Bu ülke ve coğrafya, Osmanlı döneminden, 18. Yüzyıl sonlarından, 1990"lara kadar, daha ziyade büyük ittifaklar içinde yer almak suretiyle varlık mücadelesini ve siyasetini sürdürebildi. 1990"larda iki bloklu dünya sisteminin çöküşünün ardından, Varşova Paktı"nın dağılıp, NATO"da da yeni konseptlerle değişim söz konusu olunca, Turgut Özal idaresindeki Türkiye yeni bir siyasi yönelim ve ittifak arayışlarına girer. Ancak, Özal"ın vefatının ardından, Türkiye"deki bu değişim ve arayışlar önemli oranda bilinçli bir müdahaleyle sekteye uğratıldı. Statükonun ve askeri vesayetin 28 Şubat Süreci gibi müdahaleleri ülkemize bir hayli vakit kaybettirmesinin yanısıra, Kürt sorunu ve sair birçok sorunun çözümünü de zorlaştıran bir işlev gördü.
Son on yıllık süreçte ise, birçok gecikmiş sorunun aşılmasına yönelik çabalar hiç eksik olmadı. Ancak on yıllardır biriken problemlerin kısa zamanda çözümünün gayet zor olduğu da aşikar. Özellikle, Körfez savaşları ve Irak"ın işgali akabinde gelişen olaylar, Arap Baharı, Ortadoğu coğrafyası ve çevresinde, çok farklı bir boyuta evirilmesine yol açtı. Türkiye ise bir anda, çevresini kuşatan boğucu sorunlarla karşı karşıya kaldı. Bu çerçevede Kürt meselesinin geldiği nokta buna eklenince zorlu bir süreçle karşı karşıya kalındığı görülecektir. Suriye"de süregelen iç savaş, Mısır"daki kanlı askeri darbe, Irak"taki güvenlik sorunu ile adeta bir kuşatılmışlık hissi insanı kaplamaktadır.
Boğucu bir kuşatılmışlık, sorunlar, kanlı olaylar çemberi ülkemizi bir cendereye mahkum etmektedir. Bu cendereden çıkmak, kollarımıza, ayaklarımıza vurulmuş prangaları kırmak gibi bir şey. Türkiye"nin son aylarda dış politikada yeni arayış ve açılımlara yönelmesi elbette ki önemli bir adımdır. Ancak, biriken sorunlar yumağının, Ortadoğu"daki belirsizlik, buna karşı "takoz" görevi görmektedir.
Türkiye bunları aşabilecek mi? Türkiye birçok alanda sorunlarla kuşatılmışlık içinde olsa da, on yıllardır fırsatlar kaçırılmış olsa da, asıl itibarıyla birçok şansı ve fırsatı da hala bünyesinde barındırmaktadır. Bunu fırsata ve güvenli bir geleceğe dönüştürmek de yine Türkiye"nin elindedir. Suriye"deki kanlı olayların yol açtığı bölgesel çıkmazın aşılması şu merhalede çok zor da olsa, mutlaka üstesinden gelinmesi gereken bir sorundur. Bu anlamda Suriye meselesi kilit konumundadır. Şayet bu sorun, sağlanabilecek acil bir ateşkesle başlayacak süreçte olabildiğince minimize edilebilirse önemli bir merhale aşılmış olacaktır. Bunun yanı sıra, Mısır"da askeri darbe ile travmaya dönüşen durumun kısa vadede çözümü maalesef zor gözükmektedir. Bazı Körfez ülkeleri destekli askeri cunta kan dökmekten çekinmeyerek, hem ülkeyi hem de bölgeyi kaosa sürüklemektedirler. Mısır"ın Ortadoğu denkleminde eskisinden daha katı bir askeri vesayete girmesi sadece Mısır"ı değil, Gazze ve Filistin başta olmak üzere, Türkiye dahil tüm bölgeyi olumsuz yönde etkilemektedir.
