|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
DÎNÎ VE SOSYO-PSİKOLOJİK AÇIDAN HASET
Yrd. Doç. Musa Kazım Gülçür
Haset Kelimesi
Haset kelimesi, çekememezlik, başkasında olan sağlık, zenginlik ve benzeri nimetlerden dolayı rahatsız olarak, kişiden o nimetin gitmesini istemek, kıskanmak manâlarına gelir (İ. Manzur, 3:148). Haset, kalpte bulunan, insanı kötülüklere sürükleyebilen en önemli gayr-i ahlâkî özelliklerden ve psikolojik rahatsızlıklardan birisidir. Bu rahatsızlık, bilgisizlik ve tamahkârlığın birleşmesi ve kaynaşması ile daha da ağır bir hale gelebilir.
Haset, çirkin huyların en zararlılarından olmakla birlikte derecesi itibarı ile farklı olabilmektedir. Kimi insanda haset duygusu bir an için gelip gider. Kiminde ise iyice yerleşir, bütün benliğine hâkim olur ve gittikçe de artar. İşte asıl üzerinde durulması gereken ve tehlikeli olan haset türü budur.
Hasedin gıpta şeklinde olanı mahzursuzdur. Fakat bunun sınırı ayarlanamadığı takdirde bazen mahzurlu olan kıskançlık derecesine girebilir. Meselâ bir kimse, beğendiği, takdir ettiği ve gıptayla baktığı bir ehl-i ilim hakkında, daha sonraları, Niye onda ilim var da bende yok? duygu ve düşüncesi içinde olursa sınırı aşmış olur. İşte arada böyle ince bir fark vardır. Bundan tevakki etmek, dikkatle basmak ve o noktada batmaktan korkmak lazımdır. İnsan, gıpta sınırındayım derken, farkına varmadan haset sınırına girmiş olabilir. O bakımdan, mü min kardeşlerinin gıpta damarını tahrik etmemek de gıpta edilecek halde bulunan kimselere düşen bir vazifedir (Gülen, Zaman-Akademi).
Haset duygusu, şayet farkına varılabiliyorsa, öncelikle kişinin kendisini rahatsız edecek bir duygudur. Çünkü bu duygunun etkisi altındaki bir insan, karşısındaki kişinin sahip olduklarından dolayı haset duyduğunu anlasa, bencilliğinden ötürü kısmen de olsa rahatsızlık hisseder. Bu rahatsızlığının yanı sıra, iç dünyasının derinliklerinde ‘mahrum kalmış olma duygusunu beslemek ve büyütmek, hasta değilse bile insanı ruhen çökertebilecek hale getirebilir. Böyle bir insan, enerjisinin büyük bir kısmını, kendisi ve başkaları arasında gereksiz mukayeselerle harcar. Bu da diğer insanlara karşı haset duymasına, onlarla kendisi arasında iletişim, arkadaşlık ve dostluğu ile ilgili engellerin oluşmasına sebep olur.
Haset, insanın kendi hayatı ile ilgili yüksek perspektifler geliştirmesine ve sorumluluklarını bihakkın yerine getirmesine mani olur. Ayrıca, insanı lüzumlu işlerinde ve öncelikli sorumluluklarında hareketsiz ve tutuk bir halde bırakır. Hasedin büyüklüğüne göre ahlakî bozukluk daha da büyük hale gelebilir. Hasetçi bir zihin, †tabir caizse†haset tarafından yoldan çıkarılmıştır. Ama kişinin bundan haberi yoktur. Haset eden, anlaşılmaz bir şekilde kendisinde bulunmayan nimetlerin yokluğundan dolayı rahatsızlık duymaktadır. Bu rahatsızlık, aynı zamanda âdil olmaya, Cenâb-ı Hakk ın adaletine, sağduyuya ve diğer erdemlere karşı da olumsuz bir tavır takınmadır.
İmam Gazalî ye göre haset ancak bir nimete karşı olur. Allah bir kimseye bir nimet bağışladığı zaman, diğer insanda ona karşı iki türlü hal belirir:
1. O nimeti çok görerek kişinin elinden gitmesini istemektir ki, buna haset denir. Hasedin tezâhürü de karşıdaki insanın elinde bulunan varlığı ve nimeti çok görmek, bu nimetin yok olması halinde de sevinmektir.
