görmek, göğsü kabarık yaşamak ahmaklıktır! Eskiden müminler günahlardan çok korkarlardı. Zamanımızda ise günahtan çok, küfür tehlikesi vardır. İnsan bir sözle, bir işle kâfir olabilir, çünkü bu zamanda günah çok kolay işleniyor. Mesela kolayca gıybet yapılıyor. Din kitaplarında, yapılan gıybet için, "Ben doğruyu, olan şeyi söylüyorum, bu gıybet değil!" demenin küfür olduğu bildiriliyor. Çünkü harama helâl denmiş oluyor.
Bu zamanda çok korkmak ve imanı kurtarmak için çok gayret sarf etmek lazımdır.
.Günah işlemekten çok korkmalıdır!..
2016-09-07 02:00:00
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -9-
Günah işlemek, Allahü teâlânın gazâbına sebep olur. Azâb-ı ilâhî günahlar içinde saklıdır. Allahü teâlâ pek kuvvetli, herkese galip ve intikam alıcıdır. Yüz bin sene ibâdet eden makbul bir kulunu, bir günah için, sonsuz olarak reddedebilir ve hiçbir şeyden çekinmez. Bunu Kur'ân-ı kerîm bildiriyor ve iki yüz bin sene itaat eden İblîsin [şeytan], kibirlenip, secde etmediği için, ebedî melun olduğunu, haber veriyor. Yeryüzünde halifesi olan Âdem aleyhisselâmın oğlu Kâbil’i, bir adam öldürdüğü için, ebedî tart eyledi... Kârûn, Mûsâ aleyhisselâmın akrabası idi. Mûsâ "aleyhisselâm" buna hayır dua edip ve kimya ilmini öğretip, o kadar zengin olmuştu ki, yalnız hazinelerinin, anahtarlarını kırk katır taşırdı. Birkaç kuruş zekât vermediği için, bütün, malı ile birlikte yer altına sokuldu...
Sa’lebe, sahâbe arasında çok zâhid idi. Çok İbâdet ederdi. Câmiden çıkmazdı. Bir kere sözünde durmadığı için, Sahâbîlîk şerefine kavuşamadı, imansız gitti. Peygamber efendimize "sallallahü aleyhi ve sellem" onun için duâ etmemesi emrolundu... Allahü teâlâ, bunlar gibi daha nice kimselerden, bir günah sebebi ile, böyle intikam almıştır...
***
Evliyanın büyüklerinden, kerâmetler sâhibi Ali Bekkâ’nın “rahmetullahi aleyh” sâlih bir arkadaşı vardı. Birlikte Bağdat'tan bir yolculuğa çıkmışlardı. Gidecekleri yer ile Bağdat'ın arası yürümekle bir senelik yol idi. Onlar, kerâmetleri ile bir senelik yolu bir saatte almışlardı. Bu arkadaşı ona “Ben, falan vakitte, falan memlekette öleceğim. O zaman yanımda bulun!” diyerek vasiyet etmişti. ''Bekkâ'' çok ağlayan kimseye denir. Kendisi bunun sebebini şöyle anlatmıştır:
-Arkadaşımın söylediği vakit gelince yanına gittim. Hayatının son anlarını yaşıyor ve can çekişiyordu. Yönünü doğu tarafına dönmüştü, Tutup kıbleye çevirdim. Bu arada gözlerini açıp bana “Hiç uğraşma ben bu tarafa dönmüş olarak öleceğim” dedi. Hıristiyan ruhbanlarının söylediği küfür olan, imânı gideren sözler söylemeye başladı. Nihayet, imânsız olarak öldü… Ölüsünü kaldırıp oradaki bir kiliseye götürdük. Bir de gördük ki, kilisede bir kalabalık toplanmış, önlerinde yatan bir cenazenin etrafında duruyorlardı. “Nedir bu hâl?” dediğimizde, onlar dediler ki; “Bizim meşhur bir ruhbanımız vardı, yüz sene yaşadı. Bugün öldü. Fakat Müslüman olarak öldü.'' Biz onlara dedik ki: “Bizim elimizdeki cenâze de Müslüman idi, son nefesinde Hırıstiyan olarak öldü. Siz bunu alın. O, Müslüman olarak ölenin cenazesini de bize verin…” Onlar da kabul etti. Biz o Müslüman olanın cenazesini alıp, yıkadık, kefenledik. Müslüman mezarlığına defnettik. Onlar da öbürünü alıp Hrıstiyân mezarlığına defnettiler…
Allahü teâlâdan, son nefesimizde îmân ile gitmeyi nasip etmesini dileriz...
