ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
Sual: Âyet ve hadisle bildirildiği halde, Mirac mucizesini inkâr eden olmuş mudur ? CEVAP Ehl-i sünnet âlimleri, sözbirliği ile Miracın hak olduğunu bildiriyorlar.
CEVAP Mirac gecesini ibadetle, gündüzünü de oruçla geçirmeli. İki hadis-i şerif meali: (Miracgecesinde iyi amel eden için yüz yıllık mükâfat vardır.) [İ.Gazali] ...
Sual: Âyet ve hadisle bildirildiği halde, Mirac mucizesini inkâr eden olmuş mudur ? CEVAP Mutezile fırkası, vehhabiler ve bazı bid'at ehli, Peygamber efendimizin ...
Peygamber efendimiz, 52 yaşında iken, Receb ayının 27. gecesinde Mekke'den Kudüs'e ve oradan göklere götürülüp getirildi. Bu yolculuğuna "Mi'râc" denir. Resûlullah efendimizin fiili mu'cizeleri çoktur. Bu mu'cizelerden birisi de, Mi'râc mu'cizesidir. Mi'râc, hem rûh, hem de beden ile olmuştur. İsrâ sûresinin ilk âyet-i kerîmesinde meâlen;
(Kulumu gece Mescid-i harâmdan Mescid-i Aksâ'ya götürdüm) buyurulmaktadır. Kul, insana denir. Rûha veyâ insanın bir hâline kul denmez.
Filistin, Arabistân'a, başka memleketlerden daha yakın olduğu için, (En yakın yer) buyuruldu. Mescid-i Aksâ o zamân yeryüzünde bulunan mescitler arasında, Mekke'ye en uzak olanı idi. Bunun için, (En uzak mescid) buyuruldu...
Namaz, önceden Mescid-i Aksâ'ya karşı kılınırdı. Kudüs'te mescid olmasaydı, oraya karşı namâz kılmak emrolunur mu ve Resûlullah efendimiz, Kudüs'te Mescid-i Aksâ'da namâz kıldım der mi idi? Mi'râca inanmayanlar, Resûlullah efendimizin bedeni ile Kudüs'e ve göklere götürüldüğünü kavrayamadığı için inanamıyorlar. Eğer Mi'râc, rüyâda olsaydı, müşrikler, buna bir şey demezlerdi. Resûlullah efendimiz; (Beden ile gittim) buyurduğu için inanmadılar. Abdülhak Dehlevî hazretleri, Medâric-ün-nübüvve kitâbında buyuruyor ki:
"Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâma olan ihsânlarından biri de, Onu Mi'râca çıkarmasıdır. Resûlullahın Mekke'den Mescid-i Aksâ'ya götürüldüğü, Kur'ân-ı kerîmde açıkça bildiriliyor. Buna inanmayan kâfir olur. Mescid-i Aksâ'dan göğe çıkarıldığını meşhûr hadîsler haber veriyor. Buna inanmayan, bid'at ehli olur. Mi'râcın uyanık iken ve ceset ile olduğunu, Eshâb-ı kirâmın, Tâbiîn'in, hadîs âlimlerinin, fıkıh âlimlerinin ve kelâm âlimlerinin çoğunluğu haber vermişlerdir. Müşrikler, Mi'râca inanmadıkları ve imtihân ederek Mescid-i Aksâ'dan bilgi istedikleri için, İsrâ sûresinde, Mescid-i Aksâ'ya kadar götürüldüğü açıkça bildirildi. Bu sûrede meâlen; (Âyetlerimi göstermek için götürdüm) buyurulması, göklere çıkarıldığını gösteriyor. Bu sûrenin 60. âyetinde meâlen; (Sana gösterdiğimiz rüyâyı insanlara fitne yaptık) buyurulmaktadır. Tefsîr âlimlerinin çoğu, buradaki rüyâ kelimesinin uyanıkken gece görmek için kullanıldığını bildirmişlerdir."
Netice olarak Mi'râc, rûh ve beden ile olmuştur. Resûlullah efendimizin Mekke'den Kudüs'e götürüldüğüne inanmayanın kâfir olduğu söz birliği ile bildirilmektedir. Göklere götürüldüğüne inanmayanlar ise, bid'at ehli olmaktadır.
25.05.2014
Mirac mucizesi
Sual: Âyet ve hadisle bildirildiği halde, Mirac mucizesini inkâr eden olmuş mudur? CEVAP Ehl-i sünnet âlimleri, sözbirliği ile Miracın hak olduğunu bildiriyorlar.
[Fitne] yani imtihan uyanıkken olur. Peygamber efendimizin anlattığı rüya olsaydı, hiç kimse tuhaf karşılamazdı. Hazret-i Ebu Bekir tasdik edip, yüksek derecelere kavuşmazdı.
Resulullahın, Mekke'den Kudüs'e götürüldüğüne inanmayan kâfir olur. Göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise sapık olur. (Bahr)
Birkaç saniyede Mekke'den Kudüs'e götüren Allahü teâlâ, neden daha uzaklara götüremesin? Allahü teâlânın kudretinden ancak kâfirler şüphe eder.
Mirac hakkında birçok hadis-i şerif vardır. Birkaçı şöyle: (İsra gecesi [Miraca çıkınca] Cennetin kapısı üzerinde “Sadakanın on, ödünç vermenin sevabı onsekiz mislidir” yazılmış olduğunu gördüm.) [Beyheki]
(İsra gecesi her gökte, Muhammedün Resulullah ve arkasından Ebu Bekri Sıddık yazılı olduğunu gördüm.) [Ebu Nuaym]
(İsra gecesi, nura gark olmuş bir zat gördüm. “Bu kim?” dedim. Cebrail aleyhisselam, “Dünyada iken Allahü teâlâyı devamlı anan, kalbi camiye bağlı ve ana-babasına asi olmayan bir zattır” dedi.)[İ. Ebiddünya]
(Mirac’da, Cehennemde kokmuş leş yiyenlerin kimler olduğunu sordum. “Bunlar, gıybet ederek insanların etlerini yiyenlerdir” denildi.) [İ. Ahmed]
(Mirac gecesi, uğradığım her melek topluluğu, ümmetime hacamatı tavsiye etti.) [Hakim]
(Mirac Gecesi’nde ateşten makasla kendi dudaklarını kesenleri görüp, kim olduklarını sordum. “İlmiyle amel etmeyen din adamlarıdır” denildi.) [Buharî, Müslim]
(Mirac gecesi Cehennemi gösterdiler, çoğunun kadın olduğunu gördüm.) [Tirmizi]
(Mirac gecesi, ekin ekip bir günde biçen bir topluluk gördüm. Biçtiği mahsul yeniden eski haline dönüyordu. “Bunlar kim?” dedim. Cebrail aleyhisselam, “Bunlar Allah yolunda cihad edenlerdir. Bunların bir iyiliğine yedi yüz misli sevap verilir. Harcadıklarının yerine yenisi verilir”dedi.) [Bezzar]
Uzun bir hadis-i şerifin özeti: (Cebrail aleyhisselamla bütün gökleri geçerek Sidre-i Müntehaya geldim. Cenneti gösterdiler. Daha sonra elli vakit namazla dönerken Musa aleyhisselamı gördüm. Elli vakit namazın ümmetime zor geleceğini, dönüp namaz vakitlerini azaltmasını Allahü teâlâdan istememi söyledi. Azar azar kaldırılarak, sonunda beş vakte indirildi.) [Müslim]
Bazı bid’at ehli, sahih-i Müslimdeki bu hadis-i şerife inanmıyorlar. Peygamber efendimizin derecesinin Musa aleyhisselamdan daha yüksek olduğu için, ondan öğrenmesi, onun tavsiyesine göre hareket etmesi uygun değil, böyle şey olmaz diyorlar. Halbuki bilindiği gibi, Kur’an-ı kerimde, Musa aleyhisselamın Hazret-i Hızır’dan ilim öğrendiği bildirilmektedir. [Bu kıssayı aşağıda yazdık.] Hazret-i Hızır peygamber olmadığı gibi derecesi Musa aleyhisselamla mukayese bile edilmez. Musa aleyhisselam, ülülazm bir Peygamberdir. Demek ki, mevki ve derecesi yüksek olan bir zat, derecesi daha aşağıdaki bir zattan ilim öğrenebilir, onun tecrübesine istinaden söylediği tavsiyeye uyabilir.
Mekke'den Kudüs'e ancak bir ayda gidip gelinebilir. Kısa bir anda Mekke'den Kudüs'e varıp gelmek ancak Allahü teâlânın kudreti ile olur. Buna inanıp da, daha uzaklara gittiğine inanmamak, Allahü teâlânın kudretinden şüphe etmeyi gerektirir. İşte mezhepsizlerin anlamadığı husus burasıdır. Allahü teâlâ dilerse niçin olmasın? Peygamber efendimiz, (Göklere ve daha uzaklara gidip geldim)buyuruyor. Bunu inkâr etmekteki maksat nedir? Gayrimüslimler, İslamiyet’i yıkmak için, böyle konularda yerli maşalarını kullanıyorlar. Bu kadar vesikaları ancak Mutezile veya İbni Sebeci olan inkâr edebilir.
İmtihan rüyada olmaz
Sual: Mirac rüyada oldu diyorlar. Peygamberimiz uyanıkken olmadı mı? CEVAP Rüyada olanlar da oldu. Ancak meşhur İsra olayı uyanıkken oldu. Namaz da o gece beş vakit olarak farz oldu.
İsra suresinin ilk âyet-i kerimesinin meali şöyledir: (Kuluna [Muhammed aleyhisselama] bir gece bazı âyetlerimizi[Allahü teâlânın kudret ve azametine delâlet eden nice harika olayları]göstermek için, onu Mescid-i Haram'dan [Mekke’den], çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya [Kudüs’e] götüren Allah, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla gören Odur.) [İsra 1]
Âyet-i kerimede geçen İsra kelimesi, gece yürümek anlamındadır. İsra kelimesi, rüya için kullanılmaz. Uyanık iken, yürümek manasına kullanılır. Yine aynı surede mealen buyuruluyor ki: (İsra gecesi, sana, o temaşayı [o gece gösterdiğimiz olayları] ve Kur'anda lanetlenen [Cehennemdeki Zakkum isimli] ağacı da, yalnız insanlara bir fitne [imtihan] yaptık. [Miracı ve zakkum ağacını inkâr ettiler.] Bizim ikazımız, ancak onların taşkınlıklarını artırıyor.) [İsra 60]
İmtihan rüyada olmaz, uyanıkken olur. Peygamber efendimizin anlattığı rüya olsaydı, hiç kimse tuhaf karşılamaz, kâfirler, hep birlikte isyan etmez, Müslüman görünen münafıklar, böyle şey olmaz demezlerdi. Onları Müslüman sananlar da, bunları mürted oldu zannettiler. Onun için bazı kitaplarda, (Mirac olayı, bir çok kişinin mürted olmasına sebep oldu) diye yazar. İnançları sarsan bir olay olmasaydı, Hazret-i Ebu Bekir de, inkâr fırtınası içinde, Resulullahın miracını tasdik etmezdi. Allahü teâlâ, bu tasdikinden dolayı Resulü Muhammed aleyhisselam vasıtası ile ona Sıddık ismini verdi. Burada sıddık, sözünde ve imanında çok doğru olan demektir. Ebu Bekri Sıddık, Resulullahın Miracını ilk tasdik edenlerden olduğu için yüksek derecelere kavuştu, Peygamberlerden sonra insanların en üstünü oldu. Allah’a ve Resulüne iman edip, Onların sözünü tasdik etmek müminlerin alametlerindendir. Bir âyet meali: (Müminler, “İşittik, itaat ettik [Allah ve Resulünün sözlerini beğendik, kabul ettik]” derler, işte kurtuluşa erenler bunlardır.) [Nur 51]
İsra suresinin 60. âyet-i kerimesinde bildirilen fitne [imtihan] hâlâ devam ediyor, aklını ölçü alan mutezile kafalı kimseler, böyle bir mucizeye akıl erdiremedikleri için, Miracı bir türlü kabul edemiyorlar. Evet olay çok büyüktür, bir mucizedir, insanların yapması imkansızdır, ama bunu Allahü teâlâ yapıyor. Onun kudretinden hiç şüphe edilir mi?
Kâfirlerin telaşı ve soruları Bu gidip gelmek, gayet kısa zamanda oldu. Geldiğinde, mübarek yatakları henüz sıcak idi. Gelince, nasıl gidip geldiğini anlattı. Burak’la Mescid-i Aksa’ya gittiğini, oradan gökleri geçerek Cenneti Cehennemi ve daha başka yerleri gezdiğini söyledi. Dönüşte yolda, develi yolcular gördüğünü, bir devenin ürküp yıkıldığını söyledi. (İnşallah çarşamba günü Mekke’ye gelirler) buyurdu. Kâfirler bu olayı işitince inkâr edip, “Akla zıttır, mümkün değildir” dediler. “Bu iş burada bitti, mal, mülk, saltanat verdik, davasından vazgeçiremedik. Ama artık ondan kurtulduk” diye sevinçlerinden oynamaya başladılar. Birkaçı hemen Hazret-i Ebu Bekir’in evine geldi. Çünkü onun akıllı, tecrübeli, hesaplı bir tüccar olduğunu biliyorlardı.
Kapıya çıkınca hemen sordular:
"Ey Ebu Bekir, sen çok kere Kudüs'e gittin geldin, iyi bilirsin. Mekke'den Kudüs'e gidip gelmek ne kadar zaman sürer" dediler. Hazret-i Ebu Bekir, "İyi biliyorum, bir aydan fazla" dedi. Kâfirler bu söze sevindiler. “Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur” dediler. Gülerek, alay ederek ve Hazret-i Ebu Bekir'in de kendi kafalarında olduğuna sevinerek, "Senin efendin, Kudüs'e bir gecede gidip geldiğini söylüyor, artık iyice sapıttı" diyerek, Hazret-i Ebu Bekir'e sevgi, saygı ve güven gösterdiler.
Hazret-i Ebu Bekir, Resulullah efendimizin mübarek adını işitince"Eğer O söyledi ise, inandım. Bir anda gidip gelmiştir.O, gerçek söyler. Ondan yalan sâdır olmaz" diyerek içeri girdi. Kâfirler neye uğradıklarını anlayamadılar. "Vay canına, Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebu Bekir’e sihir yapmış" diyorlardı.
Hazret-i Ebu Bekir hemen giyinip, Resulullah efendimizin yanına geldi. Büyük kalabalık arasında yüksek sesle, "Ya Resulallah! Miracınız mübarek olsun! Allah’a sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlayan yüzünü görmekle, kalbleri alan, ruhları çeken tatlı sözlerini işitmekle nimetlendirdi. Ya Resulallah! Senin her sözün doğrudur, inandım. Canım sana feda olsun" dedi.
Kâfirler bu hâle çok kızdı. Müminlerin kuvvetli imanına, Peygamberin her sözüne hemen inanmalarına, Onun çevresinde pervane gibi toplanmalarına dayanamadılar. Peygamber efendimiz daha önce Kudüs’ü, Mescid-i Aksa’yı görmemişti, bunu kâfirler de bildiği için, Resulullahı mahcup, mağlup etmek için, imtihan etmeye yeltenip dediler ki:
“Sen Kudüs’e gittim diyorsun. Söyle bakalım! Mescidin kaç kapısı, kaç penceresi var?”
Resulullah hepsine cevap verirken, Hazret-i Ebu Bekir, “Öyledir ya Resulallah, aynen öyledir ya Resulallah” derdi. Çünkü Hazret-i Ebu Bekir, tüccardı, Kudüs’ü Mescid-i Aksa’yı iyi biliyordu, çok gidip gelmişti. Kâfirlerin kendileri de oraları çok iyi biliyorlardı. Bu bakımdan kâfirler, “Yanlış söylüyorsun” diyemiyorlar, inat için dahi olsa, Resulullahın cevaplarını inkâr edemiyorlardı.
Resulullah efendimiz, edebinden, hayasından karşısındakinin yüzüne bile bakmazdı. Mescid-i Aksa’nın kaç penceresi olduğunu bilmiyordu. Daha sonra bu olayı şöyle anlattı: (Mescid-i Aksa’da etrafıma bakmamıştım. Sorduklarını görmemiştim. Kureyş beni yalanlayınca, o anda Cebrail aleyhisselam, Mescid-i Aksa’yı gözümün önüne getirdi.[Televizyon gibi] görüyor, sayıyordum. Sorularına, hemen cevap veriyordum.) [Buhari]
Çarşamba günü güneş batarken, Resulullahın bahsettiği kervan Mekke’ye geldi. Kervandakiler, fırtına eser gibi olduğunu, bir devenin yıkıldığını söylediler. Bu hâl müminlerin imanını kuvvetlendirdi. Kâfirlerin düşmanlığını artırdı.
Kur’an-ı kerim âyetlerinin inmesi, mucizelerin görülmesi müminlerin imanlarını kuvvetlendirdiği gibi, kâfirlerin de düşmanlıklarını artırırdı. İki âyet meali: (Müminler, Allah anılınca kalbleri ürperen, âyetler okununca, imanları artan [kuvvetlenen] ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.) [Enfal 2]
(Andolsun ki, sana Rabbinden indirilen âyetler, onların [kâfirlerin]çoğunun azgınlığını ve küfrünü artırır.) [Maide 64]
Hazret-i Hızır ve Musa aleyhisselam Bir kimse, ilim tahsil etmeden marifet ve keramet sahibi olabilir. Kur’an-ı kerimde, Kehf suresinin 60. âyet-i kerimesinden 82. âyetinin sonuna kadar anlatılan olayda, ilm-i ledünniden, bâtın ilminden bahsedilmektedir.
Kıssa özetle şöyledir:
Hazret-i Musa, “Ya Rabbi, benden âlim olan ve bâtın ilmini bilen zatı nerede bulurum?” diye sordu. Allahü teâlâ da, “Ya Musa, yola çık, çantana koyduğun balık canlanıp denize gittiği yerde, o zatı bulursun” buyurdu. Hazret-i Musa, Hazret-i Yuşa ile yola çıktı. Bir pınarın yanına oturdular. Bu pınar âb-ı hayat idi. Bu suya dokunan ölü canlanırdı. Bu sudan bir damla balığa değince, balık canlanıp denize gitti. Hazret-i Yuşa bunu gördü ise de söylemeyi unuttu. Hazret-i Musa sorunca, hatırlayıp balığın canlanıp denize gittiğini söyledi. Geri dönüp oraya gelince, o zatı gördüler. Hazret-i Musa, “Bana bâtın ilmini öğretir misin?” dedi. O zat, “Allahü teâlânın bana öğrettiği ilmin hepsini sen bilmezsin. Bilmediğin için de yaptıklarıma sabredemezsin” dedi. Hazret-i Musa, “İnşallah beni sabredenlerden bulursun” dedi. O zat, “Ya Musa, tuhafına gitse de, yaptıklarımdan bana bir şey sormayacaksın”dedi.
Üçü bir gemiye bindiler. Gemiciler, bunların iyi kimseler olduklarını anlayarak para almadılar. O zat, geminin bir tahtasını söktü. İçeri su girmeye başladı. Hazret-i Musa, “Gemiciler, bize iyilik etti, para almadı. Sen de bunları denizde boğacaksın” dedi. O zat, “Hani bana karışmayacaktın?”dedi.
Gemiden inince, sahilde oynayan çocukları gördüler. O zat, çocuklardan birini öldürdü. Hazret-i Musa, “Çocuğun günahı neydi?” demekten kendini alamadı. O zat, “Yine işime karıştın” dedi.
Antakya’ya uğradılar. Kimse yemek vermedi. O zat, yıkılmak üzere olan bir binanın koca duvarını bir eli ile tutup doğrultuverdi. Hazret-i Musa, “Bunu ücretle yapsaydın, bir ekmek parası çıkarırdık”dedi. O zat, “Artık ayrılma zamanımız geldi. Çünkü üç defa işime karıştın” dedi. Hazret-i Musa, “Bunların hikmeti nedir?” dedi. O zat, “Bunları Allahü teâlânın emri ile yaptım. Gemiciler on kardeşti. Geminin kazancı ile geçiniyorlardı. Bir derebeyi, sağlam gemileri zorla alıyordu. Bu geminin arızalı olduğunu duyunca almaktan vazgeçecekti. Biz de iyiliğe iyilik etmiş olduk.
Günahsız çocuğa gelince, bunun ana babası salih idi. Çocuk büyüyünce, küfre zorlayarak onlara zulüm ve işkence edecekti. Bunun yerine neslinden 70 Peygamber meydana gelecek hayırlı bir evlat vermesi için dua ettim.
Doğrulttuğum duvar, öksüzlere aitti. Babaları duvarın altına bir hazine saklamıştı. Duvarı düzeltmeseydim, yıkılıp hazine meydana çıkacak, eller alacaktı. Öksüzlere de bir iyilik etmiş olduk.
Kur’an-ı kerimdeki bu kıssa, bâtın ilmine sahip keramet sahibi kimselerin bulunduğunu açıkça bildirmektedir. Cenab-ı Hakkın ihsanı boldur. Dilediğine bu ilmi verir, onu marifet sahibi yapar.
Peygamber efendimiz Mirac'da Allahü teâlâyı gördü
Sual: Mutezile itikadında olan biri, (Peygamberimizin, Mirac’a gidince Allah’ı gördüğünü söylemek, Allah’a mekân isnat etmek olduğu için küfürdür. Bu bakımdan Mirac diye bir olay yoktur) diyor. Yanlış değil mi? CEVAP Evet, kesinlikle yanlıştır. Mekân isnat etmekle ilgisi yoktur. Burada iki sual var: 1- Mirac hak mıdır? 2- Allahü teala ile bir yerde konuşmak ona mekân tayin etmek mi olur?
1- Resulullah efendimiz, Mirac'ta mekânsız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü tealayı gördü. Ehl-i sünnet âlimleri, söz birliğiyle Mirac’ın hak olduğunu bildiriyorlar. Kavl-ül-fasl kitabında deniyor ki:İsra sûresinin ilk âyet-i kerimesinde, Allahü teâlâ, kudret ve azametinden, nice harika olaylardan bazılarını göstermek için, Muhammed aleyhisselamı Mekke’den Kudüs’e götürdüğünü bildiriyor. İsra kelimesi rüya için kullanılmaz. Uyanıkken, gece yürümek mânâsında kullanılır. Yine buyuruldu ki: (Sana [Mirac’da] gösterdiğimiz temâşâyı insanlar için bir fitne kıldık.) [İsra 60]
Fitne yani imtihan, uyanıkken olur. Peygamber efendimizin anlattığı rüya olsaydı, hiç kimse tuhaf karşılamazdı. Hazret-i Ebu Bekir tasdik edip, yüksek derecelere kavuşmazdı.
Resulullah'ın "sallallahü aleyhi ve sellem" Mekke’den Kudüs’e götürüldüğüne inanmayan kâfir olur. Göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise sapık olur. (Bahr)
Mekke’den Kudüs’e ancak bir ayda gidip gelinebilir. Kısa bir anda Mekke’den Kudüs’e varıp gelmek ancak Allahü teâlânın kudretiyle olur. Buna inanıp da, daha uzaklara gittiğine inanmamak, Allahü teâlânın kudretinden şüphe etmeyi gerektirir. İşte mezhepsizlerin anlamadığı husus burasıdır. Allahü teâlâ dilerse niçin olmasın? Peygamber efendimiz, (Göklere ve daha uzaklara gidip geldim)buyuruyor. Bunu inkâr etmekteki maksat nedir? Gayrimüslimler, İslamiyet’i yıkmak için böyle konularda yerli maşalarını kullanıyorlar.
2- Zaman ve mekân mefhumu mahlûklar yani insanlar içindir. Yaratan yani Allahü teâlâ için değildir. Zamanları, mekânları her şeyi o yaratmıştır. İnsanlara göre olan “ezel” ile “ebed”i birleştirip Cenneti Cehennemi insanlarla nasıl doldurduğunu Habibine göstermiştir. Şimdi Cehennem boşken, ezel ile ebed birleşince, Resulullah efendimiz, "sallallahü aleyhi ve sellem" Cehenneme girenleri görmüştür. Allahü teâlâyı, Cenneti ve Cehennemi âhirete giderek görmüştür.
Zaman, insanlar içindir
Allahü teâlânın kullarının cennetlik veya cehennemlik olmasını bilmesi de böyledir. (Allah ileride ne olacaksa bilir) demek insanlara anlatmak içindir. Yoksa Allahü teâlâ için zaman diye bir mefhum yok, ilerisi gerisi diye bir şey yok. Gelecek ve geçmiş, insanlar içindir. Allahü teâlâ hepsini bir anda görüyor, biliyor. An kelimesi de Allah için söylenmez, ama başka kelime olmadığı için böyle söyleniyor.
Bid’at ehli bazı kimseler, Peygamber efendimizin bir anda, Cenneti, Cehennemi ve daha birçok yerleri gezip gelmesine akıl erdiremiyorlar. Bir kısmı da hâşâ (Mirac'ı kabul etmek, Allah’a mekân tâyin etmek olur) diyerek Mirac’ı inkâr ediyor. Allahü teâlâ, Musa aleyhisselamla Tur Dağı’nda konuşmuştur. Tur Dağı Allah’ın mekânı mıdır? Elbette değildir. Cennete giren müminler de, Allahü teâlâyı, nasıl olduğu anlaşılmadan görecektir. Cennet de Allahü teâlânın mekânı değildir. Allahü teâlâ mekândan münezzehtir. Nasıl olduğu bilinmeyen bir görmekle göreceklerdir. Nasıl olduğu bilinmeyeni, anlaşılmayanı görmek de, nasıl olduğu anlaşılmayan bir görmek olur.
Cesed beden demektir
Sual: S. Ebediyye kitabında deniyor ki:
(Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimleri buyurdu ki, miracda, ruh ve cesed birlikte olarak, Mekke-i mükerreme’den Kudüs’e ve oradan, yedi kat göke ve sonra Sidre denilen yere ve Sidre’den Kâbe kavseyn makamına, uyanık olarak, gece, bir anda götürülmüş ve getirilmiştir.)
Cesed, ruhsuz bedene denmiyor mu? (Ruh ve cesed birlikte) demek yerine, (Ruh ve beden birlikte) demek gerekmez mi? CEVAP Bazı kelimelerin birkaç mânâsı olur. Bu da cümledeki durumuna göre mânâsı değişir. Örnek verelim:
Harç kelimesinin birkaç manası vardır. Mesela maliyede harç demek, vergi demektir. İnşaatta, su, kum karıştırılmış çimento demektir. Ziraatta, gübre karıştırılmış toprak demektir. Mutfakta da harç vardır: Köfte harcı, dolma harcı gibi. Maliyenin harcı, çimento değildir. Ziraattaki harç, vergi değildir. Mutfaktaki köfte harcı da, vergi veya çimento değildir.
Piyasada birçok Osmanlıca sözlük vardır. Hepsinde de cesed için; ten, gövde, vücut, beden, ruhsuz vücut diye yazar. Ruh ve cesedkelimeleri birlikte kullanılınca, ruhsuz yani ölü beden anlaşılmaz. Ölünün cesedi soğuktur denirse, ruhsuz beden olduğu anlaşılır. Cesedin çoğulu ecsaddır. Cesedler, cisimler, tenler, vücutlar demektir. Mesela madde âlemine, âlem-i ecsad denir.
Bir de cümlenin sonunda, (Uyanık olarak, gece, bir anda götürülmüş ve getirilmiştir) deniyor. Uyanık dendiği için de, ölü denmediği, canlı olarak götürüldüğü pek açıktır.
.
Mirac gecesi
Sual: Mirac ne demektir, bu gecenin önemi nedir? CEVAP Mirac, merdiven demektir. Resulullah efendimizin göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gecedir. Recebin 27. gecesidir. İsra suresinin ilk âyet-i kerimesinde, Mirac bildirilmektedir.
Mutezile fırkası, Resulullah efendimizin bir anda, Cenneti, Cehennemi ve daha birçok yerleri gezip gelmesine akıl erdirememiş, “Miracı kabul etmek, Allah’a mekan ittihaz etmek olur” diyerek Miracı inkâr etmiştir. Allahü teâlâ, Hazret-i Musa ile Tur dağında konuşmuştur. Tur dağı Allahü teâlânın mekanı mıdır? Elbette değildir. Cennete giren müminler de Allahü teâlâyı görecektir. Cennet de Allahü teâlânın mekanı değildir. Allahü teâlâ mekandan münezzehtir.
Kavl-ül-fasl kitabında deniyor ki:
İsra suresinin ilk âyetinde, Allahü teâlâ, kudret ve azametinden nice acayip işlerden bazılarını göstermek için, Muhammed aleyhisselamı, Mekke'den Kudüs'e götürdüğünü bildiriyor. İsra kelimesi, rüya için kullanılmaz. Uyanık iken, gece yürümek manasına kullanılır. (Sana[Miracda] gösterdiğimiz temaşayı insanlar için bir fitne kıldık)âyetindeki fitne, imtihan demektir. İmtihan ise uyanıkken olur. Peygamber efendimizin anlattığı rüya olsaydı, hiç kimse tuhaf karşılamazdı. Hazret-i Ebu Bekir tasdik edip, yüksek derecelere kavuşmazdı. Resulullahın, Mekke'den Kudüs'e götürüldüğüne inanmayan kâfir olur. Göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan sapık olur. (Bahr)
Birkaç saniyede Mekke'den Kudüs'e götüren Allahü teâlâ, neden daha uzaklara götüremesin? Allah’ın kudretinden ancak kâfirler şüphe eder.
Peygamber efendimiz miracını özetle şöyle anlatıyor: Verilen Burak’a binip Beyt-ül-Makdis’e geldim. Onu, önceki peygamberlerin bağladığı halkaya bağladım, sonra Mescid’e girip orada iki rekât namaz kılıp çıktım. Cebrail bir kap şarap, bir kap da süt getirdi. Ben sütü seçtim. Cebrail, (Yaratılışa uygun olanı seçtin) dedi. Sonra bizi birinci semaya çıkardı. Gök kapısında, (Sen kimsin?) diye bir ses geldi. (Ben Cebrail’im) dedi. (Yanındaki kim?) dendi. (Muhammed aleyhisselam) dedi. (O, peygamber olarak gönderildi mi?) dendi. Cebrail, (Evet) dedi. Gök kapısı açıldı. Hazret-i Âdem’le karşılaştım. Bana merhaba diyerek hayır dua etti. 2. semaya çıktık. Yine orada da aynı konuşmalar geçti. Göğün kapısı açıldı. Burada iki teyze oğlu İsa veYahya ile karşılaştım. Onlar da bana, merhaba diyerek dua ettiler. 3. semaya çıktık. Bu kapıda da aynı konuşmalar geçti. Göğün kapısı açıldı. Orada Hazret-i Yusuf’u gördüm. O da dua etti. 4. semayaçıktık. Aynı konuşmalar oldu. Kapı açıldı. Hazret-i İdris’i gördüm. O da dua etti. 5. semaya çıktık. Yine aynı konuşmalar geçti. Kapı açıldı.Hazret-i Harun’u gördüm. O da dua etti. 6. semaya çıktık. Yine aynı konuşmalar oldu ve kapı açıldı. Hazret-i Musa’yı gördüm. Merhaba diyerek dua etti. 7. semaya çıktık. Yine aynı konuşmalar geçti ve kapı açıldı. Arkasını Beyt-ül-Mamur’a dayamış Hazret-i İbrahim’i gördüm. O da dua etti. Beyt-ül-Mamur’u gördüm. Sonra Cebrail beni Sidret-ül-Münteha’ya götürdü. Allah, günde elli vakit namazı farz kıldı. Musa’nın yanına gelip anlattım. (Rabbinden azaltmasını iste! Ümmetin buna güç yetiremez. Tecrübem var.) dedi. Birkaç defa Rabbimle görüşmeye devam ettim. Nihayet Rabbim, (Beş vakit namazı farz kıldım. Her vakit için on sevab vardır. Böylece elli vakit namaz olur) buyurdu. (Müslim)
Sual: Mirac gecesini nasıl değerlendirmelidir? CEVAP Mirac gecesini ibadetle, gündüzünü de oruçla geçirmeli. İki hadis-i şerif meali: (Mirac gecesindeiyi amel eden için yüz yıllık mükâfat vardır.)[İ.Gazali]
(Recebin 27. günü oruç tutana, 60 yıllık oruç sevabı verilir.)[İ.Gazali]
Cuma günü tek olarak oruç tutmak, bazı âlimlere göre mekruhtur. Cumartesi günü oruç tutmak ise bütün âlimlere göre mekruh olduğu için, bu mübarek gün cumaya rastladığı zaman, orucu perşembe veya cumartesi ile birlikte tutmak iyi olur. Cumartesi gününe rastlarsa, Cuma ile cumartesi veya cumartesi ile Pazar günü beraber tutmak gerekir.
Bu gece kaza namazı kılmalı, Kur’an-ı kerim okumalı, dua, tevbe etmeli, sadaka vermeli, müslümanları sevindirmeli, bunların sevaplarını ölülere de göndermelidir!
Her zaman doğru iman sahibi olmaya, farzları yapıp haramlardan kaçmaya, tevbe edip farz borçlarını ödemeye çalışmalıdır! Bütün bunları yapmak ise ilimle olur. İlmihal bilgileri en kıymetli ilimdir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Geceleyin bir müddet ilim ile meşgul olmak, bütün gece sabaha kadar ibadet etmekten daha kıymetlidir.) [Ebu Nuaym]
Mirac aklın bittiği, imanın başladığı yerdir.
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Bir iş, ne kadar sıkıntı içinde olmuşsa, o kadar uzun ömürlü olur. Peygamber efendimiz, (En çok sıkıntıyı ben çektim) buyuruyor. O halde, hak olan dini de, kıyamete kadar sürecektir.
Âdem aleyhisselam, kupkuru bir dünyaya geldi, yüzyıllarca sıkıntı çekti. Sonra Peygamber efendimizin yüzü suyu hürmetine dua etti.(Rabbenâ zalemnâ enfüsenâ) duasını devamlı okurdu. Sonra, iki evladından biri kâfir oldu ve Müslüman olanını öldürdü. Bir baba için ne zordur!
Nuh aleyhisselam 950 yıl uğraştı, inanmadılar, çok eziyet ettiler. Döverlerdi, her seferinde öldü diye bırakırlardı. Cebrail aleyhisselam gelir, yaralarını sarardı, tekrar tebliğe başlardı. Sonra Allahü teâlâ Ona gemi yap emrini verdi.
İbrahim aleyhisselamı Allahü tealanın haliliyken ateşe attılar, oğlunu kesme emri verildi.
Musa aleyhisselam da çok çekti, doğduğu sene Firavun bütün erkek çocukları öldürdü. Yıllarca çobanlık yaptı. Dönerlerken, hanımı hamile, zifiri karanlık, çaresiz... Bir ışık gördü, ışığa gitti. Orada Allahü teâlâ Onunla konuştu. Bu mirac değildi, mirac yalnız Peygamber efendimize verildi.
Eyyüb aleyhisselamın kurtlanmadık yeri kalmamıştı. Eyyüb aleyhisselamın, yaralarının kurtlandığını büyük âlim Alâaddin-i Attar hazretleri de bildirmektedir. (S. Ebediyye)
Yakup aleyhisselam ağlamaktan gözlerini kaybetti.
Yusuf aleyhisselam; kuyuya, zindana atıldı.
Zekeriya aleyhisselam, ağacın içinde ağaçla birlikte testereyle kesildi.
İsa aleyhisselam, birkaç kişiyi ikna etmek için neler çekti. Öldürmeye çalıştılar.
Bunların hepsi peygamberdi. Neden bu kadar sıkıntı çektiler? Lâ ilâhe illallah dedikleri için...
Peygamber efendimiz, (Benim çektiğimi, hiçbir Peygamber çekmedi) buyuruyor.
Hazret-iEbu Bekir de, neler çekti, kaç kere dövdüler! Herkesten önce iman etti, malını ve canını feda etti. Herkesin yaptığı bütün ibadetlerin sevabları, katlanarak Hazret-i Ebu Bekir’e, sonra da bir daha katlanarak, Peygamber efendimize verilmektedir. Hem kâinat, Onun hatırına yaratılmış, hem de, herkesin sevabları da, Ona verilmektedir.
Hazret-i Ömer, namaz kılarken, Hazret-i Osman, Kur’an-ı kerim okurken şehit edildi.
Hazret-iAli’nin çektikleri, hele Hazret-i Hüseyin’in başına gelenler...
Neticede, Peygamber efendimizin vârisleri de, çok çektiler. Ne için? La ilahe illallah, Muhammedün Resulullah dedikleri için. Dolayısıyla iman, inanmak çok zor, inandırmak daha zordur. İman, Allahü teâlânın, kullarına ihsan ettiği, özel nimetidir. İmanı olanlar, sevinçten oynasa, yeridir...
Allahü teâlâ, dünyayı verdiğine ahireti vermez. Hadis-i kudside, (İki korkuyu bir kalbde cem etmem) buyruluyor. Dünyada Allahü teâlâdan korkanlar ahirette korkmasın, dünyada korkmayanlar ahirette çok korksun.
Peygamber efendimiz, Ümmihani’ye Mirac’ı söyleyince, (Aman kimseye anlatma, kimse inanmaz ve inananlar da vazgeçer) dedi. Peygamber efendimiz de, (Anlatmam lazım, inanmayacak olan sonra da vazgeçer, çürük taşlar üzerine bina olmaz, ayrılacak olan şimdiden ayrılsın, sağlamları kalsın) buyurdu. Akıl durdu, zaman durdu, her şey durdu, iman başladı. Peygamber efendimizin hiç yalan söylemediğini müşrikler de biliyordu. (Cenneti, Cehennemi gidip gören mi var) diyenler oluyor. Evet, var. Kim var? Hayatında hiç yalan söylememiş olan Muhammed aleyhisselam var.
Her mübarek gece, kıymetlidir; fakat Mirac gecesinin ayrı bir hususiyeti vardır. Izdırap ve sevincin bir arada yaşandığı gecedir. Peygamber efendimiz, bir ay Taif’te, İslamiyet’i anlattı, hiç kimse inanmadı, alay ettiler, çocuklara taşlattılar.
Üzüntülü bir şekilde dönerken, bir bağ kenarında oturup biraz istirahat etti. Addas adındaki, bağın bekçisi, üzüm getirdi. Peygamber efendimiz, Bismillahirrahmanirrahim deyince, Addas şaşırdı, bu sözü buralarda hiç duymadım dedi. Peygamber efendimiz, sen nerelisin diye sorunca Nineveliyim dedi. Kardeşim Yunus’un ülkesindensin, o da benim gibi peygamberdi buyurdu. Addas, Yunus’u buralarda kimse bilmez, bu güzel yüzün, bu güzel sözlerin sahibi asla yalancı olamaz dedi ve iman etti, ben de sizinle gelmek istiyorum dedi. Peygamber efendimiz, şimdi sen burada kal, yakında ismimi her yerde işitirsin, o zaman bana gel buyurdu. Bir ay kimse inanmadı, yolda dönerken bir kişi iman etti.
Gece amcasının kızının evine geldi, (Aç, amcan oğlu Muhammed’im) buyurunca Ümmühani, (Haber verseydiniz yiyecek bir şeyler hazırlardım, yedirecek bir şeyim yok) dedi. Peygamber efendimiz, (Yiyecek içecek gözümde yok, Rabbime ibadet edecek bir yer bana yeter) buyurdu.
Allahü teâlâ Cebrail aleyhisselama, (Habibim bu halde gene bana yalvarıyor, çok üzüldü, onu ben teselli edeceğim, git Habibimi bana getir) buyurdu. Önce, Mescid-i Aksa’ya geldi, bütün peygamberlere imam oldu. Sonra göklere çıktı. Allahü teâlâyı bilinemeyen, anlaşılamayan şekilde gördü, (Ya Rabbi, ümmetim için de bunu isterim) dedi. İşte, beş vakit namaz, bize Mirac olarak verildi.
Mirac’da ne hikmetler vardır! Namaz kılmayan, Mirac’dan mahrumdur. 1400 yıldır devam eden, başka bir olay yoktur. İşte Mirac, 1400 yıldır devam ediyor. Mirac, aklın bittiği, imanın başladığı yerdir. Mirac namazdır. Allahü teâlâ, namaz gibi bir nimeti insanlara ihsan etti. Namaz, Allah sevgisini arttırır, duanın kabulüne de sebeptir. Namaz varsa, hayat vardır. Namaz yoksa insan bir işe yaramaz. Namazdan mahrum olan, her şeyden mahrumdur.
Gözsüz görmek Sual: Peygamber efendimiz Miraca çıkınca, Allahü teâlâyı gözsüz gördüğü, dil yani ses olmadan konuştuğu, kulaksız işittiği bildiriliyor. Gözsüz görmek, dil olmadan konuşmak ve kulaksız işitmek nasıl mümkün oluyor?
CEVAP Allahü teâlâ için imkânsız diye bir şey yoktur. Ana babasız çocuk olmaz, ama Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamı ana babasız yarattı. İsa aleyhisselamı babasız yarattı. Nasıl yarattı diye sorulmaz. Her şeye kadir olan Allahü teâlâ için, böyle sual sormak uygun olmaz.
İnsan, rüya görür. Rüyasında gözü kapalı olduğu halde, çok şeyler görür, dili hareket etmediği halde rüyasında insanlarla konuşur. Yatakta yattığı halde bir yerlere gider gelir. Yanında yatan kimse, bir şey duymadığı halde o rüyada söylenilenleri duyar. Demek ki, gözsüz görülüyor, kulaksız işitiliyor, dilsiz konuşuluyor, ayaksız yürünüyor. Bu örnek size yetebilir.
Ezel ve ebed Sual: Peygamber efendimiz, Miraca gidince, Cennet ve Cehennemdekileri gördü. Hâlbuki daha kıyamet kopmadı. Bunları nasıl gördü? CEVAP Bu konuda İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Resulullah, Mirac gecesinde zaman ve mekân dairesinden çıktı. Ezel ile ebedi, “bir an” olarak buldu. Başlangıcı ve sonu bir noktada birleşmiş gördü. Cennete gidecekleri Cennette gördü. (1/283)
.
Mirac mucizesi
Sual: Âyet ve hadisle bildirildiği halde, Mirac mucizesini inkâr eden olmuş mudur? CEVAP Mutezile fırkası, vehhabiler ve bazı bid’at ehli, Peygamber efendimizin bir anda, Cenneti, Cehennemi ve daha birçok yerleri gezip gelmesine akıl erdirememiş, inkâr etmiştir. Bir kısım akılsızlar da, hâşâ, “Miracı kabul etmek, Allah’a mekan ittihaz etmek olur” diyerek Miracı inkâr ediyor. Allahü teâlâ, Musa aleyhisselam ile Tur dağında konuşmuştur. Tur dağı Allah’ın mekanı mıdır? Elbette değildir. Cennete giren müminler de Allahü teâlâyı görecektir. Cennet de Allahü teâlânın mekanı değildir. Allahü teâlâ mekandan münezzehtir. Mutezile, Cennete giren müminlerin, Allahü teâlâyı göreceklerini de inkâr etmiştir. Nakli değil de, aklını ölçü alan mutezileye itibar etmemelidir!
Ehl-i sünnet âlimleri ise, sözbirliği ile Miracın hak olduğunu bildiriyorlar.
Kavl-ül-fasl kitabında deniyor ki:
İsra suresinin ilk âyet-i kerimesinde, Allahü teâlâ, kudret ve azametinden nice harika olaylardan bazılarını göstermek için, Muhammed aleyhisselamı, Mekke'den Kudüs'e götürdüğünü bildiriyor. İsra kelimesi, rüya için kullanılmaz. Uyanık iken, gece yürümek manasına kullanılır.
Yine buyuruldu ki: (Sana [Miracda] gösterdiğimiz temaşayı insanlar için bir fitne kıldık.) [İsra 60]
[Fitne] yani imtihan uyanıkken olur. Peygamber efendimizin anlattığı rüya olsaydı, hiç kimse tuhaf karşılamazdı. Hazret-i Ebu Bekir tasdik edip, yüksek derecelere kavuşmazdı.
Resulullahın, Mekke'den Kudüs'e götürüldüğüne inanmayan kâfir olur. Göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise sapık olur. (Bahr)
Birkaç saniyede Mekke'den Kudüs'e götüren Allahü teâlâ, neden daha uzaklara götüremesin? Allahü teâlânın kudretinden ancak kâfirler şüphe eder.
Not: Geniş bilgi için, Peygamber Efendimiz maddesinde, Mirac mucizesi kısmına bakınız.
.
Mirac aklın bittiği, imanın başladığı yerdir
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Bir iş, ne kadar sıkıntı içinde olmuşsa, o kadar uzun ömürlü olur. Peygamber efendimiz, (En çok sıkıntıyı ben çektim) buyuruyor. O hâlde, hak olan dini de, kendi de bildirdiği gibi kıyamete kadar sürecektir. Peygamber efendimizin vârisleri de çok çektiler. Dolayısıyla iman yani inanmak çok zor, inandırmak daha zordur. İman, Allahü teâlânın kullarına ihsan ettiği en büyük nimetten biridir. İmanı olanlar, sevinçten oynasa, yeridir.
Peygamber efendimiz, Ümmihani’ye Mirac’ı söyleyince, (Aman kimseye anlatma, kimse inanmaz ve inananlar da vazgeçer) dedi. Peygamber efendimiz de, (Anlatmam lazım, inanmayacak olan sonra da vazgeçer, çürük temel üzerine bina olmaz, ayrılacak olan şimdiden ayrılsın, sağlamları kalsın) buyurdu.
Akıl durdu, zaman durdu, her şey durdu, iman başladı. Mirac imandır. Peygamber efendimizin hiç yalan söylemediğini müşrikler de biliyordu. (Cenneti, Cehennemi gidip gören mi var?) diyenler oluyor. Evet, var. Hayatında hiç yalan söylememiş olan Muhammed aleyhisselam var.
Mübarek geceler kıymetlidir, fakat Mirac gecesinin ayrı bir özelliği vardır. Izdırap ve sevincin bir arada yaşandığı gecedir. Peygamber efendimiz, bir ay Taif’te İslamiyet’i anlattı, hiç kimse inanmadı, alay ettiler, çocuklara taşlattılar.
Gece amcasının kızının evine geldi, Ümmühani, (Haber verseydiniz yiyecek bir şeyler hazırlardım, yedirecek bir şeyim yok) dedi. Peygamber efendimiz, (Yiyecek içecek gözümde yok, Rabbime ibadet edecek bir yer bana yeter) buyurdu.
Allahü teâlâ, Cebrail aleyhisselama, (Habibim çok üzüldü, onu ben teselli edeceğim, git Habibimi bana getir!) buyurdu. Önce, Mescid-i Aksa’ya geldi, Sonra göklere çıktı. Allahü teâlâyı bilinemeyen, anlaşılamayan şekilde, zamansız, mekânsız olarak gördü, (Yâ Rabbi, ümmetim için de bunu isterim) dedi. İşte, beş vakit namaz, bize Mirac olarak verildi.
Mirac’da ne hikmetler vardır! Namaz kılmayan, Mirac’dan mahrumdur. 1400 yıldır devam eden, başka bir olay yoktur. İşte Mirac böyledir. Mirac, aklın bittiği, imanın başladığı yerdir. Mirac namazdır. Allahü teâlâ, namaz gibi bir nimeti insanlara ihsan etti. Namaz, Allah sevgisini arttırır, duanın kabulüne de sebeptir. Namaz varsa, hayat vardır. Namaz yoksa insan bir işe yaramaz. Namazdan mahrum olan, her şeyden mahrumdur.
Peygamber efendimiz Mirac’da âhireti gördü
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
İmam-ı Rabbânî hazretleri, (İnsanın yaratılması, ibadet yapmak içindir. İbadet yapmak da, yakîn yani hakiki imana kavuşmak içindir) buyuruyor. Yakîn, imanın hakikati demektir. Kur’an-ı kerimde mealen,(Ey iman eden kullarım, iman edin) buyuruluyor. (Lafla iman eden kullarım, kalble iman edin! Hakiki imana kavuşun! İmanınız lafta kalmasın) demektir. Hakiki imana kavuşmak da ibadet yapmakla olur. İbadet yapmamızın sebebi nedir? Allahü teâlâ, gerekince soğuk su ile yıkanmayı, ibadet yapmayı niçin emrediyor? Bunun sebebi de, hakiki imana kavuşmak içindir.
Dünya var, bir de âhiret var. Dünyada âhiretten haberimiz yok. Kâfirler, kendini ilerici sananlar, (Cenneti, Cehennemi gidip gören var mı?) diyorlar. Hâlbuki dünyada âhireti görmek mümkündür. Kalb gözüyle görülebilir. Kalbden açılan pencere ile âhireti seyreder. Sırat köprüsünü, teraziyi, hesabı, kitabı, her şeyi görür. Zaten âhirette zaman yoktur.
Peygamber efendimiz, Mirac’a çıkınca hazret-i Osman’ın koşa koşa Cennete girdiğini gördü. Koşa koşa şimdi mi girdi? Hayır, kıyamet kopunca girecek. Ama o, kıyamet kopunca girişini Mirac’da gördü. Benzerini, hayâlini değil, kendisini gördü. Milyonlarca sene sonra girecek, ama o şimdi görüyor aynısını, çünkü orada zaman yoktur. Başlangıç ve son, milyarlarca sene, aslında (Bir an)dır. Biz zamanlı yaratıldık. Zamanlı doğduk, zamanlı büyüdük. Zamansızlığın ne demek olduğunu anlayamayız.
İşte kalb gözü açık olanlar her şeyi görür. Kıyameti de, Cenneti de görür, İslam düşmanlarının Cehennemde yandıklarını da görür. Kalbden açılan pencereden âhireti görür.
Namaz müminin miracıdır
Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Gözümün nuru namazdır) buyuruyor. Vuslat, namazdadır. Mirac, namazdır. Peygamberimiz Mirac’da Allahü teâlâyı baş gözüyle gördü. Bu kavuştuğu nimete, ümmetinin de kavuşmasını istedi. Allahü teâlâ da, beş vakit namazı emretti. İşte müminin miracı namazdır. Namaz için bin sene konuşulsa azdır, çünkü namazda her şey var. Namazda iman var, kelime-i şehadeti okuyoruz. Namazda oruç var, bir şey yiyemeyiz, bir şey yersek namaz bozulur. Namazda hac vardır, kıbleye dönmezsek namaz olmaz. Namazda zekât da vardır. Namaz var, her şey var. Namaz var, hayat var! Namaz yoksa, çok tehlikelidir. Çünkü Peygamber efendimiz, (Müminle kâfiri ayıran fark namazdır)buyuruyor.
Cuma, bayram ve kandil günleri ve geceleri, Müslümânların mübârek gün ve geceleridir. Bu mübârek gün ve gecelere kıymet veren şüphesiz ki Allahü teâlâdır. [Bu gecelerin hepsinin fazîletleri, çeşitli hadîs-i şerîflerle bildirilmiştir.] Yarın inşâallah bunlardan "Mi'râc" kandilini idrâk edeceğiz... Bilindiği gibi, bazı mekânlar emsâline göre daha mukaddes, bazı insanlar akrânına nisbetle daha muhterem olduğu gibi, bazı zamanlar da benzerlerine nazaran daha kudsî, daha mukaddes, daha mübârek kılınmıştır. [Nasıl ki, altın madeni bakır, demir, kömür gibi madenlerden daha üstün ise, yine yâkût taşı diğer normal taşlardan daha kıymetli ise, bazı geceler de diğer normal gecelerden çok üstündürler.] KULLARINA ACIDIĞI İÇİN!.. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, bazı gecelere husûsî kıymet vermiş, bu gecelerdeki, duâ ve tevbeleri kabûl edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet yapmaları, duâ ve tevbe etmeleri için bu geceleri sebep kılmıştır. Bilindiği üzere, Peygamberler de birer insandırlar; ancak, Allahü teâlâ onları kıymetlendirmiş, kendilerine güzîde mevkiler ihsân etmiştir. Onlar için, "diğer insanlardan niye ayırt ediliyor, üstün tutuluyor?" denemediği gibi; bazı gün ve gecelere kıymet veren Allahü teâlâya da, "bu günleri diğer günlerden niye farklı, daha üstün yaptı?" denemez. Üç ayların ilki olan Receb-i şerîf ayı, dünyâya gönderilen ilk insan ve ilk Peygamber Âdem aleyhisselam'dan beri kıymetli olup içerisinde mübârek "Regâib" ve "Mi'râc" kandillerini ihtivâ etmektedir. "Berât" kandilinin bulunduğu Şa'bân ayı, Receb ile Ramazân ayları arasında bir köprü mesâbesindedir. Nasıl ki Cuma günü günlerin efendisi ise, dört gözle beklenen, Ramazân ayı da ayların sultânıdır. Mukaddes mekânların başında, "Mescid-i Harâm", "Mescid-i Nebevî", "Mescid-i Aksâ", "Mescid-i Kubâ" olmak üzere, Allahü teâlâya ibâdet edilen bütün câmi ve mescidler, O'nun emir ve yasaklarının öğretildiği yerler gelir. Muhterem insanların başında, "Ülü'l-azm" Peygamberler, "Resûl"ler ve "Nebî"ler gelmektedir. Bunlardan sonra, üstünlük sırasında Sahâbe-i kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn başta olmak üzere diğer Ulemâ (âlimler) ve Evliyâ (velîler) bulunmaktadır. İsrâ ve mi'râc hâdisesi, Peygamberimizin Medîne'ye hicretlerinden 19 ay önce, mîlâdî 621 yılında, geceleyin vukû' bulmuştur. [Resûlullahın bedenen Mekke'deki Mescid-i Harâmdan Kudüs'teki Beytü'l-Makdis'e götürüldüğüne inanmayan kâfir olur. Göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise, Ehl-i Sünnetten ayrılmış olur; dâl (sapık) ve mübtedi' (bid'at ehli) olur.] Peygamberimiz, mi'râc dönüşü biz ümmetine bazı değerli hediyeler getirmiştir. Bunlar arasında şunlar vardır: 1- Ümmetinden şirk koşmayanlar Cennete gireceklerdir. 2- Önceden sabâh ve ikindi namazları olmak üzere iki vakit namaz farz iken, o gecede beş vakit olarak farz kılınmıştır. 3- Îmân esâslarıyle ilgili Bakara sûresinin son iki âyeti, bu gecede Peygamberimize vahyedilmiştir. 4- İsrâ sûresinin 23. ilâ 39. âyetleri yine bu gecede, arada vâsıta olmaksızın, bizzât Allahü teâlâ tarafından Peygamber Efendimize vahyedilmiştir. Burada 11-12 madde bildirilmiştir: "ÇOCUKLARINIZI ÖLDÜRMEYİN!" "Allaha hiçbir sûrette şirk koymayın. Anne ve babanıza hürmet ve itâat edin. Hısım ve akrabâya, fakîr ve yoksullara, gurbette kalmış kimselere, yolculara yardım edin. Geçim endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Yetîmlerin mallarına dokunmayın; onlara hoş muâmele edin. Zinâya yaklaşmayın. Haksız yere kimseyi öldürmeyin. Verdiğiniz sözü tutun. Ölçü ve tartıda doğruluğa dikkat edin. Bilmediğiniz bir şeyin ardına körü körüne takılıp gitmeyin. Yeryüzünde kibir ve gurûr taslayarak yürümeyin." Peygamber Efendimiz, bu gecede, Cebrâil aleyhisselâmın geçemediği noktadan ötelere geçmiş, bilinmeyen bir şekilde, mekânsız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak, arada vâsıta olmaksızın Allahü teâlâyı görmüş ve konuşmuştur. [İnşâallah yarın da bu konuya temâs edelim.]
Resûlullah Efendimiz, "Bi'set-i Nebeviye"nin başından itibâren, 11 yılı aşkın bir zamandan beri, Allahü teâlânın dînini, büyük bir aşk ve şevkle ve son derece büyük bir merhamet ve şefkatle, insanlara teblîğ ediyordu. Ama Mekke halkı, kendilerini dünyâ ve âhirette mes'ûd ve bahtiyâr kılacak olan bu yüce esâslara îmân etmiyor, üstelik Peygamberimize ve Müslümânlara da çok sıkıntı veriyordu. Hattâ îmânla şereflenen bu bahtiyâr Müslümânlara işkenceye başlamış, işi de iyice azıtmışlardı. Hülâsa, ebedî hayât verecek yüce dîn yok edilmek isteniyordu. İşte uzun zamandan beri devâm eden îmân ve küfür mücâdelesinde, inananların sayısı pek fazla değildi. Maalesef çoğunluğu inanmayanlar teşkîl ediyordu. Resûlullah buna çok üzülüyordu. Burada hemen ifâde edelim ki, "İsrâ ve mi'râc mu'cizesi", Peygamber Efendimizin, kendisini en yalnız ve en çok üzgün hissettiği bir zamanda olmuştur. Şöyle ki: ÜZGÜN OLDUĞU BİR GÜN... Resûlullah Efendimiz, hicretten bir yıl önce, 52 yaşında iken, yanına Zeyd bin Hârise'yi de alarak Tâif'e gitti. Oranın halkına bir ay nasîhat eyledi. Hiçbir kimse îmân etmedi, bilakis alay ettiler. Üstelik onları, çocuklara taşlattılar. Resûlullah'ın mübârek bacakları yaralandı. Hazret-i Zeyd'in başı kan içinde kaldı. Tâife yaptığı seferden müteessir olarak döndü. Mekke müşriklerine karşı kendisini himâye eden amcası Ebû Tâlib, bu senede vefât etmişti. Bir müddet sonra, 25 yıllık biricik hanımı ve en yakın destekçisi Hazreti Hatîce vâlidemizi de kaybetmişti. Hattâ bunlardan dolayı bu seneye "senetü'l-hüzün" veyâ "âmü'l-hüzün" denilir... İşte, yukarıda bir nebze temâs edilen bu olup bitenlerin içinde, çok üzgün hâlde bulunan Peygamberimize, bütün bu tehlikeli günlerin sona ermek üzere olduğunu, hicret olayı ile İslâm târihinde yepyeni bir huzûr ve sükûn devrinin açılmak üzere bulunduğunu müjdelemek ve gönlünü almak için, onun melekût âlemini seyredeceği ve yüce Mevlâ'dan yeni emirler telakkî edeceği mübârek gece gelip çatmıştı. "İsrâ ve Mi'râc", Peygamber Efendimizin Medîne'ye hicretlerinden 19 ay önce mîlâdî 621 yılında, geceleyin vukû' bulmuştur. Bu mu'cize, Peygamberler içerisinde sâdece Sevgili Peygamberimize lutfedilmiştir. Mi'râc gecesi, Receb ayının yirmiyedinci gecesidir. "Mi'râc", merdiven demektir. Resûlullahın göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gecedir. Sevgili Peygamberimiz, Allahü teâlâ tarafından vâki olan da'vet üzerine melekût âlemini, kâinatın hârikalarını seyir ve temâşa için, gecenin muayyen bir sâatinde, Mekke'den Kudüs'e götürülmüş, oradan da göklere, bilinmeyen yerlere yükseltilmiştir. Sevgili Peygamberimizin bu iki mahal arasındaki seyâhatleri, geceleyin vukû' bulduğu için, "gece yolculuğu yaptırılması" ma'nâsına olarak bu olaya "İsrâ" denmiş, bu mübârek kelime, aynı olayı anlatan âyetle başlayan "İsrâ" sûresinin de adı olmuştur. "Mi'râc" ise [hem merdiven, hem de yükseğe çıkmak ma'nâlarında olarak], Resûl-i Ekrem Efendimizin, varlık ufuklarının üstüne, yüce makâmlara yükselmesi demektir. Peygamber Efendimiz; arada vâsıta olmaksızın bilinmeyen bir şekilde mekânsız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü teâlâyı görmüş ve konuşmuştur. Hiçbir mahlûkun bilemeyeceği, anlayamayacağı ni'metlere kavuşmuştur... FIRSATI KAÇIRMAYALIM!.. Cenâb-ı Hak, kullarına çok merhametli ve şefkatli olduğu, çok acıdığı için bazı gecelere, günlere ve aylara husûsî kıymet vermiş, bu gece, gün ve aylardaki duâ, tevbe, namaz ve oruç... gibi ibâdetleri kabûl edeceğini bildirmiştir. Bu aylarda, gün ve gecelerde içimizi ve dışımızı bilen Rabbimize karşı, nefsimizi muhâsebeye çekmeli, O'nun bizim dünyâ ve âhıret hayâtımızı Cennet'e çevirmek için gönderdiği mukaddes dîni İslâma tâm teslîm olup olmadığımızı gözden geçirmeli, hiç vakit geçirmeden İslâmın rahmet, bereket, mağfiret, fazîlet ve hayât bahşeden çeşmesinden kana kana nasip almak için bu ayları, günleri ve geceleri başlangıç yapmalıyız...
Bilindiği gibi, Receb ayının her gecesi kıymetlidir; her Cum'a gecesi de kıymetlidir; bu iki kıymetli gece bir araya gelince, dahâ da kıymetli olmaktadır. Receb ayının ilk Cuma gecesi [1 Mayıs 2014 Perşembe=2 Recebü'l-ferd 1435] "Regâib Gecesi" idi...
Önümüzdeki 25 Mayıs 2014 [26 Receb 1435] Pazar'ı 26 Mayıs [27 Receb] Pazartesi'ye bağlayan gece "Mi'râc Gecesi"dir. [Onun için biz bugün ve yarın inşâallah birazcık "Mi'râc"dan bahsetmeye çalışacağız.]
Resûlullah Efendimiz, 11 yılı aşkın bir zamandan beri, Allahü teâlânın dînini, insanlara teblîğ ediyordu. Ama Mekke halkı, kendilerini dünyâ ve âhirette mes'ûd ve bahtiyâr kılacak olan bu yüce esâslara îmân etmiyor, üstelik Peygamberimize ve Müslümânlara da çok sıkıntı veriyorlardı.
Sevgili Peygamberimiz, hicretten bir yıl önce, 52 yaşında idi. Resûlullah'ın hem kendisine, hem de Eshâbına uygulanan baskılar, boykotlar, ezâ ve cefâlar haddi aşmıştı. İşkenceye tahammül edemeyen bazı Müslümânlar, Resûlullah'tan aldıkları izinle, Habeşistân'a hicret etmişlerdi.
Mekke müşriklerine karşı kendisini himâye eden amcası Ebû Tâlib, bu senede vefât etti. Bir müddet sonra, 25 yıllık biricik hanımı ve en yakın destekçisi Hazret-i Hatîce vâlidemizi de kaybetti. Hattâ bunlardan dolayı, bu seneye "Senetü'l-hüzün=Âmü'l-hüzün" denilir.
Resûlullah (aleyhisselâm), yanına Zeyd bin Hârise'yi de (radıyallahü anh) alarak Tâif' e gitti ve oradaki insanlara bir ay nasîhat eyledi. Onlardan da hiçbir kimse îmân etmedi, bilakis alay ettiler. Üstelik onları, çocuklara taşlattılar. Bu da Resûlullah Efendimizi çok üzdü.
Ne kadar enteresan bir durumdur ki, başka hiçbir Peygambere nasip olmayan "İsrâ ve Mi'râc Mu'cizesi" Tâif seferinden müteessir olarak dönen Peygamber Efendimizin, iki yakınını da kaybettiği, kendisini en yalnız ve en çok üzgün hissettiği bir zamanda olmuştur.
Allahü teâlâ, Sevgili Peygamberini, 52 yaşında iken, Recep ayının 27. gecesi, melekût âlemini, kâinâtın hârikalarını seyir ve temâşâ etmesi için davet buyurdu. Gecenin muayyen bir sâatinde Cebrâîl aleyhisselâm gelip Peygamberimizi önce, Mekke-i Mükerreme'deki "Mescid-i Harâm"dan, Kudüs'teki "Mescid-i Aksâ"ya götürmüştür. [Bilâhare Sevgili Peygamberimiz, oradan da göklere, bilinmeyen yerlere yükseltilmiştir. Bu konuda, yarın inşâallah birkaç kelime daha yazalım.]
Peygamberimizin, Mescid-i Harâm ile Mescid-i Aksâ arasındaki seyâhatleri, gece vukû bulduğu için, "gece yolculuğu yaptırılması" manâsında bu olaya "İsrâ" denmiştir...
Mukaddes dînimiz İslâmiyette kıymet verilen, "bereketli, hayırlı, faydası bol, feyizli" demek olan "mübârek" sıfatıyle sıfatlanan "on gece" vardır. Recep ayının 27. gecesi olan "Mi'râc gecesi" bunlardan biridir ki, Sevgili Peygamberimizin "İsrâ" ve "Mi'râc" mu'cizesiyle şereflendiği, göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü ve Allahü teâlâ ile konuştuğu gecedir.
Bu "mu'cize"yi, zaman ve mekân mefhûmlarıyla açıklamak ve akıl ile îzâh etmek mümkün değildir...
Sevgili Peygamberimizin, Mescid-i Harâm ile Mescid-i Aksâ arasındaki seyâhatleri, geceleyin vukû bulduğu için, "gece yolculuğu yaptırılması" manâsında bu olaya "İsrâ" denmiş, bu mübârek kelime, aynı olayı anlatan âyetle başlayan "İsrâ" sûresinin de adı olmuştur.
"Mi'râc" ise, sözlük manâsı itibâriyle "merdiven" ve "yükseğe çıkmak" gibi manâlara gelmekle beraber, Resûl-i Ekrem Efendimizin, "varlık ufuklarının üstüne, yüce makâmlara yükselmesi" demektir.
Resûlullah Efendimiz, 1. kat semâda Hazret-i Âdem'i (aleyhisselâm), 2. kat semâda iki teyze oğlu Hazret-i Îsâ ve Hazret-i Yahyâ'yı (aleyhime's-selâm), 3. kat semâda Hazret-i Yûsuf'u (aleyhisselâm), 4. kat semâda Hazret-i İdrîs'i (aleyhisselâm), 5. kat semâda Hazret-i Hârûn'u (aleyhisselâm), 6. kat semâda Hazret-i Mûsâ'yı (aleyhisselâm), 7. kat semâda arkasını "el-Beytü'l-Ma'mûr"a dayamış Hazret-i İbrâhîm (aleyhisselâm) ile el-Beytü'l-Ma'mûr'u gördü. Sonra Cebrâîl (aleyhisselâm) onu, "Sidretü'l-Müntehâ"ya götürdü. (Müslim)
İslâm âlimleri buyuruyorlar ki: "Mi'râc, rûh ve ceset ile birlikte oldu. Peygamberimizin Mekke'den Kudüs'e götürüldüğü, âyet-i kerîme ile sâbit olduğundan, Mi'râcın bu kısmına inanmayan kâfir olur. Göklere, bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise sapık olur."
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), Mi'râcda Cennet'i, Cehennem'i, sayısız şeyleri görüp, Kürsî, Arş ve Rûh âlemlerini de geçerek, bilinmeyen, anlaşılamayan, anlatılamayan şekilde, mekânsız, zamânsız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü teâlâyı da gördü. Hiçbir mahlûkun bilemeyeceği, anlayamayacağı ni'metlere kavuşup bir anda, Kudüs'e ve oradan da Mekke-i Mükerreme'ye geldi.
Mi'râc gecesini tâât u ibâdâtla, meselâ tevbe-istiğfâr etmekle, kazâ namazları kılmakla, Kur'ân-ı kerîm ve kıymetli İlmihâl kitaplarını okumakla, tesbîhâtla, salevât-ı şerîfe getirmekle, duâ, münâcât, tazarru' ve niyâzla... gündüzünü de oruçla geçirmelidir.
Resûl aleyhisselâm, yanına Zeyd bin Hârise'yi de alarak Tâif'e gitti ve oradaki insanlara bir ay nasîhat eyledi. Ancak, onlardan hiç kimse îmânla şereflenemedi!..
"Recep ayının 27. gecesi olan "Mi'râc gecesi" [yani takvîmlere göre bu gece] mübârek gecelerden biridir ki, Sevgili Peygamberimizin "İsrâ" ve "Mi'râc" mucizesiyle şereflendiği, göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü ve Allahü teâlâ ile konuştuğu gecedir...
"Bereketli, hayırlı, faydası bol, feyizli" demek olan "mübârek" sıfatıyla sıfatlanan ve İslâm dîninin kıymet verdiği on husûsi gece vardır ki, bunlar kronolojik sıraya yani hicrî-kamerî sene içerisindeki yerlerine göre Muharremin 1. [Müslümânların hicrî yılbaşı] gecesi, 10 Muharrem (Aşûre) gecesi, 12 Rebîulevvel [Mevlid] gecesi, Receb ayının ilk Cuma [Regâib] gecesi, Receb ayının 27. [Mi'râc] gecesi, Şabânın 15. [Berât] gecesi, Kadir gecesi, Ramazan Bayramı gecesi, Zilhiccenin 9. [Arefe] gecesi, Zilhiccenin 10. [Kurban Bayramı] gecesidir.
Bildirilen bu on geceden başka, Fıtır (Ramazan) ve Adhâ (Kurban) bayramlarının diğer geceleri, Zil-hicce ayının başından 8 gece yani toplam ilk on gecesi, Muharremin 1 ve 10. geceleri arasındaki 8 gece yani toplam ilk on gecesi ve her Cuma ve Pazartesi gecesi de mübârektir.
Resûlullah Efendimiz, 11 yılı aşkın bir zamandan beri, Allahü teâlânın dînini, insanlara teblîğ ediyordu. Ama Mekke halkı, kendilerini dünya ve âhirette mesud ve bahtiyâr kılacak olan bu yüce esaslara îmân etmiyor, üstelik Peygamberimize ve Müslümânlara da çok sıkıntı veriyorlardı.
Sevgili Peygamberimiz, hicretten bir yıl önce, 52 yaşında idi. Resûlullah'ın hem kendisine, hem de Eshâbına uygulanan baskılar, boykotlar, ezâ ve cefâlar haddi aşmıştı. İşkenceye tahammül edemeyen bazı Müslümânlar, Resûlullah'tan aldıkları izinle, Habeşistân'a hicret etmişlerdi.
Mekke müşriklerine karşı kendisini himâye eden amcası Ebû Tâlib, bu senede vefât etti. Bir müddet sonra, 25 yıllık biricik hanımı ve en yakın destekçisi Hazret-i Hatîce vâlidemizi de kaybetti. Hattâ bunlardan dolayı, bu seneye "Senetü'l-hüzün=Âmü'l-hüzün=Hüzün yılı" denilir.
Resûlullah (aleyhisselâm), yanına Zeyd bin Hârise'yi de (radıyallahü anh) alarak Tâif'e gitti ve oradaki insanlara bir ay nasîhat eyledi. Onlardan da hiçbir kimse îmânla şereflenemedi, bilakis onlarla alay ettiler. Bu da Resûlullah Efendimizi çok üzdü.
Ne kadar enteresan bir durumdur ki, başka hiçbir Peygambere nasip olmayan "İsrâ ve Mi'râc Mucizesi", Tâif seferinden müteessir olarak dönen Peygamber Efendimizin, iki yakınını da kaybettiği, kendisini en yalnız ve en çok üzgün hissettiği bir zamanda olmuştur. [Bu konudan, inşâallah yarın bir nebze daha bahsedelim.]
Dünkü makâlemizde, bir nebze mübârek "Mi'râc Gecesi"nden bahsetmeye çalışmıştık; bugünkü makâlemizde, bu çok önemli konu hakkında, birkaç kelime daha arz etmek istiyoruz...
Allahü teâlâ, Sevgili Peygamberini, 52 yaşında iken, Recep ayının 27. gecesi, melekût âlemini, kâinâtın hârikalarını seyir ve temâşâ etmesi için davet buyurdu. Gecenin muayyen bir sâatinde Cebrâîl aleyhisselâm gelip Peygamberimizi önce, Mekke-i Mükerreme'deki "Mescid-i Harâm"dan, Kudüs'teki "Mescid-i Aksâ"ya götürmüştür. Bilâhare Sevgili Peygamberimiz, oradan da göklere, bilinmeyen yerlere yükseltilmiştir.
Sevgili Peygamberimizin, Mescid-i Harâm ile Mescid-i Aksâ arasındaki seyâhatleri, geceleyin vukû bulduğu için, "gece yolculuğu yaptırılması" manasında bu olaya "İsrâ" denmiş, bu mübârek kelime, aynı olayı anlatan âyetle başlayan "İsrâ" sûresinin de adı olmuştur.
"Mi'râc" ise, sözlük manası itibâriyle "merdiven" ve "yükseğe çıkmak" gibi manalara gelmekle beraber, Resûl-i Ekrem Efendimizin, "varlık ufuklarının üstüne, yüce makamlara yükselmesi" demektir.
Nitekim Resûlullah Efendimiz, "Mi'râc hadîsleri"nde "yükseğe çıkarıldım" buyurduklarından, bu hâdise "Mi'râc Hâdisesi" diye anılmıştır...