Bu süreçte, Türkiye her ne kadar sorunlarla kuşatılmış, çok zor bir ortam içerisinde olsa da, bölge sorunlarının çözümünde, kendi iç meseleleri ile birlikte, en stratejik konumdaki ülkedir. Türkiye, müdahale etmesi gereken sorunların büyüklüğü ile bölgesindeki manevra alanının ve gücünün sınırı arasında kalan kritik bir konumdadır. Hem Kürt sorunu, Alevilik başta olmak üzere ülke içindeki sorunların çözümüne ilişkin sorumluluk hem de bölgesel sorunların çözümündeki sorumluluk ve misyonu hayati derecede önem arz etmektedir. Bunun için de, Türkiye"de gerek siyasette, gerekse toplumsal sorunların çözümünde bir hayli mesafe alınmasını gerektirmektedir. İçte oluşan bir kısım siyasal/toplumsal çekişmelerin/kavgaların böyle bir misyona darbe vuracağı da göz ardı edilmemelidir. Ancak, son günlerde Kürt sorununda Diyarbekir"de atılan adımlar daha ileriki adımlar için kapıların açılmasına yol açmıştır. Önemli olan bundan sonra bu adımların emin bir şekilde sürdürülüp, çözüm yolunun kapanmamak üzere kalıcı hale gelmesini sağlayacak sağlam alt yapının oluşturulmasıdır.
.
Tekke Ve Zâviyeler Kanunu kaldırılmalı
Kökeni, İslam tarihinde Medine-i Münevvere"deki Ashab-ı Suffa"ya dayanan Sufilik/Tasavvuf geleneği, şahsiyet ve müesseseleriyle, ümmetin manevi terbiye, irfân ve kemâlâtına hizmet eden kutlu bir yol olarak yolumuzu aydınlatan meş"aleler oldular.
Tarihimizde, , Ashâb-ı Suffa"nın ardından, Hasan-ı Basri, Habib El-Acemî, Davud et-Tâî, Süleyman Ed-Darânî, Hz. İmam Cafer Es-Sâdık, Hz. İmam Ali Er-Rıza, Ma"ruf-i Kerhî, Ebu Haşim Es-Sufî, Fudayl bin İyâz,Bayezid-i Bistâmî, Zünnûn-i Mısrî, Seriyi Es-Sakatî, İbrahim bin Edhem, Bişr-i Hâfî, Şakik-i Belhi, Ebu Türâb En-Nahşebî, Cüneyd El-Bağdâdî gibi öncü mutasavvıflar çıkmıştır.
Tasavvuf meşreb ve ekollerinin, tarikatların ortaya çıkışı ve şekillenmesi, bu yolun zincirinde önemli halkalar oluşturan kurucu-müceddid şahsiyetlerin eliyle olmuştur. Bu durum özellikle, Sühreverdiyye, Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Kübreviyye, Yeseviyye, Mevleviyye gibi tasavvuf/mâneviyat aleminin ana tarikatlarında bariz bir şekilde müşahede olunmaktadır. Sühreverdiyye tarikatı, Adâbu"l-Murîdîn sahibi ve tarikatin müessisi Ebu Necîb Ziyâeddin Es-Sühreverdî ve Avârifu"l-Maârif sahibi Ömer Şihabuddin Es-Sühreverdî"den başlayarak bir çok tasavvuf kolunun, Kübreviyye, Mevleviyye, Zeyniyye, Halvetiyye, Celvetiyye gibi tarikatların serçeşmesi olmuştur. Nakşibendiyye ise, üç koldan gelen silsilesi ve şubeleri/dönemleri ile ana damar oluşturacak, çok büyük bir tasavvuf yolunu teşkil etmişlerdir. Bu anlamda, tarihimiz boyunca bu tarikatların, nurlu/kutlu yolların, mekanları olan tekke/zaviye ve hankah/dergâhlar toplumun, fertlerin manevi ve ahlak terbiyesinde, manevi kemalat ve olgunlaşmada temel teşkil etmişlerdir. Özellikle fütüvvet ve uhuvvet müessesesinin tesisi, bu yönde fütüvvet/ahi teşkilatlarının kuruluşu ve yayılışı da yine bunlar aracılığıyla olmuştur. Maveraunnehr"den, Mezopotamya"dan, Anadolu"ya, Rumeli"ye ve Kuzey Afrika"ya İslâmın yayılışı daha çok bu kurumlar aracılığıyla olmuştur. Özellikle sufiliğin ve hankahların gerek Anadolu"nun, gerekse Rumeli"nin müslümanlaşmasındaki temel rolü bilinmektedir. Hoca Ahmed Yesevî araracılığıyla Yeseviliğin Maveraunnehir Müslümanlığındaki rolü, Anadoluya etkisi, Horasan erenlerinin Anadolu"daki tesiri üzerine çokça şeyler yazılıp, neşredilmiştir. Abdülkâdir Geylânî, Seyyid Ahmed Er-Rifâî, Şeyh Ahmed El-Bedevî, Mevlâna Celâleddîn-i Rumi, Hacı Bektâş-ı Velî, Hace Bahauddin Nakşibend, Hacı Bayram-ı Velî, Muhyiddin Üftâde, Zeyneddîn-i Hâfî, Abdüllatîf El-Kudsî, Emir Sultan, Şeyh Ebu"l-Vefâ, Molla İlâhî, Emir Buharî, İmam-ı Rabbânî Ahmed Farukî Es-Sirhindî, Gulam Ali Abdullah Ed-Dihlevî, Mevlâna Hâlid-i Şehrezorî Bağdâdî; daha nice eren ve mutasavvıflar, Ahi Evren ve Ahi Hüsameddin başta olmak üzere fütüvvet teşkilatının temsilcileri olan Ahîler, Geyikli Baba, Karaca Ahmed, Abdal Musa Sultan gibi erenler coğrafyamızda İslam medeniyet ve irfânının köşe taşları olmuşlardır. Gerek Anadolu Selçuklu devletinde, gerekse Osmanlı devletinin kuruluşunda mutasavvıf ve tarikatlerle bunların zaviyelerinin rolü ve fonksiyonu tüm kroniklerde yer almaktadır.