.Hasan Yavaş
2016-09-21 02:00:00
Günahlardan kaçınmak ilahi bir emirdir!..
Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyurdu: (Çok az bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve insanların [nâfile] ibadetleri toplamından daha iyidir.)
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -10-
Allahü teâlânın gazabı günahlar içinde saklıdır. Bir günah yüzünden büyük azaba maruz bırakabilir. Yüz bin sene ibadet eden iyi bir kulunu, sonsuz olarak Cehenneme koyabilir. Mesela yüz bin sene itaat eden İblis, kibrinden secde etmediği için, Âdem aleyhisselamın oğlu Kâbil, bir adam öldürdüğü için, her duası kabul olan Belam-ı Baura, bir günaha meylettiği için, Kârun zekât vermediği için malı ile birlikte helak olup, hepsi ahirete imansız gittiler ve sonsuz olarak Cehennemlik oldular. O hâlde, her günahtan kaçmaya çalışmalıdır. Bir hadis-i şerifte, (Çok az bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve insanların [nâfile] ibadetleri toplamından daha iyidir) buyuruluyor. Her günah, Allahü teâlâya isyan olduğundan, büyüktür; fakat bazısı, bazısına göre küçük görünür. Bir küçük günahı yapmamak bütün cihanın nafile ibadetlerinden daha sevaptır, çünkü nafile ibadet yapmak farz değildir. Günahlardan kaçınmaksa farzdır.
Günah işleyince de ümitsizliğe kapılmamalı, hemen tevbe etmelidir. Mümin hem Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemeli, hem de Ondan çok korkmalıdır. Hadis-i şerifte (Müminin kalbinde korku ile ümit varsa, Allahü teâlâ onu umduğuna kavuşturur, korktuğundan da emin eder) buyuruldu. Yani bir mümin, Allah’ın azabından korkar, rahmetinden de ümidini kesmez, haramlardan kaçıp ibadetlerini yapmaya çalışırsa Cennete gider.
Bir insan ne kadar büyük günah işlerse işlesin, Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemelidir. Hatta azılı bir kâfir bile tevbe edip “La ilahe illallah Muhammedün Resulullah” dese, bütün günahları affolur, tertemiz bir insan olur. Yani dünyada iken Allah’ın affetmediği günah yoktur. Tevbe edince şirki yani kâfirliği de affeder. Öldükten sonra artık kâfirlere af yoktur. Zümer suresi 53. Âyet-i kerimesinde mealen, (De ki, ey çok günah işlemekle haddi aşan kullarım, Allah’ın rahmetinden [bizi affetmez diye] ümidinizi kesmeyin! Çünkü Allah, [iman ehlinin] bütün günahlarını hiç şüphesiz affeder. Elbette O, sonsuz mağfiret ve nihayetsiz merhamet sahibidir) buyuruluyor.
Allahü teâlânın rızasının ve gazabının hangi işte, hangi sözde olduğunu bilmeyiz. Bu bakımdan hiçbir sözü, hiçbir iyiliği ve kötülüğü küçük görmemelidir. Cenab-ı Hak, rızasını iyilikler içinde, gazabını da günahlar içinde saklamıştır. Önem verilmeyen bir günah, Allah’ın gazabına sebep olabilir. Günahların hepsi Allah’ın emrini yapmamak olduğundan büyüktür. İbn-i Münkedir hazretleri ölüm döşeğinde ağlıyordu. Sebebini sordular. “Kasten büyük bir günah işlemedim. Önemsiz saydığım küçük bir günah, Allah’ın gazabına sebep olduysa diye korktuğum için ağlıyorum" dedi. İşte böyle korkular Müslümanın kurtuluşuna sebeptir...
.Bel’am-ı Baura’nın ibret verici hâli!..
2016-09-28 02:00:00
"O, dünyaya meyletti ve nefsinin hevâsına uydu. Onun ibret verici hâli, üstüne varsan da, kendi hâline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğe benzer."
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -11-
Allahü teâlâ, ihlâsı olanların yardımcısıdır, koruyucusudur. İhlâs olmazsa, her şey noksan olur, insanın başı dertten kurtulmaz. Allahü teâlâ, (İhlâsla ibadet edeni Cennete koyacağım) buyuruyor. Allah sözünden dönmez. İhlâsla olmak şartıyla, kim ibadet ederse, onun gideceği yer Cennettir. Belam-ı Baura, Salebe, İbni Sakka gibi senelerce ibadet etmiş kimseler, ihlâsları olmadığından Cehenneme gittiler. Eğer bunlar ihlâs sahibi olsalardı, yani bu hizmetlerinde, bu ibadetlerinde, dünya düşüncesi, para ve şöhret düşüncesi olmasaydı, gidecekleri yer Cennet olurdu...