İslâm âlimleri buyuruyorlar ki: "Mi'râc, rûh ve beden ile birlikte oldu. Peygamberimizin Mekke'den Kudüs'e götürüldüğü, âyet-i kerîme ile [İsrâ, 1] sâbit olduğundan, Mi'râcın bu kısmına inanmayan kâfir olur. Göklere, bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise dâl ve mübtedi' (sapık ve bid'at ehli) olur."
Resûlullah Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Mi'râc'ta Cennet'i, Cehennem'i, sayısız şeyleri görüp, Kürsî, Arş ve Rûh âlemlerini de geçerek, bilinmeyen, anlaşılamayan, anlatılamayan şekilde, mekânsız, zamânsız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü teâlâyı da gördü. Hiçbir mahlûkun bilemeyeceği, anlayamayacağı ni'metlere kavuşup bir anda, Kudüs'e ve oradan da Mekke-i Mükerreme'ye geldi.
Mi'râc gecesini tâât u ibâdâtla, meselâ tevbe-istiğfâr etmekle, kazâ namazları kılmakla, Kur'ân-ı kerîm ve kıymetli İlmihâl kitaplarını okumakla, tesbîhâtla, salevât-ı şerîfe getirmekle, duâ, münâcât, tazarru ve niyâzla, gündüzünü de oruçla geçirmelidir...
[Bu vesîleyle, azîz okuyucularımızın, asîl milletimizin ve bütün Müslümanların sıhhat ve âfiyet içerisinde nice Mi'râc Kandillerine kavuşmalarını, bu mübârek gecelerin nice hayırlara vesîle olmasını Cenâb-ı Hak'tan hâlisâne dilerim.]
16.05.2015
İSLAM ALİMLERİ ANSİKLOPEDİSİ
Büyük velî, fıkıh, tefsîr, hadîs ve kelâm âlimi. Künyesi Ebû Kâsım olup, adı Abdülkerîm bin Havâzin bin Abdülmelik bin Talhâ bin Muhammed Nişâbûrî’dir. Kuşeyrî diye, meşhûr olması, Kuşeyrî bin Ka’b Sagsa’nın soyundan olmasıdır. Ailesi Arab asıllı olup, Horasan civarında yerleşmiş idi. Annesi de Sülemî ailesine mensûp idi. Kuşeyrî 376 (m. 986) senesinde Horasan’ın Üstuvâ nahiyesinde doğdu. 465 (m. 1072) yılında Nişâbûr’da vefât etti. Kuşeyrî daha çocuk yaşta iken babası vefât etti. Kuşeyrî, akrabası olan Ebü’l-Kâsım Yemânî’den Arabca ve edebiyat okudu. Bu arada ziraat tüccarı olan dayısının vergi işlerini yoluna koymak maksadıyla, hesab öğrenmek için Nişâbûr’a gitti. Böylece hesab öğrenecek ve mâliye me’muru olarak halkı aşırı vergiden kurtaracaktı. Ancak, Nişâbûr’da büyük velîlerden Ebû Ali Dekkak ile karşılaşan Kuşeyrî, hükümette vazîfe almaktan vazgeçerek, ma’nevî ilimlere yöneldi. Hocası Ebû Ali Dekkak’a tam olarak bağlanarak, tasavvuf yolunda büyük merhaleler katetti. Hocasının emriyle Muhammed İbni Bekr-i Tûsî’den fıkıh, Ebû Bekr İbni Fûrek’den kelâm ve usûl-i fıkıh, Ebû İshâk İsferâînîden kelâm ilmini öğrendi.
Kuşeyrî, İsferâînî’nin derslerinde not tutmaz, sâdece dinlerdi. Bir gün hocası ona “Niçin yazmıyorsun? İyice öğrenmek için yazmak lâzım” deyince, Kuşeyrî, o âna kadar hocasının anlatmış olduğu derslerin hepsini tekrar etti. Bunun üzerine hocası ona, artık derse girmesine lüzum olmadığını, bundan sonra kitapları kendisinin mütâlâa etmesini ve anlayamadığı yer olursa sormasını söyledi. Kuşeyrî, İbn-i Fûrek ve Ebû İshâk İsferâînî’nin usûllerini iyice kavradıktan sonra, meşhûr kelâm âlimlerinden Ebû Bekr el-Bâkıllânî’nin kitaplarını mütâlâa etti. Kuşeyrî’nin aklî ilimleri tahsil etmeye düşkün olması, kelâm ve akâid ilimlerini bütün incelikleriyle öğrenmesini sağladı. Bütün bu ilimleri okurken, aynı zamanda hocası Ebû Ali Dekkak’ın sohbetlerine de devam ediyordu. Bu arada hocası Ebû Ali Dekkak’ın kızı, ilim, edeb sahibi ve zamanın en çok ibâdet edenlerinden olan Fatıma hâtunla evlendi. Kuşeyrî’nin Fatıma hanımından altı erkek ve bir kız olmak üzere yedi çocuğu olmuştur.
Kuşeyrî hazretleri bu arada Nişâbûr’da ders vermeye başlamış ve Hatîb el-Bağdâdî, Ebü’l-Kâsım Nasrabâdî, Ebû Ali Farmedî gibi birçok âlim yetiştirmiştir. Ebû Ali Dekkak’ın vefâtından sonra, Ebû Abdurrahmân es-Sülemî ile sohbet etmiştir. 445 (m. 1053) yılında mu’tezile denilen sapık fırkaya mensûp vezir Amîd-ül-mülk Kündürî’nin Ebü’l-Hasen hazretlerine dil uzatması üzerine, Ebü’l-Hasen Eş’arî’nin üstünlüğünü anlatan “Şikâyetti Ehl-i sünneti bimâ nâlehüm min-el-mihneti” adlı bir risale yazarak, bütün İslâm memleketlerine gönderdi. Gerçeğin anlaşılmasından korkan vezir Kündürî, Kuşeyrî’yi Nişâbûr’da bir kaleye hapsetti ise de, Kuşeyrî kendisini seven halk tarafından kurtarıldı. Fitnenin tekrar tekrar alevlenmesini istemeyen Kuşeyrî, 448 (m. 1056) yılında Nişâbûr’dan ayrılarak Bağdad’a geldi. Bağdad’da hadîs ve fıkıh okuttu. Halîfeyi de ziyâret etti ve onun husûsî sarayında sohbet etti. Sonra İmâm-ül-Haremeyn, Beyhekî gibilerin de bulunduğu binlerce âlimle birlikte hacca gitti. Bunların arasında, dörtyüz kadar da kadı bulunuyordu. Bu sebeple o seneye (Senet-ül-kudâd) “Kâdılar senesi” denilmiştir. Kâdılardan Harem-i şerîfte bir hutbe okunması istenince, orada bulunanlar hutbeyi ancak Kuşeyrî gibi büyük bir âlim okuyabilir dediler. Bunun üzerine İmâm-ı Kuşeyrî çok beliğ, fasih, va’z ve hikmet dolu bir hutbe okudu. Hacdan sonra Nişâbûr’a dönen Kuşeyrî, burada fazla kalmıyarak ailesi ile birlikte Tûs şehrine gitti ve Tuğrul Bey’in (m. 1063) târihinde vefât etmesine kadar orada kaldı. Alp Arslan’ın sultan, Nizâm-ül-Mülk’ün vezir olmasından sonra râfızîlerin çıkardığı fitne durdu. Bunun üzerine vatanlarını terk eden âlimler ve Kuşeyrî tekrar memleketlerine döndüler. Alp Arslan ve Nizâm-ül-mülk, Kuşeyrî’ye çok hürmet ederlerdi. Hattâ İmâm-ül-Haremeyn ve Kuşeyrî gibi âlimler, sultan ve vezirin yanına serbestçe girerler ve onlarla sohbet ederlerdi. Kuşeyrî Nişâbûr’da vefât edinceye kadar ders verdi. 92 yaşında vefât eden Kuşeyrî, hastalığının en şiddetli ânında dahi namazlarını ayakta kıldı. Cenâzesi hocası Ebû Ali Dekkak’ın yanına defnedildi.
Kuşeyrî’nin fazileti: Kuşeyrî’nin hayatı hakkında bilgi veren âlimler onun fazileti ve meziyetleri hakkında şu bilgileri verirler:
Sehâvî; “Kuşeyrî, fıkıh ve hakîkat ilimlerini toplayıp yazan, emsalsiz ve kâmil bir zât olup, müfessir, fakîh, şâir, sûfi, mütekellim, edebiyat, nahiv ve usûl âlimi idi” demiştir.
Ali bin Hasen, (Dumyet-ül-kasr) adlı eserinde şöyle yazmaktadır: “Zeyn-ül-İslâm Kuşeyrî, üstünlükleri kendinde toplamış, en çetin şeyleri çözmeye muktedirdir. Onun hitâbeti taşlara tevcih edilse, onları eritirdi. Sohbetinde bulunan kâfir müslüman olurdu.”
Abdülgâfir bin İsmâil: “İmâm-ı Kuşeyrî, fıkıh, kelâm, tefsîr, hadîs, usûl, nahiv ve edebiyat âlimi idi. Şâir, yazar, sûfî bir zât olup, asrının ilim dili, şeyhlerin şeyhi, sûfiler taifesinin önde geleni, hakîkatin alemdârı, saadetin menbâı, güzelliğin hakîkati idi” demektedir.
İbn-i Sübkî, ise Tabakâtında şöyle yazmaktadır “Kuşeyrî, cesâreti, biniciliği ve silâhşorluğu ile tanınmıştır. Hüsn-i hatta üstâd idi. İyi bir hatîb, güzel, fasih ve beliğ bir hitâbeti vardı. Latif ve hoş sözler söyleyip, etrâfındakilere te’sîr etmesini çok iyi bilirdi.”
Taşköprü zâde (Mevdûât-ül-ulüm) adlı eserinde şöyle yazmaktadır. “İmâm-ı Kuşeyrî Şafiî mezhebi fakîhlerinden olup, tefsîr, hadîs, usûl, edebiyat, hitâbet ve tasavvuf ilminde büyük âlim idi. Va’zı te’sîrli, hitâbeti güzel idi.”
Kuşeyrî’nin hocaları: Kuşeyrî zamanının birçok âliminden ilim tahsil etmiş ve hadîs-i şerîf dinlemiştir. Ma’nevî ilimleri Ebû Ali Dekkak’dan, fıkhı Muhammed İbni Bekr-i Tûsî’den, usûl ve usûl-i fıkhı Ebû Bekr İbni Fûrek’den, kelâm ilmini Ebû İshâk İsferâîni’den tahsil etti.
Kuşeyrî’nin ilim tahsil ettiği diğer hocaları şunlardır: “Ebû Nuaym bin Muhammed Mihricânî, Ebû Hâmid Ahmed bin Muhammed İsferâînî, Ebü’l-Hasen Ahmed bin Muhammed el-Haffâf, Ebû Abdullah Hüseyn bin Şüca’ el-Bezzâr, Hamza bin Yûsuf Cürcânî, Abdullah bin Yûsuf İsfehânî, Abdurrahmân bin Muhammed el-Adl, Abdurrahmân bin İbrâhim el-Müzekkî, Ebû Nuaym Abdülmelik bin Hasen İsferâînî, Ebü’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Ehvâzî, Ebü’l-Hüseyn Ali bin Muhammed el-Bağdâdî, Ebû Bekr Muhammed bin Ahmed el-Hayri, Ebû Saîd Muhammed bin İbrâhim el-İsmâili, Ebü’l-Hasen el-Kettân, Ebû Abdurrahmân Sülemî, İbn-i Bey’, Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah Şîrâzî, Ebû Saîd Muhammed bin Yûsuf Sehmî, Ebû Mensûr Temimî, Ebû Hatem Sicistânî, Abdurrahmân bin Yûsuf İsfehâni, Ebü’l-Ferec Şîrâzî, Muhammed bin Abele es-Sûfî, Mensûr Magribî, Ahmed bin Ebyurdî, Rüstem Şirâzî ve Ebü’l-Hasen Harkânî.
Hocasına hürmeti: Kuşeyrî, hocasından şöyle rivâyet eder. Ebû Ali Dekkak buyurdu ki: “Hocam Nasrâbâdî’nin meclisine, gusul abdesti almadan gitmezdim.” İmâm-ı Kuşeyrî, hocasına hürmette hocasını geçmişti. Şöyle der: “Başlangıçta hocam Ebû Ali’nin huzûruna oruçlu olmadan ve gusul abdesti almadan girmedim. Medresenin kapısına gelir, hocamın ihtişamından içeri girmeden geri dönerdim. Bir defasında cesâret ederek içeri girdim. Medresenin ortasına geldiğimde, beni bir hayret dalgası kapladı. O anda bana iğne batırsalar hissedecek durumda değildim. Daha sonra hocamın meclislerinde devamlı bulunmaya başladıktan sonra, dilimle ona bir şey sormaya hacet duymadım. O benim hacetimi, ben söylemeden açıklıyordu. Hocamın bu kerâmetini, daha onun sohbetlerine başladığım anda fark ettim.
Bütün bunlardan sonra, tasavvuf yolunda vuslata (nihâyete) kavuştuktan sonra da, kalbimde hocama karşı hiçbir i’tirâz husule gelmemiştir ve aklımdan geçmemiştir.”
Talebeleri: İmâm-ı Kuşeyrî, hocasının vefâtından sonra ders vermeye ve talebe yetiştirmeye başladı. Kendisinden birçok âlim ilim öğrendi ve hadîs-i şerîf dinledi. İmâm-ı Kuşeyrî’den ilim tahsil edip hadîs-i şerîf rivâyet eden talebelerinden ba’zıları şunlardır: Ebû Bekr Ahmed bin Hatîb el-Bağdâdî, Ebû İbrâhim İsmâil bin Alevî, Ebû Bekr Şah Ahmed Şadyânî, Ebû Muhammed Abdülcebbâr İbni Muhammed el-Havârî, Ebû Bekr bin Abdurrahmân Buhayrî, Ebû Muhammed Abdullah bin Atâ el-Hirevî, Ebû Abdullah el-Fevârî, Abdülvehhâb İbni Şah Ebü’l-Fütûh, Şazyâhi, Ebü’l Feth Muhammed İbni Muhammed el-Huzeymî.
Kuşeyrî’nin tasavvuf ilmindeki yeri: Kuşeyrî, tasavvufî bilgileri (ma’rifet, hakîkat, sır) ve heyecanı (vecd, cezbe, hâl) Ebû Ali Dekkak ve Sülemî gibi o devrin en meşhûr sûfilerinden almıştır. Kuşeyrî’nin üstâd silsilesi şöyledir: Kuşeyrî, Ebû Ali Dekkak’dan, o, Ebû Kâsım Narâbâdî’den, o, İmâm-ı Şiblî’den, o, Cüneyd-i Bağdadî’den, o, Sırrî-yi Sekati’den, o, Ma’rûf-i Kerhî’den, o, Dâvûd-i Tâî’den, o, Ferkad-üs-Sencî’den, o, Hasen-i Basrî’den o, Enes bin Mâlik’den, o, Peygamber efendimizden ( aleyhisselâm ) ilim ve feyz aldılar.
Kuşeyrî, kendisinden sonra gelen mutasavvıfların bir çoğuna, doğrudan veya dolaylı olarak te’sîr etmiştir. Kuşeyrî’nin kelâm, fıkıh, tefsîr ve hadîs gibi şer’î ilimlerde de ehliyet sahibi olduğu bütün âlimlerce kabûl edilmektedir. Yazmış olduğu risalede, her cümlenin ve her fikrin şer’î ölçüler içinde olmasına büyük gayret göstermiştir. Risâle’nin başında, şeriate (İslâmiyete) bağlılığını dile getirirken şöyle diyor “Şeriat, kulluğun gereğini yapma konusunda verilen emirdir. Tasavvuf (hakîkat) Allahü teâlânın ilahlığına kalbden inanmaktır. Şeriat, insanlara bir takım mükellefiyetler yüklemiştir. Tasavvuf, Allahü teâlânın varlıkları nasıl idâre ettiğini haber vermiştir. Şeriat; Allahü teâlâya ibâdet etmek, tasavvuf; Allahü teâlâyı ve tecellilerini müşâhede ve temaşa etmektir.”
İmâm-ı Kuşeyrî’ye göre; “Tasavvufu bu işin ehli olan bir üstâddan öğrenmek gereklidir. Hocası olmayan, her yolda felah bulamaz. Talebe, kalbden bile olsa hocasına i’tirâz edemez. Hocasının izni olmadan, talebe bulunduğu yerden bir yere gidemez. Hoca hatâ edebilir, günah işleyebilir. Hoca hatasız ve günahsız olamaz. Hocası ile İslâmiyet arasında anlıyamadığı bir ayrılığı gören talebe, hocasına değil, İslâmiyete tâbi olur. Ama hocasına saygıda kusur etmez.”
İmâm-ı Kuşeyrî, insanlarda bulunan husûsları tasavvufî yönden üç kısma ayırır. Bunlar “a) Fiil: İnsanların irâdeleriyle yaptığı işlerdir, ibâdet, tâat, amel gibi. b) Huy: Bu, insanda doğuşundan i’tibâren vardır. Ama devamlı ve düzenli çabalar sayesinde iyiye doğru yönelir. c) Hâl: Önceleri insana irâdesinin dışında gelir. Amelin temizliği nisbetinde güzel olur.”
İmâm-ı Kuşeyrî’nin hadîs ilmindeki yeri ve rivâyetleri: Kuşe’yrî’nin tasavvuf anlayışı ve hâlleri, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere dayalıdır. Çok iyi bir hadîs tahsili görmüş olan Kuşeyrî, senelerce hadîs hocalığı yapmıştır. Kuşeyrî, tövbe, vera’, takvâ, sabır ve şükür gibi tasavvufî konuları izah ederken, önce bu konularla ilgili birkaç âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf nakletmiştir. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerin büyük bir kısmı Kütüb-i sitte’de ve diğer sağlam kaynaklarda rivâyet edilen sahih hadîslerdir.
Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerde Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Eğer siz benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız, her hâlde az güler, çok ağlardınız.”
“Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse Cennete giremez.”
“Haya perdesini yüzünden sıyırıp atanın gıybeti haram olmaz.”
“Dünyâ malına kul olanın burnu yerde sürünsün, dünyâ malına köle olan kahrolsun, kesesine esîr olan hor ve hakîr olsun.”
“Allahü teâlâ, kalbi gaflet içinde olan kulun duâsını kabûl etmez.”
“Zengine, zengin olduğu için tevâzu gösteren kimsenin, dîninin üçte ikisi gider.”
“Kişi sevdiği ile beraberdir.” Enes bin Mâlik, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) mübârek ağızlarından, Sidret-ül-münteha’ya kadar olan yolculuğu, bundan sonraki durumları ve namazın farz oluşunu, şöyle bildirir “Cebrâil beni Sidret-ül-münteha’ya götürdü. Bir de ne göreyim, yaprakları fil kulakları gibi, meyvaları küpler kadar bir ağaç var. Bu ağacı Allahü teâlânın celâl ve azameti o kadar kaplamış ve bürümüş ki, bu yüzden durumu değişmiş ve çok güzelleşmiş. Hiç kimse onun güzelliğini anlatamaz. Bu sırada Allahü teâlâ bana vahyedeceğini vahyetti. Bana, hergün ve gece için elli vakit namazı farz kıldı. Altıncı kat semâda bulunan Mûsâ’nın yanına inince, bana: “Rabbin, ümmetine neler farz kıldı?” dedi. Elli vakit namaz dedim. Mûsâ (aleyhisselâm) bana “Rabbinden bu miktarı hafifletmesini dile, çünkü ümmetin bu kadara tahammül edemezler. Ben, Benî İsrâil’i denedim” dedi. Bunun üzerine, Rabbimle münâcaat ettiğim yere dönüp, elli vakit namazı hafifletmesi için yalvardım. Allahü teâlâ, elli vaktin, beş vaktini indirdi. Bu durumu Mûsâ’ya söyleyince, “Ümmetin bu kadara da dayanamaz, sen yine Allahü teâlâdan, bunun da hafifletilmesini dile” dedi. Bu şekilde Rabbim ile Mûsâ arasında gidip geldim. Nihâyet Allahü teâlâ, “Yâ Muhammed! Farz kıldığım namazlar, her gün ve gecede kılınacak olan beş vakit namazdır. Her namaz için on sevâb vardır. Bu bakımdan sonunda yine elli namaz olur. Bir kimse hayır yapmak ister de, onu yapamazsa, ona bir sevâb yazılır. O iyiliği yaparsa, on sevâb yazılır. Bir kimse kötülük işlemek ister de, yapamazsa, ona hiçbir şey yazılmaz. O kötülüğü işlerse, bir tane günah yazılır” buyurdu. Tekrar Mûsâ’nın yanına uğradım. Olup bitenleri anlattım. Mûsâ yine, “Rabbinden bunun da hafifletilmesini iste” dedi. Bunun üzerine “Rabbime çok müracaatta bulunduğum için artık utanıyorum” dedim.”
“İzzet ve Celâl sahibi Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: Ben, kulumun beni zannettiği gibiyim. Kulum beni zikrederse, onunla beraber olurum. Kulum beni içinden ve gizlice zikrederse, ben de onu gizlice zikrederim. Kulum beni halk içinde zikrederse, ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim. Kulum bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir adım yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak gelirim.”
Melekler, amellerinden râzı olduklarını göstermek için, kanatlarını ilim tâliblerinin üzerine gererler.”
“Allahü teâlâ bir şeye tecelli edince, o şey Hak teâlâya boyun eğer.”
“Yabancı bir kızı görüp de, Allahü teâlânın azâbından korkarak, başını ondan çeviren kimseye, Allahü teâlâ ibâdetlerin tadını duyurur.”
“Her düşmanlığın kalkması ümid edilir. Yalnız kıskançlıktan sonra düşmanlık edenin düşmanlığının kalkması ümid edilmez.”
“Herkes kendisi için birşey seçti. Ben ise, Hak teâlânın benim için seçtiği şeyi seçiyorum. Şayet Allahü teâlâ beni zengin kılarsa, dininin emirlerini yapmayı terk etmem. Şayet fakir kılarsa, haris ve O’nun emirlerinden yüz çeviren bir kul olmam.”
“Şarab haramdır. Çünkü aklı gideriyor ve insanı sarhoş ediyor. Gaflet, ya’nî Allahü teâlâyı unutmak şarabından sarhoş olanın sarhoşluğu, şarab içenin sarhoşluğundan daha zayıftır. Şarab içmenin cezası haddir. Gaflet şarabının cezası uzaklıktır. Şarap içen, sarhoşken namaz kılmaktan men olunur. Gâfil olan, namazdan mahrûm olur. Sarhoş ayılmayınca had vurulmadığı gibi, gaflet sarhoşu da ölüm kamçısıyla uyanmayınca, Kendine gelmeyince, nasihat kâr etmez. Şarab bütün günahlara ve hatalara sebeb olduğu gibi, gaflet de bütün uzaklık ve ayrılıkların sebebidir.”
“Kur’ân-ı kerîmdeki altı şifâ âyeti bir tabağa yazılıp, su koyarak eritilir. Hasta içerse, Allahü teâlâ şifâ ihsân eder. Âyet-i kerîme ve duâ elbette şifa verir. Fakat şartların gözetilmesi de lâzımdır. Okuyanın veya yazanın ve hastanın buna inanması lâzımdır. Hastanın zararlı olan gıdalardan, şüpheli ilâçlardan perhiz etmesi, soğuktan sakınması, lüzumlu şeyleri yapması, haramdan, zulümden sakınması lâzımdır?”
Kuşeyrî, sûfiyye-i âliyyenin büyüklüğüne, sûfilerin hâl tercümelerine, tasavvufun mahiyetine, zühd ve takvânın izahına dâir yazmış olduğu “Risâle-i Kuşeyrîyye” adlı eseriyle meşhûr olmuştur. Bu eser her tarafta yayılmış, âlim ve mutasavvıflar tarafından medhedilmiştir. Fransızcaya ve diğer batı dillerine tercümesi yapılmıştır.
Risâle-i Kuşeyrî; giriş, safîlerin hayatlan, ıstılâhlar kısmı ve tasavvuf ahlâkı olmak üzere dört bölümden meydana gelir. Risalenin, sûfîlerin hayatları kısmında, Kuşeyrî’nin esas gayesi hayat hikâyesi anlatmak değildir. Ondan önceki sûfîlerin söz, davranış ve halleriyle İslâmiyete gösterdikleri derin bağlılıklarını izah gayesiyle onların hayatlarını anlatmıştır. İmâm-ı Kuşeyrî, zamanındaki mutasavvıflara seslenirken, onların bir kısmının İslâmiyete aykırı ba’zı işler yaptıklarını gösterir: “Ey zamane mutasavvıfları! Siz dînimizin hükümlerine riâyet etmede hassasiyet göstermiyorsunuz. Fakat peşinde gittiğinizi iddia ettiğiniz ve kendinize önder edindiğiniz sizden önceki sûfîler ne kadar dindar idiler! Dînimizin zâhirî hükümlerine nasıl içten bağlı idiler! O hâlde siz eski sûfîlerin değil, onlara yabancı olan akımların temsilcilerisiniz.”
Istılâhlar kısmında, hakîkî tasavvuf anlatılmıştır. Bu bölümde vaht, hâl, makam, kabz-bast, heybet-üns, fenâ-bekâ, gaybet-huzûr, sahv-sekr, zevk-şürb, setr-tecellî, telvîn-temkin, rûh, nefs, varid, nefes gibi tasavvufî tâbirler açıklanmıştır. Makamlar kısmında ise tasavvuf ahlâkı, tasavvufun ahlâk ve amel cephesi esaslı bir şekilde bu bölümde anlatılmıştır. Bu bölümde anlatılan makam ve hâllerden ba’zıları şunlardır:
Tövbe:Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Ey mü’minler! Hepiniz Allaha tövbe ediniz ki, dünyâ ve âhıret saadetine kavuşasınız.” (Nûr-31) buyurmuştur. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte ise; “Günahtan tövbe eden günahsız gibidir” buyurdu.
Tövbe kelimesinin asıl ma’nâsı dönmek, rücû’ etmektir. Tövbe, İslâmiyetin yasak ettiği şeyden, helâl ettiği şeye dönmektir. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte;“Pişmanlık tövbedir” buyurdular.
Ehl-i Sünnet âlimleri; “Sahih bir tövbenin üç şartı vardır” diye buyurmuşlardır. Bunlar; “İslâmiyetin emirlerine muhalif işleri yapmaktan pişman olmak, hatalı ve günah olan şeyleri hemen terketmek, daha önceden işlenmiş olan günahları ve benzerlerini yapmamaya azmetmektir.”
İnsan yaptığı işin kötü olduğunu kalben düşünür ve işlemekte olduğu işlerin kötü olduğunu görürse ve kalbinde tövbe etme arzusu olursa, o zaman Allahü teâlâ ona güzel bir dönüş ve tövbe nasîb eder. Esas tövbe, önce kötü insanlarla arkadaşlık yapmaktan uzaklaşmaktır. Çünkü insanı tövbe etmekten uzaklaştıran ve tereddütlere düşüren kötü arkadaştır.
Takvâ: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Biliniz ki, Allah katında en iyiniz, takvâsı en ziyâde olanınızdır” (Hucurât 13) buyurmuştur. Bir zât Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) gelerek: “Ey Allahın, Peygamberi bana tavsiyede bulun” dedi. Peygamber efendimiz de ( aleyhisselâm ): “Takvâya sıkı sarıl. Çünkü bütün hayırları kendisinde toplayan haslet takvâdır” buyurdu.
Takvâ, bütün fazilet ve iyilikleri kendinde toplayan bir haslettir. Takvânın hakîkati, Allahü teâlâya itaat ederek azâbından sakınmaktır. Takvânın aslı; önce şirkten, sonra kötü ve günah olan hareketlerden, daha sonra günah olabilme ihtimâli olan amellerden sakınmak, en son olarak da fuzûli ve lüzumsuz olan şeyleri terketmektir.
Hazreti Ali ( radıyallahü anh ) şöyle buyurmuştur: “Dünyâda insanların efendisi cömert olanlar, âhirette insanların efendisi takvâ sahibi olanlardır.”
Huşû’- Tevâzu: Hak teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Namazlarında tevâzu ve korku sahibi olan mü’minler, muhakkak kurtuluşa erdiler” (Mü’minûn 1-2) buyurmuştur. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennete girmeyecektir. Kalbinde zerre kadar îmân bulunan kimse ise Cehenneme girmeyecektir” buyurdular.
Huşû’; Allahü teâlâya boyun eğmek, tevâzu; Allahü teâlâya teslim olmak ve O’nun hükmüne i’tirâzdan vazgeçmektir.
Sehl bin Abdullah: “Kalbi huşû’ içinde olana şeytan yaklaşamaz” buyurmuştur. Ebû Saîd-i Hudrî hazretleri tevazünün nasıl olması icâb ettiğini anlatırken buyurdu ki: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) hayvana ot verirdi. Deveyi bağlardı. Evini süpürürdü. Koyunun sütünü sağardı. Ayakkabısının söküğünü dikerdi. Çamaşırını yamardı. Hizmetçisi ile birlikte yerdi. Hizmetçisi eldeğirmeni çekerken yorulunca ona yardım ederdi. Pazardan öteberi alıp torba içinde eve getirirdi. Fakirle, zenginle, büyükle, küçükle karşılaşınca önce selâm verirdi. Bunlarla musâfeha etmek için mübârek elini önce uzatırdı. Köleyi, efendiyi, beyi, siyahı ve beyazı bir tutardı. Her kim olursa olsun çağırılan yere giderdi, önüne konulan şeyi az olsa da, hafif, aşağı görmezdi. Akşamdan sabaha ve sabahdan akşama yemek bırakmazdı. Güzel huylu idi. İyilik etmesini sever idi. Herkesle iyi geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Söylerken gülmezdi. Üzüntülü görünürdü. Fakat çatık kaşlı değildi. Aşağı gönüllü idi. Fakat alçak tabiatlı değildi. Heybetli idi. Ya’nî saygı ve korku hâsıl ederdi. Fakat kaba değildi. Nâzik idi. Cömerd idi. Fakat isrâf etmez, faydasız yere birşey vermezdi. Herkese acır idi. Mübârek başı hep önüne eğik idi. Kimseden birşey beklemezdi.”
Nefse muhalefet ve kusurlarını hatırda tutma: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Her kim Rabbinin makamından korkmuş ve nefsini arzu ve isteklerinden alıkoymuşsa, muhakkak Cennet onun varacağı yerdir” (Nâziat 40-41) buyurmuştur. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte: “Ümmetim hakkında endişe ettiğim husûsların en korkunç olanı, nefsin istek ve arzularına uymak ve hırstır. Nefsin istek ve arzularına tâbi olmak, insanı doğru yoldan saptırır. Hırs ise âhıreti unutturur” buyurdu.
Nefse muhalefet etmek, onun arzu ve isteklerini yerine getirmemek, ibâdetin başıdır, İslâm âlimlerine İslâmiyetin ne olduğu sorulunca: “Nefse muhalefet etmektir” diye cevap vermişlerdir. Bir kimse nefsinin arzu ve isteklerini yapmaya başlarsa, o kimsenin kalbinden Allahü teâlânın sevgisi ve korkusu kaybolur. Yine İslâm âlimleri demişler ki: “Mü’min bir kişinin bin tâne nefsânî arzusu olsa, bunların hiçbirini kalbindeki Allah korkusu sebebiyle yerine getirmez. Fasıkın bir tane nefsânî arzusu olsa, bu arzu ve istek, onun kalbinden Allah korkusunu dışarı atar.”
Hased: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “(Ey Resûlüm) de ki: Hasedini meydana çıkarıp gereğini yapmağa koyulduğu zaman kıskacın şerrinden sabahın Rabbine sığınırım”(Felâk-1, 5) buyurdu. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Bütün hatâ ve günâhın esâsını şu üç şey teşkil eder: Kibirden sakının, zira şeytanı Âdem’e secde etmemeye yönelten kibirdi. Hırstan sakının, çünkü Âdem’i Cennette ağaçtan meyva yemeye yönelten hırs idi. Hasedden de sakının, zirâ Âdem’in iki oğlundan birini öbürünü öldürmeye hased sevk etmiştir.”
İslâm âlimleri; “Hased, düşmanından önce hased eden kimsede zararını ve te’sîrini gösterir. Hasedci, ni’mete kavuşan birini gördümü donakalır, felâkete düşeni görünce ise düğün bayram eder. İnsan, kendisine hased edenin dostluğunu kazanmak için emek vermekten sakınmalı. Zîrâ o, onun ihsânını kabûl etmez” demişlerdir.
Şöyle rivâyet edilir: Allahü teâlâ Hazreti Süleymân’a (aleyhisselâm) şöyle vahyetmişti: “Sana şu yedi şeyi tavsiye ediyorum: Sâlih kullarımın gıybetini yapma, kullarımdan hiç birini hased etme.” Bunun üzerine Hazreti Süleymân (a.s); “Yâ Rab! Kâfi, kâfi” dedi. Arabî beyt tercümesi:
Allah yaymak isterse, Saklı bir fazileti,
Düşürür hasedcinin diline.
Gıybet: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Ey İman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Müslümanların ayıb ve kusurlarını araştırmayın. Birbirinizi arkasından çekiştirmeyin. Hiç sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz değil mi? O hâlde gıybet etmekte Allahtan korkun” (Hucurât-12) buyurmuştur. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), hadîs-i şerîflerde gıybet hakkında şöyle buyurmuştur: “Kıyâmet günü bir kimsenin sevâb defteri açılır. Yâ Rabbî! Dünyada iken şu ibâdetleri yapmıştım. Sahîfede bunlar yazılı değil! der. Onlar defterinden silindi. Gıybet ettiklerinin defterine yazıldı, denir.”
“Kıyâmet günü bir kimsenin hasenat defteri açılır. Yapmamış olduğu ibâdetleri orada görür. Bunlar, seni gıybet edenlerin sevâblarıdır, denir.”
Allahü teâlâ, Mûsâ aleyhisselâma vahy eyledi ki, “Gıybet edip tövbe eden kimse, Cennete en son gidecektir. Gıybet edip, tövbe etmiyen kimse, Cehenneme en önce girecektir.”
Hasen-i Basrî hazretlerine, birisinin kendisini gıybet ettiğini haber verdiler. Ona bir tabak helva gönderip, “Sevâblarını bana hediye ettiğini işittim. Karşılık olarak bu tatlıyı gönderiyorum” dedi. Abdullah bin Mübârek hazretlerinin yanında birgün gıybetten bahsedilince, buyurdu ki: “Gıybet etmem zarurî olsaydı, annemi ve babamı gıybet ederdim- Çünkü sevâblarımı almaya onlar daha çok hak sahibidirler.”
Yahyâ bin Muâz hazretleri “Bir müsliman şu üç husûsta senden emîn olsun: Bir müslümana faydalı olamıyorsan, zararın dokunmasın. Onu sevindiremiyorsan, bari onu üzme. Onu methedemiyorsan bari onu kötüleme” buyurmuştur.
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyuruyor ki: “Ümmetimden bir kısmını bana gösterdiler. Dağları, sahraları doldurmuşlardı. Böyle çok olduklarına şaşdım ve sevindim. “Sevindin mi?” dediler, “Evet” dedim. Bunlardan ancak yetmiş bin adedi hesâbsız Cennete girer dediler. Bunlar hangileridir diye sordum, işlerine sihir, büyü, dağlamak, fal karıştırmayıp, Allahü teâlâdan başkasına tevekkül ve i’timâd etmiyenlerdir buyuruldu.” Dinleyenler arasında Ukâşe ( radıyallahü anh ) ayağa kalkıp, “Yâ Resûlallah! Duâ buyur da, onlardan olayım” deyince, “Yâ Rabbî! Bunu onlardan eyle!” buyurdu. Biri kalkıp, aynı duâyı isteyince, “Ukâşe senden çabuk davrandı” buyurdu.
Tevekkülün yeri kalbdir. Zâhirde hareketle meşgûl olmak kalbdeki tevekküle zıt değildir. Ebû Osman Hayrî hazretleri, “Tevekkül; Allahü teâlâdan gelen şeyler ile iktifa ederek, O’na tam i’timâd hâlinde bulunmaktır” demiştir. Bişr-i Hafi hazretleri ise, “İnsanlardan biri, Allahü teâlâya tevekkül ettim diyor. Halbuki Allahü teâlâya karşı yalan söylüyor. Gerçekten Allahü teâlâya tevekkül etseydi. O’nun, hakkındaki muâmelesine de râzı olurdu” buyurdu.
Şükür: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde! “Ni’metlerime şükür ederseniz, onları arttırırım” (İbrâhim-7) buyurmuştur. Şükür; Allahü teâlânın verdiği ni’metleri, O’na boyun eğerek i’tirâf etmektir. Allahü teâlânın ihsânı; şükre muvaffak kılmak için kuluna lütufta bulunmasıdır. Hakîkî ma’nâda şükür: Allahü teâlânın ni’metlerini dil ile ikrâr ve kalb ile tasdik etmektir. Şükür üç kısımdır: Dilin şükrü; Allahü teâlânın verdiği ni’metleri i’tirâf etmesidir. Beden ve organların şükrü; Allahü teâlâya ibâdet etmesidir. Kalbin şükrü; O’na hürmet etmesidir.
Ebû Bekr Verrak hazretleri: “Ni’metin şükrü; iyiliği görmek, kıymetini bilmek ve Allahü teâlâya karşı saygılı olmak sûretiyle olur” buyurdu. Cüneyd-i Bağdadî ise; “Şükür; kendini ni’mete ehil ve lâyık görmendir” buyurdu. Hasen bin Ali hazretleri Kâ’be’nin örtüsünün bir kenarına sarılarak, “Yâ Rabbî! Bana ni’met verdin, lâkin beni şükreden bir kul olarak görmedin. Bana belâ verdin, fakat beni bu belâya sabreden bir kul olarak görmedin. Buna rağmen şükr etmediğim ni’meti almadın, ne de verdiğin belâya sabretmediğim için belânın şiddetini devam ettirdin. Yâ ilâhi! Kerîm olandan, keremden başka ne beklenir” diye niyazda bulundu.
Sabır, İzzet ve Celâl sahibi Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Nahl sûresi yüzyirmiyedinci âyet-i kerîmesinde “Ey Resûlüm! Sabret, senin sabrın da ancak Allahü teâlânın yardımı iledir” buyurmuştur.
Sabrın dört kısmı vardır Bunlar; kulun kendi irâdesi ile kazandığı şeylere gösterdiği sabır, irâdesi dışında olan şeylere gösterdiği sabır. Allahü teâlânın emrini yerine getirmede gösterilen sabır ve Allahü teâlânın yasakladığı şeylerden uzak kalmada gösterilen sabırdır. Kulun irâdesi dışında olan şeylere gösterdiği sabır, Allahü teâlânın ona verdiği hastalık ve çeşitli zararlara göğüs gererek sabretmesidir. Cüneyd-i Bağdadî, “Sabır; yüzü ekşitmeden acıyı yudum yudum içine sindirmedir” buyurdu. Hazreti Ali “Vücûda göre baş ne ise, imâna göre sabır da odur” buyurmuştur. Ebû Muhammed Cerirî ise, “Sabır; kalb sükûn içinde bulunduğu hâlde ni’metle mihnet arasında fark görmemektir” demiştir. Arabî beyt tercümesi:
Sabır çok güzeldir,
Senden gelen herşeye.
Rızâ: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Allah onlardan râzı olmuştur. Onlar da O’ndan hoşnuddurlar” (Beyyine-8) buyurmuştur. Rızâ, kulun çalışması ile elde edilir, İslâm âlimleri; “Rızâ, Allahü teâlânın en büyük kapısıdır. Allahü teâlânın kendisinden râzı olduğu kul, en yüksek derecelere kavuşmuş olur” buyurmuşlardır. Muhammed Cerîrî, “Allah, hakkında azına râzı olana istediğinden fazlasını verir” buyurdu.
Ubûdiyet: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmin Hicr sûresinin doksandokuzuncu âyet-i kerîmesinde; “Ölüm gelinceye kadar Rabbine ibâdet et” buyurmaktadır. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte “Allahü teâlâ yedi sınıf insanı, arşın gölgesinden başka hiçbir gölge bulunmayan kıyâmet gününde, arşın gölgesinde gölgelendirecektir. Bunlar; âdil hükümdâr, Allahü teâlâya ibâdet ede ede yetişen genç, kalbi mescidlere bağlı olan kimse, Allah için birbirini seven ve O’nun için bir araya gelen, O’nun için birbirinden ayrılan iki kimse, kendisini mevki sahibi güzel bir kadın fenâlığa da’vet ettiği hâlde: “Ben “Allahtan korkarım” diyen kişi, sol elinin verdiğini sağ eli duymayacak derecede gizli sadaka veren kimse ve tenhâ bir yerde Allahü teâlâyı zikr ederek gözlerinden yaş boşanan kimselerdir” buyurmuştur.
Ubûdiyyet, Allahü teâlâya kulluk ve kölelik yapmaktır ve zuhur eden kader karşısında irâdeyi terk etmektir. Nebaci şöyle demiştir: “İbâdetin esâsı üç şeydir. Allahü teâlânın hükümlerinden hiçbir şeyi reddetme. O’nun nezdinde değeri olmayan bir amel yapma. Allahü teâlâdan başka birisinden bir istekte bulunma!” Ebû Ali Dekkak ise, “Rab olma, Allahü teâlânın ezeli bir vasfı olduğu gibi, ubûdiyyet de (kul olma) kulun kendisinden ayrılmayan devamlı sıfatıdır. Arabî şiir tercümesi:
Haya: Kur’ân-ı kerîmde Alâk sûresi ondördüncü âyet-i kerîmesinde Allahü teâlâ buyuruyor ki: “Kulum bilmiyor mu ki, Allah onun bütün hâllerini görüyor?”
Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte: “Haya îmândandır” buyurmuştur. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) birgün Eshâb-ı kirâmına, “Allahü teâlâdan hakkı ile haya ediniz” buyurdular. Eshâb-ı Kirâm da “Ey Allahın Resûlü! Elhamdülillah haya ediyoruz” dediler. Bunun üzerine Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) “Hakîkî haya o değildir. Gerçek ma’nâsıyla Allahü teâlâdan haya eden, başındaki duyu organlarını ve düşüncelerini yanlış hareket yapmaktan korusun. Yeme ve içmesini kontrol etsin, ölümü ve ondan sonra başa gelecekleri hatırlasın, âhıreti isteyen dünyâ hayatının zevklerini terk etsin, böyle yapanlar Allahü teâlâdan hakkıyla haya etmiş olurlar” buyurdular, İslâm âlimleri, “Haya edilen muhterem kişiler ile sohbet etmek sûretiyle, hayayı diri tutunuz” demişlerdir. Zünnûn-ı Mısrî, “Aşk konuşturur, haya susturur. Allahü teâlâ korkusu insanı hüzünlendirir.” Ebû Ali Dekkak hazretleri ise, “Haya, Allahü teâlânın huzûrunda, her türlü iddialarını ve benlik da’vâlarını terk etmektir” buyurdular.
Ahlâk: Kur’ân-ı kerîmde Kalem sûresi dördüncü âyet-i kerîmesinde Allahü teâlâ Peygamberimize ( aleyhisselâm ); “Gerçekten sen, pek büyük ahlâk üzeresin” buyuruyor. Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîfte; “Ahlâkı en güzel olanınız, îmânı en üstün olanınızdır” buyuruyor. Güzel ahlâk, insanın güzel ve örnek davranışlarının en faziletlisi ve iyisidir. İslâm âlimlerinden Ebû Saîd-i Harrâz, “Yüksek ahlâk; cenâb-ı Hak’tan başka şeyin himmet ve düşüncesine sâhib olmamandır” buyurmuştur.. Abdullah bin Muhammed Râzi, “Ahlâk, kulun O’na karşı yaptığı ibâdetleri küçük görmesi ve O’ndan gelen ni’metleri büyük görmesidir” demiştir.
İslâm âlimleri; “Ahlâk; halktan ve Allahü teâlâdan gelen eziyet ve cefâları hiç üzülmeden ve sızlanmadan kabûl etmektir. Kötü huy, sahibinin kalbini sıkar. Zira onun kalbine, kendi arzu ve irâdesinden başka birşey sığmaz. Güzel huy ise, namaz kılarken yanında oturan (zengin, fakir, köle) kim olursa olsun kızmamaktır” buyurmuşlardır.
Duâ: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Rabbinize yalvararak ve gizlice duâ ediniz...” (A’râf-55), “Ey kullarım! Benden isteyiniz! Kabûl ederim, veririm. Bana ibâdet etmekten büyüklenip yüz çevirenler, muhakkak ki küçülmüş kimseler olarak Cehenneme gireceklerdir” (Mü’min-60) buyurdu.
Duâ ihtiyâcın anahtarıdır, ihtiyâç sahibi olanların istirahat mahallidir. Sıkıntı sahiblerinin sığındığı yerdir. Dert ve hacet sahibi olanlarının nefes aldıkları alandır.
Duânın âdabı, duâ yapılırken kalbin gafletten uzak olmasıdır. Duânın şartı ise duâ yapanın helâl yemesidir.
Enes bin Mâlik ( radıyallahü anh ) şöyle anlatıyor “Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) zamanında Şam ile Mekke arasında mal ticâreti yapan bir tüccâr vardı. Bu zât, Allahü teâlâya tevekkül eder, kâfile ile birlikte yola çıkmaz, yalnız giderdi. Birgün Şam’dan Mekke’ye gitmek üzere yola çıkmıştı. Yolda bir eşkiya gelerek, tüccâra “Dur” diye bağırdı. Tüccâr durarak, eşkiyaya “Senin istediğin malımdır, bana yol ver” dedi. Eşkiya, “Senin malın zaten malımdır, kastım sanadır” deyince, tüccâr, “Senin işin malım iledir. Bana yol ver, beni ne yapacaksın?” dedi. Eşkiya bu teklifini reddedince, tüccâr, “O halde bana bir süre izin ver de, abdest alıp, namaz kılayım ve Allahü teâlâya duâ edeyim” dedi. Eşkiya, “Aklına gelen şeyi yapabilirsin” diyerek tüccâra izin verdi. Tüccâr önce abdest alıp dört rek’at namaz kıldı. Sonra ellerini açarak şöyle duâ etti: “Yâ Rabbim, yâ Rabbim! Ey yüce Arş’ın sahibi, ey yoktan var eden ve öldükten sonra tekrar dirilten, ey dilediğini yapan, Arş’ın dört tarafını dolduran nûrun hürmetine sana yalvarıyorum, bütün mahlûkata hâkim olan kudretin hürmetine, herşeyi kuşatan rahmetin hürmetine, sana yalvararak istiyorum. Ey çaresiz kalanların imdâdına yetişen!” Üç kere bu duâyı tekrar etti. Tüccâr duâsını bitirir bitirmez karşıdan kır atlı, beyaz elbiseli ve elinde nûrdan bir süngü bulunan bir süvari geldi. Eşkiya hemen bu süvariye yöneldi. Şaki yaklaşınca, o süvari ona hücum ederek öyle bir darbe indirdi ki, eşkiya atından düştü. O süvari tüccâra gelerek, “Kalk ve bu adamı öldür” dedi. Tüccâr “Sen kimsin? Ben şimdiye kadar adam öldürmedim ve bu adamı öldürmek istemiyorum” dedi. Bunun üzerine süvari şakinin yanına giderek onu öldürdü. Sonra tüccârın yanına geldi ve “Bil ki ben üçüncü semâdan gelen bir meleğim. İlk önce duâ ettiğinde semânın kapılarında kılıç şakırtıları işittik ve bir vukû’atın olduğunu anladık, ikinci yalvarışında semânın kapıları açıldı ve ateş kıvılcımları gibi kıvılcımlar ortaya yayıldı. Üçüncü yakarışından sonra üst semâdan Cebrâil (aleyhisselâm) inerek bize geldi ve “Bu belâyı kim defedecek?” diye seslendi. Bunu duyunca, Rabbime, bu eşkiyayı öldürme görevini bana vermesi için duâ ettim. Ey Allahın kulu iyi bil, kim senin duâ ettiğin gibi duâ ederse, Allahü teâlâ onun her çeşit dert ve sıkıntısını, uğradığı musibeti ondan uzaklaştırır, kendisine yardımda bulunur” dedi. Şakiden kurtulan tacir sağ sâlim olarak malı ile Mekke’ye gelince, Resûlullah efendimizi ( aleyhisselâm ); ziyâret ederek, başından geçen olayı ve yaptığı duâyı anlattı. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bunun üzerine, “Şüphesiz ki, Allahü teâlâ sana öyle güzel isimler (Esmâ-i hüsnâ) bildirmiştir. Bunlarla duâ edilirse kabûl edilir, birşey istenirse ihsân edilir” buyurdular. Arabî şiir tercümesi:
Delikanlının akıttığı göz yaşları,
Gizli olan hislerinin tercümanı.
Alıp verdiği nefesler dahi,
Eder ifşa, kalbindeki gizli sırları..
Edeb: Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Güzel isim vermek, iyi bir süt anne bulmak ve güzel bir edeb öğretmek, çocuğun babası üzerinde hakkıdır”buyurmuştur.
Edebin asıl ma’nâsı bütün hayır ve güzel meziyetlerin toplamıdır. Edebli olan bir kimse, kendisinde her çeşit hayır ve iyiliklerin toplanmış olduğu kimsedir, İbn-i Atâ “Edeb, ameli güzelleştiren husûslar üzerinde durmaktır” buyurdu. İbn-i Şirin’e; “Edeblerden hangisi Allahü teâlâya daha yakındır?” diye sorulduğunda “Allahü teâlâyı Rab olarak tanımak, O’na şükr etmek ve sıkıntılara sabretmek” diye cevap verdi. Ebû Ali Dekkak ise “Edebi terk etmek, huzûrdan kovulmayı gerektiren bir sebebtir. Huzûrda edepsizlik yapanı kapıya, kapıda edepsizlik yapanı hayvanlara bakmak için ahıra gönderirler” buyurdu.
Hazreti Aişe buyuruyor ki: Resûlullah ( aleyhisselâm ) evinde mübârek baldırları, ya’nî topuk ile dizi arası açık yatıyordu. Hazreti Ebû Bekr kapıya gelip izin istedi. Habîb-i ekrem izin verdiler. Hâllerini değiştirmediler. Sonra Hazreti Ömer gelip izin istedi. Ona da izin verdiler ve mübârek baldırları açık olarak yattıkları vaziyette sohbet ediyorlardı. Hazreti Osman gelip izin isteyince, Resûl-i ekrem oturdu ve örtündü. Hepsi gittikten sonra Server-i âleme sordum. Babam Ebû Bekr ( radıyallahü anh ) içeri girdi hiç hareket etmediniz. Hazreti Ömer içeri girince yine aynı vaziyette durdunuz. Hazreti Osman içeri girince doğrulup oturdunuz ve elbisenizi düzelttiniz. Bunun hikmeti nedir? Cevâbında: “Meleklerin Hayâ ettiği bir kimseden, ben hayâ etmezmiyim?” buyurdular.
Sohbet: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Hani Mekke kâfirleri O’nu Mekke’den çıkardıklarında, arkadaşı Hazreti Ebû Bekr ile mağaradaydılar. O vakit Peygamber, arkadaşına şöyle diyordu: Mahzûn olma, zira Allahın yardımı bizimle beraberdir” (Tevbe-40) buyuruyor.
Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) bir gün şöyle buyurdular: “Dost ve ahbablarıma acaba ne zaman kavuşacağım?” Bunun üzerine Eshâb-ı kiram, “Yâ Resûlallah! Anamız, babamız sana feda olsun. Biz senin dostların değil miyiz?” diye sordular. Yine buyurdu ki: “Siz benim eshâbımsınız. Ahbablarım ise beni görmeden bana inananlardır. Ben onları çok özlüyorum.”
Sohbet, dostluk, arkadaşlık, ahbablık, yoldaşlık ma’nâsına gelip üç kısımdır: İlki, üst makamda olanlarla arkadaşlıktır. Esâsında bu sohbet olmayıp, hizmettir, ikincisi, kendinden aşağıda olanlarla arkadaşlık. Bunda, kendisine tâbi olana şefkat ve merhametle, tâbi olanın ise hürmet ve saygı ile davranması gerekir. Üçüncüsü ise, akranlarıyla arkadaşlık etmektir.
Kendisinden derece bakımından yüksek olanla sohbet ederken şunlara dikkat etmelidir: Ona hiç i’tirâz etmemeli, ondan gelen herşeyi güzel bir şekilde değerlendirmeli, onun hâllerine inanmalı ve tasdik etmelidir.
Kendisinden derece bakımından aşağı olanla sohbet ederken şunlara dikkat etmelidir O’nun bir kusurunu görünce uyarmalı, onun terbiyesi ile meşgûl olmalı ve onu cehâletten kurtarmalıdır.
Kendisiyle aynı derecede olanla arkadaşlık yaparken ise, onun ayıplarını görmemezlikten gelmeli, ondan zuhur eden şeyleri güzel bir şekilde değerlendirmeli, bunu yapamadığı zaman da kendini kınamalıdır.
Arabî şiir tercümesi:
“Sevgi ve rızâ gözü,
Görmez hiçbir kusuru.
Kin ve nefret gözü dahi,
Serer ortaya bütün pislikleri.”
Kimlerle arkadaşlık yapayım diye soran bir kişiye Zünnûn-i Mısrî; “Hastalandığın zaman ziyâretine gelen ve günah işlediğin vakit senin için tövbe eden kimseler ile” diye cevap verdi. Ebû Ali Dekkak hazretleri, “Bir kimse tarafından yetiştirilmeyen ve kendi kendine biten ağaçlar yalnız yaprak açar, meyva vermez. Tıpkı bunun gibi, kendisinden edeb ve terbiye öğrenilen bir hocaya sâhib olmayan talebelerden fayda gelmez” buyurdu.
Tevhîd: Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Tevhîd hariç, hiçbir hayırlı ameli olmayan bir adam ailesine: Ben öldüğüm vakit beni yakın, sonra kemiklerimi ezin ve toz hâline getirin. Sonra bunların yarısını karaya, yarısını da denize dökün. Vallahi Allah bana kadirse, elbette beni âlemlerden hiçbirine azâb etmediği azâba çekecektir dedi. Adam ölünce vasıyyetini yerine getirdiler. Allahü teâlâ da karaya ve denize, içindekileri toplamasını emir buyurdu. Adamı huzûr-i ilâhiyeye getirdiler. Hak teâlâ adama, “Bunu niçin yaptın?” diye sordu. Adam: “Senden korktuğum ve haya ettiğim için yâ Rabbî” diye cevap verdi. Allahü teâlâ da bu sebeple onu affetti.” (Müslim; Tevbe 5-24) buyurdular.
Tevhîd; Allahü teâlâ birdir ve eşsizdir diye inanmaktır.
Ebû Ali Dekkak hazretleri ölüm döşeğinde yatarlarken, “Ölüm zamanında tevhîdi muhafaza, etmek, kuvvetli olduğunun belirtisidir” buyurdu. Daha sonra bu sözü açıklıyormuş gibi bulunduğu hâli işâret ederek; “Allahü teâlâ, hükmünü yerine getirmek için seni kesecek, parça parça edecek, fakat sen Allahü teâlâya hamd ve şükür edeceksin?” buyurdu.
Ölüm: Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Nahl sûresinin otuzikinci âyet-i kerîmesinde; “Takvâ sahibi o kimselerdir ki, melekler onların canlarını, hoş ve rahat oldukları hâlde alırlar” buyuruyor. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Şüphesiz kul, ölüm sancılarının içinde, can vermek ızdırâbı ile pençeleşir. O zaman rûh ile beden birbirine selâm vererek şöyle vedâlaşırlar: Sana selâm olsun, artık kıyâmet gününe kadar sen benden, ben senden ayrılıyoruz!” buyurmuştur. Hazreti Hasen, ölüm vakti yaklaştığı zaman ağlamaya başlamıştı. Neden ağlıyorsun? diye sorulunca: “Görmediğim efendimin huzûruna çıkıyorum” demişti. Hazreti Bilâl-i Habeşî’nin vefâtı yaklaştığı zaman hanımı, “Ne kadar üzüntülüyüm” dedi. Hazreti Bilâl-i Habeşî ise, “Ne kadar neş’eliyim, yarın dostlarıma, Allahın Resûlüne ve arkadaşlarıma kavuşacağım” dedi.
Cüneyd-i Bağdadî’ye ölüm ânında, “La ilahe illallah de!” denilince: “O’nu bir an aklımdan çıkarmadım ki, O’nu hatırlayayım” dedi.
Muhabbet: Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; “Ey îmân edenler! içinizden kim dininden dönerse, şunu bilsin: Allah onun yerine öyle bir kavim getirecek ki, Allah onları sever, onlar da Allahı severler...” (Mâide-54) buyuruyor. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte; “Bir kimse Allahü teâlâya kavuşmayı isterse, Allahü teâlâ ona kavuşmayı diler. Bir kimse Allaha kavuşmayı istemezse, Allahü teâlâ ona kavuşmayı istemez” buyurdular.
Yine bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “Şüphesiz, Allahü teâlâ bir kulunu, sevdiği zaman Cebrâil’e, “Ben filân kulumu seviyorum, onu sen de sev” der. Cebrâil o kulu sever ve semâya seslenerek; “Allahü teâlâ gerçekten filân kulu seviyor, onu siz de sevin” der. O kulu semâ ehli de sever. Sonra Allahü teâlâ o kulun yeryüzünde de hüsn-i kabûl görmesini sağlar...” buyuruyor.
Muhabbet (aşk) çok şerefli bir hâldir. Allahü teâlânın kuluna muhabbeti, ona husûsî sûrette bir ni’met vermeyi irâde etmesidir. Allahü teâlânın bir kuluna ni’met vermesi, O’nun rahmetindendir. Allahü teâlânın kuluna özel bir yakınlık göstermesi ve güzel hâller vermesine muhabbet ismi verilir.
İslâm âlimleri; “Muhabbet; aşıkın sevgilisini, yanında bulunan ve değeri olan herşeye tercih etmesidir. Muhabbet; kalbin, Allahü teâlânın muradı olan şeylere rızâ göstermesidir” buyurmuşlardır. Arabî şiir tercümesi:
Şaşarım Rabbimi zikrettim diyene,
Unuttum mu ki, hatırlayayım O’nu?
Dâim sevdan ile yanarım,
Şevkimden dolayı coşarım.
İçtim kadeh kadeh aşk şarâbını,
Ne ben kandım, ne şârab bitti.
Yahyâ bin Muâz hazretleri: “Hardal tanesi kadar az bir muhabbet, muhabbetsiz yapılan yetmiş senelik ibâdetten daha çok hoşuma gider” buyurdu. Kettânî ise, “Muhabbet; bütün tercihlerin sevgili lehinde yapılmasıdır” buyurdu.
İmâm-ı Kuşeyrî, talebelerine tavsiyelerini, Risâle-i Kuşeyrî’nin son kısmında şöyle yazmıştır:
1. Bu yola giren bir talebenin, sıdk ve samimiyet üzere olması gerekir. Böylece, yola girmesini sağlam temeller üzerine inşâ etmesi mümkün olur.
2. Bir talebe, bu yolda gayeye merhale merhale ulaşmak istiyorsa ve bu yolun ehli ise, hocası gayba âit sırlarından ne kadar hisse ayırmışsa ona râzı olur.
3. Talebeye, Allahü teâlâya bağlılığını sağlamlaştırdıktan sonra, İslâm ilimlerini tahsil etmek ona vâcib olur. Bu bilgileri araştırarak veya ehil bir âlimden sorarak, farzları yerine getirecek kadar öğrenir.
4. Bir hocadan edeb öğrenmek, talebe üzerine vâcibdir. Hocası olmayan talebe, ebediyen felah bulmaz. Hocasından edeb öğrenmeyen talebe, nefsinin arzu ve isteklerine tapar. Kurtuluş yolunu bulamaz.
5. Ma’nevî mertebelerde ilerlemek isteyen talebe, yukardaki husûslardan sonra, bütün günah ve hatâları için Allahü teâlâya gönülden tövbe etmesi ve O’ndan af dilemesi lâzımdır. Bu tövbeden sonra bütün günahları terketmesi ve dostları ve akrabalarını râzı etmesi gerekir.
6. Talebe daha sonra, dünyâ ile alâkalarını ortadan kaldırmaya çalışır. Çünkü dünyevî arzu ve isteklerinden uzaklaşmak tasavvuf yolunun esâsıdır.
7. Bir talebe için, halkın onu kabûl etmesiyle, reddetmesi eşit olmalıdır. Böyle olmazsa, o talebeden hayır gelmez. Bir talebe için, halkın kendisini değerli bir kişi olarak görmesinden daha zararlı birşey yoktur.
8. Dünyâ ihtirâslarını kalbinden çıkaran bir talebenin üzerine, Allahü teâlâya yaptığı ibâdette i’tikâdını ve ahdini sıhhatli bir hâle getirmek ve hocasına hiçbir husûsta muhalefet etmemesi lâzımdır. Eğer bir talebe, daha yolun başında iken hocasına muhalefet ve i’tiraz ederse, kendisine zararı çok büyük olur.
9. Talebenin sermâyesi, kimden gelirse gelsin eza ve cefâya tahammül etmek, bunları gönül rahatlığı ile kabûllenmek, fakirliğe sabretmek, kendi menfaatleri için halk ile münâkaşayı terk etmektir.
10. Talebenin başına gelen felâketlerden birisi, dostlarına karşı içinde hased ve kıskançlık duymaya başlaması ve Allahü teâlânın dostlarına ihsân ettiği ni’metlerden, kendisini mahrûm bırakmasına üzülmesidir. Talebe, her işin bir nasîb işi olduğunu bilmesi gerekir.
11. Talebelerin âdabından biri de; baş olma, sivrilme sevdasından uzak olmaktır.
12. Talebe, Sûfilerden gelen eza ve cefâlara katlanmalı, onlarla bir arada olmaya sabretmeli ve bütün benliğiyle onlara hizmet etmesi gerektiğine ve onların kendisini medh etmelerinin gerekmediğine inanmalıdır.
13. Tasavvuf yolunun esâsı; İslâm dîninin âdâb ve erkânına uymaktan, elini harama veya şüpheli olan şeylere el uzatmaktan sakınmaktan ibârettir.
14. Kanâat sahibi olmak, talebenin hâli olmalıdır. Eğer bir talebe zamanının ötesindeki şeyleri merak eder, ileriye âit bir takım ümitlere sahip olursa, ondan hayır gelmez.
15. Dünyâya bağlanmış olanlardan uzak durmak, talebeye lâzımdır. Zîrâ bu insanlarla sohbet etmek ve arkadaşlık yapmak, öldürücü bir zehirdir.
16. Bir talebenin, az dahi olsun birikmiş bir malı olmamalıdır. Çünkü birikmiş malın zulmeti, vaktin nûrunu söndürür.
17. Talebe verdiği sözde durmalıdır. Tasavvuf yolunda ahdi bozmak, dinden çıkmak gibidir.
Risâle-i Kuşeyrî’nin şerhleri; İmâm-ı Kuşeyrî’nin şerhleri: İmâm-ı Kuşeyrî Risâle’sini her ne kadar açık bir dil ile yazmış ise de, tasavvufî mevzûların anlatılması güç olduğu için, bu eserden de anlaşılması güç ba’zı yerler bulunmaktadır. Risâle’nin şerhleri şunlardır: a) İhkâm-üd-delâle alâ tahrir-ir-Risâle: Ebû Yahyâ Zekeriyyâ bin Muhammed Ensârî tarafından yazılmıştır. Bu eser, Risâle-i Kuşeyrî’nin en kıymetli şerhidir. b) Netâic-ül-efkâr-il-kudsiyye: Mustafâ Anîsî tarafından, Ebû Yahyâ Ensârî’nin şerhi üzerine yazılmış bir haşiyedir. Haşiye bir kaç defa basılmıştır. c) Ed-Delâle fî fevâid-ir-Risâle: Sa’düddîn Ebû Muhammed Abdülmûti’ bin Mahmûd Lahmî İskenderî tarafından yazılmıştır. d) Şerh-i Risâle-i Kuşeyrîyye: Seyyid Muhammed Hüseyn tarafından yazılmıştır. Haydarâbâd’da basılmıştır.
Kuşeyrî’nin diğer eserleri: İmâm-ı Kuşeyrî Risâle’den başka, birçoğu tasavvufa, tefsîr ve hadîse dâir olmak üzere birçok eser yazmıştır. Bunlardan ba’zıları şunlardır:
1- Letâif-ül-işâret Kuşeyrî bu eserini Risâle’den önce yazmıştır. Büyük boy ve altı cild olarak Kâhire’de basılmıştır. Mısır, Taşkent ve Bursa’da yazmaları vardır. Bu eseri, onun şahsiyetini ortaya koymaktadır. Bu kitapta âyet-i kerîmeleri aslına uygun olarak tefsîr etmiştir.
2- El-Mi’râc: Bu eser Mısır’da neşredilmiştir.
3- Şikâyetü Ehl-ü-sünne bi-hikâyeti mânâlehüm ehl-ül-mihne: Bu eserinde Kuşeyrî hazretleri, Ehl-i sünnet i’tikâdını savunmaktadır. Bu eser Beyrut’ta basılmıştır..
4- El-Vasıyye: Kuşeyrî hazretleri, bu eserinde oğluna tavsiyeler yapmaktadır. Matbû bir eserdir.
5- Et-Teysîr fî ilm-it-tefsîr Et-Tefsîr-ül-kebîr diye de tanınan bu eserde, Kuşeyrî hazretleri Kur’ân-ı kerîmin tefsîrini yapmıştır. Akıl, nakil ve lisaniyat bilgilerine göre yapılmış bir tefsîrdir. Kâtip Çelebi bu tefsîrin çok güzel ve apaçık olduğunu belirtir. En’âm sûresine kadar olan birinci cildinin yazması Süleymâniye Kütüphânesi Lâleli kısmında 198 numarada mevcûttur.
6- Tertîb-üs-sülûk fî tarikıllah: Zikir konusunda küçük bir risaledir. Zikir konusunda faydalı bilgiler verir. Bu eserin el yazması Bursa Ulu Câmi Kütüphânesi’nde, Süleymâniye ve Ayasofya kütüphânelerinde vardır.
7- El-Luma’fi akâid-i Ehl-i sünne: Akâidle ilgili bir eserdir. El yazması Süleymâniye Kütüphânesi Emîr Buhârî kısmı 210 numarada mevcûttur.
8- Akîdet-ül-Kuşeyrîyye: Kısmen Risâle-i Kuşeyrî’nin; son kısımlarına benzeyen bu eserde; dînî akideler, Kur’ân-ı kerîm ve îmân konuları işlenir. Yazması Süleymâniye Kütüphânesi Murâd Buhârî kısmında 210 numarada mecuttur.
9- En-Nahv-ül-müevvel: Bu eserde nahiv kaideleri, tasavvuf esaslarına dayanarak açıklanmaktadır. El yazması Süleymâniye Kütüphânesinin çeşitli kısımlarında vardır.
10- Et-Tabhîr fî ilm-it-tezkîr: Allahü teâlânın ismi şerîfleriyle ilgili bir eserdir. Bu eser Muhammed bin Ebû Bekr Râzî tarafından et-Tabhîr el-Muhtâr mine’t-Tabhîr fî esmâillah-il-hüsnâ ismiyle kısaltılmıştır. Bu iki eser, Bursa Ulu Câmi Kütüphânesi ve Süleymâniye Kütüphânesi’nde el yazması olarak mevcûttur.
Îmâm-ı Kuşeyrî, aynı zamanda iyi bir şâir, mükemmel bir muharrir, muktedir bir hattât idi. Şiirlerine şu kıt’a bir misâldir Büyüklerin hizmetini terk etme, Küçükle düşüp kalkan küçük olur. Sana bereketli olanı ara, Solu sana feyz, sağı nûr olur.
15) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediye sh. 715, 913, 1031
16) Rehber Ansiklopedisi cild-10, sh. 347,
.
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
RAVDA NET
İSRA VE MİRAC MUCİZESİ
İsra ve Mirac Nedir?
İsra ve Mi’rac mucizesi, Peygamberimizin en büyük mucizelerinden birisidir.
İsra, "gece yürüyüşü" demektir. Bununla Cenab-ı Hakkın, kulu ve peygamberi Hz. Muhammed Mustafa’ya, bir gece Mekke’de bulunan Mescid-i Haram Ka’be’den, Kudüste bulunan Mescid-i Aksa’ya kadar lutfettiği yolculuk kastedilir.
Mi’rac ise, yükselmek, yukarı çıkmak veya yukarı çıkmayı sağlayan alet demektir. Bu da, bu yolculuğun ardından, Rasûlullâh’ın yüksek gök tabakalarına çıkması, sonra insan, cin, melek ve diğer mahlukatın bilgilerinin tükendiği sınıra ulaştırılması anlamında kullanılmaktadır.
İsra hadisesi Kur’an-ı Kerim’in şehadetiyle, mi’rac ise, mütevatir derecesine ulaşmış sünnet ile sabittir. İsra hadisesini inkâr etmek, dinden çıkmayı, mi’racı inkâr ise, fasık olmayı gerektirir. Bu büyük mucizeyi anlatan Kur’an ayeti şöyledir:
"Kulu Muhammed (sav)’i bir gece Mescid-i Haram’dan, kendisine bir kısım ayetlerimizi göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah her türlü noksanlardan beridir. Şüphesiz ki O, her şeyi işiten ve her şeyi görendir." [İsra Suresi: 1]
Buhari ve Müslim gibi Kur’an-ı Kerim’den sonra en kıymetli temel kitaplarımız İsra ve Mi’rac mücizesini uzun uzadıya ve bütün detaylarıyla anlatmışlardır. Biz bütün bu delillerin ışığı altında şuna kattiyetle inanır ve ifade ederiz ki, İsra ve Mi’rac mücizesi bir gecede, Peygamberimiz uyanıkken ruh ve bedenle gerçekleşmiş ve bu hadise Hicretten bir buçuk yıl kadar önce vuku bulmuştur.
Bu Mucizeden Almamız Gerekli Olan Dersler ve İbretler Nelerdir?
İsra ve Mi’rac mucizesi gerçekleştiği zaman, Mekke’de müşriklerin zulüm ve işkencelerini zirveye çıkardıkları bir dönem yaşanıyordu. Peygamberimiz iki büyük hamisini, Hz. Hatice ve amcası Ebu Talibi kaybetmişti. Taif’e gitmiş, büyük bir hüsranla dönmüştü. Müşriklerin baskı ve zulümleri O’na hayat hakkı tanımıyacak seviyeye ulaşmıştı. İşte Cenab-ı Hak, böyle tehlikeli ve müşkil bir konuma gelmiş Peygamberini, hem teselli etmek, hem de azim ve kararlılığını yenilemek için katına davet etmiş, O’na mucizelerini göstermiş, hiç üzülmemesini, moralini bozmamasını, bu dinin sahibinin Allah olduğunda şek ve şüphe etmemesini ve O’na tevekkül ederek davasını sürdürmesini işaret etmiştir.
Diğer yandan fırsat buldukça Peygamberin hayatına kasdeden müşrikler, fırsat buldukça da O’nunla alay etme yolunu tutuyorlardı. İsra ve Mi’rac mucizesi karşısında takındıkları tavır alay etme şeklinde oldu. Peygamberimizi dinleyen Ebu Cehil "Ey Ka’b b.Lüey oğulları gelin, toplanın buraya" diye bağırmaya başladı, hadiseyi anlatan Efendimizle alay etme manasında elini başının üzerine koyarak diğer müşriklere önderlik etti. Bir kısmı da koşarak Hz. Ebu Bekir’e gitti ve olayı ona haber verdi. Hz. Ebu Bekir efendimiz “Bunu O mu söyledi?” diye sordu. Onlar da “evet” dediler. Bunun üzerine: “Eğer o söylediyse, ben şehadet ederim ki söyledikleri doğrudur.” cevabını verdi. Onlar: “Bir gecenin içinde onun Şam diyarına kadar gidip tekrar sabah olmadan Mekke’ye döndüğüne inanıyor musun?” dediler. Bu sözlerine karşılık Ebu Bekir efendimiz: “Evet, ben onun daha uzak ihtimalle bakılan sözlerine dahi inandım. Ben onun semadan getirdiği haberlere inanmış kimseyim!” cevabını verdi. Bu sebeble kendisine “Sıddık” lakabı verildi.
Demek ki bu büyük mucize aynı zamanda gerçek müminin imanı için bir mihenk taşı olarak da Efendimiz (as)'a verilmiş bir hediye idi. Çünkü yeni müslüman olmuş bazı sahabeler, müşriklerin şeytanca kandırmaları karşısında irtidat etmişler, imanlarını muhafaza edememişlerdi. Bu gün de zaman zaman müslümanların karamsar ortamlara sürüklendikleri ve din ve davalarının hedefe varmasında şüpheye düştükleri bir vakıadır. İşte Allah'ın güç ve kudretine, kaza ve kaderine inanan müslümanlar olarak sabır ve azimle çalışmak.