2. Başkasındaki varlığa ne sevinmek, ne de o varlığın yok olmasını istemektir. Tam aksine, o insanda bulunan nimetin kendisinde de bulunmasını arzu etmek, istemektir. Buna ise gıpta denilir.
Birinci durum, yani başkasının elinde bulunan bir nimetten hoşlanmayarak onun yok olmasını istemek, İslâm âlimleri tarafından haram telâkki edilmiştir. Ancak, bu kaidenin belki şu şekilde bir istisnası bulunmaktadır. Şöyle ki: Bir fâcir veya kâfirde bulunup fitne uyandıran, insanlar arası ilişkilerin bozulmasına, herkese eziyet edilmesine sebep olan nimetin ortadan kalkmasını istemek, bundan hoşnut olmamak haram ve günâh değildir. Çünkü onun yok olmasını istemek, bir nimeti çekemeyerek yok olmasını istemek değildir. Aksine, bir fitne ve zulüm aracının ortadan kalkmasını istemek demektir (Gazalî 1975, 3: 425-426).
Âyet-İ Kerîmelerde Haset Konusu
Âyet-i kerîmelerdeki haset konusunu anlamaya çalıştığımızda ‘ferdî ve ‘içtimaî haset şeklinde genel olarak iki temel ayırım yapabileceğimizi görmekteyiz. Dolayısıyla bu başlığın altında ferdî ve içtimaî haset ile bu haset türlerinden korunma yollarına kısaca temas etmek istiyoruz.
Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:
إِنْ تَمْسَسْكُمْ حَسَنَةٌ تَسُؤْهُمْ وَإِنْ تُصِبْكُمْ سَيِّئَةٌ يَفْرَحُوا بِهَا وَإِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا لَا يَضُرُّكُمْ
كَيْدُهُمْ شَيْئًا إِنَّ اللَّهَ بِمَا يَعْمَلُونَ مُحِيطٌ
Size bir ferahlığın, bir nimetin ulaşması onları (dini inkâr edenleri) tasalandırır. Bir fenalığın gelmesine ise, âdeta bayılırlar. Şayet siz sabreder ve Allah a karşı gelmekten sakınırsanız, onların tuzakları size hiçbir zarar veremez. Çünkü Allah, elbette onların yaptıklarını ilmiyle, kudretiyle kuşatmıştır. (Âl-i İmran, 3/120).
Bu âyet-i kerimede görebildiğimiz ana hususlar şunlardır:
a. Özellikle dini inkar edenler, dinden ve dindardan hoşlanmayanlar, iman edenlere Rabbileri tarafından bir ferahlık ya da nimetin ulaşması karşısında dert, üzüntü ve tasaya düşerek haset etmektedirler.
b. Yukarıdaki duruma bağlı bir şekilde, dine ve dindara gelen bir musibetten dolayı da bu insanlar büyük bir sevinç duymaktadırlar.
c. Dinden ve dindardan hoşlanmayanlar, dindar insanlara herhangi bir iyiliğin ulaşmaması, dindarların bir şekilde kötülüğe maruz kalmaları için de sinsi bir tarzda uğraşacaklardır.
Cenâb-ı Hak (c.c.), dine ve dindara düşman olanların kurmaya çalışacakları bu tuzaklardan nasıl korunulabileceğine dair çözüm yollarını da belirtmiştir. Âyet-i kerime, bu tuzaklardan korunabilme hususunda iki temel noktaya dikkatlerimizi çekmektedir:
a. Ma siyete ve günahlara karşı, ayrıca kâfirlerden gelen ezaya, cefaya karşı sabır gücü ile karşı koymak,
b. Allâh ın emirlerine uyup, yasaklarından kaçınmakla da takva korunağına sığınmak.