Şah-ı Nakşibend hazretleri buyuruyor ki: “Hayatımda en garibime giden olay şu olmuştur... Bir gün ak sakallı bir ihtiyar, Kâbe’nin örtüsüne sarılmış, öpüyor, yüzüne sürüyor. Gözlerinden yaşlar boşalıyordu. Onun bu hâline gıpta ettim. (Sen onun kalbine bak!) diye ilham geldi. Kalbine nazar ettim. Köydeki iki keçi ve birkaç koyunu düşünüyor. Hayret ettim!.. Oradan Mina pazarına geldim. Baktım bir genç, 50 bin altın değerinde alışveriş yapıyor, hep ticaretle meşgul. (Eyvah!) dedim, bu genç yandı. Bu kadar para pul içerisinde battı. Yine (Sen onun kalbine bak!) diye ilham geldi. Bir de kalbine baktım, her an kalbi (Allah) diyor. (Aman, hak hukuk geçmesin, dinime zarar gelmesin) diye tir tir titriyor. (Sübhanallah) dedim. Ya Rabbî, bu kadar varlık içinde, bu, (Allah) diyor. Öteki ise, yokluk içinde, Kâbe’nin önünde (keçilerim) diyor..."
Belam-ı Baura, Musa aleyhisselam zamanında yaşamış ve İsm-i a'zamı bilen, her duası kabul olan büyük bir âlimdi. İlmi o derecede idi ki, sözlerini yazmak için, iki bin kişi yanında bulunurdu. Şöhreti her yere yayılmıştı. Bulunduğu Belka şehrinin valisi Belak, Hazret-i Musa’nın askerlerinin şehre girmemesi için dua etmesini istedi. Ölüm ile tehdit etti. Can korkusu ile ve halkın verdiği rüşvete aldanarak, Musa aleyhisselama beddua etti. Akabinde dili göğsüne kadar sarkıp yapıştı. Musa aleyhisselamın askerleri tarafından öldürüldü. Müminlere beddua ettiği için ilahi gazaba uğradı. Kur'an-ı kerimde onun hakkında, mealen şöyle buyuruluyor:
(O, dünyaya meyletti ve nefsinin hevâsına uydu. Onun ibret verici hâli, üstüne varsan da, kendi hâline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğe benzer.) [Araf: 176]
Müslüman, Belam gibi beddua etmez, lânet okumaz. Bir savaşta, kâfirlerin yok olması için Peygamber efendimizden beddua etmesini istediklerinde, (Ben lanet etmek için gönderilmedim. Ben, herkese iyilik etmek için, insanların huzura kavuşması için gönderildim) buyurdu. Nitekim Kur'an-ı kerimde mealen, (Seni âlemlere rahmet, iyilik için gönderdik) buyuruluyor. [Enbiya: 107]
.İman ile küfür, birlikte bulunamaz
2016-10-05 02:00:00
"Muhammed aleyhisselâmın getirdiği İslâm dîninden başka din isteyenlerin dinlerini Allahü teâlâ sevmez ve kabul etmez. Dîn-i İslâma arka çeviren, âhirette ziyan edecek, Cehenneme girecektir."
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -12-
Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlâdan getirip bildirdiği şeylerin hepsine kalp ile inanıp dil ile söylemeye iman denir. Söylemeye engel olan bir hâl bulunduğu zaman, söylememek affolur. Meselâ korkutulduğu, ölümle tehdit edildiği, hasta, dilsiz olduğu, böylece vakit bulamadan öldüğü zaman, söylemek icap etmez.
Allahü teâlânın son Peygamberine bildirdiği emir ve yasaklardan birini bile beğenmemeye küfür, yani imansızlık denir. Bildirilenlerden birine inanmamak, hepsine inanmamak olur. İmanın var olması ve varlığının devam etmesi için, İslâmiyetin küfür alâmeti dediği şeylerden sakınmak lâzımdır. İslâmiyetin emir ve yasaklarından birini hafif görmek, Kur’ân-ı kerîm ile meleklerle, peygamberlerden birisi ile alay etmek, küfür alâmetlerinden olup inkâr etmek, yani işittikten sonra inanmamak da, tasdik etmemektir. Bundan dolayı, şüphe etmek de inkâr olur. Âl-i İmrân sûresi, 85. âyet-i kerimesinde mealen (Muhammed aleyhisselâmın getirdiği İslâm dîninden başka din isteyenlerin dinlerini Allahü teâlâ sevmez ve kabul etmez. Dîn-i İslâma arka çeviren, âhirette ziyan edecek, Cehenneme girecektir) buyuruldu. Bir kimse, binlerce sene ibâdet etse, bütün günâhları terk etse ve ömrünü, nefsini temizlemekle geçirse ve güzel huyları ile yanındakilere ve keşfettiği âletler ile bütün insanlara faydalı olsa, Muhammed aleyhisselâma inanmadıkça ve uymadıkça âhirette sonsuz kurtuluşa kavuşamaz, Cennete giremez. Nisâ sûresi 13. âyet-i kerimesinde mealen, (Allahü teâlânın Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın emirlerine aldırış etmeyenler, beğenmeyenler, asra, fenne uygun değildir diyenler, kıyamette Cehennem ateşinden kurtulamayacaklardır. Bunlara, Cehennemde, çok acı azap vardır) buyuruldu.