Mi'rac mucizesinin Kudüs ve Mescid-i Aksa güzergahında cereyan etmiş olmasında, ayette de belirtildiği gibi, Mescid-i Aksa'nın faziletine delil vardır. Çünkü Rabbimiz, Mescid-i Aksa'nın etrafını bereketli, verimli, feyizli ve mübarek kıldığını haber veriyor.
Mirac, insanoğlunun acziyyetten, ulviyyete yükselmesi; bir insanın ibadetle melekler seviyesine ulaşıp, hatta ileri bile geçebilmesinin ispat edildiği hadisedir. Mirac, dardaki müslümanların tesellisidir. Dolayısı ile olaylar karşısında ye'se lüzum yoktur. Nefislerini ıslah edemeyenler, ibadetlerini yerine getirmeyenler, Miracı anlayamazlar. Miraç gecesinde hediye edilen, Bakara Suresinin son ayetlerinde ve İsra Suresinde bildirilen esaslar çerçevesinde bir imana sahip olamayanlar; hele hele bu gecede farz kılınan beş vakit namazlarını eda edemeyenler, hem Miraç hediyyelerinden nasip alamazlar, hem de dünya ve ahiret saadetine eremezler.
Bu duygu ve düşüncelerle, yeniden Miracı yaşayalım, ibadet ve taatlerimizle Allah'a ulaşalım, hangi inançdan olursa olsun zulme ve haksızlığa uğrayan herkesin kurtuluşu için dualar edelim, bilhassa, İslam coğrafyasında malı, canı, ırz ve namusu ayaklar altında ezilen kardeşlerimizin tez zamanda esenliğe kavuşmaları için, Rabbimize yalvaralım.
DÜŞÜŞ ve MİRAÇ ARASINDA İNSAN
Taha F. Ünal
AddThis Sharing Buttons
2
İmanla, Allah'a intisabla insan, "hadiselerin dağlarvârî dalgaları içinde emniyetle seyeran eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder ve saâdet-i ebediyeyi kazanır." "Beni dünyaya çağırma; ona geldim fenâ gördüm. Bütün eşyâyı mevcûdât, birer fânî muzır gördüm. Vücud desen, onu giydim; âh, ademdi, çok belâ gördüm. Hayat desen, onu tattım; azab ender azab gördüm" diyen gaflet ehline karşı, "Dema gaflet zeval buldu; ve Nûr-u Hak ayan gördüm. Vücud, bürhân-ı Zat oldu: Hayat, mir'ât-ı Hakk'dır gör. Akıl, miftâh-ı kenz oldu; Fenâ, bâb-ı bekâdır gör" inancıyla, saadeti için elzem olan iç dengesini sağlar ve sonra da aile, cemiyet ve insanlık çapında da dengeyi temine çalışır.
İbn Sina, Ruhun Kasidesi'nde insanın yeryüzündeki hayatını şöyle özetler: Neden atıldı böyle yükseklerdeki yuvasından
Nadirin en alttaki karanlık çukuruna ve zindan?
Allah değil mi atan hikmetli bir gaye için.
Gözlerin göremediği, hem de en keskininin?
Terbiye içindir inişi, hikmet dolu, fakat zor:
Bilmediği şeyleri belki böyle öğreniyor..
Kader'dir onu soyan; yıldızı ki, ne zaman
Batar uzaklarda bir yerde, biter her şey o an!
Otlar üstünde çakan bir şimşek parıltısı gibi,
Hiç var olmamıştı veya bir andı sanki...
Gerçekten, "otlar üstünde çakan bir şimşek parıltısı" ya da hadisin ifadesiyle, "bir ağaç gölgesinde birkaç dakikalık bir konaklama anı" keyfiyetindeki dünya hayatında insan için en mühim bir mes'ele, 'hürriyet' meselesidir. Tevhid'in birinci derecede lâzımı olarak Zât-ı Ulûhiyet'in sahip olduğu mutlak istiklâliyet, bütün isimlerinin tecelligâhı kıldığı insanda hürriyet şeklinde yansımaktadır.
Diyalektik materyalizm adlı felsefesi ve komünizm adlı içtimaî sistemiyle tarihin çöplüğüne atılmış bulunan materyalizm ve onun anası mevkiindeki liberalizm, pozitivizm, kaba-mekanik materyalizm ve benzeri maddeci akımlar ne kadar iddia ederse etsin, insanın sırf 'ekonomik' sâiklerle ölümün üzerine yürüyebileceği idrakime hep ters gelmiştir. Ebedî bir hayata, mükâfat ve mücâzata inanmayan insanların, yegâne hedefleri olması gereken dünya hayatını, bu hayatı yaşamanın vasıtaları mevkiindeki 'ekonomik' unsurlara bile bile fedâ edebilecekleri, aklın kabûl edebileceği şeylerden değildir. O halde, bu insanları dünyanın şurasında ve burasında bir zaman hayatlarını fedâya yönelten daha başka faktörlerin bulunması lâzım gelir ki. bu da, mükerrem bir varlık olarak hidayeti arayan insanın, insanlık benlik, hürriyet ve haysiyetinin, düşüş ve mi'rac gel-gitinde dalâlet yönündeki istismarı neticesinde düştüğü fasit daire girdabı içindeki çırpınışı olsa gerektir. Temelde insan ekmeksiz yapabilir ama, hürriyetsiz yapamaz; benliğini kolay kolay fedâ edemez; haysiyetinden vazgeçemez.
İNSANIN ONTOLOJİK KARAKTERİ:
İslâmî terminolojide kâinât, bir 'kitab' olarak mütalâa edildiği gibi, bir 'ağaç' olarak da mütalâa edilegelmiştir; bu manâda, Muhyiddîn-i Arabi'nin ifadesiyle, bir 'şeceretü'l-kevn'dir kâinât. Ağaç, önce bir tohum veya çekirdek halindedir; bu tohum veya çekirdekte ağacın bütün hayalı; kökü, gövdesi, dalları, yaprakları ve çiçekleriyle bütün maddî yanı, yani cismi ve ayrıca 'hayat programı', yani kaderi saklıdır. Tohumun ya da çekirdeğin uygun toprakta ve uygun şartlarda bir ağaç olup meyve vermesi için Yaratıcı tarafından konulan kanunlar, ağacın 'ruhu' mesâbesindedir. Çekirdek veya tohumun toprağa ekilmesiyle, hedef olan 'meyve' istikametinde ağacın hayatı başlar ve neticede çekirdekte başlayan hayat, yine çekirdekte son bulur.
Şeceretü'l-kevn"in asıl varlığı 'ma'nâ'dan ibarettir; nasıl bir yazı veya kitabın asıl varlığı manâsından ibaret olup, harfler ve kelimeler, manânın tezahüründe kullanılan birer vasıta olma haysiyetiyle, silindiklerinde manâ kaybolmayıp, yine varlığını devam ettiriyorsa, aynı şekilde kâinat ağacının asıl varlığı da, manevî keyfiyetiyle Yaratıcının ilminde vardır ve daimîdir. İşte, kökü yukarda olup, dallarıyla aşağıya doğru uzanan yaratılış ağacının manâ kökünde hakikat-ı insaniye yatar. Bu hakikatin madde âleminde insan olarak tecellîsinin üzerinden çok uzun bir süre geçmiş (İnsan Sûresi: 1) ve bu süre içinde Arş, Kürsî, melekler ve Ceberût, Lâhût ve Misâl Âlemi gibi âlemler ve bilâhare Şehadet Âlemi'nde göklerle yeryüzü, yeryüzünde de 'mâdenler (elementler), bitkiler ve hayvanlar', yokluk karanlığında Esmâ-i İlâhî'nin tecellileriyle varlığa ermişlerdir.
Nasıl yazarın zihnindeki manâyı dışta gösteren maddî harf ve kelime kalıplarından teşekkül eden yazı, yazarını bir bakıma tanıtırsa, -teşbihte hatâ olmasın -İlm-i İlâhî üzerinde irade ve Kudret-i İlâhiyenin tecellileriyle haricî varlık kazanan yaratıklar da, Yaratıcı'yi tanımada (ma'rifet) birer işâret (âyet) olma mevkiindedirler. Dolayısıyla, bu âyetlerin işareti altında ma'ritet-i İlâhiyyeye ulaşacak şuurlu bir varlığın bulunması, yaratılıştaki hikmetin icabıdır. Melekler, her ne kadar belli mertebelerde ma'riret-i İlâhiyyeye mazhar olsalar da, bu mazhariyet, bütün esmâ ve sıfât-ı ilâhiyyenin tecelligâhı olabilmeyi içine almamaktadır; çünkü, melekler saf rûhânî varlıklar olarak, irâde ve Meşîet-i İlâhiyyeden gelen, iyi ve kötü arasında seçim ve tercihte bulunma manâsında irâdeden mahrumdurlar; ayrıca, hakîkat-ı eşyâyı kavrama ve eşyanın âyet olma keyfiyetinden istifâdeyle ma'rifete ulaşma noktasında belli bir ilmî nâkîsa noksanlık içindedirler. Bu bakımdan, yaratılıştaki hikmet, şeceretü"l-kevn'in hedefi, yani meyvesi olarak, ilim ve irade dahil bütün Esmâ-i İlâhîye mazhar bir varlığın zaman çizgisinin son halkasında ortaya çıkmasını gerektirmiştir ki, bu varlık, insandan başkası değildir. Ve manâ kökünde hakikat-ı insaniye ile başlayan yaratılış ağacı, madde âleminde meyve olarak yine insanı vermiş ve yaratılış, insanla hedefine varmıştır.
İzahına çalıştığımız esrarlı yaratılış gerçeği, insanı ilmî ve irâdî üstünlüğe sahip bir normo-âlem yapmıştır ve kâinât ağacının hem çekirdeği, hem meyvesi olarak, kâinatta ne varsa, misâl-i müsağğarı (küçültülmüş-yoğun misâli) ile insanda da vardır. Rûhaniyetiyle meleklerin, hattâ daha da ötesinin, hâfızasıyla Levh-ı Mahfûz'un, tabiatı ile kâinattaki unsurların (hava, su, ateş ve toprağın), duyularıyla yıldızların, vesvesesiyle cin ve şeytanların veya nefs-i emmâresiyle şeytanın.. yakalama gücüyle arslanın, kiniyle devenin, kurnazlığıyla tilkinin, yırtıcılığıyla kurdun, hırsıyla farenin... karşılığıdır o.
Evet, insanda bir yanda melekleri de aşan duru, saf ve ruhânî bir cihet, bir yanda da "dünyanın çocuğu" olması itibariyle elementlere, bitkilere ve hayvanlara bakan bir başka cihet vardır. Dünya hayatını yaşaması için yeme, içme ve tenâsül gibi fonksiyonların menşei kuvve-i şeheviye kuvvet kullanma, bir öfke, tecavüz ve müdâfaa gibi fonksiyonların kaynağı kuvve-i gadabiye ve bütün bunların üstünde kuvve-i akliye verilmiştir ona.
İnsan, ayrıca acelecidir, -tabir yerindeyse- peşincidir, nankördür, unutkandır, neyi nereye koyacağını bilemez, yani zâlimdir, cedelcidir, câhildir; hayır ve şerrin, iyilik ve kötülüğünün nerede olduğunu bilemez ve çok zaman şerre talib olur. Sonra, yaşamak durumunda olduğu dünya hayatı temelde bir oyun ve eğlenceden ibarettir; çoğaltmanın ve dünyalık mallarla karşılıklı övünmenin hayatıdır. Ve bu hayatı yaşamanın vasıtaları olan mukabil cins, evlâd, altın, gümüş, para, kazanç, ekin ve bineklere karşı büyük bir tutkusu vardır insanın. Nasıl bütün bu menfilikler, kendileriyle mücadele ede ede tekâmül basamaklarını en zirveye kadar tırmansın diye Yaratıcı tarafından kasden yaratılış hamuruna katılmışsa, aynı şekilde, kendisine verilen kuvveler de aynı maksatla sınırlandırılmamış ve hepsinin üstünde, kendisini hep menfiliklere çeken ve kuvve ve istidatlarını serler yönüne kanalize etmeğe çalışan nefs-i emmâre ve şeytan gibi iki müdhiş şer güç de irade ve rûhu üzerine musallat kılınmıştır.
DÜŞÜŞ ÇİZGİSİNDE İNSAN:
Hilaire Belloc. "Avrupalı geçmişimizin hangi alanında araştırma yaparsak yapalım, ikibin yıl Öncesinden şimdiye kadar bütün toplumun dayandığı tek bir müessese görürüz. Bu temel müessese, köleliktir" der.
Gerçekten muharref Hristiyanlık, insanı, taşıdığı bilme arzusunu hiçbir işe yaramayan, düşüncesini de ma'rifet ve muhabbetullahdan uzaklaştıran faydasız ve boş hevesler telâkkî etmekle bilmekten; arzın semâvî değer ve vasfını bütünüyle 'dinî' keyfiyetteki kilise, manastır ve üniversitelere vermekle 'tabiat'tan, Allah karşısında iradesine hiç yer vermemekle (fatalizm) hür iradeden ve 'kefaret' inancıyla da gerçek iman ve amelden koparıyor, ayrıca 'ilk günah' doktriniyle, onu daha doğuştan kirli ve günahkâr kabûl ederek, karamsarlık ve ümitsizliğin içine itiyordu. Bütün bunlara, Roma'nın resmî dini haline gelmekle Roma"ya hizmetin kendisine hizmet şeklini alması ve Şarlman'la birlikte imparator-papa ittifakının gerçekleşmesi neticesinde Roma idare sisteminden gelen aristokratik ve zalim idarecilerle aynîleşmesi de eklenince, Hristiyanlık, zulme ortak ve siyâsî hürriyeti de gasbeden bir mâhiyete bürünmüş oluyordu.
Buna karşılık, Rönesans hareketi, nasıl Hristiyanlığın şekil verdiği eşyaya bakış, dünya görüşü, hayat, insan ve san'at anlayışını karşısına almışsa, Reform hareketleri de, doğrudan kilisenin temsil ettiği Hristiyanlığa cephe aldı. İnsanı bîçâre, iradesi felç, doğuştan kötü ve ümitsiz bir varlık olarak gören katolik hristiyanlığa karşı Reform hareketlerinin doğurduğu protestan hristiyanlık, ona bu mevzûlarda hiçbir hürriyet bahşetmemekle kalmadı, bilakis, Max Weber'e göre, doğuştan kötü ve kurtuluşu için ameli hiçbir işe yaramayan zavallı bir varlık olarak telâkkî ettiği insanı, tamamen kendi dışında ve önceden belirlenen kurtuluşun göstergesi olarak çalışmayı kabûl etmekle, mütemâdiyen çalışmanın ve neticede kazanıp biriktirmenin mahkûmu bir varlık yaparak, boynuna, zamanla kalınlaşacak ve paslanacak yeni bir zincir daha takmış oldu.
Batıda Rönesans'tan sonra, Aldous Huxley'in 'cesur, yeni dünyası' kuruldu. "CH3C6H2(NO2)3-Hg(CNO)2" türü formüllere dayanan ve formüllerle anlatılan bu dünyada insanlar, Pavlovian şartlandırma odalarında cemiyetin yapısına ve yeni kıymet hükümlerine göre Alfa, Beta, Gama, Delta, Epsilon gibi sınıflar halinde şartlandırıldı. Her şeye rağmen babalar, anneler, sadık ve vefakâr eşler, amcalar, tezyeler, dayılar, aşk, sevgi, fedâkârlık, diğergâmlık, iffet, nâmus gibi duygu ve değerlerle dolu eski dünya, 'Ford'un bütün haçların başını kesip 'T' modelini bulmasıyla sona erdi. Din, ahlâk, düşünce, san'at, az üretim ve paylaşma vardı eskiden; bütün bunlardan kurtulan (!) yeni dünya tüketim, eğlence ve istikrar temelleri üzerine oturtuldu.
Evet, insanın omuzları üzerindeki insanlık benlik hürriyet ve haysiyetinden müteşekkil insanlık emaneti öylesine ağır bir yüktür ki, insanın aklı, irade-i cüz'iyesi ve kuvveti bunu çekmeğe yetmez. Bugün, bilim adamlarının kılavuzluğunda mühendislerin kurduğu yenidünyada insan dev kentlerde yaşamakta olup, fabrikalar kurmuş, bürolar açmış, okullar yapmış ve her türden eğlence vasıtaları icad etmiştir. Oturduğu evler ve çalıştığı bürolar, temiz ve aydınlıktır. Isıtma ve soğutma cihazları, ısıyı istenilen seviyede tutabilmekte, güneş ışınlarının girmediği yerlerde ultraviyola ışınlar istenilen ışığı sağlamakta, hava değişimlerine karşı her türlü tedbirler alınmış bulunmaktadır. Artık ne eskiden olduğu gibi soğuk fırtınalar bağrında şaklamakta, ne de boğucu sıcaklar kendisine ter banyosu yaptırmaktadır. İşine gider veya evine dönerken ayaklarını kullanma zahmetine de katlanmamaktadır artık insan. Mesâfeler kısalmış, yeryüzünün iki ucu arasındaki nakil ve haberleşme, akıl almaz buudlara ulaşmıştır. Geniş yollar, süslü-konforlu evler, soğutucular, çamaşır makinaları, her türden elektrikli ev aletleri, banyo salonları... yalnız şehirlerde değil, köylerde bile modern insana 'zafer' şarkıları söyletmektedir; eskiye ve 'tabiat'a karşı verilen yüzlerce yıllık kavganın neticesinde elde edilen zafer şarkılarını!..
Bütün bunları yapmıştır insan ve daha çok şeyler de yapacaktır. Ama benliğinin sırlarını çözememiştir; geniş planda kâinatın, dar planda kopmaz bağlarla bağlı bulunduğu tabiî çevrenin bir parçası olduğunu kavrayamamıştır; Geothe'nin Mefistosu'nun ifadesiyle, herhangi bir canlıyı tanımak istediğinde, ilk iş olarak onun ruhunu kovar kale gelmiştir. İkbal'in o çok yerinde tasviriyle, "tabiatın leşine üşüşen ve her biri bir et parçasını kapıp kaçan bir akbaba sürüsüne benzeyen" tabiî bilimler, artan sun'î ihtiyaçları karşılamak için geliştikçe gelişmiş, fakat insan, bir otu, sineğin kanadını, tek bir canlı hücreyi bile yapamayacak acziyette olduğunu idrak edememiştir. Kimi zaman dünyayı akıldan, göğü duygudan ve varlığı manâdan yoksun ve intiharla fedâkârlığı aynı görerek, kendisini "dünya çölüne fırlatılmış gayesiz bir taş" gibi telakki etmiş, hayatın tehdit ve endişelerinin bir arada yaşama ve işbirliği ile giderilebileceği zehâbına kapılmış, ama maddeciliği ve ferdiyetçiliği buna da imkân tanımamıştır. Allah karşısında "Sen Sensin, ben benim" şeklinde ortaya koyduğu benliğini, neticede eşyaya, hürriyetini sınır tanımaz arzularına ve önceden doğmuş olma, açıkgözlülük, rahat yalan söyleyebilme, zenginlik gibi birtakım 'imkanları' kullanıp, ekseriyet üzerinde kurdukları zulüm, gasp ve haksızlığa dayalı otoritelerini 'parmak hesabı'yla devam ettirmek isteyen dolayısıyla hakikati kemiyet ölçüsüne vuran düzenbaz bir azınlığın eline, haysiyetini ise tüketim, lüks hayat ve faydacılığa teslim etmiştir. Bundan daha tabiî bir şey de olamazdı fıtrattan kopan, Allah'a kulluktan uzaklaşan insan için. Kur'ân-ı Kerim, bu tür insanı "ehli hayvanlar gibi hattâ daha da yol bilmez, daha da güdülmeğe muhtaç" olarak tavsif etmektedir. Nitekim, bugün batıda insan, "sorumlu bir hayvan, simgeleştiren hayvan, devrimci bir hayvan, sosyal bir hayvan, iki yüzlü bir hayvan, hayal kuran hayvan.." gibi, hep hayvan olarak tarif edilmektedir.
Allah'a kulluktan uzaklaşmakla kendini bulacağım, Erich Fromm gibi psikanalizcilerin iddiasıyla "kendini gerçekleştireceğini" ve gerçek hürriyetini elde edeceğini sanan insan, fıtrî gerçeklerden kaçamamış ve içindeki ibadet etme ihtiyaç ve duygusunu giderememiştir. Erich Fromm'un da itiraf ettiği üzere, modern insanın dış görüntüsünün altında ferdileştirilmiş yığınla ilkel inanç şekli vardır. İlkel insanın dini diye küçümsediği pek çok putları ilahlaştırmış durumdadır modern insan. Her bir sebep, her bir arzu, nefsin her isteği bir ilâh mesâbesindedir onun için. Fetişizm, totemizm, ritüalizm, kendini bir partiye ya da devlete adama, kişileri putlaştırma onun dininin çeşitli vecheleridir. Bu dinde güya peygamber yoktur ama, peygamber yerine konan politikacılar vardır, sporcular vardır, aktörler vardır, modacılar vardır. Kendi hayatına kendisinin yön verdiğini sanan modern insan, kitle haberleşme vasıtalarının ve onları kullanan bir avuç mütegallibenin programlanmış robotundan başka bir şey değildir. Bankalar, sinemalar, üniversiteler, gece kulüpleri, spor sahaları, fabrikalar... bu 'dinin' mabedleridir.
İnsan insanın kurdu ve insan, insandan kopuk hale gelmiştir bugün. İnsanlar arası münasebetler, insanî ve doğrudan münasebetler olmaktan çıkmış ve karşıdaki insanı bir alet, düşman veya rakip telâkki etmekten kaynaklanan bir keyfiyete bürünmüştür. Her türlü içtimaî ve insanî münasebetlerde pazar veya piyasa kanunları geçerlidir artık. Sermaye sahibi, bir makineyi kullanır gibi kullanmaktadır emrindeki insanı. Tüccar, müşterisini ihtiyacı karşılanacak gerçek bir şahıs olarak değil, istismar edilecek bir nesne gibi görmektedir. Bir kısım malları sattığı gibi, kendisini de satmaktadır modern insan. El işçisi bedenî enerjisini, iş adamı, doktor, büro memuru şahsiyetini satmakta; "mesleği ne?", "kaç parası var?" sorularına verilen cevaplar, kişinin değerini ortaya koymaktadır. Benlik duygusu, yalnızca başkalarının kişi hakkında düşündüklerini ifade etmektedir. Kimse tarafından beğenilmeyen insan, yok demektir.
Dün, ailesi, kardeşleri ve kabilesiyle bir arada yaşayan insanın yerini, bugün, güçsüzlüğünü yenmek için ya sendikalara, ya tekelci sermayenin gücüne, ya silahların gölgesine, ya da daha başka şeylere sığınan insan almış bulunmaktadır. Beynelmilel şirketler, daha fazla kazanmak için tüm insanlığı alabildiğine kemirmekte, kocaman mağazalarda kaybolan insan, şehrin kalabalıklığı içinde basit bir eşyadan daha değersiz görülmekte ve apartmanlarla gökdelenler arasında yok olup gitmektedir. Artık radyonun, televizyonun, teybin sesi onun konuşmasına imkân tanımamakta, hislerine hitab eden reklâmlar, bir yandan tüketimi kamçılarken, bir yandan da zevk ve tercihini tayin etmektedir.
Evet, bu sefer İlâhiyat değil de, modern bilimleri okumuş yeni bir 'Faust'u oynayan modern insanı ne 'çağdaş' san'atlar, ne kılık değiştiren içtimaî-siyasî sistemler, ne eksiztansiyalizm ve yapısalcılık gibi felsefeler, ne sınıf şuuru, ne üstün ırk teorisi, ne sınıfsız toplum idalleri, ne yeni düzen-yeni dünya hayalleri, ne de dinmek bilmez tahripkârlığı doyurabilmektedir. Böyle bir vasatta Selâm Lucifer, Şeytanın Köleleri, Şeytan ve Kutsal Kitabı, Şeytanların Dünyası gibi best-seller olan kitapların ifade ettiği şeytana tapma, ruh çağırma ve tenâsüh gibi sapık akımlar, falcılık, büyücülük gibi sözüm ona mistik hareketler ve yüzbinlerce Avrupalı ve Amerikalının uğraştığı sahte "gizli" bilimler, hiçbir zaman gerçek Din'in yerini alamayacak ve insanî benliğini, hürriyetini ve şahsiyetini kaybetmekle esfel-i sâfilîn'e düşen modern insana, gerçek insanlık semâsına urûc imkânı vermeyecektir.
FITRÎ GERÇEKLER VE İNSANIN Mİ'RÂCI
İbn Sina'nın başta verdiğimiz kasidesinde ifade edildiği gibi, insan terbiye için yeryüzündedir ve yine bunun için kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliyesi sınırlandırılmamıştır. Nefis ve şeytan, bu kuvveleri ifrat ve tefrit, yani fücûr ve hümûdet, tehevvür ve cebânet, cerbeze ve hamâkat noktalarına çekip, insanı, sonu gelmez tutkularının, biri giderildikçe binlercesine kapı açan tatmin edilemez ihtiyaçların, hevâ ve hevesinin ve kendisi gibi insanların kölesi kılıp (modern dünyada her köle, modem şartlarda kendi üstünde bir kölenin de kölesidir), ehlî hayvanlardan daha yol bilmez ve güdülmeğe mahkûm zavallı bir mahlûk haline getirme gayreti içindedir. Dünya hayatı, nefis ve şeytanın bu tür gayretlerine karşı insanın, sözünü ettiğimiz üç kuvvesini ruhâniyetinin desteğinde iffet, şecaat ve hikmet dengesine çekip insanî miracını gerçekleştirme yönündeki mücadele ve mücâhedesinin deveranıdır. Hayat, bu mücadele ve mücahedenin kutlu çileleri, mukaddes ızdırapları ve inciden terleriyle güzeldir. Düz yolların verdiği bir tad yoktur insana; güçlükle, sabırla, azim ve iradeyle tırmanılan yokuşların sonunda inişler görüldüğü zaman alında birikmiş terleri silmenin verdiği hazzı, inişler hiçbir zaman veremez. Kışın şiddeti olmasa, bahar tad vermez; baharın tohumlarını sinesinde saklayan ve besleyip büyüten de esâsen kışın karları, yağmurları ve soğuklarıdır.
İnsan, yeryüzüne teşrifinde hayat şartlarını ve kendi yapısını tamamen yaşamaya muvafık bulur. Hemen yanı başında cemâdât, nebâtât ve hayvanâtın vazifelerini yaptığını ve neyi, niçin yaptıklarının şuurunda olmasalar da, yaptıklarından herhalde kendilerine göre bir zevk aldıklarını görür. Bu üç âlemden alttakinin üsttekine basamak ve üsttekinin alttakini kuşattığını farkeder ve bu üç âlemin, ayrıca zerrelerin ve kendi hücre ve âzâlarının hem kendi içlerinde, hem de çevreyle lam bir tesânüd ve yardımlaşma içinde olduklarını anlar. Bakışlarını yakın çevresinden uzak çevresine kaydırdığında güneşin her gün doğup battığını, gündüzlerle gecelerin şaşmaksızın birbirini takip ettiğini, yerden buhar olup yükselen suların 'rahmet' halinde yeniden yeryüzüne indiğini: ayrıca, güneşle ayın yeryüzüne ve birbirlerine karşı milimetrik ayarlanmış mesâfesini ve kâinattaki müthiş ve şaşmaz dengeyi müşâhede eder ve bütün bunların mutlak bir irâde tahtında belli bir hedefe yönelik kılındığını sezer. Sonra, hayat denilen ve sırrını modern bilimin çözemediği ve hâl-i hazır tavrıyla çözemeyeceği karıncanın yerküreden, arının dağlardan daha büyük olmasına sebep esrarengiz kuvveti idrake çalışır.
Ardından kendine yönelir insan. Bakar ki, kendine mâlik değil; bedeni tamamen iradesi dışında çalışıyor. Doğumunda, ölümünde, doğum-ölüm yer ve tarihlerinde, renginde, ırkında, şeklinde, cinsiyetinde, mizaç ve fıtratında hiç dahli yok. Nebatî ve hayvani yönleri var, ama nebat da değil, hayvan da. Geçmişin elemleri, geleceğin endişeleri kendisini sarstığı gibi, korkuları ve sevgileri, arzuları ve emelleri, vicdanının baskıları ve iyi-kötü arası iç mücadelesi onu hiç bırakmıyor. Sonra, cemiyet halinde yaşamaya ve bu yaşamanın gereği kendini sınırlamaya mecbur. Fıtratına konmuş cihanşümul kıymet hükümleri var. Evet, yalnızca bedeninden ibaret olmadığı gibi, nebatî ve hayvânî yanlarından da ibaret değil. Duyguları, iç fakülteleri, lâtifeleri, idealleri, rüyaları, hayâlleri.. Dengelenmesi gereken kuvveleri; aczi, za'fiyeti ve ihtiyaçları... Yaratılış ağacının meyvesi olduğundan, ağacın tamamı, yani kâinat emrine müsahhar kılınmış; o olmasa, yaratılış hedefine varmış olmayacak ve her şey manâsız kalacak; ama, kudreti, elinin uzandığı yerden öte geçmiyor... Ölümü öldüremiyor, beka arzusunu yok edemiyor; her türlü teknik imkânlara ve göz kamaştırıcı (veya, göz boyayıcı) başarılarına rağmen bir otu yaratamıyor; aya, güneşe, fırtınalara söz geçiremiyor. Ve, "kimsin, necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun, bu dünya yolculuğunda rehberin kim?'" soruları kendisini sürekli meşgûl ediyor.. Ve bu insan, modern yeni dünyada insanlığını unutmak, benlik, hürriyet ve haysiyetinden tamamen vazgeçmek için ihtiyaç girdapları içinde yuvarlanıyor, maddî hayatını daha bir yoluna koydukça iç boşlukları artıyor; sporda, sefahette, tahripte, giyimde, batıl inançlarda.. tatmin arıyor ama heyhât!.
Belli ki, insanın dünyaya gönderilmesinde ve yaratılış ağacının meyvesi kılınmasında bir gaye var; insanın bu gaye yerine geçirmeğe çalıştığı bütün diğer sözde gayeler, onun iç girdabını derinleştirmekten başka bir fonksiyon görmüyor. Dolayısıyla, insanlığı, hürriyeti ve haysiyeti, sadece Yaratan'a kulluktan geçiyor. Öyle bir kulluktur ki bu, insanı Mutlak Kudretin kudretiyle kadir, Mutlak Âlim'in ilmiyle âlim, Mutlak Hayy'ın hayatıyla din, Mutlak Bir'in birliğiyle hür ve Mutlak Azîz'in izzetiyle azîz kılar.. Allah'a kul olabildiği ölçüde başka her şeyin kulluğundan ve köleliğinden kurtulan insan, Allah karşısında birliğini zaaf ve aczini idrak ettikçe de, O'nun kudretiyle kudret, ğınasıyla zenginlik bulur; çünkü, sadakalar, ancak fakirler içindir. İmanla, Allah'a intisabla insan, "hadiselerin dağlarvârî dalgaları içinde emniyetle seyeran eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder ve saâdet-i ebediyeyi kazanır." "Beni dünyaya çağırma; ona geldim fenâ gördüm. Bütün eşyayı mevcûdat, birer fânî muzır gördüm. Vücud desen, onu giydim: âh, ademdi, çok belâ gördüm. Hayat desen, onu tattım: azah ender azab gördüm" diyen gaflet ehline karşı, "Dema gaflet zeval buldu; ve Nûr-u Hak ayan gördüm. Vücud, bürhân-ı Zat oldu: Hayat, mir'ât-ı Hak'tdır gör. Akıl, miftâh-ı kenz oldu; Fena, bâb-ı bekâdır gör" inancıyla, saadeti için elzem olan iç dengesini sağlar ve sonra da aile, cemiyet ve insanlık çapında da dengeyi temine çalışır.
Evet, insanın miracı da buradadır işte.
Literatür:
Kur'ân-ı Kerim.
A!exis Carrel, insan Denen Meçhul.
Yarınlara Doğru,
Aldous Huxley, Braye New Worl.
Abdülkerim El-Cîlî, İnsan-ı Kamil.
Christopher Dawson, Batının Oluşumu.
Jean Dufour,İdeoloji ve İktisadî Hayat.
Erich Fromm, Hürriyetten Kaçış.
Kendini Savunan İnsan.
Psikanaliz ve Din.
Rene Guenon, Modern Dünyanın Bunalımı,
Muhyiddin İbn Arabi, Şeceretü'l-Kevn.
Atâullah İskenderf,Hikmetler Kitabı
Lahbâbî, Millî Kültürler ve Medeniyet,
M. Abdülfettah Şahin, Buhranlar Anaforunda İnsan.
Cağ ve Nesil
Yitirilmiş Cennete Doğru
Said Nursî, Sözier, Lem'alar
Martin Lings, Antik İnançlar Modern Hurafeler.
Seyyid Hüseyin Nasr, Three Müslim Sages,
Man and Nature,
İslâm ve Modern İnsanın Çıkmazı.
M. Tevfik Özcan, Angoisse.
Giovanni Scognamillo, Batının İnanç Temelleri.
Vercors. İnsan ve İnsanlar.
Raymond Aron, Sanayi Toplumu.
Miraç Işığında İdeal Toplumun Nitelikleri
Prof. Dr. Muhittin Akgül
AddThis Sharing Buttons
1721
Ahlâk ve fazilete dayanmayan, akıl ve vicdan havuzlarından beslenmeyen medeniyet, insanlığın mutluluğuna değil, sadece birkaç zengin, birkaç da hevâperestin heveslerine hizmet eden gelip geçici bir şehrâyindir.
Karanlıkların en koyusunun yaşandığı bir zaman diliminde insanlara rehber olarak gönderilen Yüce Resûl (sallallahü aleyhi ve sellem), Mekke döneminin ilk yıllarında öncelikle inanç esaslarına ağırlık vermiştir. Mekke döneminin sonlarına tekabül eden yıllarda, Kâinatın Yaratıcısı, yeryüzünün Efendisini (sallallahü aleyhi ve sellem) Mi’rac yolculuğuna çıkarmış, bu yolculukta bütün insanlar adına O’na kendi âyetlerinden göstermiş, yepyeni ilke ve düsturlarla yeniden insanların arasına göndermiştir. O güne kadar belki de henüz bir toplum diyebilecek sayıda insan olmadığından, belli temel meselelere değinilirken, hiçbir varlığa nasip olmayan bu kudsî seyahatten sonra, temel toplumsal kurallara vurgu yapılmaya başlanmıştır. Zîrâ artık belli bir sayıya ulaşan ve toplum hâline gelen ashabın, İslâm’ın diğer ilkelerine de ihtiyaçları ortaya çıkmaya başlamıştır. İşte bu temel ihtiyaç ve ilkeler, içinde İsrâ-Mi’rac hâdisesinin de anlatıldığı İsrâ Sûresi’nde topluca zikredilmektedir.
Mi’rac seyahatinden dönerken Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetine, hediye olarak beş vakit namazı, Bakara Sûresi’nin son iki âyeti olan Âmene’r-Rasûlü’yü ve ümmetinden Allah’a şirk koşmayanların Cennet’e gidecekleri müjdesini getirmiştir.
Yüce Mevlâ bu seyahatte aynı zamanda Eşsiz Resûlü’ne (sallallahü aleyhi ve sellem), önemli toplumsal kurallara uymayan insanlara vereceği cezaları da göstermiştir. İşte uyulması gereken bu önemli kurallar da aynı zamanda İsrâ Sûresi’nde zikredilmiştir.
Merhale merhale inen Kur’ân âyetleri, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) bu seyahatinden sonra ideal bir toplumun temel ilkelerini ikame etmeye başlamıştır. Bu ilkeler öyle ilkelerdir ki, incelendiğinde de görüleceği üzere, kıyamete kadar gelecek ideal toplumların da vazgeçilmez kurallarıdır. Hattâ bu kurallar, sadece Ümmet-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) için değil, Hz. Musa’nın İsrailoğullarına getirdiği “on emir”le de benzerlik göstermektedir. Benzerdir, zîrâ temelde bütün peygamberlerin davası aynıdır. İşte bu makalede, bir anlamda İsrâ-Mi’rac yolculuğunun da bir hediyesi olarak kabul edeceğimiz ideal toplumun temel ilkeleri, (İsrâ 22-39. âyetleri çerçevesinde) kısaca ele alınacaktır. Bu ilkelerden birincisi:
1. Allah’a Şirk Koşmama “Sakın Allah ile beraber başka tanrı edinme, yoksa yerilmiş, bir kenara itilmiş vaziyette kalırsın.” (İsrâ 17/22) buyrulmuştur. Bu âyette Cenâb-ı Hakk’a şirk koşmak yasaklanmaktadır. “Müşrik” Arapçada “eşreke” kelimesinin ism-i fâili olup, bir şeye ortak koşmak, Allah’a eş koşmak, Allah'la beraber birtakım putlara tapmak gibi anlamlara gelmekte (İsfahanî, Müfredat, s.259-260) olup, ıstılahta ise; açıktan açığa Allah’a ortak koşan, birden fazla ilâh olduğu kanaatini taşıyan kimselere denir. (Elmalılı, Hak Dini, 2/94)
Burada İslâmî bir topluma sunulan ilk kural, Allah’ı birleme ve O’na şirk koşmamaktır. Kur’ân-ı Kerim’de Allah’a şirk koşmak yasaklanmış, sapıklık olarak kabul edilmiş, büyük bir zulüm ve günah olduğu, şirk koşana Cennet’in haram kılındığı, şirkin, bütün amelleri boşa çıkaracağı, şirk koşanların asla affedilmeyecekleri ve ortak koşulanların hiçbir şeye güçlerinin yetmediği belirtilmiştir.
2. Allah’tan Başkasına Kulluk Etmeme İkinci kural ise insanların yalnızca Allah’a kulluk yapmalarıdır. “Rabb’in şöyle buyurdu: Allah’tan başkasına ibadet etmeyin..” (İsrâ 17/23) âyetiyle, Cenâb-ı Hakk’a inancın en önemli bir rüknü olan tevhid anlatıldıktan sonra, imanın akabinde dinin en önemli esası olan kulluğa vurgu yapılmıştır. Zîrâ kulluk ulaşılması gereken en yüce zirvedir.
“Allah’tan başkasına ibadet etmeyin” beyanı, Allah’a ibadetle meşguliyeti ve O’nun dışındakilerden sakınmayı ihtiva eder. Zîrâ ibadet, saygının zirvesidir. Buna da Allah’tan başkası layık değildir. Çünkü bütün nimetlerin, hayatın, varlığın, hâsılı her şeyin kaynağı ve sahibi O’dur. Âyette ilk önce Allah’a ibadet tavsiye edilmekte, ibadet gönüllerde tam olarak yerleşince, ferdî ve içtimaî prensiplere geçilmektedir. Zaten Allah inancı ve O’na kulluk görevi yapmayan insanlardan, diğer hususların beklenmesi oldukça zordur.
Bütün nimetlerin sahibi Yüce Allah olduğundan, kulluk da ancak O’na olmalıdır. Zîrâ Allah Teâlâ katında imandan sonra en yüce mertebe kulluktur. Ondandır ki, Kâinatın Efendisi’nin (sallallahü aleyhi ve sellem) Mi’rac gibi mucizevî bir yolculuğu anlatılırken başka vasfı değil de özellikle kulluğuna vurgu yapılmıştır. Nitekim Mevlâna Hazretleri de kulluğun en büyük bir pâye olduğunu: “Kul oldum, kul oldum, kul oldum. Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzâd olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.” sözleriyle ifade etmektedir.
Son nefese kadar kulluk, insanın yapması gereken en önemli görevidir. Allah’a kulluktan kaçanlar, başka şeylerin kulu kölesi hâline gelirler. Aynı zamanda Allah’a kulluktan kaçmak veya kullukta kusurlu olmak, toplumların başına nice felaketler de getirmektedir.
3. Ana-Babaya İyilik Üçüncü ilke ana-babaya güzel muamele etmektir. Kur’ân-ı Kerîm’de çoğu yerde Cenâb-ı Hakk’a kulluktan sonra ana-babaya iyilik emredilir ki, bu oldukça önemlidir. Aslında insanın varolmasında gerçek sebep Allah Teâlâ’dır. Fakat zâhirî esbap açısından ana-babadır. Bunun yanında insanın terbiyesi, güzel bir ortamda büyümesi, engin şefkat ve merhamet atmosferinde neş’et etmesi ana-baba sayesindedir.
Kur’ân-ı Kerîm değişik âyetlerinde, insanların anne-babalarına karşı takınmaları gerekli olan davranışlar üzerinde durur ve onları bu hususta teşvik eder. Kur’ân’ın, insanları çocuk ve torunlara karşı değil de, özellikle anne-babaya karşı saygıya, sevgiye ve onlarla ilgilenmeye teşvik etmesi, insanın fıtratında olan bir eksiklikten dolayıdır.
İnsanlar, ellerinde olmayarak, sevgi ve muhabbetlerini, kendi çocuklarına, yeni ve gelecek nesle bağlarlar. İhtimamlarını geriye doğru yönlendirdikleri pek azdır. Yolcu durumunda olan ve kendilerine hayatı kazandırmış bulunan ana-babaları seyrek hatırlarlar. Bunun içindir ki, evlâtların geriye doğru dönüp, ana ve babalarına yakın alâka göstermelerini temin için, vicdanlarını coşturmaya ihtiyaç görülmüştür.
Baba ve annenin, evlâtların üstüne titremesi, insanın fıtratında vardır. Onlar için her türlü fedakârlığı esirgemez. Hattâ yeri geldiği zaman, canını bile feda etmekten çekinmez. Evlâda gelince, onlar kendilerine yapılanları kısa bir zamanda unutuverirler. Yönleri istikbale dönüktür. Hanımlarını, çocuklarını ve gelecek nesillerini düşünürler... Ve hayat böylece akıp gider... İşte bunun içindir ki, anne ve babaların evlâtlarına ihtimam göstermeleri için tavsiyeye ihtiyaç hissedilmez. Böyle bir tavsiye ve emre ihtiyacı olan evlâttır. Bunun için de anne ve babalarına karşı vazifelerini hatırlamaları için vicdanlarının kuvvetle coşturulmasına ihtiyaç vardır. (Kutup, Fî Zilal, 4/2221)
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), müşrik dahi olsalar anne-babaya iyi davranılmasını öğütlemiş (Buhari, Hibe 28), anne-babaya yapılan iyiliklerin günahlara karşı kefaret olduğunu müjdelemiş (Tirmizi, Birr 6), vatanı korumak için savaşa giden bir sahabiye izin vermeyerek anne-babasının ihtiyaçlarını görmesini tavsiye etmiştir. (Nesai, Cihad 6).
İnsan küçükken âciz, zayıf ve muhtaç olduğu gibi, ana-baba da aynı duruma düştüklerinde, öf bile dememeli, asla azarlamamalı, tatlı söz söylemeli, onlara karşı oldukça mütevazı olmalı ve Cenâb-ı Hakk’a, onlara merhamet etmesi için dua etmelidir.
4. Akrabaya-Yoksula ve Yolda Kalmışa İyilik Etme “Yakınlarına, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver” (İsrâ 17/26) Kur’ân, ana-babaya iyilikten sonra, çemberi genişleterek işin içine akrabayı, yoksulu ve yolda kalan kimseleri de katmakta, böylece âdeta bütün insanlar arasında bir bağ kurmaktadır.
Yakınlardan maksat, anne-baba, kardeş gibi yakın ve diğer uzak bütün akrabalardır. “Miskin”den maksat; ihtiyaç içerisinde olan herkes bu kelimenin içine girer. Yolda kalmış ise, memleketinde zengin olsa bile, başka bir yerde muhtaç konumuna düşen kimsedir.
İslâm, toplumda sıkı birlik ruhu ortaya koyarak, dertleri paylaştırmak ve toplumsal dayanışmayı uygulatmak suretiyle mutlu bir ortam hazırlamıştır. Birbirinin yardımına koşan, derdiyle ilgilenen bir toplumda da zaten saadetten başkası beklenmez. Böyle bir toplumda zengin-fakir kardeş olur, fakirin gözü zenginin malında olmaz ve zengin de verdiğinden dolayı bir üstünlük taslamaz. Zîrâ o bilir ki, vermiş olduğu şeyler, aslında kendisine emanet olarak verilen fakirlerin hakkıdır.
5. Saçıp Savurmama “Sakın saçıp savurma. Çünkü savurganlar şeytanların kardeşleri olmuşlardır.”(İsrâ 17/26). İnsanın sahip olduğu her şey Allah’ındır ve insan için bir emanettir. Bu emaneti kullanan mü’min, gerek kendisi, gerek ailesi ve gerekse başkaları için harcamada bulunurken vasat olmayı unutmaz.
İsraf ve saçıp savurma, kanaatsizliği netice verir. Kanaatsizlik ise, çalışmanın zevkini kırar, insanı tembelliğe atar, mütemadiyen şikâyet ettirir. İnsanın izzetini zedeler, dilencilik yolunu gösterir. Kur'ân, her konuda orta yolu tavsiye ettiği gibi, harcama ve infak konusunda da orta yolu tavsiye eder.
Savurganlar, şeytanların kardeşleridir. Zîrâ şeytan nasıl Yaratan’ına karşı nankörlük ettiyse, insan da Allah'ın kendisine verdiği malı yerinde kullanmamakla nankör olmuş ve böylece nankörlük noktasında ve verilen nimetleri yerinde harcamama hususunda şeytanın dostu, kardeşi ve takipçisi olmuş olur.
İnsanlar ellerindekini, israfla sağa-sola harcamayı âdet hâline getirdiklerinden, zaruri olmayan pek çok ihtiyaçları zaruriymiş gibi görmeye başlar. Komşu, akraba, eş-dosta ikramda ölçüyü kaçırıp saçıp savurabilir. Böylesi bir rızık da Cenâb-ı Hakk’ın taahhüdünde olmadığından, özellikle günümüzde bunu elde etmek çok zordur. İnsan böyle bir serveti bulmak için bazen izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazen ahlâksız insanların ayaklarını öpmek kadar mânen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazen mukaddes dinî değerlerinden vazgeçmek veya bazılarını çiğnemek gibi çok kötü durumlara düşebilir.
6. Cimrilikten Sakınmak Bütün işlerin hayırlısı ve faydalısı orta yoldur ve o takip edilmelidir. Cimrilik, İslâm’ın hoş görmediği davranışlardandır. Cimrilik, maldaki bereketi yok eder. İnsan, vermemek suretiyle malının azalmayacağını zannetse de, aslında haberi olmadan eksildiği, malının bereketsizleştiği, infak edenin de malında artma ve bereketlenme olduğu haber verilmiştir. Hz. Peygamber’den (sallallahü aleyhi ve sellem) konuyla ilgili bir rivayet şöyledir: “Kulların sabaha erdiği her günde iki melek semadan iner ve bunlardan biri şöyle dua eder: ‘Allahım! İnfak edene ver.’ Diğeri de şöyle dua eder: ‘Allahım! Cimriye de telef ver.’”(Buhari, Zekât 28)
7. Fakirlik Endişesiyle Çocukları Öldürmemek “Fakirliğe düşme endişesi ile evlâtlarınızı öldürmeyiniz. Onların da sizin de rızkınızı veren Biziz. Şüphesiz ki onları öldürmek büyük bir suçtur.” (İsrâ 17/31). Câhiliye döneminde bazı kimseler fakirlik ve açlık endişesiyle kız çocuklarını öldürürlerdi. Burada da tam yerinde bir beyanla fakirlikten korkarak çocukların öldürülmesi yasaklanıyor. Madem rızık Allah Teâlâ’nın elindedir; o zaman çok çocuk sahibi olmanın veya çocukların kız ya da erkek olmasının fakirlikle herhangi bir ilgisi yoktur demektir. Zîrâ her şey Allah’a aittir. Böylelikle çok çocuk sahibi olmakla fakirlik arasında hiçbir ilginin bulunmadığı anlaşılıp da zihinlerdeki istifhamlar silindikten sonra, insanların inançları düzelmiş ve doğru bir hayat prensibine zıt olan bu vahşice hareketten vazgeçmişlerdir. (Kutup, a.g.e; 4/2223)
8. Zinadan Kaçınmak “Sakın zinaya yaklaşmayın. Çünkü o çirkinliği meydanda olan bir hayâsızlıktır, çok kötü bir yoldur.”(İsrâ 17/32). Kur’ân, zinaya yaklaşmaya dahî izin vermemektedir. Bu, zinadan sakındırmak için mübalağalı bir yasaktır. Zîrâ insanı, zinaya sevk eden şehvet duygusu şiddetli bir duygudur. Bundan dolayıdır ki, zinaya yaklaşmamak suretiyle onun tehlikesinden emin olunabilir. Hâlbuki yaklaşıldığı takdirde bu emniyeti sağlamak güçleşir.
“Bunun içindir ki İslâm, zinayı yasaklarken, ona götüren vesileleri de dikkate almıştır. Zaruret olmadıkça kadınla erkeğin ihtilatına müsaade etmemiştir. Bir kadınla bir erkeğin tek başlarına kalmalarına, kadının yabancı erkeklere karşı süslenip püslenmesine izin vermemiştir. Durumu müsait olanların derhal evlenmesini, müsait olmayanların oruç tutmak suretiyle kendini frenlemesini emreder, evliliklerin zorlaştırılmasını istemez. Evlenmek isteyenlere yardımı teşvik eder. Çoluk çocuk sahibi olmanın fakirliğe yol açacağı şeklindeki bâtıl inançları reddeder. Evlenip kendini haramdan korumak isteyenlere yardımcı olunmasını emreder. (Kutup, age, 4/2223-24)
Zina, nesebin karışmasına, ailenin dağılmasına, hısımlık, komşuluk, arkadaşlık gibi bağların çözülüp toplumun mânevî ve ahlâkî değerlerinin temelden sarsılmasına yol açan ve insanı bedenî zevklerinin esiri yapıp aşağılayan çirkin bir davranıştır.
Nitekim Mi’rac’da Allah Resûlü zinakârlara verilen cezayı şöyle anlatmaktadır: “Sonra baktım bir toplum var ki, önlerine bir sofra kurulmuş, üzerinde benim gördüğüm etlerin en güzellerinden kebaplar var, etraflarında da leşler var. Onlar, o güzel etleri bırakıp bu leşlerden yemeğe başladılar. ‘Bunlar kim? Ey Cebrail!’ dedim. O: ‘Bunlar zinakârlar.’ dedi. “Allah’ın helâl kıldığını bırakırlar da haram kıldığını yerler.” (Taberî, 15/10-13)
9. Can Dokunulmazlığı “Haklı bir gerekçe olmaksızın Allah’ın muhterem kıldığı cana kıymayın. Bir kimse zulmen öldürülürse onun velisine (mirasçısına) bir yetki vermişizdir; artık o da kısas hususunda aşırı davranmasın, meşrû hakla yetinsin. Zaten kendisine yetki verilmekle gerekli destek sağlanmıştır.” (İsrâ 17/33).
İslâm, sulh ve barış dinidir. Bunun içindir ki, masum bir kimsenin öldürülmesi, büyük günahlardan sayılmıştır. Hayat veren Allah olduğu gibi, bu hayatın alınması da ancak Cenâb-ı Hak tarafındandır. Her şahsın dokunulmazlığı ve hayat hakkı vardır. Hiç kimsenin bu hakkı alması söz konusu değildir.
İnsanın canı o kadar kıymetlidir ki, kendi hayatını müdâfaa ederken öldüğü zaman en yüksek bir derece olan şehitlik mertebesiyle müjdelenmiştir. (Tirmizi, Diyat 21) Aynı zamanda insanın hayatının önemindendir ki, açlıktan ve susuzluktan dolayı ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalınca, ölmeyecek kadar haram olan şeylerle hayatını kurtarması izni dahî verilmiştir ki, bu da İslâm’ın insan hayatına verdiği önemi göstermesi açısından son derece önemli bir husustur.
“Hiçbir cana kıymayın!” yasağı, sadece başkalarını değil, kişinin kendi canını da kapsamı içine almaktadır. Allah Resûlü de, intiharın büyük bir günah olduğunu, ahirette insanın başına büyük felâketler getireceğini haber vermiştir. (Buhari, Tıb 56)
Kur’ân’a göre kasden bir müminin öldürülmesi, cehennemi, Allah’ın gazabını, lanetini ve büyük azabını gerektiren bir suç olarak kabul edilmiştir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) de adam öldürmeyi yedi helâk edici büyük günah arasında saymıştır.
10. Yetim Malı Yemekten Sakınma “Büluğ çağına ermeyen yetimin malına, en güzel tarzdan başka bir şekilde yaklaşmayın. Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluk gerektirir.” Babasını kaybetmiş ve henüz büluğ çağına ulaşmamış çocuğa yetim denir. Yetim, henüz küçük olduğundan, malına sahip çıkamaz, onu koruyup kollayamaz. Böyle bir durumda İslâm toplumunu teşkil eden fertler, ister yetimin akrabası olsunlar, isterse olmasınlar, onun malına sahip çıkmalı, kendi mallarıymış gibi kazanç getirecek ticarette kullanmalı ve aklı ermiyor diye asla ona el uzatmamalıdırlar.
Bu âyette, toplumu meydana getiren fertlerin her birine bu mesuliyet yüklenmiş olup, bu konuda son derece dikkatli davranmaları emredilmektedir. Mal da, şehvet duygusu gibi kendisine yaklaşıldığında insanın kendisini koruması oldukça zor olduğundan, hatta mümkün olmadığından, “Yetimin malını yemeyin!” değil de, “Yetimin malına yaklaşmayın!” şeklinde bir ifade kullanılmıştır.
Yetimin vasisi konumunda olan kimseler, bu malı kendilerinde bir emanet olarak görmeli, yetim çocuk kendi malının idaresini doğru yapacak bir akıl olgunluğuna ulaşınca da teslim etmelidirler. Âyetin bu cümlesi önemli bir toplumsal kuralı emretmekte ve neticesinin de mutlaka Cenâb-ı Hak tarafından sorulacağı vurgulanmaktadır. Evet, yapılan her türlü antlaşmaya vefa gösterilmelidir. Zîrâ bu antlaşmalara riayet edilip edilmediği konusunda kıyamet gününde ahid sahipleri sorguya çekileceklerdir.
Allah Resûlü’ne (sallallahü aleyhi ve sellem) Mi’rac yolculuğunda gösterilen ibretlik manzaralardan biri de yetim malından haksızca yiyenlerdir. Onlara verilecek cezayı Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şu sözleriyle beyan etmektedir: “Sonra baktım bir toplum gördüm ki, dudakları deve dudağı gibiydi. Onlara bir takım memurlar görevlendirilmişti, dudaklarını kesiyorlar ve ağızlarına ateşten bir taş koyuyorlar, bu taşlar mak’adlarından çıkıyordu. ‘Ey Cibril! Bunlar kimler?’ dedim. O: ‘Bunlar yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenlerdir.’ buyurdular.” (Taberi, Tefsir, 15/10-13).
11. Ahde Vefalı Olma “Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluk gerektirir.” (İsrâ 17/34). Vefa, bir şeyi tastamam yapmak, eksik bırakmamak demektir. Ahde vefa ise, verdiği söz veya yaptığı anlaşmaya sâdık kalma ve onu tamamlama anlamına gelmektedir. (Fîrûzâbâdî, Besair, 5/244-245).
İslâm, antlaşmaların yerine getirilmesine son derece büyük önem vermiştir. Çünkü ahde vefa, güvenin, dürüstlüğün, fertlerin ve toplumun mânevî yapısının göstergesidir. Gerek fertlerin birbirleri arasında, gerek insanlarla Yüce Yaratıcı arasında ve gerekse devletlerin aralarında yaptıkları sözleşmelerde sâdık kalmaları ve sonuna kadar ona riayet etmeleri, vaz geçilmez bir erdemlik göstergesidir.
Âyetin bu cümlesi önemli bir toplumsal kuralı emretmekte ve neticesinin de mutlaka Cenâb-ı Hak tarafından sorulacağını vurgulamaktadır. Evet, yapılan her türlü antlaşmaya vefa gösterilmelidir. Zîrâ bu antlaşmalara riayet edilip edilmediği konusunda kıyamet gününde ahid sahipleri sorguya çekileceklerdir.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem), vefayı imandan saymış ve vefası olmayanın, dininin de olmayacağını vurgulamış, yine vefasızlığı münafıklığın alâmetlerinden biri olarak görmüş, Cenâb-ı Hakk’ın, vefasızlık ederek ahdini bozan kimselerin kıyamet gününde hasmı olacağını bildirmiştir.
Vefa, başta bizleri Yaratan’a karşı olmalıdır. O’na ezelde verdiğimiz ahde vefalı olmalı, emir ve yasaklarına karşı sadakat göstermeli, kulluk noktasında vefa sergilemeliyiz. İman, bir akittir, ona karşı vefalı olmalıyız. Kur’ân’a ve onun mübelliğ ve müfessiri olan Resûlullah’a karşı vefalı olmalıyız. Kendimize, ailemize, neslimize, akrabalarımıza ve en geniş anlamıyla bütün insanlara karşı vefalı olmalı ve vefa duygusundan ayrılmamalıyız.
12. Ölçü ve Tartıda Doğru Olma “Ölçtüğünüz zaman dürüst olun, tam ölçün. Doğru terazi ile tartın. Bu hem ticaretiniz için daha hayırlı, hem de âkıbet yönünden de daha güzeldir.”(İsrâ 17/35).
Bu âyette, bütün bir toplumu ilgilendiren ve insanların sürekli ilgili oldukları bir konu olan, ölçü-tartıda dikkat edilmesi gerekli olan bir kural hatırlatılıyor. Bu kural, dürüst tartma, eksik, yanlış tartmama ve doğru bir terazi ile tartma kuralıdır. Ölçü ve tartıdaki hile, sahtekârlıktan ibarettir. Böyle bir sahtekârlık, toplumdaki güveni sarsar, kazançtaki bereketi yok eder. Zâhiren böyle sahtekâr bir şekilde elde edilen kazanç, ummadık bir ânda elden gidiverir. Burada olmasa bile, ahirette insanın başına bela olur.
Ölçü tartı işi çok önemlidir. Çünkü o, toplumdaki her ferdin günlük yaşantısında vazgeçemeyeceği ihtiyaçlardan biridir. Bunun içindir ki Kur’ân’ın değişik yerlerinde Cenâb-ı Hak, ölçü tartı yapılırken dikkat edilmesini ve insanlara haksızlık yapılmamasını emretmektedir. Geçmiş kavimler içerisinde de bu kötü davranışı, Hz. Şuayb zamanındaki insanlar işlemiş, Hz. Şuayb da onları bu kötü davranıştan vazgeçirmeğe çalışmış, vazgeçmediklerinden dolayı da helâk edilmişlerdir.
Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), ölçü tartıda haksızlık yapıldığında insanların başlarına büyük belâların geleceğini haber vermiş, böylelikle ümmetini bu kötü davranıştan sakındırmıştır.(Bkz: İbn Mâce, Fiten 22)
13. Sû-i zandan Sakınma “Bilmediğin şeyin peşine düşme! Çünkü kulak, göz, kalp gibi azaların hepsi de sorguya çekilecektir.” (İsrâ 17/36). Kur’ân’ın bu âyeti, insanların herhangi bir haber, davranış veya olay hakkında kesin bir karar vermeden önce, çok iyi araştırma yapmalarını, faraziye ve ihtimallerle karar vermemelerini emretmektedir. Çünkü gerek fertler, gerek aileler ve gerekse devletlerarasındaki anlaşmazlık ve kavgaların en büyük sebeplerinden biri, tahkikat yapmadan, zanna dayalı olarak verilen kararlardan kaynaklanmaktadır. Yüce Yaratıcı, toplumu koruyacak olan bu önemli prensibin yerleşmesi için de, meseleyi inaçla tekit ederek ahiret boyutuna da dikkatleri çekmiş, karar verme vasıtaları olan kulağın, gözün ve kalbin sorumlu olduğunu bildirmiştir.
Bilmediğin şeyin peşine düşme! Yani kesin olarak bilmediğin inançların, fikirlerin ve akımların arkasına düşme, hurafelere kapılma veya yalan yere şahitlik etme. Ancak gözünün gördüğü, kulağının duyduğu ve kalbinin iyice anladığı hususlarda şahitlik et; zina iftirası, başkalarının töhmet altında bırakılması gibi yanlış yollara gitme veyahut da görmediğin halde gördüm, duymadığın halde duydum deme! Nitekim Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) de bununla ilgili bir beyanında şöyle buyurmuşlardır: “Zan ile hüküm vermekten sakının! Zîrâ sözlerin en yalanı zandır.”(Buhari, Vesâyâ
Başkalarını ayıplamamak, onların aleyhinde konuşmamak ve böylece insanların kendisinden emin olduğu bir konumda bulunmak, o kadar değerli bir makam sayılmıştır ki, Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), insanların Müslüman’ca en faziletli olanının, insanların elinden ve dilinden emniyette bulunduğu kimse olduğunu (Buhari, İman 4), iki çene ve iki apış arası konusunda söz verip sözünü yerine getirene Cennet’te kefil olacağını (Buhari, Rikak 23) bildirmiştir. Evet, Müslüman’ın nazarında elle yapılan tecavüz ile gıybet, bühtan, tahkir, tezyif gibi dil ile yapılan tecavüz ve çekiştirme arasında fark yoktur. Zîrâ birisi onun maddî yönünü zedelemekte ise, diğeri de mânevî yönünü yıpratmaktadır. Hz. Peygamber Mi’rac’a çıktığında orada bir kavmin yanından geçerken, onların demirden tırnaklarla yüzlerini ve göğüslerini yırtıp kanattıklarını görünce, Cibril’e bunun sebebini sormuş, o da bunların, insanları çekiştiren ve onların gizliliklerini ortaya çıkaran kimseler olduğunu söylemiştir. (Ebu Davud, Edeb 35)
14. Kibir ve Gururdan Sakınma “Hem kibirli kibirli yürüme! Zîrâ ne kadar kibirlenirsen kibirlen, ne yeri yarabilirsin, ne de dağların boyuna erişebilirsin. Böylesi davranışların hepsi kötü olup, Rabbi'nin nazarında hoş görülmeyen şeylerdir.” (İsrâ 17/37-38).
Yaratıcı’sını unutan ve O’ndan uzak olan kimseler, ellerinde bulunan mal, evlât, makam gibi varlıklarından dolayı şımarır, gururlanır ve böbürlenmeğe başlarlar. Ancak her şeyin Allah’a ait olduğunu, her şeyin insana geri alınmak ve imtihan edilmek için verildiğini bilen ve buna inanan kimseler ise, bu kötü davranıştan uzak olur, tevazuu elden bırakmaz ve gerçek olgunluğa ulaşmış olur.
Kur’ân, bu yüce beyanıyla insanların kibir ve gururdan kaçınmalarını, zîrâ onun hiç de gururlanmaya hakkının olmadığını vurgulamaktadır.
Gururlanma o kadar çirkin bir davranıştır ki, Cenâb-ı Hak, gururlananların yerlerinin Cehennem olduğunu ve orada onların yüzlerinin simsiyah kesileceğini bildirmektedir. Zîrâ gurur, insanın Allah’a inanmasına engel olan bir perdedir.
Gurur ve kibir, Allah’ın sevmediği bir davranış olduğu belirtilerek özellikle mü’minlerin bu kötü davranıştan kaçınmaları istenmiştir. Gurur ve kibirlenenleri can yakıcı bir azabın beklediği, onların kıyamet günü hiçbir dostlarının olmayacağı, gurur ve kibir sahibi olanların asla cennete giremeyecekleri, böbürlenenlere imanın nasip olmayacağı ve Allah’a ait bütün delilleri görmelerine rağmen iman etmeyecekleri bildirilmiştir.
Hâsılı, insanı yoktan var eden ve onu peygambersiz bırakmayan Yüce Mevlâ, her dönemde insanların uymaları gereken temel ilkeleri de göstermiştir. Yukarıda tahlil ettiğimiz bu ilkeler, her dönem ve her coğrafyadaki toplumlar için ideal prensiplerdir. Mükemmel bir toplum, ancak bu ilkelere sarıldığında teşekkül etmiş olacaktır. Bunlardan bir veya birkaçının olmadığı veya onların hiçe sayıldığı toplumların, gerçek anlamda huzuru bulmaları da mümkün olmayacaktır.
*Sakarya Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi
makgul@yeniumit.com.tr
Mİ'RAC HAKİKATLERİNDEN
Prof. Dr. Suat Yıldırım
AddThis Sharing Buttons
919
Mirac, bir gece vakti, Hz. Peygamber aleyhisselamın Mekke'den Kudüs'e oradan da göklere, cennete çıkıp, Sidretü'l-müntehayı geçerek Allah Tealanın huzuruna kabulü, o lütfa mazhar olmasıdır. Bu hâdiseye, Kur'ân-ı Kerim'den alınan tâbirle "isra", hadisi şeriften alınan tabirle "mi'rac" denilir. (Biz bu yazımızda, zaruri olmadıkça, farklı değerlendirmeleri zikretmeyip, ilim ehlinin umumunun kabulüne mazhar olmuş şekliyle meseleyi hülasa edeceğiz). İsra: gece seyahati, mi'rac ise, yükselmek, yükseğe çıkaran vasıta manasınadır. Kur'ân'ı Kerim, bu hakikatten İsra ve Necm surelerinde kısa kısa ve sırlı bir üslüpla bahsederken Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim başta olarak hadis kitapları, oldukça ayrıntılı şekilde anlatırlar. Bu geniş, sırlı, dolayısıyla farklı değerlendirmelere konu teşkil eden meselenin, bu yazının mahdut çerçevesi içinde, sadece bazı noktalarına, hem de çok kısa olarak temas etmeye çalışacağız.
MİRACIN DIŞ ÇERÇEVESİ
Hicretten 19 ay kadar önce Receb ayının 27. cuma gecesinde Peygamber Efendimiz Haremi Şerifte Hatim mevkiinde istirahat buyururlarken Hz. Cibril gelip şerh-i sadr edip, yani göğsünü açıp zemzemle yıkayarak iman ve hikmetle doldurmasını müteakip, Peygamberimiz, amcazadesi Ümm-i Hani (r.a)'nın evinden Burak'a binerek, Cibril'in refakatinde, Medine'de bir durak yaparak Kudüs'te Mecmâ-ı enbiyâ olan Mescid-i Aksa'ya vardı, orada cemaat halinde kendilerinin teşrifini bekleyen peygamberlere imam olup, namaz kıldırdı. Sonra emrine verilen miraca binerek göklere yükseldi. Birinci semada Hz. Adem, ikincisinde Hz. Yahya ve Hz. İsa, üçüncüsünde Hz. Yusuf, dördüncüsünde Hz. İdris, beşincisinde Hz. Harun, altıncısında Hz. Musa, yedincisinde ise Hz. İbrahim (salavatullahi aleyhim) ile görüştü. Sonra Kader kalemlerinin saririni (yazarken çıkardıkları sesleri) işitecek yere vardı. Cennet ve cehenneme muttali oldu. Derken Sidretü'l-Müntehaya kadar çıktılar. Sözlükte "Arabistan kirazı" denilen bu ağaç, Allahu a'lem, şeceretu'l-kevn, yani ulu varlık ağacı olup, Arş-ı a'lânın altında, cenneti ve gökleri ihata ederek, imkân âleminin, mümkinatın, yani Allah Tealadan başka olan varlıkların hududunun sonudur. Cibril buradan öteye geçemedi. Hz. Resulullâh (a.s.) tek başına Kab-ı kavseyne varıp kurbiyyet-i ilâhiyye ile müşerref oldu.
Melekut âlemindeki bu mazhariyete paralel olarak mülk âleminde de, mirac, İslâm tebliğinin, hicret vasıtasıyla yayılacağının müjdecisi durumuna geçmiştir. Tebliğe karşı şirkin şiddetli mukavemeti devam etmekle beraber, bu gerginlik, İslâm'ın hakkaniyetinin ayrı bir delili oluyordu. Demek ki bu davet önlenemez, bu ses susturulamazdı. Bununla beraber bedbin bir bakış, kolaylıkla ye'se düşebilirdi: Taif tebliğine karşı direnen vahşetin, Peygamber Efendimiz'den akıttığı kan henüz soğumamıştı. Ebu Talib ile Hz. Hatice (r.a) vefat etmiş, bu iki mühim destek kaybolmuştu. Müslümanların adedi çok az idi. Amma bu fecr-i kâzibin arkasından, lutf-i ilâhi ile bazı ümit ışıkları beliriyordu. Medinelilerden birkaçı ile ilk Akabe görüşmesi yapılmıştı. Hicret ihtimali uzaktan uzağa görünüyordu. Kuvvetçe müşrikler baskın olmakla beraber, susturulamayan İslâm dâveti, sesini Mekke dışındaki hemen bütün Arap kabilelerine duyurmuştu. Görünüşte pek bir varlık olmasa da, sezebilenler için, toprak altında bir tekevvün ümidi mevcut idi.
MİRACIN HİKMETİ NE OLABİLİR?
Had ve hesaba gelmez bu hikmetleri, Cenâb-ı Allah "li nüriyehü min âyatinâ" (Rububiyetin muazzam hüccet ve alâmetlerini Resule göstermek gâyesiyle) başlığı altında hülasa buyurmuştur ki, bizler tarafından söylenecek her şey, bunun ancak bir kısmını ifade edecektir. Fakat bunu kısmen açıklamak üzere, meselenin sadece bir iki noktasını görmeye çalışalım:
İnsanın bu dünyadaki, şehadet âlemindeki konumunda ilâhi hükümranlık hakkındaki bilgisi pek sınırlıdır. Bu bilgi, çok kayıtlar altındadır. Fakat insanın ilâhi hükümranlığın genişliğini, tafsilatlı olarak müşahede etmesi nisbetinde, O'nun azametini anlaması mükemmelleşir. İbrahim (a.s)'ın miracından bahsederken Allah Teâla: "Böylece, İbrahim'e kesin bilgi sahibi olsun diye göklerin ve yerin melekutunu temaşa ettiriyorduk (En'am, 75) buyurur. İşte Allah'ın "âyatına" tavsifindeki azamete layık bir tarzda, risâleti mutlak olan Hz. Peygambere, ilâhi hükümranlığı bütün yönleriyle temaşa ettirmek, ilâhi hikmet gereğidir. Ağacı çekirdekten yaratan hikmetli Rabbimiz, onun mübârek kalbini, kâinat ağacının bütün esas hakikatlerini istiab edecek istidad ve kapasitede yaratmış, onu çekirdekle meyve, mebde ile münteha arasında bir bağ, bir iletişim aracı kılmıştır. Bu varlık ağacının özsuyu odur. İşte bir yandan, hükümranlığının her tarafını ona göstermek, öte yandan da, onun ne büyük bir âyet olduğunu her tarafa göstermek için, onun mahbubiyet makamında olduğunu her cihete bildirmek ve güzel halini her tarafa sirayet ettirmek için huzuruna almış, hitabiyle ve fermaniyle taltif etmiştir. Nitekim dünyevi idareler de, en yüksek düzeyde görevlendirilecek müfettişlere, idari teşkilatı ayrıntılı olarak tanıtırlar, çeşitli kademelerde vazife yaptıktan sonra müfettişliğe tayin ederler.
Yahut teknolojiye müptelâ bir çağın mensubu olarak, bir misal verecek olursak: Çok geniş bir teknoloji dairesinin başkanı, dairesinin geliştirdiği mükemmel cihazları, ilk defa seri olarak imâl ettirdiğinde yapacağı ilk iş, o hassas cihazlar için, ayrıntılı kataloglar hazırlatıp, bu işten sorumlu olacak bir uzmana iyice gösterip tarif etmektir. Tâ ki, o da, o cihazı kullanacak olanlara gerekli rehberliği yapabilsin: İşte insan, o mükemmel cihaz, vahiy ile gelen talimatlar da katalog, kullanma kılavuzu, Peygamber ise o kataloğa vakıf uzman durumundadır. O cihaz için ayrıntılı katalog hazırlamamak, veya ona vakıf olacak uzman göndermemek halinde bütün emekler boşa gidecektir. Böyle yapmak, bunca ihtimamla hazırlatılan cihazı balyozla parçalamaktan farksız olup, bunu akılla bağdaştırmak mümkün değildir. Her tarafı hikmet ve nizam dolu bu kâinatın hikmetli Yaratıcısı, bu misal ile kıyas kabul etmeyecek derecede, böyle bir saçmalıktan münezzeh ve çok yücedir.
ALLAH TEALA, BİZE BİZDEN YAKIN İKEN BÖYLE BİR SEYAHATİN MANASI NEDİR?