Allâme Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyet-i kerimenin tefsirinde şöyle demektedir: İşte bütün bunlara karşı Müslümanların vazifesi sabredip korunmak. İktisab-ı fezail ile onları hasetlerinden çatlatmaktır. Eğer Müslümanlar Allâh a tâatte sabrederler ve nehiylerinden içtinab ile iyice korunurlarsa o kâfirlerin ve o münafıkların hilelerinin ve entrikalarının hiç bir zararını görmezler. (Yazır 1979, 2: 1164)
Kur ân-ı Kerîm de, Ehl-i Kitabın içlerindeki hasedin, kendilerini nasıl bir yola sürüklediği de şöyle anlatılmaktadır:
وَدَّ كَثِيرٌ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يَرُدُّونَكُمْ مِنْ بَعْدِ إِيمَانِكُمْ كُفَّارًا حَسَدًا مِنْ عِنْدِ أَنفُسِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمْ الْحَقُّ
فَاعْفُوا وَاصْفَحُوا حَتَّى يَأْتِيَ اللَّهُ بِأَمْرِهِ إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Sırf nefislerinden ileri gelen bir kıskançlık sebebiyle, Ehl-i Kitap tan pek çoğu, gerçek kendilerine ayan beyan belli olduktan sonra, sizi imanınızdan uzaklaştırıp kâfir haline çevirmek isterler. Allah bu husustaki emrini bildirinceye kadar affedin ve hoşgörün. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir. (el-Bakara, 2/109)
Cenâb-ı Hak, onların bu olumsuz tutum ve davranışlarına, içlerinde besledikleri haset duygularına karşı, korunma ve çözüm olarak Müslüman topluluklardan şu adımları atmasını istemektedir:
a. Bu insanların incitici tavır ve davranışları karşısında afv u itidal yolunu seçme;
b. Toplumlararası asgari müşterekleri kaybetmeme,
c. Münakaşa sebeplerinden uzak durup, Allah ın vereceği hükmü ve meseleleri yönlendireceği yönü bekleme.
Şimdi aktarmaya çalışacağımız Şurâ, 42/15. âyet-i kerimede ise Cenâb-ı Hakk, kendilerine ulaşmış bulunan sahih bilginin rağmına hareket ederek birbirlerine haset etmiş ve neticede de tefrikaya düşmüş topluluklar ile Müslüman toplumların iletişim ve diyalog çizgilerini belirlemektedir. Âyet-i kerîme, takınılması gerekli tutum, tavır ve davranışları †görebildiğimiz†toplam dokuz maddede net bir şekilde belirlemiştir. Şöyle ki:
فَلِذَلِكَ فَادْعُ وَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ وَلَا تَتَّبِعْ أَهْوَاءَهُمْ وَقُلْ آمَنْتُ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ مِنْ كِتَابٍ
َ وَأُمِرْتُ لِأَعْدِلَ بَيْنَكُمْ اللَّهُ رَبُّنَا وَرَبُّكُمْ لَنَا أَعْمَالُنَا وَلَكُمْ أَعْمَالُكُمْ لَا حُجَّة بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ
اللَّهُ يَجْمَعُ بَيْنَنَا وَإِلَيْهِ الْمَصِيرُ
1. Ne olursa olsun doğruya, iyiye ve güzele çağrı devam etmelidir;
2. Müslüman toplumun kendilerine gelmiş olan emir ve yasaklar doğrultusunda istikamet üzere olması gerekmektedir;
3. İhtilafı, tefrikayı ve ayrılığı körükleyen, bunu insanların normal bir durumuymuş gibi gören kişilerin yanlışlıklarına, onların ve karşı tarafın heva ve heveslerine uymamak lüzumu vardır;
4. Allâh ın indirmiş olduğu her Kitaba ve Allah ın Kitabı nda buyurduğu her şeye iman etmek, her mü minin şiarıdır;
5. Bütün insanlar arasında adalet ölçülerini esas almak gerekir;
6. Allâh, Kendisine inanılsın inanılmasın, herkesin Rabbidir;
7. Her toplum, kendi yaptıklarından sorumludur ve kimse kimsenin suçunu çekmez; kimsenin suçu kimseye yüklenmez;
8. Herkes kendi yaptığından sorumlu ve Allah herkesin yaptıkları hakkında hükmünü vereceğine göre, gereksiz tartışmalara girmekten kaçınmak gerekir;
9. Herkesin hesap merciinin Allâh (cc) Teâlâ olduğu hususunun kavranması önemlidir.
.