Tekkeler/zaviyeler, birçok alanda gelişme göstermiş, manevi seyr u süluk, Ma"rifetullah, fütüvvet ve uhuvvetin yanı sıra, Kültür, sanat ve edebiyat sahasında da büyük ürünlere kaynak teşkil etmişlerdir. Bir çok ünlü şâir ve edebiyatçı da bu tekkelerden yetişmiş kimseler olup, bir çok önemli eserler buralardan neşet etmiştir.
Cumhuriyet döneminde, Tekke/Zaviye ve hankâh/Dergâhların 677 Sayılı Yasa ile kapatılması Tanzimât"tan beri süregelen batılılaşma-sekülerleşme sürecinin bu son safhasında seküler-ulus devlet kurmaya matuf tüm geleneksel, tarihten gelen dini/İslâmi kurumların tasfiyesi operasyonu idi. Tüm devrim kanunları göz önüne alındığında, Batı"da Aydınlanmacı felsefeye dayalı 19. Yüzyıl kaba pozitivizminin Osmanlı bakiyesi olan Müslüman bir coğrafyaya zorla/militanca dayatılmasından başka bir şey değildi.
Türkiye"de devletin bir yandan Mevlâna Celâleddin-i Rumî, Hoca Ahmed Yesevî, Hacı Bektâş-ı Velî, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Velî gibi şahsiyetler ve bunların yolu üzerinden söylem ve literatür oluşturma çabasında bulunup,resmi yayınlarda bulunurken, diğer yandan bu adı geçen zatların yolunu, tarikat ve dergâhlarını, müesseselerini kapatması/yasaklaması ne yaman bir çelişkidir Resmi ideoloji için. 1925"te tekke ve zaviyeler, hankah ve dergâhlar kapatılarak bu ülkenin bu ülke insanlarının, toplumun en önemli hayat damarlarından biri kesilmiş. Batıcı-sekülerleşme, pozitivizm nâmına büyük bir medeniyet , maneviyat katliamı yapılmıştır.
Bu kadar yıldan sonra, birçok toplumsal travma oluşturan bu amansız yasaklar her ne surette olursa olsun, artık bir şekilde kaldırılmalı bu ülke ve coğrafyaya vurulmuş prangalar sökülmelidir. "Devrim Kanunu" ısrarı ile bunca yıl sonra bile, bu ülkenin ve toplumun önü keslimemelir. Dergâhlar yeniden uyandırılarak, ihyâ edilerek, Sünni olsun, Alevî-Bektâşî olsun çeşitli toplum kesimlerinin de önü açılabilecektir.
.
Bangladeş"teki idam ve Hint Müslümanlığının trajedisi-1
Bugünkü trajedinin ana kaynağı İngiliz sömürgecilik dönemi ve ardından Hindistan"ın parçalanması süreci olmuştur. Bugün için, parçalanmış bir Hindistan ve parçalanmış bir Pakistan, Hint alt kıtasının diğer Müslüman bölgelerinde olduğu gibi, Bengal bölgesindeki Müslümanların yaşadığı trajedinin temelini teşkil etmektedir. 18. ve 19. yüzyılda Hint kıtasını adım adım işgal edip, sömürgeleştiren İngiltere Hindistan"ı kendi stratejisi doğrultusunda eyaletlere ayırıp parçalanmasına yol açar.