Büyük bir ülkenin başkanının iki türlü icraatı olur. Birincisi: Sıradan bir memuru ile, muayyen bir konudaki işi hakkında telefonla görüşüp işini bitirmesidir. İkincisi ise: Böyle hususi ve cüz'i bir iş değil, mühim, çok çeşitli ve geniş işler için büyük yetkilerle genel bir vali tayin etmesi, onun görevinin her tarafta bilinmesini temin etmesidir. Bu vali ile, bazan özel telefon görüşmesi yapmakla beraber, bazan da bütün ülkeyi ilgilendirecek geniş çerçeveli işler hakkında görüşüp talimatlar vermek için, bütün ahalinin dikkatlerini çekecek tarzda, onu devlet merkezine davet ederek, bilahere onun bildireceği hususların tamamen kendi talimatı çerçevesinde olduğunu herkese ilan eder. Misâldeki birinci şahıs veli, ikinci şahıs nebi olup, davet de miractır.
KÜDÜS'E GİTMENİN HİKMETİ?
Tevhid tarihinde, Hâtemü'l-enbiyâya gelinceye kadar en mühim durak Hz. İbrahim'dir. Onun ülkesinin en mühim iki merkezi Mekke ile Kudüs idi. Kudüs'e Hz. İshak'ın nesli olan İsrail oğulları, Mekke'ye ise Hz. İsmail'in soyu varis olmuştu. Kudüs mecmâ-ı enbiyâ idi. Allah Teala, gerek hak dinin, gerek beşeriyetin asılda bir olduğu mânâsındaki tevhid hakikatini temsil eden Hz. İbrahim'den sonra bu camiiyyeti toplayıcılığı Allah'ın bütün güzel isimlerinin en cami bir mazharı olan Hz. Muhammed aleyhisselam ile izhar etmek diledi. O'nun mutlak risâlet sahibi olduğunu, böylece de ilân etti. Bütün enbiyânın imamı olduğu gibi, bi'setinden itibaren kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlığa da onun resul olduğunu gösterdi.
Kâinatın birliği, bu evrenin âhenk ve nizamı, kâinatı uyum içinde yürüten Yüce Yaradan'ca nasıl matlub ise, bütün insanlığa rehberlik edecek dinin de birliği, öylece matlubdur. Ahirzaman nebisinin risâletinin kemâle ermesiyle, -onun veda hutbesinde geçen pek beliğ ifadeleriyle- "zaman döndü dolaştı ve Allah'ın gökleri ve yeri ilk yarattığı sıradaki durumunu aldı". Böylece onun risâleti ve miracı ile hilkat, gâyesine ulaşmış oluyordu.
Bu evrensel uyumun bir yönü de, cuma gününün ona, onun ümmetine bağışlanmasıdır. Şöyle ki: İnsanlığın atası Hz. Adem, cuma günü yaratılmış ve cuma günü cennete konulmuştu. (Sahih-i Müslim). Onun zellesinden sonra tevbesi de, Rabb-i Rahim tarafından cuma günü kabul edilmiş idî. Bundan ötürü Adem, cuma gününü kendisi için bir şükür günü, bir toparlanma günü yapmıştı. Beni İsrailin, bu gün hakkında şüpheye düşmesine kadar, insanlık için de bu böylece devam etti. İhtilafları yüzünden, onlara sebt (cumartesi) hükmedildi. Bir hadise göre yaratılış, cuma günü kemale ermiştir.(Birinci gün maddenin gaz ve duman halinde hilkati ikincisi gök cisimlerinin, ecramın teşekkülü, üçüncüsü arzın semadan ayrılması devri, dördüncüsü yer kabuğunun teşekkülü, beşincisi dağların ve nehirlerin teşekkülü, altıncısı hayatın başlangıcı ile nebat ve hayvanların yaratılışı ile, insanın yaratılışına kadar tekâmülü devridir). Bu altı devir, bir gün gibi mülahaza edilince, işbu altıncı devir, hilkat prensiplerinin en toplu, en cem'iyyetli günü, yani Cum'ası demek olur. Çünkü âlem bu günde hayat sırrına mazhar olmuş ve insanın yaratılmasıyla tekâmül ederek son mertebe-i cem'iyyetine, tamamlanma safhasına ermiştir. Cuma günü, hayatın zuhuru devri, güneşin zevalini müteâkip cuma vakti ise, insan hayatının neşeti hengâmı gibi, haftanın en feyizli, en mübarek günü olmak mazhariyetine haiz olarak, ehl-i İslâm'ı Arş-ı Rahmân altında, fazl ve Rahmet-i İlâhiyye'den, Naim cennetinin saadetine erdirmek üzere içtimâ etmeye, toplanmaya dâvet eden bir tezahür günü, bir bayram demektir. İşte Cum'a, bütün bu işlerin bir araya toplandığı gün olarak, dinlerin ihtilafından sonra, yine mutlak Resul'e bildirilmiş ve insanlık, ihtilafı bırakıp ataları Hz. Adem ile birlikte içtimaa, ilâhi dergaha yönelmeye dâvet olunmuştur. (Bkz. M. H. Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, 6, 4972 - 4973).
"İnsanlar bir tek ümmet idi (ihtilafa düşünce) Allah, müjdeleyen ve uyaran nebiler gönderdi ve ihtilaf ettikleri hususta aralarında hükmetmek üzere, onların beraberlerinde Hak kitaplar indirdi (...) Bunun Üzerine Allah, imân edenleri, izniyle, onların ihtilaf ettikleri hususta, doğru olanı bilmeye muvaffak etti. Allah, dilediğini doğru yola eriştirir" (Bakara suresi, 213) meâlindeki âyet-i kerime ile ilgili şu hadis-i şerif nakledilmektedir: "Biz dünyada son olmakla beraber, (ahirette) önde gelen ümmetiz. Cennete ilkin biz gireceğiz. Ne var ki onlara bizden önce Kitap verildi, biz sonraya kaldık. Fakat Allah, onların, hakkında ihtilaf ettikleri hususta, bizi doğru olanı öğrenmeye muvaffak kıldı: İşte şu Cuma günü, hakkında ihtilaf ettikleri gündür. Onun kadrini bilip tes'id etmeyi Allah bize lütfetti, diğer insanlar bu hususta bize tabi olmalıdırlar. Yarın (cumartesi) Yahudilerin, yarından sonra ise Hıristiyanlarındır" (Tefsir-i İbn Kesir, I, 365).
Allah'ın bir ismi de el-Câmi'dir, yani toplayan. Allah mahlûkların hilkatlerini dünyaya dağılmış zerrelerden toplar, onlara bir vahdet verir, meselâ insan halinde bir organizma mucizesi meydana getirir. İnsanları, kendi dini etrafında toplar, bir araya getirir. Ahirette de insanları haşir meydanına toplar. İbadet yerleri olan mescidlerimizin öbür adı da Câmi'dir. Resulullah Efendimizin isimlerinden biri de Câmi'dir. Zira dağılmış İnsanları bir araya getiren O'dur.
Biz insanlar bir seferdeyiz. Zaman dairevi hareket ettiğinden, daha doğrusu tavaf halindeyiz. Tavaf edenler dönüp dolaşıp Hacer-i esvede geldikleri gibi, hayat telaşında başımızı almış giderken, mümin insanlarla buluşma günü, af ve ihsan günü, hilkatle bütünleşme vakti olan her cuma günü, el-Câmi olan Rabbimiz, Câmi olan Efendimizin arkasında, Câmi'de bizi toplamaktadır. Nitekim Mirac'da böyle bir Cuma gecesi vaki olmuştu.
Hz. Peygambere miracda, dünyalara değiştirilmeyecek üç büyük atiyye verildi: 1)Beş vakit namaz ki, aslında mükâfat itibariyle elli vakit ibadettir. Efendimiz sanki miracdaki ünsün tadını alınca, o imkanın, kendi istidatları nisbetinde mü'minlere de verilmesi için niyazda bulunmuş ve bu niyaz kabul edilerek, önderlerinin girdiği o kapı, mü'minler için de bir ölçüde açık bırakılmıştır. Bu gerçeği de 'Namaz, müminlerin miracıdır" diye ilân buyurmuştur. 2) Şirk koşmayanların Cehennemde kalmayacakları, 3) "Amene'r-Resülü" diye başlayan el-Bakara suresinin son iki âyeti. Bu vesile ile şunu arzedelim: İfadedeki icaz sebebiyle iyi anlaşılmayan bu husus çokça sorulmaktadır. Bakara suresi hicretten sonra Medine'de nâzil olmuştur, surenin son kısmı da öyledir. Mirac gecesi nâzil olan, bu âyetler değil, onların ihtiva ettiği hakikatlerdir. Açıkça görüldüğü üzere bu âyetler, dâveti umumi olan son Peygamberin, önceki peygamberler arasında hiç bir ayırım yapmaksızın, bütün enbiyâyı, büyük yeryüzü mescidinde, önceki mü'min ümmetlerle beraber bütün mü'minleri Makam-ı Mahmud, Liva lil-hamd etrafında toplamış olması hakikatini ifade etmektedir. Şu halde, o gece indirilen, bu hâli bildirmedir. "Amener Resulü" âyetinde, Kur'ân olarak nâzil olacak olan bu hakikatin müjdesidir. Nitekim beş vakit namaz da o gece emredilmesine rağmen, Kur'ân'da nas olarak "beş vakit namaz" emreden âyet bulunmamaktadır.
Mirac'da Allah Teala ile Resulü arasında geçen bir ulvi mükalemenin, Tahiyyat (Teşehhüd) duâsı şeklinde kutlu bir hatıra olarak müminlere bırakıldığı bazı muahhar kitaplarımızda yer alır. Bunu birinci derecede muteber hadis kitaplarında göremedim. Fakat bu vaki olmasa da, Efendimiz tarafından öğretildiği kesin olan bu mübârek duânın, mirac gibi mümini yükselttiği aşikardır; şöyle ki:
"Et-Tahiyyatu lillahi" diyen mümin kâinattaki bütün canlıların, hayatlarıyla, her biri bir ilim ve sanat mucizesi olarak hayatlarıyla Yaratıcılarına yaptıkları bütün ibadetler O'na mahsustur, yalnız O'na layıktır" demiş olur. Birbirine benzeyen ve asli maddeleri aynı olan nutfelerden, yumurtalardan, tohumlardan, çekirdeklerden her bîri bir mucize olarak yaratılan ve kâinatı şenlendiren enva-i türlü hayat sahibi varlıkların hayatlarıyla sundukları ibadetleri, tefekkür eder, onların temsilcisi yeryüzünün halifesi olarak, kendi namına Hâliklerine, takdim eder, böylece vazifesi olan külli ibadeti ifâ eder, kendi cüz'i ibadetini de onların arasına katar. Ve's-Salavatu ile bütün kavli ibadetlerin niyaz ve duâların tek kıblesi Rabbülâlemin olduğunu bildirir, Ve't-tayyihat ile halis niyetlerle yapılmış bütün mali ibadetlerin, fedakârlıkların da O'na mahsus olduğunu ikrar eder.
Allah Teala, âdeta buna cevaben "Allah'ın selâmı, rahmet ve bereketi senin üzerine olsun ey Nebiyy-i zişan!" buyurur. Bu hitab sigası ikinci şahıs üslubu çok incelikler ihtiva etmelidir. Bize şunu telkin ediyor ki Cenâb-ı Allah "Ve ceale'ş-şemse siracen" buyruğu ile güneşi, kâinatın lambası ve sobası yaptığı gibi, Mutlak Resulünü de "Siracen münira" tavsifiyle kâinatın mânevi hayatının güneşi olarak ilan etmiştir. Her insanın onunla bağ kurmasını, onun nuruyla aydınlanmasını istemiştir. Bu duâ her mü'mini, Resulullahın huzuruna yükseltmekte, ona 'Sen" dîye hitap şerefiyle mümtaz kılmaktadır. Mümin, onunla bağını sağlamlaştırma, ona olan biatini tazeleme fırsatı bulmaktadır. Onun kabr-i saadetini ziyaret eden, orada selam veren bu saadete erdiği gibi, tahiyyatta "Sana selam ey Nebiyy-i zişan!" diyen mü'min de, ona benzer bir hale girmektedir. Hz. Peygamberin mübarek rûhları Refik-i a'lâda olmakla beraber, kabr-i saadetlerindeki kutlu bedenlerine tam bir taalluku vardır. Nasıl ki güneş, çok yükseklerde iken, kâinattaki şeffaf olan her bir cisimde herbir çiçek ve meyvede bir tecellisi varsa, ışığı, ısısı, renkleri ile, -amma o cismin kapasitesi nisbetinde- onunla beraberliği varsa. Yalnız maddi nurâni bîr cisim olan güneş misâlinden, tam nurâni olan rûhaniyyet-i nebevîyye elbette hadsiz derecede daha yüksektir. Güneşi, her yönüyle benzetme için değil, bazı yönleriyle meselemizi anlatmak için örnek veriyoruz. İşte güneş misâli, her bir mü'min tarafından verilen selamı Hz. Peygamberin işitip karşılık vermesi gerçeğini de anlamamızı kolaylaştırır. Güneş aynı anda milyarlarca şeffaf cisimde tecelli edebilir, ışınları vasıtasıyla onlarla irtibat halinde bulunabilir.
Evet bu güneş olmazsa kâinatın da, insanın da kıymeti hiçe iner. Dünya ve bütün eşya tam bir karanlığa gömülür. Demek ki, o olmasaydı, kâinatın da yaratılmaması gerekirdi. Ve O'nun nuru çıkarsa, kâinât, kıyametin kopmasına müstahak olacaktır.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mirâc gecesinde bir çok İlâhî tecellilere, hitap ve iltifâtlara mazhar kılındı. ... Peygamberimizin
.
İsrâ ve Mi’raç Mu’cizesi
Hicretten bir buçuk sene önce, Recep ayının 27. gecesiydi. Bu gecede Peygamber Efendimizin en büyük mucizelerinden biri olan İsrâ1 ve Mi’raç2 mu’cizesi vuku buldu.
Mezkûr gecede Cebrail (a.s.) geldi ve Resûl-i Zîşan Efendimizi Mescid-i Haram’dan3 alıp Burak ile Mescid-i Aksâ’ya4 götürdü. Oradan da, gökyüzündeki harika icraat ve Cenâb-ı Hakkın kudretine delalet eden âyet ve alâmetlerin birer birer gösterilmesi için, semavata çıkartıldı. Sema tabakalarında bulunan bütün peygamberlerle görüştürüldü. Oradan da “imkân ve vücub ortasında Kab-ı Kavseyn ile işaret olunan” makama çıktı. Kendilerine bir çok acib ve garip şeyler temaşa ettirildi. Ve bilemeyeceğimiz, anlayamayacağımız bir şekilde mekândan münezzeh olan Cenâb-ı Hakkın bizzat kelamını işitti ve Cemal-i Pâkini müşahede etti. Aynı gece hâne-i saâdetine geldi.
Cenâb-ı Hak, sevgili Resûlünün zâtıyla ilgili bu mûcizesini Kur’ân-ı Azimüşşan’ında bize şöyle haber verir:
“Âyetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haramdan alıp, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla görendir.”1
Bu âyet-i kerime aynı zamanda İsra ve Mi’raç mu’cizesinin hikmetini de beyan etmektedir. O da, Resûl-i Kibriya Efendimize, Cenâb-ı Hakkın kudretine delâlet eden harikaların gösterilmesidir.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Sözler isimli eserinin Mi’rac-ı Nebeviye’ye dâir kısmında şöyle der:
“Mi’raç meselesi, erkan-ı îmâniyenin usûlünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkan-ı îmâniyenin nurlarından meded alan bir nurdur. Erkan-ı îmâniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat ispat edilemez. Çünkü, Allah’ı bilmeyen, peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvâtın vücûdunu inkâr eden adamlara Mirâc’dan bahsedilmez. Evvelâ, o erkânı ispat etmek lâzım geliyor”2
Aynı eserde “Hikmet-i Mi’raç nedir?” sualine de şu cevabı vererek, bu büyük hâdisenin hikmetlerini şöylece izah eder:
“Mirâcın hikmeti o kadar yüksektir ki, fikr-i beşer ulaşamıyor. O kadar derindir ki, ona yetişemiyor. O kadar incedir ve lâtiftir ki, akıl kendi başıyla göremiyor. Fakat bazı işaretlerle, hakikatları bilinmezse de vücutları bildirilebilir. Şöyle ki:
“Şu kâinatın Hâlikı, şu kesret tabakâtında nur-u Vahdetini ve tecelli-i Ehaddiyetini göstermek için, kesret tabakâtının müntehasından tâ mebde-i vahdete bir hayt-ı ittisal suretinde bir Mirâc ile bir ferd-i mümtazı, bütün mahlûkat hesabına, kendine muhatab ittihaz ederek, bütün zîşuur namına, makàsıd-ı İlâhiyyesini ona anlatmak ve onunla bildirmek ve onun nazarı ile, âyine-i mahlûkatında cemâl-i san’atını, kemâl-i Rubûbiyyetini müşahede etmek ve ettirmektir. Hem Sâni-i âlemin; âsârın şehadetiyle nihayetsiz cemâl ve kemâli vardır. Cemâl, hem kemâl, ikisi de mahbub-u lizâtihidir. Yâni bizzat sevilirler. Öyle ise, o cemâl ve kemâl sahibinin cemâl ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnûatında çok tarzlarda tezahür ediyor. Masnuâtını sever, çünkü masnuâtının içinde cemâlini, kemâlini görür. Masnuât içinde en sevimli ve en âli, zîhayattır. Zîhayatlar içinde en sevimli ve âli, zîşuurdur. Ve zîşuurun içinde câmiiyyet itibariyle en sevimli insanlar içinde bulunur. İnsanlar içinde istidadı tamamiyle inkişaf eden, bütün masnûatta münteşir ve mütecelli, kemâlâtın nümunelerini gösteren fert, en sevimlidir… İşte: Sâni-i mevcudat, bütün mevcudatta intişar eden tecelli-i muhabbetin bütün envaını; bir noktada, bir âyinede görmek ve bütün enva-ı cemâlini, Ehaddiyet sırriyle göstermek için şecere-i hilkatten bir meyve-i münevver derecesinde ve kalbi, o şecerenin hakaik-ı esasiyyesini istiab edecek bir çekirdek hükmünde olan bir zâtı, o mebde-i evvel olan çekirdekten tâ münteha olan meyveye kadar bir hayt-ı ittisal hükmünde olan bir Mirâc ile, o Ferdin, kâinat nâmına mahbubiyyetini göstermek ve huzuruna celbetmek ve rü’yet-i cemâline müşerref etmek ve ondaki hâlet-i kudsiyyeyi başkasına sirayet ettirmek için kelâmiyle taltif edip fermaniyle tavzif etmektir…
“Şimdi şu hikmet-i âliyyeye bakmak için “iki temsil” dürbünü ile tarassud edeceğiz.
“Birinci temsil:
“Nasıl ki bir sultan-ı zîşânın, pek çok hazineleri ve o hazinelerde pek çok cevahirlerin envâı bulunsa, hem sanayi-i garîbede çok mehareti olsa ve hesapsız fünun-u acîbeye mârifeti, ihâtası bulunsa, nihayetsiz ulûm-u bedîaya, ilim ve ıttılâı olsa… her cemâl ve kemâl sahibi, kendi cemâl ve kemâlini görüp ve göstermek istemesi sırrınca: Elbette o sultan-ı zîfünûn dahi, bir meşher açmak ister ki; içinde sergiler dizsin, tâ nâsın enzârına saltanatının haşmetini, hem servetinin şa’şaasını, hem kendi san’atının harikalarını, hem kendi mârifetinin garîbelerini izhar edip göstersin; tâ cemâl ve kemâl-i mânevîsini, iki vecihle müşâhede etsin. Bir veçhi: Bizzat nazar-ı dekaik-âşinasiyle görsün. Diğeri: Gayrın nazariyle baksın. Ve şu hikmete binaen elbette, cesîm, muhteşem, geniş bir saray yapmağa başlar. Şâhâne bir surette dairelere, menzillere taksim eder. Hazinelerinin türlü türlü murassaâtiyle süslendirip, kendi dest-i san’atının en güzel, en lâtif san’atlariyle zînetlendirir. Fünûn ve hikmetinin en incelikleriyle tanzim eder. Ve ulûmunun âsâr-ı mu’cizekâraneleriyle donatır; tekmil eder. Sonra ni’metlerinin çeşitleriyle , taamlarının lezizleriyle, her taifeye lâyık sofraları serer. Bir ziyafet-i âmme ihzâr eder. Sonra, raiyyetine kendi kemâlâtını göstermek için, onları seyre ve ziyafete dâvet eder. Sonra birisini yâver-i ekrem yapar, aşağıki tabakat ve menzillerden yukarıya dâvet eder; daireden daireye, üst üstteki tabakalarda gezdirir. O acip san’atının makinelerini ve tezgâhlarını ve aşağıdan gelen mahsulâtın mahzenlerini göstere göstere, tâ daire-i hususiyesine kadar getirir. Bütün o kemâlâtının madeni olan mübârek zâtını ona göstermekle ve huzuriyle onu müşerref eder. Kasrın hakaikını ve kendi kemalâtını ona bildirir. Seyircilere rehber tâyin eder, gönderir. Tâ o sarayın Sâniini o sarayın müştemilâtiyle, nukuşiyle acâibiyle ahâliye tarif etsin. Ve sarayın nakışlarındaki rumuzunu bildirip ve içindeki san’atlarının işâretlerini öğretip—derûnundaki manzum murassalar ve mevzun nukuş nedir? Ve saray sahibinin kemalâtını ve hünerlerini nasıl gösterirler?—o saraya girenlere târif etsin ve girmenin âdâbını ve seyrin merasimini bildirip ve görünmiyen sultan-ı zîfünun ve zîşuuna karşı, marziyyatı ve arzuları dairesinde teşrifat merâsimini tarif etsin…
“Aynen öyle de: “Velillâhi meselü’l-a’lâ,” Ezel, Ebed Sultanı olan Sâni-i Zülcelâl, nihayetsiz kemalâtını ve nihayetsiz cemâlini görmek ve göstermek istemiştir ki: Şu âlem sarayını öyle bir tarzda yapmıştır ki; her bir mevcud, pek çok dillerle Onun kemâlâtını zikreder. Pek çok işaretlerle cemâlini gösterir. Esmâ-i Hüsnâsının her bir isminde ne kadar gizli mânevî defineler ve her bir unvan-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî letâif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatiyle gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki: Bütün fünûn, bütün desatiriyle şu kitab-ı kâinatı, zaman-ı Âdem’den beri mutalâa ediyor. Halbuki o kitap, esmâ ve kemalât-ı İlâhiyyeye dair ifade ettiği mânaların ve gösterdiği âyetlerin öşr-i mi’şarını daha okuyamamış. İşte şöyle bir saray-ı âlemi, kendi kemalât ve Cemâl-i mânevîsini görmek ve göstermek için bir meşher hükmünde açan Celîl-i Zülcemâl, Cemîl-i Zülcelâl, Sâni-i Zülkemâl’in hikmeti iktiza ediyor ki: Şu âlem-i arzdaki zîşuurlara nisbeten abes ve fâidesiz olmamak için, o sarayın âyetlerinin mânâsını birisine bildirsin. O saraydaki acâibin menba’larını ve netâicinin mahzenleri olan avâlim-i ulviyyede birisine gezdirsin. Ve bütün onların fevkına çıkarsın ve kurb-u huzuruna müşerref etsin ve âhiret âlemlerinde gezdirsin, umum ibâdına, bir muâllim ve saltanat-ı Rubûbiyyetine bir dellâl ve marziyyat-ı İlâhiyyesine bir mübelliğ ve saray-ı âlemindeki âyât-ı tekvîniyyesine bir müfessir gibi, çok vazifeler ile tavzif etsin. Mûcizat nişanlariyle imtiyazını göstersin. Kurân gibi bir ferman ile o şahsı, Zât-ı Zülcelâlin has ve sâdık bir tercümanı olduğunu bildirsin…
“İşte Mirâc’ın pek çok hikmetlerinden şu temsil dürbünüyle bir-ikisini nümune olarak gösterdik. Sairlerini kıyas edebilirsin…
“İkinci Temsil:
“Nasıl ki bir zât-ı zîfünûn, mu’ciznüma bir kitabı te’lif edip yazsa… öyle bir kitap ki, her sahifesinde yüz kitap kadar hakaik, her satırında yüz sahife kadar latif mânalar, her bir kelimesinde yüz satır kadar hakikatlar, her harfinde yüz kelime kadar mânâlar bulunsa; bütün o kitabın maânî ve hakaikları, o kâtib-i mu’ciznümânın kemalât-ı mâneviyyesine baksa, işaret etse, elbette öyle bitmez bir hazineyi kapalı bırakıp abes etmez… Her halde o kitabı, bâzılara ders verecek. Tâ o kıymettar kitap, mânasız kalıp, beyhude olmasın. Onun gizli kemalâtı zâhir olup, kemâlini bulsun ve cemâl-i mânevîsi görünsün. O da sevinsin ve sevdirsin. Hem o acîb kitabı bütün meânisiyle, hakaikıyle ders verecek birisini, en birinci sahifeden tâ nihayete kadar üstünde ders vere vere geçirecektir.
“Aynen öyle de: Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemalâtını ve cemâlini ve hakaik-ı esmâsını göstermek için, öyle bir tarzda yazmıştır ki; bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemalâtını ve esmâ ve sıfâtını bildirir; ifade eder. Elbette bir kitabın mânası bilinmezse hiçe sukut eder. Bâhusus böyle her bir harfi binler mânâyı tazammun eden bir kitap, sukut edemez ve ettirilmez. Öyle ise, o kitabı yazan, elbette onu bildirecektir, her tâifenin istidadına göre bir kısmını anlattıracaktır. Hem umumunu, en âmm nazarlı, en küllî şuurlu, en mümtaz istidatlı bir ferde ders verecektir. Öyle bir kitabın umumunu, ve küllî hakaikını ders vermek için, gayet yüksek bir seyrüsülûk ettirmek hikmeten lâzımdır. Yâni, birinci sahifesi olan tabakat-ı kesretin en nihayetinden tut, tâ münteha sahifesi olan daire-i Ehadiyyete kadar bir seyeran ettirmek lâzım geliyor… İşte şu temsil ile Mirâc’ın ulvî hikmetlerine bir derece bakabilirsin.”1
Peygamber Efendimizin mübârek lisanından İsrâ ve Miraç mu’cizesi
İsrâ ve Mirâc mûcizesi, zaman ve zemin kayıtlarının dışında mülk ve melekûta dâir sırlarla dolu Resûl-i Kibriyâ Efendimizin muâzzam bir mûcizesi olduğundan müteaddid tariklerle güzîde Sahabîler tarafından Peygamberimizden nakledilmiştir. Bu hâdise Sahabîlerin rivayetlerine göre şöyle olmuştur:
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bir gece Kâbe-i Muazzama’nın Hatîym kısmında yatarken, Hz. Cebrail (a.s.) gelip göğsünü yardı ve kalbini Zemzem suyu ile yıkadıktan sonra içine hikmet doldurup eski haline koydu. Sonra beyaz bir binek [Burak] getirildi. Habib-i Kibriyâ Efendimiz, ona bindirildi. Cibril’in (a.s.) refakatında yol aldılar.
Burak, adımını, gözün erişebileceği yerin ilerisine atıyordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Cibrîl (a.s) ile birlikte Beyt-i Makdis’e vardı. Orada, bütün peygamberlerin toplanmış olduğunu gördü. Onlara imam oldu ve birlikte namaz kıldı.
Resûl-i Ekrem Efendimizin, Mescid-i Aksâ’da bütün peygamberlere imam olarak namaz kıldırması demek onların şeriatlarının asıllarına vâris-i mutlak olduğunu göstermesi demekti.1
Sunulan üç bardak
Peygamber Efendimize, orada birinde süt, birinde şerbet ve diğerinde ise su bulunan üç bardak takdim edildi. Takdim esnasında, “Eğer, suyu alırsa kendisi de, ümmeti de ihtiyaçsız ve kanâatkar olur. Şerbeti alırsa kendisi de, ümmeti de mahrumiyete düçar olur. Şayet sütü alırsa kendisi de, ümmeti de doğruyu bulur” diye bir ses işitti.
Resûl-i Ekrem, süt bardağını alıp içti. Bunun üzerine Cebrâil, “Yâ Muhammed” dedi. “Sen, fıtrî ve tabiî olanı seçtin. Sen de, ümmetin de doğru yola iletildiniz.”2
Semâvâta yükselme ve peygamberlerle görüşme
Beytü’l-Makdis’de yüksek makamlara çıkmak için Mir’ac merdiveni kuruldu. Peygamber Efendimiz, bu merdivene Cebrâil (a.s.) ile birlikte bindirildi ve birlikte yükseldiler… Nihâyet dünya semâsına vardılar. Hz. Cebrâil gök kapısını çaldı:
“Kim o?” denildi.
“Cibril’im!”
“Yanındaki kim?”
“Muhammed.”
“Ona gelsin diye haber gönderildi mi?”
“Evet, gönderildi.”
Bundan sonra gök kapısı açıldı ve dünya semâsının üstüne çıktılar.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, orada oturan bir zât gördü. Sağ ve sol yanında bir takım karaltılar vardı. Sağına bakınca gülüyor, soluna bakınca ağlıyordu. Resûl-i Ekrem Efendimize, “Hoş geldin, safâ geldin, salih peygamber, salih oğul!” dedi.
Peygamber Efendimiz, Cebrâil’e, “Bu kim?” diye sordu.
Buradan ikinci semâya yükseldiler. Gök kapısı açıldı ve Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, orada Hz. Yahya ve Hz. İsâ (a.s.) ile karşılaştı.
Hz. Cebrâil, “Bu gördüklerin Yahya ve İsâ’dır. Onlara selâm ver” dedi.
Selâmlaştılar ve onlar Peygamber Efendimize, “Hoş geldin, safâ geldin sâlih peygamber, sâlih kardeş” dediler.
Bundan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Cebrâil ile birlikte aynı minval üzere üçüncü katta Hz. Yusuf, dördüncü katta Hz. İdris, beşinci katta Hz. Hârun, altıncı katta Hz. Mûsa ve yedinci katta da Hz. İbrâhim (a.s.) ile görüştü. Onların hepsi de kendisine “hoş geldin”de bulundular ve mirâcını tebrik ettiler.
Sidre-i Müntehâ’da
Cebrâil (a.s.), yedinci kat semâdan Resûl-i Ekrem Efendimizi alıp yükseklere çıkardı. Daha sonra Habib-i Kibriyâ’nın karşısına Sidre-i Müntehâ sahası açıldı.
Cebrâil (a.s.), “İşte, bu Sidre-i Müntehâ’dır. Ben , buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanarım” dedi ve oradan ileriye tek adım atmadı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Sidre-i Müntehâ’dan dört nehirin aktığını gördü.
Ayrıca Peygamber Efendimiz, burada Cebrâil’i (a.s.) bir kere daha aslî şekil ve suretinde gördü. Daha önce de, kendilerine Risâlet vazifesi verildiği sırada onu Mekke’nin Ciyad mevkiinde ufku kaplayan haşmetli kanatlarıyla görmüştü.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz daha sonra yanında Cebrâil (a.s.) olmadığı halde “imkân ve vücûb ortasında Kâb-ı Kavseyn ile işâret olunan” makama vardı. Bundan sonra mekândan münezzeh Zât-ı Zü’l-Celâlin sohbeti ve cemâliyle müşerref oldu.
Mevlid yazarı merhum Süleyman Çelebi Hazretleri, gayet nezih bir tarzda o anı şöyle tasvir eder:
Söyleşirken Cebrâil ile kelâm
Geldi Refref önüne virdi selâm.
.Aldı ol şâh-ı cihânı ol zamân
Sidre’den götürdü vü gitdi hemân
Bir fezâ oldu o demde rû-nümâ
Ne mekân var anda, ne arz ü semâ
Kim ne hâlidir ne mâlî ol mahal
Akl ü fikr etmez o hâli fehm ü hal
Ref’ olup ol şâha yetmiş bin hicâb
Nûr-ı tevhîd açdı vechinde nikâb
Her birisinden geçerken ilerü
Emr olurdı, “Yâ Muhammed, gel berü”
Çün kamusını görüp geçdi öte
Vardı irişdi ol ulu Hazret’e
Şeş cihetten ol münezzeh Zü’l-Celâl
Bî-kem ü keyf ana gösterdi cemâl
Zâten ol sultân-ı mâ zâgâ’l-basar 1
Eylemişti Hakka tahsîs-i nazar
Âşikâre gördü Rabbü’l-izzeti
Âhirette öyle görür ümmeti
Bî-hurûf ü lafz ü savt ol pâdişah
Mustafâ’ya söyledi bî-iştibâh.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mirâc gecesinde bir çok İlâhî tecellilere, hitap ve iltifâtlara mazhar kılındı. Erkân-ı îmâniyenin hakikatlarını göz ile gördü; melâikeyi, Cenneti, âhireti, hatta Zât-ı Zü’l-Celâl’i müşâhede etti.
Ayrıca bu gecede her gün beş vakitte namaz kılınması emredildi.
Cenâb-ı Hak, ilk önce her gün 50 vakit namazı farz kıldı. Peygamber Efendimiz, dönüşünde Hz. Musâ’ya uğrayınca o, “Allah Taâla, ümmetine neyi farz kıldı?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “50 vakit namazı farz kıldı” dedi.
Hz. Mûsa, “Rabbine dön ve eksiltmesi için niyazda bulun! Ümmetin, buna takat getiremez” dedi.
Resûl-i Ekrem dönüp Cenâb-ı Hakka yalvardı. Allah Teâla, 10 vakit namazı indirdi.
Resûl-i Ekrem, yine Hz. Musâ’nın yanına döndü, “Allah, 50 vakit namazdan 10 vaktini indirdi” dedi.
Hz. Mûsa, “Rabbine dön ve niyazda bulun. Çünkü, ümmetin buna da güç yetiremez” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz yine Cenâb-ı Hakka döndü ve niyazda bulundu. Allah Taâla 10 vakit daha indirdi.
Peygamber Efendimiz, tekrar dönüp Hz. Mûsa’nın yanına geldi ve “Allah, 10 vakit daha indirdi” dedi.
Hz. Mûsa yine, “Rabbine dön ve niyazda bulun! Çünkü, ümmetin buna da güç yetiremez” dedi.
Hz. Resûlullah, yine döndü ve yüce Allah’a niyazda bulundu. Cenâb-ı Hak, yine 10 vakit daha indirdi. Aynı şekilde 10 vakte indirilinceye kadar Peygamber Efendimiz, tekrar tekrar Cenâb-ı Hakka niyazda bulundu.
10 vakte indirilince Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, tekrar Hz. Mûsa’ya uğradı. Hz. Mûsa yine söylediklerini tekrarladı:
“Rabbine dön ve yalvar! Ümmetin bunun hakkından da gelemez” dedi.
Resûl-i Kibriyâ, yine dönüp yüce Mevlâ’sına niyazda bulundu. Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:
“Yâ Muhammed, Benim katımda, hüküm değişmez! Onlar, her gece ve gündüzde 5 vakit namazdır. Her namaz için de 10 ecir vardır ki, bu da 50 namaz eder.”
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, yine dönüp Hz. Mûsa’ya uğradı. Hz. Mûsa, “Neyle emrolundun?” diye sordu.
Peygamberimiz, “Her gün beş vakit namazla emrolundum” dedi.
Hz. Mûsa, “Ümmetin her gün beş vakit namaza da güç yetiremez. Ben, senden önce insanları, İsrâiloğullarını çok tecrübe ettim, bilirim. Sen, dön de biraz daha indirmesini Rabbinden niyaz et” dedi.
Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Rabbime çok niyâz ettim. Bir daha niyazda bulunmaya hayâ ederim”1 dedi.
Böylece, 5 vakit namaz farz kılındı ve Resûl-i Kibriyâ Efendimiz tarafından Mirâc gecesinin cin ve inse bir hediyesi oldu.
Peygamberimizin İsrâ ve Miraç mu’cizesini müşriklere açıklaması
“İmkân ile vücub ortasında Kab-ı Kavseyn ile işâret olunan makama” giren ve mekândan münezzeh olan Cenâb-ı Hakkın kelâmına ve rü’yetine mazhar olan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, aynı gece Hâne-i Saâdetine geldi.
Sabahleyin mirâcını ve o ulvî seyahat esnasında gördüklerini Kureyş’e haber verip anlatmak istedi. Ancak, amcası Ebû Talib’in kızı Ümmühânî elbisesine yapışarak, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Sakın bunu halka anlatma, seni yalanlarlar ve seni üzerler.”
Fakat Peygamberimiz, “Vallahi! Ben onu anlatacağım” dedi ve halkın yanına varıp Mirâc’ı haber verdi. Kureyşliler şaşırdılar: “Yâ Muhammed! Buna delilin nedir? Biz bunun bir benzerini daha şimdiye kadar işitmedik” dediler.
Resûl-i Ekrem Efendimiz şunları anlattı:
“Delilim şudur ki, filân oğullarının devesine filân vadide, filân yerde rastladım. Develerini kaçırmış arıyorlardı. Onları develerine doğru kılavuzladım ve ben Şam’a yöneldim.
“Sonra dönüşümde Dabhanan’a geldiğimde, filan oğullarının kafilesine rastladım, halkı uyuyordu. Onlara ait, üstü örtülü su kabının örtüsünü açıp içindeki suyu içtim. Yine eskisi gibi üzerini örttüm.
“Başka bir delilim de şudur: Sizlere ait bir kafileye Ten’im yokuşunda rastladım. Önde karamtırak bir deve vardı. Üzerinde birisi siyah, öbürü alaca renkli iki çuval bulunuyordu.”1
Halk merak içinde ve sürâtle Seniyye mevkiine çıktı. Bir müddet sonra kafile çıkageldi. Peygamber Efendimizin haber verdiği gibi önünde karamtırak deve vardı. Gelen diğer kafileye su dolu kaplarını sordular. Onlar, su doldurup, üzerini örttüklerini söylediler. Su kabına baktılar, üzeri kendilerinin örttüğü gibi örtülü idi, ama içinde su yoktu. Müşrikler şaşırdılar ve “Tıpkı dediği gibiymiş” dediler.2
Müşrikler, Peygamberimizin haber verdiği diğer haberleri de araştırdılar ve aynen söylediği gibi buldular. Buna rağmen îmân edip Peygamberimizin dâvâsını tasdik etmediler.
İsrâ ve Mirâc mûcizesini kabul etmemekte direnen Kureyşli müşrikler, Resûl-i Ekrem Efendimizden bu hususta delil üstüne delil istemekten de geri durmuyorlardı. Bir çokları, “Deve ile Mekke’den Şâm’a gidiş bir ay, dönüş de bir ay sürer. Muhammed, oraya bir gecede nasıl gidip Mekke’ye döner?” dediler.
İçlerinden o taraflara seyahat etmiş ve Mescid-i Aksâ’yı görmüş olanlar, Peygamber Efendimize gelerek, “Mescid-i Aksa’yı bize târif edebilir misin?” diye sordular.
Resûlullah Efendimiz, “Gittim, târif edebilirim” cevabını verdi.
Bundan sonrasını Efendimiz şöyle anlatır:
“Onların, yalanlamalarından ve suâllerinden pek çok sıkıldım. Hatta, o ana kadar öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Derken, Cenâb-ı Hak, birden Beytü’l-Makdisi bana gösterdi. Ben de ona bakarak herşeyi birer birer târif ettim. Hattâ bana, ‘Beytü’l-Makdisin kaç kapısı var?’ diye sormuşlardı. Halbuki, ben onun kapılarını saymamıştım. Beytü’l-Makdis karşımda görününce, ona bakmaya ve kapılarını birer birer saymaya ve bildirmeye başladım.”1
Bunun üzerine müşrikler, “Vallahi, tas tamam ve doğru târif ettin” dediler. Buna rağmen yine îmân etmediler.
Hz. Ebû Bekir tereddütsüz tasdik ediyor
Mekke halkı arasında gönülleri İslâma ısınıvermiş, fakat Mirâc haberiyle birden şaşırıp kalan kimseler de vardı. Bunlar bu haberi duyar duymaz derhal Hz. Ebû Bekir’e koştular, “Yâ Ebâ Bekir!” dediler. “Arkadaşının işinden haberin var mı? O, bu gece Beytü’l-Makdis’e gittiğini, orada namaz kılıp Mekke’ye döndüğünü söyledi.”
Hz. Ebû Bekir, “Siz bunları ondan mı duydunuz?”
“Evet,” dediler, “aynen ondan duyduk.”
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir, “Vallahi,” dedi, “o söylediyse, şeksiz şüphesiz doğrudur. Siz buna hiç şaşmayın!”
Sonra da, kalkıp doğruca Resûl-i Kibriyâ Efendimizin yanına gitti, “Yâ Resûlallah! Sen, şu halka bu gece, Beytü’l-Makdis’e gittiğini söyledin mi?” diye sordu.
Peygamberimiz, “Evet” deyince Hz. Ebû Bekir, “Doğru söylüyorsun, senin Allah’ın resûlü olduğuna şehâdet ederim” dedi.
Peygamber Efendimiz de, bunun üzerine, “Yâ Ebâ Bekir, sen zâten sıddîksın” buyurdu.2
Ve, o günden itibaren Hz. Ebû Bekir, “Sıddîk” diye anılmaya başlandı. Sıddık, şeksiz, şüphesiz doğrulayan mânâsına geliyordu.
* * *
Mi’raç’la İlgili Birkaç Suale Cevap
“Sual: Şu Mi’rac-ı Azîm, niçin Muhammed-i Arabî Aleyhisselâma mahsustur?
“Elcevap: Elvvelâ: Tevrat, İncil, Zebur gibi kütüb-ü mukaddeseden, pek çok tahrifata mâruz oldukları halde, şu zamanda dahi, Hüseyn-i Cisrî gibi bir muhakkik, nübüvvet-i Ahmediye’ye (a.s.m.) dâir yüz on dört işârî beşaretleri çıkarıp Risale-i Hamîdiye’de göstermiştir.
“Sâniyen: Tarihçe sabit, Şık ve Sâtih gibi meşhur iki kâhinin, nübüvvet-i Ahmediye’den (a.s.m.) biraz evvel, nübüvvetine ve âhirzaman peygamberi o olduğuna beyanatları gibi; çok beşaretler, sahih bir surette tarihen nakledilmiştir.
“Sâlisen: Velâdet-i Ahmediye (a.s.m.) gecesinde Kâbe’deki sanemlerin sukutiyle, Kisra-yı Fârisin saray-ı meşhuresi olan Eyvânı inşikak etmesi gibi, irhasat denilen yüzer hârika, tarihçe meşhurdur.
“Râbian: Bir orduya parmağından gelen suyu içirmesi ve câmide bir cemaat-ı azîme huzurunda, kuru direğin, minberin naklinden dolayı müfârekat-ı Ahmediye’den (a.s.m.) deve gibi enîn ederek ağlaması; “Ve’n-şakke’l-kamer” nassı ile, şakk-ı kamer gibi, muhakkıklerin tahkikatiyle bine bâliğ mu’cizatla serfiraz olduğunu tarih ve siyer gösteriyor.
“Hâmisen: Dost ve düşmanın ittifakıyle ahlâk-ı hasenenin şahsında en yüksek derecede ve bütün muamelâtının şehadetiyle secaya-yı sâmiye, vazifesinde ve tebliğâtında en âli bir derecede ve din-i İslâmdaki mehâsin-i ahlâkın şehadetiyle, şeriatında en âli hisal-ı hamîde, en mükemmel derecede bulunduğuna ehl-i insaf ve dikkat tereddüt etmez.
“Sâdisen: Onuncu Söz’ün İkinci İşaretinde işaret edildiği gibi: Ulûhiyyet, mukteza-yı hikmet olarak tezahür istemesine mukabil en âzamî bir derecede zât-ı Ahmediyye (a.s.m.) dinindeki azamî ubûdiyetiyle en parlak bir derecede göstermiştir. Hem Hâlik-ı âlemin nihayet kemâlindeki cemâlini bir vasıta ile göstermek, mukteza-yı hikmet ve hakikat olarak istemesine mukabil; en güzel bir surette gösterici ve târif edici, bilbedâhe o zâttır.
“Hem Sâni-i âlemin nihayet cemâlde olan kemâl-i san’atı üzerine enzar-ı dikkati celp etmek, teşhir etmek istemesine mukabil; en yüksek bir sada ile dellâllık eden, yine bilmüşâhede o zâttır.
“Hem bütün âlemlerin Rabbi, kesret tabakatında vahdâniyetini ilân etmek istemesine mukabil—tevhidin en âzamî bir derecede—bütün meratib-i tevhidi ilân eden, yine bizzarure o zâttır.
“Hem, sâhib-i âlemin nihayet derecede ve âsârındaki cemâlin işaretiyle, nihayetsiz hüsn-i zâtîsini ve cemalinin mehâsinini ve hüsnünün letâifini âyinelerde mukteza-yı hakikat ve hikmet olarak görmek ve göstermek istemesine mukabil; en şa’şaalı bir surette âyinedarlık eden ve gösteren ve sevip ve başkasına sevdiren, yine bilbedâhe o zâttır.
“Hem şu saray-ı âlemin Sânii, gayet harika mu’cizeleri ile ve gayet kıymettar cevahirler ile dolu hazine-i gaybiyelerini izhar ve teşhir istemesi ve onlarla kemalâtını târif etmek ve bildirmek istemesine mukabil, en âzamî bir surette teşhîr edici ve tavsif edici, ve tarif edici yine bilbedâhe o zâttır.
“Hem şu kâinatın Sânii, şu kâinatı enva-ı acaib ve zînetlerle süslendirmek suretinde yapması ve zîşuur mahlûkatını seyr ve tenezzüh ve ibret ve tefekkür için ona idhal etmesi ve mukteza-yı hikmet olarak onlara o âsâr ve sanayiinin mânalarını, kıymetlerini, ehl-i temâşa ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil; en âzamî bir surette cin ve inse, belki ruhânîlere ve melâikelere de Kur’an-ı Hakîm vasıtasiyle rehberlik eden, yine bilbedâhe o zâttır.
“Hem şu kâinatın Hâkim-i Hakîmi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksad ve gayeyi tazammun eden tılsım-ı muğlakını ve mevcudatın “Nereden? Nereye? Ve ne oldukları?” olan şu üç sual-i müşkilin muammasını bir elçi vasıtasıyla umum zîşuurlara açtırmak istemesine mukabil; en vâzıh bir surette ve en âzâmî bir derecede hakaik-ı Kur’aniye vasıtasiyle o tılsımı açan ve o muammayı halleden, yine bilbedâhe o zâttır.
“Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelâli, bütün güzel masnûatiyle kendini zîşuur olanlara tanıttırmak ve kıymetli ni’metlerle kendini onlara sevdirmesi, bizzarure onun mukabilinde zîşuur olanlara marziyyâtı ve arzu-yu İlâhiyyelerini bir elçi vasıtasiyle bildirmesini istemesine mukabil, en âlâ ve ekmel bir surette, Kur’an vasıtasiyle o marziyyat ve arzuları beyan eden ve getiren, yine bilbedâhe o zâttır.
“Hem Rabbü’l-âlemîn, meyve-i âlem olan insana, âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidat verdiğinden ve bir ubûdiyet-i külliyeye müheyya ettiğinden ve hissiyatça kesrete ve dünyaya müptelâ olduğundan ve bir rehber vasıtasiyle, yüzlerini kesretten vahdete, fâniden bâkiye çevirmek istemesine mukabil, en âzamî bir derecede en eblâğ bir surette, Kur’an vasıtasiyle en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risaletin vazifesini en ekmel bir tarzda îfa eden, yine bilbedâhe o zâttır.
“İşte mevcudatın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmiş vezâifi en âzamî bir derecede, en ekmel bir surette ifa eden zât; elbette o Mir’ac-ı Azîm ile Kab-ı Kavseyn’e çıkacak, saadet-i ebediye kapısını çalacak, hazine-i rahmetini açacak, imânın hakaik-ı gaybiyesini görecek, yine o olacaktır.
.Sâbian: Bilmüşâhede şu masnûatta gayet güzel tahsinat, nihayet derecede süslü tezniyat vardır. Ve bilbedâhe şöyle tahsinat ve tezyinat onların Sâniinde gayet şiddetli bir irade-i tahsin ve kasd-ı tezyin var olduğunu gösterir. Ve irade-i tahsin ve teyzin ise, bizzarure o Sânide, san’atına karşı kuvvetli bir rağbet ve kudsî bir muhabbet olduğunu gösterir. Ve masnuat içinde câmi’ ve letâif-i san’atı birden kendinde gösteren ve bilen ve bildiren ve kendini sevdiren ve başka masnuattaki güzellikleri “mâşaallah” deyip istihsan eden, bilbedâhe o sanatperver ve sanatını çok seven Sâniin nazarında en ziyade mahbub, o olacaktır.
“İşte masnûatı yaldızlayan mezâya ve mehasine; ve mevcudatı ışıklandıran letâif ve kemalâta karşı, “Sübhanallah, Mâşaallah, Allahu Ekber” diyerek semâvatı çınlattıran ve Kur’an’ın nağamatiyle kâinatı velveleye verdiren, istihsan ve takdir ile, tefekkür ve teşhir ile, zikir ve tevhid ile ber ve bahri cezbeye getiren, yine bilmüşahede o zâttır.
“İşte böyle bir zât ki, “es-sebebü ke’l-fâil” sırrınca bütün ümmetin işlediği hasenatın bir misli, onun kefe-i mizanında bulunan ve umum ümmetin salâvatı, onun mânevî kemalâtına imdat veren ve risaletinde gördüğü vezaifin netaicini ve mânevî ücretleriyle beraber rahmet ve muhabbet-i İlâhiye’nin nihayetsiz feyzine mazhar olan bir zât, elbette Mir’ac merdiveniyle Cennete, Sidretü’l-Müntehâya, Arşa ve Kab-ı Kavseyne kadar gitmek, aynı hak, nefs-i hakikat ve mahz-ı hikmettir.”1
“Suâl: Bin müşkülât ile, tayyare vasıtasiyle ancak bir-iki kilometre yukarıya çıkılabiliyor. Nasıl bir insan cismiyle binler sene mesafeyi bir kaç dakika zarfında kat’eder, gider, gelir?
“Cevap: Arz gibi ağır bir cisim, fenninizce hareket-i seneviyesiyle bir dakikada takriben yüz seksen sekiz saat mesafeyi keser. Takriben yirmi beş bin senelik mesafeyi, bir senede kat’ediyor. Acaba, şu muntazam harekâtı ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir Kadîr-i Zülcelâl; bir insanı, arşa getiremez mi? Şemsin cazibesi denilen bir kanun-u Rabbâni ile Mevlevî gibi etrafında pek ağır olan cism-i arzı gezdiren bir hikmet, cazibe-i rahmet-i Rahman ile ve incizab-ı muhabbet-i Şems-i Ezel ile bir cism-i insanı berk gibi arş-ı Rahmana çıkaramaz mı?
“Suâl: Haydi çıkabilir. Niçin çıkmış? Ne lüzumu var? Veliler gibi ruh ve kalbi ile gitse, yeter?
“Cevap: Madem Sâni-i Zülcelâl mülk ve melekûtundaki âyât-ı acîbesini göstermek ve şu âlemin tezgâh ve menba’larını temâşâ ettirmek ve amâl-i beşeriyenin netaic-i uhreviyesini irae etmek istemiş. Elbette âlem-i mubsıratın anahtarı hükmünde olan gözünü ve mesmuat âlemindeki âyâtı temâşâ eden kulağını, Arşa kadar beraber alması lâzım geldiği gibi, ruhunun hadsiz vezaife medar olan âlât ve cihazatının makinesi hükmünde olan cism-i mübarekini dahi, tâ Arşa kadar beraber alması muktezay-ı akıl ve hikmettir. Nasıl ki; Cennette, hikmet-i İlâhiyye cismi ruha arkadaş ediyor. Çünkü; pek çok vezaif-i ubûdiyete ve hadsiz lezâiz ve âlâma medar olan cesettir. Elbette o cesed-i mübârek, ruha arkadaş olacaktır. Madem, Cennete cisim ruh ile beraber gider. Elbette Cennetü’l-Me’va gövdesi olan Sidre-i Müntehâ’ya uruc eden Zât-ı Ahmediye (a.s.m.) ile cesed-i mübârekini refakat ettirmesi, ayn-ı hikmettir.
“Suâl: Birkaç dakikada binler sene mesafeyi kat’etmek, aklen muhaldir?
“Cevap: Sâni-i Zülcelâlin san’atında harekât, nihayet derecede muhteliftir. Meselâ: Savtın sür’atiyle; ziya, elektrik, ruh, hayal sür’atleri ne kadar mütefavit olduğu mâlum. Seyyaratın dahi, fennen harekâtı o kadar muhteliftir ki, akıl hayrettedir. Acaba lâtif cismi, urucda sür’atli olan ulvî ruhuna tâbi olmuş; ruh sür’atinde hareketi nasıl akla muhalif görünür? Hem on dakika yatsan, bâzı olur ki bir sene kadar hâlâta mâruz olursun. Hattâ bir dakikada insan gördüğü rü’yayı, onun içinde işittiği sözleri, söylediği kelimatı toplansa, uyanık âleminde bir gün, belki daha fazla zaman lâzımdır. Demek oluyor ki, bir zaman-ı vâhid, iki şahsa nisbeten, birisine bir gün, birisine de bir sene hükmüne geçer.
“Şu mânâya bir temsil ile bak ki: İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyadan, elektrikten, ruhtan hayalden tezahür eden sür’at-i harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farzediyoruz ki: O saatta on iğne var. Birisi, saatleri gösterir. Biri de, ondan altmış def’a daha geniş bir dairede dakikayı sayar. Birisi, altmış def’a daha geniş bir daire içinde sâniyeleri; diğeri yine altmış defa daha geniş bir dairede sâliseleri ve hâkeza râbiaları, hâmiseleri, sâdise, sâbia, sâmine, tâsia, tâ aşireleri sayacak gayet muntazam azîm bir dairede birer ibre farzediyoruz. Faraza, saati sayan ibrenin dairesi küçük saatimiz kadar olsa; herhalde aşireleri sayan ibrenin dairesi, arzın medar-ı senevîsi kadar, belki daha fazla olmak lâzım gelir. Şimdi iki şahıs farzediyoruz: Biri, saatı sayan ibreye binmiş gibi o ibrenin hârekatına göre temâşa ediyor. Diğeri, âşireleri sayan ibreye binmiş. Bu iki şahsın bir zaman-ı vâhidde müşahede ettikleri eşya; saatimizle arzın medar-ı senevîsi nisbeti gibi, meşhudatça pek çok farkları vardır. İşte zaman–çünki–harekâtın bir rengi, bir levni yahut bir şeridi hükmünde olduğundan, harekâtta câri olan bir hüküm, zamanda dahi câridir. İşte, bir saatte meşhudatımız, bir saatin saati sayan ibresine binen zîşuur şahsın meşhudatı kadar olduğu ve hakikat-ı ömrü de o kadar olduğu halde; âşire ibresine binen şahıs gibi aynı zamanda o muayyen saatte Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Burak-ı Tevfik-i İlâhîye biner; berk gibi bütün daire-i mümkinatı kat’edip, acâib-i mülk ve melekûtu görüp, daire-i vücub noktasına çıkıp, sohbete müşerref olup, rü’yet-i cemâl-i İlâhiye mazhar olarak, fermanı alıp vazifesine dönebilir ve dönmüş ve öyledir.
“Yine hâtıra gelir ki: Dersiniz, “Evet, olabilir, mümkündür. Fakat her mümkün vâki olmuyor? Bunun emsâli var mı ki kabul edilsin? Emsali olmayan bir şeyin, yalnız imkânı ile vukuuna nasıl hükmedilebilir?
“Biz de deriz ki: Emsali o kadar çoktur ki, hesaba gelmez. Meselâ: Her zînazar gözüyle, yerden tâ Neptün seyyaresine kadar bir saniyede çıkar. Her zîilim akliyle, kozmoğrafya kanunlarına binip, yıldızların tâ arkasına bir dakikada gider. Her zîîman, namazın ef’al ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi Mi’rac ile kâinatı arkasına atıp huzura kadar gider. Her zîkalb ve kâmil velî, seyr ü sülük ile; Arştan ve daire-i esmâ ve sıfattan kırk günde geçebilir. Hattâ, Şeyh-i Geylânî, İmam-ı Rabbânî gibi bâzı zatların ihbarat-ı sâdıkaları ile; bir dakikada Arşa kadar uruc-u ruhânîleri oluyor. Hem ecsâm-ı nûrânî olan melâikelerin Arştan ferşe, ferşten Arşa kısa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır. Hem ehl-i Cennet, mahşerden Cennet bağlarına kısa bir zamanda uruc ediyorlar. Elbette bu kadar nümuneler gösteriyorlar ki: Bütün evliyaların sultanı, umum mü’minlerin imamı, umum ehl-i Cennetin reisi ve umum melâikenin makbûlü olan zât-ı Ahmediye’nin (a.s.m.) seyr ü sülûkuna medar bir Mi’racı bulunması ve onun makamına münasip bir surette olması, ayn-ı hikmettir ve gayet mâkuldür ve şüphesiz vâkidir.”1
“Suâl: Mi’racın semerâtı ve faydası nedir?
“Elcevap: Şu secere-i Tûba-i Mâneviye olan Mi’racın beş yüzden fazla meyvelerinden nümune olarak yalnız beş tanesini zikredeceğiz.
“BİRİNCİ MEYVE
“Erkân-ı imâniyenin hakaikını göz ile görüp, melâikeyi, Cenneti, âhireti, hatta Zât-ı Zülcelâli göz ile müşahede etmek; kâinata ve beşere öyle bir hazine ve bir nur-u ezelî ve ebedî bir hediye getirmiştir ki: Şu kâinatı, perişan ve fâni ve karmakarışık bir vaziyet-i mevhûmeden çıkarıp, o nûr ve o meyve ile, o kâinatı; kudsî mektubat-ı Samedaniyye, güzel âyine-i cemâl-i Ehadiyye vaziyeti olan hakikatı göstermiş. Kâinatı ve bütün zîşuuru sevindirip mesrur etmiş. Hem o nûr ve o meyve ile beşeri; müşevveş, perişan, âciz, fakir, hâcâtı hadsiz, a’dâsı nihayetsiz ve fânî, bekasız bir vaziyet-i dalâletkâraneden o insanı o nûr, o meyve-i kudsiyye ile Ahsen-i Takvimde, bir mucize-i kudret-i Samedaniyyesi ve mektubat-ı Samedaniyyenin bir nüsha-i câmiası ve Sultan-ı Ezel ve Ebedin bir muhatabı, bir abd-i hassı, kemâlâtının istihsancısı, halîli ve cemâlinin hayretkârı, habibi ve Cennet-i bâkıyesine namzet bir misafir-i azîzi suret-i hakikîsinde göstermiş. İnsan olan bütün insanlara, nihayetsiz bir sürur, hadsiz bir şevk vermiştir.
“İKİNCİ MEYVE
“Sâni-i mevcudat ve sâhib-i kâinat ve Rabbü’l-âlemin olan Hâkim-i Ezel ve Ebedin marziyyat-ı Rabbâniyyesi olan İslâmiyetin, başta namaz esasatını, cin ve inse hediye getirmiştir ki: O marziyyatı anlamak, o kadar merak-âver ve saadet-âverdir ki, târif edilmez. Çünki: Herkes, büyükçe bir veliyy-i ni’met, yahut muhsin bir padişahının uzaktan arzularını anlamaya ne kadar arzukeş ve anlasa, ne kadar memnun olur. Temenni eder ki, ‘Keşki bir vasıta-i muhabere olsa idi, doğrudan doğruya o zât ile konuşsa idim. Benden ne istiyor, anlasa idim. Benden onun hoşuna gideni bilse idim’ der. Acaba bütün mevcudat, kabza-i tasarrufunda ve bütün mevcudattaki cemâl ve kemalât, onun cemâl ve kemâline nisbeten zayıf bir gölge ve her anda nihayetsiz cihetlerle Ona muhtaç ve nihayetsiz ihsanlarına mazhar olan beşer, ne derece Onun marziyyatını ve arzularını anlamak hususunda hahişger ve merak-âver olması lâzım olduğunu anlarsın.
“İşte zât-ı Ahmediye (a.s.m.) yetmiş bin perde arkasında O Sultan-ı Ezel ve Ebedin marziyyatını doğrudan doğruya Mi’rac semeresi olarak hakkalyakîn işitip, getirip beşere hediye etmiştir.
“Evet, beşer, kamerdeki hâli anlamak için ne kadar merak eder ki: Biri gidip, dönüp haber verse. Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Halbuki kamer, öyle bir Mâlikü’l-Mülk’ün memleketinde geziyor ki: Kamer, bir sinek gibi küre-i arzın etrafında pervaz eder. Küre-i arz, pervane gibi şemsin etrafında uçar. Şems, binler lâmbalar içinde bir lâmbadır ki: O Mâlikü’l-Mülk-i Zülcelâl’in bir misafirhanesinde mumdarlık eder. İşte zât-ı Ahmediye (a.s.m.), öyle bir zât-ı Zülcelâl’in şuunatını ve acâib-i san’atını ve âlem-i bekada hazain-i rahmetini görmüş, gelmiş beşere söylemiş. İşte beşer, bu zâtı, kemâl-i merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın.
“ÜÇÜNCÜ MEYVE
“Saadet-i Ebediyenin definesini görüp, anahtarını alıp getirmiş; cin ve inse hediye etmiştir. Evet, Mir’ac vasıtasiyle ve kendi gözüyle Cenneti görmüş ve Rahmân-ı Zülcelâl’in rahmetinin bâkî cilvelerini müşahede etmiş ve saadet-i ebediyeyi katiyyen hakkalyakîn anlamış ve saadet-i ebediyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki: Bîçâre cin ve ins, kararsız bir dünyada ve zelzele-i zevâl ve firak içindeki mevcudatı, seyl-i zaman ve harekât-ı zerrat ile adem ve firak-ı ebedî denizine döküldüğü olan vaziyet-i mevhume-i canhıraşanede oldukları hengâmda; şöyle bir müjde, ne kadar kıymettar olduğu ve idam-ı ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fâni cin ve insin kulağında öyle bir müjde, ne kadar saadet-âver olduğu târif edilmez. Bir adama, idam edileceği anda, onun affıyla kurb-u şâhânede bir saray verilse, ne kadar sürura sebeptir. Bütün cin ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver.
“DÖRDÜNCÜ MEYVE
“Rü’yet-i Cemâlûllah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü’mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir ki, o meyve, ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas edebilirsin. Yâni; her kalb sahibi bir insan; zîcemâl, zîkemâl, zîihsan bir zâtı sever. Ve o sevmek dahi, cemâl ve kemâl ve ihsanın derecatına nisbeten tezayüd der, pereştiş derecesine gelir, canını feda eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız bir defa görmesine, dünyasını feda etmek derecesine çıkar. Halbuki; bütün mevcudattaki cemâl ve kemâl ve ihsan, Onun cemâl ve kemâl ve ihsanına nisbeten, küçük birkaç lemaatın güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rü’yete ve nihayetsiz bir iştiyâka elyak bir Zât-ı zülcelâli ve’l-kemâlin saadet-i ebediyede rü’yetine muvaffak olması ne kadar saadet-âver ve medar-ı sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu insan isen anlarsın.
“BEŞİNCİ MEYVE
“İnsan, kâinatın kıymettar bir meyvesi ve Sânî-i kâinatın nâzdar sevgilisi olduğu, Mi’rac ile anlaşılmış ve o meyveyi, cin ve inse getirmiştir. Küçük bir mahlûk, zayıf bir hayvan ve âciz bir zîşuur olan insanı, o meyve ile o kadar yüksek bir makama çıkarır ki; kâinatın bütün mevcudatı üstünde bir makam-ı fahr veriyor. Ve öyle bir sevinç ve sürur-u mes’udiyetkârane veriyor ki, tasvir edilmez. Çünki; âdi bir nefere denilse, ‘Sen, müşir oldun.’ Ne kadar memnun olur. Halbuki; fânî, âciz bir hayvan-ı nâtık, zevâl ve firak silsilesini daima yiyen bîçâre insana, birden ebedî, bâki bir Cennette, Rahîm ve Kerim bir Rahmanın rahmetinde ve hayal sür’atinde, ruhun vüs’atinde, aklın cevelânında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerana ve cevelâna muvaffak olduğun gibi, saadet-i ebediyede rü’yet-i cemâline de muvaffak olursun, denildiği vakit, insaniyeti sukut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddi bir sevinç ve sürûru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin. Sana iki küçük temsil ile bir-iki meyvenin derece-i kıymetini göstereceğiz.
“Meselâ: Senin ile biz beraber bir memlekette bulunuyoruz. Görüyoruz ki; her şey bize ve birbirine düşman ve bize yabancı… Her taraf müthiş cenazelerle dolu… İşitilen sesler yetimlerin ağlayışı, mazlumların vaveylâsıdır. İşte biz, şöyle bir vaziyette olduğumuz vakitte; biri gitse, o memleketin padişahından bir müjde getirse; o müjde ile, bize yabancı olanlar ahbap şekline girse. Düşman gördüğümüz kimseler, kardeşler suretine dönse, o müthiş cenazeler, huşû ve huzûda, zikir ve tesbihte birer ibadetkâr şeklinde görünse. O yetimâne ağlayışlar, senakârane ‘yaşasınlar’ hükmüne girse. Ve o ölümler ve o soymaklar, garâtlar; terhisat sûretine dönse. Kendi sûrurumuz ile beraber, herkesin süruruna müşterek olsak; o müjde ne kadar mesrurane olduğunu elbette anlarsın. İşte Mi’rac-ı Ahmediye’nin (a.s.m.) bir meyvesi olan nur-u îmândan evvel şu kâinatın mevcudatı, nazar-ı dalâletle bakıldığı vakit; yabancı, muzır, müz’iç, muvahhiş ve dağ gibi cirmler birer müthiş cenaze; ecel herkesin başını kesip ademâbâd kuyusuna atar. Bütün sadalar, firak ve zevalden gelen vaveylâlar olduğu halde, dalâletin öyle tasvir ettiği hengâmda; meyve-i Mi’rac olan hakaik-ı erkân-ı îmâniye nasıl mevcudatı sana kardeş, dost ve Sâni-i Zülcelâline zâkir ve müsebbih; ve mevt ve zeval, bir nevi terhis ve vazifeden âzâd etmek; ve sadalar, birer tesbihat hakikatında olduğunu sana gösterir.
“İkinci temsil: Senin ile biz, sahra-yı kebir gibi bir mevkideyiz. Kum denizi fırtınasında, gece o kadar karanlık olduğundan, elimizi bile göremiyoruz. Kimsesiz, hâmisiz, aç ve susuz, me’yus ve ümitsiz bir vaziyette olduğumuz dakikada, birden bir zât, o karanlık perdesinden geçip, sonra gelip, bir otomobil hediye getirse ve bizi bindirse, birden cennet-misâl bir yerde istikbalimiz te’min edilmiş, gayet merhametkâr bir hâmimiz bulunmuş, yiyecek ve içecek ihzar edilmiş bir yerde bizi koysa; ne kadar memnun oluruz, bilirsin.
“İşte o sahra-yı kebir, bu dünya yüzüdür. O kum denizi, bu hâdisat içinde harekât-ı zerrat ve seyl-i zaman tahrikiyle çalkanan mevcudat ve bîçâre insandır. Her insan, endişesiyle kalbi dâğdâr olan istikbali; müdhiş zulümat içinde, nazar-ı dalâletle görüyor. Feryadını işittirecek kimseyi bilmiyor. Nihayetsiz aç, nihayetsiz susuzdur. İşte, semere-i Mi’rac olan marziyyat-ı İlâhiyye ile şu dünya, gayet kerîm bir Zâtın misafirhanesi, insanlar dahi, onun misafirleri, me’murları, istikbal dahi, cennet gibi güzel, rahmet gibi şirin ve saadet-i ebediye gibi parlak göründüğü vakit; ne kadar hoş, güzel, şirin bir meyve olduğunu anlarsın…”1
* * *
Peygamberimizin Kabileleri İslâma Daveti
Resûl-i Ekrem, Tâiflilerin insafsız ve âdice hücum ve hakaretlerine hedef olduktan sonra, Mekke’ye döndüğünde müşriklerin daha da şiddetli muhalefet ve eziyetleriyle karşı karşıya kaldığı halde, îman ve İslâmı tebliğden bir an bile geri durmadı. Aksine, Tâif dönüşü, İslâma dâvet dairesini daha da genişletti ve kabileleri İslâma dâvete başladı.
Bir dâvânın hızla intişârı, şüphesiz, sağlam ve seviyeli müntesiblerinin çokluğu ile doğru orantılıdır. Resûl-i Ekrem de bu gerçeği göz önünde bulundurarak, hem îmâna davet etmek, hem de Kureyş müşriklerine karşı bir kuvvet olarak kullanmak gayesiyle Hac mevsiminde Mekke etrafında konaklamış bulunan Arap kabileleri arasında dolaşıyordu.
Görüştüğü kabile ileri gelenlerinin her biri ayrı ayrı bahaneler ileri sürerek İslâma girmekten uzak duruyorlardı. İçlerinde Müslüman olma arzusunu izhar edenler var idiyse de, bunların İslâm safına katılmalarına engel oluyordu.
İslâma dâvet edilen bazı kabileler ise, dâvete icabet etmedikleri gibi, Efendimize hakaretvâri sözler de söylüyorlardı.
Resûlullahın dolaştığı yerlere müşrikler de gidiyor, onu âdeta bir gölge gibi takib ediyorlardı. Kabile fertlerinin İslâmiyetten uzak durmalarında şüphesiz müşriklerin menfî, yalan ve iftira üzerine kurulu propagandalarının da büyük rolü vardı.
Resûl-i Ekrem, her sene belirli mevsimlerde kurulan Ukâz, Mecenne, Zü’l-Mecâz panayırlarını (bir nevî fuâr) gezmeyi, buraya gelmiş bulunan kabilelerle görüşmeyi, halkına Kur’ân okuyup ve onları İslâma davet etmeyi asla ihmal etmezdi. Ne var ki, o, kudsî gayeyle halk arasında dolaşırken, Ebû Leheb de ara sıra geziyor ve “Muhammed atalarının dininden döndü, yalanlar uyduruyor, ona kanmayın” diyor, halkın kendisiyle temas etmesine mâni olmaya çalışıyordu.
Peygamber Efendimiz, kabileler arasında dolaşıp, tebliğ vazifesinde bulunurken, kabilenin bütün fertleriyle değil, çoğu zaman sadece ileri gelenleri, reisleriyle görüşüyor, konuşuyor ve İslâmı onlara anlatıyordu. Çünkü, kabile ferdlerinin, reislerine sarsılmaz bir bağlılık ve hürmetleri vardı. Reislerinin İslâmı benimsemesi demek, tamamının mü’minler safında yer alması demekti. Bu bakımdan Allah Resûlü, kısa yoldan netice elde edebilecek metodu takip ediyordu.
Resûl-i Ekremin bu tarz bir usül takip etmesinde, hak ve hakikatı tebliğde, mühim bir prensibi tesbit etmiş oluyoruz: Hak ve hakikata dâvete mümkünse önce beldenin ileri gelenlerinden, hatırı sayılır ve herkesin saygısını kazanmış kimselerden başlanmalıdır. Bir beldenin veya bir kabilenin ileri gelenlerinin hak ve hakikatı kabul etmesi, şüphesiz halkın da sür’atle aynı dâvâyı benimsemesini kolaylaştıracaktır.
Medineli ilk Müslümanlar
Bi’setin 11. senesi hac mevsimi idi. Mekke’ye yarımadanın muhtelif yerlerinden birçok hacı namzedi gelmişti. Bunlar arasında Medine halkından da bazı kimseler vardı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, hac mevsimlerinde âdetleri olduğu üzere, kabileler arasında dolaşıp onları İslâm dinine davet ederken, Akabe mevkii yakınında altı kişiden ibaret olan bu Medineli kafileye rastgeldi.
Onlara, “Siz kimsiniz?” diye sordu.
“Hazreç kabilesindeniz” diye cevap verdiler.
Peygamber Efendimiz, “Yahudîlerin komşu ve müttefiklerinden misiniz?” diye sordu.
“Evet,” dediler.
Bunun üzerine Efendimiz, “Otursanız da, sizinle biraz konuşsak olmaz mı?” dedi.
“Olur” deyip oturdular.
Nebiyy-i muhterem Efendimiz, onları Allah’ın varlık ve birliğine îmâna çağırdı. İbrâhim Sûresinden bir bölüm okudu, onları İslâm dinine dâvet etti.1
Onlar, “Galip ibn-i Fihr (Peygamberimizin 9. dedesi) evlâdından bir peygamber gelecek” diye kendi ihtiyarlarından işitirlermiş. Ayrıca, Medine’de oturan Yahudilerle iki kardeşten türemiş Hazreç ve Evs kabileleri arasında eskiden beri devam edegelen bir husumet ve anlaşmazlık vardı. Kâh barışırlar, kâh bozuşurlardı. Yahudiler ehl-i kitap ve ilim sahibi idiler.
Evs ve Hazreçliler ise Allah’a şerik koşar, puta taparlardı. Ne zaman Yahudilerle araları açılsa, Yahudiler onlara, “Beklenen peygamber gelmek üzeredir. Gelince, biz ona tabi olacak, İrem ve Ad kavimleri gibi sizin kökünüzü kazıyacağız” der, dururlardı.