Riya
Yrd. Doç. Musa Kazım Gülçür
Bu çalışmada "riya" konusunu öncelikle âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîflerde geçtiği şekliyle anlamaya çalışacağız. Âyet-i kerîmelerde riyâ konusunu sadece "riyâ/gösteriş" kelimesinin yer aldığı âyet-i kerîmeler itibarı ile incelemeye uğraşacağız. Ancak konuyu siyak-sibak bütünlüğü içerisinde anlamanın daha uygun olduğunu düşündüğümüz yerlerde önceki ve sonraki âyet-i kerîmelerle de irtibat kurmanın önemli olabileceğini düşünmekteyiz. Ayrıca bazı İslam büyüklerinin bu konudaki görüşlerine yer verecek, riya sayılan/sayılmayan hususlara değineceğiz.
Âyet-i Kerîmelerde Riya
Türkçemizde özü sözü bir olmamak, inandığı gibi hareket etmeyiş, gösteriş, iki yüzlülük gibi manalara gelen "riya" kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de beş kadar âyet-i kerîmede yer almaktadır. Bu âyet-i kerîmelerden ikisinde, Allâh yolunda malını harcayan kimselerin insanlara gösteriş yapmasından haber verilmekte ve Müslümanlar ikaz edilmektedir. Diğer ikisinde ise namazlarını ya da daha geniş ifadesi ile ibadet ü taatlerini insanlara göstermeyi adeta huy edinmiş kimselerin varlığından haber verilmekte ve gösteriş amaçlı bu tutum yerilmektedir. Son âyet-i kerîmede ise dini gayret adına hareket edenlerin şımarıklık ve insanlara gösteriş maksatlı davranışlarından haber verilerek bir dizi emir ve tavsiye yer almaktadır. Şimdi bu âyet-i kerîmeleri sırası ile görmeye çalışalım.
Bakara suresinde Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Mallarını Allah yolunda harcayıp da infaklarının ardından minnet altında bırakmayanlar, rahatsızlık vermeyenler yok mu, işte onların Rab'leri katında mükâfatları vardır. Onlara hiç bir endişe yoktur ve onlar üzüntü de duymayacaklardır.
Bir tatlı söz, bir kusur bağışlama, peşinden incitme gelen maddî yardımdan (sadakadan) çok daha iyidir. Zira Allah ganî ve halîmdir.
Ey iman edenler! Sadaka verdiğiniz kimseleri minnet altında bırakmak, incitmek suretiyle o sadakalarınızı boşa çıkarmayın. Allah'a da, âhirete de inanmadığı halde sırf insanlara gösteriş yapmak için malını harcayan kimsenin durumuna düşmeyin.
Onun durumu, üzerinde toprak bulunan kaygan bir kayaya benzer ki, şiddetli bir yağmur yağar yağmaz toprağı kayıverir, cascavlak kalır. Öyleleri işledikleri hiçbir şeyden sevap ve mükâfat elde edemezler. Zira Allah inkârcılar güruhunu hidayet etmez, emellerine kavuşturmaz." (Bakara Suresi, 2/262-4)
Bu âyet-i kerîmelerde riya ile ilgili yer alan pek çok unsurdan görebildiklerimizi şu şekilde sıralamak istiyoruz:
a. Sadaka verenlerin, sadaka verdikleri kişileri minnet duygusu altında bırakacak tavır ya da onların ağırına gidecek bir söz, tutum ve davranış içerisinde bulundukları takdirde sadakalarının Allâh katında geçersiz olacağı gerçeği hatırlatılmaktadır.
b. İman sahiplerinin böyle bir riya ve gösterişten uzak durmalarını belirten açık bir yasaklama bulunmaktadır.
c. Yaptıkları maddi yardımları, minnet altında bırakma veya başa kakma sureti ile verenlerin, aslında mallarını Allâh'a ve âhiret gününe inanmaksızın sırf insanlara gösteriş yapma, caka satma amacı sebebi ile boşa harcamış kimseler gibi olacakları uyarısı yapılmaktadır.
d. Böyle kişilerin durumu, kayanın üzerini kaplayan ve yağmurla hemen gidiveren incecik toprak tabakasına benzetilmiştir.