Hangi dinden ve hangi milletten olursa olsun, Müslüman olmayanlar da, O’nun düşmanlarıdır. Allahü teâlâ son dîni olan İslâmiyeti inkâr edenler hakkında Bekara sûresi 161 ve 162. âyetlerinde, (Âyetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak can vermiş olanlar var ya! İşte Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üzerindedir. Onlar, o lânet ve ateş içinde devamlı olarak kalanlardır) buyurdu.
Bununla beraber bir kul, dinimizin yasak ettiği bütün günâhları işlediği, emredilen ibâdetlerin ve iyiliklerin hepsini terk ettiği hâlde, kalbinde zerre kadar küfür bulunmasa, İslâmiyetin emirlerinin ve yasaklarının hepsini beğenip, hiçbirini inkâr etmese, günâhlardan hiçbirini küçük görmese ve yaptığından dolayı kalbinde üzüntü duysa ve bu hâl ile iman üzere dünyadan göçüp gitse, dinimize göre mümin ve Müslüman olarak ölmüş olur.
.Günah işlemekten çok korkmalıdır!..
2016-10-12 02:00:00
Müslümanın, günâh işlemekten çok korkması ve nefsinin kötü arzu ve isteklerine uymaması lâzımdır. İnsanı, Rabbinden uzaklaştıran üç büyük düşman vardır: Şeytan, nefis ve kötü arkadaş.
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -13-
Allahü teâlâ, onun bütün günâhlarını affedip bağışlayabileceğini vadediyor. İnsan ümitsiz olmamalıdır. Belki günâhlarını sevaba çevirir. Zira Furkân sûresi 70. âyetinde, (Bunların kötülüklerini Allahü teâlâ iyiliğe çevirir) buyuruyor. Böylece onu Cennete sokar.
İmanı tam ve olgun olanlar, Allahü teâlânın emirlerine itâatsızlık edemezler. Sevap olan işlerden elini çekip günâhlarla meşgul olamazlar. Çünkü her günâh işi yapmak ve emredilen her ibâdeti yapmamak, Allahü teâlâya isyandır, Peygamberlerin bildirdiklerine, bütün İslam âlimlerine uymamaktır. Hatta aksine şeytanlara, nefse, kâfirlere uymak, âsi, fasık olmak mânâsına gelir. İşte bu sebeplerle, her emri şeksiz ve şüphesiz yerine getirmek lazımdır. İtaatsizlik ve günâh, kalbe bir siyah nokta vurur. Bu da tevbesiz ve o günâhları terk etmeden kalpten silinmez. Nitekim sevgili Peygamberimiz; (Kul günâh işleyince, kalbinde siyah bir nokta olur, tevbe ederse, kalbi temizlenir. Eğer çok günâh işlerse ve günâha devam ederse, kalbindeki siyahlık çoğalır ve bütün kalp kararır) buyurmuşlardır. Kalbin kararmasının alâmeti, günâh işleyip üzülmemek; ibâdet ve tâatten lezzet almamak ve nasihatin kendisine tesir ve faydası olmamasıdır. Bu hâl insanı haberi olmadan, çeker küfre götürür.
O hâlde, mümin ve Müslüman olanın, günâh işlemekten çok korkması ve nefsinin kötü arzu ve isteklerine uymaması lâzımdır. İnsanı, Rabbinden uzaklaştıran üç büyük düşman vardır: Şeytan, nefis ve kötü arkadaş. Bunlardan çok sakınmalıdır. Bu düşmanlardan şeytanın vesvesesine aldanmamalı, nefsin İslâmiyete uymayan isteklerini yapmamalı ve bunların en büyüğü olan kötü arkadaşlardan uzak durmalıdır. Bütün fenâlıkların başı, kötü arkadaşlardır. Allahü teâlâ En’âm sûresi 116. âyet-i kerîmesinde; (Eğer yeryüzündeki insanların çoğuna uyarsan, seni onlar Allah yolundan saptırırlar) buyuruyor.