Bu sefer Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, onları İslâma davet edince birbirlerine bakıştılar ve aralarında, “Vallahi, bu bize, Yahudilerin geleceğini haber verdikleri peygamber olsa gerektir. Sakın, Yahudiler ona inanmakta bizi geçmesinler” diye konuşarak hemen îmân ettiler ve Peygamber Efendimizin huzurunda kelime-i şehâdet getirdiler.2
Sonra da Resûl-i Kibriyâ Efendimize hitaben şöyle konuştular:
“Kavmimiz birbirlerine kin ve düşmanlık besledikleri gibi, başka bir kavimle de aralarında kötülük ve düşmanlık vardır. Umulur ki, Allah onları da sayenizde bir araya toplar. Biz hemen dönüp, onları da senin anlattıklarına davet edeceğiz.
“Eğer Allah, onları bu din üzerine bir araya getirir, birleştirirse, senden daha aziz ve şerefli bir kimse olamaz.”1
Resûl-i Kibriyâ Efendimizin dâvetine icabet edip İslâmiyetle müşerref olan Medineli ilk altı zât şunlardı: Ebû Ümâme Es’ad bin Zürâre (r.a.), Avf bin Hâris (r.a.), Rafi’ bin Mâlik (r.a.), Kutbe bin Âmir (r.a.), Ukbe bin Âmir (r.a.), Cabir bin Abdullah bin Riâb (r.a.).2
Bu altı zât, kabileleri tarafından hatırı sayılır ve sevilir kimselerdi. Medine’ye döndüklerinde, akrabalarına Peygamber Efendimizi anlatıp, onları İslâma dâvet edince, İslâmiyet Medine içinde bir anda yankı yaptı. Allah ve Resûlullah sadası şehrin ufuklarını sardı. Şehirde, Peygamberimiz ve İslâmın anılmadığı ev hemen hemen kalmamış gibiydi. Böylece, Medine’ye İslâm nûrundan parıltılar götürme bahtiyarlığına bu altı zât ermişti.
Medine’ye parıltıları ulaşan ebedî Nûr, artık birden bire burada parlayacak ve kısa zaman sonra şehri, İslâm Devletinin merkezi haline getirecekti.
* * *
Akabe Bîatları ve Medine’de İslâmın Yayılması
Birinci Akabe Bîatı
Bi’setin 12. senesi (Miladî: 621). Bi’setin 11. yılında Akabe mevkiinde İslâmiyetle şereflenen altı Medineli, bir sene sonra aynı yerde buluşacaklarına dair Resûl-i Ekrem Efendimize söz vermişlerdi.
İlk görüşmelerinin üzerinden bir sene geçip, hac mevsimi gelince, içlerinde bir sene önce İslâmla şereflenmiş bulunan altı kişinin de bulunduğu 12 kişilik bir kafile Mekke’ye doğru yola çıktı.
Akabe denen küçük ve dar vadide, bir gece vakti gizlice Resûl-i Ekremle buluşarak görüştüler. Bu görüşme sonunda şu hususlarda Resûlullaha bîat ettiler.
a) Allah’a hiçbir şeyi eş ve ortak koşmamak,
b) Hırsızlık yapmamak,
c) Zina etmemek,
d) Çocuklarını öldürmemek,
e) Kimseye iftirâ etmemek,
f) Hiçbir hayırlı işe karşı çıkmamak.1
Bu bîattan sonra Peygamber Efendimiz, kendilerine hitaben şöyle konuştu:
“Sizden, verdiği sözde duranın ücret ve mükâfatını Allah, tekeffül etmiş, onlara Cenneti hazırlamıştır.
“Kim insanlık icâbı, bunlardan birini işler de, ondan dolayı dünyada cezaya uğratılırsa, bu ona keffâret olur.
“Kim de, yine bunlardan, insanlık haliyle birini irtikab eder de, işlediği o şeyi Allah gizler, açığa vurmazsa, onun işi de Allah’a kalır. Dilerse onu bağışlar, dilerse azaba uğratır.”1
Ayrıca, bu Müslümanlar, Resûl-i Ekremle aralarında şu şekilde bir anlaşma akdettiler:
“Gerek sıkıntı ve darlıkta ve gerekse refâh ve sevinç halinde söz dinlemek ve itâat etmek başta gelir. Ve sen bizzat, bizim üstümüzde bir tercihe sahip olacaksın ve senin hiçbir iyi hareketinde sana karşı itâatsizlik etmeyeceğiz.”2
İlk Akabe bîatlarında bulunanların yapmayacaklarına dair söz verdikleri yukarıdaki hususlar, huzurlu bir cemiyet hayatının temelini teşkil eden unsurlardı. Bu çirkin hareketlerin hâkim olduğu cemiyetlerde, elbette emniyet ve âsâyiş olamazdı.
İnsanlığı huzur ve saâdete kavuşturmak ve cemiyet hayatını asayiş temeli üzerine oturtmak için gelen islâm, elbette bu hususları vazgeçilmez birer esas olarak kabul edecek ve bu hususta müntesiblerinden kesin söz alacaktı.
Bu ilk Akabe Bîatında bulunan Medineli 12 Müslüman şunlardı: (1) Es’ad bin Zürâre (r.a.), (2) Avf bin Hâris (r.a.), (3) Muâz bin Hâris (r.a.), (4) Râfî’ bin Mâlik (r.a.), (5) Zekvan bin Kays (r.a.), (6) Ubâde bin Sâmit (r.a.), (7) Yezid bin Sa’lebe (r.a.), (8) Abbas bin Ubâde (r.a.), (9) Kutbe bin Âmir (r.a.), (10) Ukbe bin Âmir (r.a.), (11) Uveym bin Sâîde (r.a.), (12) Ebü’l-Heysem Mâlik bin Teyyihân (r.a.).3
Medineli bu Müslümanlar, görüşmelerden sonra yurtlarına geri döndüler. Orada kendi kabileri arasında İslâmın nûrunu ve sesini duyurmaya ve yaymaya devam ettiler.
Bir müddet sonra, Medineli Müslümanlar, Resûlullahtan kendilerine İslâm adâb ve erkânını öğretecek bir Kur’ân muallimi gönderilmesini istediler. Resûl-i Ekrem onların bu tekliflerini, fıtraten oldukça nazik ve medenî, aynı zamanda güzel bir sîmâya sahip Kureyşin eşrafından, genç bir sahabî olan Mus’ab bin Umeyr Hazretlerini göndererek derhal yerine getirdi.1
İslâm nûru Medine’de parlıyor
Esad bin Zürâre Hazretleri Medineli Müslümanların bir nevi önderliğini yapıyordu. Bu sebeple genç Sahabî, Kur’an muâllimi Mus’ab bin Umeyr (r.a.) Medine’ye gelince onun evinde kalmaya başladı. Artık bu ev, Müslümanların buluşmaları için merkezî bir yer teşkil ediyordu.
Bizzat Resûl-i Kibriyâdan dersini almış bulunan Hz. Mus’ab, zamanı ve şartları çok iyi değerlendirebilen, fırsatları çok güzel kullanabilen bir Sahabî idi. Bütün gayret ve himmetini Medine’de İslâmın yayılmasına hasretmişti. Kabilelerin hatırı sayılır kimseleriyle görüşüyor, konuşuyor, onlara “kavl-i leyyîn”le İslâmı anlatıyordu.
Medineli Müslümanların Kur’an muâllimi Hz. Mus’ab bin Umeyr, onların reisleri olan Es’ad bin Zürare’nin (r.a.) evinde kalıyor ve İslâmı tebliğ ve yayma hizmetini buradan yürütüyordu.
Medine’de birçok kimse Müslüman olmuştu, ama İslâmın daha da hızlı intişârı için bazı mâniler vardı. Evs Kabilesinin reisi Sa’d bin Muaz ile yine reislerden bulunan Üseyd bin Hudayr henüz Müslüman olmamışlardı. Onların bu durumu haliyle halka da tesir ediyordu. Sa’d bin Muaz, Es’ad bin Zürâre Hazretlerinin halası oğlu idi.
Birgün Mus’ab ile Es’ad Hazretleri Benî Zafer’e âit bir evin bostanındaki Merak kuyusunun başında oturmuş sohbet ediyorlardı. Etraflarında Müslümanlardan da birçok kimse vardı. Bu sırada elinde mızrağı olduğu halde Üseyd bin Hudayr yanlarına çıkageldi. Hiddet ve şiddetle şöyle dedi:
“Siz, bize neye geldiniz? Birtakım aklı ermez ve zâif kimseleri aldatıp azdırıyorsunuz! Hayatınızdan olmak istemiyorsanız, derhal buradan ayrılın!”
Hz. Mus’ab, “Hele biraz dur, otur. Sözümüzü dinle, maksadımızı anla; beğenirsen kabul edersin, beğenmezsen o zaman engel olursun” diye gayet nazikçe mukabelede bulundu.
Üseyd, “Doğru söyledin” dedi ve mızrağını yere saplayarak yanlarına oturdu.
Hz. Mus’ab, ona İslâmiyet hakkında bir konuşma yaptı ve Kur’ân-ı Kerim okudu.
Üseyd kendisini tutamayarak, “Bu ne kadar güzel, ne kadar iyi bir söz” diye konuştu ve, “Bu dine girmek için ne yapmalı?” diye sordu.
Mus’ab (r.a.), ona İslâmı anlattı. O da kelime-i şehâdet getirerek İslâmiyetle müşerref oldu.1
Sonra da, “Ben gideyim, size birini göndereyim. Eğer, o da imana gelirse, bu beldede iman etmedik kimse kalmaz” deyip oradan ayrıldı; Sa’d bin Muaz ve kavminin yanına vardı.
Sa’d, “Ne yaptın?” diye sordu.
Üseyd şöyle dedi: “O iki adama söylenmesi gerekeni söyledim. Vallahi, ben onlardan bir itâatsizlik, bir inad görmedim.”
Sa’d bin Muaz, “Vallahi, sen beni tatmin edici bir malûmat getirmedin” dedi ve doğruca Mus’ab ile Es’ad’ın (r.a.) yanına gitti. Hiddetli hiddetli, “Ey Es’ad! Eğer seninle aramızda akrabalık olmasa, böyle kabilemiz içine soktuğunuz çirkin işlere sabır ve tahammül edemezdim” diye tekdir ve tehdit etti.
Mus’ab (r.a.) ona da aynı tatlılıkla, “Hele biraz durunuz. Oturup dinleyiniz, anlayınız da; beğenirseniz kabul edersiniz, beğenmezseniz, biz de size, çirkin gördüğünüz işi tekliften vazgeçeriz” diye nazikçe cevap verdi.
Onun üzerine Sa’d oturdu ve Hz. Mus’ab’ın sözlerini dinlemeye başladı. Hz. Mus’ab ona İslâm dininin ne demek olduğunu anlattı ve Zuhruf Sûresinin baş kısımlarından okudu.
Kur’ân okunurken, Sa’d’ın yüzü birdenbire değişiverdi. Simâsında îmân alametleri bir anda belirdi. Dinledikleri, o âna kadar duymadığı, bilmediği şeylerdi. Kur’ân’ın eşsiz belagatı ve tatlı üslûbu karşısında derhal, “Siz bu dine girerken ne yapıyordunuz” diye sordu.
Mus’ab (r.a.), ona İslâm dininin esas ve adâbını anlattı. O da orada şehâdet getirerek Müslüman oldu.1
Sonra da kendi kavmi olan Benî Abdü’l-Eşhel cemâatının yanına döndü. Onlara, “Ey topluluk! Beni nasıl biliyorsunuz?” diye sordu.
“Sen bizim büyüğümüz, en üstünümüzsün” diye cevap verdiler.
Bunun üzerine Sa’d Hazretleri, “Öyle ise, siz de Allah Resûlüne iman etmelisiniz” dedi ve ilâve etti:
“Îmân etmedikçe sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana haram olsun!”
Bu söz üzerine, Beni Abdü’l Eşhel aşireti içinde o gün îmân etmedik hiç kimse kalmadı.
Es’ad bin Zürâre Hazretleri de Mus’ab (r.a.) ile birlikte evine döndü.
Artık, Mus’ab Hazretleri Medine’de İslâmı tebliğ ve neşirde yalnız değildi. Evs ve Hazreç kabilelerinin reisleri de yanında yer almışlardı. Olanca gayretleriyle İslâmın yayılmasına çalışıyorlardı.
Yine İslâmı tebliğ ve neşir merkezi Es’ad bin Zürâre Hazretlerinin evi idi. Mus’ab ile Sa’d bin Muâz Hazretleri el ele vererek burada insanları hak dine davetle meşgul oluyorlardı.
Kısa zamanda, İslâmiyet Medine’de büyük bir inkişaf kaydetti. Öyle ki, Evs ve Hazreç kabileleri içinde Benî Ümeyye bin Zeyd’in hânesinden başka İslâm ve Kur’ân nûru ile aydınlanmayan ev kalmadı. Bir müddet sonra, bu evde de İslâmın nûru parlamaya başladı.
İkinci Akabe Bîatı
Bi’setin 13. senesi (Milâdî: 622). Bu senenin hac mevsiminde, Kur’an muallimi Mus’ab bin Umeyr Hazretleri, hem Medine’deki İslâmî gelişmeyi bizzat Peygamber Efendimize bildirmek, hem de haccetmek üzere, Evs ve Hazreç kabilelerine mensup ikisi kadın 75 Müslümanla Mekke’ye geldi. Bunları temsilen bir grup Mescid-i Haram’da amcası Hz. Abbas’la oturan Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına vardılar ve şu teklifte bulundular:
“Ya Resûlallah! Biz oldukça kalabalığız. Seni yanımıza almak, size yardımcı olmak, uğrunuzda canımızı fedâ etmek, şahsımızı koruduğumuz şeylerden zâtınızı da esirgeyip korumak üzere söz birliği etmiş bulunuyoruz. Bu hususta sizinle daha geniş konuşmak için nerede buluşalım?”
Resûl-i Kibriyâ, yine Akabe’de buluşmayı uygun gördü.
Bu buluşma, gece yarısı olacak ve kimseye duyurulmayacaktı. Hatta karargâhlarından ayrılırken de dikkatleri çekmemek için küçük küçük gruplar halinde Akabe’ye geleceklerdi.1
Medineli Müslümanlar, bu tâlimat gereği gece yarısı hiç kimseye hissettirmeden ve kimsenin dikkatini çekmeden Akabe yanındaki vadide bir araya geldiler.
Peygamber Efendimiz de burada henüz Müslüman olmamış amcası Hz. Abbas ile geldi. Hz. Abbas’ın maksadı, yeğenini bu mühim meselede yalnız bırakmamak, yapılanları ve verilen sözleri bizzat görüp işitmekti.
Önce, Hz. Abbas söz aldı. Medineli Müslümanlara hitaben Allah Resûlünü koruma hususunda kendilerine güvenleri varsa bu işe girişmeleri, aksi takdirde daha şimdiden bu işten vazgeçmeleri gerektiğini belirten bir konuşma yaptı. Ancak, Medineli Müslümanlar bizzat Resûlullahın konuşmasını istiyorlardı:
“Yâ Resûlallah! Sen de konuş. Kendin ve Rabbin için arzu ettiğin ahdi al” dediler.
O esnada Medineli Müslümanların önderi durumunda olan Es’ad bin Zürâre Hazretleri Resûlullahtan konuşmak için müsâade aldı ve “Ya Resûlallah,” dedi, “her dâvetin bir yolu var. O yol ya kolay olur, ya da zor! Bugün senin yaptığın dâvet, insanların çok zor kabul edecekleri çetin bir dâvettir. Sen, bizi takip ettiğimiz dini bırakmaya ve kendi dinine tâbi olmaya davet ettin. Bu çok güç ve zor bir işti. Buna rağmen biz bu teklifini kabul ettik.
“Biz, yurdumuzda, şerefli ve her tecavüzden korunmuş, orada değil kavminden ayrılan ve amcaları tarafından düşmanlarına teslim edilmek istenilen bir zâtın, hattâ kendimizden başka hiçbir kimsenin de hâkim olmak için göz dikemeyeceği bir cemaâttık. Bu çok zor bir iş olduğu halde, biz senin bu yoldaki teklifini de kabul ettik!
“Halbuki, bütün bunlar—Allah Taâla, doğru yolu bulma azmini ve sonunda hayra ulaşma ümidini ihsan etmedikçe—insanların hiç de hoşlanacakları şeylerden değildi. Fakat, biz bunları dillerimizle ikrar, kalblerimizle tasdik, ellerimizi uzatmak sûretiyle de kabul ettik.
“Allah’dan getirdiklerine bilerek ve inanarak sana bîat ediyoruz. Biz, Rabbimize ve Rabbine bîat ediyoruz. Allah’ın kudret eli, ellerimizin üzerindedir. Kanlarımız kanınla, ellerimiz elinledir.
“Kendimizi, evladlarımızı, kadınlarımızı esirgeyip koruduğumuz şeylerden seni de esirgeyip koruyacağız.
“Eğer, bu ahdimizi bozarsak, Allah’ın ahdini bozan bedbaht insanlar olalım.”
Es’ad bin Zürâre Hazretleri konuşmasının sonunu şöyle bağladı:
“Yâ Resûlallah! Kendin için arzu ettiğin ahdini bizden al. Rabbin için de istediğin şartı koş.”
Resûl-i Ekrem Efendimiz, önce onlara Kur’ân-ı Kerimden bazı âyetler okudu. Onları Allah’a dâvet, İslâmiyete teşvik ettikten sonra, kendisi ve Rabbi için arzu ettiği hususları şöyle sıraladı:
“Yüce Allah için size söyleyeceğim şartım şudur: Ona hiç bir şeyi eş ve ortak koşmadan ibadet etmenizdir. Namazı kılmanız, zekâtı vermenizdir.
“Kendim için isteyeceğim ise şudur: Allah’ın peygamberi olduğuma şehâdet etmenizdir. Kendinizi, çocuklarınızı ve kadınlarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanızdır.”1
Bu sırada Abdullah bin Revâha söz alarak, “Yâ Resûlallah. Bunları söylediğiniz tarzda yaparsak, bize ne var?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem, “Cennet var” diye cevap verdi.
Bu cevabı alınca, gözlerinde parlayan pırıl pırıl sevinçlerini, “O halde bu kazançlı ve kârlı bir alışveriştir”2 diyerek sözleriyle de te’yid ettiler.
Sonra Peygamber Efendimize, “Yâ Resûlallah! Sana ne yolda bîat edelim, söz verelim?” diye sordular.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve benim de Allah’ın Resûlü olduğuma şehâdet getirerek, namazı kılacağınıza, zekâtı vereceğinize; neşeli neşesiz zamanlarınızda sözlerime itâat edeceğinize; emirlerime tamamıyla boyun eğeceğinize; darlıkta da varlıkta da muhtaçlara yardımda bulunacağınıza; hiç bir kınayıcının kınamasından korkmaksızın Allah yolunda, Allah için hak ve gerçeği söyleyeceğinize; iyiliği emredip, kötülükten alıkoyacağınıza bîat etmeli, bana kesin söz vermelisiniz!
“Şahsıma gelince; bana her yönden yardım edeceğinize; yanınıza vardığımda, kendinizi, kadınlarınızı ve çocuklarınızı esirgeyip koruduğunuz şeylerden beni de esirgeyip koruyacağınıza kat’i söz vermelisiniz!”1 dedi.
Bundan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz onlara, “Aranızdan, her hususta kavimlerinin benim yanımda temsilcisi olacak 12 kişi seçiniz. Musâ da İsrâiloğullarından 12 temsilci almıştı”2 buyurdu.
Hazreçlilerden seçilen zâtlar şunlardı: (1) Ebû Ümâme Es’ad bin Zürâre, (2) Sa’d bin Rebi’, (3) Rafi’ bin Mâlik, (4) Abdullah bin Revâha, (5) Abdullah bin Amr, (6) Berâ’ bin Mâ’rur, (7) Sa’d bin Ubâde, (8) Ubâde bin Sâmit, (9) Münzir bin Amr (r.anhüm).
Evslileri ise şu zâtlar temsil edecekti: (1) Üseyd bin Hudayr, (2) Sa’d bin Hayseme, (3) Ebü’l-Haysem Mâlik bin Tayyihan(r.anhüm).3
Bu temsilcilerin hepsi de Medine’nin ileri gelen, hatırı sayılır kimseleri ve okuma yazmasını bilen âlim zâtlardı.
Peygamber Efendimiz seçilen temsilcilere şöyle dedi:
“Havarîler, Meryemoğlu İsâ’ya karşı kavimlerinin kefili oldukları gibi, siz de sizden olanların kefilisiniz. Ben de Mekkeli muhacirlerin kefiliyim.”1
Onlar da, “Evet” deyip tasdik ettiler.
Ayrıca Resûl-i Ekrem Efendimiz, 12 temsilci seçildikten sonra Es’ad bin Zürâre Hazretlerini de seçilen 12 temsilcinin başkanı tayin etti.
Temsilciler, temsil ettikleri topluluklarla konuşup, bîatın ehemmiyetini anlattılar ve onları Resûlullaha bîata hazırladılar.
.Bundan sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz, mübârek ellerini uzattı. Medineliler teker teker bîat ettiler. Sadece iki kadına Efendimiz elini vermedi ve onları da kendisine bîat etmiş kabul etti. Yapılan bîat bir mânâda Medineli ve Mekkeli Müslümanlar arasında bir ittifâktı.
Müşriklerin, durumu sezmeleri
Bîat, gecenin karanlığında, çağrılanların dışında kimsenin göremeyeceği tenhâ bir yerde cereyan etmişti.
Buna rağmen, bîat biter bitmez kulaklarına bir ses geldi:
“Ey Kureyş! Muhammed ile atalarının dininden çıkmış Medineliler, sizinle savaşmak için toplanıp sözleştiler!”
Gecenin karanlık ve sükûtunu yırtan bu ses kimindi ve nereden geliyordu? Herkesi bir merak ve telaş sardı.
Bu ses, Münebbih bin Haccac’ın sesine benziyordu.
Resûl-i Ekrem, “Bu Akabe’nin şeytanıdır” dedi ve Medineli Müslümanlara da, “Derhal konak yerlerinize dönünüz!” emrini verdi.
O sırada Medineli Abbas bin Ubâde, “Yâ Resûlallah” dedi. “İstersen sabah olur olmaz kılıçlarımızı kınından sıyırır ve Minâ’da bulunan halkın üzerine yürür, onları kılıçtan geçiririz” diye konuştu.
Ancak, Resûl-i Ekrem, henüz sabır silahını kullanmakla vazifeli idi. Şöyle buyurdular:
“Hayır, hayır. Bize henüz bu şekilde hareket etmemiz emrolunmadı. Hepiniz yerlerinize dönünüz.”1
Bunun üzerine, Medineliler konak yerlerine döndüler.
Sabah olunca, durumu sezmiş bulunan Kureyşli müşrikler, kendilerince mâhiyeti henüz meçhul bulunan hâdiseyi tam öğrenmek üzere tahkike başladılar. Kendileri gibi putperest olan Medinelilerden sordular. Ancak onların böyle bir meseleden haberleri olmadığından dolayı yemin ederek, “Böyle bir şey olmadı. Biz, böyle bir şey bilmiyoruz” dediler.
Medineli Müslümanlar ise, doğru yolun sükût olduğunu düşünerek, tek kelime konuşmuyorlardı.
Kureyşli müşrikler bu sefer Abdullah bin Übey bin Selûl’e gidip sordular. O da aynı şekilde, “Bu büyük bir iştir. Böyle bir şey olmamıştır. Söylenenler boş lâf olsa gerek. Kavmim, bana böyle bir şey danışmadı. Onlar, Yesrib’de iken bana danışmadan hiç bir iş yapmazlardı” dedi.
Bunun üzerine Kureyşli müşrikler Medineli putperestlerin bu hususta herhangi bir bilgileri olmadığı kanâatına vardılar.
Şayet, Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Bu işi sizden başkasına duyurmayın” dememiş olsaydı ve Medineli Müslümanlar da bu işi müşrik hemşerilerinden gizlememiş olsalardı, elbette bu olay Mekkeli müşriklere onlar tarafından duyurulacak ve kuvvetli ihtimalle orada Müslümanların başına büyük bir gâile açılacaktı. Belki de, Medine’ye henüz açılmış bulunan İslâmiyet için büyük bir mâni ortaya çıkacaktı.
Hac mevsimi sona erince, Medineli Müslümanlar da yurtlarına geri dönmek üzere yola koyuldular.
Medineli Müslümanların Mekke’den ayrılışlarından az zaman sonra, müşrikler böyle bir anlaşmanın cereyan etmiş olduğunu öğrendiler. Derhal Müslümanları takibe koyuldular. Ancak Medineliler çoktan o civardan uzaklaşmış bulunuyorladı. Sadece iki kişiyi yakalayabildiler: Sa’d bin Ubâde ve Münzir bin Amr. Bu iki zât her nasılsa Medine kafilesinden geri kalmışlardı. Daha sonra Münzir Hazretleri bir yolunu bulup ellerinden kurtuldu. Müşrikler, sadece Sa’d bin Ubâde’yi Mekke’ye getirdiler ve âdeta hınçlarını bu Sahabîden almak istercesine kendisine ezâ ve işkencelerde bulundular. Sonunda Sa’d bin Ubâde Hazretleri kendisini daha önceden tanıyan ve Medine’den geçerken evinde misafir olan iki müşrik tarafından himâyeye alınarak bu eziyet ve işkenceden kurtuldu.
Yurtlarına dönen Medineli Müslümanlar, artık dört gözle muhacirlerin ve Resûl-i Zîşan Efendimizin yolunu beklediler.
Arabça; “arace“(yükseldi) mazi fiilininden türetilmiş, yukarı çıkılan durum, anlamına gelen bir kelimedir. Rasulullah’ın göklere ve onların ötesindeki alemler cennetlere, kürsi ve arş-ı muazzama ve onunda ötelerine Allah tarafından yükseltilip, nice sırlara ermesidir. Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) Mi’rac hadisesinden önce de, sonra da, defalarca ruhani mi’rac yapmıştır.
Ruh ve bedenle yapmış olduğu bu miraçta müminlerin de ruhani mirac yapabilmesi için, beş vakit namazı getirmiştir. “Essalâtü mi’râcul mü’minîn” hadis-i şeriflerinde; “Namaz müminin miracıdır”diye buyurmuşlardır. Bir gecede Mekke’den(Mescid-i Haram’dan) Kudüs’e kadar olan olağan üstü gidiş ve dönüş, ayet ile açıkça belirtilmiştir. İsra suresinin ilk âyet-i kerimesinin meali şöyledir: -“Kuluna (Muhammed’e) bir gece bazı âyetlerimizi göstermek için, onu Mescid-i Haram’dan (Mekke’den), çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya (Kudüs’e) götüren Allah, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla gören Odur.” (İsra S. Ayet: 1)
İsra kelimesi, gece yürümek anlamında kullanılmakta olduğu için, “isra” kelimesi rüyada yükseldi anlamlarında kullanılamaz. Yine aynı surede mealen buyuruluyor ki: -“İsra gecesi, sana, o temaşayı (gösterdiğimiz olayları) ve Kur’anda lanetlenen (Zakkum) ağacı da, yalnız insanlara bir fitneyaptık. (Miracı ve zakkum ağacını inkâr ettiler.) Bizim ikazımız, ancak onların taşkınlıklarını artırıyor.” (İsra/ 60) Ehl-i Sünnet Alimleri; “Rasulullah’ın, Mekke’den Kudüs’e götürüldüğüne inanmayan kâfir olur. Göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise sapık, yani bid’at ehl-i olur.” diye bildirmiştir. Bu inkarcılar ancak Allah’ın kudretinin büyüklüğnden şüphe eden münkirlerdir.Allahü teâlânın kudretinden ise, ancak kâfirler şüphe eder. Ebu Hureyra ve Ebu Said el-Hudri (radıyallahu anhuma) hazretlerinden nakledildiğine göre, Rasul-i Ekrem mi’rac olayını şu şekilde bildirmiştir: – “ Bir gece, yarı uyanık bir halde iken baktım ki Cebrail (a.s.) geldi ve: “ Kalk ya Muhammed, Allahu teala seni davet ediyor.”dedi. Bunu duyunca kalktım ve hemen abdest aldım, Harem dışına çıktım. Burak’a bindim. Burak adımını gözünün görebildiği en son yere atıyordu. Beyt-i Makdise geldim. Cemaatle namaz kılmamız emredildi. Ben İbrahim’in imam olmasını istedim. O: -“ Sen imam ol dedi. İmam oldum ve Enbiya ruhlarına iki rekat namaz kıldırdım ve sonra mi’raca çıktım”. Enes (r.a.) hazretlerinin rivayetinde Rasul-i Ekrem: -“ Cebrail benimle birlikte Sidrei müntehaya kadar geldi. Sidre-i Müntehanın altında dört nehir(Bunlar mecazi ırmaktır. Aslının ne olduğunu Allah bilir.) akıyordu. Bunların ikisi dünyaya ikisi ahirete gidiyordu. Burada bana ve ümmetime elli vakit namaz farz kılındı. Dönüşte Musa ile karşılaştığımda : -“ Ümmetin buna dayanamaz”dedi. Bende birkaç kez geri dönüp azaltılmasını istedim. Nihayet beş vakte kadar indirildi. Allahu Teala : -“ Kullarıma farzımı yerleştirdim ve artık elli yerine beş vakte indirdim.”buyurdu. Rasulullah(s.a.v.) birinci kat gökte Adem, ikincide İsa ve Yahya, üçüncüde Yusuf, dördüncüde İdris, beşincide Harun, altıncıda Musa, yedinci kat gökte ise İbrahim aleyhimüsselam hazretleri ile karşılaştı. İbn-i Abbas’ın(r.a.) rivayetine göre; Sidre-i Münteha yedinci kat semanında ötesindedir. Yerden yükselen her şey orada son bulur. Rasul-i Ekrem:
-“ Oraya vardığımda bana üç şey verildi. Bunlar namaz, Bakara Suresinin son iki ayeti ve ümmetimin büyük günahlarının affedileceğidir. Bundan sonra cennete gittim. Cebrail (a.s.) Allahu tealanın Zâtını takdis ve eksik sıfatlardan tenzih ederek : “سبّوح قدّوس ربّنا و ربّ الملائكة وارّوح” “Subbuhun Kuddusun Rabbunâ ve Rabbul-Melâiketü ver-Rûh”, (Allah, noksan sıfatlardan münezzeh ve kemal sıfatlarla muttasıftır. Bizim, meleklerin ve rûhunda Rabbidir.)buyurur dedi. Rasulullah cennetlerden de öte gidince, kendisine rehberlik ve arkadaşlık eden Cebrail: -“ Artık ben buradan öteye geçemem, geçersem arşın nuru beni yakar. Zaten buradan öteye geçmeye senden başka kimseye izin verilmemiştir.”Arş’tan öte bir alem olmadığı için, Cebrail:
-“ Orada Rabbine selam söyle”dedi. Peygamber efendimiz Allahu Tealayı şöyle sena etti:
-“ Ettehıyyâtü lillâhi vassalavâtü vattayyibât” (Mali ve bedeni ve lisani tüm ibadetler Allah için yapılır) dedi. Bunun üzerine Allahu Teala, Rasulüne şöyle selam verdi: – “ Es-selâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullâhi ve berakâtüh.” (Ey mertebesi yüce Peygamber; Allah’ın selamı, rahmet ve bereketi senin üzerine olsun.)buyurdu. Alemlere rahmet olarak gönderilen Rasulullah, ilahi rahmetten ümmetininde faydalanmasını istemek üzere Rabbinin selamını aldı: – “ Esselâmü aleynâ ve alâ ıbâdillâhis-sâlihîn.” ( Selam ve esenlik bizim ve Allah’ın salih kullarının üzerine olsun. ) Cebrail ve gerisinde duran melekler hep birlikte şehadet getirdiler: – “ Eşhedu en(L) Lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammedun® Rasûlullâh” (Şahidlik ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur ve yine şahidlik edrim ki, Muhammed Allah’ın kulu ve Rasulüdür.) İbn-i Mesud’un(r.a.) rivayetine göre, bundan sonra Refref isminde yeşil bir perde geldi. Onunla Allahu tealaya yaklaştı. Nitekim ayeti kerimede : – “ ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى “ (En-Necm-8) ve: “فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْاَدْنَى” (En-Necm-9). Mealen; “Sonra Cebrail yaklaştı da sarktı.” ve; “Araları iki yay aralığı kadar, belki daha da yakın oldu.” (En-Necm 8-9 ) Müfessirlerin bu hususta dört kavli vardır. Katade ve Hasan’a göre iki ok atımı mesafedir. Bazı müfessirlere göre ise ok atılan yayın uzunluğu kadar bir mesafedir. Hülasa, doğrusunu Allah bilir. Bu yakınlığın anlamında ulema ihtilaf etmişlerdir. Bazı ulemaya göre bu yakınlık, Cebrail’le Rasulullah’ın arasındaki mesafedir.
Bu yakınlıklar mecazidir. Bizim bildiğimiz mesafelerle alakalı değildir. Allahu teala Rasulünü kendine yaklaştırmak için yukarı kaldırdğı düşünülmesin. Zira, ayeti kerimede de ifade edildiği gibi, Allah kuluna şah damarından daha yakındır. Bu yakınlık bilinen mesafe yakınlığı değildir. Bu yakınlığın hakikatı bilinemez ve anlaşılamaz. Ayeti kerimede de belirtildiği gibi; “(Muhammed aleyhisselama) bir gece bazı âyetlerimizi göstermek için,”cümlesi , Peygamberimize mi’racta, bu dünyaya ait olmayan şeyleri göstermek ve Cemalullah‘ın görülmesi şerfine bu dünyanın layık olmadığını belirtmek içindir… Rasulullah Arş’a varınca nalinlerini (ayakkabıları) çıkarmak istedi fakat bir hitab duydu: -“ Nalinlerini çıkarma, nalinlerinin altında Arş ve Kürsi şereflensin”dedi. Rasul-i Ekrem bunun üzerine şöyle dedi: -“ Ya Rabbi, Musa’ya nalinlerini çıkar demiştin.” Allah: -“ Musa ile sen bir değilsiniz; Musa Kelimim(konuştuğum), sen ise Habibimsin(en sevdiğim kulumsun)”buyurdu. Zehratür-Rıyaz’da anlatıldığına göre, Rasulullah beş çeşit binek ile Allah’a yükseldi. Bunlar, Burak, mi’rac(nurdan asansör), Birinci kat gökten yedinci kat göğe kadar meleklerin kanatları, oradan sidre-i müntehaya kadar, Cebrail’in kanadı, beşinci biniti de Refref adında yeşil bir perdedir. Nitekim ayeti kerimede “Sidreyi bürüyen bürüyordu.” (En-Necm 16) buyurlmuştur. Kaabe Kavseyn’e kadar bununla gitti ve Allah’a yaklaştı.
Allah’ın Elçisi’nin, 5 ayrı binekle yüce alemlere yükselmesi; Allah’a yaklaşmak için değildir. Böyle bir anlayış, Allah’a mekan atfetmeyi çağrıştırır. O binekler, madde alemleri içinde bulunan; yer, gökler, cennetler, kürsi ve arş içinde yol almak içindir. Büyük alim ve veli, İmam-ı Rabbani (kaddesallahu sirrahul-akdes) Hazretleri :
-” Allah, bu alemin ne içindedir, ne dışındadır. İnsan ruhu da mekansız yaratıldığı için ruh, bu bedenin ne içinde, ne dışındadır.”diye ifade ederler.” İbn-i Abbas (r.a.) ve Kâ’bu’l Ahbar o gece Rasulullah’ın , Allahu tealayı baş gözü ile gördüğünü söylerler. Hz.Aişe(radıyallahu anha) ise Rasululllah’ın Allahu tealayı kalb gözü ile gördüğünü nakleder. İmam Nevevi de Müslim ve Buhari şerhlerinde : “Benim katımda , Rasul-i Ekrem’in Allah’ı baş gözü ile gördüğü sabittir” demektedir. İbn-i Abbas zamanın en bilginlerindendi. O baş gözü ile gördüğünü iddia etmektedir. Buhari ve Müslim şerhlerinde İmam Nevevi de bu iki rivayeti toplayarak der ki: – ” Allahu Teala Rasul-i Ekremden bütün duyuları kaldırarak nurun keyfiyetini gözünden giderdi. Nefsini nurani yaptı. Daha sonra da Allahu tealayı Allah’ın kendi nuru ile ve Rasulullah’ın bütün duyu organları müşahede etti. Yani; Allahu Tealayı Allah’ın nuru ile gördü. ”
Buradaki ifadeden anlaşılan şudur: “Rasulullah (s.a.v.), Allahu tealayı hem baş gözü ile, hem kalb gözü ile birlikte görmüştür.
Büyük mutasavvıf İmâm-ı Rabbânî miracı şöyle anlatıyor: “O’nun (s.a.) mirac gecesinde Rabbini görmesi, dünyada değil, âhirette vaki olmuştur. Çünkü O (s.a.), mirac gecesi mekan-zaman dairelerinin dışına çıkınca ve imkân âleminin darlığından kurtulunca ezel ve ebedi bir an olarak buldu, başlangıç ve sonu bir nokta olarak gördü…” (C. I, 283. mektup).
Soru: Ehl-i sünnet âlimleri, sözbirligi ile diyor ki, Allahü teâlâyı dünyâda kimse görmez. Hatta, Ehli sünnet ulemasının çoğuna göre, Rasulullah mi’rac gecesinde dahi Allahu Tealayı görmedi dediler. Huccet-ül-islâm imâm-ı Gazâlî, (Resûlullahın “aleyhissalâtü vesselâm” mi’râc gecesinde Rabbini görmedigi dahâ dogrudur) demişdir. Sen ise, o Serverin mi’râc gecesinde gördügünü bildiriyorsun. Bunu nasıl kimse görmez. Hattâ, Ehl-i sünnet âlimlerinin çogu, Resûlullah (aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât) mi’râc gecesinde Allahü teâlâyı görmediğini) açıklarsın?
Cevâb: O Server “aleyhissalâtü vesselâm” mi’râc gecesinde, Rabbini dünyâda görmedi. Âhıretde gördü. Çünki, O Server “aleyhissalâtü vesselâm” o gece, zemân ve mekân çevresinden dısarı çıkdı. Ezeli ve ebedi bir ân buldu. Baslangıcı ve sonu, bir nokta olarak gördü. Cennete gideceklerin, binlerce sene sonra, Cennete gidislerini ve Cennetde oluslarını o gece gördü. Eshâb-ı kirâm arasında malı en çok olanlardan Abdürrahmân bin Avf, Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” fakîrlerinden besyüz sene sonra Cennete girecekdir. Onun besyüz sene geçdikden sonra Cennete girdigini gördü. Ona, niçin geç kaldıgını sordu. Iste o makâmdaki görmek, dünyâda görmek degildir. Âhıret görmesi ile görmekdir. Ehl-i sünnet âlimleri, dünyâda görülemez buyurdular. Biz ise, âhıretdeki görmekle gördügünü söylüyoruz. Bu görmegi dünyâda gördü demek de, mecâz olarak denilmisdir. Dünyâdan gidip gördügü ve yine dünyâya geldigi için denilmisdir. Herseyin dogrusunu Allahü teâlâ bilir.
Bid’at ehl-i sapıklar; Mirac rüyada oldu diyorlar. Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bunun rüya olduğunu söylemiş olsaydı o zamanki müşrikler buna itibarda etmezler, itirazda etmezlerdi. “Rüya değil mi?” deyip geçiştirirlerdi. Halbuki olay uyanıkken olduğu için müşriklerin akılları bunu almadı ve inkar ettiler. Gerçi, Rüyada olan mi’raçlarda haktır ve doğrudur. Ancak meşhur İsra olayı uyanıkken olmuştur. Namaz da o gece beş vakit olarak farz kılındı. İmtihan rüyada olmaz, uyanıkken olur. Peygamber efendimizin anlattığı rüya olsaydı, hiç kimse tuhaf karşılamaz, kâfirler, hep birlikte isyan etmez, Müslüman görünen münafıklar, böyle şey olmaz demezlerdi. Onları Müslüman sananlar da, bunları mürted oldu zannettiler. Onun için bazı kitaplarda, (Mirac olayı, bir çok kişinin mürted olmasına sebep oldu) diye yazar. İnançları sarsan bir olay olmasaydı, Hazret-i Ebu Bekir de, inkâr fırtınası içinde, Resulullahın miracını tasdik etmezdi. Allahü teâlâ, bu tasdikinden dolayı Rasulü Muhammed aleyhisselam vasıtası ile ona Sıddık ismini verdi. Burada sıddık, sözünde ve imanında çok doğru olan demektir. Ebu Bekri Sıddık, Rasulullahın Miracını ilk tasdik edenlerden olduğu için yüksek derecelere kavuştu, Peygamberlerden sonra insanların en üstünü oldu. Allah’a ve Rasulüne iman edip, Onların sözünü tasdik etmek müminlerin alametlerindendir. Bir âyet meali: (Müminler, “İşittik, itaat ettik [Allah ve Resulünün sözlerini beğendik, kabul ettik]” derler, işte kurtuluşa erenler bunlardır.) [Nur 51]
İsra suresinin 60. âyet-i kerimesinde bildirilen fitne [imtihan] hâlâ devam ediyor, aklını ölçü alan mutezile kafalı kimseler, böyle bir mucizeye akıl erdiremedikleri için, Miracı bir türlü kabul edemiyorlar. Evet olay çok büyüktür, bir mucizedir, insanların yapması imkansızdır, ama bunu Allahü teâlâ yapıyor. Onun kudretinden hiç şüphe edilir mi?
Miraç Gecesini Nasıl Değerlendirmeliyiz..? Mirac gecesini ibadetle, gündüzünü de oruçla geçirmeli.
Cuma günü tek olarak oruç tutmak, bazı âlimlere göre mekruhtur. Cumartesi günü oruç tutmak ise bütün âlimlere göre mekruh olduğu için, bu mübarek gün cumaya rastladığı zaman, orucu perşembe veya cumartesi ile birlikte tutmak iyi olur. Cumartesi gününe rastlarsa, Cuma ile cumartesi veya cumartesi ile Pazar günü beraber tutmak gerekir.
Bu gece kaza namazı kılmalı, Kur’an-ı kerim okumalı, dua, tevbe etmeli, sadaka vermeli, müslümanları sevindirmeli, bunların sevaplarını ölülere de göndermelidir!
Her zaman doğru iman sahibi olmaya, farzları yapıp haramlardan kaçmaya, tevbe edip farz borçlarını ödemeye çalışmalıdır! Bütün bunları yapmak ise ilimle olur. İlmihal bilgileri en kıymetli ilimdir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Geceleyin bir müddet ilim ile meşgul olmak, bütün gece sabaha kadar ibadet etmekten daha kıymetlidir.) [Ebu Nuaym]
Kâfirlerin telaşı ve soruları
Bu gidip gelmek, gayet kısa zamanda oldu. Geldiğinde, mübarek yatakları henüz sıcak idi. Gelince, nasıl gidip geldiğini anlattı. Burak’la Mescid-i Aksa’ya gittiğini, oradan gökleri geçerek Cenneti Cehennemi ve daha başka yerleri gezdiğini söyledi. Dönüşte yolda, develi yolcular gördüğünü, bir devenin ürküp yıkıldığını söyledi. (İnşallah çarşamba günü Mekke’ye gelirler) buyurdu. Kâfirler bu olayı işitince inkâr edip, “Akla zıttır, mümkün değildir” dediler. “Bu iş burada bitti, mal, mülk, saltanat verdik, davasından vazgeçiremedik. Ama artık ondan kurtulduk” diye sevinçlerinden oynamaya başladılar. Birkaçı hemen Hazret-i Ebu Bekir’in evine geldi. Çünkü onun akıllı, tecrübeli, hesaplı bir tüccar olduğunu biliyorlardı.
Kapıya çıkınca hemen sordular: -“Ey Ebu Bekir, sen çok kere Kudüs’e gittin geldin, iyi bilirsin. Mekke’den Kudüs’e gidip gelmek ne kadar zaman sürer” dediler. Hazret-i Ebu Bekir, “İyi biliyorum, bir aydan fazla” dedi. Kâfirler bu söze sevindiler. “Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur” dediler. Gülerek, alay ederek ve Hazret-i Ebu Bekir’in de kendi kafalarında olduğuna sevinerek, “Senin efendin, Kudüs’e bir gecede gidip geldiğini söylüyor, artık iyice sapıttı” diyerek, Hazret-i Ebu Bekir’e sevgi, saygı ve güven gösterdiler.
Hazret-i Ebu Bekir, Resulullah efendimizin mübarek adını işitince “Eğer O söyledi ise, inandım. Bir anda gidip gelmiştir.O, gerçek söyler. Ondan yalan sâdır olmaz” diyerek içeri girdi. Kâfirler neye uğradıklarını anlayamadılar. “Vay canına, Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebu Bekir’e sihir yapmış” diyorlardı.
Hazret-i Ebu Bekir hemen giyinip, Resulullah efendimizin yanına geldi. Büyük kalabalık arasında yüksek sesle, “Ya Resulallah! Miracınız mübarek olsun! Allah’a sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlayan yüzünü görmekle, kalbleri alan, ruhları çeken tatlı sözlerini işitmekle nimetlendirdi. Ya Resulallah! Senin her sözün doğrudur, inandım. Canım sana feda olsun” dedi.
Kâfirler bu hâle çok kızdı. Müminlerin kuvvetli imanına, Peygamberin her sözüne hemen inanmalarına, Onun çevresinde pervane gibi toplanmalarına dayanamadılar. Peygamber efendimiz daha önce Kudüs’ü, Mescid-i Aksa’yı görmemişti, bunu kâfirler de bildiği için, Resulullahı mahcup, mağlup etmek için, imtihan etmeye yeltenip dediler ki: “Sen Kudüs’e gittim diyorsun. Söyle bakalım! Mescidin kaç kapısı, kaç penceresi var?” Resulullah hepsine cevap verirken, Hazret-i Ebu Bekir, “Öyledir ya Resulallah, aynen öyledir ya Resulallah” derdi. Çünkü Hazret-i Ebu Bekir, tüccardı, Kudüs’ü Mescid-i Aksa’yı iyi biliyordu, çok gidip gelmişti. Kâfirlerin kendileri de oraları çok iyi biliyorlardı. Bu bakımdan kâfirler, “Yanlış söylüyorsun” diyemiyorlar, inat için dahi olsa, Resulullahın cevaplarını inkâr edemiyorlardı.
Resulullah efendimiz, edebinden, hayasından karşısındakinin yüzüne bile bakmazdı. Mescid-i Aksa’nın kaç penceresi olduğunu bilmiyordu. Daha sonra bu olayı şöyle anlattı: (Mescid-i Aksa’da etrafıma bakmamıştım. Sorduklarını görmemiştim. Kureyş beni yalanlayınca, o anda Cebrail aleyhisselam, Mescid-i Aksa’yı gözümün önüne getirdi. [Televizyon gibi] görüyor, sayıyordum. Sorularına, hemen cevap veriyordum.) [Buhari]
Çarşamba günü güneş batarken, Resulullahın bahsettiği kervan Mekke’ye geldi. Kervandakiler, fırtına eser gibi olduğunu, bir devenin yıkıldığını söylediler. Bu hâl müminlerin imanını kuvvetlendirdi. Kâfirlerin düşmanlığını artırdı.
Kur’an-ı kerim âyetlerinin inmesi, mucizelerin görülmesi müminlerin imanlarını kuvvetlendirdiği gibi, kâfirlerin de düşmanlıklarını artırırdı. İki âyet meali: (Müminler, Allah anılınca kalbleri ürperen, âyetler okununca, imanları artan[kuvvetlenen] ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.) [Enfal 2]
(Andolsun ki, sana Rabbinden indirilen âyetler, onların [kâfirlerin] çoğunun azgınlığını ve küfrünü artırır.) [Maide 64]
Hem Kur’an’ın hem de bütün sahih hadis ve tarih kaynaklarının haber verdikleri; Peygamberimizin (asm) en büyük mucizelerinden birisi de İsra ve Miraç mucizesidir. Biz burada ilk önce Kur’an’daki ilgili ayetlerden ve sahih kaynaklardaki hadislerden ve rivayetlerden İsra ve Miraç mucizesinin nasıl gerçekleştiğini anlatacak, ardından ise bu mucize ile ilgili akla gelebilecek bazı soruların cevaplarını vereceğiz.
Kelime anlamı olarak “isra”, gece yürüyüşü, gece yolculuk etmek[1], “miraç” ise yükselmek, yükseğe çıkmak anlamlarına gelmektedir.[2] İsrâ ve Mirac hadisesi, Efendimizin (asm) peygamberliğinin on ikinci yılında[3], Mekke’de vuku bulmuştur.[4]
Hadise özetle şöyle cereyan etmiştir: Receb ayının 27. Gecesi[5] Cenab-ı Hakk’ın daveti üzerine Cebrail Aleyhisselâmın rehberliğinde Peygamber Efendimiz (asm) Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ'ya, oradan semaya, yüce âlemlere, İlâhî huzura yükselmiştir.
İsra ve miraç mucizesinin nasıl gerçekleştiği Kur’an’da, İsra ve Necm surelerinde anlatılmıştır. İlgili ayetler şöyledir:
“Bir gece, kendisine bazı delillerimizi gösterelim diye kulu Muhammedi, Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren O zatın şanı ne yücedir! Bütün eksikliklerden uzaktır O! Gerçekten, her şeyi işiten, her şeyi gören O'dur.”[6]
“O ufkun en yukarısında idi. Sonra indi ve yaklaştı. Nihayet kendisine iki yay kadar, hatta daha da yakın oldu. Sonra da vahyolunacak şeyi Allah kuluna vahyetti. O’nun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Şimdi O’nun gördüğü hakkında onunla mücadele mi edeceksiniz? And olsun ki onu bir kere daha hakiki suretinde gördü. Sidre-i Müntehâ’da gördü. Ki, onun yanında Me'vâ Cenneti vardır. O zaman Sidre'yi Allah'ın nuru kaplamıştı. Gözü ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı. And olsun ki Rabbinin âyetlerinden en büyüklerini gördü.”[7]
Miraç nasıl oldu?
Hazreti Peygamber (asm) Mescid-i Haram’dan (Mekke'den), Mescid-i Aksâ'ya (Kudüs'e) ata benzer beyaz bir Cennet bineği olan Burak ile geldi.[8] Kudüs'e gelmeden yol üzerinde Hz. Musa'nın (as) makamına uğradı, orada iki rekât namaz kıldı,[9] daha sonra Mescid-i Aksâ'ya geldi.[10]Orada içlerinde Hazreti İsa, Hazreti Musa ve Hazreti İbrahim’in de (Aleyhimüsselam) bulunduğu peygamberler topluluğu kendisini karşıladı.[11] Hazreti Muhammed (asv) bu peygamberlere imam olarak onlara iki rekat namaz kıldırdı.[12]
Bu hadiseden sonra Hazreti Peygamber’e (asm) iki kap getirildi ki; kabın birisinde şarap, diğerinde süt vardı.[13]“Bunlardan hangisini istersen, al!" denildi.[14] Peygamberimiz (asm) sütü seçti.[15] Cebrail (as), Peygamberimiz’e (asm): "Sen fıtratı seçtin[16], eğer sen şarabı almış olsaydın, senden sonra ümmetin azardı.[17]Sütü tercih etmekle sen de fıtrata yöneltildin, ümmetin de fıtrata yöneltildi. Şarap size haram kılındı!” dedi.[18]
Semanın bütün tabakalarına uğradı.[19] Sırasıyla yedi sema tabakalarında bulunan Hz. Adem, Hz. Yahya ve Hz. İsa, Hz. Yusuf, Hz. İdris, Hz. Harun, Hz. Musa ve Hz. İbrahim (Aleyhimüsselam ecmain) gibi peygamberlerle görüştü, Onlar kendisine “Hoş geldin!..”dediler, tebrik ettiler.[20] Sonra her gün yetmiş bin meleğin ziyaret ettiği Beytü'l-Ma'mur'u ziyaret etti.[21]
Bundan Sonra Hz. Cebrail (as) ile birlikte sidretü'l-müntehâ'ya geldiler.[22] Sidretü’l-müntehâ; kökü altıncı kat gökte ve gövdesi, dalları yedinci kat göğün üzerinde, gölgesiyle bütün gökleri ve cenneti gölgeleyen, yaprakları fil kulakları gibi, meyveleri küpler kadar, bir ağaçtır.[23]
Refref ve Öteler Ötesindeki Buluşma
Cebrail (as), Peygamberimiz’i (asm) yukarı götüre götüre, nihayet (kaza ve kaderi yazan) kalemlerin cızırtılarını işitecek kadar yüksek bir yere çıkardı.[24] Peygamberimiz (asm); cennetten, yemyeşil bir Refref (ipek döşek)'in birden ufku kapladığını gördü. Peygamberimiz (asm), onun (Refref’in) üzerine oturdu.[25] Cebrail (as), Peygamberimiz’den (asm) ayrıldı. Peygamberimiz (asm); Aziz ve Cebbar olan Rabbine yükseltilip yaklaştırıldı.[26]
Peygamberimiz (asm), Yüce Rabbinin: "Korkma ya Muhammed, Yaklaş!" buyruğunu işitmeye başladı. Nihayet, hiçbir kimsenin hiçbir zaman erişememiş olduğu yakınlık makamına, İlahî kabule, İlahî ikram ve ihsana nail oldu![27] İbn Abbas’tan rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz (asm): "Ben, Yüce Rabbimi gördüm!" buyurmuştur.[28]
Peygamberimiz (asm) Miraç’ta Cenab-ı Hakk’a selam yerine bütün mahlukatın ibadetlerini hediye etmiştir. Efendimizin (asm) Cenab-ı Hak ile olan bu konuşması bütün müminlerin miracı olan namazlarında okudukları tahiyyatın sözlerinden oluşmaktadır. Bu konuşmanın meali şöyledir:
Peygamberimiz (asm) Cenab-ı Hakk’a hitaben:
“Bütün tahiyyeler, bütün mübarek şeyler, bütün salâvat ve duâlar ve bütün kelimat-ı tayyibe Allah’a mahsustur.”[29] şeklinde hitab vermiştir. Bunun anlamı“Bütün varklıkların halleriyle ve dilleriyle yapmış oldukları ibadetleri ve tesbihlerini, bütün çekirdekler ve nutfeler gibi mübarek şeylerin fitri mübarekliklerini ve tesbihlerini, bütün insanlar gibi şuurlu varlıkların ibadetlerini ve bütün peygamberler ve kamil insanlar olan evliyaların, asfiyaların ibadetlerini ve tesbihlerini onların namına sana hediye ediyorum; sana mahsustur.” demektir.
Bu selamın üzerine Cenab-ı Hak da Resulüne (asm): “Selâm olsun sana ey Peygamber!”şeklinde mukabele de bulunmuştur. Bunun üzerine Allah Resulü (asm) de: “Bize ve Allah’ın salih kullarına selâm olsun.” şeklinde cevap vermiştir. Bu konuşmaya sidretü’l-müntehada tanık olan Cebrail (as) da Allah’ın şahitlik etmesini emretmesi üzerine “Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına şehadet ederim. Ve Muhammed’in (asv), Allah’ın elçisi olduğuna da şehadet ederim.” diyerek şehadet etmiştir.[30]
Miraç’ta cereyan eden bu karşılıklı sohbetteki sözlerin, müminlerin miracı hükmünde olan namazda okunması sünnettir. Bu şekilde her mümin bütün şuurlu ve şuursuz mahlukatın ibadetlerini kendi ibadeti içerisinde Cenab-ı Allah’a takdim etme şerefine ulaşmış olur.
Mirac’ta Peygamberimize Verilenler
Peygamberimiz’e (asm) Mirac mülakatı sonunda şu üç şey verildi:
1. Elli vakit namaz sevabına denk, beş vakit namaz verildi.
2. Bakara sûresinin son iki âyeti verildi.
3. Peygamberimiz’in (asm) ümmetinden olup da, Allah'a şerik koşmayanlardan mukhimat (büyük günahlar) bağışlandı.[31]
Nitekim bir hadiste bu hediyeler şöyle ifade edilmiştir: “…Miraçta Hz. Peygamber (a.s.m)’e şu üç şey verildi: Beş vakit namaz verildi, Bakara Suresinin son kısmı (Amenerresul) verildi ve bu ümmetten Allah’a şirk koşmadan ölen kimsenin günahlarının bağışlanacağı hususu (söz verildi).” (bk. Müslim, İman, 279).
Bu müjde hiç bir müminin cehenneme girmeyeceği anlamında değildir. Her günahın affedilebileceğini ve eğer günahkar olsa bile iman ile ölmüşse cehennemde ebedi kalmayacağını bildirmektedir.
Sevabı günahlarından çok olan müminler direk cennete gideceklerdir. Günahı ağır basanlar ise, bu günahlardan temizlenmek için cehennemde bir müddet kaldıktan sonra tekrar cennete gireceklerdir.
Yüce Allah:
"Yâ Muhammedi Bu namazlar, her gün ve gecede, beş namazdır! Amma, her namaz için, on sevab vardır! Bu, yine, elli namaz demektir.[32]
Her kim, bir hayr işlemek ister ve onu yapmazsa, o kimseye (bu iyi niyetinden dolayı) bir sevab yazılır, yaparsa on sevab yazılır.
Her kim de, bir kötülük yapmak ister, onu yapmazsa, ona bir şey yazılmaz. O kötülüğü yaparsa, bir günah yazılır!" buyurdu.[34]
Bakara sûresinin son iki ayetinde de, meâlen şöyle buyurulur:
"O Peygamber de kendisine Rabbinden indirilene iman etti, mü'minler de (iman ettiler).
Onlardan her biri:
Allah'a,
Allah'ın meleklerine,
Allah'ın kitablarına,
Allah'ın peygamberlerine inandı. Peygamberlerin hiçbirini, diğerlerinin arasından ayırmayız! (Hepsine inanırız.)
Dinledik! (Emrine) itaat ettik!
Ey Rabbimiz! Mağfiretini dileriz!
Son varış(ımız) ancak Sanadır! dediler.
Allah, hiçbir kimseye, gücünün yettiğinden başkasını yüklemez.
(Herkesin) kazandığı (hayır) kendi yararınadır.
Yaptığı (şer) de kendi zararınadır.
Ey Rabbimiz! Unuttuk yahut yanıldık ise, bizi tutup sorguya çekme!
Ey Rabbimiz! Bizden önceki(ümmet)lere yüklediğin gibi, üstümüze ağır bir yük yükleme!
Ey Rabbimiz! Takat getiremeyeceğimizi, bize yükleme!
Bizden (sâdır olan günahları) sil, bağışla! Bizi affet! Bizi esirge!
Sen bizim Mevlâmızsın!
Artık, kâfirler güruhuna karşı da, bize yardım et!"[35]
Mukhimat; insanı cehenneme sürükleyen büyük ve tehlikeli günahlar, demektir.[36]
Peygamberimiz (asm), bir gün:
"İnsanı helake sürükleyen yedi şeyden sakınınız!" buyurmuştu.
"Yâ Rasûlallah! Nedir bu tehlikeli şeyler?" diye sordular.
Peygamberimiz (asm):
“Allah'a şerik koşmak,
Sihir (büyü) yapmak,
Yüce Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı nefsi, haksız yere öldürmek,
Faiz yemek,
Yetim malı yemek,
Savaş meydanından kaçmak,
Zinadan korunan, böyle bir şey hatırından bile geçmeyen Müslüman kadınlarına zina isnad etmektir!" buyurdu.[37]
Peygamberimiz’e (asm) Cennetin Gösterilişi
Yüce Allah, Peygamberimiz’e (asm) vahyedeceğini vahyettikten sonra, Peygamberimiz (asm), Cebrail (as) tarafından cennete götürüldü.[38]
Cennetin eni, göklerle (altlarındaki) yer kadar olup.[39] Peygamberimiz (asm) orada:
İnciden, yakuttan, zebercetten,.. köşkler,[40] cennetin toprağını da, misk kokar bir halde buldu.[41] Peygamberimiz (asm), cennette; iki yanında içi boş inciden yapılmış kubbeler (kubbeli evler) dizili bir ırmak da gördü[42] ki, inci, yakut çakılları ve misk üzerinde akıp gidiyordu.[43]
Peygamberimiz (asm): "Ey Cebrail! Nedir bu?" diye sordu. Cebrail (as): "Bu, sana Yüce Allah'ın vermiş olduğu Kevser ırmağıdır!" dedi. Kevser ırmağının suyu da, baldan daha tatlı ve sütten daha ak idi.[44]
Peygamberimiz’e (asm) Cehennemin Gösterilişi
Peygamberimiz (asm); dünya semasında kendisini güler yüzle karşılayan melekler arasında, yüzü hiç gülmeyen, cehennemin bekçisi Malik adındaki bir melekle de karşılaşmıştı.
Peygamberimiz (asm), onun kim olduğunu Cebrail (as)’dan sorup öğrenince, Cebrail (as)’a:
"Cehennemi bana göstermesini ona emretmez misin?" diye sormuştu.
Malik; cehennemin üzerinden örtüsünü açınca, cehennem öyle kaynamaya ve kabarmaya başladı ki, Peygamberimiz (asm) onun gördüğü her şeyi yakalayıp yakıvereceğini sandı. Hemen, Cebrail (as)’a:
"Ey Cebrail! Malik'e emret de, onu yerine geri çevirsin!" buyurdu.
Cebrail (as) da, cehennemi yerine çevirmesi için, Malik'e emretti. O da, cehenneme:
"Sakin ol!" dedi.
Cehennem, çıkmış olduğu yerine girince, Malik onun üzerine örtüsünü tekrar örttü.[45]
Peygamberimiz (asm); cehennemdeki susuzluk azaplarını, azap zincirlerini, azap yılan ve akreplerini, oradaki azaplardan daha bazılarını da gördü.[46]
Peygamberimiz (asm), bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
"Eğer benim bildiğimi sizler de bilmiş olsaydınız, muhakkak ki, pek az güler ve çok ağlardınız!"[47]
Peygamberimiz’in (asm) Mekke'ye Dönüşü
Peygamberimiz (asm), Mekke'ye dönmek üzere, Beytü'l-Makdis mescidinin kapısına bağladığı Burak'a binip Mekke'ye döndü. Peygamberimiz AIeyhisselamın İsrâ ve Miracı, bir gece içinde, yatsı namazı ile sabah namazı arasında vuku buldu.[48]
Hatta, Hz. Abbas, Zîtuvâ'ya kadar gitti. Oralarda, yüksek sesle:
"Yâ Muhammed! Yâ Muhammed!" diyerek bağırdı.
Peygamberimiz (asm): "Lebbeyk! = Buyur!" diye karşılık verince, Hz. Abbas:
"Ey kardeşimin oğlu! Sen kavmini geceden beri zahmet ve meşakkate soktun!? Nerede idin?" dedi. Peygamberimiz (asm):
"Beytü'l-Makdis'e gittim." buyurunca, Hz. Abbas:
"Bu gecenin içinde mi?" diye sordu. Peygamberimiz (asm):
"Evet. Bu gecenin içinde gidip geldim!" buyurunca, Hz. Abbas:
"Her halde, senin başına ancak hayır gelmiş olmalıdır!" dedi. Peygamberimiz (a.s.):
"Benim başıma hayırdan başka bir şey gelmemiştir!" buyurdu.[49]
Sabah olunca Kabe'nin yanında Mekkelilere Miraçı anlattı.[50] Onlar Peygamberimiz (asm)’den delil istediler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam da onlara yolda gördüğü kafilelerinden haber verdi. Kureyşliler hemen kafileleri karşılamak için Mekke dışına çıktılar. Gelenleri aynen Peygamberimizin Aleyhissalâtü Vesselam haber verdiği gibi gördüler, ama iman nasip olmadı.[51]
Ama yine de Peygamberimiz (asm)’den üst üste Miraç’a çıktığına dair delil istediler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Kudüs'e, Mescid-i Aksâ'ya uğradığını anlatınca Kureyşliler,“Bir ayda gidilebilen bir yere Muhammed nasıl bir gecede gidip gelebilir?” diye itiraz ettiler; ardından da Mescid-i Aksâ'yı görmüş olanlar, “Mescid-i Aksâ'yı bize anlatır mısın?” diye Peygamberimize (asm) soru yönelttiler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam şöyle anlattı:
“Onların yalanlamalarından ve sorularından çok sıkıldım. Hatta o ana kadar öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Derken Cenab-ı Hak birden Beytü'l-Makdis'i bana gösterdi. Ben de ona bakarak her şeyi birer birer tarif ettim. Hatta bana, ‘Beytü'l-Makdis'in kaç kapısı var?’ diye sordular. Halbuki ben onun kapılarını saymamıştım. Beytü'l-Makdis karşımda görününce ona bakmaya ve kapılarını teker teker saymaya ve anlatmaya başladım.”
Bunun üzerine müşrikler:“Vallahi dos doğru tarif ettin.” dediler, ama yine de iman etmediler.[52]
O esnada Hz. Ebû Bekir (ra) çıkageldi, müşrikler durumu ona haber verdiler. Hz. Ebû Bekir (ra), “Eğer bu sözleri ondan duymuşsanız şeksiz şüphesiz doğrudur.” diyerek hemen tasdik etti ve bundan sonra Hz. Ebû Bekir (ra) “Sıddîk, tereddütsüz inanan” unvanını aldı.[53]
Peygamberimiz (asm) Mirac’a Neden Çıktı?
Bir padişahın iki türlü konuşması vardır. Biri, bir vatandaşla telefon ederek küçük bir meseleyi görüşmesidir. Diğeri de devlet başkanı, halifelik yönü ve milletin idarecisi olarak, emirlerini her tarafa duyurmak için özel bir elçisi ile konuşması, sohbet etmesi, onun aracılığı ile ferman yayınlamasıdır.
Bu örnekte olduğu gibi Cenab-ı Hakk’ın da kulları ile iki tarzda muhatap olması vardır. Biri, özel ve cüz'i, diğeri de geniş ve genel mahiyette bir konuşması. Cenab-ı Hakk’ın bazı velilerle özel ve cüz'i anlamda ilham etmesi birinciye örnektir.
Ama Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bütün velayet mertebelerinin üstünde bir büyüklük ve yücelikte, kâinatın Rabbine, bütün varlıkların Yaratıcısı olarak Cenab-ı Hakk’ın sohbetine müşerref olması ise ikinci ve mükemmel olanına misaldir.
Peygamber Aleyhissalâtu Vesselamın elçiliği iki taraflıdır. Birisi halktan Hakk’a, diğeri de Hakk’tan halka. Birisi Mirâcın bâtıni tarafı olan velayet yönüdür, diğeri de zahiri tarafı olan risalet yönüdür.
Yani Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam bizi temsilen Cenab-ı Hakk’ın huzuruna çıktı; başta insanlar olmak üzere bütün varlıkların ibadet, kulluk, tesbih ve zikirlerini toplu olarak (askerin komutana tekmil vermesi gibi) arz etti. Bu yönüyle Miraç halktan, insanlardan, varlıklardan Hakk’a bir gidiştir. Diğeri de Cenab-ı Hakk’ın biz kullarından istediklerini, emir ve yasaklarını Resul olarak getirmiştir. İbadetlerin özü ve esası olan beş vakit namazı Miraç hediyesi olarak getirmesi gibi...
Peygamberimiz (asm), Allah ile Nasıl Görüşebilir?
Soru:“Bize her şeyden daha yakın olan Cenab-ı Hakk’a binlerce senelik mesafeyi aşarak, yetmiş bin perdeyi geçtikten sonra Rabbi ile görüşmesi ne demektir?”
Cenab-ı Hak her şeye her şeyden daha yakındır, fakat her şey O’ na sonsuz şekilde uzaktır.
Meselâ, güneşin insan gibi aklı olsa da bizimle konuşacak olsa, elimizdeki ayna aracılığıyla bizimle konuşabilir.
Diğer taraftan biz bir çeşit ayna olan gözümüzle güneşe yaklaşabiliyoruz. Oysa güneş bize 150.000.000 km. uzaklıkta bulunuyor, hiçbir şekilde ona yanaşamayız. Güneşe bir derece yaklaşmak için ancak Ay kadar büyümek lazım; bu da mümkün değildir.
Bu misalde olduğu gibi, gerçek anlamda Cenab-ı Hak her şeye yakındır, ama her şey ona sonsuz derece uzaktır. Ancak Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam, Cenab-ı Hakk’ın lütfuyla bir anda binlerce perdeyi geçerek Miraç’a yükselmiş; bütün manevi mertebeleri aşarak huzura varmıştır.
Bir İnsan Nasıl Göklere Çıkabilir?
Soru: “Bunun bir örneği var mıdır? Bir uçak ancak 10.000-15.000 metre yukarı çıkabiliyor, bir uzay gemisi ancak Ay'a ve Venüs'e ulaşabiliyor. Bir insan birkaç dakika gibi kısa bir sürede milyonlarca metre uzaklara nasıl gidip gelebilir?”
Yerküremiz, yani Dünyamız yaklaşık yüz seksen saatlik bir mesafeyi bir dakikada döner, yirmi beş bin senelik mesafeyi bir senede alır. Bu muazzam hareketi ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir kudret, bir insanı Arş-ı Âlâya getiremez mi? Güneşin çevresinde o ağır cisim olan dünyayı gezdiren bir hikmet, bir insan bedenini şimşek gibi Rahman'ın Arşına çıkaramaz mı?
Peygamberimiz (asm) Sadece Ruhuyla Gitse Olmaz mıydı?
Soru: "Öyleyse neden Miraç’a çıktı? Ne lüzumu var? Evliya gibi ruhu ve kalbi ile gitse yetmez miydi?"
Cenab-ı Hak görünen ve görünmeyen âlemlerdeki güzellikleri göstermek için, kâinat fabrikasını ve merkezini gezdirmek, insanlığın amel ve ibadetlerinin âhiretteki neticesini bildirmek için Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamı oralara davet etmesi gayet makuldür. Sadece ruhu ve kalbi ile değil, bu seyahate bedeninin de iştirak etmesi gerekir.
Görünen âlemin anahtarı olan gözünü, işitilen âlemin anahtarı olan kulağını Arşa kadar birlikte alması gerektiği gibi, ruhunun sayısız görevlerini üstlenen âlet ve makinesi hükmünde olan mübarek bedenini Arşa kadar çıkarması akıl ve hikmet gereğidir.
Zaten Cenab-ı Hak cennette bedeni ruha arkadaş ediyor. Çünkü pekçok kulluk görevine ve sınırsız lezzetlere ve acılara beden kaynaklık etmektedir.
Öyle ise bu mübarek beden ruha arkadaşlık edecektir. Cennette ruh bedenle birlikte olacaksa Cennetü'l-Me'vâ'nın gövdesi olan sidretü'l-müntehaya Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamın bedeninin ruhuna arkadaşlık etmesi hikmetin tâ kendisidir.
Peygamberimiz (asm) Miraç’a sadece ruhen çıkmış olsaydı, zaten mucize olmazdı. Çünkü her veli ruhen ve kalben o âlemlere çıkabiliyor.
Peygamberimiz (asm) Kısa Zamanda Nasıl Gidip Geldi?
Soru:"Birkaç dakikada binlerce yıllık mesafeye gidip gelmek aklen mümkün müdür?"
Cenab-ı Hakk’ın sanatında hareket ve hızın derecesi farklı farklıdır. Sesin hızı ile ışığın hızı, elektriğin hızı, hatta ruhun ve hayalin hızı birbirinden bütünüyle farklıdır. Gezegenlerin hızları da birbirinden farklıdır. Meselâ ışığın hızı 300.000 km/sn iken sesin hızı 340 m/sn'dır.
Acaba Peygamberimizin (asm) lâtif bedeninin yüce ruhuna tabi olması, ruh hızında hareketi nasıl akla ters gelebilir?
Yine bir insan on dakika uyusa bazı olur ki, bir yıllık iş görebilir. Hatta bir dakikada insanın gördüğü rüyayı, rüyada işittiği sözleri, konuştuğu kelimeleri toplansa uyanıkken bir gün, belki daha fazla bir zaman gerekir.
Demek ki bir zaman dilimi iki kişiye göre değişebiliyor, birisine bir gün, diğerine de bir yıl hükmüne geçebilir.
İşte Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam, şimşek gibi Kudüs’e gider. Oradan da bütün kâinatı gezip İlâhi huzura çıkıp Rabbi ile sohbet şerefine erer, Onun cemalini görür, emirlerini alıp dönüp gelir.
Miraç’ın Benzeri Bir Olay Var mıdır?
Soru:"Peygamberimizin (asm) Miraç’a çıkması mümkündür. Fakat her mümkün gerçekleşmiyor. Bunun bir benzeri var mı ki kabul edelim?"