Son maddede yer alan benzetme üzerinde biraz durmak istiyoruz. Bilindiği üzere sadakalardaki temel hedeflerden bir tanesi, zenginlerin fakirlere karşı kalplerinin yumuşamasını temin etme ve fakirlere maddi anlamda yardımcı olmadır. Öyle ise, sadakayı alan kişiyi minnet altında bırakacak, adeta aşağılayacak, 'görünürde' insanî yardım olan katı kalpli bir davranış yerine, âyet-i kerîmede emir buyrulduğu şekilde kalbî yumuşaklığı gösteren bir tatlı söz veya bir kusur bağışlamanın dahi insanı aşağılayan ve gösteriş maksatlı bir yardımdan daha iyi olduğu görülmektedir.
Âyet-i kerîmedeki benzetme gerçekten de muhteşemdir. Yağmurun yağması ile birlikte toprak tabakasının akıp gitmesi sonucunda nasıl kaya tabakası çıplak bir şekilde kalıyorsa, Allâh'a ve âhiret gününe yeterince iman edememiş ve sadakalarını insanlara sırf gösteriş olsun diye sarf etmiş insanların kalplerinin katılıkları ve taş gibi oldukları hesap ve mizan gününde açığa çıkacaktır. Dolayısı ile bu âyet-i kerîmede kaya kısırlığa, yağmur berekete, toprak unsuru ise doğurganlığa benzetilmiştir denilebilir.
Mallarını sırf başkalarına gösteriş için sarf eden kişileri Cenâb-ı Hakk'ın sevmediği, o kişiye şeytanın arkadaş olduğu da şimdi aktaracağımız âyet-i kerîmeden anlaşılmaktadır:
"Mallarını halka gösteriş için harcayıp Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyen kimseleri de Allah elbette sevmez. Şeytan kimin arkadaşı olursa, artık o arkadaşların en kötüsüne düşmüş demektir." (Nisâ Suresi, 4/38)
Gösteriş ile ilgili diğer âyet-i kerîmede ise Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Münafıklar Allah'ı aldatmaya çalışırlar, ama Allah onların hilelerini ve oyunlarını bozar. Onlar namaza kalkarken üşene üşene kalkarlar, müminlere gösteriş yaparlar. Yoksa aslında Allah'ı pek az hatırlarlar." (Nisâ Suresi, 4/142)
Bu âyet-i kerîmede yer alan ana hususlardan bir tanesi, aslında Allâh'a, peygamberlerine, meleklerine, âhiret gününe tam olarak inanamamış ve dolayısıyla da nifak/münafıklık içerisindeki kişilerin, imanın oldukça ehemmiyetli bir tezahürü olan namaz esnasındaki psikolojilerini yani namaza üşenerek kalkmalarını ve namaz içindeki gerçek durumlarını tasvir etmesidir. Bu psikolojik tasvirde pek çok unsurdan ikisi dikkatimizi çekmektedir:
a. Bu şekildeki insanların özellikle de cemaatle eda edilen namazlar esnasında namazlarını üşene üşene, istemeye istemeye kılmaları.
b. Namaz kılmak zorunda kaldığında da insanların beğenisi için gayret etmeleri, diğer insanlar görsünler diye ruku ve secdeleri uzun tutmaları, ta'dîl-i erkâna riayet etmeye çalışmaları.
Münafıkları resmeden yukarıdaki âyet-i kerîmeye bir yönü ile benzer ve hemen her Müslüman'ın ezberinde olduğunu düşündüğümüz Mâun Suresindeki âyet-i kerîmelerde ise şöyle buyrulmaktadır:
"Vay haline şöyle namaz kılanların: Ki onlar namazlarından gafildirler (Kıldıkları namazın değerini bilmez, namaza gereken ihtimamı göstermezler). Namazlarını gösteriş için kılarlar, zekât ve diğer yardımlarını esirger, vermezler." (Mâûn Suresi, 107/4-7)
Büyük müfessir Elmalılı Hamdi Yazır'ın bu âyet-i kerîme ile ilgili yaklaşımını buraya almak istiyoruz. Hamdi Yazır'a göre riya kelimesi ile akla gelen manalardan bazıları şöyledir:
1. Mesela namaz kıldığı vakit Allah için halis niyet ile kılmayıp dünyevî bir takım maksatları için kılma.
2. Başkalarının kendisini görebileceği yerlerde namaz kıldığı halde diğer yerlerde namazı kılmama ya da hafif tutma.
3. Kıldığı namazlarda Hakk'ı huşu içerisinde tazim olarak değil de 'iki yatış bir kıntış bakış' tan ibaret bir gösteriş halinde olma.