Şeytan ve nefsimiz, kötü arkadaş vasıtasıyla bizi felaketlere sürükler. Kötü arkadaştan, yılandan, aslandan kaçar gibi kaçmak lazımdır. Hadis-i şerifte meâlen buyuruldu ki:
(Kötü arkadaş, demirci körüğü gibidir. Üflenince, ateş kıvılcımları seni yakmazsa da, kokusu seni rahatsız eder.)
Son nefeste imansız ölmemek için, halkın beğendiklerini değil; Cenab-ı Hakkın beğendiği ve razı olduğu işlerle meşgul olmalıdır. Ahirette hesaba çekecek olan, insanlar değil Rabbimizdir. Sevgili Peygamberimiz, bu hakikati şöyle haber veriyor: (Yaşadığınız gibi ölürsünüz ve öldüğünüz gibi de haşrolursunuz.)
.Son nefeste yapılan iman kabul edilmez!
2016-10-19 02:00:00
“Yaşamaktan ümit kesildiği an yapılan tevbe makbul, ama iman makbul değildir. Yani fâsık tevbe ederse, tevbesi kabul olur, ama kâfir iman etse imanı kabul olmaz."
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -14-
Ölüm hâli yaklaştığında can boğaza gelince, âhiret hâlleri gösterilir. O zaman her kâfir iman etmek ister, ama kabul edilmez. Çünkü gayba iman etmek, yani görmeden inanmak gerekir. Ölüm alâmeti başlayıp hayattan ümit kesilince tevbe kabul olursa da, kâfirin iman etmesi kabul olmaz. Hastanın ruhu gargaraya gelince, yani âhiretteki yerini görmeye başlayınca, iman etmesi fayda vermez.
(Hülâsat-ül-kelâm) kitabında “Son nefeste iman etmek kabul olmazsa da, Müslümanın günahlarına tevbe etmesi kabul olur” diyor. Ölümüne birkaç saniye kaldığını düşünen bir Müslüman, bütün günahlarına tevbe etse, bu ümitsiz hâlde yapılan tevbe sahih olur, tevbesi geçerli olur. Bu, Allahü teâlânın Müslümanlara bir ihsanıdır.
Yeis, ümitsizlik demektir. Tevbe-i yeis, ölüm alâmeti başlayıp, hayattan ümit kesilince, yapılan tevbe demektir. (Kadıhan Fetava)’sında diyor ki: “Yeis hâlinde, yani yaşamaktan ümit kesildiği [âhiret hâlleri görülmeye başladığı] an yapılan tevbe makbul, ama iman makbul değildir. Yani fâsık tevbe ederse, tevbesi kabul olur, ama kâfir iman etse imanı kabul olmaz. Şûra sûresinin, (Kullarının tevbesini kabul eden O’dur) mealindeki 25. âyetine göre, fâsıkın tevbesi makbuldür.”
Bazı âlimler de, Nisa sûresinin, ([Ömrü] Kötülüklerle geçip de öleceği vakit, “Ben şimdi tevbe ettim” diyenlerle, kâfir olarak ölenlerin tevbeleri makbul değildir) mealindeki 18. âyet-i kerimeye göre, iman gibi tevbenin de kabul edilmeyeceğini bildirmişlerdir. Eş’ari mezhebinin âlimleri, (Allah bir kulun tevbesini gargara hâline gelmedikçe kabul eder) hadîs-i şerîfini esas alıp, gargara hâlinde tevbenin de, imanın da makbul olmadığını bildirmişlerdir...
***
Bir terzi, büyüklerden birine sordu:
- Ölüm yaklaşınca tevbenin kabul edileceğini bildiren hadis-i şerifin açıklaması nasıldır?
- Evet tevbe kabul edilir; ama senin mesleğin nedir?
- Terziyim, elbise dikerim.
- Terzilikte en kolay iş nedir?
- Kumaşı makasla kesmektir.
- Kaç yıldır terzisin?
- Otuz yıldır.
- Canın gargaraya gelince kumaş kesebilir misin?
- Hayır kesemem.