Bağımsızlık sürecinde Hindistan"ın parçalanarak Hindistan ve Pakistan diye iki ayrı devlete dönüşmesi; sonrasında, 1971 yılı Aralık ayındaki Hindistan-Pakistan savaşı ardından, 21 Aralık 1971"de Doğu Pakistan"ın Hindistan"ın işgal ve desteği ile, Avâmi Partisi lideri Muciburrahman tarafından Bangladeş adı ile bağımsız bir devlete dönüştürülmesi, Hint altkıtası Müslümanlarının son yüzyılda yaşadığı acı ve trajedilerin ana sebepleridir. Hint kıtasındaki parçalanma sürecinde bugüne değin hep sadece Müslümanlar zararlı çıkmıştır. Oysaki, Hint Müslümanlığı İslam dünyasının çok önemli bir varlığıydı.
Hint altkıtası; masallarıyla, zengin mitolojisiyle, dini motifleriyle, tarihi misyon ve eserleriyle ünlü bir alt kıt"adır. Hint altkıtası halen de dünyanın en kalabalık Müslüman nüfusunu barındıran bölgedir. İslam"ın henüz ilk asırlarında, Basralı, Yemenli ve İranlı Müslüman tüccarlar aracılığıyla, İslam Hint yarımadasına ulaşmış ve sahil kesimlerinden başlayarak yayılma eğilimi göstermiştir. Hicri 92 yılında Muhammed bin Kâsım Es-Sakafî öncülüğündeki kuvvetler Sind bölgesine girerler. Gazneliler zamanında ise Gazneli Mahmud"un (388-428) düzenlediği seferler sonucu Hindistan"ın çeşitli bölgelerinde İslam hakimiyeti sözkonusu olmuştur. Daha sonra Delhi"de kurulan İslam-Türk hanedanıyla Müslümanların idaresi kökleşmiş, ta ki Portekiz ve İngiliz tasallutuna kadar. Daha sonra gelen, M. Zahiruddin Baburşah (1483-1530) ile başlayan Babürlüler hanedanı ve Evrenigzib Alemgir döneminde Müslüman Timurlu-Babürlü egemenliği zirveye çıkmıştır.
Zaman içinde Abbasiler devrinden başlayarak Hint altkıtasından Sünbül bin Abdullah El-Hindî"den başlayarak bir çok meşâhir-i İslam çıkmış, bir hayli ulema, meşayih ve mutasavvıf yetişmiş, hatta İslam aleminin çeşitli yerlerine dağılmış, bu ulema ve meşâyih çoğunlukla Hicaz bölgesine yerleşmişlerdir. Hintli olan birçok müfessir, muhaddis, kelamcı, fakih ve irfan ehlinin eserleri hala kütüphanelerimizi süslemektedir.
Hindistan İslam kültüründe ve medeniyetinde köklü ve önemli bir yere sahip olmuştur. Hindistan; Iran, Irak Ve Maveraunnehr"in yanı sıra en önemli İslam medeniyet merkezlerinden biri haline gelmiştir. Eskiden beri Hint medreseleri Ehl-i Sünnet ekolünün en önemli merkezlerinden biri olmuştur. Hindistan"da; Deobend, Bombay, Kalküta, Bhopal, Caypur, Gaziabad, Haydarabad, Gücerât, Karaçi, Ravalpindi, Siyalkut, Panipet, Lahor,Eski Delhi, Feridabad, Ahmedabad, Azimabad, Devletabad, Muradabad, Milyan, Sind, Srinagar, Ayodha, Amritsar, Çittagong, Turpüşt,Keşmir, Sirhind, Burhanpur, Agra, Binares, Sultanpur, Leknev (Lucknow), Bihar, Saidpur bölgede İslam kültür ve medeniyet merkezleriydi. İmam-ı Rabbanî Ahmed Farukî Es-Sirhindî"den (971/1564-1034/1624) başlayarak Nakşibendiliğin Müceddidiye kolunun merkezi Hindistan"dı. Hindistan"ın çoğu yerinde idareciler, yöneticiler ekseriyetle Müslüman"dı. Müslümanlık ön planda durmaktaydı. Hint altkıtasının İslam dünyasındaki yeri ve etkisi sadece bunlarla sınırlı olmayıp, buradan yetişen ulemâ ve meşayih İslam dünyasının birçok noktasında etkin olmuşlardır.