Elmalı'lı, bu âyet-i kerîmede "musallî" kelimesi geçtiği için büsbütün namazı terk etmekte olanların namazda riyakarlıklarından bahsedilemeyeceğinin açık olduğunu belirtiyor. (Elmalı'lı, Hak Dini Kur'ân Dili, 9/342)
Enfal Suresi 47. âyet-i kerîmede ise Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Memleketlerinden savaşa çalım satarak, halka gösteriş yaparak çıkan ve Allah yolundan insanları uzaklaştıranlar gibi olmayın. Allah onların bütün yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır." (Enfâl Suresi, 8/47)
Şimdi, çok geniş anlam tabakalarına sahip olan bu âyet-i kerîmeye, görebildiğimiz bazı açılar itibariyle bakmaya çalışacağız.
Bugün, toplumlararası ilişkilerde sadece silahlı savaşların cereyan etmediği hemen herkesin malumudur. Günümüz fen ve tekniğinin ilerlemesi ile savaşlar aynı zamanda ekonomik, siyasî, kültürel, fikrî, sınaî ve teknolojik alanlarda alabildiğine cereyan etmektedir. Bu âfâkî alanlara ilaveten bir de enfüsî alanda verilen savaşlar vardır. Anlamaya çalıştığımız 47. âyet-i kerîmede "fieten" (topluluk, birlik) kelimesinin Kur'ân-ı Kerîm'de dokuz yerde "askerî birlik" manasına geldiği, diğer iki istisnasında ise doğrudan "topluluk" manasına olduğu görülmektedir. Allâhu a'lem bu durumda, 47. âyet-i kerîmede yasaklanan "şımarıklık, gösteriş ve Allâh yolundan alıkoyma" yanlışlıklarının, sırf silahlı savaşlar esnasında uzak durulması gereken tutum ve davranışlara inhisar ettirilmemesi, aynı zamanda kültürel, fikrî ve enfüsî manada cereyan eden savaşlarda da "şımarıklıktan uzak durma, insanlara gösteriş yapmama ve İslâmî-imanî hizmetleri tenkit vb. yollarla baltalamama" gibi manalar anlaşılabilir.
Hadîs-i Şerîflerde Riya Konusu
Riya-gösteriş konusunun anlatıldığı hadîs-i şerîflerden bir kısmını burada vermeye çalışacağız. Öncelikle riya/gösteriş, bir hadîs-i şerîfte geçen ifade ile "debîbü'n-neml"i andıran, yani geceleyin yürüyen "karıncanın ayak izi" gibidir. (Ahmed b. Hanbel, 4/403) Ayrıca Efendimiz (s.a.s.), riya/gösterişi "küçük şirk" olarak da vasıflandırmaktadır. Bir defasında Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz söyle buyurdular:
- "Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey küçük şirktir." Ashab-ı Kiram dediler ki:
- "Ya Resûlallah, küçük şirk nedir?" Resûlullah (s.a.s.):
- "Riyadır. Yani başkalarına gösteriş için ibadet yapmaktır. Allahu Teala, kıyamet günü herkesin amelinin karşılığını verirken, insanlara gösteriş için ibadet yapanlara şöyle der: "Dünyada kendileri için gösteriş yaptığınız kimselere gidin. Bakın bakalım onların yanında size verecekleri bir şey bulabiliyor musunuz?" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 428)
Şeddad b. Evs, Efendimiz (s.a.s.)'in
- "Ümmetim hakkında iki şeyden korkuyorum: Şirk ve gizli şehvet." uyarısı üzerine:
- "Ey Allah'ın Resulü! Senden sonra ümmetin Allah'a ortak mı koşacak?" demiş, Efendimiz (s.a.s.) de:
- "Evet, ama onlar Güneş'e, Ay'a, taşa ve puta tapmayacaklar. Fakat amelleri ile gösteriş yapacaklar" buyurmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV/124)