- Otuz yıl kolaylıkla yaptığın işi, o zaman yapamazsan, ömründe hiç yapmadığın tevbeyi, can gargarada iken nasıl yapabilirsin? Bugün gücün yerinde iken tevbe eyle! O zaman yapman çok güç olur. Şimdi tevbe edersen, o zaman da tevbe etmek nasip olur. Terzi tevbe edip, salihlerden oldu…
.Güneş batıdan doğmadan önce iman etmelidir
2016-10-26 02:00:00
Kıyametin büyük alâmetlerinden biri de, Güneş'in Batı'dan doğmasıdır. Bunu gören bütün insanlar, iman edecekler. Fakat bu imanları kabul olmayacaktır. Çünkü artık tevbe kapısı kapanmış olur.
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -15-
Güneş batıdan doğmadan önce iman etmek şarttır. Kıyametin büyük alâmetlerinden biri de, Güneş'in Batı'dan doğmasıdır. Bunu gören bütün insanlar, iman edecekler. Fakat bu imanları kabul olmayacaktır. Çünkü artık tevbe kapısı kapanmış olur. Bir hadis-i şerifte (Tevbe kapısı açıktır. Güneş garbdan doğuncaya kadar kapanmaz) buyuruldu. Bugünkü insanlar için ise, tevbe kapısı her zaman açıktır. Son nefese kadar tevbeler kabul edilir. Ancak can boğaza gelmeden iman etmek şarttır. Ölürken, ahiret hallerini gördükten sonra kâfirin imanı muteber olmaz. Bunun için, Firavun’un son nefesteki imanı muteber değildir.
Firavun ve kavmi, Musa aleyhisselamın gösterdiği mucizeler karşısında İsrailoğullarının Mısır’dan gitmelerine izin vermişti. Musa aleyhisselam bir gece vakti bütün İsrailoğullarını toplayıp Mısır’dan çıktı. Bunun üzerine Firavun izin verdiğine pişman oldu. Derhâl askerini toplayıp, peşlerine düştü ve sabaha doğru onlara Kızıldeniz kenarında yetişti. İsrailoğulları endişeye kapıldılar. Bu sırada Allahü teâlâ Musa aleyhisselama, (Asân ile denize vur) [Şuarâ sûresi: 63] diye vahyetti. Hazret-i Mûsa bu emir üzerine âsâsını denize vurdu. Deniz hemen ikiye ayrıldı ve önlerine çok geniş ve kupkuru on iki yol açıldı. On iki sülâle olan İsrailoğulları bu yollardan yürüyüp karşıya geçtiler. Firavun, askerleriyle birlikte peşlerine düşüp denizde açılan yola dalınca, açılan yol kapanıp sular kavuştu. Firavun, askerleriyle birlikte boğuldu. Firavun boğulmak üzere iken “inandım” demişse de onun yeise kapılarak söylediği bu sözü kabul olunmadı. Bu hususta Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyrulmaktadır: (İsrailoğullarını denizden geçirdik. Firavun ve askerleri haksızlık ve düşmanlıkla arkalarına düştüler. Firavun boğulacağı anda “İsrailoğullarının îmân ettiğinden [Allah’tan] başka bir ilâh olmadığına inandım, artık ben de Müslümanlardanım” dedi.)
(Biz de bugün seni cansız bedeninle denizden yüksek bir yere atacağız ki, arkadan geleceklere bir ibret olasın. Bununla berâber doğrusu insanlardan birçok kimseler âyetlerimizden [ibret verici mucizelerimizden] gâfildirler) [Yunus sûresi: 92]
Tefsîr âlimlerinden Zemahşerî bu âyeti şöyle tefsir etmiştir: (... Seni deniz kenarında bir köşeye atacağız... Cesedini tam, noksansız ve bozulmamış hâlde çıplak ve elbisesiz olarak, senden asırlar sonra geleceklere bir ibret olmak üzere koruyacağız.) [Firavun’un cesedi bir İngiliz araştırma ekibi tarafından Kızıldeniz kenârında kumlar arasında vücudu bozulmamış bir hâlde bulundu. Londra’daki meşhur British Museum’da sergilenmektedir.]
.İman nuru kimde varsa o güzeldir...
2016-11-02 02:00:00
"Allahü teâlâ imanı, kıymetli ve güzel olarak yaratmıştır. Dolayısıyla, kimde iman varsa, o kimse, imanının kuvvetliliği nispetinde güzel ve kıymetlidir..."
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -16-
Allahü teâlânın bir kuluna verdiği en büyük nimet imandır yani Müslüman olmaktır. İman, dünyada huzur ve saadet, ahirette Cennet ve Cemalullah demektir. Kimde bu nimet varsa, o seçilmiş kul demektir; çünkü imanı bizzat Allahü teâlâ verir.