Miraç’ın çok örnekleri vardır: Bir insan, gözüyle bir saniyede Neptün gezegenine çıkabilir. Bir bilim adamı, astronomi kanunlarına binerek tâ yıldızların arkasına bir dakikada gidebilir. İman sahibi her insan, namazın hareketlerine düşüncesini bindirerek bir çeşit Miraç ile kâinatı arkasına alarak İlâhî huzura girebilir.
Kalb gözü açık bir veli, İlâhî sırlara kırk günde ulaşabilir. Hattâ Abdülkadir Geylânî ve İmam-ı Rabbanî gibi bazı evliyanın bir dakikada Arş-ı Âlâ’ya kadar ruhen çıktıkları bildiriliyor.
Yine nurlu bir cisme sahip olan melekler bir anda yerden Arş’a, Arş’tan yeryüzüne gidip geliyorlar.
Cennette, cennet ehli müminler, cennet bahçelerine kısa bir zamanda çıkabiliyorlar.
Bu kadar örnekler gösteriyor ki, bütün evliyanın sultanı, bütün müminlerin imamı, bütün cennet ehlinin reisi ve bütün meleklerin makbulü olan Peygamber Efendimizin (asm) bir anda Miraç’a çıkması, dönmesi, bütün yüce âlemleri gezip görmesi gayet makuldür ve şüphesizdir.
Miraç ile Gelen Hediyeler
Yukarıda Miraç hadisesinin nasıl vuku bulduğunu anlatırken, rivayetlerdeki Miraç ile bize verilen hediyelerden bahsetmiştik. Bu hediyelerin bizler için önemini burada birkaç madde halinde özetlemek istiyoruz:
Birincisi: Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bütün iman hakikatlerini gözleriyle gördü. Melekleri, cenneti, âhireti, hattâ Cenab-ı Hakk’ın cemâlini gözleriyle müşahede etti. Sözlerinde ve vaadinde en küçük bir hilafı, aksi beyanı olmayan o Yüce İnsan (asm), mümin ruhlara manen şöyle diyordu:
“Sizin inandığınız, melekleri, âhireti, Rabbinizin Nur cemâlini bizzat gördüm; bu iman esasları vardır, mevcuttur; tereddüt ve şüphe etmeyiniz.”
Böylece müminler sonsuz bir imana ermenin saadetine kavuştular.
İkincisi: İnsan her şeyi merak ediyor. Uzayda hayat var mı, yok mu diye araştırıyor. Halbuki uzaydaki en büyük yıldızlar O Ezelî Sultan’ın memleketinde ancak bir sinek kadar yer kaplıyor. Hakiki müminler de bu merak duygusunu doğru kullanarak şöyle düşünüyorlar: “Rabbimiz bizden ne istiyor? Acaba ne yaparsak Rabbimiz bizden razı olur? Bir yolunu bulsak da doğrudan doğruya Rabbimizle muhatap olsak, bizden ne istiyor, anlasaydık.” derken, İki Cihan Serveri (asm) yetmiş bin perde arkasından ezel ve ebed Sultanı’nın razı olacağı amelleri Miraç meyvesi olarak getirdi ve insanlığa hediye etti. Bu hediye başta namaz olmak üzere İslâm’ın diğer esasları ve ibadetleridir.
Üçüncüsü: Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam ebedî saadet definesinin anahtarını alıp getirmiş, cinlere ve insanlara hediye etmiştir. Peygamber Efendimiz (asm) kendi gözüyle cenneti görmüş, sonsuz saadetin varlığını müşahede etmiş ve bu büyük müjdeyi haber vermiştir. Öyle ki, bir adama idam edileceği anda affedilerek padişahın yakınında bir saray verilse ne kadar sevinir.
Aynen öyle de bütün cinler ve insanlar sayısınca toplu bir müjde olan bu sevinç ne kadar önemli ve değerlidir.
Dördüncüsü: Peygamber Efendimiz (asm) Miraç’ta Cenab-ı Hakk’ın cemalini görme nimetini tattı. Bu manevi nimetin cennette müminlere de nasip olacağı müjdesini verdi.“Bulutsuz berrak bir mehtap gecesinde ay nasıl görünüyorsa, bulutsuz bir günde güneş nasıl görünüyorsa, müminler de cennette Rablerini öyle apaçık göreceklerdir.”[54] buyurarak, bu ezelî müjdeyi bizlere hediye olarak getirdi.
Beşincisi: İnsan kâinatın en kıymetli bir meyvesi ve Kâinat Sahibi’nin en nazlı bir sevgilisi olduğu Miraç ile anlaşıldı. Kâinata nispetle küçük bir varlık, zayıf bir canlı olan insan bu meyve ile öyle bir dereceye çıktı ki, bütün varlıklar üzerinde bir makam ve mevki kazandı. Çünkü rütbesiz bir askere,“Sen paşa oldun.” dense ne kadar sevinir. Öyle de âciz, fani, devamlı ayrılık ve zeval tokadını yiyen biçare insana birden, "Sonsuz ve baki bir cennette Rahman ve Rahîm olan Allah'ın rahmetine gireceksin." dendiğinde, o insan ne kadar büyük bir mevki ve makama çıkar. Cennette hayal hızında, ruh genişliğinde, akıl akıcılığında, kalbin bütün arzularında Cenab-ı Hakk’ın ebedi mülkünde seyir ve seyahate erecektir. Cenab-ı Hakk’ın nur cemalini seyretme nimetini tadacaktır. Böyle bir insanın kalb ve ruhu ne kadar büyük bir sevince kavuşur değil mi? Miraç’ın bu meyvesi insanın en büyük arzu ve hedefidir.
_________________________________________
[1]Feyruz Abadi, Kamûsu'l-muhit, c. 4, s. 343. [2]İbn Esir, Nihâye, c. 3, s. 203. [3]Ebu'l-Ferec İbn Cevzî, el-Vefa, c. 1, s. 218; İbn Seyyid, Uyûnu'l-eser, c. 1, s. 1 48; Bedrüddin Aynî, Umdetu'l-Kârî, c. 4, s. 39; Diyarbekrî, Hamîs, c. 1, s. 306. [4]İbn Sa'd, Tabakât, c. 1 , s. 214; Belâzurî, c. 1 , s. 255; Beyhakî, c. 2, s. 354; İbn Abdilberr, c. 1, s. 40; Ebu'l-Ferec, c. 1, s. 219; İbn Esir, Kâmil, c. 2, s. 51; Kurtubı, Tefsîr, c. 15, s. 216; İbnSeyyid, c. 1 , s. 148; Ebu'l-Fidâ, Tefsîr, c. 3, s. 22; Bedrüddin Aynî, Umde, c. 4, s. 39. [5]Ebu'l-Ferec, c.1, s. 219. [6]İsra, 17/1. [7]Necm, 53/7-18. [8]Ahmed b. Hanbel, c. 3, s. 148; Buhârî, c. 4, s. 248; Müslim, c. 1, s. 145; Tirmizî, c. 5, s. 301; Beyhakî, c. 2, s. 362-363; Begavî, c. 2, s. 177; İbn Esîr, Câmiu'l-usûl, c. 12, s. 53; Ebu'l-Fidâ, c. 3, s. 8. [9]Mesâf, Sünen, c.1, s. 221-222; İbn Esîr, Kâmil, c. 2, s. 52; Ebu'l-Fidâ, Tefsîr, c. 3, s. 6. [10]Nesâî, c. 1, s. 222; Kadı lyaz, c. 1, s. 136. [11]İbn Sa'd, Tabakât, c. 1 ,s.214; Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ye'n-nihâye, c. 3, s. 109-110. [12]İbn İshak, İbn Hişam, c. 2, s. 39; Ebu'l-Fidâ, c. 3, s. 110. [13]İbn İshak, İbn Hişam, c 2, s. 39; Abdurrezzak, Musannef, c. 5, s. 329; İbn E bi Şeybe, Musannef, c. 14, s. 302; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 3, s. 148; Buhârî, Sahih, c. 4, s. 141; Müslim, Sahih, c. 1, s. 145; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 300; Dârımf, Sünen, c. 2, s. 36; Belâzurî, Ensâbu'l-eşrâf, c. 1, s. 256; Taberî, Tefsir, c. 15, s. 15; Beyhakî, Delâil, c. 2, s. 387; Kadı Iyaz, c. 1, s. 136; İbn Esîr, Câmiu'l-usûl, c. 12, s. 53; İbn Esîr, Kâmil, c. 2, s. 52; İbn Seyyid, c. 1, s. 144; Zehebî, Târîhu'l-islâm, s. 244, Ebu'l-Fidâ, c. 3, s.109-110. [14]Abdurrezzak.c.S, s. 329; Ahmed b. Hanbel, c. 2, s. 282; Buharı, c. 4, s. 141; Tirmizî, c. 5, s. 300; Tabeıf, Tefsir, c.1 5, s. 12. [15]İbn İshak, İbn Hişam, c. 2, s. 39; Ebu'l-Fidâ, c. 3, s. 110. [16]Müslim, Sahîh, c. 1, s. 145; İbn Esîr, Câmiu'l-usûl, c. 12, s. 53; İbn Seyyid, Uyûnu'l-eser, c. 1, s. 144. [17]Abdurrezzak, c. 5, s. 330; Ahmed b. Hanbel, c. 4, s. 141; Tirmizî, c. 5, s. 300; Taberî, Tefsîr, c. 1 5, s. 15; Beyhakî, c. 2, s. 357; İbn Esir, c. 2, s. 52; Zehebî, s. 244. [18]İbn İshak, İbn Hişam, c. 2, s. 39; Taberî, Tefsîr, c. 15, s. 15; Ebu'l-Fidâ, c. 3, s. 110. [19]İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 45; Taberî, Tefsîr, c. 15, s. 14; Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-nihâye, c. 3, s. 111; Kastlânî, Mevâhibu'l-ledünniye, c. 2, s. 24. [20]İbn Ebi Şeybe, c. 14, s. 303; Ahmed b. Hanbel, c. 3, s. 148; Müslim, Sahîh, c. 1, s. 146; Beyhakî, Delâilü'n- nübüvve, c. 2, s. 383; Begavî, Mesâbîhu's-sünne, c. 2, s. 179; Kadı lyaz, eş-Şifâ, c. 1, s. 137; İbn Esîr, Musannef, Câmiu'l-usûl, c. 12, s. 53; İbn Seyyid, Uyûnu'l-eser, c. 1, s. 144. [21]İbn Ebi Şeybe, Musannef, c. 14, s. 303-304; Ahmed b. Hanbel Müsned, c. 3, s. 148-149; Müslim, Sahîh, c. 1 , s. 146-147; Beyhakî, Delâilü'n-nübüvve, c. 2, s. 384; Begavî, Mesâbîhu's-sünne, c. 2, s. 179; Kadı lyaz, eş-Şifâ, c. 1, s. 137; İbn Esîr, Câmiu'l- usûl, c. 12, s. 53-54; İbn Seyyid, Uyûnu'l-eser, c. 1, s. 144. [22]Ahmed b. Hanbel, c. 4, s. 207-208; Buhârî, Sahih, c. 4, s. 249. [23]İbn Ebi Şeybe, c. 14, s. 304; M üslim, c. 1, s. 146; Taberî, c. 27, s. 54; Beyhakî, c. 2, s. 384; Kadı lyaz, eş-Şifâ, c. 1, s. 137; İbn Esîr, Câmiu'l-usûl, c. 12, s. 54; İbn Seyyid, c. 1,s.144; Zehebî, s. 266. [24]İbn Sa'd.Tabakâtü'l-kübrâ. c. 1, s. 213; Buhârî, Sahih, c. 1, s. 92; Müslim, Sahih, 11, s. 149; Beyhakî, c. 2, s. 381; Kadı lyaz, c. 1, s.140, 148; İbn Esîr, c. 12, s. 56; İbn Seyyid, c. 1.S.145; Zehebî, s. 254. [25]Ahmed b. Hanbel, c. 1, s. 449; Buhârî, c. 6, s. 51; Taberî, c. 27, s. 57, Beyhakî, c. s. 372; Kurtubî, c. 17, s. 98. [26]Buhârî, c. 8, s. 204; Taberî, c. 27, s. 45; İbnEsîr, c. 12, s. 51; İbn Kayyım, Zâdü'l-Mead, c. 2, s. 53; Kurtubî, c. 17, s. 98; Zehebî, s. 267; E bu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-nihâye, c. 3, s. 112. [27]Kadı lyaz, c. 1, s. 160; Diyarbekrî, c. 1, s. 312. [28]Kadı lyaz, c. 1, s. 163. [29]Buhari, Ezân: 148, 150; el-Amel Fi’s-Salât: 4, İsti’zân: 3, 28, Da’avât: 16, Tevhîd: 5; Müslim, Salât: 56, 60, 62; Ebû Dâvud, Salât: 178; Tirmizî, Salât: 100, Nikâh: 17; Nesâî, Tatbîk: 23, Sehv: 41, 43-45, 56, 100-104; İbn-i Mâce, İkâme: 24; Nikâh: 19; Dârimî, Salât: 84, 92; Muvatta’, Nidâ’: 53, 55; Müsned, 1:292, 376, 382-4:409. [30]Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Altıncı Şua, s.92; On Beşinci Şua, s.642-646. [31]Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 422; Müslim , Sahih, c. 1, s. 157; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 393-394; Nesâî, Sünen, c. 1, s. 224; Beyhakî, Delâilü'n-nübüvve, c. 2, s. 373; Begavî, Mesâbîhu's-sünne, c. 2, s.179; Kadı I yaz, eş-Şifâ, c. 1, s. 1 42; İbn Esir, Câmiu'l-usûl, c. 12, s. 57; Kurtubî, c. 17, s. 94; Zehebî, s. 255; Diyarbekrî, Hamîs, c. 1, s. 312. [32]İbn Ebi Şeybe, Musannef, c. 14, s. 304; Ahmed b. Hanbel, c. 3, s. 149; Müslim, c. 1, s. 146-147; Beyhakî, Delâil, c. 2, s. 384; Kadı lyaz.c.1, s. 138; İbn Esîr, c. 1 2, s. 54; Zehebî, s. 266. [33]Buhârî, Sahih, c.1, s. 93; Müslim, Sahih, c. 1 ,s.149; İbn Esîr, Câmiu'l-usûl, c. 12, s. 57. [34]İbn Ebi Şeybe, Musannef, c. 14, s. 304-305; Ahmed b. Hanbel, c. 3, s. 149; Müslim, c. 1, s. 147; Beyhakî, c.2, s. 384; Kadı lyaz, c. 1, s.138; İbn Esîr, c. 12, s. 54. [35]Bakara, 2/285-286. [36]İbn Esîr,Nihâye, c. 4. s.19. [37]Abdurrezzak, M usannef, c. 11 , s. 17;, Buhârî, Sahih, c. 195; Müslim, Sahih, c. 1, s. 92; Beyhakî, Sünenü'l-kübrâ, c. 8, s. 20, 249. [38]Buhârî, Sahili, c. 1 , s. 93; Müslim , Sahili, c. 1, s. 149; Begavı", Mesâbîhu's-sünne, c. 2, s. 179; İbn Esîr, Câmiu'l-usûl, c. 12, s. 57; İbn Seyyid, Uyûnu'l-eser, c. 1 , s. 145. [39]Al-i İmran, 3/133. [40]İbn Esîr, Kâmil, c. 2, s. 55. [41]Buhârî, c. 1, s. 93; Müslim, c. 1, s. 149; Begavî, c. 2, s. 179; İbn Esîr, c. 12, s. 57; İbn Seyyid, c. 1, s. 145; Zehebî, Târîhu'l-islâm, s.260. [42]Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 3, s. 263; Buhârî, Sahîh, c. 6, s. 92; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 449; Taberî, Târîh, c. 2, s. 211. [43]İbn Esîr, Kâmil, c. 2, s. 55. [44]Ahmed b. Hanbel, c. 3, s. 263; Buhârî, c. 6, s. 92; Tirmizî, c. 5, s. 449; Taberî, c. 2, s. 211; İbn Esîr, c. 2, s. 55; Tirmizi, c.5, s. 450; Taberî, c. 2, s. 211; İbn Esîr, Kâmil, c. 2, s. 55. [45]İbn İshak.İbnHişam, Sîre, c.2, s. 45-46. [46]İbn Esîr, Kâmil, c. 2, s. 55. [47]Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 3, s. 210; Buhârî, Sahîh, c. 5, s. 190; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 557; İbn Mâce, Sünen, c. 2, s. 141; Dârimî, Sünen, c. 2, s. 216; Hâkim, Müstedrek, c. 4, s. 320; Beyhakî, Sünenü'l-kübrâ, c. 7, s. 52; İbn Seyyid, Uyûnu'l-eser, c. 2. s. 335; Zehebî, Târîhu'l-islâm. s. 480. [48]İbn İshak, İbnHişam, c. 2, s.43; İbn Sa'd, Tabakâtü'l-kübrâ, c. 1, s. 214-215; Taberî, Tefsîr, c. 15, s. 2; Zehebî, Târıhu'l-islâm, s. 272; Ebu'l-Fidâ, c. 3, s. 110-111; Suyûtî, Hasâisü'l-kübrâ, c. 1, s. 439; İbnEsîr, Kâmil, c. 2, s. 56. [49]İbn Sa'd, Tabakâtü'l-kübrâ, c. 1, s.214; Zehebî, Târîhu'l-islâm, s. 272. [50]İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 43; İbn Sa'd, Tabakât, c. 1 , s. 215; İbn Seyyid, Uyûnu'l-eser, c. 1, s. 141; Zehebî, Târîhu'l-islâm, s. 245-246; Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-nihâye, c. 3, s. 110. [51]Diyarbekrî, Hamîs, c. 1, s. 315-316; Ebu'l-Fidâ, Tefsir, c. 3, s. 22; İbn Esîr, Kâmil, c. 2, s. 56-57; İbn Seyyid, c.1, s. 142; İbn İshak, İbn Hisam, Sîre, c. 2, s. 44; Zehebî, Târîhul-islâm, s. 243; İbn Sa'd, Tabakâtül-kübrâ, c. 1, s. 215. [52]İbn Ebi Şevbe, Musannef, c. 14, s. 306; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 309; Ebu'l-Ferec İbn Cevzî, el-Vetâ, c. 1 , s. 223; Zehebî, Târihu'l-islâm, s. 250. [53]İbn İshak, İbn Hişam, c. 2, s. 39-40; Zehebî, s. 248; Ebu'l-Fidâ, Tefsîr, c. 3, s.21. [54]Buhari, Müslim, Tirmiz’den, Büyük Hadis Külliyatı-5, s. 416/10133
Atalarımız her gördüğünü Hızır, her geceyi Kadir bil diye boşuna dememişler. Su gibi akıp giden zaman içerisindeki, nispeten diğerlerine göre daha kıymetli olan vakitleri bir müslüman olarak daha iyi değerlendirmemiz gerekmez mi? Hem de bu özel günlerin vakitleri bile belli iken. İşte bu kıymetli günlerden birini daha karşılıyoruz. Nebiiler Serveri, Fahri Cihan Peygamber Efendimiz Hz Muhammed (SAV)’ in Recep ayının 27. gecesi yaşamış olduğu mucizesi olan Mirâc Gecesi bu önemli kandil gecelerinden biri. Mirâc, kelime anlamı olarak merdiven demektir. Cebrâil aleyhisselâm gelip, Peygamber efendimizi, 52 yaşında iken, Recep ayının 27. gecesi, Mekkei Mükerreme’de Mescidi Haram’dan, Kudüs’te Mescidi Aksa’ya ve oradan arşın manevi katlarına yükseldi.
Bu ulvi seyahat, mucizelerin en büyüğüdür. Miraç mucizesi Kur’ân-ı Kerimde âyetlerle anlatılmış ve varlığı inkâr edilemeyecek bir şekilde ortaya konmuştur. Bu îlâhî yolculuğun ilk merhalesi olan Mescid-i Aksâya kadarki safha Kur’ân’da şöyle anlatılır:
“Âyetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan alıp çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla görendir.” (İsra Suresi, 1)
Miraçın ikinci merhalesi de Mescid-i Aksâdan başlayarak semânın bütün tabakalarından geçip tâ İlâhi huzura varmasıdır. Bu safha da Necm Sûresinde şöyle’ anlatılır:
“O ufkun en yukarısında idi. Sonra indi ve yaklaştı. Nihayet kendisine iki yay kadar, hatta daha da yakın oldu. Sonra da vahyolunacak şeyi Allah kuluna vahyetti. O’nun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Şimdi O’nun gördüğü hakkında onunla mücadele mi edeceksiniz? And olsun ki onu bir kere daha hakiki suretinde gördü. Sidre-i Müntehâda gördü. Ki, onun yanında Me’vâ Cenneti vardır. O zaman Sidre’yi Allah’ın nuru kaplamıştı. Gözü ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı. And olsun ki Rabbinin âyetlerinden en büyüklerini gördü.” (Necm Suresi, 7-18.)
İslâm âlimleri buyurdu ki: “Mirâc ruh ve ceset ile birlikte oldu. Âyeti kerîme ile sabit olduğundan, Mekke’den Kudüs’e götürüldüğüne inanmayan kâfir olur. Göklere, bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise sapık olur.”
Kavl-ül-fasl kitabında deniyor ki:
İsra suresinin ilk âyetinde, Allahü teâlâ, kudret ve azametinden nice acayip işlerden bazılarını göstermek için, Muhammed aleyhisselamı, Mekke’den Kudüs’e götürdüğünü bildiriyor. İsra kelimesi, rüya için kullanılmaz. Uyanık iken, gece yürümek manasına kullanılır. (Sana [Miracda] gösterdiğimiz temaşayı insanlar için bir fitne kıldık) âyetindeki fitne, imtihan demektir. İmtihan ise uyanıkken olur. Peygamber efendimizin anlattığı rüya olsaydı, hiç kimse tuhaf karşılamazdı. Hazret-i Ebu Bekir tasdik edip, yüksek derecelere kavuşmazdı. Resulullahın, Mekke’den Kudüs’e götürüldüğüne inanmayan kâfir olur. Göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan sapık olur. (Bahr)
Birkaç saniyede Mekke’den Kudüs’e götüren Allahü teâlâ, neden daha uzaklara götüremesin? Allah’ın kudretinden ancak kâfirler şüphe eder. Peygamber efendimiz Miracını özetle şöyle anlatıyor:
(Verilen Burak’a binip Beyt-ül-Makdis’e geldim. Onu, önceki Peygamberlerin bağladığı halkaya bağladım, sonra Mescide girip orada iki rekat namaz kıldım. Sonra çıktım. Cebrail aleyhisselam bir kap şarap, bir kap da süt getirdi. Ben sütü seçtim. Cebrail, yaratılışa uygun olanı seçtin, dedi.
Sonra bizi birinci semaya çıkardı. Gök kapısında, “Sen kimsin” diye bir ses geldi. Ben Cebrail’im dedi. Yanındaki kim? dendi. Muhammed aleyhisselam dedi. O, Peygamber olarak gönderildi mi? dendi. Cebrail, evet dedi. Gök kapısı açıldı. Hazret-i Âdem ile karşılaştım. Bana merhaba diyerek hayır dua etti.
İkinci semaya çıktık. Yine orada da aynı konuşmalar geçti. Göğün kapısı açıldı. Burada iki teyze oğlu İsa ve Yahya ile karşılaştım. Onlar da bana merhaba diyerek dua ettiler.
Üçüncü semaya çıktık. Bu kapıda da aynı konuşmalar geçti. Göğün kapısı açıldı. Orada Hazret-i Yusuf’u gördüm. O da bana dua etti.
Dördüncü semaya çıktık. Aynı sualler ve konuşmalar oldu. Kapı açıldı. Hazret-i İdris’i gördüm. O da bana dua etti.
Beşinci semaya çıktık. Yine aynı konuşmalar geçti. Kapı açıldı. Hazret-i Harun’u gördüm. O da bana dua etti. Altıncı semaya çıktık. Yine aynı konuşmalar oldu ve kapı açıldı. Hazret-i Musa’yı gördüm. Bana merhaba diyerek dua etti.
Yedinci semaya çıktık. Yine aynı konuşmalar geçti ve kapı açıldı. Arkasını Beyt-ül-mamura dayamış Hazret-i İbrahim’i gördüm. O da bana dua etti. Beyt-ül-Mamur’u gördüm.
Sonra Hazret-i Cebrail beni Sidretü’l-Münteha’ya götürdü. Allahü teâlâ, günde elli vakit namaz farz kıldı. Hazret-i Musa’nın yanına geldim. Ona elli vakit namaz farz kılındığını bildirdim. Rabbinden azaltmasını iste. Ümmetin buna güç yetiremez. Ben tecrübe ettim, dedi.
Birkaç defa Rabbim ile Hazret-i Musa arasında gidip gelmeye devam ettim. Nihayet Rabbim buyurdu ki: “Ya Habibim, beş vakit namazı farz kıldım. Her vakit için on sevap vardır. Böylece elli vakit namaz olur.”) [Müslim]
Miraç nasıl oldu?
Miraç, Receb ayının 27. Gecesi Cenab-ı Hakkın daveti üzerine Cebrail Aleyhisselâmın rehberliğinde Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamın Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâ’ya, oradan semaya, yüce âlemlere, İlâhî huzura yükselmesidir.
Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam Mescid-i Haramdan (Mekke’den), Mescid-i Aksâ’ya (Kudüs’e) ata benzer beyaz bir Cennet bineği olan Burak ile geldi. Kudüs’e gelmeden yol üzerinde Hz. Musa’nın makamına uğradı, orada iki rekât namaz kıldı, daha sonra Mescid-i Aksâ’ya geldi. Orada bütün peygamberler kendisini karşıladı. Miraçını kutladılar. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam burada peygamberlere iki rekat namaz kıldırdı, bir hutbe okudu.
Bir rivayette Hz. İsa’nın doğduğu yer olan Betlaham’a uğradı, orada da iki rekât namaz kıldı. Ve bugün Kubbetü’s-Sahra’nın bulunduğu yerden Muallak Taşının üzerinden Miraça yükseldi.
Semanın bütün tabakalarına uğradı. Sırasıyla yedi sema tabakalarında bulunan Hz. Adem, Hz. Yahya ve Hz. Îsa, Hz. Yusuf, Hz. İdris, Hz. Harun, Hz. Musa ve Hz. İbrahim gibi peygamberlerle görüştü, Onlar kendisine “Hoş geldin” dediler, tebrik ettiler.
Bundan Sonra Hz. Cebrail ile birlikte imkân ile vü-cub ortası (kâinatın bittiği yer) Sidretü’l-müntehâ’ya geldiler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam orada ikisi gizli, ikisi açıktan akan (Nil, Fırat) dört nehir gördü. Sonra hergün yetmiş meleğin ziyaret ettiği Beytü’l-Ma’mur’u ziyaret etti.
Hz. Cebrail’in buradan öteye gitmesi mümkün değildi. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bundan sonra Refref adında bir vasıta ile zaman ve mekândan münezzeh (uzak) olan Cenab-ı Hakkın cemaliyle müşerref oldu.
Süleyman Çelebi’nin dediği gibi
“Aşikâre gördü Rabbü’l-izzeti/Âhirette öyle görür ümmeti” İnşaallah…
Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Rabbinin huzurundan döndükten sonra Hz. Musa ile karşılaştı., “Allah ümmetine neyi farz kıldı?” diye sorunca, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam “50 vakit namaz” buyurdu.
Hz. Musa’nın, “Rabbine dön, azaltması için Rabbinden niyazda bulun, ümmetin buna güç yetiremez” demesi üzerine, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam, beş sefer Cenab-ı Hakka niyazda bulundu, her seferinde 10 vakit indi, sonunda beş vakitte karar kıldı.
Daha sonra Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Hz. Cebrail’in rehberliğinde Cenneti, Cehennemi, âhiret menzillerini ve bütün âlemleri gezdi, gördü, Mekke’ye döndü.
Sabah olunca Kabe’nin yanında Mekkelilere Miraçı anlattı. Onlar Peygamberimizden delil istediler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam de onlara yolda gördüğü kafilelerinden haber verdi. Kureyşliler hemen kafileleri karşılamak için Mekke dışına çıktılar. Gelenleri aynen Peygamberimizin Aleyhissalâtü Vesselam haber verdiği gibi gördüler, ama iman nasip olmadı.
Ama yine de Peygamberimizden üst üste Miraça çıktığına dair delil istediler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Kudüs’e, Mescid-i Aksâ’ya uğradığını anlatınca Kureyşliler, “Bir ayda gidilebilen Bir yere Muhammed nasıl bir gecede gidip gelebilir?” diye itiraz ettiler, ardından da Mescid-i Aksâ’yı görmüş olanlar, “Mescid-i Aksâ’yı bize anlatır mısın?” diye Peygamberimize soru yönelttiler.
Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam şöyle anlattı:
“Onların yalanlamalarından ve sorularından çok sıkıldım. Hatta o ana kadar öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Derken Cenab-ı Hak birden Beytü’l-Makdis’i bana gösterdi. Ben de ona bakarak her şeyi birer birer tarif ettim. Hatta bana, ‘Beytü’l-Makdis’in kaç kapısı var?’ diye sordular. Halbuki ben onun kapılarını saymamıştım. Beytü’l-Makdis karşımda görününce ona bakmaya ve kapılarını teker teker saymaya ve anlatmaya başladım.”
Bunun üzerine müşrikler:
“Vallahi dos doğru tarif ettin” dediler, ama yine de iman etmediler.
O esnada Hz. Ebû Bekir çıkageldi, müşrikler durumu ona haber verdiler. Hz. Ebû Bekir, “Eğer bu sözleri ondan duymuşsanız seksiz şüphesiz doğrudur” diyerek hemen tasdik etti ve bundan sonra Hz. Ebû Bekir “Sıddîk, tereddütsüz inanan” ünvanını aldı.
Peygamberimiz neden mirac’a çıktı?
Bir padişahın iki türlü konuşması vardır. Biri, bir vatandaşla telefon ederek küçük bir meseleyi görüşmesi. Diğeri de devlet başkanı, halifelik yönü ve milletin idarecisi olarak, emirlerini her tarafa duyurmak için özel bir elçisi ile konuşması, sohbet etmesi, onun aracılığı ile ferman yayınlamasıdır.
Bu örnekte olduğu gibi Cenab-ı Hakkın da kulları ile iki tarzda muhatap olması vardır. Biri, özel ve cüz’i, diğeri de geniş ve genel mahiyette bir konuşması. Cenab-ı Hakkın bazı velilerle özel ve cüz’i anlamda ilham etmesi birinciye örnektir.
Ama Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bütün velayet mertebelerinin üstünde bir büyüklük ve yücelikte, kâinatın Rabbi, bütün varlıkların Yaratıcısı olarak Cenab-ı Hakkın sohbetine müşerref olması ise ikinci ve mükemmel olanına misaldir.
Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam elçiliği iki taraflıdır. Birisi halktan Hakka, diğeri de Haktan halka. Birisi mi’râcin bâtıni tarafı olan velayet yönüdür, diğeri de zahiri tarafı olan risalet yönüdür.
Yani Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam bizi temsilen Cenab-ı Hakkın huzuruna çıktı, başta insanlar olmak üzere bütün varlıkların ibadet, kulluk, tesbih ve zikirlerini toplu olarak (askerin komutana tekmil vermesi gibi) arz etti. Bu yönüyle Miraç halktan, insanlardan, varlıklardan Hakka bir gidiştir. Diğeri de Cenab-ı Hakkın biz kullarından istediklerini, emir ve yasaklarını Resul olarak getirmiştir. İbadetlerin özü ve esası olan beş vakit namazı Miraç hediyesi olarak getirmesi gibi…
Peygamberimiz, Allah ile nasıl görüşebilir?
Soru: “Bize herşeyden daha yakın olan Cenab-ı Hakka binlerce senelik mesafeyi aşarak yetmiş bin perdeyi geçtikten sonra Rabbiyle görüşmesi ne demektir?”
Cenab-ı Hak herşeye herşeyden daha yakındır, fakat herşey O’ na sonsuz şekilde uzaktır.
Meselâ, güneşin insan gibi aklı olsa da bizimle konuşacak olsa, elimizdeki ayna aracılığıyla bizimle konuşabilir.
Diğer taraftan biz bir çeşit ayna olan gözümüzle güneşe yaklaşabiliyoruz. Oysa güneş bize 150 milyon km. uzaklıkta bulunuyor, hiçbir şekilde ona yanaşamayız. Güneşe bir derece yaklaşmak için ancak Ay kadar büyümek lazım. Bu da mümkün değildir.
Bu misalde olduğu gibi, gerçek anlamda Cenab-ı Hak herşeye yakındır, ama herşey ona sonsuz derece uzaktır. Ancak Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam, Cenab-ı Hakkın lütfuyla bir anda binlerce perdeyi geçerek Miraça yükselmiş; bütün manevi mertebeleri aşarak huzura varmıştır.
Miraçla gelen hediyeler
Birincisi: Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bütün iman hakikatlerini gözleriyle gördü. Melekleri, Cenneti, âhireti, hattâ Cenab-ı Hakkın cemâlini gözleriyle müşahede etti. Sözlerinde ve vaadinde en küçük bir hilafı, aksi beyanı olmayan o yüce insan mü’min ruhlara manen şöyle diyordu: “Sizin inandığınız, melekleri, âhireti, Rabbinizin Nur cemâlini bizzat gördüm; bu iman esasları vardır, mevcuttur; tereddüt ve şüphe etmeyiniz.” Böylece mü’minler sonsuz bir imana ermenin saadetine kavuştular.
İkincisi: İnsan herşeyi merak ediyor. Ayda hayat var mı, yok mu diye araştırıyor. Halbuki Ay O Ezelî Sultanın memleketinde ancak bir sinek kadar yer kaplıyor.
Mü’minler merak ediyorlar. “Rabbimiz bizden ne istiyor? Acaba ne yaparsak Rabbimiz bizden razı olur? Bir yolunu bulsak da doğrudan doğruya Rabbimizle muhatap olsak, bizden ne istiyor, anlasaydık” derken, İki Cihan Serveri yetmiş bin perde arkasından ezel ve ebed Sultanının razı olacağı amelleri Miraç meyvesi olarak getirdi beşere hediye etti. Bu hediye başta namaz olmak üzere İslâmın diğer esasları ve ibadetleridir.
Üçüncüsü: Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam ebedî saadet definesinin anahtarını alıp getirmiş, cinlere ve insanlara hediye etmiştir. Peygamber Efendimiz kendi gözüyle Cenneti görmüş, sonsuz saadetin varlığını müşahede etmiş ve bu büyük müjdeyi haber vermiştir. Öyle ki, bir adama idam edileceği anda affedilerek padişahın yakınında bir saray verilse ne kadar sevinir.
Öyle de bütün cinler ve insanlar sayısınca toplu bir müjde olan bu sevinç ne kadar önemli ve değerlidir.
Dördüncüsü: Peygamber Efendimiz Miraçta Cenab-ı Hakkın cemalini görme nimetini tattı. Bu manevi nimetin Cennette mü’minlere de nasip olacağı müjdesini verdi. “Ayın on dördünü nasıl açıkça gözünüzle görüyorsanız, Rabbinizi de öyle Cennette apaçık göreceksiniz” buyurarak bu ezelî müjdeyi bizlere hediye olarak getirdi.
Beşincisi: İnsan kâinatın en kıymetli bir meyvesi ve Kâinat Sahibinin en nazlı bir sevgilisi olduğu Miraçla anlaşıldı. Kâinata nisbetle küçük bir varlık, zayıf bir canlı olan insan bu meyve ile öyle bir dereceye çıktı ki, bütün varlıklar üzerinde bir makam ve mevki kazandı. Çünkü rütbesiz bir askere, “Sen paşa oldun” dense ne kadar sevinir.
Öyle de âciz, fani, devamlı ayrılık ve zeval tokadını yiyen biçare insana birden, “Sonsuz ve baki bir Cennette Rahman ve Rahîm olan Allah’ın rahmetine gireceksin” dendiğinde o insan ne kadar büyük bir mevki ve makama çıkar. Cennette hayal hızında, ruh genişliğinde, akıl akıcılığında, kalbin bütün arzularında Cenab-ı Hakkın ebedi mülkünde seyir ve seyahate erecektir. Cenab-ı Hakkın nur cemalini seyretme nimetini tadacaktır. Böyle bir insanın kalb ve ruhu ne kadar büyük bir sevince kavuşur değil mi? Miraçın bu meyvesi insanın en büyük arzu ve hedefidir. (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, 31. Söz.)
Miraç Gecesi NamazıMiraç gecesi kılınacak namaz on iki rekattır. İki rekatte bir selam verilerek kılınacak olan namaz on iki rekat ile bitirilir. Her rekatte Fatihadan sonra on kere ihlas okunur. Kılınma zamanı yatsı namazı kılındıktan sonra, imsak vaktine kadar ki herhangi bir vakit olabilir. Bu oniki rekat namaz bittiği zaman selamdan sonra yüz defa :
“Sübhanallahi vel hamdülillahi vela ilahe illallahü vallahü ekber vela havle vela kuvvete illa billahil aliyyül azim” duası okunur.
Ardından da yüz kere istiğfar yapılır.
Miraç Gecesinin Gündüzünde Kılınacak Namaz
Miraç gecesinin gündüzünde öğlen namazını kıldıktan sonra sonra dört rekat namaz kılınır.
Bu namazın;birinci rekatında Fatiha’ dan sonra bir kere Felak suresi, ikinci rekattan sonra bir kere Nas suresi, üçüncü rekatta üç kere Kadr suresi, dördüncü rekatta elli kere İhlas suresi okunur.
Mirac gecesini ibadetle gündüzünü de oruçla geçirmelidir. Bu konudaki birkaç hadis-i şerif meali şöyledir:
(Bu gece iyi amel eden için yüz yıllık mükafat vardır.) [İ.Gazali, Ebu Musa el Medeni]
(Recebin 27. günü oruç tutana, 60 yıllık oruç sevabı verilir.) [İ.Gazali, Ebu Musa el Medeni]
Bu gece kaza namazı kılmalı, Kur’an-ı kerim okumalı, dua, tevbe etmeli, sadaka vermeli, müslümanları sevindirmeli, bunların sevaplarını ölülere de göndermelidir!
Her zaman doğru iman sahibi olmaya, farzları yapıp haramlardan kaçmaya, tevbe edip farz borçlarını ödemeye çalışmalıdır! Bütün bunları yapmak ise ilimle olur. İlmihal bilgileri en kıymetli ilimdir.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Geceleyin bir müddet ilim ile meşgul olmak, bütün gece sabaha kadar ibadet etmekten daha kıymetlidir.) [Ebu Nuaym]
Mirac aklın bittiği, imanın başladığı yerdir
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Bir iş, ne kadar sıkıntı içinde olmuşsa, o kadar uzun ömürlü olur. Peygamber efendimiz, en çok sıkıntıyı ben çektim buyuruyor. O halde, hak olan dini de, kıyamete kadar sürecektir.
Âdem aleyhisselam, kupkuru bir dünyaya geldi, yüzyıllarca sıkıntı çekti. Sonra Peygamber efendimizin yüzü suyu hürmetine dua etti. (Rabbenâ zalemnâ enfüsenâ) duasını devamlı okurdu. Sonra, iki evladından biri, diğerini öldürdü. Bir baba için ne zordur!
Nuh aleyhisselam 950 sene uğraştı, inanmadılar, çok eziyet ettiler. Döverlerdi, her seferinde öldü diye bırakırlardı. Cebrail aleyhisselam gelir, yaralarını sarardı, tekrar tebliğe başlardı. Sonra, Allahü teâlâ Ona gemi verdi.
İbrahim aleyhisselamı ateşe attılar, oğlunu kesme emri verildi ki, bu Allahü teâlânın halili ve peygamberi idi.
Musa aleyhisselam da çok çekti, doğduğu sene Firavun bütün erkek çocukları öldürdü. Senelerce çobanlık yaptı. Dönerlerken, hanımı hamile, zifiri karanlık, çaresiz… Bir ışık gördü, ışığa gitti. Orada Allahü teâlâ Onunla konuştu. Bu mirac değildi, mirac yalnız Peygamber efendimize verildi.
Musa aleyhisselam bir kişi gördü, etleri lime lime dökülmüş. Ya Rabbi, bunun günahı nedir ki, buna böyle cezaya uğramış dedi. Allahü teâlâ buyurdu ki, ya Musa ceza değil o, mükâfattır. O öyle yüksek makamlar istedi ki, o makamlara kavuşması için verildi.
Eyyüb aleyhisselamın kurtlanmadık yeri kalmamıştı. Yakup aleyhisselam ağlamaktan gözlerini kaybetti. Yusuf aleyhisselam; kuyuya atıldı. Bunlar kolay mı? Zekeriya aleyhisselam, ağacın içinde ağaçla birlikte testere ile kesildi. İsa aleyhisselam, 30 kadar kişiyi ikna edecek diye neler çekti. Öldürmeye çalıştılar.
Bunların hepsi peygamberdi. Neden bu kadar sıkıntı çektiler? Lâ ilâhe illallah dedikleri için…
Peygamber efendimiz, (Benim çektiğimi, hiçbir Peygamber çekmedi) buyuruyor.
Hazret-i Ebu Bekir de, neler çekti, kaç kere dövdüler! Hazret-i Ebu Bekir, herkesten önce iman etti, malını ve canını feda etti. Herkesin yaptığı bütün ibadetlerin sevabları, katlanarak Hazret-i Ebu Bekir’e, sonra da bir daha katlanarak, Peygamber efendimize verilmektedir. Hem kâinat, Onun hatırına yaratılmış, hem de, herkesin sevabları da, Ona verilmektedir.
Hazret-i Ömer, namaz kılarken şehit edildi, Hazret-i Osman, Kur’an-ı kerim okurken şehit edildi. Hazret-i Ali’nin çektikleri, hele Hazret-i Hüseyin’in başına gelenler…
Yani, Peygamber efendimizin varisleri de, çok çektiler. Ne için? La ilahe illallah, Muhammedün Resulullah dedikleri için.
Dolayısıyla iman, inanmak çok zor, inandırmak daha zordur. İman, Allahü teâlânın, kullarına ihsan ettiği, özel nimetidir. İmanı olanlar, sevinçten oynasa, yeridir.
Allahü teâlâ, dünyayı verdiğine ahireti vermez. Hadis-i kudside, (İki korkuyu bir kalbde cem etmem) buyruluyor. Dünyada Allahü teâlâdan korkanlar ahirette korkmasın, dünyada korkmayanlar ahirette çok korksun.
Peygamber efendimiz, Ümmihani’ye miracı söyleyince, aman bunu kimseye anlatma, kimse inanmaz ve inananlar da vazgeçer dedi. Peygamber efendimiz de, (O halde anlatacağım, inanmayacak olan sonra da vazgeçer, çürük taşlar üzerine bina olmaz, ayrılacak olan şimdiden ayrılsın, sağlamları kalsın) buyurdu.
Akıl durdu, zaman durdu, her şey durdu, iman başladı. Çok hikmetler var…
Peygamber efendimizin, hiç yalan söylemediğini müşrikler de biliyordu. Derler ki, Cenneti, Cehennemi gidip gören var mı? Evet, var. Kim var? Hayatında hiç yalan söylememiş olan, Muhammed aleyhisselam var.
Her mübarek gece, kıymetlidir. Fakat mirac gecesinin ayrı bir özelliği vardır. Izdırap ve sevincin bir arada yaşandığı gecedir.
Peygamber efendimiz, bir ay Taif’te, İslamiyet’i anlattı, hiç kimse inanmadı, alay ettiler, çocuklara taşlattılar.
Üzüntülü bir şekilde dönerken, bir bağ kenarında oturup biraz istirahat etti. Addas adındaki, oradaki bağın bekçisi, üzüm getirdi. Peygamber efendimiz, Bismillahirrahmanirrahim deyince, Addas şaşırdı, bu sözü buralarda hiç duymadım dedi. Peygamber efendimiz, sen nerelisin diye sorunca Nineveliyim dedi. Kardeşim Yunus’un memleketindensin, o da benim gibi peygamberdi buyurdu. Addas, Yunus’u buralarda kimse bilmez, bu güzel yüzün, bu güzel sözlerin sahibi asla yalancı olamaz dedi ve iman etti. Ben de sizinle gelmek istiyorum dedi. Peygamber efendimiz ona, şimdi sen burada kal, yakında ismimi her yerde işitirsin, o zaman bana gel buyurdu. Bir ay kimse inanmadı, yolda dönerken bir kişi iman etti.
Gece, Ebu Talip’in mahallesinde amcasının kızı Ümmihani’nin evine geldi, aç amcan oğlu Muhammed’im buyurunca, Ümmihani, haber verseydiniz yiyecek bir şeyler hazırlardım, yedirecek bir şeyim yok dedi. Peygamber efendimiz, yiyecek içecek gözümde yok, Rabbime ibadet edecek bir yer bana yeter buyurdu.
Allahü teâlâ Cebrail aleyhisselama, Habibim bu halde gene bana yalvarıyor, çok üzüldü, onu ben teselli edeceğim, git Habibimi bana getir buyurdu.
Evvela, Mescid-i Aksa’ya geldiler, bütün peygamberlere imam oldu. Peygamber efendimiz gitti, Allahü teâlâyı bilinemeyen, anlaşılamayan şekilde, zamansız ve mekânsız olarak gördü. Yâ Rabbi, ümmetim için de bunu isterim dedi. İşte, beş vakit namaz, bize mirac olarak verildi.
Miracda ne hikmetler vardır! Namaz kılmayan, miracdan mahrumdur. 1400 senedir devam eden, başka bir olay yoktur. İşte mirac, 1400 senedir devam ediyor. Mirac, aklın bittiği, imanın başladığı yerdir. Mirac namazdır. Allahü teâlâ, namaz gibi bir nimeti insanlara ihsan etti. Namaz, Allah sevgisini arttırır, duanın kabulüne de sebeptir. Namaz varsa, hayat vardır. Namaz yoksa, hayat yoktur. Beş vakit namaz kılmaktan mahrum olan, her şeyden mahrumdur.
SORULARLA MİRAÇ MUCİZESİ
Sual: Âyet ve hadisle bildirildiği halde, Mirac mucizesini inkâr eden olmuş mudur?
CEVAP
Bazı bid’at ehli, Peygamber efendimizin bir anda, Cenneti, Cehennemi ve daha birçok yerleri gezip gelmesine akıl erdirememiş, inkâr etmiştir. Bir kısım akılsızlar da, hâşâ, “Miracı kabul etmek, Allah’a mekan ittihaz etmek olur” diyerek Miracı inkâr ediyor. Allahü teâlâ, Musa aleyhisselam ile Tur dağında konuşmuştur. Tur dağı Allah’ın mekanı mıdır? Elbette değildir. Cennete giren müminler de Allahü teâlâyı görecektir. Cennet de Allahü teâlânın mekanı değildir. Allahü teâlâ mekandan münezzehtir.
Ehl-i sünnet âlimleri, sözbirliği ile Miracın hak olduğunu bildiriyorlar.
Kavl-ül-fasl kitabında deniyor ki:
İsra suresinin ilk âyet-i kerimesinde, Allahü teâlâ, kudret ve azametinden nice harika olaylardan bazılarını göstermek için, Muhammed aleyhisselamı, Mekke’den Kudüs’e götürdüğünü bildiriyor. İsra kelimesi, rüya için kullanılmaz. Uyanık iken, gece yürümek manasına kullanılır.
Yine buyuruldu ki:
(Sana [Miracda] gösterdiğimiz temaşayı insanlar için bir fitne kıldık.) [İsra 60]
[Fitne] yani imtihan uyanıkken olur. Peygamber efendimizin anlattığı rüya olsaydı, hiç kimse tuhaf karşılamazdı. Hazret-i Ebu Bekir tasdik edip, yüksek derecelere kavuşmazdı.
Resulullahın, Mekke’den Kudüs’e götürüldüğüne inanmayan kâfir olur. Göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise sapık olur. (Bahr)
Birkaç saniyede Mekke’den Kudüs’e götüren Allahü teâlâ, neden daha uzaklara götüremesin? Allahü teâlânın kudretinden ancak kâfirler şüphe eder.
Mirac hakkında birçok hadis-i şerif vardır. Birkaçı şöyle:
(İsra gecesi [Miraca çıkınca] Cennetin kapısı üzerinde “Sadakanın on, ödünç vermenin sevabı onsekiz mislidir” yazılmış olduğunu gördüm.) [Beyheki]
(İsra gecesi her gökte, Muhammedün Resulullah ve arkasından Ebu Bekri Sıddık yazılı olduğunu gördüm.) [Ebu Nuaym]
(İsra gecesi, nura gark olmuş bir zat gördüm. “Bu kim?” dedim. Cebrail aleyhisselam, “Dünyada iken Allahü teâlâyı devamlı anan, kalbi camiye bağlı ve ana-babasına asi olmayan bir zattır” dedi.) [İ. Ebiddünya]
(Miracda, Cehennemde kokmuş leş yiyenlerin kim olduğunu sordum. “Bunlar, gıybet ederek insanların etlerini yiyenlerdir” dendi.) [I. Ahmed]
(Mirac gecesinde ateşten makasla kendi dudaklarını kesenleri görüp, kim olduklarını sordum. “İlmi ile amel etmeyen din adamlarıdır” dendi.) [Buhari, Müslim]
(Mirac gecesi Cehennemi gösterdiler, çoğunun kadın olduğunu gördüm.) [Tirmizi]
(Mirac gecesi, ekin ekip bir günde biçen bir topluluk gördüm. Biçtiği mahsul yeniden eski haline dönüyordu. “Bunlar kim?” dedim. Cebrail aleyhisselam, “Bunlar Allah yolunda cihad edenlerdir. Bunların bir iyiliğine yedi yüz misli sevap verilir. Harcadıklarının yerine yenisi verilir” dedi.) [Bezzar]
Uzun bir hadis-i şerifin özeti şöyle:
(Cebrail aleyhisselamla bütün gökleri geçerek Sidre-i müntehaya geldim. Cenneti gösterdiler. Daha sonra elli vakit namazla dönerken Musa aleyhisselamı gördüm. Elli vakit namazın ümmetime zor geleceğini, dönüp namaz vakitlerini azaltmasını Allahü teâlâdan istememi söyledi. Azar azar kaldırılarak sonunda beş vakte indirildi.) [Müslim]
Bazı bid’at ehli, sahih-i Müslimdeki bu hadis-i şerife inanmıyorlar. Peygamber efendimizin derecesinin Musa aleyhisselamdan daha yüksek olduğu için, ondan öğrenmesi, onun tavsiyesine göre hareket etmesi uygun değil, böyle şey olmaz diyorlar. Halbuki bilindiği gibi, Kur’an-ı kerimde, Musa aleyhisselamın Hazret-i Hızır’dan ilim öğrendiği bildirilmektedir. [Bu kıssayı aşağıda yazdık.] Hazret-i Hızır peygamber olmadığı gibi derecesi Musa aleyhisselamla mukayese bile edilmez. Musa aleyhisselam, ulülazim bir Peygamberdir. Demek ki, mevki ve derecesi yüksek olan bir zat, derecesi daha aşağıdaki bir zattan ilim öğrenebilir, onun tecrübesine istinaden söylediği tavsiyeye uyabilir.
Mekke’den Kudüs’e ancak bir ayda gidip gelinebilir. Kısa bir anda Mekke’den Kudüs’e varıp gelmek ancak Allahü teâlânın kudreti ile olur. Buna inanıp da, daha uzaklara gittiğine inanmamak, Allahü teâlânın kudretinden şüphe etmeyi gerektirir. İşte mezhepsizlerin anlamadığı husus burasıdır. Allahü teâlâ dilerse niçin olmasın? Peygamber efendimiz, (Göklere ve daha uzaklara gidip geldim) buyuruyor. Bunu inkâr etmekteki maksat nedir? Gayri müslimler, İslamiyet’i yıkmak için, böyle konularda yerli maşalarını kullanıyorlar.
İmtihan rüyada olmaz
Sual: Mirac rüyada oldu diyorlar. Peygamberimiz uyanıkken olmadı mı?
CEVAP
Rüyada olanlar da oldu. Ancak meşhur İsra olayı uyanıkken oldu. Namaz da o gece beş vakit olarak farz oldu.
İsra suresinin ilk âyet-i kerimesinin meali şöyledir:
(Kuluna [Muhammed aleyhisselama] bir gece bazı âyetlerimizi [Allahü teâlânın kudret ve azametine delâlet eden nice harika olayları] göstermek için, onu Mescid-i Haram’dan [Mekke’den], çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya [Kudüs’e] götüren Allah, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla gören Odur.) [İsra 1]
Âyet-i kerimede geçen İsra kelimesi, gece yürümek anlamındadır. İsra kelimesi, rüya için kullanılmaz. Uyanık iken, yürümek manasına kullanılır. Yine aynı surede mealen buyuruluyor ki:
(İsra gecesi, sana, o temaşayı [o gece gösterdiğimiz olayları] ve Kur’anda lanetlenen [Cehennemdeki Zakkum isimli] ağacı da, yalnız insanlara bir fitne [imtihan] yaptık. [Miracı ve zakkum ağacını inkâr ettiler.] Bizim ikazımız, ancak onların taşkınlıklarını artırıyor.) [İsra 60]
İmtihan rüyada olmaz, uyanıkken olur. Peygamber efendimizin anlattığı rüya olsaydı, hiç kimse tuhaf karşılamaz, kâfirler, hep birlikte isyan etmez, Müslüman görünen münafıklar, böyle şey olmaz demezlerdi. Onları Müslüman sananlar da, bunları mürted oldu zannettiler. Onun için bazı kitaplarda, (Mirac olayı, bir çok kişinin mürted olmasına sebep oldu) diye yazar. İnançları sarsan bir olay olmasaydı, Hazret-i Ebu Bekir de, inkâr fırtınası içinde, Resulullahın miracını tasdik etmezdi. Allahü teâlâ, bu tasdikinden dolayı Resulü Muhammed aleyhisselam vasıtası ile ona Sıddık ismini verdi. Burada sıddık, sözünde ve imanında çok doğru olan demektir. Ebu Bekri Sıddık, Resulullahın Miracını ilk tasdik edenlerden olduğu için yüksek derecelere kavuştu, Peygamberlerden sonra insanların en üstünü oldu. Allah’a ve Resulüne iman edip, Onların sözünü tasdik etmek müminlerin alametlerindendir. Bir âyet meali:
(Müminler, “İşittik, itaat ettik [Allah ve Resulünün sözlerini beğendik, kabul ettik]” derler, işte kurtuluşa erenler bunlardır.) [Nur 51]
İsra suresinin 60 âyet-i kerimesinde bildirilen fitne [imtihan] hâlâ devam ediyor, aklını ölçü alan mutezile kafalı kimseler, böyle bir mucizeye akıl erdiremedikleri için, Miracı bir türlü kabul edemiyorlar. Evet olay çok büyüktür, bir mucizedir, insanların yapması imkansızdır, ama bunu Allahü teâlâ yapıyor. Onun kudretinden hiç şüphe edilir mi?
Kâfirlerin telaşı ve soruları
Bu gidip gelmek, gayet kısa zamanda oldu. Geldiğinde, mübarek yatakları henüz sıcak idi. Gelince, nasıl gidip geldiğini anlattı. Burak’la Mescid-i Aksa’ya gittiğini, oradan gökleri geçerek Cenneti Cehennemi ve daha başka yerleri gezdiğini söyledi. Dönüşte yolda, develi yolcular gördüğünü, bir devenin ürküp yıkıldığını söyledi. (İnşallah çarşamba günü Mekke’ye gelirler) buyurdu. Kâfirler bu olayı işitince inkâr edip, “Akla zıttır, mümkün değildir” dediler. “Bu iş burada bitti, mal, mülk, saltanat verdik, davasından vazgeçiremedik. Ama artık ondan kurtulduk” diye sevinçlerinden oynamaya başladılar. Birkaçı hemen Hazret-i Ebu Bekir’in evine geldi. Çünkü onun akıllı, tecrübeli, hesaplı bir tüccar olduğunu biliyorlardı.
Kapıya çıkınca hemen sordular:
“Ey Ebu Bekir, sen çok kere Kudüs’e gittin geldin, iyi bilirsin. Mekke’den Kudüs’e gidip gelmek ne kadar zaman sürer” dediler. Hazret-i Ebu Bekir, “İyi biliyorum, bir aydan fazla” dedi. Kâfirler bu söze sevindiler. “Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur” dediler. Gülerek, alay ederek ve Hazret-i Ebu Bekir’in de kendi kafalarında olduğuna sevinerek, “Senin efendin, Kudüs’e bir gecede gidip geldiğini söylüyor, artık iyice sapıttı” diyerek, Hazret-i Ebu Bekir’e sevgi, saygı ve güven gösterdiler.
Hazret-i Ebu Bekir, Resulullah efendimizin mübarek adını işitince “Eğer O söyledi ise, inandım. Bir anda gidip gelmiştir. O, gerçek söyler. Ondan yalan sâdır olmaz” diyerek içeri girdi. Kâfirler neye uğradıklarını anlayamadılar. “Vay canına, Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebu Bekir’e sihir yapmış” diyorlardı.
Hazret-i Ebu Bekir hemen giyinip, Resulullah efendimizin yanına geldi. Büyük kalabalık arasında yüksek sesle, “Ya Resulallah! Miracınız mübarek olsun! Allah’a sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlayan yüzünü görmekle, kalbleri alan, ruhları çeken tatlı sözlerini işitmekle nimetlendirdi. Ya Resulallah! Senin her sözün doğrudur, inandım. Canım sana feda olsun” dedi.
Kâfirler bu hâle çok kızdı. Müminlerin kuvvetli imanına, Peygamberin her sözüne hemen inanmalarına, Onun çevresinde pervane gibi toplanmalarına dayanamadılar. Peygamber efendimiz daha önce Kudüs’ü, Mescid-i Aksa’yı görmemişti, bunu kâfirler de bildiği için, Resulullahı mahcup, mağlup etmek için, imtihan etmeye yeltenip dediler ki:
“Sen Kudüs’e gittim diyorsun. Söyle bakalım! Mescidin kaç kapısı, kaç penceresi var?”
Resulullah hepsine cevap verirken, Hazret-i Ebu Bekir, “Öyledir ya Resulallah, aynen öyledir ya Resulallah” derdi. Çünkü Hazret-i Ebu Bekir, tüccardı, Kudüs’ü Mescid-i Aksa’yı iyi biliyordu, çok gidip gelmişti. Kâfirlerin kendileri de oraları çok iyi biliyorlardı. Bu bakımdan kâfirler, “Yanlış söylüyorsun” diyemiyorlar, inat için dahi olsa, Resulullahın cevaplarını inkâr edemiyorlardı.
Resulullah efendimiz, edebinden, hayasından karşısındakinin yüzüne bile bakmazdı. Mescid-i Aksa’nın kaç penceresi olduğunu bilmiyordu. Daha sonra bu olayı şöyle anlattı:
(Mescid-i Aksa’da etrafıma bakmamıştım. Sorduklarını görmemiştim. Kureyş beni yalanlayınca, o anda Cebrail aleyhisselam, Mescid-i Aksa’yı gözümün önüne getirdi. [Televizyon gibi] görüyor, sayıyordum. Sorularına, hemen cevap veriyordum.) [Buhari]
Çarşamba günü güneş batarken, Resulullahın bahsettiği kervan Mekke’ye geldi. Kervandakiler, fırtına eser gibi olduğunu, bir devenin yıkıldığını söylediler. Bu hâl müminlerin imanını kuvvetlendirdi. Kâfirlerin düşmanlığını artırdı.
Kur’an-ı kerim âyetlerinin inmesi, mucizelerin görülmesi müminlerin imanlarını kuvvetlendirdiği gibi, kâfirlerin de düşmanlıklarını artırırdı. İki âyet meali:
(Müminler, Allah anılınca kalbleri ürperen, âyetler okununca, imanları artan [kuvvetlenen] ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.) [Enfal 2]
(Andolsun ki, sana Rabbinden indirilen âyetler, onların [kâfirlerin] çoğunun azgınlığını ve küfrünü artırır.) [Maide 64]
Hazret-i Hızır ve Musa aleyhisselam
Bir kimse, ilim tahsil etmeden marifet ve keramet sahibi olabilir. Kur’an-ı kerimde, Kehf suresinin 60. âyet-i kerimesinden 82. âyetinin sonuna kadar anlatılan olayda, ilm-i ledünniden, bâtın ilminden bahsedilmektedir.
Kıssa özetle şöyledir:
Hazret-i Musa, “Ya Rabbi, benden âlim olan ve bâtın ilmini bilen zatı nerede bulurum?” diye sordu. Allahü teâlâ da, “Ya Musa, yola çık, çantana koyduğun balık canlanıp denize gittiği yerde, o zatı bulursun” buyurdu. Hazret-i Musa, Hazret-i Yuşa ile yola çıktı. Bir pınarın yanına oturdular. Bu pınar âbı hayat idi. Bu suya dokunan ölü canlanırdı. Bu sudan bir damla balığa değince, balık canlanıp denize gitti. Hazret-i Yuşa bunu gördü ise de söylemeyi unuttu. Hazret-i Musa sorunca, hatırlayıp balığın canlanıp denize gittiğini söyledi. Geri dönüp oraya gelince, o zatı gördüler. Hazret-i Musa, “Bana bâtın ilmini öğretir misin?” dedi. O zat, “Allahü teâlânın bana öğrettiği ilmin hepsini sen bilmezsin. Bilmediğin için de yaptıklarıma sabredemezsin” dedi. Hazret-i Musa, “İnşallah beni sabredenlerden bulursun” dedi. O zat, “Ya Musa, tuhafına gitse de, yaptıklarımdan bana bir şey sormayacaksın” dedi.
Üçü bir gemiye bindiler. Gemiciler, bunların iyi kimseler olduklarını anlayarak para almadılar. O zat, geminin bir tahtasını söktü. İçeri su girmeye başladı. Hazret-i Musa, “Gemiciler, bize iyilik etti, para almadı. Sen de bunları denizde boğacaksın” dedi. O zat, “Hani bana karışmayacaktın?” dedi.
Gemiden inince, sahilde oynayan çocukları gördüler. O zat, çocuklardan birini öldürdü. Hazret-i Musa, “Çocuğun günahı neydi?” demekten kendini alamadı. O zat, “Yine işime karıştın” dedi.
Antakya’ya uğradılar. Kimse yemek vermedi. O zat, yıkılmak üzere olan bir binanın koca duvarını bir eli ile tutup doğrultuverdi. Hazret-i Musa, “Bunu ücretle yapsaydın, bir ekmek parası çıkarırdık” dedi. O zat, “Artık ayrılma zamanımız geldi. Çünkü üç defa işime karıştın” dedi. Hazret-i Musa, “Bunların hikmeti nedir?” dedi. O zat, “Bunları Allahü teâlânın emri ile yaptım. Gemiciler on kardeşti. Geminin kazancı ile geçiniyorlardı. Bir derebeyi, sağlam gemileri zorla alıyordu. Bu geminin arızalı olduğunu duyunca almaktan vazgeçecekti. Biz de iyiliğe iyilik etmiş olduk.
Günahsız çocuğa gelince, bunun ana babası salih idi. Çocuk büyüyünce, küfre zorlayarak onlara zulüm ve işkence edecekti. Bunun yerine neslinden 70 Peygamber meydana gelecek hayırlı bir evlat vermesi için dua ettim.
Doğrulttuğum duvar, öksüzlere aitti. Babaları duvarın altına bir hazine saklamıştı. Duvarı düzeltmeseydim, yıkılıp hazine meydana çıkacak, eller alacaktı. Öksüzlere de bir iyilik etmiş olduk.
Kur’an-ı kerimdeki bu kıssa, bâtın ilmine sahip keramet sahibi kimselerin bulunduğunu açıkça bildirmektedir. Cenab-ı Hakkın ihsanı boldur. Dilediğine bu ilmi verir, onu marifet sahibi yapar.
Ezelle ebed Sual: Peygamber efendimiz Miraca çıkınca, Cennet ve Cehennemde insanların başına gelenleri gördüğünü bildiriyor. İnsanlar Cennete ve Cehenneme kıyamet kopup hesaptan sonra gitmeyecekler mi? Bu nasıl oluyor?
CEVAP
Zaman ve mekan mefhumu yaratıklar yani insanlar içindir. Yaratan yani Allahü teâlâ için değildir. Zamanları, mekanları her şeyi o yaratmıştır. İnsanlara göre olan ezelle ebedi birleştirip Cenneti Cehennemi insanlarla nasıl doldurduğunu Habibine göstermiştir.
Allahü teâlânın kullarının Cennetlik ve Cehennemlik olmasını bilmesi de böyledir. (Allah ileride ne olacaksa bilir) demek insanlara anlatmak içindir. Yoksa Allahü teâlâ için zaman diye bir mefhum yok, ilerisi gerisi diye bir şey yok. Gelecek geçmiş insanlar içindir. Allahü teâlâ hepsini bir anda görüyor, biliyor. An kelimesi de Allah için söylenmez, ama başka kelime olmadığı için böyle söyleniyor.
MIRAC. Arapça'da merdiven, yukari çikmak, yükselmek anlamlarini dile getirir. ... Miracolayi hicretten
.
MIRAC
Arapça'da merdiven, yukari çikmak, yükselmek anlamlarini dile getirir. Islam'da Hz. Peygamber (s.a.s)' in göge yükselerek Allah'in huzuruna kabul edilmesi olayi. Mirac olayi hicretten bir yil ya da onyedi ay önce Receb ayinin yirmi yedinci gecesi gerçeklesir. Olayin iki asamasi vardir. Birinci asamada Hz. Peygamber (s.a.s) Mescidül-Haram'dan Beytü'l-Makdis'e (Kudüs) götürülür. Kur'an'in andigi bu asama, gece yürüyüsü anlaminda isra adini alir. Ikinci asamayi ise Hz. Peygamber (s.a.s)'in Beytü'l-Makdis'ten Allah'a yükselisi olusturur. Mirac olarak anilan bu yükselme olayi Kur'an'da anilmaz, ama çok sayidaki hadis ayrintili biçimde anlatilir.
Hadislerde verilen bilgiye göre Hz. Peygamber (s.a.s), Kâbe'de Hatim'de ya da amcasinin kizi Ümmühani binti Ebi Talib'in evinde yatarken Cebrail gelip gögsünü yardi, kalbini Zemzem ile yikadiktan sonra içine iman ve hikmet doldurdu. Burak adli binege bindirilerek Beytü'l-Makdis'e getirildi. Burada Hz. Ibrahim, Hz. Musa, Hz. Isa ve diger bazi peygamberler tarafindan karsilandi. Hz. Peygamber (s.a.s) imam olarak diger peygamberlere namaz kildirdi.
Hz. Peygamber (s.a.s), Beytü'l-Makdis'te kurulan bir Mirac'la ve yaninda Cebrail oldugu halde göge yükselmeye basladi. Gögün birinci katinda Hz. Adem, ikinci katinda Hz. Isa ve Yahya, üçüncü katinda Hz. Yusuf, dördüncü katinda Hz. Idris, besinci katinda Hz. Harun, altinci katinda Hz. Musa ve yedinci katinda Hz. Ibrahim ile görüstü. Cebrail ile birlikte yükselis Sidretü'l-Münteha'ya kadar sürdü. Cebrail, "Buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanarim" diyerek Sidretü'l Münteha'da kaldi. Hz. Peygamber (s.a.s) buradan itibaren Refref adli baska bir binekle yükselisini sürdürdü. Bu yükselis sirasinda Cennet ve nimetlerini, Cehennem ve azabini müsahede etti. Sonunda Allah'in huzuruna kabul edildi. Kendisine ümmetinden Allah'a sirk kosmayanlarin Cennet'e girecegi müjdelendi, Bakara suresinin son ayetleri verildi ve bes vakit namaz fari kilindi. Yeniden Refref ile Sidretü'l-Münteha'ya, oradan Burak'la Kudüs'e, oradan da Mekke'ye döndürüldü.
Hz. Peygamber (s.a.s) ertesi günü Mirac olayini anlatti. Olayi duyan müsrikler yogun bir kampanya baslatarak Hz. Peygamber (s.a.s)'i suçlamaya, alaya almaya basladilar. Bu kampanya bazi müslümanlari da etkileyerek süpheye düsürdü. Olayin gerçek olup olmadigini arastirmak isteyenler Beytü'l-Makdis'e ve Mekke'ye gelmekte olan bir kervana iliskin sorular sorarak Hz. Peygamber (s.a.s)'i sinadilar. Hz. Peygamber (s.a.s)'in verdigi bilgilerin dogrulugu müslümanlari süpheden kurtardiysa da müsriklerin inatlarini kirmaya yetmedi. Mirac olayi inatlarini ve düsmanliklarini artirarak onlar için bir fitne nedeni oldu. Bu olay karsisindaki tutumu nedeniyle Hz. Ebu Bekr, Hz. Peygamber (s.a.s)'ce "Siddîk" lakabiyla onurlandirildi. Hz. Ebu Bekir olayi kendisine anlatarak hala inanmaya devam edip etmeyecegini soran müsriklere "O söylüyorsa süphesiz dogrudur" cevabini vermisti.
Ahad hadislere dayansa da Mirac olayinin gerçekliginde tüm müslümanlar birlesmislerdir. Ancak olayin gerçeklesme biçimi Islam bilginleri arasinda görüs ayriliklarina neden olmustur. Buna göre Ibn Abbas'in da içinde bulundugu bazi bilginlere göre Mirac olayi uykuda gerçeklesmistir. Bilginlerin büyük çogunluguna göre ise uyku durumunda ve rüyada degil, uyanik iken gerçeklesmistir. Fakat bu görüsü savunanlar da Mirac'in yalniz ruhla mi, yoksa hem ruh, hem de bedenle mi oldugu konusunda ikiye ayrilmislardir. Sonraki Kelamcilarin büyük çogunluguna göre mirac olayi uyanikken hem ruh, hem de bedenle gerçeklesmistir. Içlerinde Hz. Aise'nin de bulundugu bazi bilginlerle mutasavviflarin büyük çogunluguna göre ise uyanik durumda iken ama yalniz ruhla gerçeklesmistir.
Mirac olayinin gerçeklestigi gece müslümanlarca kadir gecesinden sonra en kutsal gece sayilmis ve bu gecenin ibadetle ihyasi geleneklesmistir. Osmanlilar döneminde, camiler kandillerle donatildigi için Mirac kandili olarak anilan geceyi izleyen gün, cami ve tekkelerde Mirac olayini anlatan ve Miraciye adi verilen siirlerin okunmasi, dinleyenlere süt ikram edilmesi de bir gelenekti.
MIRAC GECESINDE PEYGAMBERIMIZE VERILEN HEDIYELER
Mirac günü peygamber efendimiz (S.A.V) hediye olarak üç sey verilmisti: Bunlar; Bes Vakit Namaz, Bakara Suresinin Son Ayetleri, Ve Sirk Kosmamak sarti ile ''LA ILAHE ILLALLAH ''diyen her Müslümanin cennete girebilecegi müjdesi.
Miraç olayının gerçekleşmesi hakkında ittifak olmasına rağmen miracın oluş biçimi hakkında farklı farklı görüşler vardır. Bu ihtilaf da miraç olayının sadece ruhla mı yoksa ruh ve bedenle mi gerçekleşmiş olması ile ilgilidir.
Hz. Muaviye, tâbiindan Hasan-el-Basrî ve Muhammed ibnü İshak gibi zatlar, mi'racın yalnız ruhanî olduğunu söylemişlerdir. Hz. Ayşe (R.A.), «Muhammed (S.Â.V.)'İn cesedi, Miraç gecesi ayrılır olmadı diyor. Muaviye (R.A.) de kendisine mi'raç sorulunca, «Salih bir rüyadır» demiştir.
Sahabe tabiin ve alimlerin çoğu ise, mi'racı ruh ve beden beraber olduğunu kabul etmişler ve bu hususta kuvvetli deliller getirmişlerdir.
Gerçi, mi'racın ruh ile olduğuna delâlet eden hadisler vardır. Cesetle olduğuna delâlet eden hadisler de vardır ve ikinci şıkkı takviye eden deliller daha fazladır. Bu hadisler arasında çelişki bulunmadığını belirtmek için, Fatih Sultan Mehmed'in hocalarından Âlim Hızır Bey, Akaid manzumesinde şöyle demektedir:
Mi'raç, birkaç defa vuku bulmuştur. Alimlere göre, bu tekrar sebebiyle, hadisler arasındaki tearuz ortadan kalkar.
Yani Peygamberimizin mi'racı bir kere değildir. Ruh şeklinde pek çokl defa tekrar etmiştir. Cismanî olarak İse bir defa gerçekleşmiş ki, İsra Süresindeki âyetin işaret ettiği mi'raç budur. Böylece hadisler arasındaki ihtilâf bertaraf olmuş olur
...kelimeler, Resûlullah’ın bu yolculuğu ruhvebedenle birlikte yaptığını göstermektedir. ...Bütün bunlardan anlaşılmak
.
EFENDİMİZ’İN MİRACI RUH VE BEDENLE BİRLİKTE Mİ OLMUŞTUR?