"Riya"nın, Efendimiz (s.a.s.)'in yüksek beyanları içerisinde "küçük şirk" olarak vasıflandırılması, şimdi aktarmaya çalışacağımız kudsî hadîs-i şerîf ile de desteklenmiş olmaktadır. Ebû Hüreyre (r.a) Resûlullah (s.a.s.)'i şöyle buyururken dinlemiştir:
- "Allah Teâlâ buyurdu ki: "Ben, kendisine şirk koşulmasından en uzak olanım. Kim işlediği amelde benden başkasını bana ortak kabul ederse, o kişiyi ortak koştuğu ile baş başa bırakırım." (Müslim, Zühd, 46)
Bilindiği üzere dini açıdan insanların Allâh'a olan yakınlıklarında, onlara Allah tarafından ihsan edilen maddi-manevî lütufların vesilelik planında büyük önemi bulunmaktadır. Mesela şehidler, Efendimiz (s.a.s.) ile beraber haşrolma gibi oldukça kıymetli bir manevi makama aday yüksek şahsiyetlerdir. Keza Müslüman fertler, Allâh'ın kendilerine ihsan etmiş olduğu manevi donanımlarını takva elbisesi ile süsleyip Allâh'ın rızası istikametinde çalışmak durumundadırlar. Aksi durumda olanların, Cennet'in kokusunu bile duyamayacakları konusunda Efendimiz (s.a.s.)'in şiddetli bir uyarısı bulunmaktadır. (Ebu Davud, İlim, 12) Zenginler de kendilerine verilmiş bulunan maddî zenginlikleri Allâh yolu ve rızasında kullanma ile mükellef tutulmuşlardır. İşte bu üç kategorinin yer aldığı ve şimdi aktarmaya çalışacağımız hadîs-i şerîf, bizlere gerçekten de çok önemli ikazlarda bulunmakta, insanlara gösteriş yapmamayı, onların beğenisini esas maksat haline getirmemeyi, aksi bir niyet ve düşüncenin, kişiyi sorgu-sual anında nasıl müflis bir duruma düşürebileceğinin uyarı ışıklarını adeta yakıp söndürmektedir. Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor:
"Kıyamet günü hesabı ilk görülecek kişi, şehit düşmüş bir kimse olup huzura getirilir. Allah Teâlâ ona verdiği nimetleri hatırlatır, o da hatırlar ve bunlara kavuştuğunu itiraf eder. Cenâb-ı Hak:
- "Peki, bunlara karşılık ne yaptın?" buyurur.
- "Şehid düşünceye kadar senin uğrunda cihad ettim" diye cevap verir.
- "Yalan söylüyorsun. Sen, "Ne babayiğit adam!" desinler diye savaştın, o da denildi" buyurur. Sonra emrolunur da o kişi yüzüstü cehenneme atılır. Bu defa ilim öğrenmiş, öğretmiş ve Kur'an okumuş bir kişi huzura getirilir. Allah ona da verdiği nimetleri hatırlatır. O da hatırlar ve itiraf eder. Ona da:
- "Peki, bu nimetlere karşılık ne yaptın?" diye sorar.
- "İlim öğrendim, öğrettim ve senin rızan için Kur'an okudum" cevabını verir.
- "Yalan söylüyorsun. Sen "âlim" desinler diye ilim öğrendin, "ne güzel okuyor" desinler diye Kur'an okudun. Bunlar da senin hakkında söylendi" buyurur. Sonra emrolunur o da yüzüstü cehenneme atılır. (Daha sonra) Allah'ın kendisine her çeşit mal ve imkân verdiği bir kişi getirilir. Allah verdiği nimetleri ona da hatırlatır. Hatırlar ve itiraf eder.
- "Peki ya sen bu nimetlere karşılık ne yaptın?" buyurur.
- "Verilmesini sevdiğin, razı olduğun hiç bir yerden esirgemedim, sadece senin rızânı kazanmak için verdim, harcadım" der.
- "Yalan söylüyorsun. Hâlbuki sen, bütün yaptıklarını "ne cömert adam" desinler diye yaptın. Bu da senin için zaten söylendi" buyurur. Emrolunur bu da yüzüstü cehenneme atılır. (Müslim, İmâre, 152)
|
Bugün 72 ziyaretçi (136 klik) kişi burdaydı!
|
|
|
|
|
|
Bugün 935 ziyaretçi (1755 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|