Din büyükleri buyurdu ki:
"Allahü teâlâ imanı, kıymetli ve güzel olarak yaratmıştır. Dolayısıyla, kimde iman varsa, o kimse, imanının kuvvetliliği nispetinde güzel ve kıymetlidir. İmanı olmayan, kim olursa olsun kıymetsizdir, çirkindir. O halde, insanın güzelliği, göz ve kaş güzelliği değil, iman güzelliğidir, kalp güzelliğidir. İmanı kuvvetli olan, daha güzeldir. Mesela âlimler, evliya zatlar ve takva sahiplerinin imanı daha güzeldir. Eshab-ı kiram çok güzel olduğu gibi, Peygamberler daha çok güzeldir. Peygamber efendimiz ise en güzeldir, çünkü her hücresi imandır, iman nuruyla nur olmuştur. O iman nurunun zerresi kimde varsa o güzeldir...
İmanın nuru arttıkça güzellik de artar. Asırlar geçmesine rağmen, evliya zatların hayatlarını okumaya, dinlemeye doyamıyoruz. İmanlının, imanlıyı sevmesi, kaşı gözü için değil, imana olan sevgisindendir..."
***
Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul'u fethettiği zaman, hocası Akşemseddin hazretlerine, cuma namazını Ayasofya'da kılmak istediğini ve kendisinin imam olmasını söyler. Ayasofya'yı cami yapmak için seferber olunur. Cuma gününe cami yetiştirilir, cemaat namaza başladığı sırada Fatih Sultan Mehmed Han'ın abdesti bozulur. Tabii sultanın yanında da rastgele insanlar olmaz. Sağında ve solunda da en büyük hocalar, şeyh efendiler saf tutarlar. Kamet getirilir, imam Allahü ekber der. Fatih Sultan Mehmed Han, ne yapacağını şaşırır. Abdestsiz namaz kılınmaz. Abdest almaya çıksa izdiham olacak... Namaz kılar gibi eğilip kalksa, cumadan mahrum kalacak. "Ya Rabbi, ben ne yapayım şimdi" derken, yanındaki bir şeyh efendi firasetiyle vaziyeti anlar. Cübbesini açar, "Buradan abdest al" der. Sultan bakar ki, çeşme var, su var. Acele olarak abdestini alır ve rükûa varmadan önce imama yetişir. Namaz biter, selam verilir, dualar yapılır...
Ertesi gün Fatih Sultan Mehmed Han, hocası Akşemseddin hazretlerini ziyarete gider. Ayrılırken, "Hocam dua buyurun" der. O da, "Allah iman selameti versin Sultanım" der.
Daha uzun bir dua bekleyen Padişah, şaşırıp kalır. Hocası sorar:
-Ne oldu, beğenmedin mi?
-Bu kadar mı efendim?
-Yetmez mi? En kıymetli dua budur. Dün sana cübbesini açıp abdest aldıran şeyh, bir saat önce öldü; ama imansız gitti; çünkü bu kerametinden dolayı ona kibir geldi...
.Hakiki iman, gayba inanmaktır
2016-11-09 02:00:00
Dinde bildirilen her şeyi, fen ispat edemese de, fayda veya zararını gözü ile görmese de, yine inanmak lazımdır. Hakiki iman gayba inanmaktır yani görmeden inanmaktır.
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -17-
İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği dini, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan tasdik etmek yani kabul edip, beğenip, inanmaktır. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. Tam olmayınca, iman olmaz. Allahü teâlâ, (Onlar gayba [görmedikleri hâlde Resûlümün bildirdiği her şeye] iman ederler) buyuruyor. Resûl aleyhisselâm da, (Dini [hükümleri, dinde bildirilenleri] aklı ile ölçenden daha zararlısı yoktur) buyurdu. [Taberani]
Dinde bildirilen her şeyi, fen ispat edemese de, fayda veya zararını gözü ile görmese de, yine inanmak lazımdır. Hakiki iman gayba inanmaktır yani görmeden inanmaktır. Gördükten sonra artık o iman olmaz. Gördüğünü itiraf etmek olur. Bekara suresinin 3. âyetinde, gayba inanmak, görmeden inanmak övülüyor. İmanın altı şartı da gayba inanmayı gerektirmektedir. Çünkü hiçbirini görmüş değiliz.
Peygamber efendimiz, aşağıda bildirilen iman ile ilgili âyetleri açıklayarak imanı şöyle tarif etti:
(İman; Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, [yani Kıyamete, Cennete, Cehenneme, hesaba, mizana] kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna, ölüme, öldükten sonra dirilmeye, inanmaktır. Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim Onun kulu ve resulü olduğuma şehadet etmektir.) [Buhari, Müslim, Nesai]
Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki; (Asıl iyilik; Allah’a, ahirete, meleklere, kitaplara, nebilere inanmaktır.) [Bekara 177]
(Onlar gayba [Allah'a, meleklere, kıyamete, cennete, cehenneme görmedikleri halde] inanırlar.) [Bekara: 3]
(Onlar, sana indirilene, senden önceki kitaplara ve ahirete iman ederler.) [Bekara:4]
Bu üç âyette, Allah’a, ahirete, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve gayba inanmak bildiriliyor.