00
Evet, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bu mucizevî yolculuğu hem bedeni hem de ruhuyla yapmıştır. Bunun delilleri kısaca şöyledir:
1. Kur’ân-ı Kerim’de bu hadise anlatılırken kullanılan kelimeler, Resûlullah’ın bu yolculuğu ruh ve bedenle birlikte yaptığını göstermektedir. “Kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksa’ya kadar…” ifadesindeki “abd” (kul) kelimesi, hem ruh hem de bedeni içine alan bir lafızdır. Kur’ân’ın diğer ayetlerine baktığımızda, “abd” kelimesinin geçtiği yerlerde kasdedilen mânâ rûh-beden birlikte insandır. Nassın zâhiri varken te’vîline gitmek doğru değildir. Hem zaten bu yolculuk uyku halinde ve sadece ruhla olmuş olsaydı, ayetteki ifadenin “..kulunun rûhuyla…” olması gerekirdi.
2. Yüce Allah, İsrâ-Mirac hadisesinin geçtiği, İsrâ sûresine “Subhânellezî esrâ bi abdihî…” cümlesiyle başlamıştır ki, Araplar, hayretâmiz bir hadiseyle karşılaşıp ondan dehşete kapıldıklarında “Subhânellâh!” derler. Bu sûrenin de böyle bir cümleyle başlaması göstermektedir ki, burada acayip şeyler meydana gelecektir. Şayet bu, rüyada olan bir hadise olmuş olsaydı hayret edilecek bir durum söz konusu olmazdı.
3. Konuyla ilgili olan bir ayette: “insanlara fitne olması için…” ifadesi vardır ki, buradan da meydana gelen bu hadisenin, ruh-bedenle birlikte olduğu anlaşılmaktadır. Zira madde âleminin ötesinde nice olaylardan Resûlullah bahsetmiştir ki, bunlardan hiçbirisine müşrikler bu şekilde bir itiraz etmemişler ve bu bir imtihan vesilesi olmamıştır. Zaten insanlar uykularında pek çok hârika hadiseler görür, aşılmaz mesafeleri aşarlar. Sabahleyin bunları etrafındaki insanlara anlattıklarında hiç kimse bunu yadırgamaz ve vukûunu muhal görmez. Ancak İsrâ-Mirac hadisesini duyan müşrikler, hemen karşı gelmiş, bunun mümkün olamayacağını iddia etmişlerdir. Şayet İsrâ ve Mirac, sadece ruhla gerçekleşmiş olsaydı, onların bu denli sert ve ateşli itirazlarına sebebiyet vermesi düşünülemezdi.
4. İsrâ ve Mirac’ın ruh-beden beraberce olduğu hakkında, sahâbenin ve ümmetin icmâı vardır. Başta Hz. Ebûbekr, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali gibi pek çok kimse, bu hadisenin ruh ve bedenle meydana geldiği hususunda ittifak halindedirler.
5. Bu hadisenin akabinde gerek Ümmü Hâni’nin Allah Resûlü hakkındaki endişesi gerekse bizzat Hz. Peygamber’in kendi endişeleri de göstermektedir ki, bu hadise, ruh-beden bütünlüğü içerisinde meydana gelmiştir. Şayet bu olay, bedenle birlikte gerçekleşmemiş olsaydı, insanların onları yalanlayacakları endişesi olmazdı.
6. Şayet İsrâ ve Mirac rüyada ve ruhen olmuş olsaydı, bu olayın Hz. Peygamber’in risaletine delil olması ve onun bir mucize olması düşünülemezdi. Çünkü insanlar rüyalarında, her türlü harikulâdelikleri görebilir, uçabilir, normal hayatta yapılması mümkün olmayan pek çok işi başarabilirler. Ancak bunların hiçbirisini harika bir olay bir mucize olarak takdim etmezler. Kimse de onların rüyalarında gördüğü bu türlü şeyleri inkâra kalkmaz.
7. “Muhammed’in gözü aşmadı ve şaşmadı. Andolsun Rabb’inin ayetlerinden en büyüğünü gördü.” (Necm, 53/17-18) ayetleri de göstermektedir ki mirac, ruh-beden beraberce meydana gelmiştir.
8. Ayrıca Hz. Peygamberin, diğer peygamberlere Mescid-i Aksâ’da namaz kıldırması, bu hadisenin rûh-bedenle olduğunun ayrı bir delilidir.
Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, İsrâ ve Mirac, Allah Resûlü’nün bir mucizesidir. Kitap, sünnet ve icma’ ile vukûu sabit olup inkârı mümkün değildir. (Doç. Dr. Muhittin Akgül, 99 Soruda Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem)
Bu mu’cize, Peygamber efendimizin mübârek cesedi ile berâber yani rûhvebedenlebirlikte, uyanık i
.
Mi’râc, rûh ve beden iledir
Peygamber efendimiz, 52 yaşında iken, Receb ayının 27. gecesinde Mekkeden Kudüse ve oradan göklere götürülüp getirildi. Bu yolculuğuna Mi’râc denir.
Resûlullah efendimizden fiilen meydâna gelen mu’cizeler çoktur. Bu mu’cizelerden birisi de, Mi’râc mu’cizesidir. Bu mu’cize, Peygamber efendimizin mübârek cesedi ile berâber yani rûh ve bedenle birlikte, uyanık iken olmuştur.
Mi’râc, hem rûh, hem de beden ile olmuştur. Allahü teâlâ dilediğini çok süratli hareket ettirmeye kâdirdir. İsrâ sûresinin ilk âyet-i kerîmesinde meâlen;
(Kulumu gece Mescid-i harâmdan Mescid-i Aksâya götürdüm) buyurulmaktadır.
Kul, insana denir. Rûha veyâ insanın bir hâline kul denmez. Buhârîdeki uzun hadîs-i şerîfde ve Ehl-i sünnet âlimlerinin tefsîrlerinde ve bütün kitâplarda, Resûlullah efendimizin Kudüs’de, Mescid-i Aksâya gittim, gördüm buyurduğu bildirilmektedir. O zamân, Mescid-i Aksâ Kudüs’de vardı. Çok önce, Süleymân aleyhisselâm yaptırmıştı. Birkaç kerre yıkılıp yapılmış ve son olarak, hazreti Ömer tamir ettirmiştir.
Filistin, Arabistân’a komşu bir yerdir. Başka memleketlerden dahâ yakın olduğu için, (En yakın yer) buyuruldu. Mescid-i Aksâ o zamân yeryüzünde bulunan mescitler arasında, Mekke’ye en uzak olanı idi. Bunun için, (En uzak mescid) buyuruldu. En yakın yerde en uzak mescid niçin bulunamazmış ki?
Müslümânlar, hicretten 16 ay sonraya kadar, Mescid-i Aksâya karşı namâz kıldı. O zamân, Kudüs’de mescid yok olsaydı, oraya karşı namâz kılmak emrolunur mu ve Resûlullah efendimiz, Kudüs’de Mescid-i Aksâda namâz kıldım der mi idi? Mi’râca inanmıyanların aklı, Resûlullah efendimizin mübârek bedeni ile Kudüse ve göklere götürüldüğünü kavrıyamadığı için, buna inanamıyorlar. Eğer Mi’râc, bir hâl, bir rüyâ olsaydı, işitenler ve müşrikler, buna karşı bir şey demezlerdi. Resûlullah efendimiz;
(Beden ile gittim) buyurduğu için inanmıyanlar çok oldu.
Abdülhak Dehlevî hazretleri, Medâric-ün-nübüvve kitâbında buyuruyor ki:
“Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâma olan ihsânlarının en şereflilerinden biri de, Onu Mi’râca çıkarmasıdır. Bu mu’cizeyi Ondan başka hiçbir Peygambere vermemiştir. Resûlullahın Mekke’den Mescid-i Aksâya götürüldüğü, Kur’ân-ı kerîmde açıkça bildiriliyor. Buna inanmıyan kâfir olur. Mescid-i Aksâdan göğe çıkarıldığını meşhûr hadîsler haber veriyor. Buna inanmıyan ise, bid’at ehli ve fâsık olur. Mi’râcın uyanık iken ve cesed ile olduğunu, Eshâb-ı kirâmın, tâbi’înin, hadîs âlimlerinin, fıkıh âlimlerinin ve kelâm âlimlerinin çoğunluğu haber vermişlerdir. Böyle olduğunu sahîh hadîsler de açıklamaktadır. Mi’râc çok defa olmuştu. Bunlardan biri uyanık iken ve cesed ile idi. Ötekiler yalnız rûh ile idi. Hazret-i Âişe, rüyâda rûh ile olan mi’râclardan birini haber vermektedir. Onun bu haberi, uyanık iken cesed ile olan mi’râcın yok olduğunu göstermez. Bununla berâber, islâm âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki, Peygamberlerin rüyâları vahiydir. Bunlarda şüphe etmeye yol yoktur. Gözleri kapalı iken, mübârek kalbleri uyanıktır. Önceden rûh ile olan mi’râclar, cesed ile olacak mi’râca hâzırlamak için idi. Müşrikler, mi’râca inanmadıkları ve imtihân ederek Mescid-i Aksâdan bilgi istedikleri için, İsrâ sûresinde, Mescid-i Aksâya kadar götürüldüğü açıkça bildirildi. Bu sûrede;
(Âyetlerimi göstermek için götürdüm) buyurulması, göklere çıkarıldığını gösteriyor. Bu sûrenin 60. âyetinde meâlen;
(Sana gösterdiğimiz rü’yâyı insanlara fitne yaptık) buyurulmaktadır.
Tefsîr âlimlerinin çoğu, buradaki rüyâ kelimesinin uyanık iken gece görmek için kullanıldığını bildirmişlerdir. Mi’râc hadîs-i şerifini Eshâb-ı kirâmdan çoğu haber vermiştir. Bu hadis-i şerif, Buhârî ve Müslimde uzun yazılıdır.”
Netice olarak Mirâc, rûh ve beden ile olmuştur. Resûlullah efendimizin Mekke’den Kudüs’e götürüldüğüne inanmıyanın kâfir olduğu sözbirliği ile bildirilmektedir. Göklere götürüldüğüne inanmıyanlar ise, bid’at ehli olmaktadır.
Bildiğiniz gibi Miraç mucizesinin ruh ile mi yoksa beden ile mi gerçekleştiği hep tartışma konusu olmuştur. Ehli sünnet dışı akımlar miracın rüyada ve ruh ile olduğunu iddia ederlerken Ehli Sünnete göre miraç, uyanıkken hem ruh ve hem beden ile olmuştur.
1- KUR’AN RÜYADA VAHYOLMAZ Birinci ve en önemli delilimiz hiçbir zaman Kur’an ayetlerinin rüyada vahyedilmemiş olmasıdır. Peygamberlerin rüyası da vahiydir ancak bunlar Kuran ayeti olamazlar. Bütün İslam âleminin ve alimlerinin bildiği gibi Kur’an ayetleri rüyada indirilmemiştir ve böyle bir şey mümkün değildir.
“Amenerrasulü” olarak bildiğimiz Bakara suresinin son ayetleri de Miraç’da gelmiştir. Dolayısıyla miracın rüyada olduğunu iddia etmek çok büyük ve vahim bir hata olur ki, bu ayetlerin de rüyada gelmiş olduğunu iddia etmiş olur.
2- KULLUK RUH İLE OLMAZ Allahu Teala’nın İsra hakkında indirdiği ayete bir bakalım: “Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz o, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (İsra 1)
Ayeti kerimede özellikle “kul” (abd) kelimesinin seçilmesi boşuna değildir. Kulluk, ruhun canlı tuttuğu beden ile yapılır. Yani ruh tek başına kul sayılmadığı gibi ruhun alınmasıyla kulluk vazifesi de bitmiş olur. Dolayısıyla Allahu Teala’nın “kul” kelimesini özellikle kullanması bu mucizenin ruh ve beden ile beraber olduğuna ayeti kerimenin işaret ettiği bir delildir.
3- RÜYA OLSAYDI KÂFİRLER ENDİŞELENMEZDİ Bütün İslam tarihi kitaplarında bu konu yer almış, Peygamber Efendimizin İsra ve miraç mucizesinden sonra kafirlerin itiraz ettikleri sahih senetlerle ortaya konulmuştur. Peygamberimizin bir gecede Mescid-i Aksa’ya gidip geldiğini duyan kafirler şiddetle karşı çıkmış ve bunun ispatı için delil bile istemişlerdir.
Eğer Peygamber Efendimiz bu mucizenin rüyada olmuş olduğunu söyleseydi (ki böyle bir kayıt yok) kafirler hiçbir şekilde itiraz etmezlerdi. Çünkü rüyada her şey mümkün olabilmektedir. “bir rüya” deyip gülüp geçerlerdi. Ama öyle olmadı. Peygamber Efendimizden o zamanki Mescid-i Aksa’nın tarifini bile istemişlerdir.
Hatta bu olay, Peygamberimizi (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tasdikinden dolayı hazreti Ebubekir (Radıyallahu anh)a sıddık lakabını kazandırmıştır.
Bu gün İsra ve Miraç mucizesini inkar edenlerin o günkü kafirlerin inkarından bir farkı yoktur. Onlar Peygamberimizi yalanlamak için bunu yaparken, bu gün Peygamberimizin mucizelerini ve faziletlerini inkar etmek için yapıyorlar…
SONUÇ Bütün bunların yanında Peygamber Efendimizin İsra ve miracı anlatan sahih hadisleri de mevcuttur. Ehli sünnetin bu konuda yukarıda sıralanmış olan delilleri olmasına karşın, sapık fırkaların kendi yorumlarından ve kendi gibi düşünen birkaç kişinin görüşlerinden başka delilleri yoktur.
Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in mi’râcı hak ve doğrudur; Onun şahsına hastır.
Habîbullah en yüksek mevkiye çıkmış ve orada Hakk Teâlâ’yı görmüştür.
Rasûlullah’ın fiilî mucizelerinin en büyüğü mi’râcdır.
“Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısımını gösterelim diye, (ruh ve cesedden ibaret Muhammed) kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mubârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir’mealindeki El-lsrâ sûresinin ilk ayetiyle. Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya kadar mirâc-ı şerit tasrih edilmiştin inkarı küfürdür,
‘’esra’’kelimesinde, işareten üç hikmet vardır
1-‘’sera’’denilmeyip de’’esra’’ buyurulmuştur. ‘’esra’’’daki hemze harfi teaddî için değildir. Eğer ‘’sera’’ olsaydı “bâ” harfi ile müteaddi olurdu. ‘’esra’’nın hemzelı olduğu halde “bâ’’ ile müteaddi olması, sebeblere tevessül etmeye işaret olduğu gibi, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem tecerrüd makamında yücelmiş demektir. Peygamber bütün nefsi arzularından da sıyrılmıştır. O halde Rasûl-u Zîşan bu kabiliyetle tebliğe memur olmuştur. Fakat tebliğ Allah Teâlâ’nın emri üzerinedir. “Bâ’’ harfinde, musâhabe, mülâbese manaları da vardır.
Ehli velâyetin, tecerrüd makamındaki urucât-ı rûhâniyelerlne de işaret vardır. Rasûlullah saliallâhu aleyhi ve sellem’in risâlet makamı, kendisinin velâyet makamından üstündür. Amma evliyânın ise, bazılarında irşad, bazılarında velâyet makamı üstündür. Cumhûr-u ehli kelâmın ve ehli hadîsin görüşü de böyledir.
2-‘’esra’’ yerinde ‘’deha’’ denilmemiştir. Çünkü Zât-ı Ahmediye hiç bir şeye talib olmadığı halde, kendi fazi u kereminden Allah Teâlâ Onu yerden Hlâ mekâna” kadar yükseltmiştir. O’na iyilik ederek seyr-i âfâkî ve enfüsî-den Esmâu-I-Hüsna tecellîsiyle şereflendirmiştir. Bu tecellî sadece Zât-ı şerifine mahsus bir tecellîdir.
3-‘’esra’’nın hemzesi, manasını tahsin içindir. Böyle olunca risaletin kemâlâtına işaret olur. O bütün peygamberlere yapılan tecellîlerle şereflendirilmiştir.
Cismen Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in yükselmesine de üç şekilde “abd” kelimesinde işaret vardır. Binaenaleyh cisim olarak mi’râcı inkâr eden, ehli bid’at ve ehli küfrün şek ve şübhesine kapılmıştır. Çünkü “Abd” kelimesi, ruh ve bedenden ibarettir. Öyleyse, Rasûlullah’ın mi’râcı, ruh ve cesedle olmuştur. Bundan dolayıdır ki, ubûdiyet makamı risalet makamıyla te’kîd ecfilmiştir.
Peygamber saliallâhu aleyhi ve sellem’in ubudiyet makamına yirmi işaret verilmiştir:
1 -Rasûlullah’a “abdiyeti” yani kulluğu nisbet etmek, Rasûlullah’ın velâyet makamının, risâlet makamından daha yüksek olmasına işarettir. Şeyh-ul-Ekber ve birçok ehli tasavvufun mezhebi de budur.
Şeyh Abdulvahhab Şa’rânî Hazretleri el-Yevâkıt velCevâhir adlı eserinde diyor ki: «Hazreti Rasûi-u Ekrem’in velâyet makamı, nübüvvet makamından daha yüksektir. Şeyh-ui-Ekber’in münkirleri, bu ibareyi değiştirerek telkin ettiler; ve dediler ki: Muhyiddîn Arabi’ye göre, mutlak yelâyet, nübüvvet makamından daha üstündür. Fakat dediğim gibi Şeyh-ul-Ekber de, Rasûlullah’ın kendisine has olan velâyetin, yine kendisine has olan nübüvvet makamından üstün olduğunu söylemiştir.»
Şu halde abd kelimesinin Allah Teâlâ’nın Zât-ı Şerifine râd* olan zamire Izâfesl, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve setlem’in rtsâletinin ve nübüvvetinin, en üstün ve en mükemmel oluşunun İfadesidir. Bu itibarla şahadet kelimesinde, ‘’abduhuveresuluhu’’ deriz. Yani önce abddir, sonra rasuldür. Zira
2-Abd kelimesinin, ruh ve bedene şumûlü vardır.
3-‘’abdihi’’izâfesi, Zât-ı Akdes Teâlâ’nın yüce tenzih ve tevhidinin ifadesidir. Yahudiler Üzeyri hristiyanlar îsâ’yı rabbleştirip, onlara Rubûbiyyet sıfatlarını isnad etmekle Tevhidden ve Tenzihten uzaklaştıkları gibi, Müslümanlar da o nisbette Tenzih ve Tevhide ulaşmışlardır. İşte, ayet*i kerimedeki ‘’Abdihi’’nin izafesi, mahluktan Rubûbiyet sıfatlarını selbetmek için vârid olmuştur.
4-‘’biabdihi’’ diye “abd” kelimesinin “bâ” harfiyle kullanılışı, mertebe-i sâniyeye işaret eder. Çünkü abd, tezellül demektir. Doğrusu Allah Teâlâ’nın Zât-ı Şerifine karşı zilleti arzetmektir. Zilletin arzedilmesi de, kavil olur, buna hamd denilir… fiili olur; namaz gibi.. Binaenaleyh Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, bütün hayatında üç şeyi insanlara tebliğ etmiştir: Birincisi Hâlık’ın azametini; İkincisi Hâlık’ın nizam ve hükmünü; üçüncüsü, kulların Allah Teâlâ’ya muhtaç olmalarını ve ölümden sonra huzuruna dönüşlerini.. Şu halde, Rasûlullah’ın mertebesine hiç kimse erişemez.
5-“Abd” ruh ve cesedden ibarettir, öyleyse mi’râc rûhânî değil, cismânîdir. Abd kelimesi izâfe vasıtasıyla, ma’rife olan [ he ] zamirinden tarifi kesbedince, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in üstünlüğüne, melekler âleminde tanınmış olduğuna ve en son bütün beşer âleminde tanınacağına işaret eder. Öyleyse mertebe olarak kendisi, en yücedir. Bu makamda diyebiliriz, ‘’ehad’’ile ‘’Ahmed’’ arasında “mim” farkı vardır. Yani, Ehad, Zât’ında ve Sıfatında bir tek ma’bûddur; Zât’ında, Sıfatında ve Fiilinde ortağı yoktur; kemal vasıflarıyla vasıflanır. Ahmed ise, mahlukudur, kuludur; izniyle tasarruf eder; kudretiyle yaşar; emriyle buyruklarını bildirir. Bir tek insan.. En üstün insan..‘’allahumme salli ala seyyidina muhammedin ve ali seyyidina muhammed’’ dediğimizde, önce Allah’ı ve
sonra O’nun Rasûlü’nü zikretmiş oluyoruz. En faydalı zikir budur.
6-Mi’racın gece olmasından hikmet, gece ibadetinin gündüz ibadetinden daha faziletli olmasına işarettir. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, en çok gecenin son kısmında ibadetini icra ederdi. “Onun için, ruh ve cesedle urûc etmiştir. Tâ ki, meleklere de tanıtılsın.
Âlûsi diyor ki: «Mirac meselesi uyanıklıkta veya uykudadır diye ihtilaf olmuştur. İmam Hasan’dan mervf olan, mi’râcın uykuda olmasıdır. Ve böylece de Hazreti Ayşe ve Hazret! Muaviye radıyallâhu anhumâ’dan rivayet olunmuştur. Lâkin her ikisinden rivayetin sahih olmaması umulur. Zira o vakit Hazreti Ayşe küçüktür; Hazreti Muaviye müsiüman olmamıştır. Cumhûra göre Mi’râc, Ka’bede beden ve ruhla beraber vuku bulmuştur. Cumhurun delili şudur: Mi’râc rüyada olsaydı İnkar edilmezdi. Ayet-i kerîmedeki “rü’ya” kelimesi “rü’yet” yani gözle görmek demektir. Lâkin sahih olarak, mi’râc bir kaç sefer olmuştur; bir seferde de beden ve ruhla beraber…»
Muhtemel ki, Muaviye ve Ayşe radıyallâhu arihumâ’nın rivayetleri, ayet-i kerîmede tasrih olan mi’râcdan başkasının beyanıdır.
Şeyh Abdulvahhab Şa’rânî El-Yevâkıt velCevâhir adlı eserinde diyor ki: «Hazreti Rasûl-u Ekrem buyurmuştur ki: “Âdem, Mûsâ, İbrahim peygamberlere rastladım.”.. Ey ruhânî mi’râc olmuş diyen kimse, senin bu hadîs-i şerife nasıl imanın vardır?!. Ruhlarına rastladım demiyor Rasûl-u Ekrem. Meselâ Mûsâ ile isimlendirilen zâta rastlamamışsa, Rasûlullah’a yalan isnad edilmiş olur. Binaenaleyh Rasûlullah saliallâhu aleyhi ve sellem, ruh ve cesedle mi’râca çıkmıştır.»
Şeyh-ul-Ekber, mi’râcın otuzdört kere vuku bulduğunu, bir keresinde ruh ve cesedle olduğunu söylemiştir. Mi’râc rüyada yahud rûhânî olarak vuku bulmuş diyenlerin sözü, cismânî olmayan mi’râclara hamiölunur.
Hâsılı, Peygamber’in cismânî mi’râcını inkar edenler ehli bid’attirler. Çünkü ehli hadîsin ittifakıyla da, vârid olan hadislerde mirac, ruh ve cesedle vuku bulmuştur. Aksi takdirde inkar edilmezdi.
7-Bu makama vâris olan evliyaların rûhânî mi’râclarına da işaret vardır; kâmil müminin namazı mi’râc olduğu gibi..
8- Rasûl-u Zîşan’ın mi’râc gecesinde küreleri ve bütün âlemi, ayn-el -yakîn olarak vâkıf olup gözleriyle görmesi tasrih edilmiştir. Allah Teâlâ melekûttaki tefekkürünün kolaylaşması için Habîbi’ne birçok ayetleri göstermiştir. Ve gök âlemi Onunla müşerref olsun diye mi’râcı ihsan etmiştir. “kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye” cümle-i tayyibesi tasrih etmiştir. ‘’nuriyehu’’ kelimesi, bir mefûle müteaddî oluşundan da, mi’râcının cismânî oluşunu beyan etmektedir. Aksi takdirde, yani kalbiyle görmek olsaydı, iki mef’ûi isteyecekti. “Gözüyle görsün diye” manasını ifade etmektedir. Nitekim gök âlemi şikayette bulunmuştu.
9-‘’biabdihi’’’nin “bâ” harfi musâhabe mânâsını bildirir ki, maiyet makamıdır. O’nun içindir ki Rasûlullah’ın tazimi ve yüceltilmesi, Allah’ın tazimi gibi emredilmiştir. Hakkındaki tazim şöyle olur: Hazreti Rasûlullah aley- hissalâtu vesselam, Yaratıcı’nın en yüksek ve en sevgili kuludur. Rasûlullah saliallâhu aleyhi ve sellem, hiçbir an zikirden ayrılmamıştır. Kalbindeki zikre ara verdiği zaman istiğfar etmiştir. Nitekim Müslim’in de tahric ettiği Eğar el-Müzenî radıyallâhu anh’tan gelen bir rivayette şöyle buyurmuştur:
“Gerçek şu ki( Benim kalbimin özerine perde (zikre ara veren hatara) gelir de, şübhesiz Ben günde yüz kere estağfiruflah derim.’’
Demek Peygamberin istiğfarı, bu gibi şeylerdendir. Buna zelle denilir Bazı serseriler Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in, yüce maiyet makamını idrak etmediklerinden, “En-Nasr sûresinde Peygamber istiğfar etmekle emrolunmuştur; öyleyse masumiyet sıfatı kendisinden ayrılabilen sıfattır’’ demişlerdir. Bu korkunç hatadır.. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in istiğfarı, zikre ara vermekten dolayıdır. Emrlere gelince. İlâhî hitablâr kendlslnedlr; hitablardaki emr, ümmetinedlr.
1O-Kuds-i şerifte bilfiil bütün peygamberlere ve lâ mekanda meleklere imam olmuştur. Demek kendisinde risâlet ve nübüvvet makamı, bununla kemâle ermiştir.
11 –Cenâb-ı Hakk’ın “lstivâ”sı olduğu gibi, Onun da istivâsı arşa olsun diye mi’râc ihsan edilmiştir. Cebrâll Emîn, bunu müşahede edince, kelime-i şahadet getirmiştir. Bazı talebeler bunu bilmece olarak sorarlar: “Peygamber demedi, Allah demedi; kim demediyse kafir olur. Bu nedir?”
Lâ mekanda Allah’ın Rasûlü sallailâhu aleyhi ve sellem Zâtî tecellîlerle şereflenince, kalb-i şerifine gelen Rabbânî ilhamla:
“Güzel övgülerden İbaret bütün ibadet,fiilî tazimden ibaret namaz gibi bedeni ibadetler; mala teşekkür olacak zekat gibi mâlî ibadetler, Allah’a mahsustur.” deyince, Allah Teâlâ azametiyle:
“Selam ve selâmetler,rahmetim ve bereketlerim Senin üzerindedir ey Nebîm.” buyurmuştur. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, o üstün şuhûdî tecellîlerde zevk ve vecdde olduğu halde, şâir nebîleri, salih kulları unutmayarak:
“Selam ve selâmetin bizim (nebîler) ve salih kulların üzerinde de olsun.” diye niyazda bulunmuştur. İşte bu iki tahıyeyi işiten Cebrâil aleyhisselam:
“Ben Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammedin de O’nun kulu ve rasûlü olduğuna şahadet ederim.” demiştir.
12-‘’linuriyehu’’ kavl-i celîli, yani “kendisine gösterelim diye” manasındadır; ve mi’racın bazı hakikatlerini açıklamıştır. O hakikatlerden biri de, Peygamber sallailâhu aleyhi ve sellem’in ufuktaki ayetleri, gözüyle görmesidir.
Müslim ve Buhârinin de tahric ettikleri, Ebî Kattâde’den gelen rivayette, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “Rüyada Beni gören, hakk(Benim şahsım)ı görmüştür.” Yine Müslim ve Buhârinin tahric ettikleri Ebu Hureyre’nin hadîsinde:
Her halde şeytan, Benim sûretimde temessül etmez.’’ buyurmuştur.
Eğer rüyasında gerçekte Peygamberi gören kimsenin hali böyleyse, aksini yani Peygamberin onu görmesini düşünelim.
Ashab radıyallâhu anhum, bu makamda yıldızlara benzetilmiştir. Çünkü Onun nûr-u nübüvvetinden iktibas etmişlerdir.
13 –Rasûlullah’ın hayatından sonra da, O’na tevessül etmenin cevâzına delâlet eder. Onun için Tehıyyattaki “Selam ve selâmetler, rahmetim ve bereketlerim Senin üzerindedir ey Nebîm.” sözüyle beraber, her mü’min Onu selamlar. Bu tevessülün ifadesidir. Binaenaleyh vefatından sonra da, mü’minlerin kendisine verecekleri selamdan haberdar olmaktan ziyade, mû’minleri görür. Çünkü cümle-İ fiiliye, teceddüdü gerektirir.
14-Mi’râcda Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, cennet ve cehennemin aynını görsün, tâ ki rahatlıkla târif etsin diye, gözüyle ayetleri görmüştür. Tabiî olarak göz ile görülen bir cisim hayâlde tutulup daha kolayca tarif edilir. Evet Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, cennet ve cehennemi gözüyle görmüştür.
15-Mi’râcın hikmetlerinden biri de, son zamanda aletlerle çıkan kimseleri ilzamdır. Lâ mekâna kadar Rasûiullah’ın vasıtasız gitmesi en büyük mucize ve hüccettir. Şeyh İsmail Bursevî Ruh-ul-Beyan tefsirinde der ki: « Eğer benden sorarsan, Hazreti Rasûlullah cismiyle neyin içinde mi’râca götürüldü? Ben derim ki, Bahr-ul-Ulûm kitabında yazıldığı üzeredir: “Ben bir gecede lü’lü’den işlenmiş ve altından döşenmiş bir kafes içinde mi’râca götürüldüm.’’»
Aynı hadîsi imam Suyûtî, Ed-Dürr-ul-Mensûr fitTefsîr-i bil Me’sûr adlı eserinde şu lafızla tahric etmiştir:
“Ben bir gecede lü’lü’den işlenmiş ve altından döşenmiş bir kafes içinde götürüldüm. Ondan nur dalgalanırdı. Ve üç şey Bana verildi: Gerçekte Sen resullerin efendisisin. Ehli takvânın imamısın. Abdest suyundan yüzleri ve elleri parlayanların liderisin.”
Cesaret etseydim diyecektim ki, füzeye işarettir, lâkin bilmiyorum. İlâhî bir füze mi?
16-Mekkeden doğrudan doğruya gitmeyip de, Mescid-i Aksâ’dan gitmesi, orayı görüp vasfetmekle cismânî ve ruhânî mi’racını millete tesbit etmeye güç bulsun ve orada şâir enbiyâ ile görüşmesi temin edilsin diyedir.
17-Allah Teâlâ’nın Es-Semîi’ ismiyle Ona tecellî edip, Onun vasıtasıyla Kur*ân’ı; ve varisleri vasıtasıyla Onun hadislerini işittirmesine işa-rettir. Nitekim bu tecellî, şimdiki asırda tamamen tahakkuk etmiştir. Dünyaya an çok yayılan Kur’an ve hadislerdir. Ayrıca hiçbir saat geçmez ki, o saatte ezân-ı şerifler okunmamış olsun. Binaenaleyh bu ayet-i kerîmede, davasının umumluğuna da işaret vardır.
18-Mi’râcda Allah Teâlâ El-Basîr ismiyle Ona tecellî etmiştir ki, O vasıta olmaksızın hiçbir kimse kemâle eremez. Hazreti Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem, El-Basîr isminin tecellîsiyle, ön tarafını gördüğü gibi, önceki asırları; arka tarafından gördüğü gibi, sonraki asırları dahi görmüştür. Nitekim Neseî ve Abdullah bin Ahmed’in tahric ettikleri Enes radıyallâhu anh’tan gelen bir rivayette Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “…Nefsim kudretiyle yaşayana andolsun, sizi önümde gördüğüm gibi arkamda da görüyorum.“ buyurmuştur. Bu görmek, Onun şânından, kendisine mahsus bir mu’cizedir. Gördüğü gibi, işltirdi de. Demek bedeni de ruhu gibi şâir bedenden ayrı ve şeffaftır.
19-Maşuk aşıkını cezbederken, aşık farkına varmaz. Bu çekiş ve İncizâbın hakîkatı, mahbûbiyet makamıdır. Malumdur ki sevilen sevdiği kimseyi çekerken, seven, çekiş ve incizâbın durdurulmasına muktedir ve güçlü olamaz. Şu halde Cenâb-ı Ehad, Cenâb-ı Ahmed’i çektiği vakit, elbette Cenâb-ı Ahmed farkında olmadığı gibi, mi’râca gitmemeye de güçlü değildi. Allah Teâlâ Onu, beşeriyetine üstün bir kabiliyet verdikten sonra kendisine tabiî kanunları iptal ederek “lâ mekâna” kadar yükseltmiştir.
20-isrâ’ sûresinin birinci ayetinde Zât-ı Akdes Teâlâ Kendi ismini gizlediği gibi Habîb-i Kibriyâ’nın ismini de gizlemiştir. Bunda, sevilen ismin yüceltilmesi edeblerini öğretmeye işaret vardır. O halde Habîb-i Kibriyâ’nın çağrılmasında, “Yâ Muhammed” sallallâhu aleyhi ve sellem diyerek bizzat ismini değil, ancak sıfatlarını meselâ “Yâ Habîballah” dememiz edebi öğretilmiştir. Bu edeb burada işareten emrolunduğu gibi, el-Hucurat sûresinin 2’nci ayetinde sarahaten emredilmiştir. Müezzinlerin minarelerde; şairlerin şiirlerinde; mealcilerin “Ey Muhammed” demeleri hatadır ve edebe aykırıdır. Çünkü hiçbir ayette “Ya Muhammed” denilmemiştir.
İşte mi’râc-ı Nebevideki “abdihi” kelimesinde, Cenâb-ı Rabb-ul-İzzet O’nun ismini almamasındaki hikmeti bize öğretiyor. Binaenaleyh Şeyh Abdulvahhab Şa’rânî Latâif-ul-Minen kitabında şöyle söyler; Eğer hakîki olarak zikrin doğru olmasını ararsan, bak hakîkî zikrin işareti şudur: Zikir anında dilin yanması veyahut ucunda uyuşma olursa, zikir hakîkîdir. Bu makamı elde etmenin tek çaresi, Islâm hukukuna uymaktır.
İsmail Çetin-Ehli Sünnetin Nazar İtikadın Ölçüsüdür
Netice olarak Mirâc, rûhvebeden ile olmuştur. Resûlullah efendimizin Mekke’den Kudü
.Mi’râc, rûh ve beden iledir
28.06.2011 Osman Ünlü
Peygamber efendimiz, 52 yaşında iken, Receb ayının 27. gecesinde Mekkeden Kudüse ve oradan göklere götürülüp getirildi. Bu yolculuğuna Mi’râc denir.
Resûlullah efendimizden fiilen meydâna gelen mu’cizeler çoktur. Bu mu’cizelerden birisi de, Mi’râc mu’cizesidir. Bu mu’cize, Peygamber efendimizin mübârek cesedi ile berâber yani rûh ve bedenle birlikte, uyanık iken olmuştur.
Mi’râc, hem rûh, hem de beden ile olmuştur. Allahü teâlâ dilediğini çok süratli hareket ettirmeye kâdirdir. İsrâ sûresinin ilk âyet-i kerîmesinde meâlen; (Kulumu gece Mescid-i harâmdan Mescid-i Aksâya götürdüm) buyurulmaktadır.
Kul, insana denir. Rûha veyâ insanın bir hâline kul denmez. Buhârîdeki uzun hadîs-i şerîfde ve Ehl-i sünnet âlimlerinin tefsîrlerinde ve bütün kitâplarda, Resûlullah efendimizin Kudüs’de, Mescid-i Aksâya gittim, gördüm buyurduğu bildirilmektedir. O zamân, Mescid-i Aksâ Kudüs’de vardı. Çok önce, Süleymân aleyhisselâm yaptırmıştı. Birkaç kerre yıkılıp yapılmış ve son olarak, hazret-i Ömer tamir ettirmiştir.
Filistin, Arabistân’a komşu bir yerdir. Başka memleketlerden dahâ yakın olduğu için, (En yakın yer) buyuruldu. Mescid-i Aksâ o zamân yeryüzünde bulunan mescitler arasında, Mekke’ye en uzak olanı idi. Bunun için, (En uzak mescid) buyuruldu. En yakın yerde en uzak mescid niçin bulunamazmış ki? Müslümânlar, hicretten 16 ay sonraya kadar, Mescid-i Aksâya karşı namâz kıldı. O zamân, Kudüs’de mescid yok olsaydı, oraya karşı namâz kılmak emrolunur mu ve Resûlullah efendimiz, Kudüs’de Mescid-i Aksâda namâz kıldım der mi idi? Mi’râca inanmıyanların aklı, Resûlullah efendimizin mübârek bedeni ile Kudüse ve göklere götürüldüğünü kavrıyamadığı için, buna inanamıyorlar. Eğer Mi’râc, bir hâl, bir rüyâ olsaydı, işitenler ve müşrikler, buna karşı bir şey demezlerdi. Resûlullah efendimiz; (Beden ile gittim) buyurduğu için inanmıyanlar çok oldu.
Abdülhak Dehlevî hazretleri, Medâric-ün-nübüvve kitâbında buyuruyor ki:
“Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselâma olan ihsânlarının en şereflilerinden biri de, Onu Mi’râca çıkarmasıdır. Bu mu’cizeyi Ondan başka hiçbir Peygambere vermemiştir. Resûlullahın Mekke’den Mescid-i Aksâya götürüldüğü, Kur’ân-ı kerîmde açıkça bildiriliyor. Buna inanmıyan kâfir olur. Mescid-i Aksâdan göğe çıkarıldığını meşhûr hadîsler haber veriyor. Buna inanmıyan ise, bid’at ehli ve fâsık olur. Mi’râcın uyanık iken ve cesed ile olduğunu, Eshâb-ı kirâmın, tâbi’înin, hadîs âlimlerinin, fıkıh âlimlerinin ve kelâm âlimlerinin çoğunluğu haber vermişlerdir. Böyle olduğunu sahîh hadîsler de açıklamaktadır. Mi’râc çok defa olmuştu. Bunlardan biri uyanık iken ve cesed ile idi. Ötekiler yalnız rûh ile idi. Hazret-i Âişe, rüyâda rûh ile olan mi’râclardan birini haber vermektedir. Onun bu haberi, uyanık iken cesed ile olan mi’râcın yok olduğunu göstermez. Bununla berâber, islâm âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki, Peygamberlerin rüyâları vahiydir. Bunlarda şüphe etmeye yol yoktur. Gözleri kapalı iken, mübârek kalbleri uyanıktır. Önceden rûh ile olan mi’râclar, cesed ile olacak mi’râca hâzırlamak için idi. Müşrikler, mi’râca inanmadıkları ve imtihân ederek Mescid-i Aksâdan bilgi istedikleri için, İsrâ sûresinde, Mescid-i Aksâya kadar götürüldüğü açıkça bildirildi. Bu sûrede; (Âyetlerimi göstermek için götürdüm) buyurulması, göklere çıkarıldığını gösteriyor. Bu sûrenin 60. âyetinde meâlen; (Sana gösterdiğimiz rü’yâyı insanlara fitne yaptık) buyurulmaktadır.
Tefsîr âlimlerinin çoğu, buradaki rüyâ kelimesinin uyanık iken gece görmek için kullanıldığını bildirmişlerdir. Mi’râc hadîs-i şerifini Eshâb-ı kirâmdan çoğu haber vermiştir. Bu hadis-i şerif, Buhârî ve Müslimde uzun yazılıdır.”
Netice olarak Mirâc, rûh ve beden ile olmuştur. Resûlullah efendimizin Mekke’den Kudüs’e götürüldüğüne inanmıyanın kâfir olduğu sözbirliği ile bildirilmektedir. Göklere götürüldüğüne inanmıyanlar ise, bid’at ehli olmaktadır.
Üç Ayların ilki olan Recep Ayının 27. gecesi Hz. Peygamber (s.a.s.)in en büyük mucizelerinden birisi olan İsrâ ve Mirac hadisesinin meydana geldiği Mi-rac Kandilidir. Mübarek Mirac Kandilini inşallah bu gece bir kez daha idrak edeceğiz.
İsrâ; Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)in Mekkedeki Mescid-i Haramdan Kudüsteki Mescid-i Aksaya geceleyin götürülmesi olayının adıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.)in İsrâ olayının ardından semaya yükselişi ve Allahın yüce katına kabul edilişine de Mirac denilmektedir.
Mirac, hicretten yaklaşık bir buçuk yıl önce, İslam tarihine Senetül-hazen olarak geçen hüzün yılında meydana gelmiştir. O yıl Peygamberimiz kendisini himaye eden amcası Ebu Talip ve vefakâr hanımı Hz. Haticeyi peş peşe kaybetmiş, ayrıca İslamı tebliğ için gittiği Taifte müşriklerin kötü muamelelerine maruz kalmıştı. Bütün bunlar Hz. Peygamberi son derece üzmüştü. İşte böyle bir ortamda Hz. Peygamber (s.a.s.) in üzüntüsünü ve sıkıntısını hafifletmek maksadıyla Allahu Teâlâ, Onu yüce katına kabul etmiş, Ona çok bü-yük ikram ve ihsanlarda bulunmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s.)in Cenâb-ı Hakkın özel iltifatlarına mazhar olduğu mukaddes yolculuğundan kısaca bahsedelim.
Miraç, Hz Peygamberimizin Yüce Allahın huzuruna yükseltilerek taltif edilmesi mucizesidir. Miraç kelimesi, Arapçada yükseğe çıkmak anlamına gelen uruç kelimesinden türetilmiş olup sözlükte yükselme, yükseğe çıkma aracı demektir. Dini bir terim olarak miraç, Hz Muhammed (sav) in Yüce Allah tarafından göklere yükseltilip kendi huzuruna çıkarılması ve bu arada birçok ilahi sırlara ve tecellilere mazhar kılınması olayını ifade eder.
Miraç, hicretten 18 ay önce Hz. Muhammed. (sav) in peygamberliğinin 12. inci yılında meydana gelmiştir. Müslüman bilginlerinin çoğunluğu miraçın hem ruhen hem de bedenen meydana geldiği kanaatindedirler. Hz.Hatice validemiz ve peygamberimizin amcası Ebu Talibin vefatından sonra müşriklerin efendimize Karşı sözlü ve fiili saldırılarını arttığı döneme rastlamıştır.
Yaygın görüşe göre miraç olayı, şöyle cereyan etmiştir; Hz.Peygamberimiz, kabenin yanındaki hatim veya halası Ümmü Hanın evinde uyku ile uyanık bir halde iken, Cebrail (as) geldi. Peygamberimizin göğsü-nü yarıp zemzem suyu ile yıkadı. İman ve hikmetle doldurdu. Hz. Peygamberimiz bir Buraka bindirildi. Ceb- rail (as) ile beraber Mekkedeki Mescidi-i Haramdan Küdüsteki Mescid-i Aksaya gittiler. Burada Peygamberimiz bütün Peygamberlere imam olup, beraber namaz kıldıktan sonra manevi bir merdivenle yedi kat göğü aşarak sidretül müntehaya vardılar. Cebrail (as) ey Muhammed buradan itibaren Allaha gitmen sana aittir. Ben buradan ileri gidemem dedi. Peygamberimiz refref denilen özel bir binekle Allahın huzuruna getirildi. Yüce Allah, konuş ya Muhammed buyurdu. Başlangıçta heyecandan korkan Peygamberimiz, Allahın kendisine verdiği sekine ile rahatlayıp namazlarda birinci ve ikinci oturuşlar da okuduğumuz tahiyyat duasının birinci cümlesini söyledi Selam ve hürmetlerimiz, namaz ve her tülü dualarımız, hayır, hasenat ve iyiliklerimiz Allah içindir. Yüce Allah, Allahın selamı, rahmet ve bereketi senin üzerine olsun ey ne-bi. buyurdu. Peygamberimizde Allahın Selamı, bereketi ve rahmeti bizim ve senin yararlı davranışlarda bulunan Müslüman kullarının üzerine ol-sun dedi.
Bu söyleşiyi gıpta ili dinleyen Cebrail (as); ben şahitlik ederim ki, Allahtan başka ilah yoktur. Ancak ezeli ve ebedi olan Allah vardır. Hz.Muhammedde onun kulu ve elçisidir dedi. Yani tehiyyat duası, Peygamberimizle Yüce Allah arasında geçen bir konuşmadır.
İsra ve Miraç ile Hz. Peygamber (sav) in metafizik bir tecrübe yaşadığında şüphe yoktur. Müşrikler onun yanında yer almasalar da Yüce Allah (cc) Miraç ile Peygamberinin yanında olduğunu göstermiştir. Miraç ile, eşini ve amcasını kaybettiği "Hüzün Yılı"nda Mekkede bulunan sevgili Nebiye bir yükseliş tecrübesi yaşatmak suretiyle şevk (ve moral) verilmiştir. Resulullah (sav)e yaşatılan bu tecrübe "Namaz" ile taçlandırılmıştır. Hz. Peygamber (sav) yaşadığı bu olağanüstü tecrübeden sonra ümmetine yeniden dönmüş ve onları da namaz ile Yaratıcılarına ruhen yükselmeğe çağırmıştır. Müminler ise her namazda okudukları "Ta- hiyyat" ile Resululah (sav) in yaşadığı bu hadiseyi tekrar tekrar canlandırır ve Rableri katındaki yüksek mertebelere uzanmak için çırpınırlar adeta.
Evet, Miraç bir yükseliştir...
Kulun Allah nezdinde yükselişi...
Kullar bu yükselişi hiç şüphesiz Onun razı olacağı bir hayat ile gerçekleştirirler. İhlas ile, takva ile, ibadet ve taat ile... Bilhassa namaz ile. Zira namaz Müminin Miracıdır. Hadislerle İslam, D.İşl. Bşk.7/22.
İsra ve Miraç olayı, uykuda mı uyanıkken mi, ruhen mi bedenen mi olduğu eskiden beri tartışılmıştır. Bu yazımızda bu konuya açıklık getirmeye çalışacağım inşallah..
A) Miraçın sadece ruh ile yani uykuda meydana geldiğini söyleyenler: Hz.Aişe (ra) ve Sahabeden Muaviye b. Ebu Sufyan bu görüşü savunmaktadır. Bunların delili şu ayet-i kerimedir.
"Miraçta sana gösterdiğimiz o görüntüleri insanları sadece sınamak için ortaya koyduk" (İsra, 17/60.)
Miraçın rüyada olduğunu söyleyenlerin diğer bir delili de, Hz.Aişe (ra)nın: "Ben Resulullah (sav) in bedeninin yatağından ayrıldığını hissetmedim." dediğine dair rivayettir. Ancak İsra ve Miraç olayı meydana geldiği zaman Hz. Aişe (ra) henüz Resulullah (sav) ile evlenmemişti. Dolayısıyla Hz. Aişe (ra) nın yaşanan olaya tanıklık etmesi söz konusu değildir. Hz. Aişe (ra) ya ait olduğu söylenen bu Hadisin senedi de çok zayıftır.
Bunların bir başka delili de, Resulullah (sav) in Miraç olayını anlatmağa "Ben uykudayken" diye başlamasıdır. Hadisin devamı okununca durumun böy le olmadığı anlaşılmaktadır.
Diğer bir delilleri de, Enes b. Malikin Miracı anlatırken "Resulullah Mescid-i Haramda uyurken" diye söze başlaması, Efendimizin de sözünü: "Uyandım, bir de baktım ki Mescid-i Haramdayım." diye bitirmesidir. Buhari, Tevhid, 37. 5717; Müslim, İman, 262, 162.
Görme işi uykuda olmuşsa bunun mastarı "rüya" dır. Uyanıkken olmuşsa "rüyet" tir. Ayette rüya denildiğine göre, Miraç olayı rüyada olmuştur.
B) Miraç uyanıkken ve bebenle meydana geldiğini söyleyenler: Ashap ve Tabiinin büyük çoğunluğu Miraç ın uyanıkken ve bedenle olduğunu kabul etmiştir. Doğrusu da budur.
Ashab-ı Kiramdan Abdullah b. Abbas, Cabir b. Abdullah, Enes b. Malik, Hz. Ömer, Ebu Hüreyre, Abdullah b. Mesud ve Malik b. Sasa gibi yirmi kadar sahabe ve alim bu görüştedirler. Tabiinden bir çok meşhur âlim de bu görüşü savunmaktadır. Dehhak, Said b. Cübeyr, Katade, Said b. Müseyyeb, Hasan-ı Basri, İbrahim en-Nehai, İbn Cüreyc ve İbni Cüreyc bu görüştedirler.
Bu görüşü savunan sahabe ve tabilerin delilleri ise şunlardır:
"Kul" manasına gelen abd ruhla cesedin her ikisi-ne birden ıtlak olunur. Yalnız cesede kul denilmediği gibi yalnız ruha da kul denilmez. İsrâ"da geceleyin bir cismi yürütmektir. Bu kelime hiçbir zaman yalnız ruhu yürütmek manasında kullanılmamıştır. Resulullah (sav) gerek Mekkeden Kudüse, gerekse Kudüsteki Mescid-i Aksâdan göklere vâki olan seyahatinde hem cesedi hem de ruhu ile bulunmuştur. Ayette, "Bir gece kulunun ruhunu götürdü" denilmiyor, "Bir gece kulunu götürdü" denilmektedir. Kulluk ruh ile olmaz, ruh ve bedenle olur. Kuran-ı Kerimde birçok yerde geçen "abd" (kul) kelimesi, ruh ve bedenin tamamını ifade eden insan vücudu için kullanılmıştır. (Alak suresi. 9.10.)
Beden ile gerçekleşmesi Miraçı mucize yapan en büyük sebeptir. Mucizeler, insanların ulaşmakta aciz kaldığı olağanüstü hadiselerdir. Allahın peygamberlerine bir ihsanıdır ve davalarına tasdik olarak verilir. Miracı insanlar nazarında mucize yapan en önemli sebep ruh ve beden ile gerçekleşmesidir. Ruh beraberinde beden ile gitmek ve bütün sema mertebelerini geçip arş-ı âlâya yükselmek yalnız Peygamberimiz Hz.Muhammed (sav)e mahsus bir mucizedir. Müşrikler zaten bu duruma itiraz etmişlerdir.
Miraç rüyada olmuş olsaydı mucize olmazdı. Peygamber (sav) in Peygamberliğine bir delil ve mucize olmazdı. O zaman Müşrikler de uykuda meydana gelen bir olayı yadırgamaz ve Peygamberi (sav) yalanlamazlardı. İmanı zayıf bazı Müslümanlar da Miraç olayını duyunca dinlerinden dönmezdi. Çünkü bu tür rüyaları herkes görebilir ve bu rüya yadırganmazdı.
Peygamberin (sav) Mescid-i Aksada Peygamberlere namaz kıldırması, Cebrail (demesi) ın ona Burakı alıp getirmesi, göklere yükselip sema kapılarının açılması istendiği zaman Cebraile "Yanındaki kim?" diye sorulması, Onun da "Muhammed" diye cevap ver- mesi, Peygamber (sav)in diğer Peygamberlerle karşılaşıp konuşması, Peygamberlerin ona "Hoş geldin" demesi, beş vakit namazın farz kılınması meselesinde Hz. Musa (as) ile konuşması, işte bütün bunlar Mirac ın uyanıkken ve bedenle meydana geldiğini göstermesi sebebiyle bu olayı duyanlar büyük bir imtihan geçirmişlerdir. (Şifa-i Şerif Şerhi, 1/ 397.)
Miraçın anlatıldığı bir hadiste Peygamber (sav) in "Cebrail elimi tuttu ve beni semaya çıkardı" diye söze başlayıp "Cebrail beni öyle yüksek bir yere çıkardı ki, orada kaza ve kaderi yazan kalemin cızırtılarını duymaya başladım" buyurması, onun Sidretül-Müntehaya varıp cennete girmesi ve haber verdiği şeyleri orada görmesi de Miraçın hem ruh hem de beden ile olduğunu gösterir. (Şifa-i Şerif Şerhi, 17397-98.)
Abdullah b. Abbas (ra) şöyle demiştir: "Miraç, Peygamber (sav) Efendimizin rüyada gördüğü bir şey değil, mübarek gözleriyle gördüğü bir olaydır." Buhari, Menakibül Ensar.42. Kader.10.
Hasan-ı Basrinin rivayet ettiği Miraç hadisinde Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Ben Hicrde uyuyordum. Cebrail yanıma gelip topuğu ile bana dokundu. Doğrulup oturdum, fakat bir şey görmedim. Tekrar uykuya daldım." Bu olayın üç defa olduğunu belirttikten sonra sözlerine şöyle devam etti: "Üçüncüde Cebrail kolumdan tuttu ve beni Mescid-i Haramın kapısına götürdü. Bir de baktım ki, orada bir hayvan duruyor." Daha sonra Peygamber (sav) Efendimiz Burak ile olan yolculuğunu anlattı. (İbn Hişam, Es-Sire.II,38. Şifa-i Şerif Şerhi.1/398.)
Ebu Zer (ra)nın rivayetine göre, Resulullah (sav) Efendimiz: "Ben Mekkede iken evimin tavanı yarılı-verdi. Cebrail (as) indi. Göğsümü yardı ve içini Zemzem suyu ile yıkadı." diye Miraç hadisesini anlatmaya başlamış, daha sonra da: "Cebrail elimden tutup beni semaya çıkardı." diye sözlerine devam etti. (Buhari, Salat,1; Hac, 76; Enbiya,5; Müslim, İman, 263. Şifa-i Şerif Şerhi, 1/399.)
Enes b.Malik (ra) da rivayetinde, Peygamber (sav) Efendimiz: "Beni alıp Zemzem suyuna getirdiler. Göğsümü yardılar." diye bu olayı anlatmıştır. Müslim, İman,260.
Kuran rüyada vahy olmaz. Kuran ayetleri hiçbir zaman rüyada vahyedilmemiştir. Peygamberlerin rüyaları da vahiydir. Ancak bunlar Kuran ayeti değildirler. Bakara suresinin son iki ayeti Miraçda vahyolunmuştur. Dolaysıyla Miraç rüyada değil uyanıkken ve bedenle olmuştur.
Miraç olayı rüyada olmuş olsaydı, Müşrikler endişelenmezler, olaya gülüp geçerlerdi. Peygamber (sav) den delil istemezlerdi. Peygamber (sav)in Mescid-i Aksaya gidip geldiğini duyan müşrikler şiddetle karşı çıkmış ve bunun ispatını istemişlerdir. Ebu Hüreyre (ra) nın rivayet ettiğine göre, Peygamber (sav) şöyle buyur-muştur: "Miraç dönüşü kendimi Kâbede Hicr mevkiinde buldum. Mekkeliler bana İsra seyahatinde gördüklerimi soruyorlardı. Hafızamda iyice tutamadığım şeyleri anlatmamı istediler. Hayatımda hiç olmadığı kadar tedirginlik ve üzüntü yaşadım derken, Allah Teâlâ aradaki engelleri kaldırıp Beytül-Makdisi gözümün önüne getirdi; ben de ona bakarak Kureyşlilerin sorduğu sorulara cevap verdim." (Buhari, Menakibül-Ensar, 41; Tefsir,17; Müslim, İman,278. Şifa-i Şerif Şerhi. 1/400.)
Miraç hakkındaki hadislerde gördüğümüz üzere, Efendimiz (sav)in Burak adında bir bineğe bindiği bildi-rilmiştir. Burak, ancak beden için bir araç olabilir. Ru-hun bir bineğe ihtiyacı yoktur. O hâlde Miraç, beden ile olmuştur. Zira eğer ruh ile olsaydı, bineğe ihtiyaç olmazdı.
Miraçın anlatıldığı İsra suresi 1. Ayette "esra" kelimesi geçmektedir. "Esra" kelimesi, "Yürüttü" manasındadır. "Yürüttü" ifadesi de miracın bedenle olduğuna işarettir. Zira hayalen, keşfen veya rüyada bir kişiye bir yerin gezdirilmesi beyanında, "Yürüttü" tabiri kullanılmaz.
Yine miracın anlatıldığı Necm suresi 17. ayette: "Göz ne kaydı ne de kamaştı" buyrulmuştur. Göz ise ruhun değil, bedenin bir organıdır. O hâlde miraç bedenle olmuştur. Eğer ruh ile olsaydı, ayette "göz" tabiri kullanılmazdı.
İsrâ ve Miraçın ruh ve beden beraberce olduğu hakkında, sahabenin ve ümmetin icmâı vardır. Başta Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali gibi pek çok kimse, bu hadisenin ruh ve bedenle meydana geldiği hususunda ittifak halindedirler. Ehli Sünnetin görü-şü de böyledir.
Yüce Allah, İsrâ ve Miraç olayının geçtiği, İsrâ sûresine "Subhânellezî esrâ bi abdihî..." cümlesiyle başlamıştır ki, Araplar, hayrete mucip bir hadiseyle karşılaşıp ondan dehşete kapıldıklarında "Subhânellâh!" derler. Bu surenin de böyle bir cümleyle başlaması göstermektedir ki, burada acayip şeyler meydana gelecektir. Şayet bu, rüyada olan bir hadise olmuş olsaydı hayret edilecek bir durum söz konusu olmazdı.
Bazı mutasavvıflar Miraçın uyanıkken amma ruh ile gerçekleştiğini savunmaktadırlar.
İsra ve Miraç olayında ikinci bir tartışma konusu da, "Peygamber (sav) Efendimizin Miraçda Yüce Allah (cc) i gördü mü, görmedi mi?" meselesidir.
Peygamberimizin Mi`rac`da Allah`ı görüp görmediği konusunda iki görüş vardır. Hz. Aişe ve taraftarlarına göre Peygamberimiz, Allah`ı görmemiş; İbn Abbas ve onun görüşünde olanlara göre ise Allah`ı görmüştür. Bu incelemeden de anlaşılacağı üzere bu hususu ifa-de eden kesin bir şey yoktur. Sadece Mi`rac`tan söz eden âyetlerin bir kısmının ashap tarafından farklı yorumlanması sonunda bu görüşler ortaya çıkmış bulunmaktadır. Esasen Hz. Aişe ile İbn Abbas (r.a.) da onun kalbi ile Allah`ı görmüş olduğunu iddia etmiş olması muhtemeldir. Böylece her ikisinin görüşü telif edilmiş olur. Nitekim İkrime`nin İbn Abbas (r.a.)`dan rivaye- tine göre, İbn Abbas şöyle demiştir: ``Muhammed`in gözünün gördüğünü gönlü yalanlamadı.`` Âyet-i kerimesinin tefsirinde, "O`nu kalbi ile gördü" demiştir. (Necm,11). Ata`nın da İbn Abbas`tan aynı mealde rivâyeti vardır. (Umdetü`I-Kârî, c. XIX, s. 199.) Hatta İbn Abbas (r.a.)`ın: "Resûlullah Rabbini gözü ile değil, kalbi ile görmüştür." dediği de rivayet edilmiştir. (Müslim, İman, 77). Bunun içindir ki Said İbn Cübeyr: "Peygamberimiz Rabbini gördü diyemem, görmedi de diyemem.`` dediği rivayet edilmiştir. (Aliyyü`I-Kârî, Şifa Şerhi, c.I,s.422.) En doğrusunu Allah bilir.
Peygamber Efendimizin en büyük mucizelerinden biri olan bu hadise İsrâ ve Mirac diye adlandırılan iki aşamada gerçeklemiştir. Kuran-ı Kerimde bu kutsal yolculuğun İsrâ kısmından şöyle bahsedilmektedir: Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammedi) Bir gece Mescid-i Haramdan, çevresini mübarek kıldığımız (bereketlendirdiğimiz) Mescid-i Aksâya götüren Allahın şanı yücedir. Hiç şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir. (İsrâ, 17/1). İslam âlimlerine göre Necm suresi 5-18. ayetleri de Mescid-i Aksâdan sonraki aşama olan Miractan bahsetmektedir. Bu ayetler-de ifade edilen hakikatleri şöyle özetleyebiliriz: Resûlullah Rabbine öylesine yaklaştı ki aradaki vasıtalar kalktı ve Allah Teâlâ kuluna vahyini doğrudan doğruya verdi. O esnada orayı Allahın nuru kaplamıştı. Resûlullah gözlerin kamaşacağı, akıllara sığmayacak ve insanı hayretler içinde bırakacak şeyler gördüğü halde sağa-sola yönelmemiş, gördüğü olağan üstü şeylerin etkisiyle kendinden geçmemiş, edepte kusur etmemiş; aksine tam bir dikkatle müşahedelerde bulunmuş ve sağlıklı tespitler yapmıştı. (Bkz. Kuran Yolu Meâl ve Tefsiri, C. 5, Necm, 53/5-18. ayetlerin tefsiri).
Allahu Teâlâ yüce makamında ağırladığı aziz misafirini eli boş göndermemiş, şanına yakışır hediyelerle Ona ikram ve ihsanlarda bulunmuştur. Hadis-i şeriflerde Peygamber Efendimize verildiği bildirilen Mirac hediyeleri şunlardır:
1. Beş vakit namazın farz kılınması,
2. Allaha ortak koşmayanların bağışlanacağı müjdesi,
3. Bakara sûresinin İslam dininin temel inanç esaslarını ihtivâ eden ve Müslümanların sorumluluklarını hafifleten Âmener-resûlü diye başlayan son iki ayeti.
Yüce Allah, Peygamberimize bu gece cennet ve cehennemi, arşı ve kursiyi gösterdi. Kendisine Allahın on iki emri tebliğ edildi. Peygamberimiz böylece bu mübarek yolculuğu tamamlayarak aynı gece evine döndü. Mi`rac`ın Yankıları Peygamberimiz evine döner dönmez gece olup bitenleri ailesine ve arkadaşlarına anlattı. Her söylediğinin gerçek olduğunda şüphe olmayan Peygamberimize ailesi ve arkadaşları inanmıştı. Mekke`lilerin bazıları olayı duyar duymaz şaşkına dönmüşler; bir gecede bu kadar yer hiç gezilir mi demişlerdi. Çünkü onlar Mi`rac`taki üstün gerçekleri kavrayacak seviyede değillerdi. Bu sebeple Mi`rac olayı kendilerine anlatılınca inanmadılar. Her şeyi maddî ölçülere göre değerlendirdikleri için böyle şey olur mu? dediler. Kainatta olup bitenlerden, Allah`ın sonsuz kudretinden haberleri yoktu. Her yeni şeye karşı gelen câhil halk seviyesinden yükselmiş değillerdi. Kervanların bir ayda gidip bir ayda geldikleri mesafeyi Muhammad (s.a.v.) bir gecede nasıl alabilecek, dediler. Halbuki Hz. Muhammed onların kullandıkları vasıtaları kullanmış değildi. O, Burak`a binmişti. Burak, şimşek manasındaki berk kökünden gelir. O halde Mi`rac` ta şimşek sür`ati vardır.
Evet, değerli mü`minler;
Mekke`liler bu olay karşısında şaşkına döndüler. Hemen Ebû Bekir (r.a.)`e koştular ve Peygamberimizin İsrâ`ya dair verdiği haberi ona naklettiler.
Hz. Ebû Bekir onlara:
-Muhammed`in doğru sözlü olduğuna kanaatim vardır. Bu kanaatimi size de bildiririm, dedi.
Onlar:
- Demek Muhammed (s.a.v.)`in bir gecede Mescid-i Aksâ`ya gidip sonra dönüp geldiğini sen de tasdik mi ediyorsun? dediler.
Hz.Ebû Bekir:
- Evet, tasdik ediyorum. Değil bu, bundan daha ziyade uzaklarına da meleklerin gökten haber getirdikle-rine de inanmışımdır, dedi.
Bu cihetle Ebû Bekir (r.a.)`e "Sıddık" denildi. Peygamberimizin daha önce Mescid-i Aksâ`ya gitmediğini biliyorlardı. Onun için kendisine Mescid-i Aksâ ile ilgili sorular sordular. Peygamberimiz çok bunaldı. Çünkü bir an uğrayıp geçtiği bir yer hakkında ne kadar bilgisi olabilirdi. Kendisi bu anı şöyle anlatıyor: "Kureyş beni yalanlayınca Mescid-i Haram`a gidip Hicr`de ayakta durdum. Bundan sonra Allah bana Beyt-i Makdis ile gözümün arasındaki mesafeyi kaldırdı da ne sordular-sa bakarak haber vermeye başladım.( Buhari, Menakıp, 41; Müslim, İman, 75). Bu olayda görüldüğü gibi Müşrikler Peygamberimizin isra ve miraç mucizesine inanmadılar. Ancak bizler Müslümanlar olarak Peygambersizin isra ve miracını bedenen ve ruhen olduğuna inananıyoruz. İşte Mi`rac ve safhaları kısaca budur.
İsra ve Miraç olayı Yüce Allahın elçisine büyük bir lütfüdür. Bu gece tevbe-i istiğfar, dua ve ibadetlerle Yüce Rabbimize yönelmeli, Mirac hediyesi olan Bakara suresinin son iki ayeti ile İsrâ suresinin 23-39. ayetleri üzerinde tefekkür etmeli, kulluğumuzu gözden geçirmeliyiz. Özellikle müminin miracı sayılan namazın farz kılındığı bu mübarek gecede namazlarımızı gözden geçirmeli, çokça kaza ve nafile namazı kılmalı, Kuran okumalı ve Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)e salâvat getirmeliyiz. Mi`minin Mi`rac`ı sayılan namazın farz kılındığı bu mübarek gecede yüce yaratıcıya yönelmeli, O`ndan af ve bağış dilemeliyiz. Birbirimize sevgi ile yaklaşmalı düşmanca davranışlardan uzak durmalıyız. Sağlıkla kavuştuğumuz bu kutlu günleri değerlendirmeli ve Allah`ın Iütfettiği sayısız nimetlerine şükretmeliyiz.
Bu duygularla Miraç Kandiliniz mübarek olsun. Namaz ile ruhen Miraça yükselenlerden eylesin. Geceyi en iyi şekilde ihya etmeye çalışalım. Bu vesileyle Miraç Kandilinizi şimdiden tebrik eder bölgemize, ülkemize ve İslam âlemine huzur, barış ve esenlikler getirmesini, bu kutlu gecenin birlik, beraberlik ve kardeşliğimizin pekişmesine vesile olmasını ve hayırlara vesile olmasını Yüce Mevlâmızdan niyaz ederim.
İsra ve Miraç mucizesi, ehl-i sünnet ve’l-cemaat mezhebinin temel umdelerinden biridir.
İsra lügatte, gece yürüyüşü demektir. Miraç ise lügatte, yükseğe çıkmak ve merdiven manalarına gelir. İslâm ıstılahında ise, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa'ya yürütülmesi hadisesine “İsra”, oradan da yüce makamlara çıkartılması hadisesine miraç denilmektedir.
İsra ve Miracın Vakti:
Âlimler, âyetteki bu gecenin hangi gece olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Hicretten 5, 3, 1, 1,5 yıl önce olduğu hususunda görüşler vardır. Ancak Hicret'ten bir yıl veya bir buçuk yıl önceki bir gece olduğu görüşü daha kuvvetlidir.
Nevevî, “Fetava”da İsra'nın “Rebiyülevvel” ayında vaki olduğunu söylerken, “Müslim Şerhi”nde Kadı İyaz'a uyarak, İsra'nın “Rebiyülâhır” ayında vuku bulduğunu söylemiştir. Receb ayında vuku bulduğu da öne sürülmüştür. Bazıları “Ramazan”, bazıları “Şevval” ayında vuku bulduğunu söylemişlerdir. İbn-i Mulakkin'in Vakidi'nin rivayetinden naklettiğine göre, ayın 27. gecesinde vuku bulmuştur.
Miracın Hikmeti
Allah (c.c.), mekân ve zamandan münezzeh ve cismaniyetten beri olduğundan, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in semalara çıkarılması; (haşa) Allah ile yüce bir makamda buluşup şereflenmesi değildir. Böyle bir inanç yanlıştır.
Ancak, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’in böyle yüce bir makama çıkarılması; mücerret melekût-i ilâhiyeyi temaşa etmek, birtakım hakikat ve sırlara muttali olmak ve kendisine has müstesna bir atıfet-i sübhaniyeye mazhar olmak hikmetine dayalıdır. (Ö. Nasuhi Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelâm, s.235)
Miraçla, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimize birçok şeyler gösterilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:
Burak'a bindirilmesi, Mescid-i Aksa'yı görmesi, burada peygamberlerin temessül etmesi, nebilerin makamlarını görmesi, her biriyle konuşması, cennet ve cehennemin hallerini görmesi, Sidre'yi geçip ihsan-ı ilahiyeden nice hayret verici şeyleri müşahede etmesi. Ayrıca Miraç hadisesiyle imanı sağlam olanlarla imanı zayıf olanlar birbirinden ayırt edilmiştir. (Tefsir-i Allame Ebu's Suud, “Tefsir-i Kebir’in kenarında”, c.5, s.544)
“...(Ve bu gece yolculuğunu) O’na (O Peygambere), ayetlerimizden bazısını gösterelim diye (yaptırdık)...” (el-İsrâ, 17/1) ayetini izah ederken Fahruddin-i Razi Tefsir-i Kebir'inde şu hususları sıralamaktadır:
1- Cennetin mükâfatları çok büyük, Cehennemin ateşi ise pek şiddetlidir. Allah (c.c.) dünyada iken Rasûlü’ne (s.a.v.) bunları gösterdi ki, kıyamet günü bunları ilk görüşü olmasın ve kıyamet günü kalbi cennetin rağbeti, cehennemin dehşeti ile meşgul bulunmasın. Ancak kalbi şefaatle meşgul olsun.
2- Rasûlullah (s.a.v.)’in Miraç gecesi Peygamberleri ve melekleri müşahedesi, hem kendisinin, hem de onların yükselmelerinin sebebidir.
3- Peygamberimiz, semavatın, Arş ve Kürsü’nün hallerini müşahede edince, bu âlemin ahvali ve korkuları onun gözünde küçülür. Bu itibarla, Allah yoluna daveti ve İslam davasına çalışması, kalbinde daha da kuvvetlenir. Allah'ın düşmanlarına iltifatı kalmaz. Bütün zorluklara rağmen, cihatta sebatı sonsuz olur.
İsra ve Miracı İnkar Etmenin Hükmü
Meşhur âlim Aliyyü'l-Kârî ve Allâme-i Sâni Saadettin Teftezânî (rh.aleyhimâ) bu hususta şöyle demektedir: “Miracın Mekke'den Mescid-i Aksa'ya kadarki kısmı Kitap (yani Kur’an’)la sabittir. Bunu inkâr eden kâfir olur. Mescid-i Aksa'dan semaya kadarki kısmı meşhur hadislerle sabittir. Bunu inkâr eden kimse bidatçi olur. Semadan cennete, Arş’a ve mavera-i âleme çıkış ise haber-i âhâd ile sabittir. Bunu inkâr eden ise hata etmiş olur.” (Aliyyü'l-Kârî, Şerhu’l-Emâlî, s.20; Teftezânî, Şerhu'l-Akâid, s.174)
Miraç Ruhla mı Yoksa Bedenle mi Olmuştur?
Miracın vukuu hakkında selef ve halef ittifak etmişlerdir. Miracın keyfiyeti, yani ne şekilde olduğu hususunda ise selef ve halefin ekserisi ile cumhur-u ulema, Miracın ruh ve cesetle olduğunu kabul etmişler ve hususta kuvvetli deliller getirmişlerdir.
Miracın ruh ile olduğuna delalet eden haberler var ise de Fatih Sultan Mehmed'in hocalarından âlim Hızır Bey’in, Akait Manzumesi (Beyit 56'da)'nde “Miraç, birkaç defa vuku bulmuştur.” dediği gibi Peygamberimizin miracı bir kere değildir. Ruhani olarak, nice kereler vaki olmuştur. Cismani olarak ise bir kere vuku bulmuştur ki, İsra suresindeki ayetin delalet ettiği İsra ve Miraç budur.
Miracın uyanıkken ruh ve beden ile birlikte olduğuna dair delillerden bazıları şunlardır:
1- Kulluk Sadece Ruh ile Olmaz
Allah Teâlâ’nın İsra hakkında indirdiği ayete bir bakalım:
“Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz o, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (el-İsrâ, 17/1)
Ayet-i kerimede özellikle “abd/kul” kelimesinin seçilmesi boşuna değildir. Kulluk, ruhun canlı tuttuğu beden ile yapılır. Yani ruh tek başına “abd/kul” sayılmadığı gibi ruhun alınmasıyla kulluk vazifesi de bitmiş olur. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın “kul” kelimesini özellikle kullanması bu mucizenin ruh ve beden ile beraber olduğuna ayeti kerimenin işaret ettiği bir delildir.
2- Rüya Olsaydı Kâfirler Endişelenmezdi
Bütün İslam tarihi kitaplarında Peygamber Efendimizin İsra ve Miraç mucizesinden sonra kâfirlerin itiraz ettikleri sahih senetlerle ortaya konulmuştur. Peygamberimizin bir gecede Mescid-i Aksa’ya gidip geldiğini duyan kâfirler şiddetle karşı çıkmış ve bunun ispatı için delil bile istemişlerdir.