Hindistan Gaznelilerden başlayarak sömürgecilik dönemlerine kadar ekseriyetle Müslümanların idaresinde hakimiyetinde olagelmiştir. Hindistan"ın neredeyse her eyaletinde Müslüman racalar bulunmaktaydı. Delhi"deki Müslüman-Türk hanedanı ile daha sonraki Timurlu-Babür hanedanı merkezi olarak da güçlü hanedanlıklar mahiyetinde Hindistan"ın büyük bölümünü ellerinde tutmuşlardır. İngilizlerin kanlı sömürgecilik dönemlerinde bile yerel idareciler yine büyük oranda Müslümanlardan oluşmuştu. Asırlarca Hindistan"da yönetim geleneği Müslümanların elinde olagelmiştir. Müslümanlar bu dönemde dahi bir şekilde hakim unsur olma konumlarını sürdürmüşlerdir.
.
Bangladeş"teki idam ve Hint Müslümanlığının trajedisi-2
Yanısıra, 1947"deki ilk savaştan başlayarak Keşmir sorunu yüzünden Pakistan ve Hindistan arasında birkaç kez büyük savaşlar vuku buldu. Burada da en büyük kaybı Müslümanlar verdi.
Özellikle, Doğu Pakistan"ın (Bengal Eyaleti) 1971 sonundaki savaşın akabinde Muciburrahman"ın liderliğinde Bangladeş adı ile ayrı, bağımsız bir devlete dönüşmesi yine Hint Müslümanlarının bir kez daha bölünmesine yol açtı. Muciburrahman ve diğer ayrılıkçı Bangladeşlilerin en önemli argümanı Bangladeş"in çok zengin tabii vs. sahip olduğu ve bunun Batı Pakistan/ Ravalpindi yönetimince sömürüldüğü yönündeydi. Bengal ulusunun Pencab ve Sindliler tarafından baskı altına alındığına dair söylemler yaygınlaştırılmıştı. Hatta, Bu argümanlara dayalı propaganda ve ihtilâf 1971"deki genel seçimler sonucunda iç savaşa da dönüşmüştü. 1971"de ilk serbest genel seçimlerde, Doğu Pakistan"ın nüfusça Batı Pakistan"dan fazla olması dolayısıyla, seçimi 167 sandalye ile Muciburrahman"ın liderliğindeki Avâmî Partisi kazanır. Batı Pakistan"da ön planda olan Zülfikar Ali Bhutto ve partisi bunu kabullenmez. Bengallilerin Pakistan"ı yönetmelerini istemeyip engel olmaya çalışırlar. Bu sürtüşme iç savaşla sonuçlanır. 9 ay süren iç savaş ardından Hindistan-Pakistan savaşına dönüşür. Savaşta Pakistan ordusu yenilir. Doğu Pakistan"a girip işgal eden Hindistan, ülkeyi Muciburrahman"a teslim ederek çekilir. Doğu Pakistan Muciburrahman tarafından Bengladeş adıyla bağımsız bir devlet haline getirilir. Oysaki, Bangladeş"te kuruluşundan üç yıl sonra, 1975 yılından bu yana kanlı askeri darbeler eksik olmadığı gibi, "bağımsızlık, yeni ulus" kavramları Bangladeş"te hiçbir açlık ve sefalet sorununu çözemedi. Bangladeş çok fakir, güçsüz ve zayıf bir devlet olarak kendi nüfusunun çoğunu bile besleyip koruyamayacak hale geldi. Yanısıra, Bangladeşli milyonlarca işçi/işsiz Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri ve Batı Avrupa başta olmak üzere birçok ülkede son derece ağır şartlarda ve sefalet içinde yaşam mücadelesi vermektedirler. Tüm bunlara karşın, Bangladeş"te, Türkiye"deki 28 Şubat döneminden çok daha ağır şartların hüküm sürdüğü bir süreç yaşanmaktadır. Ülkenin dindar toplum örgütleri, ülkenin laikçi idaresi tarafından idamlar, öldürülme, hapis ve işkence gibi inanılmaz zulümlere maruz bırakılmaktadır. Abdülkâdir Molla"nın idamının ardından ülke çapında yapılan protesto gösterileri kanlı bir şekilde bastırılmakta, insanlar sokaklarda öldürülmektedir. "Batı Pakistan bizi, zenginliklerimizi sömürüyor. Bizi sefâlete mahküm ediyor." iddiasıyla Bangladeş"i kuran kadrolar, kırk yıl sonra, fakir Bengal halkını sokaklarda kurşunla öldürmektedir. Ülkeyi, bağımsız-özgür ülke iddiasıyla idare edip, sefalete sürükleyerek, yerlerde süründüren, asker-sivil bürokrasi, adeta bunun acısını İslam"dan, dindarlıktan çıkarma peşindeler. Ülkede neredeyse İslamiyet yönetim tarafından cezalandırılmaktadır.
.