(Allah, onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir.) [Bekara: 255]
(Ölümü Allah’ın iznine bağlı olmayan hiç kimse yoktur.) [Al-i İmran: 145]
(Ölüm zamanını takdir eden ancak Allah’tır.) [Enam: 2]
Bu üç âyet, takdirin Allah tarafından olduğunu bildirmekte, kadere iman etmeyi göstermektedir.
(Kendilerine bir iyilik dokununca, "Bu Allah’tan" derler; başlarına bir kötülük gelince de, "Bu senin yüzünden" derler. “Küllün min indillah” [Hepsi Allah’tandır] de, bunlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar.) [Nisa: 78]
Bu âyet, hayır ve şerrin Allah’tan olduğunu bildirmektedir.
(Muhammed [aleyhisselam], Allah’ın Resulü ve nebilerin sonuncusudur.) [Ahzab: 40]
Bu âyet de, Resûlullahın peygamber olduğunu bildirmektedir.
.Haram ve helali bildiren Allahü teâlâdır
2016-11-16 02:00:00
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde buyurdu ki: "Allah’ın göklerde ve yerde ne varsa hepsini insanlar için yarattığını, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi?"
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -18-
İslâm dîninin apaçık bildirdiği zaruri bilgilerde şüphe ve tereddüt etmemelidir. Namaz kılmanın farz, şarap ve diğer alkollü içkileri içmenin, kumar oynamanın, fâizin, rüşvetin haram olduğunda şüphe etmek veya meşhur olan bir harama helâl demek ve helâl olan şeye haram demek, imandan çıkmaya sebep olur.
Resûl-i ekrem efendimiz buyurdular ki:
(Helâl, Allahü teâlânın kitabında helâl kıldığı şeydir. Haram da, Allahü teâlânın kitabında haram kıldığı şeydir. Hakkında sükût ettiği şey ise affedilmiştir. Onun hakkında sual etmeyiniz.) [İbn-i Mace, Tirmizî]
Helâl olanlar, haram olanlara göre daha çoktur. Bunu Cenâb-ı Hak şöyle bildiriyor:
(Allah’ın göklerde ve yerde ne varsa hepsini insanlar için yarattığını, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi?) [Lokman, 20]
Herhangi bir şeyi veya menfaati yasaklayan bir nass [âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf] bulunmazsa, haram hükmü de söz konusu olamaz. Dinimizde, herhangi bir şeyin haram olduğu hükmü bildirilmemişse, onun helâl olduğu kabul edilir. Çünkü her şey, aslında helâldir. Haram ve yasak olan şeyler istisna olup haramlık arizî bir durumdur. Bu, Allahü teâlânın kullarına olan merhametidir.
Eshab-ı kirâmdan Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh” şöyle bildiriyor:
Resûlullah’tan, yağ, peynir ve yabani eşek etinin hükmü sorulmuş, O da şöyle buyurmuştur: (Helâl, Allah’ın kitabında helâl kıldığı, haram da Allah’ın kitabında haram kıldığıdır; hakkında bir şey söylemedikleri ise sizin için affedip serbest bıraktıklarıdır.) [Tirmizî, İbn-i Mâce, Buhârî, Müslim]
Ve yine şöyle buyurmuştur: (Allahü teâlâ bazı şeyleri farz kılmıştır; bunları kaçırmayın, bazı sınırlar koymuştur, bunları da aşmayın, bazı şeyleri haram kılmıştır, bunları işlemeyin, unutmaktan değil, size olan rahmetinden dolayı bazı şeyler hakkında da bir şey buyurmamıştır; bunları da soruşturmayın.) [Dârekutnî, Nevevi]
(Ey iman edenler! Allah’ın size helâl kıldığı iyi ve temiz nimetleri [kendinize] haram etmeyin ve [Allah’ın koyduğu] sınırları aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez.) [Maide, 87]
(Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak [Bu helâldir, şu da haramdır] demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler) [Nahl, 116]
Allahü teâlâ nefsine veya menfaatine uyarak bir konuda helâl veya haram diyenlerin akıbetinin cehennem olduğunu haber vermektedir…
..
|
Bugün 418 ziyaretçi (536 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|