Eğer Peygamber Efendimiz bu mucizenin rüyada olmuş olduğunu söyleseydi (ki böyle bir kayıt yok) kâfirler hiçbir şekilde itiraz etmezlerdi. Çünkü rüyada her şey mümkün olabilmektedir. “Bir rüya” deyip gülüp geçerlerdi. Ama öyle olmadı. Peygamber Efendimizden o zamanki Mescid-i Aksa’nın tarifini bile istemişlerdir. Hatta bu olay, Peygamberimizi (s.a.v.) tasdikinden dolayı hazreti Ebu Bekir (r.a.)’a “sıddîk” lakabını kazandırmıştır.
Bu gün İsra ve Miraç mucizesini inkâr edenlerin o günkü kâfirlerin inkârından bir farkı yoktur. Onlar Peygamberimizi yalanlamak için bunu yapıyorlardı, bu günün kâfirleri ise Peygamberimizin mucizelerini ve faziletlerini inkâr etmek için yapıyorlar.
3- İsra Âyetinin “Sübhân” Kelimesiyle Başlaması
Ayetteki “tesbih ve taaccüb” ancak önemli durumlarda olur. Şayet bu hadise uykuda ya da ruhla vuku bulsaydı bu o kadar önemli bir durum sayılmazdı.
4- Zahir Ancak Delille Terk Edilir
Zahir ve hakikat terk edilerek tevil yoluna, ancak nassın zahir ve hakikati üzere kabul edilmesinin imkânsız olması halinde gidilebilir.
5- Bu Olay Mucizedir
Bu olay Peygamberimizin en büyük mucizelerinden biridir. Şayet bu olay uykuda iken gerçekleşmiş olsaydı, bunda bir alâmet ve bir mucize olacak taraf olmazdı.
Mescid-i Aksâ Neresidir?
Mucizeyi inkâr etmek isteyen bazı cahiller, Mescid-i Aksa hakkında: “Burası; Mekke’nin en uzak köşesindeki bir mescittir. Zira o zaman Kudüs’te, Mescid-i Aksa adıyla bilinen maruf bir mescit yoktu. Hz. Ömer kendi döneminde Kudüs fethedilince oraya bir mescit yaptı.” demekte ve mü’minlerin zihnini bulandırmaya çalışmaktadır.
Peki, hakikat, gerçekten onların dediği gibi midir? Elbette ki hayır!
Zira selef ve halef âlimlerin tümü, bu âyette zikredilen “Mescid-i Aksâ”dan Kudüs’te bulunan “Beyt-i Makdis”in kastedildiği hususunda ittifak etmişlerdir. Nitekim İsrâ hadisinde de: "Burak'a bindim, Beyt-i Makdis'e vardım.” (Müslim, Îmân, 76) diye geçmiştir.
Kudüs'te o dönem “Süleyman Mabedi” isminde bir ibadethane vardı. İşte Mescid-i Aksâ, bu mabedin bulunduğu yerde inşa edilmiştir. Mescid-i Aksâ, “En uzak mescit” anlamına gelir. Mescid-i Aksâ'ya bu ismin verilmesi, Mekke'deki Mescid-i Haram'a yaya yürüyüşü ile bir aylık mesafede bulunması yüzündendir. Bazı âlimlere göre, onun arkasında daha başka bir ibadet yeri olmadığı için “en uzak mescit” denilmiştir. Bazıları ise el-Aksa ile, kir ve habis şeylerden en çok uzak bulunan yer anlamının kastedildiğini iddia etmişlerdir.
Mescid-i Aksâ'ya "İliya" veya günahlardan temizlenme yeri anlamında "Beyt-i Makdis" yahut "Beyt-i Mukaddes" adı da verilmiştir. Beyt-i Makdis, İbranice "bethammikdaş" kelimesinden alınan ilhamla kullanılmış olup "Mabed" anlamına gelir ve bununla Hz. Süleyman'ın mabedi kastedilir. (ez-Zerkeşî, İ'lâmü's-Sâcid, s.277, Kahire, 1397)
Mucizeyi İnkârın Sonu
İlahiyat ortamlarında Mutezilî fikirleri yayarak sapık görüşler ortaya atan: “Akla uyan hadisler sahihtir, uymayanlar ise uydurmadır.” diyecek kadar ileri giden âlim görünüşlü cahiller bilmedirler ki; her hadis akla uyacak, diye bir kaide yoktur.Zira âyetlerde dahi aklın izah getiremediği birçok mucizeden, olağanüstü olaydan bahsedilmektedir. Nitekim İbrahim (a.s.)’ın Nemrut’un yakmış olduğu ateşte yanmaması; Ashab-ı Kehf’in bir mağarada üç yüz küsur sene uyutulması, uyandıklarında ise hâlâ genç olmaları; İsa (a.s.)’ın babasız olarak dünyaya gelmesi vs. bunlardan sadece birkaçıdır. Bu âyetleri dahi akılla izah etmeye çalışanların var olması, ümmet-i Muhammed’in ne kadar büyük bir tehlikeyle karşıya kaldığını ortaya koymaktadır.
Kur’an’la sabit olan İsra’nın, ay’ın yarılması hadisesinin ve diğer mucizelerin akıl yoluyla tevil edilerek dolaylı yoldan inkâr edilmesi insanı küfre götüren tehlikeli bir yoldur.
İnsanı, mucizeyi inkâr etmeye iten sebeplerin başında ‘her şeyde aklı ön planda tutan düşünce’ gelmektedir. Hâlbuki akıl, hiçbir zaman doğruyu bulmada tek başına yeterli değildir. Daima Kur’an ve Sünnet’in ışığına ihtiyacı vardır.
Şunu da belirtmek gerekir ki; Kur’an’da ve Sünnet’te akla zıt olan hiçbir şey yoktur, bilakis aklı aşan şeyler vardır. Biz sadece bunlara iman etmekle mükellefiz.
Ümmet-i Muhammed (s.a.v.), mucize konusuna, hiçbir zaman bugün baktığı gibi şaşı bakmadı. Mucizeyi inkâr etme hastalığının Yahudilikte ve Hıristiyanlıkta çok yaygın olduğunu görüyoruz. Bizim inkârcılar ise bu hususta onları taklit ediyorlar. Nitekim şu hadiste bunun meydana geleceği çok açık haber verilmiştir:
Ebû Saîd (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre, Nebi (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Kendinizden önceki (millet)lerin yollarına karışı karışına, arşını arşınına mutlaka uyacaksınız! O (dereceye) kadar ki, (onlar) keler deliğine girseler, siz de mutlaka ona gireceksiniz!” (Biz): “Yâ Rasûlallah! (Önceki milletler) Yahudiler ve Hıristiyanlar mı?” dedik. (Rasûlullah): “(Onlardan başka) kim olacak?” buyurdu. (Buhârî, Ehâdîsu’l-
3 Mayıs Salı günü akşamı mübarek Miraç Kandilidir. Bütün Müslümanlara hayırlı olsun.
Miraç Kandili Recep ayının 27. Gecesidir. Hicretten bir buçuk yıl kadar önce vuku bulmuştur. Hz. Peygamber (sav) bir gece Kâbe’nin çevresinde uyku ile uyanıklılık arası bir durumda iken Cebrail (as) gelmiş, ona Burak adlı beyaz bir binek (cennet bineği) getirmişti. Burak adımını gözünün gördüğü son noktaya basmaktaydı. Önce Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya götürüldü ve orada iki rekât namaz kıldı. Oradan da göklere yükseltmiş “Sidretü’l-Müntehâ” denilen en üst makama ulaştırmıştır. Hz. Peygamber bu makamı da geçerek yüce âlemlere, ilahi kabule, ilahi ikram ve ihsana nail oldu, Cenabı Hakk ile aracı olmadan görüştü.
Gece yolculuğu anlamına gelen İsra; Hz. Peygamber (sav) in geceleyin Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürülmesini ifade eder. Miraç ise; Mescid-i Aksa’dan Sidretü’l-Münteha’ya kadar olan yükselişi ifade eder. Hz. Peygamber (sav) in fizikötesi âlemlere seyahatiyle ilgili bu iki safha sonraki dönemlerde birleştirilmiş ve Mi’raç Kandili adıyla kutlanmaya başlamıştır. Hadislerle İslam, 7 / 22.
İsra olayı Kur’an-ı Kerimde, Miraç olayı ise Sevgili Peygamberimizin sahih hadislerinde bizlere bildirilmektedir.İsra suresinde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz o, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir”. İsra su. 1.
İsra ve Mi’raç ile Hz. Peygamber (sav) in metafizik bir tecrübe yaşadığında şüphe yoktur. Müşrikler onun yanında yer almasalar da, Yüce Allah (cc) Mi’raç ile Peygamberinin yanında olduğunu göstermiştir. Mi’raç ile, eşini ve amcasını kaybettiği “Hüzün Yılı”nda Mekke’de bulunan Sevgili Nebi’ye bir yükseliş tecrübesi yaşatmak suretiyle şevk (ve moral) verilmiştir. Resulullah (sav) e yaşatılan bu tecrübe “Namaz” ile taçlandırılmıştır. Hz. Peygamber (sav) yaşadığı bu olağanüstü tecrübeden sonra ümmetine yeniden dönmüş ve onları da namaz ile Yaratıcılarına ruhen yükselmeğe çağırmıştır. Müminler ise her namazda okudukları “Tahiyyat” ile Resululah (sav) in yaşadığı bu hadiseyi tekrar tekrar canlandırır ve Rableri katındaki yüksek mertebelere uzanmak için çırpınırlar adeta.
Evet, Mi’raç bir yükseliştir… Kulun Allah nezdinde yükselişi…Kullar bu yükselişi hiç şüphesiz O’nun razı olacağı bir hayat ile gerçekleştirirler. İhlas ile, takva ile, ibadet ve taat ile… Bilhassa namaz ile. Zira namaz müminin Miracı’dır. Hadislerle İslam, 7/22.
İsra ve Mi’raç olayı,uykuda mı uyanıkken mi, ruhen mi bedenen mi? olduğu eskiden beri tartışılmıştır. Bu yazımızda daha çok bu konuya açıklık getirmeğe çalışacağım inşallah..
A) Mi’raç’ın sadece ruh ile yani uykuda meydana geldiğini söyleyenler: Hz. Aişe (ra) ve Sahabeden Muaviye b. Ebu Sufyan bu görüşü savunmaktadır. Çağdaş birçok müellif de İsra ve Mi’rac’ın ruhen gerçekleştiği kanaatindedir. Bunların delili şu ayet-i kerimedir.
1- “Mi’raç’ta sana gösterdiğimiz o görüntüleri insanları sadece sınamak için ortaya koyduk” İsra. 60.
2-Mi’raç’ın rüyada olduğunu söyleyenlerin diğer bir delili de, Hz. Aişe (ra) nın :
“ Ben Resulullah (sav) in bedeninin yatağından ayrıldığını hissetmedim. O ruhu ile yolculuk yaptı” Dediğine dair rivayettir. Ancak İsra ve Mi’raç olayı meydana geldiği zaman Hz. Aişe (ra) henüz Resulullah (sav) ile evlenmemişti. Dolaysıyla Hz. Aişe (ra) nın yaşanan olaya tanıklık etmesi söz konusu değildir. Hz. Aişe (ra) ya ait olduğu söylenen bu Hadisin senedi de çok zayıftır.
3- “Hz. Muaviye’nin, “İsra, Allah’tan gelen sadık bir rüyadan ibarettir”, beyanları vardır.
4- Bunların bir başka delili de, Resulullah (sav) in Mi’raç olayını anlatmağa “ Ben uykudayken” diye başlamasıdır. Hadisin devamı okununca durumun böyle olmadığı anlaşılmaktadır.
5- Diğer bir delilleri de, Enes b. Malik’in Mi’rac’ı anlatırken “ Resulullah Mescid-i Haram’da uyurken”diye söze başlaması, Efendimizin de sözünü: “ Uyandım, bir de baktım ki Mescid-i Haram’dayım.”Diye bitirmesidir. Buhari, Tevhid, 37. 5717; Müslim, ;İman, 262, 162.
6- Görme işi uykuda olmuşsa bunun mastarı “rüya”dır. Uyanıkken olmuşsa “rü’yet” tir. Ayette rüya denildiğine göre, Mi’raç olayı rüyada olmuştur. Rüya düşte görmeyi ifade eder.
B ) Mi’raç uyanıkken ve bebenle meydana geldiğini söyleyenler: Ashap ve Tabiinin büyük çoğunluğu Mi’raç’ın uyanıkken ve bedenle olduğunu kabul etmiştir. Doğrusu da budur.
Ashab-ı Kiramdan Abdullah b. Abbas, Cabir b. Abdullah, Enes b. Malik, Hz. Ömer, Ebu Hüreyre, Abdullah b. Mesud ve Malik b. Sa’sagibi yirmi kadar sahabe ve âlim bu görüştedirler. Tabiinden birçok meşhur âlim de bu görüşü savunmaktadır. Dehhak, Said b. Cübeyr, Katade, Said b. Müseyyeb, Hasan-ı Basri, İbrahim en-Nehai, İbnCüreyc ve İbniCüreyc bu görüştedirler.
Bu görüşü savunan sahabe ve tabilerin delilleri ise şunlardır:
1-"Kul” manasına gelen 'abd' ruhla cesedin her ikisine birden ıtlak olunur. Yalnız cesede kul denilmediği gibi, yalnız ruha da kul denilmez. “İsrâ”da geceleyin bir cismi yürütmektir. Bu kelime hiçbir zaman yalnız ruhu yürütmek manasında kullanılmamıştır. Resulullah (sav) gerek Mekke'den Kudüs'e, gerekse Kudüs'teki Mescid-i Aksâ'dan göklere vâki olan seyahatinde hem cesedi, hem de ruhu ile bulunmuştur. Ayette, “Bir gece kulunun ruhunu götürdü” denilmiyor, “ Bir gece kulunu götürdü” denilmektedir. Kulluk ruh ile olmaz, ruh ve bedenle olur.
Kur’an-ı Kerimde birçok yerde geçen “abd“ (kul) kelimesi, ruh ve bedenin tamamını ifade eden insan vücudu için kullanılmıştır.Alak suresi. 9.10.
2- Beden ile gerçekleşmesi Mi’raç’ı mucize yapan en büyük sebeptir. Mucizeler, insanların ulaşmakta aciz kaldığı olağanüstü hadiselerdir. Allah’ın peygamberlerine bir ihsanıdır ve davalarına tasdik olarak verilir.Miracı insanlar nazarında mucize yapan en önemli sebep ruh ve beden ile gerçekleşmesidir. Ruh beraberinde beden ile gitmek ve bütün sema mertebelerini geçip arş-ı âlâya yükselmek yalnız Peygamberimiz Hz Muhammed (sav)e mahsus bir mucizedir. Müşrikler zaten bu duruma itiraz etmişlerdir.
3-Mi’raç rüyada olmuş olsaydı mucize olmazdı.Peygamber (sav) in Peygamberliğine bir delil ve mucize olmazdı. O zaman Müşrikler de uykuda meydana gelen bir olayı yadırgamaz ve Peygamber (sav) i yalanlamazlardı. İmanı zayıf bazı Müslümanlar da Miraç olayını duyunca dinlerinden dönmezdi. Çünkü bu tür rüyaları herkes görebilir ve bu rüya yadırganmazdı.
4- Peygamber (sav) in Mescid-i Aksa’da Peygamberlere namaz kıldırması, Cebrail ( demesi) ın ona Burak’ı alıp getirmesi, göklere yükselip sema kapılarının açılması istendiği zaman Cebrail’e “Yanındaki kim?” diye sorulması, Onun da “Muhammed” diye cevap vermesi, Peygamber (sav)in diğer Peygamberlerle karşılaşıp konuşması, Peygamberlerin ona “Hoş geldin” demesi, beş vakit namazın farz kılınması meselesinde Hz. Musa (as) ile konuşması, işte bütün bunlar Mi’rac’ın uyanıkken ve bedenle meydana geldiğini göstermesi sebebiyle bu olayı duyanlar büyük bir imtihan geçirmişlerdir. Şifa-i Şerif Şerhi, 1/ 397.
5- Mi’raç’ın anlatıldığı bir hadiste Peygamber (sav) in “Cebrail elimi tuttu ve beni semaya çıkardı” diye söze başlayıp “Cebrail beni öyle yüksek bir yere çıkardı ki, orada kaza ve kaderi yazan kalemin cızırtılarını duymaya başladım” buyurması, onun Sidretü’l-Münteha’ya varıp cennete girmesi ve haber verdiği şeyleri orada görmesi de Mi’raç’ın hem ruh hem de beden ile olduğunu gösterir. Şifa-i Şerif Şerhi, 17397-98.
6- Abdullah b. Abbas (ra) şöyle demiştir: “Mi’raç, Peygamber (sav) Efendimizin rüyada gördüğü bir şey değil, mübarek gözleriyle gördüğü bir olaydır.”Buhari, Menakibü’l Ensar.42.Kader.10.
7- Hasan-ı Basri’nin rivayet ettiği Mi’raç hadisinde Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Ben Hicr’de uyuyordum. Cebrail yanıma gelip topuğu ile bana dokundu. Doğrulup oturdum, fakat bir şey görmedim. Tekrar uykuya daldım.” Bu olayın üç defa olduğunu belirttikten sonra sözlerine şöyle devam etti: “Üçüncüde Cebrail kolumdan tuttu ve beni Mescid-i Haram’ın kapısına götürdü. Bir de baktım ki, orada bir hayvan duruyor.”Daha sonra Peygamber (sav) Efendimiz Burak ile olan yolculuğunu anlattı. İbn Hişam, Es-Sire.II,38. Şifa Şerhi.
8- Ebu Zer (ra) nın rivayetine göre, Resulullah (sav) Efendimiz: “Ben Mekke’de iken evimin tavanı yarılıverdi. Cebrail (as) indi. Göğsümü yardı ve içini Zemzem suyu ile yıkadı.” Diye Mi’raç hadisesini anlatmağa başlamış, daha sonra da: “ Cebrail elimden tutup beni semaya çıkardı.” Diye sözlerine devam etti. Buhari, Salat,1; Hac, 76; Enbiya,5; Müslim, İman,263.
9- Enes b.Malik (ra) da rivayetinde, Peygamber (sav) Efendimiz: “Beni alıp Zemzem suyuna getirdiler. Göğsümü yardılar.” Diye bu olayı anlatmıştır. Müslim, İman,260.
10- Kur’an rüyada vahy olmaz. Kur’an ayetleri hiçbir zaman rüyada vahy edilmemiştir. Peygamberlerin rüyaları da vahiydir. Ancak bunlar Kur’an ayeti değildirler. Bakara suresinin son iki ayeti Mi’raç’da vahyolunmuştur. Dolaysıyla Mi’raç rüyada değil uyanıkken ve bedenle olmuştur.
11- Mi’raç olayı rüyada olmuş olsaydı, Müşrikler endişelenmezler, olaya gülüp geçerlerdi. Peygamber (sav) den delil istemezlerdi. Peygamber (sav)in Mescid-i Aksa’ya gidip geldiğini duyan müşrikler şiddetle karşı çıkmış ve bunun ispatını istemişlerdir.
Ebu Hüreyre (ra) nın rivayet ettiğine göre, Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Mi’raç dönüşü kendimi Kâbe’de Hicr mevkiinde buldum. Mekkeliler bana İsra seyahatinde gördüklerimi soruyorlardı. Hafızamda iyice tutamadığım şeyleri anlatmamı istediler. Hayatımda hiç olmadığı kadar tedirginlik ve üzüntü yaşadım. Derken Allah Teâlâ aradaki engelleri kaldırıp Beytü’l-Makdis’i gözümün önüne getirdi; ben de ona bakarak Kureyşlilerin sorduğu sorulara cevap verdim.” Buhari, Menakibü’l-Ensar, 41; Tefsir,17; Müslim,İman,278.
12-Miraç hakkındaki hadislerde gördüğümüz üzere, Efendimiz (sav)’in Burak adında bir bineğe bindiği bildirilmiştir. Burak, ancak beden için bir araç olabilir. Ruhun bir bineğe ihtiyacı yoktur. O hâlde Miraç, beden ile olmuştur. Zira eğer ruh ile olsaydı, bineğe ihtiyaç olmazdı.
13-Miraç’ın anlatıldığı İsra suresi 1. ayette “esra” kelimesi geçmektedir. “Esra” kelimesi, “Yürüttü.” manasındadır. “Yürüttü.” ifadesi de miracın bedenle olduğuna işarettir. Zira hayalen, keşfen veya rüyada bir kişiye bir yerin gezdirilmesi beyanında, “Yürüttü.” tabiri kullanılmaz.
14-Yine miracın anlatıldığı Necm suresi 17. ayette: “Göz ne kaydı ne de kamaştı.” buyrulmuştur. Göz ise ruhun değil, bedenin bir organıdır. O hâlde miraç bedenle olmuştur. Eğer ruh ile olsaydı, ayette “göz” tabiri kullanılmazdı.
15- İsrâ ve Miraç’ın ruh ve beden beraberce olduğu hakkında, sahabenin ve ümmetin icmâ’ı vardır. Başta Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali gibi pek çok kimse, bu hadisenin ruh ve bedenle meydana geldiği hususunda ittifak halindedirler. Ehli Sünnetin görüşü de böyledir.
16- Yüce Allah, İsrâ ve Mi’raç olayının geçtiği, İsrâ sûresine“Subhânellezîesrâbiabdihî...” cümlesiyle başlamıştır ki, Araplar, hayrete mucip bir hadiseyle karşılaşıp ondan dehşete kapıldıklarında “Subhânellâh!” derler. Bu surenin de böyle bir cümleyle başlaması göstermektedir ki, burada acayip şeyler meydana gelecektir. Şayet bu, rüyada olan bir hadise olmuş olsaydı hayret edilecek bir durum söz konusu olmazdı.
Bazı mutasavvıflar Mi’raç’ın uyanıkken amma ruh ile gerçekleştiğini savunmaktadırlar.
Prof. Dr.Hayrettin Karaman: “Miracı, dünyada bizi sarmalayan şartlar ve oluşlar içinde anlamaya çalışmak boşuna zahmettir. Peygamberimiz hayatta olduğu halde Miraç vaki olmuş, bu esnada ruh cesedi terk etmemiştir. İmam-ı Rabbanî' nin deyişiyle "zahir ve batın, madde ve mana, ruh ve beden, dünya ve ahiret, şey-i vahid (tek bir mahiyet) olmuş, bir ânı la yetekassemde (bölünemez bir an içinde, zaman ve mekân dışı olarak) gerçekleşmiştir.”
Peygamber (sav) Efendimizin hanımı Hz. Hatice ve amcası Ebu Talib’in vefatının, ayrıca maddi- manevi eziyetlere maruz kaldığı Taif seferi dönüşünün ardından gerçekleşen Miraç olayının O’na Allah tarafından lütfedilen manevi bir destek olduğu açıktır.
İsra ve Mi’raç olayında ikinci bir tartışma konusu da, “ Peygamber (sav) Efendimizin Mi’raç’da Yüce Allah (cc) i gördü mü, görmedi mi?”meselesidir.
İnşallah bir başka yazımızda bu konuyu sizlere açıklamaya çalışacağım.
Miraç Kandiliniz mübarek olsun. Namaz ile ruhen Miraç’a yükselenlerden eylesin.
O hâlde miraç ayetindeki “kul” kelimesi ile de ruhvebeden bütünlüğü kastedilmiş olmalıdır. Bu da miracınbeden ve ruh
.
İsra cesetle mi oldu, yoksa ruhla mı?
İsra hem ruh ile hem de cesetle olmuştur. Bu meseledeki delillerden bir kısmı şunlardır:
1-İsra suresinde “Kulunu Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ı tesbih ederiz.” (İsra 1) buyrulmaktadır. Ayette geçen “tesbih” lafzı, çok büyük işler sırasında ve Allah’ın azamet ve kibriyasını beyan makamlarında kullanılan bir ifadedir. Eğer miraç sadece ruh ile gerçekleşmiş olsa idi, bu pek büyük olarak kabul edilebilecek önemli bir şey sayılmazdı. Zira rüyasında bir kişiye bu gibi şeyler gösterilmes Allah’ın azametini hakkıyla ifade edemediğinden, tesbih ile başlanması yersiz olurdu. Demek, miraç Allah’ın azamet ve kudretini ifade eden bir olaydır ki, ayete “tesbih” lafzı ile başlanmıştır. Bu büyük hadise de ancak ve ancak bir beşeri, beden ve ruh ile birlikte semaya yükseltmek olabilir. O hâlde miraç hem beden hem de ruh ile olmuştur.
2-Eğer miraç ceset ve ruh ile beraber olmasaydı, Kureyşliler Peygamberimiz (s.a.v.)’i yalanlamaz ve Müslüman olmuş bazı kimselerin dinden dönmesine sebep olmazdı. Çünkü ruh ile seyahat örfen mümkündür. Birçok evliya ruh ile o seyahati yapmış ve ahiretin bazı ahvalini seyretmişlerdir. O hâlde miraç, örfen mümkün olmayan bir hadisedir ki, Kureyşliler Peygamberimiz’i yalanlamış ve bazı zayıf Müslümanlar da bu hadiseyi akıllarına sığıştıramadıklarından dolayı dinden dönmüşlerdir. Bu da ancak miracın ruh ve beden ile olması ile izah edilebilir.
3-Ayette geçen ve “kul” manasına gelen “abd” kelimesi, ruh ve bedenin toplamından ibaret olup Kur’an’ın her yerinde beden ve ruh bütünlüğünü ifade etmiştir. Mesela Alak suresinde: “Görmedin mi şu men edeni, namaz kılarken bir kulu…”; Cin suresinde: “Allah’ın kulu kalkıp ona yalvarınca …” ve diğer bütün ayetlerde geçen “kuldan” murad, ruh ve bedenin toplamı olan bir şeydir. O hâlde miraç ayetindeki “kul” kelimesi ile de ruh ve beden bütünlüğü kastedilmiş olmalıdır. Bu da miracın beden ve ruhla olduğunu ispat eder.
4-Miraç hakkındaki hadislerin beyanında, Efendimiz (s.a.v.)’in Burak adında bir bineğe bindiği bildirilmiştir. Burak, ancak beden için bir araç olabilir. Ruhun bir bineğe ihtiyacı yoktur. O hâlde miraç, beden ile olmuştur. Zira eğer ruh ile olsaydı, bineğe ihtiyaç olmazdı.
5-Miracın anlatıldığı İsra suresi 1. ayette “esra” kelimesi geçmektedir. “Esra” kelimesi, “Yürüttü.” manasındadır. “Yürüttü.” ifadesi de miracın bedenle olduğuna işarettir. Zira hayalen, keşfen veya rüyada bir kişiye bir yerin gezdirilmesi beyanında, “Yürüttü.” tabiri kullanılmaz.
6-Yine miracın anlatıldığı Necm suresi 17. ayette: “Göz ne kaydı ne de kamaştı.” buyrulmuştur. Göz ise ruhun değil, bedenin bir cihazıdır. O hâlde miraç bedenle olmuştur. Eğer ruh ile olsaydı, ayette “göz” tabiri kullanılmazdı.
7-Miraç hakkındaki bütün hadis- i şerifler, miracın beden ile olduğunu ifade etmektedir.
Miracın ceset ile olduğunu inkâr edenler, sadece şu iki delili sunarlar:
Miracın sadece rüyada gerçekleştiğini ileri sürenlere göre, ayette geçen “rüya” kelimesi miracın uyku hâlinde gerçekleştiğini ispat etmektedir. Onlara göre ayetteki “rüya” kelimesi, uykuda görülen şeydir.
Ehl-i sünnet âlimleri bu iddiayı şöyle cevaplar: Onların bu iddiasını bizzat Kur’an tekzip eder. Bu tekzibi anlamak için şimdi ayetin tamamına bakalım:
“Sana gösterdiğimiz rüyayı, insanlar için bir fitne imtihanı yaptık.”
Eğer bu ayetteki “rüya” tabirini uykudaki rüya kabul edersek, bunun insanlar için bir fitne yapılmasını ne ile izah ederiz?
Zira rüyada insan her şeyi görebilir ve her yere gidebilir. Eğer Resulullah (s.a.v.) deseydi ki: “Ben bu gece rüyamda Mescid-i Aksa’ya gittim.” O zaman bir fitne çıkmasına ve bazı Müslümanların dinden dönmesine ne gerek vardı. Zira ruhanî bir seyahat, biraz tasaffi etmiş herkes için mümkündür. Demek, bu hadise insanlar için bir imtihan olmuştur. İmtihan olabilmesi için ise örfen mümkün olmayan bir şey olmalıdır. O hâlde ayetteki “rüya” kelimesi ile uykudaki rüya değil, bizzat “müşahade” kastedilmiştir.
Zaten Arap dilinde “rüya” ile “ruyet” (görüş), “kurba” ile “kurbet” kelimeleri aynı manada kullanılır. Bu kaideden dolayı İbn-i Abbas Hazretleri bu ayeti, tefsirinde şöyle buyurmuştur. “Bu, Hz. Peygamber’in Kudüs’e gittiği gece kendi gözleri ile gördüğü bir temaşa idi.”
2-Miracın sadece ruh ile olduğunu söyleyenlerin 2. delilleri ise Hz. Aişe’nin: “Vücudu değil, ruhu götürülmüştür.”ifadesini kullanmasıdır.
Ehl-i sünnet âlimleri bu iddiayı da şöyle cevaplar: Hz. Aişe’ye ait olduğu söylenen bu hadis, senet bakımından çok zayıftır. Hadisi Muhammed bin İshak şu kelimelerle nakil etmiştir: “Ebu Bekir’in ailesinden bazı kimseler bana, Hz. Aişe’nin şöyle dediğini nakletmiştir…”
Böyle bir meçhul senetli bir hadis ile çok sağlam senetli gayet güvenilir hadisler nasıl inkâr edilir? Bütün âlimlerin sıhhatinde ittifak ettikleri hadisleri bırakıp meçhul senetli bir hadisi delil kabul etmek, art niyetten başka ne ile izah edilebilir?
Mi'raç ruh ile mi, beden ile miolmuştur? ... Muaviye, tabiundan Hasenu'l Basri ve Muhammet İbn-u İ
Mİ'RAÇ RUH İLE Mİ, BEDEN İLE Mİ OLMUŞTUR?
Mi'racın vukuu hakkında selef ve halef ittifak etmiş oldukları halde, Mi'racın keyfiyeti, yani ne şekilde olduğu hususunda aralarında bazı ihtilaflar vardır.
Seleften Hz. Ayşe ve Hz. Muaviye, tabiundan Hasenu'l Basri ve Muhammet İbn-u İshak gibi zatlar, miracın yalnız ruhani olduğuna kail olmuşlardır. Hz. Ayşe (r.a.), "Muhammet (s.a.v)in cesedi, Mi'rac gecesi ayrılır olmadı." diyor. Muaviye (r.a.) de kendisine Mi'raç sorulunca, "Salih bir rüyadır." demiştir.
Selef ve halefin ekserisi ile cumhur-u ulema ise, Mi'racın ruh ve cesetle olduğunu kabul etmişler ve hususta kuvvetli deliller getirmişlerdir. Hz. Muaviye'nin sözünü, "Baş gözüyle görüştür"; Hz. Ayşe'nin sözünü de "Ceset ruhtan ayrılmadı, beraber Mi'raç etti." diye tevil etmişlerdir.
Gerçi, Mi'racın ruh ile olduğuna delalet eden haber vardır. Cesetle olduğuna delalet eden hadisler de vardır ve ikinci şıkkı takviye eden vesikalar daha fazladır. Bu hadisler arasında çelişki bulunmadığını belirtmek için, Fatih Sultan Mehmed'in hocalarından âlim Hızır Bey, Akait Manzumesi (Beyit 56'da)'nde şöyle demektedir:
"Mi'raç, birkaç defa vuku bulmuştur. Âlimlere göre, bu tekrar sebebiyle, hadisler arasındaki tearuz ortadan kalkar."
Yani Peygamberimizin miracı bir kere değildir. Ruhani olarak, nice kereler vaki olmuştur. Cismani olarak ise bir kere vuku bulmuştur ki, İsra suresindeki ayetin delalet ettiği mi'raç budur. Böylece hadisler arasındaki ihtilaf bertaraf olmuş olur.
Miraç'a ilk adım... Sevgili Peygamberimiz, bütün engellemelere rağmen, gördüğü her kabileye, İslâ
..V.)
MİRAÇ'A YÜKSELMESİ
Miraç'a ilk adım...
Sevgili Peygamberimiz, bütün engellemelere rağmen, gördüğü her kabileye, İslâmiyeti anlatıyor... Kendisini himaye edip, insanlara Allah(c.c.)ü Teâlânın emirlerini tebliğ etmesinde yardımcı olmalarını istiyor... Böylece herkesin dünya ve ahiret huzuruna kavuşmalarını arzu ediyor.
Fakat insanlar, ne Müslüman oluyorlar, ne de himaye etmeye yanaşıyorlardı. Ayrıca hakaret, zulüm, işkence ve alay edip, yalanlıyorlardı. Alemlerin efendisinin günleri, çok yorgun, aç, susuz, üzüntülü ve pek hüzünlü geçiyordu.
Gündüzleri böyle geçiyor, gece geç vakitlere kadar bu hal devam ediyordu. Mekkeli müşrikler, gelen insanların Müslüman olmasını engelledikleri gibi, Habib-i Ekrem efendimize zulüm etmekten geri durmuyorlardı.
Artık Resulullah efendimiz için gidilecek bir yer yoktu. Her taraf düşman idi. O gece doğruca amcası Ebu Talib'in kızı Ümm-i Hani'nin, Ebu Talib Mahallesi'nde bulunan evine geldi. Ümm-i Hani, o zaman henüz iman etmemişti. "Kimdir o" deyince, Resulullah efendimiz; "Amcan oğlu Muhammed'im... Kabul edersen, misafir geldim" buyurdu.
Ümm-i Hani; "Senin gibi doğru sözlü, emin, asil, şerefli misafire can feda olsun. Yalnız, teşrif edeceğinizi önceden bildirseydiniz, bir şeyler hazırlardım. Şimdi yedirecek bir şeyim yok" dedi.
Resulullah efendimiz, "Yiyecek, içecek istemem. Hiç biri gözümde yok. Rabbime ibadet etmek, yalvarmak için bir yer bana yetişir" buyurdu.
Ümm-i Hani, sevgili Peygamberimizi içeri alıp; bir hasır, leğen ve ibrek verdi. Gelen misafire ikram etmek, onu düşmandan korumak, Araplar için en şerefli vazife sayılırdı. Bir evdeki misafire zarar gelmesi, ev sahibi için büyük yüz karası olurdu.
Ümm-i Hani; "Bunun Mekke'de düşmanları çok. Hatta öldürmek isteyenler var. Şerefimi korumak için, sabaha kadar O'nu gözeteyim" diye düşündü. Babasının kılıcını alıp, evin etrafında dolaşmaya başladı.
Resulullah, o gün çok incinmişti. Abdest alıp, Rabbine yalvarmaya, af dilemeye, kulların imana gelip, saadete kavuşmaları için duaya başladı. Çok yorgun, aç ve üzüntülü idi. Hasır üzerine uzanıp uyuyuverdi.
O anda Allah(c.c.)ü teâlâ, Cebrail aleyhisselama; "Sevgili Peygamberimi çok üzdüm. Mübarek bedenini, nazik kalbini çok incittim. Bu halde, yine bana yalvarıyor. Benden başka hiç bir şey düşünmüyor. Git, Habibimi getir! Cennetimi, Cehennemimi göster. O'na ve O'nu sevenlere hazırladığım nimetleri görsün. O'na inanmıyanlara, sözleri, yazıları ve hareketleri ile O'nu incitenlere hazırladığım azabları görsün. O'nu ben teselli edeceğim. O'nun nazik kalbinin yaralarını ben saracağım" buyurdu.
Cebrail aleyhisselam, Resulullahın yanına gelince, O'nu mışıl mışıl uyur buldu. Uyandırmağa kıyamadı. İnsan şeklinde idi. Mübarek ayağının altını öptü. Kalbi, kanı olmadığı için, soğuk dudakları Resulullahı uyandırdı.
Cebrail aleyhisselamı hemen tanıdı ve; "Ey Cebrail kardeşim! Böyle vakitsiz niçin geldin. Yoksa bir hata mı ettim. Rabbimi gücendirdim mi? Bana acı haber mi getirdin?" buyurdu ve Rabbinin darılacağından çok korktu.
Cebrail aleyhisselam; "Ey bütün yaratılmışların en üstünü! Ey Yaratanın habibi, ey peygamberlerin efendisi, iyilikler menbaı, üstünlükler kaynağı olan şerefli ve büyük Peygamber! Rabbin sana selam ediyor ve seni kendisine çağırıyor. Lütfen kalk gidelim" dedi.
Miraç yolculuğu böylece başlamış oldu...
"Ey Habibim! Sen üzülme!"
Mirac, Efendimizin yükseklikler alemine uruc etmesi... Derece derece ötelerin sırlarına ermesi... Bu emirle gelen, Cebrail aleyhisselam, Sevgili Peygamberimizi Miraca hazırlamaya başladı. Önce, abdest aldırdı. Mübarek başına nurdan bir imame koydu. Üzerine nurdan bir elbise giydirdi. Mübarek beline yakuttan bir kemer taktı. Mübarek eline dört yüz inci ile süslü zümrütten bir asa verdi. Her inci, Zühre yıldızı gibi parlardı. Mübarek ayağına yeşil zümrütten nalin giydirdi. Sonra el ele tutuşup Kabe'ye geldiler.
Burada Cebrail aleyhisselam, sevgili Peygamberimizin mübarek göğsünü yardı. Kalbini çıkardı. Zemzem suyu ile yıkadı. Sonra hikmet ve iman dolu bir tas getirip içine boşalttı ve göğsünü kapattı.
Sonra Cebrail aleyhisselam, Cennet'ten getirdiği Burak adındaki beyaz hayvanı işaret ederek;
- Ya Resulallah! Buna bin! Bütün melekler yolunu bekliyorlar, dedi.
Bu sırada Peygamber efendimize bir hüzün çöktü ve tefekküre daldı. O anda Allah(c.c.)ü teâlâ, Cebrail aleyhisselama;
- Ey Cebrail! Sual eyle! Habibim niçin mahzun duruyor? diye sual edince, Efendimiz cevap verdi:
- Ben bu kadar izzet ve ikram gördüm. Hatırıma geldi ki, kıyamet günü zayıf olan ümmetimin hali nasıl olur? Elli bin yıl, Arasat meydanında yaya olarak bunca günahlarını nasıl çekerler ve otuz bin yıllık yol olan Sıratı nasıl geçerler?
Ferman-ı ilahi geldi ki;
- Ey Habibim! Hatırını hoş tut. Senin ümmetine elli bin yıllık vakti bir an gibi ederim. Üzülme! buyurdu.
Peygamber efendimiz, Burak'a bindi. Burak çok hızlı gidiyor, bir adımda gözün gördüğü yerin ötesine ulaşıyordu. Yolculuk esnasında Cebrail aleyhisselam sevgili Peygamberimize bazı konak yerlerinde inip namaz kılmasını söyledi. Alemlerin efendisi bunun üzerine tam üç defa inerek namaz kıldı.
Cebrail aleyhisselam da namaz kıldığı yerleri bilip bilmediğini sordu. Cevabını kendisi vererek; ilk indiği yerin Medine olduğunu ve bu şehre hicret edeceğini haber verdi.
Öteki yerlerin de sıra ile hazret-i Musa'nın Allah(c.c.)ü teâlâ ile cihetsiz ve bilinmeyen bir şekilde konuştuğu Tur-i Sina olduğunu, son olarak da İsa aleyhisselamın doğduğu Beyt-i Lahm'da namaz kıldığını haber verdi. Sonra Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya geldiler.
Mescid-i Aksa'da, Cebrail aleyhisselam bir kayayı parmağı ile delerek Burak'ı bağladı. Geçmiş peygamberlerden bazısının ruhları insan şeklinde toplanmışlardı. Cemaatle namaz için; Âdem, Nuh ve İbrahim peygamberlere "aleyhimüsselam" imam olmaları sıra ile söylendi. Özür dileyerek kabul etmediler. Hazret-i Cebrail;"Sen varken başkası imam olamaz" diyerek Habibullah'ı ileri sürdü.
Peygamber efendimiz, peygamberlere imam olup, iki rek'at namaz kıldırdılar.
(Mirac, Peygamberimizin Medine'ye hicretlerinden ondokuz ay önce Miladi 621 yılında, geceleyin vuku' bulmuştur.
Sevgili Peygamberimizin bu iki mahal arasındaki seyahatleri geceleyin vuku' bulduğu için, gece yolculuğu manasında "İsra" denmiş, bu mübarek kelime aynı olayı anlatan ayetle başlayan "İsra" suresinin de adı olmuştur.)
"Bu gelen ne güzel yolcu"
Sevgili Peygamberimiz, Mirac olayının Kudüs'ten sonrasını şöyle anlatır:
Cebrail aleyhisselam bana bir kap içinde Cennet şurubu, bir kap da süt getirdi. Sütü aldım.
Daha sonra iki bardak daha sundular. Biri su, bir bal; ikisinden de içtim. Hazret-i Cebrail; "Bal ümmetinin kıyamete kadar devam edeceğine, su da, ümmetinin günahlarından temizlenmesine işarettir" dedi.
Sonra beraberce göğe yükseldik. Cebrail aleyhisselam birinci kat göğün kapısını çaldı. Sordular:
- Sen kimsin?
- Ben Cebrail'im.
- Peki yanındaki kim?
- O da Muhammed'dir.
- O'na göğe çıkmak için vahy ve Mirac daveti gönderildi mi?
- Evet, gönderildi.
"Merhaba gelen zata! Bu gelen, ne güzel yolcu!" dediler ve hemen kapı açıldı ve kendimi Âdem'in "aleyhisselam" karşısında buldum. Bana "Merhaba" dedi ve dua etti...
Burada çok melek gördüm. Hepsi kıyamda huşu ve hudu ile durmuşlar "Subbuhün kuddusün Rabb-ül-melaiketi ver-ruh" zikriyle meşguldüler. Cebrail'e sordum:
- Bu meleklerin ibadeti bu mudur?
- Evet. Bunlar yaratılalıdan beri, ta kıyamete kadar kıyam üzere olurlar. Hak teâlâdan diledim ki, bu ibadeti ümmetime nasip etsin. Duamı kabul etti. Namazda olan kıyam odur.
Orada bir cemaate uğradım. Melekler, onların başlarını ezerler, tekrar eski halini alır. Yine döverler, yine eskisi gibi olurdu. "Bunlar kimlerdir?" dedim. "Cuma'yı ve cemaati terk edenlerdir. Rüku ve secdeleri tamam yapmayanlardır" dedi.
Bir cemaat gördüm. Aç ve çıplak idiler. "Bunlar kimlerdir?" dedim. "Fakirlere merhamet etmiyenler ve zekat vermiyenlerdir" dedi.
Bir cemaate uğradım. Önlerine nefis yemekler koymuşlar. Bir yanda da leş duruyor. O nefis yemekleri bırakmış, leşi yerlerdi. "Bunlar kimlerdir?" dedim. "Bunlar, helali terk edip, harama meyl edenlerdir. Helal malları varken, haram yiyen kimselerdir" dedi.
Arkasındaki yükün çokluğundan, harekete mecali kalmamış olan bir takım kimseler gördüm. O haliyle halka seslenip, üzerine biraz daha yük koymalarını istiyorlardı. "Bunlar kimlerdir?" dedim. "Bu kimseler, emanete hıyanet edenlerdir. İnsanların hakkını almış iken, yine zulmedenlerdir" dedi.
Kendi etlerini kesip yiyen bir grup insana uğradık. "Bunlar kimlerdir?" dedim. Cebrail aleyhisselam; "Bunlar gıybet edenler ve söz taşıyanlardır" dedi.
Bir grup insana rastladık, dilleri kafalarından çekilmiş, şekilleri değiştirilip hınzır (domuz) suretine tebdil olmuş olarak azab olunurlar. Cebrail aleyhisselam; "Bunlar yalan yere şahidlik yapanlardır" dedi.
Bir kısım kadınlara rastladık. Yüzleri siyah, gözleri göktü. Ateşten elbiseler giydirmişler. Melekler onlara ateşten gürzlerle vururlar. "Bunlar kimlerdir?" dedim. Hazret-i Cibril; "Bunlar zina edenler ve kocalarını inciten kadınlardır" dedi.
Bir cemaat daha gördüm. Ateş, onları yakar, tekrar dirilirler, tekrar yakardı. "Bunlar kimlerdir?" dedim. "Bunlar babalarına asi olanlardır" dedi.
İkinci kat göğe çıktık. Cebrail aleyhisselam kapıyı çaldı. Kapı açıldığında, kendimi; teyze çocukları İsa ile Yahya bin Zekeriyya'nın (aleyhimesselam) yanında buldum. Bana; "Merhaba" dediler. Ve duada bulundular...
Meleklerden bir cemaate rastladım. Saf bağlayıp durmuşlar, cümlesi rükuda idi. Kendilerine mahsus bir tesbihleri vardı. Devamlı olarak rükuda dururlar, başlarını kaldırıp, yukarı bakmazlar. Cebrail aleyhisselam; "Bu meleklerin ibadeti böyledir. Hak teâlâdan iste de ümmetine nasib olsun" dedi. Dua ettim. Kabul buyurup, namazda rükuu ihsan eyledi.
Sonra üçüncü kat göğe çıktık. Aynı sual ve cevaptan sonra, kapı açıldı ve kendimi Yusuf aleyhisselamın yanında buldum. Baktım ki kendisine güzelliğin yarısı verilmiş. Bana, "Merhaba" dedi ve dua etti...
Çok melek gördüm. Saf halinde, cümlesi secdede idiler. Yaratılalıdan beri secdede olup, kendilerine mahsus tesbih ile tesbih ederler. Cebrail aleyhisselam; "Bu meleklerin ibadeti böyledir. Allah(c.c.)ü teâlâdan iste ki, bu ameli ümmetine müyesser eylesin" dedi. Hak teâlâdan diledim. Kabul edip namazda size nasib eyledi.
Dördüncü kat göğe eriştim. Saf gümüşten yapılmış, nurdan bir kapısı var. Nurdan bir kilit vurmuşlar. Kilidin üzerinde, "La ilahe illallah Muhammedün resulullah" yazılı idi. Sual ve cevaptan sonra kendimi, İdris aleyhisselamın yanında buldum. Bana "Merhaba" dedi ve duada bulundu. Allah(c.c.)ü teâlâ, onun hakkında (mealen); "Biz onu yüksek bir mekana ref'ettik" buyurmuştur. (Meryem suresi: 57)
Bir melek gördüm. Bir kürsi üzerine oturmuş, gamlı ve üzüntülü idi. Etrafında o kadar çok melek vardı ki, sayısını ancak cenab-ı Hak bilir. Sağında nurani melekler gördüm. Yeşiller giymişler, çok güzel kokuları var. Her birinin güzelliğinden yüzlerine bakılamaz. Sol tarafında ağızlarında ateşler saçan melekler vardı. Önlerinde ateşten mızrak ve kamçılar var. Öyle gözleri var ki, bakmağa takat getirilmez. Taht üzerinde oturan meleğin, başından ayağına kadar gözleri var.
Daima önündeki deftere bakar, bir an gözünü ondan ayırmazdı. Önünde bir ağaç vardı. Kah sağ eliyle ondan bir şey alıp sağındaki nurani meleklere teslim eder, kah sol eliyle bir şey alıp solundaki zulmani meleklere verirdi. Bu meleğe nazar edince, kalbime bir korku geldi. Hazret-i Cebrail'e; "Bu melek kimdir?" dedim. "Azrail'dir. Bunun yüzünü görmeğe kimsenin takati yetmez" dedi.
Yanına varıp; "Ey Azrail! Bu, ahir zaman peygamberidir ve Allah(c.c.)ü teâlânın habibi, sevgilisidir" dedi. Azrail aleyhisselam kalkıp bana tazim etti; "Merhaba! Hak teâlâ senden daha şerefli bir kimse yaratmadı. Ümmetin de, cümle ümmetlerden üstündür. Ben senin ümmetine, baba ve analarından daha çok acırım" dedi."Senden bir ricam vardır. Ümmetim zayıftır. Onlara yumuşak darvanasın. Ruhlarını yumuşaklıkla alasın" dedim. "Seni en son peygamber olarak gönderen ve kendine habib kılan Allah(c.c.)ü teâlânın hakkı için, Allah(c.c.)ü teâlâ gece ve gündüzde yetmişkere; "Ümmet-i Muhammed'in ruhlarını yumuşaklıkla ve kolaylıkla al ve işlerini lütf ile gör" diye emreder. Bunun için ben de senin ümmetine, ana ve babalarından daha çok şefkat ederim, dedi.
Beşinci kat göğe çıktık, orada Harun aleyhisselamla karşılaştık. Bana "Merhaba" dedi ve hayır duada bulundu.
Beşinci kat gök meleklerinin ibadetlerini gördüm. Cümlesi ayakta duruyor ve ayaklarının parmaklarına nazar ediyor, asla başka yere bakmıyor, yüksek sesle tesbih ediyorlardı. Hazret-i Cebrail'den "Bu meleklerin ibadeti böyle midir?" diye sordum. "Evet, Hak teâlâdan dile de, bu ibadeti ümmetine nasib eylesin" dedi. Dua ettim. Cenab-ı Hak ihsan etti.
Sonra altınca kat göğe çıktık. Orada Musa aleyhisselam ile karşılaştık. Bana "Merhaba" dedi ve hayır duada bulundu. Sonra yedinci kat göğe yükseldik, aynı soru-cevaptan sonra İbrahim aleyhisselamı Beyt-i Ma'mur'a arkasını dayamış olarak buldum. O Beyt-i Ma'mur ki, her gün oraya yetmiş bin melek giriyor bir daha sıraları gelmiyor. İbrahim aleyhisselama selam verdim. Selamımı aldı. "Merhaba salih peygamber, salih oğlum" dedi. Sonra;
"Ya Muhammed! Cennet'in yeri gayet latif ve toprağı temizdir. Ümmetine söyle, oraya çok ağaç diksinler" dedi. "Cennet'e ağaç nasıl dikilir?" dedim. "La havle vela kuvvete illa billah" ve "Sübhanellahi velhamdülillahi ve la ilahe illallahü vallahü ekber" tesbihini okuyarak, dedi.
Cebrail aleyhisselam sonra beni, Sidret-ül-Münteha'ya götürdü. Sanki onun yaprakları fil kulakları gibi, meyveleri de kuleler gibi idi. O, Allah(c.c.)ü teâlânın emirlerinden herhangi birisiyle karşılaştığında, öylesine değişiyordu ve güzelleşiyordu ki, Allah(c.c.)ü teâlânın yaratmış olduğu mahlukatından, hiç kimse onun güzelliğini anlatamaz.
Cebrail aleyhisselam, Sidret-ül-Münteha'nın ilerisine iletti ve bana veda eyledi. Dedim ki: "Ey Cebrail! Beni yalnız mı bırakıyorsun?" Cebrail aleyhisselam ıstıraba düştü. Hak teâlânın heybetinden titremeğe başladı ve; "Eğer bir adım daha atarsam, Allah(c.c.)ü teâlânın azametinden helak olurum. Bütün vücudum yanar, yok olur" dedi.
Alemlerin efendisi, buraya kadar Cebrail aleyhisselam ile gelmişti. Cebrail aleyhisselam, burada kendisini; yaratılmış olduğu suret üzere kanatlarını açmış, her bir kanadından inciler, yakutlar saçılır bir halde Resulullah'a gösterdi. Sonra ziyası güneşten daha parlak, Refref adında yeşil bir Cennet yaygısı geldi. Durmadan Allah(c.c.)ü teâlânın zikriyle meşgul oluyor, bulunduğu alemi tesbih sadası dolduruyordu.
Peygamber efendimize selam verdi. Resulullah efendimiz Refref'in üzerine oturdu. Bir anda çok yükseklere çıktılar, hicab denilen yetmiş bin perdeden geçtiler. Her hicab arası çok uzak idi. Her perdede vazifeli melekler vardı. Refref, Peygamber efendimizi birer birer o perdelerden geçirdi. Böylece; Kürsi, Arş ve ruh alemlerini aştılar.
Habib-i ekrem efendimiz, her bir perdeden geçerken; "Korkma ya Muhammed! Yaklaş, yaklaş!" diye emredildiğini duyuyordu. Bilinmeyen, anlaşılamayan, anlatılamayan şekilde, Allah(c.c.)ü teâlânın dilediği yüksekliklere ulaştı. Mekansız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak rü'yet hasıl oldu yani Allah(c.c.)ü teâlâyı gördü. Gözsüz, kulaksız, vasıtasız, ortamsız olarak Rabbi ile konuştu. Hiç bir mahlukun bilemiyeceği, anlıyamıyacağı nimetlere kavuştu...
"Ümmetimi isterim"
İmam-ı Rabbani hazretleri, Efendimizin Miracını şöyle anlatır:
"O server aleyhissalatü vesselam, Mirac gecesinde, Rabbini, dünyada görmedi, Ahırette gördü. Çünkü, Resul aleyhisselam o gece, zaman ve mekan çevresinden dışarı çıktı. Ezeli ve ebedi bir an buldu. Başlangıcı ve sonu, bir nokta olarak gördü. Cennet'e gideceklerin, binlerce sene sonra, Cennet'e gidişlerini ve Cennet'te oluşlarını o gece gördü. İşte o makamdaki görmek, dünyada görmek değildir. Ahıret görmesi ile görmektir."
Peygamber Efendimize; "Rabbini sena eyle!" buyrulduğunda, O hemen; "Ettehiyyatü lillahi vessalevatü vettayyibat" (yani, bütün lisanlar ile olan medhler, övgüler ve senalar, beden ile olan hizmetler ve taatler, mal ile olan iyilikler ve ihsanlar Allah(c.c.)ü teâlâ için olsun) dedi.
Önce Allah(c.c.)ü teâlâ, Habibine gözsüz, kulaksız, vasıtasız, mekansız olarak; "Esselamü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berekatüh... (Ey Resulüm! Selamım, bereketim ve rahmetim senin üzerine olsun)" buyurarak, selam verdi.
Peygamber efendimiz; "Esselamü aleyna ve ala ibadillahissalihin... (Ya Rabbi! Bize ve salih kullarına da selam olsun)" diye cevap verdiler.
Bunu işiten melekler, hep bir ağızdan; "Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resulüh... (Gözümle görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Allah(c.c.)ü teâlâdan başka ilah yoktur. Muhammed aleyhisselam O'nun kulu ve resulüdür)" dediler.
Allah(c.c.)ü teâlâ buyurdu ki: "Ey Habibim! Benim misafirimsin. İste benden ne istersen!.." Resulullah efendimiz; "Ümmetimi isterim ya Rabbi" dedi.
Hak teâlâ, bu suali yedi yüz defa tekrarladı. Resulullah efendimiz hepsinde; "Ümmetimi isterim" diye cevap verdi.
Allah(c.c.)ü teâlâ; "Hep ümmetini istersin" buyurunca, O; "Ey Rabbim! Dileyen benim, veren sensin. Cümle ümmetimi bana bağışla" diye taleb etti.
Cenab-ı Hak; "Eğer ümmetinin hepsini şimdi sana bağışlarsam, benim rahmetim ve senin izzetin zahir olmaz. Bir kısmını şimdi sana bağışladım. İki kısmını tehir ettim. Kıyamet günü sen dileyesin, ben bağışlıyayım. Ta ki, benim rahmetim ve senin izzetin (şerefin) belli olsun" buyurdu.
Sevgili Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde buyurdular ki:
"O gece (Mirac gecesi), Allah(c.c.)ü teâlâdan cümle ümmetimin hesabını bana ısmarlamasını istedim. Hak teâlâ buyurdu ki:
"Ya Muhammed! Bundan muradın odur ki, hiç kimse, ümmetinin kabahatlerine muttali olmasın. Benim muradım odur ki, sen şefkatli peygambersin, yabancılara olduğu gibi, senden dahi kabahatleri ve çirkin işleri örtülü olsun.
Ya Muhammed! Sen onların yol göstericisisin. Ben onların rabbiyim. Sen onları yeni gördün. Ben evvelden ebede onlara nazar ettim ve nazar ederim.
Ya Muhammed! Eğer senin ümmetin ile söyleşmeği sevmeseydim, kıyamet günü onları hesaba çekmezdim. Büyük ve küçük hiç bir günahlarını sormazdım."
Resulullah (S.A.V.)'ın sualleri:
Peygamber Efendimiz Miracda Cenab-ı Hakka sorduğu sualleri ve aldığı cevapları bir hadis-i şeriflerinde şöyle anlatır:
Dedim ki: "Ya Rabbi! Cebrail'e altı yüz bin kanat verdin. Buna karşı bana olan ihsanın nedir?"
Hak teâlâ buyurdu ki: "Senin bir kılın bana Cebrail'in altı yüz bin kanadından sevgilidir. Senin bir kılın sebebiyle, binlerce asi günahkarı kıyamet günü azad ederim. Ya Habibim! Cebrail kanadını açsa, doğu ile batı arasını doldurur. Sen şefaat etsen, doğu ile batı arası asi dolu olsa, hepsini sana bağışlarım."
Dedim ki: "Pederim Âdem'e (aleyhisselam) karşı melekleri secde ettirdin. Buna karşı, bana olan ikramın nedir?"
Hak teâlâ buyurdu ki: "Meleklerin, Âdem'in önünde secde etmeleri, senin nurunun, onun alnında olması sebebiyledir. Ya Habibim! Sana ondan üstün şey verdim. İsmini ismime yakın eyledim ve Arş-ı ala üstüne yazdım. O zaman Âdem yaratılmamış idi, namı ve nişanı yok idi. Senin ismini gökler kapısında, hicablar üzerinde, Cennetler kapısında, köşkler ve ağaçlarda, Cennet'in her yerinde yazdım. Cennet'te, üzerinde "La ilahe illallah Muhammedün resulullah" yazılmış olmayan hiçbir şey yok idi. Bu mertebe, Âdem'e verilen mertebeden daha üstündür."
Dedim ki: "Ya Rabbi! Nuh'a (aleyhisselam) gemi verdin. Buna karşı bana ne ihsan eyledin?"
Buyurdu ki: "Sana Burak verdim ki, bir gecede yerden Arş'a eriştirdim. Cennet ve Cehennem'i gördün. Ümmetine de mescidler verdim ki, kıyamet günü gemilere biner gibi ümmetin o mescidlere binip, Sırat'ı göz açıp yumacak kadar zamanda geçip Cehennem'den halas olurlar."
Dedim ki: "Ya Rabbi! İsrail oğullarına kudret helvası ile bıldırcına benzer kuş eti indirdin."
Hak teâlâ buyurdu ki:
"Sana ve ümmetine, dünya ve ahıret nimetini ihsan ettim. Ya Habibim! Sana bir sure verdim ki, ona benzer bir sure Tevrat'ta ve İncil'de yoktur. O sure Fatiha'dır. Her kim o sureyi okusa, vücudu Cehnnem'e haram olur. O okuyan kimsenin ana ve babasının azabını hafifletirim.
Ya Habibim! Ben, senden ekrem (kıymetli, üstün, şerefli) kimse yaratmadım.
Ya Habibim! Her kim benim birliğimi kabul ederse ve bana ortak koşmaz ise Cennet onlarındır. Böyle olan ümmetine Cehennem'i haram ettim. Ümmetine karşı rahmetim, gadabımı aşmıştır.
Ya Habibim! Benim katımda cümle kalktan ekremsin, şereflisin. Kıyamet günü sana o kadar ikramlar yaparım ki, cümle alem hayret eder.
Ey Habibim! Sen Cennet'e girmeyince, diğer enbiya giremez. Senin ümmetin girmeyince, gayri ümmet giremez.
Ya Habibim! İster misin ki, senin ve ümmetin için neler hazırladım göresin?"
"İsterim ya Rabbi!" dedim. İsrafil'e hitab edip; "Ey İsrafil! Kulum ve eminim ve resulüm Cebrail'e de ki, Habibimi Cennet'e iletip, Habibim ve ümmeti için Cennet'te neler hazırladım ise göstersin. Ta ki, mübarek hatırı endişeden halas ola" buyurdu."
Peygamberimizin Cennette gördükleri...
Alemlerin efendisi olan sevgili Peygamberimiz, İsrafil aleyhisselam ile birlikte Cebrail aleyhisselamın yanına geldiler. Allah(c.c.)ü teâlânın emrini yerine getirmek için Cebrail aleyhisselam, Peygamber efendimizi Cennet'e götürdü.
Melekler, ellerinde nur dolu tabaklarla bekliyorlardı. Cebrail aleyhisselam;
"Ya Resulallah! Bunlar, Âdem aleyhisselamdan seksen bin yıl önce yaratıldı. Bu makamda, tabaktakileri sana ve ümmetine saçmak için sabırsızlanırlar. Kıyamet günü Hazretin ve ümmetin, Allah(c.c.)ü teâlânın emriyle Cennet'in eşiğine ayak basınca, bu melekler tabaklardaki cevahiri üzerinize saçacaklardır" dedi.
Cennet'te vazifeli olan Rıdvan ismindeki melek, onları karşıladı. Peygamber efendimize müjdeler verdi ve; "Hak teâlâ, ikisini senin ümmetine, birini de diğer ümmetlere vermek için Cennet'i üç kısım etti" dedi ve Cennet'in her tarafını gezdirdi.
Habib-i ekrem efendimiz buyurdular ki:
"Cennet ortasında bir ırmak gördüm. Arş'ın yukarısında akar. Bir yerden su, süt ve bal çıkar. Asla birbirine karışmaz. O ırmağın kenarı zebercedden idi. İçindeki taşlar cevahir, balçığı anber, otları za'feran idi. Etrafına gümüş bardaklar koymuşlar, sayıları gökteki yıldızlardan ziyade idi. Çevresinde kuşlar olup, boyunları deve boynu gibi idi. Her kim onların etinden yese ve o ırmaktan içse, Hak teâlânın rızasına mazhar olur.
Cebrail'e; "Bu ırmak nedir?" diye sordum. "Kevser'dir. Hak teâlâ, onu sana vermiştir. Sekiz Cennette olan bostanlara bu Kevserden akar" dedi.
Irmağın kenarında çadırlar gördüm. Cümlesi inci ve yakuttan idi. O çadırlarda huriler gördüm. Yüzleri güneş gibi parlar idi. Derlerdi ki:
"Biz sevinçli ve neş'eliyiz. Bize hiç üzüntü gelmez. Biz gençleriz, hiç yaşlanmayız. Biz iyi huyluyuz, hiç kızmayız. Biz hep böyleyiz, hiç ölmeyiz."
Saadet köşklerine ve ağaçlarına erişip, onların nağme ve sedaları her yeri kaplar. Öyle hoş sesleri vardı ki, o nağmeler dünyaya gelseydi, ölüm ve mihnet dünyada olmazdı.
Cebrail "Bunların yüzlerini görmek ister misin?" dedi. "İsterim" dedim.
Bir çadırın kapısını açtı. Baktım. Öyle güzel suretler gördüm ki, eğer bütün ömrümce onların güzelliğini anlatsam, bitiremem. Yüzleri sütten beyaz, yanakları yakuttan kırmızı ve güneşten parlaktı. Derileri ipekten yumuşak ve ay gibi ışıklı, kokuları miskten daha güzeldi.
Saçları gayet siyah, kimi örülmüş, kimi toplanmış, kimi salıverilmiş, otursa, etrafında çadır gibi olur, kalksa, ayağına kadar uzanırdı. Her birinin önünde bir hizmetçi dururdu.
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
"Sekiz Cennet'in bağ ve bostanını ve türlü nimetlerini gördüm. Cehennem'i ve derecelerini de görsem diye hatırıma geldi."
Cebrail elimi tutup, Cehennem'in en büyük meleği Malik'e götürdü:
"Ey Malik! Muhammed aleyhisselam, asilerin Cehennem'deki yerlerini görmek ister O'na Cehennem'i göster" dedi
Malik, Cehennem'in tabakalarını açtı. Yedi tabakanın hepsini gördüm.
Efendimiz, Cehennemdekilerin halini görünce çok üzüldü. Merhametinden çok ağladı. Bütün melekler de ağlaştılar.
"O söyledi ise doğrudur"
Alemlerin efendisi Cehennemdekilerin halini görünce ağlamaya başladı. Allah(c.c.)ü teâlâya yalvardı. Ümmetinin zayıflığını ve böyle azaba takat getiremeyeceklerini söyleyerek, o kadar çok ağladı ki, Cebrail aleyhisselam ve cümle melekler de beraber ağlaştılar.
Allah(c.c.)ü teâlâdan hitap geldi ki:
"Ey Habibim! Senin hürmetin ve kıymetin benim katımda büyüktür, duan kabul olunmuştur. Hatırını hoş tut. Seni, muradına eriştiririm. Sana öyle bir makam veririm ki, pek çok sayıda asileri, senin şefaatin ile bağışlarım. Ta ki, sen yeter diyene kadar."
Peygamber efendimiz gördüklerini anlatmaya devam ederek buyurdu ki:
"Daha sonra, Semavattan geçip, Musa'nın (aleyhisselam) bulunduğu makama geldim.
Bana; "Hak teâlâ, sana ve ümmetine ne farz eyledi" dedi. Ben de; "Her gün ve gece için elli vakit namaz kılınmasını bana farz kıldı" dedim. "Rabbine dön, biraz hafifletmesini dile. Çünkü ümmetin bunun altından kalkamaz", dedi.
Bunun üzerine, Rabbime döndüm ve dedim ki: "Ya Rabbi! Ümmetimden bu emri biraz hafif eyle." Bunun üzerine elli vakitten sadece beş vakit indirdi.
Musa'ya (aleyhisselam) döndüm ve beş vakit indirdi dedim. Dedi ki: "Rabbine dön! Biraz daha hafifletmesini dile. Çünkü ümmetin bunun altından da kalkamaz." Böylece Musa (aleyhisselam) ile Rabbimin arasında gidip geldim ve nihayet Allah(c.c.)ü teâlâ şöyle buyurdu:
"Bu namazı beş vakte indirdim. Her namaz için on sevab vardır. Bu bakımdan sonunda yine elli namaz olur. Zira her kim bir sevabı kastedip de yapamazsa, onun için bir sevab yazılır. Fakat yaparsa, bire karşılık tam on sevab yazılır. Fakat bir günaha kasdedip de yapmazsa, hiç bir şey yazılmaz. Yaparsa, ancak o bir günah olarak kayda geçer."
Allah(c.c.)ü teâlâ böylece, sevgili Peygamberimizin çektiği sıkıntılarla yaralanan mübarek kalbini, teselli eyledi. Hiç bir mahlukuna vermediği, kimsenin bilemiyeceği, anlayamıyacağı nimetleri, O'na ihsan eyledi.
Alemlerin efendisi, sonra bir anda Kudüs'e ve oradan Mekke-i mükerremeye, Ümm-i Hani'nin evine geldiler. Yattığı yer henüz soğumamış, leğendeki abdest suyunun hareketi durmamış idi.
Dışarda dolaşan Ümm-i Hani uyuklamış, bir şeyden haberi olmamıştı. Peygamber efendimiz, Kudüs'ten Mekke'ye gelirken, Kureyş'in kervanına rastladı. Kervandaki bir deve ürktü, yıkıldı. Sabah olunca, Kabe yanına gidip Miracını anlattı.
Kafirler, alay ettiler. Müslüman olmaya niyetli olanlar da tereddüde düştüler. Müşriklerden bazıları sevinerek, Ebu Bekir'in evine geldiler. Çünkü onun akıllı, tecrübeli, hesaplı bir tüccar olduğunu gayet iyi biliyorlardı.
Kapıya çıkınca;
-Ey Ebu Bekir! İyi bilirsin. Mekke'den Kudüs'e gidip gelmek, ne kadar zaman sürer? diye sordular. Hazret-i Ebu Bekir;
-İyi biliyorum. Bir aydan fazla sürer, dedi.
Bu söze sevinen kafir güruhu;
-Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur, dediler. Gülüp, alay ederek ve hazret-i Ebu Bekir'in de kendileri gibi düşüneceğini umarak;
-Senin efendin, Kudüs'e bir gecede gidip geldiğini söylüyor, artık iyice sapıttı, dediler. Hazret-i Ebu Bekir'e sevgi, saygı gösterip bel bağladılar.
Hazret-i Ebu Bekir, Resulullah efendimizin mübarek adını işitince;
-Eğer O söyledi ise doğrudur. Bir anda gidip geldiğine ben de inandım, deyip içeri girdi.
"Canım feda olsun!"
Resulullahın Miraca çıktığını öğrenen, hazret-i Ebu Bekir, hemen Resulullah efendimizin yanına geldi. Büyük kalabalık arasında, yüksek sesle;
"Ya Resulallah! Miracınız mübarek olsun! Bizleri, senin gibi büyük Peygambere hizmetçi yapmakla şereflendirdiği ve mübarek yüzünü görmekle, kalbleri alan, ruhları çeken tatlı sözlerini işitmekle nimetlendirdiği için Allah(c.c.)ü teâlâya sonsuz şükürler ederim. Ya Resulallah! Senin her sözün doğrudur. İnandım. Canım sana feda olsun!" dedi.
Hazret-i Ebu Bekir'in sözleri kafirleri şaşırttı. Diyecek şey bulamayıp dağıldılar. Şüpheye düşen, imanı zayıf birkaç kişinin de kalbine kuvvet geldi. Resulullah efendimiz o gün, Ebu Bekir'e "Sıddik" dedi. Bu adı almakla, derecesi bir kat daha yükseldi.
Bu hale çok kızan kafirler, mü'minlerin kuvvetli imanına, Peygamberimizin her sözüne hemen inanmalarına, O'nun çevresinde pervane gibi dönmelerinle dayanamadılar. Resulullah efendimizi mahcup ve mağlub etmek için, imtihan etmeğe Mescid-ı Aksa hakkında sorular sormaya başladılar.
Resulullah efendimiz hepsine birer birer cevap verdiler. Efendimiz cevap verirken, hazret-i Ebu Bekir; "Öyledir ya Resulallah" derdi. Halbuki, Resulullah efendimiz edebinden, hayasından karşısındakinin yüzüne bile bakmazdı. Buyurdu ki:
"Mescid-i Aksa'da etrafıma bakmamıştım. Sorduklarını görmemiştim. O anda, hazret-i Cebrail Mescid-i Aksa'yı gözümün önüne getirdi. Pencerelerini görüp sayıyor ve sorularına, hemen cevap veriyordum."
Resulullah efendimiz, yolda develi yolcular gördüğünü söyledi. "İnşaallah Çarşamba günü gelirler" buyurdu. Çarşamba günü güneş batarken, kervan Mekke'ye ulaştı. Kervandakilere sorduklarında fırtına eser gibi olduğunu ve bir devenin yıkıldığını söylediler. Bu hal, mü'minlerin imanını kuvvetlendirdi. Kafirlerin düşmanlığı da gittikçe arttı.
Hicretten bir yıl önce, Receb ayının 27'sinde Cuma gecesi vuku bulan bu mucizeye Mirac denir. Resulullah, miraca, ruh ve bedeni ile uyanık bir halde çıktı. Mirac gecesinde O'na nice ilahi hakikatler gösterildi ve beş vakit namaz bu gecede farz kılındı. Ayrıca Bekara suresinin son iki ayet-i kerimesi ihsan edildi. Mirac; Kur'an-ı kerimde, İsra ve Necm suresi ile bazı hadis-i şeriflerde bildirilmektedir.
Sevgili Peygamberimiz Miracdan sonra dört büyük halifesine Cennet'i anlatırken buyurdular ki:
"Ya Eba Bekir'! Senin köşkünü gördüm. Kızıl altından idi. Senin için hazırlanan nimetleri müşahede ettim.
Ya Ömer! Senin köşkünü gördüm. Yakuttan idi. Fakat içeri girmedim. Senin gayretini düşündüm.
Ya Osman! Seni her gökte gördüm. Cennet'te köşkünü görüp seni düşündüm.
Ya Ali! Senin suretini dördüncü semada gördüm. Cebrail'e sual ettim. Dedi ki: "Ya Resulallah! Melekler hazret-i Ali'yi görmeden duramazlar. Hak teâlâ, onun suretinde bir melek yarattı. Dördüncü gökte durur, melekler onu ziyaret eder, bereketlenirler."
Mirac gecesinin sabahında Cebrail aleyhisselam gelerek Resulullah efendimize beş vakit namazı, vakitlerinde imam olarak kıldırdı.
Mirac hadisesinin Kudüs'e kadar olan kısmı ayet-i kerime ile sabit olduğundan buna inanmayan dinden çıkar. Hadis-i şeriflerle bildirilen göklere yükselmesi kısma inanmayanbid'at ehli yani sapık,bozuk itikatlı olur.